17-İsra
1- Kulu Muhammed'i
bir gece Mescidi Haram'dan (Kabe'den) yola çıkararak, kendisine bazı
mucizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal
kıldığımız Mescidi Aksa'ya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıktan
uzaktır. O her şeyi işiten ve her şeyi görendir.
Sure Allah'ın eksik sıfatlardan uzak tutulması ile
başlıyor. Bu başlangıç İsra'nın yumuşak, sakin havasına uyum sağlayan
psikolojik bir harekettir. Bu aydınlık ufukta kul ile Allah arasındaki en
uygun bağdır.
Ayette, özellikle kulluk özelliğine dikkat çekiyor:
Kulu Muhammed'i... Ulaştıran Allah...
Amaç, İsra ve insanların ulaşmadığı derecelere
yükseliş makamında bu sıfat pekiştirilsin ve yerleştirilsin. Peygamberin bu
sıfatı unutulmasın. İlahlık makamı ile kulluk makamı karışmasın. Nitekim Hz.
İsa'dan sonra, doğumu ve vefatına ilişkin birtakım gizemler ve kendisine
verilen birtakım mucizeler nedeniyle Hristiyanlık inancında ilahlık ve
kulluk makamları karışmıştı. Nitekim insanların bazıları Hz. İsa'ya verilen
bu mucizeleri, kulluk makamı ile, ilahlık makamını karıştırmak için birer
gerekçe olarak görmüşlerdir... İşte burada kulluk sıfatına dikkat çekilmesi
İslâm inancının sadeliğini, berraklığını garanti etmiş ve yüce Allah'ın
zatının yakından veya uzaktan ortak koşma veya varlıklara benzerlik gibi
şaibelerden arındırılmasını sağlamıştır.
"İsra" kavramı "Sery" kökünden türemiştir. Gece
yürüyüşü demektir. "Esra" ifadesi beraberinde zamanını da göstermektedir.
Ayrıca zamanını belirtmeye gerek yoktu. Buna rağmen Kur'an-ı Kerim'in
metoduna uygun olarak tasvir ve gölgelendirme amacıyla ayette "gece"
sözcüğüne yer verilmiştir. "Kulu Muhammed'i, bir gece Mescidi Haram'dan
(Kabe'den) yola çıkararàk, kendisine bazı mucizelerimizi,
olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescidi
Aksa'ya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıklardan uzaktır."
Böylece İsra'nın o güzelim hareketi ve ardarda gelen
seyri insanın ruhuna dikte edilirken gecenin sakin gölgesi sergilenmekte ve
insan ruhunu kuşatan sakin havası daha canlı biçimde teneffüs
ettirilmektedir.
Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yapılan bu
yolculuk her şeyden haberi olan, her şeyi en güzel şekilde düzenleyen yüce
Allah'ın yapılmasını istediği bir yolculuktur. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'den
-selâm her ikisinin de üzerine olsun- peygamberlerin sonuncusu Hz.
Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun kadar ki, tevhid inançlarının en
büyük halkalarını birbirine bağlıyor. Bütün tevhide dayalı dinlerin kutsal
saydıkları yerleri birbirine bağlıyor. Sanki bu hayret verici yolculuk ile
son peygamberin kendisinden önceki tüm peygamberlerin kutsal değerlerine
sahip çıktığı, onun peygamberliğinin bu kutsal değerlerin hepsini kuşattığı
ve peygamberliğinin bu kutsal değerlerin hepsiyle ilgisi olduğu duyurulmak
isteniyor. Bu, zaman ve mekân sınırlarının çok ötesine uzanan, zaman ve
mekânın ufuklarından ve boyutlarından daha geniş bir alanı kapsayan, ayrıca
ilk bakışta ortaya çıkan yakın anlamlardan daha büyük manâlar ifade eden bir
yolculuktur.
Mescid-i Aksa'nın "Çevresini kutsal kıldığımız"
şeklinde nitelendirilmesi, mescidin bütünüyle bereketle kuşatıldığını, onun
çevresine taştığını sergileyen bir nitelendirmedir. Bu ifadenin yerine "Onu
mübarek kıldık" veya "İçine bereket yağdırdık" gibi doğrudan kullanılması bu
anlamı veremezdi. Bu da Kur'an'ın hayret uyandıran ifade inceliklerinden
birisidir.
İsra beraberinde başka mucizelerin de bulunduğu bir
mucizedir. "Ona ayetlerimizi gösterelim diye."
Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- şekli
ve keyfiyeti ne şekilde olursa olsun yatağının soğumayacağı kadar kısa bir
zaman diliminde Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya hayret verici bir
şekilde götürülüp-getirilmesi... Allah'ın mucizelerinden biridir. İnsanın
kalbini bu evrendeki hayret verici ufuklara açmaktadır. İnsan denilen şu
yaratığın bünyesinde gizli olan enerjileri yüce Allah'ın ve bünyesine bu
güzel sırları yerleştirdiği şu insan cinsi arasından seçilen ve Allah'ın
lütfunu karşılayabilecek şekilde kendisini hazırlayan Allah tarafından
verilmiş yetenekleri ortaya koymaktadır.
"O her şeyi işiten ve her şeyi görendir."
Kulaklara ve gözlere görünmeyen bütün sırları ve
gizlilikleri sessizliklerine ve inceliklerine rağmen görür ve işitir.
Surenin ilk ayetinde önce Allah tesbih ediliyor
"Kulu Muhammed'i bir gece, yola çıkaran Allah bütün noksanlıklardan
münezzehtir." Ardından bu ifade tarzı değişiyor ve yüce Allah'ın yaptığı bir
açıklama yeralıyor: "Kendisine bazı mucizelerimizi gösterelim diye."
Sonra da yüce Allah'ın nitelikleri sunuluyor:
"O her şeyi işiten. ve her şeyi görendir."
İfadedeki ince anlamların duyarlı ve hassas bir ölçü
ile ortaya konmasına uygun düşsün diye böyle yapılıyor. Allah'ı noksan
sıfatlardan arındırma direk yüce Allah'a yükseliyor. İsra olayının amacının
bildirilmesi de yine bizzat yüce Allah tarafından bildiriliyor. İşitme ve
görme sıfatları da yüce Allah'ın zatı için kesin bir haber biçimi de
sunuluyor. Sadece bir ayette bu üç ayrı ifadenin biraraya gelmesi, ayette
verilmek istenen mesajın tüm inceliklerine varıncaya kadar eksiksiz biçimde
yeralması içindir.
İSRAİLOĞULLARI
Bu İsra olayı Allah'ın mucizelerinden biridir.
İnsanların alışageldikleri ölçülere göre hayret verici bir yolculuktur.
Mescid-i Aksa yolculuğun bitiş noktasıdır. Mescid-i Aksa yüce Allah'ın
İsrailoğulları'nı yerleştirip sonra oradan sürdüğü kutsal yurdun merkezidir.
Dolayısıyla bu surenin aşağıdaki ayetlerde ele alınan Hz. Musa ve
İsrailoğulları'nın kıssası tam uygun yerinde ele alınıyor:
2- Musa ya Tevrat'ı
verdik ve "Bundan başkasını dayanak edinmeyiniz " diyerek bu kitabı
yahudilere doğru yol kılavuzu yaptık.
3- "Ey Nuh ile
beraber gemiye bindirdiklerimizin soyundan gelenler! Hiç şüphesiz Nuh, şükür
görevini yerine getiren bir kuldu.
4- Tevrat'ta
yahudiler hakkında "Yeryüzünde iki kez kargaşa çıkaracaksınız ve bu arada
parlak bir yükseliş dönemi yaşayacaksınız" diye hüküm verdik.
5- Birinci kargaşaya
ilişkin ilahi cezanın vadesi gelince üzerinize son derece atılgan ve
acımasız kullarımızı saldık. Bunlar evlerinizin köşe bucaklarını arayarak
sizi yakalamaya giriştiler. Bu, Allah'ın yerine gelmesi kaçınılmaz bir sözü
idi.
6- Sonra eski
iktidarınızı size geri vererek bu düşmanlarınıza karşı üstün konuma
gelmenizi sağladık. Sizi mal ve evlâd artışı ile destekledik ve sizi güçlü
orduya sahip kıldık.
7- Eğer, iyilik
ederseniz, kendiniz için iyilik edersiniz, eğer kötülük ederseniz, o da
kendiniz içindir. Çıkaracağınız ikinci kargaşaya ilişkin cezanın vadesi
gelince üzerinize salacağımız başka saldırganlar acınızın yüzlerinize
yansımasına yol açarlar. İlk seferinde gelenlerin yaptıkları gibi Mescid-ı
Aksa'ya girerler ve yükselttiğiniz her şeyi yerle bir ederler.
8- Bundan sonra
rabbiniz size merhametli davranır. Fakat eğer kargaşaya dönerseniz, biz de
sizi tekrar cezalandırırız. Biz cehennemi kâfirler için içinden çıkılmaz bir
kale yaptık.
İsrailoğulları'nın hayatı ile ilgili olarak bu
surede yeralan bölüm Kur'an'ın sadece bu suresinde geçmektedir.
Burada İsrailoğulları'nın akıbetleri ve
devletlerinin başlarına geçirilişi ele alınmakta, uluslarda bozgunculuğun
yayılması ile bu ulusların Allah'ın yasasına (Sünnetullah'a) uygun biçimde
yok edilişleri ortaya konmaktadır. Nitekim ilerde yine bu surede onların
akıbetlerinden söz edilmektedir. Çünkü yüce Allah bir kasabayı yoketmeyi
takdir ettiğinde şımaran zenginlerini, oranın yıkılışı ve yokedilişi için
neden olarak gösterir.
Bu bölüm, Hz. Musa'nın kitabı Tevrat'tan, Tevrat'ta
İsrailoğulları'nın uyarılmasından, Rabbine şükreden büyük ataları Hz.
Nuh'tan ve onunla gemiye binen atalarından -zaten iman edenlerden başkası
gemiye alınmamıştır- söz ederek başlıyor.
"Musa'ya Tevrat'ı verdik ve "Benden başkasını
dayanak edinmeyiniz" diyerek bu kitabı yahudilere doğru yol kılavuzu yaptık.
Ey Nuh ile beraber gemiye bindirdiklerimizin
soyundan gelenler. Hiç şüphesiz Nuh, şükür görevini yerine getiren bir
kuldu.
Bu uyarı ve bu hatırlatma az sonra surenin akışı
içinde yeralan Allah'ın vaadini doğrulamaktadır. Zira yüce Allah bir
milleti, kendisini uyaracak ve ona hatırlatmalarda bulunacak bir peygamber
göndermeden cezalandırmaz.
Ayette Hz. Musa'ya kitap verilişinin birinci amacı
da açıklanmaktadır.
"Benden başkasını dayanak edinmeyiniz diyerek bu
kitabı yahudilere doğru yol kılavuzu yaptık.
Yani Allah'dan başka kimseye dayanmasınlar,
Allah'dan başka kimseye yönelmesinler diye. İşte doğru yol budur. İşte iman
budur. Allah'dan başkasına dayanan ne iman etmiş, ne de doğru yolu bulmuş
olur.
Ayeti kerimede yüce Allah İsrailoğulları'na Hz. Nuh
ile birlikte gemiye aldırdığı atalarının adıyla onlara hitap ediyor. Gemiye
alınan bu insanlar yeryüzünün ilk Resulü Hz. Nuh döneminde insanlığın özünü
oluşturuyorlardı. Onlara bu soy bağı ile hitap edilerek önceki atalarından
şükreden bir kul olan Hz. Nuh ile birlikte Allah tarafından kurtarıldıkları
hatırlatılmakta ve asil-imanlı köke dönmeleri telkin edilmektedir.
Hz. Nuh'un kulluk sıfatının burada özellikle
vurgulanmasının bir anlamı ve nedeni budur. Bir diğer anlamı ise Allah
tarafından seçilen peygamberlerin sıfatlarının uyumunu göstermek ve
belirginleştirmektir. Nitekim daha önce Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine
olsun- de Kur'an'ın, havasını ve akışını gözeten uyum metoduna uygun olarak
kulluk sıfatı ile anılmıştı.
Yüce Allah'ın İsrailoğulları'na doğru yol kılavuzu
olsun diye Hz. Musa'ya gönderdiği bu kitapta yeryüzünde bozgunculuk
yapacakları için yıkılacaklarına ve bu yıkılışlarının işledikleri
bozgunculuğun tekrarlanacağı için bir kere daha gerçekleşeceğine dair hüküm
haber veriliyor ve yüce Allah, yürürlükteki değişmez yasasının gereği olarak
yeryüzünde bozgunculuk yaptıkça tekrar yıkılacakları uyarısında bulunuyor:
"Tevrat'ta yahudiler hakkında "yeryüzünde iki kez
kargaşa çıkaracaksınız ve bu arada parlak bir yükseliş dönemi
yaşayacaksınız" diye hüküm verdik."
Bu haber ve hüküm, yüce Allah'ın ilahi ilmine
dayanarak onların geleceğini, akıbetlerini daha önceden haber vermesidir.
Yoksa bu hüküm onların fiillerinin kendisinden kaynaklanacağı onları mecbur
kılan bir hüküm değildir. Çünkü yüce Allah hiç kimsenin bozguncu olmasına
karar vermez. "Allah kötülük işlemeyi emretmez." Yalnız, yüce Allah
olup-biteni bildiği gibi meydana gelecek olan şeyleri de bilir. Meydana
gelmemiş olan şeyler, insanların bilgisine göre olmamış ve perdeleri henüz
kalkmamış da olsa, Allah'ın ilmine göre olmuş-bitmiş şeyler gibidir.
Yüce Allah Hz. Musa'ya gönderdiği kitapta
İsrailoğulları'nın yeryüzünde iki kere bozgunculuk yapacaklarını, kutsal
yurdu ele geçireceklerini ve ona egemen olacaklarını ve haber vererek
yükselişlerini bozgunculuk yolunda kullandıklarında onları perişan edecek,
onların kutsal değerlerini ayakları altına alacak ve onları yerle bir edecek
kullarını başlarına musallat edeceğini hükmetmiştir.
"Birinci kargaşaya ilişkin ilahi cezanın vadesi
gelince üzerimize son derece saldırgan ve acımasız kullarımızı saldık.
Bunlar evlerinizin köşe-bucaklarım arayarak sizi yakalamaya giriştiler. Bu,
Allah'ın yerine gelmesi kaçınılmaz bir sözü idi."
İşte bu birincisidir. Kutsal yurda hakim olurlar.
Orada bir güç ve iktidar elde ederler. Ve orada bozgunculuğa başlarlar. Yüce
Allah da çetin, savaşçı ve tuttuğunu koparan pek güçlü kullarından bir
kısmını onların üzerine gönderir. Ocaklarını darmadağın ederler. Sabah-akşam
onları yıldırtıcı bir otoriteyle yüzyüze getirirler. Orada bulunan her şeyi
ve herkesi korkusuzca ezer geçerler:
"Bu Allah'ın yerine gelmesi kaçınılmaz bir sözü
idi."
Bu söz değiştirilemez. Yalanlanamaz.
İsrailoğulları mağlûbiyetin, baskının ve
aşağılanmanın acısını çektikten sonra Rabbleri olan Allah'a dönerler.
Hallerini düzeltirler. Başlarına gelen belâdan ders alırlar. Fetihlerle
üstünlüğü ellerine geçirip güçleri kendilerini aldatıncaya, onlar da
azgınlığa başlayıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya başlayıncaya kadar...
Bundan sonra yüce Allah mağlûp olanlara galiplerin imkânlarını verir
mustaza'fları müstekbirlerin yerine geçirir.
"Sonra eski iktidarınızı size geri vererek bu
düşmanlarınıza karşı üstün konuma gelmenizi sağladık. Sizi mal ve evlât
artışı ile destekledik ve sizi güçlü orduya sahip kıldık."
Sonra kıssa yeniden tekrar ediliyor!
Surenin akışı içinde geri kalan doğru haberlere ve
eksiksiz gerçekleşen sözlere geçilmeden önce çalışmanın karşılığını almanın
ilkesi yerleştiriliyor:
"Eğer iyilik ederseniz, kendiniz için iyilik
edersiniz. Eğer kötülük ederseniz o da kendiniz içindir."
Ne dünyada ne de ahirette değişir bu ilke. Bu ilkeye
göre insanın tüm çalışması, bütün ürünleri ve bütün sonuçları ile
kendisinindir. Verilen karşılık çalışmanın doğal sonucudur. Ondan elde
edilir ve onunla şekillenir. Artık her insan kendisinden sorumludur. Dilerse
kendisine iyilik yapar, dilerse kötülük... Cezaya çarptırıldığında artık
kendisinden başkasını suçlamaya hakkı yoktur.
Bu ilkeyi güzelce yerleştirdikten sonra surenin
akışı devam ediyor ve tarihi hakikatler tamamlanıyor.
"Çıkaracağınız ikinci kargaşaya ilişkin cezanın
vadesi gelince üzerinize salacağımız başka saldırganlar acınızın yüzlerinize
yansımasına yol açarlar. İlk seferinde gelenlerin yaptıkları gibi Mescid-i
Aksa'ya girerler ve yükselttiğiniz her şeyi yerlebir ederler."
Burada İsrailoğulları'nın yeryüzünde ikinci kez
nasıl bir bozgunculuk yaptıkları belirtilmiyor. Daha önceki açıklama ile
yetiniliyor.
"Yeryüzünde iki kez kargaşa çıkaracaksınız."
Daha sonra Allah'ın başlarına neyi musallat edeceği
belirtiliyor:
"İkinci kargaşaya ilişkin cezanın vadesi gelince
üzerinize salacağımız başka saldırganlar acınızın yüzlerinize yansımasına
yol açarlar."
Başlarına musallat olanlar kendilerine o kadar katı
cezalar veriyorlar ki, bu yüzden içlerini kaplayan kötülük yüzlerine kadar
yansıyor. Yahutta karşılaştıkları kötülük ve aşağılanma yüzlerinde ifadesini
buluyor. Bütün kutsal değerleri ayak altına alınıp çiğneniyor:
"İlk seferde gelenlerin yaptıkları gibi Mescid-i
Aksa'ya girerler." Ellerine geçirdikleri malları ve yurtları yerlebir
ediyorlar.
"Ve yükselttiğiniz her şeyi yerle bir ederler."
Bu her şeyi darmadağın eden ve taş üstüne taş
bırakmayan kapsamlı, büyük bir yıkılışın çizilen tablosudur.
Verilen haberler doğru çıkmış ve vaad yerini
bulmuştur. Yüce Allah birinci seferinde İsrailoğulları'na zorla kendilerine
egemen olacak bir millet göndermiştir. Sonra onları yurtlarından sürecek ve
oradaki mallarını ve mülklerini yerle bir edecek bir millet başlarına
musallat etmiştir.
Kur'an, İsrailoğulları'nın başlarına musallat edilen
bu milletin hangi millet olduğunu belirtmiyor. Zira bu milletin adını vermek
ondan alınacak derse bir katkıda bulunmuyor. Burada önemli olan ibret
alınmasıdır. Amaç, yüce Allah'ın tüm insanlar için belirlediği yasanın
açıklanmasıdır.
Surenin akışı içinde bu doğru haberden ve
gerçekleşen sözden sonra bu yıkılışın bir rahmet kapısına yol açabileceği
belirtiliyor:
"Bundan sonra belki Rabbiniz size merhametli
davranır."
Eğer olup-bitenlerden ibret alabilirseniz...
Ama İsrailoğulları, tekrar yeryüzünde bozgunculuğa
kalkışacak olurlarsa, ceza yine hazırdır ve yasa yine yürürlüktedir:
"Fakat, eğer kargaşaya dönerseniz, biz de tekrar
cezalandırırız."
Nitekim İsrailoğulları tekrar bozgunculuğa
başlamışlardı. Yüce Allah da ceza olarak müslümanları onların başlarına
musallat etti. Onları bütün Arap Yarımadası'nın dışına sürdüler. Bundan
sonra yine bozgunculuk yaptılar. Bu sefer de başka kulları başlarına
musallat etti. Böylece günümüze kadar geldiler. Bu asırda ise "Hitler"
başlarına musallat oldu. Bugün de "İsrail" olarak tekrar bozgunculuğa
başladılar. İsrail, oranın sahibi olan Araplar'a işkencenin binbir çeşidini
tattırdı. Yüce Allah kesin olan vaadini doğrulamak ve değişmeyen yasasını
yürürlüğe koymak için onlara azabın en acısını tattıracak bir milleti
gönderecektir. Hiç şüphesiz yarın, bekleyeni için çok yakındır!..
Surenin akışı, ayeti kerimeyi kâfirlerin ahiretteki
akıbetlerini bildirerek tamamlıyor. Zira kâfirlerin sonu ile bozguncuların
sonu arasında bir benzerlik bulunuyor:
"Biz cehennemi kâfirler için içinden çıkılmaz bir
kale yaptık."
Kendilerini kuşatır, artık ondan kurtulamazlar.
Hepsine yetecek genişliktedir. Hiç kimse dışarda kalmaz.
KUR'AN VE HİDAYET
İsrailoğulları'nın yaşantısından doğru yola
gelsinler diye yüce Allah'ın Hz. Musa'ya gönderdiği kitaptan, onların doğru
yola gelmeyip aksine sapıtarak yok edilişlerinden söz eden bu bölümden
sonra, insanları en doğru yola iletsin diye gönderilen Kur'an-ı Kerim'den
bahsediliyor:
9- Hiç kuşkusuz bu
Kur'an insanları en doğru yola iletir ve iyi ameller işleyen mü'minlere,
kendilerini büyük bir ödülün beklediği müjdesini verir.
10- Ahirete
inanmayanlara gelince, onlar için acıklı bir azap hazırladığımızı bildirir.
"
Hiç kuşkusuz bu Kur'an insanları en doğru yola
iletir."
Yol gösterdiği tüm insanlara her konuda kesin olarak
en doğruyu gösterir. Uluslara ve kuşaklara yer ve zaman sınırı tanımadan
kapsamlı bir şekilde doğru yolu gösterir. Kur'an'ın iletmiş olduğu doğru
yol, insanların her yerde ve her zaman kullanabileceği bir metodu, yöntemi
ve her iyiliği kuşatmaktadır.
Kur'an, insanın içi ile dışı, duyguları ve ahlâkı,
inancı ve ameli arasında bir uyum oluşturarak onu en doğruyola iletir.
Kur'an-ı Kerim insanı anlaşılmayan ve kapalı hiçbir
tarafı bulunmayan açık ve sade bir inanç sistemi ile vicdan ve bilinç
dünyasında en doğru yola iletir. Bu inanç sistemi insanın ruhunu
kuruntuların ve saçmalıkların ağırlıklarından kurtarır. Çalışmaya ve
yapıcılığa elverişli olan beşeri güçlerini serbest bırakır. Tam bir uyum ve
ahenk içinde evrenin doğal yasaları ile insanın bünyesinde yeralan fıtri
yasalar arasında bağlar oluşturur.
Kur'an insanın içi ile dışı, duyguları ile ahlâkı,
inancı ile ameli arasında bir uyum sağlaması ile de onu en doğru yola
iletir. Bir de bakmışsın ki, bütün bunlar çözülmez bir şekilde sağlam olan
kulpa bağlanmıştır. Yeryüzünde oldukları halde, onları daha yükseklere doğru
yönlendirmiştir. Bir de bakmışsın ki, insanın Allah rızasına yönelerek
yaptığı her çalışma, hayatta kendisine kazanç ve yarar sağlayan bir çalışma
da olsa, ibadete dönüşmüştür.
Kur'an-ı Kerim insanı, gü ile yükümlülük arasında
sağladığı denge ile ibadetler dünyasında da en doğru yola iletir. Bu
sistemde yükümlülükler ne insanoğlunu usandıracak ve ümitsizliğe itecek
kadar ağırdır, ne de insanın içine rehavet ve vurdumduymazlığın çökmesine
neden olabilecek kadar ucuz ve basittir. İtidal, orta yol ve insanın güç
yitirme kapasitesi dışına çıkmaz.
Bununla beraber Kur'an-ı Kerim insanların
birbirleriyle olan ilişkilerini düzenlemede de en doğru yolu gösterir.
Bireylerin ve eşlerin, hükümetlerin ve halkların devletlerin ve milletlerin
ilişkilerini en güzel şekilde düzenler. Bütün bu ilişkileri arzulardan ve
gönüllerden etkilenmeyen, sevgiye ve nefrete göre şekillenmeye şahsi
çıkarlara ve menfaatlere göre farklılık göstermeyen köklü değişmez ilkeleri
ölçüleri belirlemiştir. Bunlar her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan yüce
Allah'ın belirlediği ilkelerdir. O yarattığı varlıkları daha iyi bilir. Her
yerde ve her kuşakta kendileri için nelerin daha yararlı olduğunu en iyi
bilendir. Bu nedenle idare düzeni, ekonomik düzen, sosyal düzen ve insanlık
alemine yaraşır uluslararası ilişkiler düzeni konusunda insanlara en doğru
yolu ancak o gösterebilir.
Bütün ilahi dinlerin oluşumunda ve bunların hepsinin
birbirlerine bağlanmasında, kutsal değerlerine saygı gösterilmesi ve
dokunulmaz kabul edilen olgularının korunmasında en sağlıklı yolu yine
Kur'an gösteriyor. Bir de bakmışsın ki, insanlığın tamamı bütün ilahi
inançlar konusunda tam bir barış ve uyum içindedir.
"Hiç kuşkusuz bu Kur'an insanları en doğru yola
iletir."
"İyi ameller işleyen mü'minlere kendilerini büyük
bir ödülün beklediği müjdesini verir. Ahirete inanmayanlara gelince onlar
için acıklı bir azap hazırladığımızı bildirir."
İşte yapılan iş ile ona verilecek karşılık
arasındaki en köklü ilke budur. İman ve iyi ameller üzerinde kuruyor
binasını. "Amelsiz iman olmaz." İmansız amel de olmaz." Birincisi yarım
kalmıştır. Tamamlanmamıştır. İkincisi ise kesiktir, kopuktur. Hiçbir
dayanağı yoktur. İşte bu nedenle hayatın en doğru yola girmesi ancak iman,
amelle birlikte olduğu zaman mümkündür. İnsan ancak bu ikisini beraber
yerine getirerek bu Kur'an'ın gösterdiği yola girebilir.
Bu Kur'an'a uymayanlar ise, insanların arzu ve
isteklerine boyun eğmişlerdir. Kendisine neyin faydalı, neyin zararlı
olduğunu bilmeyen, aceleci, peşinden gelen bir kötülüğün varlığını bilse
dahi duygusal tepkilerini kontrol altına alamayacak kadar ihtiraslarına
bağımlı insanın insafına bırakılmışlardır.
11- İnsan iyiliğe
kavuşması için dua ettiği gibi aynı yönelişle başına kötülük gelsin diye de
dua eder. Gerçekten insan pek aceleci pek, fevridir.
İnsan işlerin nereye varacağını ve sonucun
nasıllığını bilemez. Bir işi yaparken onun kötülükle sonuçlanacağını
bilemez. Bilmeden bir an önce onun sonuna kavuşmak, ister. Bazen de işin
kötülükle sonuçlanacağını bilir. Fakat ihtiraslarını frenlemeye, hakim
olmaya gücü yetmez. Bu nerde? Kur'an'ın doğru yolu gösteren, şefkatli vè
huzurlu hidayeti nerede? İyi bilmeliyiz ki, bunlar birbirinden ayrı iki
yoldur. Çok farklı hem çok farklı yollar... Biri Kur'an'ın gösterdiği yol,
diğeri insanın arzularının gösterdiği yol.
EVREN VE İNSAN
Surenin akışı içinde şimdiye kadar sıra ile İsra
olayı ve onunla birlikte meydana gelen olağanüstü olaylar, Hz. Nuh ve onunla
birlikte gemiye alınan mü'minlerin kıssası, İsrailoğuları'nın kıssası,
Allah'ın kitapta onlar hakkında verdiği hükümler belirtilmektedir. Şimdi de
bu ilahi hükümler Allah'ın kulları için belirlediği yasalara, çalışmaya,
çalışmanın karşılığına ilişkin ilkelere ve Kur'an'ın yol göstericiliğine
kısaca değinilecek.
Allah'ın peygamberine vermiş olduğu bu ayetlere
kısaca işaret edildikten sonra, bu varlık alemine Allah tarafından
yerleştirilen ayetlere geçiliyor. İnsanın çalışmaları ve amelleri, çabaları
ve bu çabaların karşılıkları, kazançları ve hesapları hep ayetlere
bağlanıyor. Bir de bakmışsın ki, çalışmanın, çalışmaya verilecek karşılığın,
kazancın ve hesabın hepsi evrenin büyük olan yasalarına kesin ve sıkı bir
şekilde bağlıdır. Bizzat aynı yasalara mahkûmdur. Geceyi ve gündüzü
evirip-çeviren, geceyi ve gündüzü yaratıp düzenleyen yüce yaratıcının
iradesi ile idare edilen şu evrenin şaşmaz düzeni gibi sistemli, dakik
biçimde işleyen ve asla gecikmeyen ilkelere ve yasalara dayanır.
12- Gece ile gündüzü
varlığımızın ve yetkin gücümüzün iki ayeti, iki somut göstergesi olarak
yarattık. Sonra Rabbinizin lütfu peşinde koşasınız ve yılların sayısı ile
takvim hesabını bilesiniz diye geceyi karartarak gündüzü aydınlık yaptık.
Her konuyu ayrıntılı biçimde anlattık.
13- Her insanın
amelini halka yapıp boynuna takarız. Kıyamet günü açık olarak bulacağı bir
amel defteri önüne çıkarırız.
14- Herkese "Oku
kitabını, bugün sen kendin için yeterli bir
muhasebecisin "
deriz.
15- Kim doğru yolu
izlerse kendisi için izler. Kim doğru yoldan saparsa kendi zararına sapıtmış
olur. Hiç kimse bir başkasının günah yükünü taşımaz. Bir peygamber
göndermedikçe hiç kimseyi azaba çarptırmayız.
16- Biz bir beldeyi
yoketmek istediğimizde oranın şımarık ele başlarına emrederiz de kötülüğe
dalarlar. Böylece o belde hakkında hükmümüz haklılık kazanır. Bunun üzerine
orayı alt-üst ederiz.
17- Biz Nuh'tan
sonra gelen nice milletleri yokettik. Kulların günahlarından haberdar olucu
ve onları görücü merci olarak Rabbin yéterlidir.
18- Kim geçici
dünyanın mutluluğunu isterse dilediğimiz kimselere orada dilediğimiz kadar
geçici nimet veririz. Fakat sonra onu cehenneme yollarız, horlanmış ve
Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak oraya girer.
19- Buna karşılık,
kim ahiret mutluluğunu ister de mü'min olmak şartı ile o uğurda gerekli
çabayı harcarsa, böylelerinin çabaları takdir edilir, emeklerinin
karşılığını alırlar.
20- Her iki grubu da
yani berikilere de ötekilere de Rabbinin bağışından pay veririz. Hiç kimse
Rabbinin bağışından mahrum edilmez. Onun bağış kapısı herkese açıktır.
21- Bir baksana,
insanları dünyada nasıl birbirinden üstün kıldık. Oysa ahiretin dereceleri
daha büyük olduğu gibi, aralarındaki üstünlük farkları daha geniş çaplıdır.
Geceye ve gündüze hükmeden evrensel yasanın insanın
çalışması ve kazancı ile, senelerin ve hesabın ilmiyle, insanın iyi-kötü
kazandığı şeylerle, işlediklerine karşılık olarak aldığı iyi-kötü cezalarla,
doğru yolda veya sapıklıkta ilerleyişin doğurduğu sonuçlarla, kişinin kendi
sorumluluğunu kendisinin yüklenmesi ve kimsenin günahını taşımaması ile,
yüce Allah'ın bir elçi göndermeden hiçbir topluluğu cezalandırmayacağına
ilişkin sözü ile, ileri gelen azgınlarının dinden sapması sonucunda
Sünnetullah (Allah'ın yasası) gereği olarak bazı kasaba halklarının
yokedilişi ile, hem dünyayı isteyenlerin akıbetleri hem de ahireti
isteyenlerin akıbeti ve hem bunların, hem de ahirette tercih ettiklerinin
Allah tarafından verilmesiyle doğrudan ilgisi vardır... Bu olayların ve
işlerin hepsi değişiklik göstermeyen yasalara ve sabit olan bir ilkeye,
değişimi olmayan bir sisteme uygun biçimde meydàna gelmektedir. Bu işlerden
ve olaylardan hiçbiri ölçüsüz, kontrolsüz değildir.
"Gece ile gündüzü varlığımızın ve yetkin gücümüzün
iki ayeti, iki somut göstergesi olarak yarattık. Sonra Rabbinizin lütfu ile
peşinde koşasınız ve yılların sayısı ile takvim hesabını bilesiniz diye
geceyi karartarak gündüzü aydınlık yaptık. Her konuyu ayrıntılı biçimde
açıkladık.
Gece ile gündüz, evrenin büyük ayetlerinden sadece
iki tanesidir. Bir defa dahi olsa şaşmayan, bir kerecik olsun duraklamayan
gece ve gündüz sürekli olarak yorulmadan çalışan, değişmez bir kanun gibi
sürüp giden iki ayet. Gece ayeti de gündüz ayeti gibi ortada varlığını
sürdürürken, ayeti kerimede ifade edilen (gecenin ayetini yokettik)
cümlesinin anlamı nedir acaba? Allah bilir ya, bu yok edişten amaç, eşyayı
içine gizleyen, hareketleri ve canlıları sükûnete kavuşturan gecenin
karanlığıdır. Gece, gündüzün aydınlığına, ışığına, canlıların ve eşyanın
hareketine oranla yokluk gibidir.
Gündüz, her şeyi gözlerin önüne getiren aydınlığı
ile sanki bizzat kendisi görünmektedir. Aydınlatmaktadır.
Gecenin karartılmasının ve gündüzün
aydınlatılmasının amacı ayette şöyle açıklanıyor:
"Rabbinizin lütfu peşinde koşasınız ve yılların
sayısı ve takvimin hesabını bilesiniz diye..."
Buna göre gece rahat, sükûnet ve dinlenmek içindir.
Gündüz ise, çalışmak, kazanmak ve hareket içindir. Gece ile gündüz
arasındaki ayrılık ve farklılıktan insanlar senelerin ve mevsimlerin
sayısını öğrenirler. Ayrıca sözleşmelerin ve alışverişlerin hesabını yapma
imkânı elde ederler.
"Her konuyu ayrıntılı biçimde anlattık."
Bu varlık aleminde hiçbir şey ve hiçbir iş
başıboşluğa ve tesadüfe bırakılmamıştır. Geceyi ve gündüzü son derece hassas
ölçüler içinde evirip çeviren yasanın şaşmaz şekilde işleyişi idarenin ve
yürütmenin hassas ölçülerle yapıldığını ortaya koymakta ve bu olgular
Allah'ın gücünü gösteren tanıklar ve belgeler olmaktadır.
İşte kâinattaki bu şaşmaz yasa, insanın çalışması
ile çalışmanın karşılığı arasında bir bağ kurmaktadır.
"Her insanın amelini halka yapıp boynuna takarız.
Kıyamet günü açık olarak bulacağı bir amel defteri önüne çıkarırız."
"Herkese "oku kitabını, bugün sen kendin için
yeterli bir muhasebecisin" deriz.
Her insanın boynuna dolanan şey, onun amelinden
doğan sonuçlardır. Yani amelden kendi payına düşen karşılıktır. Bu da onun
işlediği amelleri ifade etmektedir. Boynuna dolanması ise, onun kendisine
yapıştığını ve ondan ayrılmayacağını tasvir etmektedir. Çünkü Kur'an-ı
Kerim'in metodunda soyut kavramlar somut bir şekilde canlandırılır, onlara
şekil kazandırılıp net bir şekilde ortaya konulur. Onun yaptığı işler
kendisinden geri durmaz. İnsan da onlardan yakasını kurtaramaz. Kıyamet
gününde insanın kitabının açık olarak kendisine verildiğinin ifade edilmesi
de bu türden bir ifadedir. Bu da onun tüm yaptıklarının apaçık ortaya
çıktığını, onları gizleyemeyeceğini, bilmezlikten gelemeyeceğini ve bu
konuda herhangi bir demagojiye kaçamayacağını tasvir etmektedir.
İşte bu soyut anlam açık olarak kitabın oluşturduğu
tabloda canlandırılmaktadır. Bu şekildeki bir tasvir insanın ruhu üzerinde
daha derin etkiler bırakmakta ve onun duygularında daha etkili bir şekilde
varlığını hissettirmektedir. Böylece bir de bakmışsın ki, insanın hayal gücü
çetin kıyamet gününden kaynaklanan bir korku içinde ürpermekte, boynuna
dolanan bu amelleri ve açık olarak verilen bu kitabı ürpererek ele
almaktadır. Bugün de bütün sırlar ve gizli saklı şeyler ortaya çıkmakta,
artık ne bir şahide ne de muhasebeciye gerek kalmaktadır:
"Herkese "oku kitabını, bugün sen, kendin için
yeterli bir muhasebecisin"deriz.
Evrende işleyen bu şaşmaz ilke ile çalışmanın ve
çalışmaya verilen karşılığın ilkesi birbirine bağlanmaktadır.
"Kim doğru yolu izlerse kendisi için izler. Kim
doğru yoldan saparsa kendi zararına sapıtmış olur. Hiç kimse bir başkasının
günah yükünü taşımaz. Biz peygamber göndermedikçe hiç kimseyi azaba
çarptırmayız."
Bu her insanın sadece kendini bağlayan bireysel
sorumluluğun kendisidir. Eğer doğru yolu seçerse kendisine, sapıklık yolunu
seçerse cezası kendisine aittir. Hiç kimse kimsenin günahını taşımaz, kimse
de kimsenin yükünü hafifletemez. Herkes sadece kendi yaptığından sorumludur.
Herkes de sadece yaptığının karşılığını görür. Ve orada hiçbir samimi
dostunu sorup ilgilenemez.
Yüce Allah'ın rahmeti insanların fıtratlarını esas
alarak, daha önce atalarının sulbünde iken, Ademoğullarından olma olduğu
sözü gerekçe gösterip, onları sorumlu tutmaz. Ayrıca kâinatın sayfalarına,
serpiştirdiği ayetlerle de yetinip onu sorumlu kabul etmez. (A'raf Suresi
172. ayetin tefsirine bakınız) Onlara o iki delil ilave olarak uyarıcı ve
hatırlatıcı peygamberler göndermeyi gerekli görmüştür.
"Biz peygamber göndermedikçe hiç kimseyi azaba
çarptırmayız."
Kullarını cezaya çarptırmadan önce onları tüm
mazeretlerini ortadan kaldırması Allah tarafından insana yönelik bir
rahmettir.
Kasabaların yokedilişi ve oralarda yaşayan
insanların dünyada cezalandırılması da gece ve gündüze hükmeden bu evrensel
yasaya bağlıdır.
"Biz bir beldeyi yoketmek istediğimizde, oranın
şımarık ele başlarına emrederiz de kötülüğe dalarlar. Böylece o belde
hakkındaki hükmümüz haklılık kazanır. Bunun üzerine orayı altüst ederiz."
Ayeti kerimede geçen "Mutrafin" sözcüğü her milletin
refah içinde yaşayan, serveti, hizmetçileri bulunan, rahatları yerinde olan
aristokrat kesimdir. Bunlar şan-şöhret konfor ve iktidardan alabildiğine
yararlanırlar. İçlerine gevşeklik çöker. Bozulurlar. Doğru yoldan sapar ve
hayasızlığa dalarlar. O milletin kutsal değerlerini, iftihar kaynaklarını ve
diğer değerlerini ayaklar altına alırlar. Irzlarını, namuslarını ve
dokunulmaz kabul edilen değerlerini önemsemezler. Kendilerine karşı çıkacak
kimsenin olmadığını anladıklarında, yeryüzünde bozgunculuğu yayarlar.
Milletin içine hayasızlığı yayar, yaygınlaştırırlar. Bir milleti ayakta
tutan üstün değerleri ucuzlatırlar. Milletin kendisi için yaşadığı değerleri
hiçe sayarlar. İşte bu nedenlerle millet çözülür, yılgınlığa düşer.
Canlılığını güç kaynaklarını ve kèndisini ayakta tutan enerji kaynaklarını
yitirir. Yok olur, sayfası dürülür gider.
Ayeti kerime yüce Allah'ın şu yasasını
yerleştiriyor: Bir millet yokoluşunun sebeplerine sarılıp, orada
bozgunculuğun ele başları çoğalır da millet onları engellemez, yaptıklarına
seyirci kalırsa, yüce Allah bu bozgunculuk önderlerini onların üzerine salar
ve onları saptırırlar. Böylece sapıklık orada yaygınlaşır. Millet çözülür ve
dağılır. Allah'ın yasası gerçekleşir. Yıkılış başlar ve o millet yokolur.
Millet; bozgunluğa önderlik yapanları engellemediği, bozguncuların varlığına
izin veren düzenlerini düzeltmediği için başına gelen felâketten bizzat
kendisi sorumludur. Zaten bozguncuların bizzat bu varlıkları bile, yüce
Allah'ın bu bozguncuları onların başına salmasının ve orada bozgunculuk
yapmalarının nedenlerinden birisidir.
Eğer bu bozguncuların yollarını kesip, orada
yayılmalarına izin vermeselerdi, yokolmayı hak etmezlerdi. Allah da onların
başına orada sapıklık, bozgunculuk yapacak ve onları felâkete sürükleyecek
kimseleri salmazdı.
Allah'ın iradesi insan hayatı için şaşmayan ilkeler
ve değişmeyen yasalar belirlemiştir. Sebepler oluştuğunda peşinden sonuçlar
gelir. Allah'ın iradesi yürürlüğe girer ve onun sözü yerine gelir. Yüce
Allah, sapıklığı emretmez. Çünkü yüce Allah kötü şeyleri, hayasızlığı
emretmez. Fakat bozguncu önderlerin sadece varlıkları bile o milletin
yapısının sarsıldığının, çözülme yoluna girdiğinin ve Allah'ın takdirinin
ona uygun bir ceza vereceğinin kanıtıdır. Zira bozguncu liderlerin varlığına
ve yaşamına izin vermekle Allah'ın bu yasasının gerçekleşmesine neden
olmuşlardır.
Buradaki irade, sebebi yaratan zoraki yönlendirmeyi
ifade eden irade değildir. Bu sadece sonucun sebebe göre şekillenmesidir.
Bundan kaçış mümkün değildir. Zira bu iş, yasanın gereği olarak böyle
olmaktadır. Yoksa iş sapıklığa yöneltme şeklinde bir şey değildir. Bu sadece
sapıklık önderlerinin varlığından kaynaklanan doğal sonucu, yani sapıklığı
yaratmaktan ibarettir.
Buradan hareketle şu sonuca varabiliriz. Eğer bir
toplum, bozuk sistemlerin yaptıklarına engel olmazsa bunun kaçınılmaz
sonuçlarından sorumlu olur. Orada bulunan sapıklık önderlerinin
bozgunculuğuna engel olmak bütün bir toplumun görevi olmalıdır ki, azgınlar
orada bozgunculuk yapıp, Allah'ın sözünün gerçekleşmesine ve orayı yerle bir
etmesine neden olmasın.
Bu yasa, Hz. Nuh'tan bu yana yaşayan tüm eski
milletlerde asırlar boyu uygulana gelmiştir. Hangi millette günahlar
çoğalmış, yayılmışsa, bu onları aynı acıklı sona götürmüştür. Yüce Allah
kullarını günahlarından haberdardır ve görendir.
"Nuh'tan sonra gelen nice milletleri yokettik.
Kulların günahlarından haberdar olucu ve onları görücü merci olarak Rabbin
yeterlidir."
ÜSTÜNLÜK VE
HORLANMIŞLIK
Sonra, sadece bu dünya için yaşayıp içinde yaşadığı
sınırların ötesine, daha yüce değerlere ulaşmak istemeyenlerin paylarını
yüce Allah dilediğine bu dünyada verir. Ayrıca ahirette onu haklı olarak
cehennem bekler. Bu yeryüzünün sınırları dışına taşmak isteyenler,
yeryüzünün bataklığına, çamuruna ve pisliklerine batarlar. Oradan hayvanlar
gibi yararlanırlar. Orada ihtiraslarına, arzu ve isteklerine teslim olurlar.
Bu yeryüzünün zevklerini elde etme yolunda kendilerini cehenneme
yuvarlayacak günahlar işlerler.
"Kim geçici dünyanın mutluluğunu isterse dilediğimiz
kimselere orada dilediğimiz kadar geçici nimet veririz. Fakat sonra onu
cehenneme yollarız. Horlanmış ve Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak araya
girer."
Yaptıklarından dolayı kınanır. Azabı cehenneme
vardığı için oraya yuvarlanır:
"Buna karşılık kim ahiret mutluluğunu ister de
mü'min olmak şartı ile o uğurda gerekli çabayı harcarsa, böylelerinin
çabaları takdir edilir. Emeklerinin karşılığını alırlar."
Ahireti dileyenin onun için çalışması,
yükümlülüklerini yerine getirmesi, ön şartları için paçasını sıvaması
gerekir. Ahirete ilişkin çalışmasını imana dayandırması gerekir. İman
temenni değildir. İman kalbe yerleşen ve davranışlarca da doğrulanan bir
olgudur. Ahiret için çalışmak, kişiyi dünyanın güzel zevklerinden mahrum
etmez. Sadece onun bakışlarını daha yüce ufuklara yöneltir. Dolayısıyla bu
yeryüzünde bolluk ve bereket içinde yaşamak mü'minin hedefi ve amacı olamaz.
İnsan kendisine hakim olduktan sonra onlardan yararlanmasında ve onları
kullanmasında bir sakınca yoktur.
Dünyayı tercih eden kınanmış ve tartaklanmış halde
cehennemi boylarken, ahireti tercih edenler ve bu yolda gereken çalışmayı
yapanlar ise, ahirette övgülerle karşılaşacaklardır. Yüceler aleminde
onurlandırılacaklardır. Güzel bir hedef için güzel bir çalışma
sergilemelerinin, uzak ve aydınlık ufuklara yönelmelerinin karşılığı
olarak...
Dünya için yaşamak kurtçuklara, sürüngenlere,
böceklere, kuşlara, yırtıcı ve evcil hayvanlara yakışır bir hayattır. Ahiret
için yaşamak ise, Allah tarafından onurlandırılmış olan insana yaraşır bir
hayattır. Çünkü yüce Allah, insanı yaratmış, ona şekil vermiş, ayakları
yerde bulunsa da kendisini yükseklere doğru çeken gizli bir güç olan ruhu
ona vermiştir.
Buna rağmen onların hem bu kesimi, hem de diğer
kesimi Allah'ın bağışından yararlanırlar. Dünyayı isteyene nasibini dünyada,
ahireti isteyene de nasibini ahirette veren O'dur. Allah'ın bağışına hiç
kimse ne engel olabilir ne de yasaklayabilir. Allah'ın bağışı geneldir. Onu
Allah'ın iradesi dilediği biçimde yönlendirir.
"Her iki grubu da, yani berikilere de, ötekilere
Rabbinin bağışından pay veririz. Hiç kimse Rabbinin bağışından mahrum
edilemez. Onun bağış kapısı herkese açıktır."
Yeryüzünün alanı dardır. Bir kara parçası olarak
dünya sınırlıdır. Buna rağmen yeryüzünde yaşayan insanlar, şartları,
imkânları, hedefleri ve amelleri açısından birbirinden çok farklıdırlar.
Alabildiğine geniş ve alabildiğine uzun bir zamanı kapsayan, yani dünyanın
bütünü ile yanında bir sinek kanadı kadar değeri bulunmayan ahirette onların
aralarındaki farklar nasıl olur acaba?
"Bir baksana, insanları dünyada nasıl birbirinden
üstün kıldık. Oysa ahiretin dereceleri daha büyük olduğu gibi, aralarındaki
üstünlük farkları daha geniş çaplıdır."
Gerçekten farklı olmak isteyen, büyük üstünlükler
elde etmek isteyen, bunların geniş bir alana ve geniş bir zamana sahip olan,
Allah'dan başkasının sınırlarını bilemediği ahirette olduğunu bilmelidir.
Dileyen yarışçılar, bu konuda yarışsınlar. Basit, değersiz dünya malı
konusunda değil!..
YAŞAM İLKELERİ VE
İNANÇ SİSTEMİ
Geçen derste çalışma ile karşılığına, doğru yol ile
sapıklığın, kazanç ile hesabın... İlkeleri geceyi ve gündüzü idare eden
temel yasaya bağlanmıştı. Bu dersimizde ise, ahlâk ve yaşantının ilkeleri,
bireysel ve toplumsal yükümlülükler Allah'ın birliği esasına dayalı inanç
sistemine bağlanıyor. Aynı şekilde aile, toplum ve hayata ilişkin bütün
bağlar ve bütün ilişkiler bu sağlam kulpa bağlanıyor.
Geçen derste "Hiç şüphesiz bu Kur'an, insanları en
doğru yola iletir ve "Her konuyu ayrıntılı biçimde anlattık" ilkesine yer
verilmişti. Bu derste ise, bu Kur'an'ın emirlerinden ve yasaklarından
birtakım örnekler veriliyor. Kur'an'ın en güzel şekilde yol göstermesi bir
ölçüde izah ediliyor. Hayat gerçeğine ilişkin yaşam kurallarının bazılarını
bir ölçüde açıklıyor.
Bu ders, Allah'a ortak koşmayı, yasaklamakla,
Allah'ın yalnız kendisine kulluk yapılmasına hükmettiğini duyurmakla
başlıyor. İşte buradan hareketle emirler ve yükümlülükler şu şekilde
sıralanıyor. Anne-babaya iyilik, yakınlara, yoksullara ve yolda kalmışlara
saçıp savurmadan, yardımda bulunma, çocukları öldürme yasağı, zina yasağı,
öldürme yasağı, yetimin malını koruma, sözünde durma, ölçüyü ve tartıyı
doğru tutma, gerçeği iyice araştırma, böbürlenme ve büyüklük taslama yasağı.
Ve bölüm Allah'a ortak koşmaktan sakındırarak sona eriyor. Böylece emirleri,
yasakları ve yükümlülükleri dersin girişi ile sonu arasına serpiştiriyor.
Hayat binasının üzerinde kurulduğu tevhid inancına bağlanıyor.
22- Allah'a yanısıra
başka bir ilaha tapma. Yoksa horlanmış ve koruyucusuz bırakılmış olarak
otura kalırsın.
Bu şirkin yasaklanması ve akıbetinden
sakındırılmasıdır. Aslında emir geneldir. Yalnız burada birey tek başına
muhatab alınıyor ki, herkes bu emrin kendisine yöneltilen bir emir
olduğunun, kendi şahsına yöneltildiğinin bilincine varsın. İnanç kişisel bir
sorundur. Herkes bizzat kendisi ondan sorumludur. Tevhid inancından sapar
herkesi bekleyen akıbeti ise, daha önce işlediği kötü fiillerden dolayı
"oturması" ve "kınanması"dır. Kınanmış durumda otura kalmasıdır. Yardımcısız
bırakılmasıdır. Allah'ın yardım etmediği kimsenin çok yardımcısı olsa da
yalnız kalmış demektir. "Otura kalırsın" sözcüğü, kınanan ve yalnız
bırakılan adamın halini tasvir ediyor. Yalnızlık kendisini kuşattığı için
oturmuştur. Bu ifade aynı zamanda acizliğini zayıflığını da ortaya
koymaktadır. Çünkü bu şekildeki bir hal, insanın en zayıf halidir. Acizlik
ve yerine çakılıp kalmanın en güzel tasviridir. Bu aynı zamanda onların bu
yalnızlık ve itilmişlik hallerinin sürekliliğine işaret etmektedir. Zira
oturuş; hareket ve durum değişikliğini çağrıştırmaz. Öyleyse bu söz,
özellikle burası için seçilmiş bir sözdür.
23- Allah yalnız
kendisine kulluk sunmanı ve ana-babana karşı nazik davranmanı kesin hükme
bağladı. Eğer ana-babadan biri ya da her ikisi yanında yaşlılık çağına
ererlerse, sakın onlara "öf be, bıktım senden" deme, onları azarlama; onlara
tatlı ve saygılı sözler söyle. "
Bu, şirkin yasaklanmasından sonra gelen ve yalnız
Allah'a kul olmayı gerektiren bir emirdir. Yargı, hüküm biçiminde verilmiş
bir emir. Bu, kesin bir hüküm kadar kesinlik ifade eden bir emirdir. "Hükme
bağladı" sözcüğü bu emre bir pekiştirme anlamı katmaktadır, olumsuzluk ve
istisna ifade eden "ancak" diye ifadesini bulan sınırlamayı da buna ilave
etmeliyiz. "Yalnız kendisine kulluk yapın, başkasına değil." Böylece
görülüyor ki, ifadenin tüm atmosferi pekiştirme ve sağlamlaştırma ile
kuşatılmıştır.
Böylece ilke belirlendikten ve temel atıldıktan
sonra bireysel ve toplumsal yükümlülükler geliyor. Artık bu yükümlülüklerin
Allah'ın birliği, inancından kaynaklanan sağlam bir temelleri vardır. Bu da
yükümlülüklerin ve çalışmaların etkenlerini ve hedeflerini birleştirir.
İnanç bağından sonra gelen ilk bağ aile bağıdır.
İşte bu nedenle surenin akışı içinde anne-babaya iyilik, Allah'a kulluğa
bağlanmaktadır. Bu da sözkonusu iyiliğin Allah katındaki değerini ortaya
koymaktadır.
"Anne-babana karşı nazik davranmanızı kesin hükme
bağladı."
Eğer ana-babadan biri ya da her ikisi yanında
yaşlılık çağına ererlerse, sakın onlara "öf be, bıktım senden" deme. Onları
azarlama. Onlara tatlı ve saygılı sözler söyle.
24- Onlara karşı
besleyeceğin acıma duygusunun etkisi ile önlerinde alçak gönüllülük
kanatlarını indir ve de ki; "Ey Rabbim onlar küçükten beni nasıl büyüttüler
ise, sen de öyle merhamet et. "
İşte Kur'an-ı Kerim gönülleri rahatlatan ifadelerle
ve yüklü tablolarla çocukların kalplerinde iyilik ve merhamet duygularını
coşturmaya çalıştırmaktadır. Çünkü hayat, kendi yolunda harekete iter.
Herkesi hayattan daha fazla pay almaya sürükler. Onların en güçlü arzularını
hep ileriye, çocuklarına, yeni yetişen kuşağa doğru yöneltir. Onlar çok az
arzularını, geriye anne-babaya, geçmiş hayata, geçip-giden kuşağa
yöneltirler. İşte bu nedenle çocukların geriye doğru duygulanmaları için,
onların vicdanlarının güçlü bir şekilde coşturulması, annelere ve babalara
yöneltilmesi gerekir.
Anne ve baba doğuştan gelen duygularla, çocuklarını
korumaya yöneltilmiş bulunmaktadırlar. Onlar her şeylerini, hatta
hayatlarını çocukları yolunda feda etmeye yatkın biçimde yaratılmışlardır.
Tohumdan çıkan fidanın tohum tanesindeki bütün gıda maddelerini emerek onu
kapak haline getirdiği, bir civcivin yumurtanın içindeki bütün gıdaları
yiyerek onu bir kabuktan ibaret bıraktığı gibi çocuklar da anne-babalarının
güzel nimetlerini, çabalarını, sağlıklarını ve bütün enerjilerini emerek
onları -eğer ömürleri vefa ederse- düşkün ihtiyarlar haline getirirler. Buna
rağmen yine de anne ve baba hallerinden mutludurlar.
Çocuklar ise, bunların hepsini çok çabuk unuturlar,
ileriye dönük rollerini yerine getirmeye koşarlar. Eşlerine ve çocuklarına
yönelirler. Böylece hayatın akışı devam eder.
İşte bu nedenle anne-babaların çocuklarına iyi
davranmaları için özel bir övgüye ihtiyaçları yoktur. Bu konuda vicdanları
sağlam bir şekilde coşturulması gerekenler çocuklardır. Onlara
hatırlatılmalıdır ki, kuru bir ceset haline dönene kadar bütün enerjilerini
ve imkânlarını, onlar için harcayan kuşağa karşı görevlerini hatırlasınlar!
Burada anne-babaya iyilik emri, pekiştirilmiş bir
emir anlamı taşıyan, Allah tarafından belirlenmiş bir hüküm şeklinde
veriliyor. Bundan daha önce ise, Allah'a kulluk yapılması pekiştirilmiş bir
biçimde verilmişti.
Surenin akışı, havayı en ince gölgelerle
gölgelendirmeyi, vicdanı; çocukluk hatıraları, sevgi, merhamet ve acıma
duyguları ile coşturmaya başlıyor. "Eğer anne-babandan biri ya da ikisi
yanında yaşlılık çağına ererlerse." Büyüklüğün kendisine özgü bir saygınlığı
vardır. Büyüklüğün zayıflığı ise çok anlamlı bir olgudur. "Yanında" sözcüğü
yaşlılık ve zayıflık dönemindeki sığınmayı ve himayesiné girmeyi dile
getirmektedir.
"Sakın onlara "öf be, bıktım senden" deme, onları
azarlama."
İşte, bu, korumanın ve onlara karşı edebini
takınmanın ilk şartıdır. Böylece evlâdın sıkıcı ve üzücü hareketlerden
sakınması, aşağılama ve edepsizlik olarak değerlendirilebilecek tutumlardan
uzaklaşması sağlanmış olmaktadır.
"Onlara tatlı ve saygılı sözler söyle."
Bu ise yapıcılığı açısından daha etkili bir
tavırdır. Onlara karşı konuşması, saygı ve hürmeti çağrıştırmaktadır.
Onlara karşı besleyeceğin acıma duygusunun etkisi ve
önlerinde alçak gönüllülük kanatlarını indir."
Burada ifade daha berraklaşıyor. Ve daha yumuşuyor.
Kalbin ortasına ve vicdanın her tarafına ulaşıyor. Bu, gözlerini dahi
kaldırıp bakmayan ve hiçbir dediğini iki yapmayan bağlılığı andıran
merhametin incelen ve yumuşayan şeklidir. Burada sanki, boyun eğmenin kanadı
vardır. Onu geriyor. Barışı, huzuru ve teslimiyeti simgeliyor bu kanat
geriş:
"Ey Rabbim, onlar küçükken beni nasıl büyüttüler
ise, sen de öyle merhamet et" de.
Bu evlâdın, annesi ve babası tarafından korunduğu
güçsüz çocukluk günlerini hatırlamasıdır. Şimdi anne-baba aynı kendisinin
çocukluk günleri gibi zayıf, korunmaya ve şefkate muhtaç durumdadır. Burada
çocuk durup onlara merhamet etmesi için Allah'a yöneliyor. Çünkü Allah'ın
rahmeti geniştir, koruması daha kapsamlıdır, Allah'ın himayesi daha boldur.
Onlar kanlarını ve yüreklerini bu yolda harcadıkları için yüce Allah onlara,
evlâdın gücünün yetmediği şeylerle ödüllendirebilir.
Hafız Ebu Bekir Bezzar kendi -rivayet zinciri ile-
Bureyde'den o da babasından rivayet ediyor ki, "Bir adam Hac'da annesini
sırtına almış Kâbe'yi tavaf ettiriyordu. " Bu arada Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- "Onun hakkını ödeyebildin mi?" diye sordu.
Peygamberimize "Hayır hamileyken aldığı bir nefesin hakkını daha ödeyemedin"
buyurdu.
ALLAH'IN
KUŞATICILIĞI
Surenin akışı içindeki bütün tepkiler ve hareketler
inanç sistemine bağlandığından bu noktadan hemen sonra her şeyin,
niyetlerdekini, sözlerin ve işlerin perde arkasını bilen Allah'a döneceği
belirtiliyor.
25- Rabbiniz
kalplerinizdeki duygularınızı herkesten iyi bilir. Eğer iyi kalpli
kimselerseniz, O kendisine başvuranların günahlarını affeder.
Diğer bütün yükümlülükler, görevler ve sosyal ilişki
kurallarına geçmeden önce bu gerçeği dile getiriyor ki, bundan sonraki her
söz ve her eylem ona dayansın. Yanlış yapan veya eksik yapanlara tevbe ve
rahmet kapısını açsın. Sonra bu yapılan hatalardan ve kusurlardan tevbe
edilip dönüş yapılsın.
Kalp doğru olduğu sürece, bağışlanma kapısı her
zaman açıktır. Ayette "Evvabun" diye ifade edilen kimseler ise, her hata
ettiklerinde Rabblerine dönüş yapıp bağışlanma dileyenlerdir.
AKRABALIK BAĞLARI
Anne-babanın haklarını ortaya koyan surenin akışı,
şimdi de bütün akrabaya yöneliyor. Bunlara bir de yoksulları ve yolda
kalmışları ilave ediyor. Böylece yakınlık bağlarını genişletiyor. En geniş
anlamı ile insani bağların hepsini kuşatıyor:
26- Akrabalarına,
yoksula ve yarı yolda kalan yolcuya hakkını ver. Fakat savurganca davranma.
27- Çünkü
savurganlar; harcamalarında ölçü gözetmeyenler, şeytanın kardeşleridir ve
şeytan da Rabbine karşı son derece nankördür.
28- Eğer Rabbinden
umduğu bir bağışın beklentisi içinde o hak sahiplerinin haklarını
verememenin ezikliği ile yüzlerine bakamıyorsun, bari onlara tatlı söz
söyle.
Kur'an'ı Kerim'in akrabanın, yoksulların, yolda
kalmışların, imkânları olanlar üzerinde bir hakkı olduğunu ve insanın
boynuna borç bir yardım türü olarak kabul ettiğini anlıyoruz. Bu bir insanın
başka birine lütfen yaptığı bir yardım değildir. Bu, Allah'ın farz kıldığı,
belirlediği kulluk ve tevhid ilkesiyle birlikte ele aldığı bir haktır.
Mükellefin vermekle kendi görevini yaparak kendisini kurtardığı, o sadece
Allah'ın kendisine farz kıldığı bir görevi yerine getirmesine rağmen kendisi
ile yardımı alan arasında bir sevgi ortamı oluşturan bir haktır.
Kur'an saçıp savurmayı yasaklıyor. Saçıp savurma
(İbn-i Mes'ud ve İbn-i Abbas'ın da açıkladığı gibi) "doğru olmayan yerlere
harcamada bulunmaktır." Mücahid der ki: Bir insan malının hepsini Allah
yolunda harcasa, "saçıp savurmuş" olmaz. Bir avuç dahi doğru olmayan yerlere
harcasa "saçıp savurmuş"lardan olur.
Demek ki, saçıp-savurmanın az veya çok harcama ile
ilgisi yoktur. Harcamanın yapıldığı yerle ilgisi vardır. İşte bu nedenle
saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşi olmuşlardır. Zira onlar boş yerlere
harcama yaparken, kötü şeylere de harcama yaparken günahta harcama yaparlar.
İşte onlar şeytanın dostları ve arkadaşlarıdırlar: "Şeytan Rabbine karşı çok
nankördür." Nimetin hakkını vermez. Saçıp-savuran kardeşleri de nimetin
hakkını ödemezler. Nimetin hakkı, haddi aşmadan ve saçıp savurmadan onu
Allah'a itaat etmek amacıyla hakların korunması uğrunda harcamaktır.
Eğer bir insan akrabanın, yoksulların ve yolda
kalmışların hakkını ödeyecek bir imkân bulamıyor ve onlarla yüzyüze
gelmekten utanıyorsa, Allah'a yönelsin, hem kendisine hem de onlara rızık
göndermesini O'ndan dilemelidir. Kendilerini rahata, bolluğa çıkarmasını
dilemelidir. Onlara yumuşak söz söylemelidir. Onların gelişi ile canını
sıkmamalıdır. Onları kendi hallerine bırakıp susmamalı ve onların gelişiyle
sıkıldığı imajını vermemelidir. Hoş ve tatlı bir söz bunun yerine geçer,
umut verici ve güzel olur.
ORTA YOL
29- Elini sıkıp
boynuna bağlama (cimri olma) onu büsbütün de açma; sonra kınanmış ve eli boş
kalırsın.
Denge İslâm yolunun en büyük ilkelerinden biridir.
Aşırı gitmek de, ihmal etmek gibi dengeyi bozar. Burada ifade ki, tasvir
metoduna göre şekillenmiştir. Buna göre cimrilik elleri boynuna bağlı bir
insan olarak tasvir ediliyor. Savurganlık ise, hiçbir şey tutmayan sonuna
kadar açılmış bir el olarak gösteriliyor. Cimriliğin sonu da savurganlığın
sonu da bir oturuş şeklinde veriliyor. "Kınanmış ve yorgun düşmüş" bir
insanın oturuşu. Ayette geçen "Hasir" kelimesi sözlükte "yürüyemez hale
düşmüş, zayıflığından ve acizliğinden durup dinlenen hayvan" demektir.
Cimrinin hali de böyle. Cimriliği, onu öyle bir yorgun düşürür ki, takattan
düşürür, durup dinlenmek zorunda bırakır. Savurganın durumu da farklı
değildir. Onun bu savurganlığı kendisini yorgun düşmüş hayvanın durumu gibi
bir duruma getirir. Her iki halde de kınanmış,pişman olmuştur. Cimrilikte
de, savurganlıkta da... Demek ki, işlerin en hayırlısı orta olanıdır.
Bu orta yol önerilip emredildikten sonra rızık
verenin Allah olduğu, rızkı genişletip bollaştıranın O olduğu gibi, daraltıp
kısanın da O olduğu belirtiliyor. Harcamada orta yolu emredenin de rızkı
verenin de kendisi olduğu açıklanıyor.
30- Rabbin
dilediğine geniş rızık verir ve dilediğinin rızkını kısıtlar. Hiç şüphesiz
O, kullarını iyi görür, onların durumundan yakından haberdardır.
Dilediği kimsenin rızkını görerek ve bilerek
artırır. Yine görerek ve bilerek dilediği kimsenin rızkını da kısar. Orta
yolu ve itidali emreder. Cimriliği ve savurganlığı yasaklar. Bütün
durumlarda en sağlıklı şeyin ne olduğunu gören ve bilen O'dur. Zaten o her
durumda en doğru yola iletmesi için Kur'an'ı indirmiştir.
FAKİRLİK KAYGISI VE
İĞRENÇ FİİLLER
Cahiliye döneminde bazı kimseler fakirlik ve
yoksulluk korkusundan kız çocuklarını öldürüyorlardı. Önceki ayette yüce
Allah'ın rızkı dilediğine bol şekilde verdiği, dilediğinin rızkını da
kıstığı vurgulandıktan sonra surenin seyri içindeki en uygun yerde fakirlik
korkusuyla çocukları öldürme yasağı geliyor. Madem ki, rızık Allah'ın
elindedir, öyleyse çocukların çokluğu veya bu çocukların kız ya da erkek
oluşu ile fakirliğin hiçbir ilgisi yoktur. Bu konuda yetkinin tamamı
Allah'ın elindedir. İnsanların düşüncesinde fakirlik ile nüfus artışı
arasındaki ilgi reddedildikten sonra ve bu açıdan inançları düzeltildikten
sonra canlıların fıtratına ve hayatın yasasına aykırı olan bu barbarca
geleneğin etkenleri de ortadan kaldırılmış olmaktadır.
31- Yoksulluk
kaygısıyla evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren
biziz. Onları öldürmek ağır bir suçtur.
İnanç sisteminde başgösteren bozukluk, toplumun
pratik hayatında da etkisini gösterir. Bu sapma ve bozulma sadece inanç
bozukluğu ve ibadet niteliği taşıyan ayinlerle sınırlı kalmaz. Duyguların
sağlıklı biçimde işlemesi ve yanlış algılamadan kurtulması sosyal hayatın da
düzelip sağlıklı biçimde işlemesi ve yanlış algılamadan inanç sisteminin
doğruluğundan kaynaklanır. Kızların diri olarak toprağa gömülmesi örneği
insanın sosyal hayatı ve pratiğinde inancın etkilerini en açık bir şekilde
ortaya koymaktadır. Bu örnek gösteriyor ki, hayatın inançtan etkilenmemesi
mümkün değildir. İnancın da hayattan kopuk biçimde yaşaması düşünülemez.
Şimdi de biz burada Kur'an-ı Kerim'in hayret verici
ifade inceliklerini dile getiren bir örnek üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
Burada çocukların rızkı babalarının rızkından önce
gelmektedir.
"Onların da sizin de rızkını veren biziz."
En'am suresinde ise babaların rızkı çocukların
rızkından önce gelmekteydi.
"Sizinde onların da rızkını veren biziz. (En'am
Suresi 151)
Bu ifadelerin bu şekilde verilmesinin sebebi her iki
ayetin anlamlarındaki bir diğer farklılıktan kaynaklanmaktadır. Önce
ayetlere bakalım:
"Yoksulluk kaygısıyla evlâtlarınızı öldürmeyiniz,
onların da sizin de rızkını veren biziz."
Diğer ayet ise şudur:
"Yoksulluktan evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Sizin de
onların da rızkını veren biziz."
Bu surede çocuklar fakirliğe sebep oldukları için
öldürülmüşlerdir. Bu nedenle onların rızkı ayette öne alınmıştır. En'am
suresinde ise, onların öldürülüşü babalarının bilfiil fakir olmaları
nedeniyle olduğundan, babalarının rızkı öne alınmıştır. Dolayısıyla
rızıkların ileriye-geriye alınışı her iki yerde de ifadelerin anlamlarına
göre uygun yere yerleştirilmiştir.
ZİNAYA YAKLAŞMAYIN
32- Sakın zinaya
yaklaşmayınız. Çünkü o iğrenç bir kötülük ve kötü sonuçlu bir yoldur.
Çocukların öldürülüşü ile zina arasında bir ilişki,
bir bağ vardır. Zaten zina yasağı çocukların öldürülmesi yasağıyla haksız
yere adam öldür ne yasağı arasına yerleştirilmiştir. Bu yerleştirmenin
nedeni de aynı ilgi ve aynı bağdan kaynaklanmaktadır.
Hiç şüphesiz zina da birçok açıdan bir öldürme
çeşididir. Her şeyden önce zina hayat özünün kendi asıl yerinden başka
tarafa akıtılmasıyla bir öldürmedir. Zinadan hemen sonra onun
yükümlülüklerinden kurtulmaya çalışma isteği harekete geçer. Bu da ana
rahmindeki ceninin şekillenmeden önce veya şekil aldıktan sonra, doğmadan
önce veya doğduktan sonra öldürülmesi şeklinde bir cinayete neden
olmaktadır. Eğer ana rahmindeki bu çocuk hayata terkedilirse, genellikle
kötü bir hayata veya aşağılanmış bir hayata terkedilmektedir. Bu ise,
toplumda herhangi bir şekilde bir hayatın kayboluşudur. Zina bir başka
açıdan da öldürme sayılır. Zina, içinde yaygınlık kazandığı toplumu öldürür.
Soylar kaybolur, kanlar karışır. Namus ve çocuk konusundaki güven yitirilir.
Toplumsal çöküntü başlar. Bütün bağlar kopar. Diğer toplumlar arasında ölümü
andıran bir sonuçla karşı karşıya gelir.
Zina bir diğer anlamda da toplum için ölümdür. Zina
insanların gayri meşru yoldan kolay bir şekilde şehevi duygularını tatmin
etmelerine yolaçar ve evlilik hayatını zorunlu olmayan saçma bir hayata
dönüştürür. Aileyi gerekli olmayan bir yük olarak algılama sonucunu doğurur.
Halbuki aile yeni yetişen nesil için en güzel yuvadır. Yeni neslin sağlıklı
bir yapıya ve sağlıklı bir eğitime kavuşması ailesiz düşünülemez.
Eski tarihlerden günümüze gelinceye kadar hangi
toplumda hayasızlık yaygınlık kazanmışsa, mutlaka onu çözülmeye götürmüştür.
Bazı kimseler Amerika ve Avrupa'nın Fransa gibi eski milletlerinde bu
çözülmenin etkilerinin apaçık görüldüğü kuşkusuzdur. Amerika Birleşik
Devletleri gibi genç uluslara gelince, zina bu toplumlarda daha etkilerini
yeterince göstermemiştir. Zira bu millet daha yenidir. Ve imkânları da
geniştir. Bu milletlerin hali şehevi duygularını rasgele savurganlıkla
kullanan ve gençliğinde de bu savurganlığının izleri bünyesinde ortaya
çıkmayan fakat ihtiyarlığa ayak bastığında hızlı bir şekilde çöken ve kendi
yaşıtları ve bu gücünü normal kullanan kuşağının katlanıp yüklenebildiği
gibi yaşlılığın etkilerine güç yetiremeyen gencin hali gibidir.
Kur'an-ı Kerim zinaya yaklaşmaktan dahi
sakındırmaktadır. Bu ise, ondan kaçınmayı abartmak içindir. Çünkü zinayı
güçlü bir şehvet duygusu körüklemektedir. Bu nedenle ona yaklaşmaktan
kaçınmak daha garantili bir önlemdir. Zina onun sebepleri vasıtasıyla
kendisine yaklaşıldığında artık bir güvence kalmamış demektir.
Bu nedenle İslâm, zinaya iten sebeplerin yolunu
keser. Böylece zinaya düşülmesini engeller. Zorunlu şartlar dışında
kadınlı-erkekli karma bir hayatı hoş görmez. Kadın ve erkeğin başbaşa
kalmasını engeller. Kadının süsler takarak açılıp-saçılmasını yasaklar. Gücü
yetenlerin evlenmesini teşvik eder. Gücü yetmeyenlerin ise oruç tutmalarını
öğütler. Evliliğe engel olan mehirlerin pahalılığı gibi, zor şartları hoş
karşılamaz. Çocukların fakirliğe ve yoksulluğa yolaçacağı endişesini ortadan
kaldırır. Namuslarını korumak amacıyla evlenmek isteyenlere yardımcı olmaya
teşvik eder. Bütün bunlara rağmen zina suçu meydana gelmişse, en ağır cezayı
uygular. Namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zina iftirasında
bulunmaya da en ağır cezayı uygular. İslâm, toplumu gerileme ve çözülmeden
korumak için daha buna benzer pek çok koruyucu ve tedavi edici önlemler
almıştır.
CAN EMNİYETİ
33- Allah'ın
dokunulmaz saydığı cana, gerekçesiz olarak kıymayınız. Gerekçesiz olarak
öldürülen kimsenin aile temsilcisine, velisine yetki tanıdık. Ama o da `cana
karşılık can' sınırlarını aşmasın. Çünkü yasalar kendisine arka çıkmıştır.
İslâm, hayat dinidir. Barış dinidir. İslâma göre
haksız yere bir insanı öldürmek Allah'a ortak koşmadan hemen sonra gelen
büyük bir cinayettir. Hayatı veren Allah'dır. Allah'ın izni olmadan ve O'nun
belirlediği sınırlar gözetilmeden bir başkası onu sona erdiremez. Her
insanın canı kutsaldır. O'na dokunulamaz. Koruma altındadır. Ancak haketmesi
istisna. Bir insanın öldürülmesini helâl kılan bu hak ise, belirli ölçülere
bağlanmıştır. Kapalı hiçbir tarafı yoktur. Bu konu insanların görüşlerine
bırakılmamıştır. Onların isteklerinden etkilenmez. Buharî ve Müslim'de
yeralan bir hadiste, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle
buyurmuştur Allah'dan başka ilah olmadığına, Muhammed'in elçisi olduğuna
tanıklık eden bir müslümanın kanı ancak üç durumda helal olabilir. 1- Cana
karşılık can olarak 2- Evli olduğu halde zina ederek 3- Dinini bırakıp
cemaatten ayrılarak.
Birinci madde adalete dayalı kısas ilkesini ifade
etmektedir. Yani insan bir kişiyi öldürürse, öldürülür. Zira her insanın
hayat hakkı garanti altına alınmıştır. "Kısasta sizin için hayat vardır."
(Bakara Suresi 179) Evet kısasta hayat vardır. Çünkü bir başkasını haksız
yere öldürmeyi planlayan kimse ister-istemez kendisini bekleyen kısası da
düşünecektir. Ve bu çirkin eyleme girişmeden önce bu ceza onu yıldıracaktır.
Ayrıca kısasta şu açıdan da hayat vardır: Kısas, kan sahiplerinin elini kana
bulamalarını engeller. Öç alma duygularının körüklenmesini önler. Onların
sadece katili öldürmeleriyle durdurulamayacak ve öç almada ileri gidebilecek
öfkelerini frenler. Böylece karşılıklı olarak öç almalar ve oluk oluk kanın
akmasına yolaçacak girişimler bu yolla durdurulmuş olur. Kısas ayrıca her
kişinin kendi kişiliğinden emin olmasını ve kısas ilkesinin adaletine
gönülden inanmasını sağlaması açısından da bir hayattır. Böyle bir güven
ortamında her insan güven içinde çalışır ve çalışmasının ürününü elde eder.
Böylece İslâm ümmeti bütünüyle hayat dolu bir nitelik kazanır.
İkinci madde, hayasızlığın yayılmasıyla ortaya
çıkacak öldürücü bozgunculuğu engellemeyi açıklamaktadır. Daha önce de
değindiğimiz gibi zina bir tür öldürme eylemidir.
Üçüncü madde, toplumda anarşiyi yayan, onun Allah
tarafından kendisine seçilmiş bulunan güvenini ve düzenini tehdit eden ve
bunları katil bir kesime teslim eden bozgunculuk ruhunu engelleme amacını
gütmektedir. Dinini terkedip müslüman toplumdan ayrılan kişinin öldürülme
nedeni şudur: Bu adam hiç zorlanmadan İslâmı bizzat kendisi seçmiştir. Ve
müslüman cemaatin bünyesine girmiş, onun tüm gizli sırlarından haberdar
olmuştur. Bundan sonra onun çıkıp gitmesi İslâmın aleyhine bir tehdit
unsurudur. Eğer bu adam İslâmın dışında kalsaydı, hiç kimse onu İslâma
girmesi için zorlamayacaktır. Hatta eğer bu adam ehli kitaptan biriyse,
İslâm yine onu himaye edecek ve onun varmak istediği yere ulaşması için
gereken imkânları hazırlayacaktır. İnançta ayrı olan insanlara bunun da
ötesinde bir tolerans tanınmaz.
"Allah'ın dokunulmaz saydığı cana gerekçesiz olarak
kıymayız." Haksız yere öldürülen kimsenin aile temsilcisi olan velisine
yetki tanıdık. Ama o da cana karşılık can ilkesinin sınırını aşmasın. Çünkü
artık yasalar kendisine arka çıkmıştır."
İşte bu üç sebep bir kişinin öldürülmesini helâl
kılabilir. Eğer bir kimse bu sebeplerin dışında haksız yere öldürülecek
olursa, yüce Allah onun en yakın akrabası olan velisine katil üzerinde bir
yetki vermiştir. Dilerse öldürülmesini ister. Dilerse onu bağışlayıp diyete
razı olur. Dilerse diyeti de istemeden bağışlayabilir. Katil hakkında hüküm
vermek artık onun hakkıdır. Çünkü katilin kanı onundur artık.
İslâm, bu büyük yetkiye karşılık, ölü sahibini
kendisine verilen bu yetkisini kullanarak öldürmede aşırı gitmeyi yasaklar.
Öldürmede aşırı gitmek, katilin yanında günahı olmayan başka kimseleri de
öldürmektir. Nitekim cahiliye devrindeki intikamlarda katilin günahı onun
tüm ailesine yükleniyor ve karşılığında babalar, kardeşler, oğullar ve diğer
akrabalar haksız yere öldürülüyorlardı. Öldürmede diğer bir husus da katilin
insanlık dışı bir şekilde öldürülmesiyle de ortaya çıkabilir. Aslında kan
sahibi kanını insanlık dışı (ölünün uzuvlarını kesmek) eylemlere girişmeden
alma yetkisine sahiptir. İnsanlık dışı öldürme şekillerini ise yüce Allah
sevmediği gibi, peygamber de onu yasaklamıştır.
Ama o da cana karşılık can ilkesinin sınırlarını
aşmasın. Çünkü artık yasalar kendisine arka çıkmıştır. Allah onun hakkındaki
hükmünü vermiştir. Yasa onu desteklemektedir. Hakim de ona yardımcı
olmaktadır. Dolayısıyla da kısasında adil olsun. Zira tüm otoriteler onu
desteklemekte ve onun hakkını eksiksiz bir şekilde almaktadırlar.
Kan sahibine, katili kısas yoluyla öldürme
yetkisinin verilişi, hukukun ve hakimin otoritesinin yardım amacıyla onun
hizmetine verilişi, insanın fıtri duygularını tatmin etmek ve kan sahibinin
içinde kanayan öç alma duygularını sakinleştirmek içindir. Bu öyle bir
öfkedir ki, onu öfke kızgınlığında ve duygusal hareketlerle sağa-sola
saldırtabilir, rastgele cinayetlerin işlenmesine neden olabilir. Halbuki
yüce Allah'ın kendisini katilin kanına sahip kıldığını ve kısası
uygulamasına yardımcı olması için hakimin kendi hizmetine verildiğini kesin
biçimde algılandığında, intikam duyguları gevşer, içi rahatlar, adalet
ilkesine dayalı, huzura kavuşturan kısasın sınırları önünde durur ve onları
aşmaz.
İnsanın bir insan olması nedeniyle yaradılışında
kısasa ilişkin köklü bir isteği vardır. Dolayısıyla ondan fıtratında olmayan
bir şey istenmesi doğru olmaz. Bu nedenle İslâm insanın bu fıtratını kabul
eder ve güven verici sınırlar dahilinde onun isteklerini yerine getirir. Bu
köklü isteği görmezlikten gelerek hoşgörülü olmasını bir farz olarak zorunlu
kılmaz. İslâm, kan sahibini hoşgörülü olmaya çağırır. Onu etkilemeye
çalışır. Hoşgörülü olmayı kendisine sevdirir ve buna karşılık ona mükafat da
verir. Fakat bunların hepsini ona hakkını verdikten sonra telkin eder. Kan
sahibinin hem kısas yaptırma, hem de bağışlama yetkisi vardır. Kan sahibinin
bu her ikisine de gücünün olduğunu hissetmesi onu hoşgörüye ve bağışlamaya
yanaştırabilir. Fakat bağışlamak zorunda olduğunu hissettiğinde bu duygu
belki de öfkesini harekete geçirir ve onu aşırılıklara ve ihtiraslara
itebilir!
YETİM MALI VE AHDE
VEFA
34- Erginlik çağına
erişinceye kadar yetimin malına sadece niyetlerin en güzeli ile yaklaşınız.
Verdiğiniz sözleşmeyi tutunuz. Çünkü verdiğiniz sözlerden sorguya
çekileceksiniz.
İslâm, müslümanın kanını, namusunu ve malını koruma
altına almıştır. Çünkü Allah'ın elçisi Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- buyuruyor ki: Müslümanın kanı, namusu ve malı müslümana haramdır. (Bu
hadisi Malik, Buhari, Müslim Ebu Davud ve Tirmizi kitaplarına almışlardır.)
Bu arada yetim malı üzerinde daha bir önemle duruluyor ve ona yaklaşılması
kesin biçimde yasaklanıyor. Daha güzel hale getirmek amacıyla yaklaşma hariç
tabii. Çünkü yetim, malını idare etmekten acizdir. Onu koruma gücünden de
yoksundur. İslâm toplumu yetimi ve malını, gücünü elde edinceye, aklı
erinceye, malını idare edip onu koruyacak güce gelinceye kadar korumakla
yükümlüdür. Bu emirler ve yasaklara dikkat edersek görürüz ki, en bireysel
konularla ilgili emirler ve yasaklar tekil ifadelerle verilmiştir. Toplumu
ilgilendiren konularla ilgili emirler ve yasaklar ise çoğul şeklinde
verilmiştir. Anne-babaya iyilik yapma, akrabaya yoksula ve yolda kalmışa
malı yardımda bulunma, saçıp-savurmama, orta yolu izleyerek cimriliğe ve
savurganlığa düşmeden infakta bulunma, sağlam biçimde öğrenme, böbürlenme ve
büyüklük taslama yasağı ile ilgili emirler veya yasaklar tekil biçimde ifade
edilmişlerdir. Zira bu konuların bireysel bir nitelikleri bulunmaktadır.
Çocukları öldürme, zina, haksız yere adam öldürme yasakları ile yetimin
malını koruma, sözünde durma, ölçüyü ve tartıyı doğru tutmaya ilişkin
emirler ve yasaklar ise, çoğul biçimde verilmişlerdir. Zira bu konuların
hepsi toplumsal bir nitelik taşımaktadır.
İşte bu nedenle daha güzelini kazandırma niyeti
dışında yetim malına, yaklaşma yasağı çoğul olarak ifade edilmiştir. Tâ ki,
toplumun tamamı yetimden ve malından sorumlu olsun. Bu toplum olması
nedeniyle ona yüklenmiş bir görevdir.
Yetimin malını koruma, topluma yüklenmiş bir görev
olması nedeniyle kandan sonra sözleşmeye kesin bağlılık direktifi veriliyor.
"Verdiğiniz sözü tutunuz. Çünkü verdiğiniz sözlerden
sorguya çekileceksiniz."
Yüce Allah verdiği sözlerden insanı sorguya çekecek
onu bozup yerine getirmeyenleri hesaba çekecektir.
İslâm, antlaşmaya bağlı kalmaya önem vermiş ve bu
konuda kesin emirler vermiştir. Zira antlaşmaya bağlılık bireyin vicdanında
ve toplumun hayatında dürüstlüğün, güvenin ve temizliğin kaynağıdır.
Antlaşmaya bağlılık Kur'an-ı
Kerimde ve hadiste çeşitli şekillerde ele alınmış ve
işlenmiştir. Bu konuda Allah'la yapılan antlaşmayla kullar arasındaki
antlaşma arasında fark yoktur. Bireyin antlaşması, toplumun antlaşması ve
devletin antlaşması birdir. Yöneten ve yönetilenin antlaşması da aynıdır.
İslâm, tarihi realitesinde antlaşmalara bağlılık hususunda öyle yüksek bir
hedefe ulaşmıştır ki, insanlık ancak İslâmın gölgesinde bu yüksek dereceye
ulaşabilmişlerdir.
ÖLÇÜ VE TARTIDA
DÜRÜSTLÜK
35- Bir şey ölçerken
tam ölçünüz. tartılarınızda doğru terazi kullanınız. Bu tutum hem dünyada
daha hayırlıdır, hem de ahirete ilişkin sonucu bakımından daha güzeldir.
Antlaşmaya bağlılık ile ölçüde ve tartıda dürüst
hareket etme arasında hem söz hem de anlam yönünden bir ilgi olduğu açıktır.
Ayrıca anlatımdaki geçişte bir uyum olduğu da görülmektedir.
Tam olarak ölçmek ve tartıda dürüst olmak sosyal
ilişkilerin güvencesi ve kalbin temizliğidir. Bu ikisiyle toplumun sosyal
ilişkileri düzene girer. Yine bunlarla insanların birbirine güveni artar.
Hayat bunlar sayesinde bereketli bir yaşama dönüşür. Bu tutum hem dünyada
daha hayırlıdır, hem de ahirete ilişkin sonucu bakımından daha güzeldir."
Dünyada daha hayırlıdır. Ahiretteki sonucu ise daha güzeldir.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
buyuruyor ki: Eğer bir adam bir harama yönelir, sonra da sırf Allah
korkusuyla ondan vazgeçerse, yüce Allah onun bu hareketinin karşılığını
ahirete bırakmadan bu dünyada ondan daha güzeliyle verir."
Ölçü ve tartıdaki cimrilik pisliktir, aşağılıktır,
sahtekârlık ve sosyal ilişkilerde hainliktir. Bu ise toplumun birbirine
güvenini sarsar. Alış-verişte durgunluk yaratır. Toplum piyasasındaki
bereketin azalmasına neden olur. Toplumun bu problemi teker teker bireylere
de yansır. Onlar ölçüde ve tartıda hile yaparak birtakım kazançlar elde
ettiklerini sanarken, aslında zarara uğrarlar. Çünkü bu hile yoluyla elde
edilen kazanç, yüzeysel ve geçicidir. Fakat ticaret hayatındaki durgunluk
kısa bir süre sonra teker teker bireyler üzerinde etkisini gösterir.
Bu ticaret dünyasında ileriyi görebilenlerin
kavrayıp gerçeğini yerine getirdikleri bir gerçektir. Onların bu şekilde
davranmalarının nedeni, ahlâki etkenler veya dini duygular değildir. Bu
gerçeği pratiğe dayalı pazar deneyimlerinden çıkardıkları sonuçlarla
kavramışlardır.
Ölçüye ve tartıya bir ticaret ahlâkı olarak bağlılık
ile bir inancın gereği olarak bağlılık arasında çok fark vardır. Bir inanç
gereği olarak ölçü ve tartıda dürüst davranan hem ticareti esas alanın
hedeflerine ulaşmakta, bunlardan ayrı olarak kalbin temizliğini elde etmekte
faaliyet sahası içinde yeryüzünün hedeflerinden daha yüce ufuklara
açılmakta, hayata bakış açısı ve ondan zevk alışı daha geniş alanlara
açılmaktadır.
Böylece İslâm aydınlık ufuklarına engin amaçlar ve
geniş alanlar doğru yolunda ilerlemekle beraber, yaşanan hayatın hedeflerine
de sürekli gözetip gerçekleştirmektedir.
ŞÜPHELERDEN ARINMIŞ
METOD
36- Bilmediğin şeyin
ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalp var ya, bunların hepsi konusunda
sorguya çekileceksiniz.
İşte bu kısa cümleler akıl ve kalp için mükemmel bir
yol göstermektedir. Bu yol insanlığın yeni yeni ulaşabildiği bilimsel metodu
da kapsamaktadır. Kalbin dürüstlüğünü ve Allah'ın kontrolünü buna ilave
etmektedir. İşte bu da İslâmı kuru akılcılık metodlarından ayıran en
belirgin özelliktir!
Bir haber, bir olay ve bir hareket hakkında kesin
hüküm vermeden önce ciddi bir araştırma yapılması Kur'an-ı Kerim'in çağrısı
gereğidir ve İslâmın hassas metodunun gereğidir. Kalp ve akıl bu yol üzere
hareket ettiğinde artık inanç dünyasında kuruntulara ve saçmalıklara meydan
verilmez. Hüküm, yargı ve sosyal ilişkiler dünyasında tahmine ve şüphelere
yer verilmez. Araştırma, deneyim ve bilim dünyasında yüzeysel hükümlere ve
kuruntuya dayalı teorilere meydan verilmez.
Modern çağda insanların bilime kazandırmış olduğu
saygınlık ve güven, Kur'an'ın kendisine bağlanılmasını istediği akli ve
kalbi saygınlık ve güveninin bir parçasından başka bir şey değildir. Kur'an
bu akıl ve kalbe verdiği güven ile, insanı kulağından, gözlerinden ve
kalbinden kulağı, gözü ve kalbi veren Allah'a karşı sorumlu tutar.
Bu organların, duyguların aklın ve kalbin güvenidir.
İnsan bu emanetten sorumludur. Organlar duygular, akıl ve kalbin tamamı
ondan sorulur. Bu öyle bir emanettir ki, insan ne zaman bir söz söylese, bir
olayı anlatsa bir kişi veya olay veyahut iş hakkında hüküm verse vicdanı
onun dikkati ve büyüklüğü karşısında tir tir titrer.
"Bilmediğin şeyin ardına düşme."
Kesin bir şekilde bilmediğin ve sağlıklı olduğunu
kesin tesbit etmediğin şeylerin ardına düşme. Bu söylenen bir söz, aktarılan
bir haber, yorumlanan bir olay, sebepleri belirlenen bir realite şer'i bir
hüküm veya inançla ilgili bir mesele olabilir.
Bir hadiste buyuruluyor ki:
"Zan ile hüküm vermekten sakınınız. Zira zan'da
bulunmak sözlerin en yalanıdır."
Ebu Davud'un Sünen'inde yeralan bir hadiste ise,
"İnsanın en kötü bineği zannı ölçü almasıdır."
Başka bir hadiste
"Yalanların en kötüsü kişinin gözleriyle görmediğini
onlara gördürmesidir."
İşte bu şekilde ayetler ve hadisler bu eksiksiz
mütekamil metodu yerleştirmek üzere yoğunlaşmaktadırlar. Bu eşsiz metod aklı
tek başına hükümlerini belirlemede araştırmalarını sağlamlaştırmada ölçü
olarak almaz. Aklın yanında kalbin düşüncelerini, direktiflerini,
duygularını ve hükümlerini de değerlendirir. Olayın bütün birimleri ve bütün
sonuçları kesin biçimde ortaya çıkarılıp sağlıklı sonuca varılmasını
engelleyen her türlü kuşku ve tereddüt ortadan kaldırılmadan önce dil,
tekbir söz söylemez. Tekbir olay aktarmaz. Tekbir rivayet nakletmez. Akıl
hiçbir konuda, hüküm vermez ve insan hiçbir işte kesin çözüme kavuşmaz.
"Bu Kur'an en doğru yola iletir."
Gerçekten de öyledir ve doğrudur.
DUYGULARIN TERBİYESİ
37- Yeryüzünde
şımarıklık taslayarak yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilirsin, ve ne de boyca
dağlara erebilirsin.
İnsan, kalbini bütün kullarına egemen olan yaratıcı
bilincinden boşalttığı zaman elindeki serveti, iktidarı, kuvveti veya
güzelliğiyle övünme. Böbürlenme hissine kapılır. Eğer elindeki tüm
nimetlerin Allah tarafından kendisine verildiğini, Allah'ın gücü karşısında
çok zayıf olduğunu hatırlayıp anlayacak olsa büyüklük taslaması söner,
böbürlenmesi iner. Yeryüzünde şaşkın ve şımarmış bir şekilde değil, olgun
bir şekilde gezinmeye başlar.
Kur'an-ı Kerim bu kendini beğenmiş, üstünlük
taslayan, gururlu insanı zayıflığı, acizliği ve basitliğiyle yüz yüze
getirir.
"Sen ne yeri delebilirsin, ve ne de dağlar kadar
yükselebilirsin."
İnsan bedeni itibariyle çok zayıf, çok cılızdır.
Allah'ın yaratmış olduğu büyük kütlelere ulaşamaz. O ancak Allah'ın
kuvvetiyle güçlüdür. Allah'ın ona verdiği üstünlük sıfatıyla üstündür.
Allah'ın kendisine üflediği soluk ile onurludur. İnsan ancak bu ruh
vasıtasıyla Allah'la iletişim kurabilir. O'nun gözetimi altında olduğunu
hissedebilir ve ancak bu şekilde O'nu unutmayabilir.
Kur'an'ın kendisine çağırmış olduğu kibir ve
böbürlenmenin ortadan kaldırılmasıyla oluşacak, alçak gönüllülük ve olgunluk
insanın Allah'a karşı ve insanlara karşı edebini takınması ile
gerçekleşecektir. Bu hem psikolojik ve hem de sosyal bir edeptir. Ancak
kalbi dar, uğraşıları basit olan kof insanlar, bu edebi bırakıp böbürlenmeye
ve kendini beğenmeye saplanabilirler. Böyle kimselerin şımardığından ve
nimetini inkâr ettiğinden dolayı Allah'ın sevmediği gibi, kabardığı ve
üstünlük tasladığı için de insanlar sevmezler.
Bir hadiste buyuruluyor ki:
"Kim Allah için alçak gönüllülük yaparsa, Allah onu
yükseltir. O kendi içinde basit bir insandır. Fakat insanların katında büyük
bir insandır. Kim de büyüklük taslarsa, Allah onu alçaltır, O kendi içinde
büyüktür. Fakat insanların katında basit birisidir. Hatta o bu haliyle
insanlara göre köpekten ve domuzdan daha adi bir yaratıktır. (Bu hadisi,
İbn-i Kesir tefsirinde rivayet etmiştir.)
Çoğunluğu kötü işler ve sıfatların yeralması ile
ilgili olan bu emirler ve yasaklar, Allah'ın bu kötü sıfatlardan
hoşlanmadığının ilan edilmesiyle sona ermektedir:
38- Saydığımız bütün
bu davranış ve tutumların kötü olanları, Rabbin tarafından çirkin ve iğrenç
sayılmışlardır.
Bu açıklama emrin ve yasağın kaynağına ilişkin bir
özetleme ve hatırlatmadır. Bu kaynağa göre Allah bu tür işlerin kötü
alanlarından hoşlanmamaktadır. Onların güzel ve emredilmiş olanlarını ise
sözkonusu etmemektedir. Zira, daha önce belirttiğimiz gibi, burada öncelikle
kötü sıfatların ve fiillerin yasaklanması üzerinde durulmaktadır.
Bu emirler ve yasaklar, aynen başta olduğu gibi,
bunların Allah'a, tevhid inancına bağlanması ve şirkten sakındırılmasıyla
sona ermektedir. Ayrıca yüce Allah'ın peygambere vahiy ile gönderdiği
Kur'an'ın bildirdiği hikmetlerden bazılarının bunlar olduğu açıklanıyor:
39- Bunlar, Rabbinin
sana vahiy yolu ile bildirdiği bazı hikmetlerdir. Sakın Allah'ın yanısıra
başka bir ilaha tapma. Yoksa yerilmiş ve Allah'ın rahmetinden kovulmuş
olarak cehenneme atılırsınız.
Bu başlangıcı andıran bir sonuçtur. İslâmın hayatı,
binasını üzerinde kurduğu ana ilkeye, Allah'ın bir kabul edilip, O'ndan
başkasına ibadet edilmemesi ilkesine doğrudan bağlıdır.
İkinci ders, Allah'ın birliği ve ona ortak koşma
yasağıyla başlamış ve yine aynı şeylerle sona ermiştir. İlk son arasında
hepsi de köklü tevhid ilkesine dayalı ve onun üzerinde yoğunlaşan
yükümlülükler, emirler, yasaklar ve davranış kuralları yeralmıştır...
Önümüzdeki bu ders ise, Allah'a çocuk ve ortak yakıştırma düşüncesini
reddetmek ile başlamakta, bu düşüncenin tutarsızlıklarını ve çelişkilerini
açıklamakta ve bütün bir evrenin tek olan yaratıcıya yönelmiş olduğunu
vurgulayarak sona ermektedir:
"Evrendeki her varlık O'nu överek tesbih eder."
Ayrıca ahirette herkesin tekbir yere ve tekbir
tarafa, yani Allah'a döneceği, yerdeki ve göklerdeki tüm varlıkları kuşatan
tek ilmin sadece Allah'ın ilmi olduğu ve bütün yaratıkların işlerinde
gönlünce tasarruf ve yetki sahibinin sadece Allah olduğu vurgulanıyor:
"Dilerse size merhamet eder, dilerse azaba
çarptırır."
Konunun akışı içinde şirke dayalı inanç sisteminin
bütün tutarsızlıkları ortaya konmakta, bu inanç yıkılıp gitmektedir.
Gizlisiyle, açığıyla, dünyası ve ahiretiyle bu varlık aleminde yüce Allah
yalnız başına ibadete, yönelişe kudrete, tasarrufa ve hüküm yetkisine tek
başına sahiptir. Bütün bir varlık alemin canlıların ve cansızların
katılımlarıyla gerçekleşen kapsamlı, kuşatıcı bir nitelik ile yaratıcısına
yönelmekte ve onu noksan sıfatlardan tenzih etmektedir.
ALLAH'IN YÜCELİĞİ VE
İNSANIN KÜSTAHLIĞI
40- Rabbiniz
oğulları size ayırdı da kendisi meleklerden kızlar mı edindi? Siz gerçekten
çok ağır; son derece küstahça bir söz söylüyorsunuz.
Bu olumsuzluğu ve aşağılamayı pekiştiren bir
sorudur. Onların "Melekler Allah'ın kızıdır" şeklindeki iddialarını
reddetmektedir. Yüce Allah, çocuktan ve arkadaştan münezzeh olduğu gibi,
ortak ve benzer birisinden münezzehtir. Bu soru şu açıdan da aşağılayıcıdır:
Onlar kızları erkeklerden daha aşağı gördükleri, fakirlik ve utanma
belasından dolayı kız çocuklarını öldürdükleri, melekleri dişi olarak kabul
ettikleri halde, bu kızları Allah'a nispet ediyorlardı!.. Böyle bir izafe
gerçekten komik olmaktadır. Madem ki, kızları ve erkekleri Allah
vermektedir. Öyleyse nasıl oluyor da, daha değerli olan erkekleri
kendilerine ayırıyor, Allah için daha değersiz kabul edilen kızları
bırakıyor!?
Bütün bu açıklamalar, onların bu iddialarında ne
kadar haksızlık ettiklerini sergilemek ve yaklaşımlarındaki tutarsızlığı ve
saçmalığı açıklamak içindir. Yoksa zaten mesele bütünü ile kökten
tutarsızdır.
"Siz gerçekten çok ağır, son derece küstah bir söz
söylüyorsunuz."
Çirkinliği ve iğrençliği açısından büyük,
cüretkârlık ve küstahlık açısından büyük, içindeki iftiranın dehşeti
açısından büyük, düşünülmesi ve doğrulanması açısından büyük bir söz.
41- Kâfirler öğüt
alıp, akıllarını başlarına toplasınlar diye bu Kur'an'da çeşitli uyarı
yöntemleri kullandık. Fakat bu farklı uyarılar onların gerçekten daha da
uzaklaşmalarından başka bir şeye yaramamıştır.
Kur'an-ı Kerim tevhid inancını getirmiştir. Bu inanç
sistemini yerleştirmek ve açıklamak için değişik yollar, çeşitli üsluplar ve
pek çok vasıtalar kullanmıştır.
"Öğüt alıp akıllarını başlarına toplasınlar diye."
Tevhidi hatırlatmada bulunma, fıtrata ve fıtratın
mantığına, ayrıca evrendeki doğal ayetlere ve olağanüstülüklere değinmenin
dışında başka bir eylem yapmaya ihtiyaç duymaz. Fakat onlar bu Kur'an'ı her
dinlediklerinde, nefretleri daha da artmaktadır. Kur'an'ın getirdiği inanç
sisteminden uzaklaşmaktadırlar. Hatta bizzat Kur'an'ın kendisinden de
kaçmaktadırlar. Şirk, kuruntu gibi kendi inandıkları saçma konular hakkında
Kur'an ayetlerinin gelmesinden korkmaktadırlar. Kızlar hikâyesi ve bunların
Allah'a izafe edilişi hakkındaki iddiaları, olduğu gibi ortaya konarak
onların bu iddialarının çelişkileri ve çıkmazları ifade edilmektedir. Ayrıca
sahte ilahlar hikâyesinde de onların iddialarını ortaya koymaktadır. Böylece
bu sahte ilahların var olduğu kabul edilse bile, bunların da Allah'a
yaklaşmaya çalışacakları ve bir yolunu bulup O'nun yoluna girecekleri kesin
biçimde belirtilmiş oluyor:
42- Ey Muhammed de
ki; Eğer müşriklerin dedikleri gibi evrende Allah'ın yanısıra başka ilahlar
olsaydı, bu ilahlar Arş'ın ve kesin egemenliğin sahibi olan Allah ile boy
ölçüşmenin yolunu ararlardı. "
Ayeti kerimede geçen "lev" edatı Arap dili
gramerinin uzmanları tarafından belirtildiği gibi bir şeyin asla
olmayacağını belirtmek için kullanılan bir olumsuzluk edatıdır. Çünkü mesele
bütünüyle imkânsızdır. Onların iddia ettiklerinin aksine, Allah ile birlikte
başka ilahlar yoktur. Onların çağırdığı ilahlar sadece Allah'ın
yaratıklarından birer yaratıktır. İsterse bu bir yıldız ve gezegen olsun,
ister bir insan veya bir hayvan olsun, isterse bitki veya cansız varlık
olsun farketmez. Bütün bu yaratıklar evrene hükmeden fıtrat gereği, yüce
yaratıcı olan Allah'a yönelmiş bulunmaktadır. Kendisine hükmeden ve ona göre
tasarruflarda bulunan ilahi iradeye boyun eğmektedir. Allah'ın kesin
yasalarına boyun eğmek ve iradesinin gereğini yerine getirmek suretiyle
Allah'a giden yolunu bulmaktadır.
"Bu ilahlar Arş'ın ve kesin egemenliğin sahibi olan
Allah ile boy ölçüşmenin yollarını ararlardı."
Burada Arş'tan söz edilmesi, yüce Allah'ın
müşriklerin Allah ile beraber ilah olduklarına inanıp, çağırdıkları bu
yaratıklardan tamamen yüce ve yüksek olduğunu ifade etmektedir. Zira bu
yaratıkların hepsi O'nun Arş'ı altındadır, O'nunla birlikte değil...
Bundan sonra O yüceliğiyle beraber Allah'ın noksan
sıfatlardan tenzih edilmesi yeralıyor.
43- Haşa, O, onların
saçma yakıştırmalarından uzaktır, yücedir, büyüktür.
Daha sonra surenin akışı içinde evrende bulunan
bütün varlıkları ve canlıları içeren eşsiz bir sahne çizilmektedir. Her şey
Allah'ın Arş'ı altındadır. Hepsi Allah'a yönelmektedir. Hepsi O'nu noksan
sıfatlardan tenzih etmekte ve O'na varmak için bir vasıta bulmaktadır.
44- Yedi kat gök,
yer ve buralardaki varlıkların tümü O'nu tenzih ederler, noksanlıklardan
uzak olduğunu dile getirirler. Evrendeki her varlık, O'nu överek tesbih
eder, fakat siz bu varlıkların tesbihlerini anlayamazsınız. Hiç kuşkusuz O,
kullarına karşı yumuşaktır, affedicidir.
Bu ifade bu koca evrende bütün atomların bir kalp
gibi attığını göstermektedir. Allah'ı noksan sıfatlardan uzaklaştıran
ifadelerle coşkun bir ruh halinde O'na doğru harekete geçmektedir. Bir de
bakmışsın ki, bütün bir evren hareket ve hayat içindedir. Yine bir de
bakmışsın ki, varlığın tamamı sevinç ve mutluluk içinde tek ses olarak O'nun
adını yüceltmekte, yüce ulu ve bir olan yaratıcıya doğru bir saygı içinde
yükselmektedir.
Kalp bu olayı zihninde, içinde canlandırdığında,
onun eşsiz bir kâinat tablosu olduğunu görecektir. Bütün taşlar ve bütün
çakıllar, bütün tohumlar ve bütün yapraklar, bütün çiçekler ve bütün
meyveler. Bütün bitkiler ve bütün ağaçlar. Bütün böcekler ve bütün
sürüngenler. Bütün insanlar ve bütün hayvanlar. Yeryüzünde bulunan bütün
canlılar. Suda yüzen bütün canlılar, havada uçan bütün canlılar. Bunun
yanında göğün sakinleri... Evet bütün bu varlıklar, Allah'ı noksan
sıfatlardan uzak görmekte ve yüceliği için de O'na yönelmektedirler.
Ruh arınıp, temizlendiğinde hareket halinde bulunan
veya yerinde duran varlıklara kulak verdiğinde, onların bir ruh ile
canlandıklarını ve Allah'ı tesbihe yöneldiklerini görecektir. Bu da ruhları
yüceler alemi ile iletişime geçmeye hazırlar. Bu varlığın sırlarından gafil
insanların kavrayamadıkları gerçekleri kavrarlar. Balçığın katılığının,
kalpleriyle vicdanı arasına girdiği gafiller bu evrendeki hareketli ve
hareketsiz her şeyde rahat gözlenen bu coşkulu hayatı göremezler.
"O kullarına karşı yumuşaktır, affedicidir."
Burada yumuşaklığın ve bağışlanmanın sözkonusu
edilmesi Allah'a övgü ile tesbihte bulunan bir kâinat kervanı içinde insanın
birtakım yanlışlıklar ve kusurlar yapabileceğini ortaya koymaktadır. Evren
böyle bir rùh ile donanmışken, insanlar inkâr içindedir, onların içinden
bazıları Allah'a ortak koşmakta, O'na kızlar izafe etmektedir. Bazıları O'na
övgüde bulunmak ve O'nu noksan sıfatlardan arındırmaktan habersizdir.
Halbuki insan bu evren içinde her şeyden daha çok Allah'ı noksan sıfatlardan
tenzih etme, O'na övgüde bulunma, O'nu tanıma ve birleme konumundadır. Eğer
Allah'ın yumuşaklığı ve bağışlayıcılığı olmasaydı, bütün insanlar üstün ve
iktidar sahibi birinin kıskıvrak yakalanışı gibi yakalanırlardı. Fakat O,
insanlara zaman tanımakta, hatırlatmakta, öğüt vermekte ve onları
sakındırmaktadır.
"O kullarına karşı yumuşaktır, affedicidir."
GÖREMEYEN GÖZLER VE
ALGILAYAMAYAN KALPLER
Kureyş'in ileri gelenleri Kur'an'ı dinliyorlardı.
Fakat yumuşamamaları için kalpleriyle mücadele ediyorlardı. etkilenmemesi
için fıtratlarını serbest bırakmıyor, dizginliyorlardı. Bunun üzerine yüce
Allah onlarla peygamber arasına bir perde koydu. Gizli bir perde, onların
kalpleri üzerine bir örtü gerdi. Artık Kur'an'ı anlayamazlardı. Kulaklarını
da sağır gibi yaptı. Bundan sonra onlar Kur'an'daki direktifleri
anlamıyorlardı:
45- Ey Muhammed, sen
Kur'an okurken, seninle ahirete inanmayanlar arasına görünmez bir perde
gereriz.
46- Kur'an'ı
kavramasınlar diye kalplerini bir kılıfla kaplarız ve kulaklarının işitme
yeteneğini zayıflatırız. Allah'ın ortaksız birliğini dile getiren Kur'an
ayetlerini okuduğun zaman arkalarını dönüp kaçarlar.
47- Onların seni
dinlerken ne maksatla dinlediklerini, sonra aralarında neler
fısıldaştıklarını ve o zalimlerin müslümanlara "Siz kesinlikle büyülenmiş
bir adamın peşinden gidiyorsunuz"dediklerini iyi biliyoruz.
48- Senin hakkında
nasıl benzetmeler, ne tür yakıştırmalar yaptıklarına baksana! Sapıttılar,
bir türlü doğru yolu bulamıyorlar.
İbn-i İshak "Siret" adlı eserinde Muhammed İbn-i
Müslim İbn-i Şıhab'tan o da Zühri'den rivayet ederek diyor ki: Ebu Süfyan
İbn-i Harb, Ebu Cehil İbn-i Şiham, müttefiki Zühre oğullarının Ahnes İbn-i
Şüreyk bin İmr İbn-i Vehbes Sakafi bir gece Peygamberi -salât ve selâm
üzerine olsun- dinlemek için buluştular. Peygamber bu arada evinde namaz
kılıyordu. Herkes okunan Kur'an'ı dinlemek için kendisine bir yer seçip
oturdu. Herbirinin diğerinden haberi yoktu. Şafak sökünceye kadar Kur'an'ı
dinlediler. Ondan sonra dağılıp gittiler. Yolda buluştular ve birbirlerini
kınayarak "beyinsizin biri bizi bu halde görürse bu halimiz onlar üzerinde
çok tesirli olacaktır" deyip gittiler. İkinci gece olunca her üçü de önceki
gece oturdukları yerlerine gelip oturdular. Bütün bir geceyi Kur'an
dinlemekle geçirdiler. Şafak atınca dağıldılar. Yine aynı yerde buluştular.
Tekrar birbirlerine önceki gece söylediklerini söylediler ve dağılıp
gittiler. Üçüncü gece aynı şekilde gelip yerlerine oturdular. Yine biraraya
geldiler. Birbirlerine "Bir daha gelmeyeceğimize söz vermedikçe buradan
ayrılmayacağız" dediler ve bu ilke üzerinde anlaşarak dağıldılar. Sabahleyin
Ahnes İbn-i Şureyk bastonunu alıp Ebu Süfyan İbn-i Harb'ın evine gitti. Ve
"Ey Ebu Hanzale söyle bakalım, Muhammed'den dinlediklerin hakkında fikrin
nedir? diye sordu. Ebu Süfyan "Ya Ebu Salebe, Allah'a yemin ederim ki, ben
bir kısmını bildiğim ve manasını anladığım şeyler dinledim. Yine bazı şeyler
dinledim ki: Onun anlamını bilmiyor ve onunla ne kastedildiğini de
anlamıyordum" dedi. Ahnes ise; "Bende öyle." Senin kendisine yemin ettiğin
ilah aşkına. Daha sonra Ahnes, Ebu Süfyan'dan ayrılarak Ebu Cehil'e gitti.
Onu evinde buldu. İçerde O'na "Ey Ebul Hakem Muhammed'den duydukların
hakkında görüşün nedir?" diye sordu. Ebu Cehil "Ne dinlemişim? dedikten
sonra şöyle devam etti. "Biz Abdilmenafoğulları'yla şeref konusunda mücadele
içindeyiz. Onlar yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar fedakârlık yaptılar biz
de fedakârlık yaptık. Onlar verdiler. Biz de verdik. Bu yarışta dizler
üzerine çökünceye kadar devam ettik. Biz bu konuda yarışa çıkmış iki at
gibiydik. Şimdi onlar "bizden bir peygamber çıktı, kendisine gökten vahiy
geliyor" diyorlar. Peki biz ne zaman buna ulaşacağız." Allah'a yemin ederim
ki, asla O'na inanmam, siz de asla ona inanmayın ve onu doğrulamayın. Bunun
üzerine Ahnes kalktı ve onu kendi haline bırakıp gitti.
İşte müşriklerin fıtratları Kur'an'dan bu derece
etkilendiği halde, onlar buna engel oluyorlardı. Kalpleri o tarafa doğru
kendilerini çekerken onlar, kalplerine engel oluyorlardı. Bu nedenle yüce
Allah da onlarla peygamber arasına gizli bir perde gerdi. Bu perde gözlere
görünmese de kalpler onun varlığını hissederler. Bir de bakmışsın ki, onlar
artık Kur'an'dan yararlanamıyorlar. Okudukları Kur'an'dan kendilerine pay
çıkarıp, doğru yola gelmiyorlar. İşte bu şekilde gizlice Kur'an'ın kendi
kalpleri üzerindeki etkisini konuşuyorlardı. Sonra da buna kulak vermemek
için komplolar düzenliyorlardı. Sonra tekrar onun etkisinde kalıyor, dönüş
yapıyorlardı. Sonra tekrar, gizlice konuşuyorlardı. Nihayet bir daha
dönmemek üzere antlaşma yapmak zorunda kalıyorlardı. Amaç kendilerini
kalpleri ve akılları etkisi altına alan, gerçekliğiyle büyülenen kimseleri
bu Kur'an'dan korumak ve onun etkisinden kurtarmaktı! Çünkü bu Kur'an'ın ana
eksenini oluşturan tevhid inancı, onların makamlarını ayrıcalıklarını ve
ululuklarını tehdit ediyordu. Bu nedenle ondan uzak kaçıyorlardı.
"Allah'ın ortaksız birliğini dile getiren Kur'an
ayetlerini okuduğun zaman arkalarına dönüp kaçarlar."
Kendilerinin sosyal konumlarını tehdit eden tevhid
kelimesinden kaçıyorlardı. Zira onların bu konumları putperestliğin
kuruntularına ve cahiliyenin geleneklerine dayanıyordu. Yoksa Kureyş'in
ileri gelenleri inanç sistemlerindeki tutarsızlıkları ve İslâm dinindeki
bütünlüğü herkesten daha iyi biliyorlardı. Kur'an'ın yüceliğini,
farklılığını ve üstün değerini fark edemeyecek kadar geri değillerdi. Aynı
şeyleri yapan bu insanlar Kur'an'ı dinlemek ve onun huzuruna ermek konusunda
kendi içlerinden gelen duygularına engel olamıyorlardı. Kalplerini ve
duygularını şiddetle engellemeye çalışırken bile bu gerçekten uzak
kalmamışlardı!
Fıtrat onları dinlemeye ve etkisinde kalmaya
sevkediyordu. Büyüklük ise, teslim olmayı ve boyun eğmeyi engelliyordu. Bu
nedenle Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- birtakım ithamlarda
bulunuyorlardı. Böylece büyüklük taslayışlarını ve inatlarını bir mazerete
dayandırmış oluyorlardı:
"O zalimler müslümanlara "Siz kesinlikle büyülenmiş
bir adamın peşinden gidiyorsunuz" diyorlardı."
Bu söz de tek başına onların Kur'an'dan
etkilendiklerini ortaya koymaktadır. Zira onda beşeri olmayan birtakım
özellikler hissediyorlardı. Onun kendi duygularına gizliden etki ettiğini
fark ediyorlar ve buna rağmen böyle diyeni büyücülük yapmakla suçluyorlardı.
Onun sözlerindeki bu hayret verici özelliği konuşmasındaki farklılığı ve
edebi ifadesindeki üstünlüğü büyüye bağlıyorlardı. Buna göre, Muhammed
kendiliğinden konuşmuyordu. Büyüden destek alarak beşer gücü olmayan bir
güçten yararlanıyordu. Eğer biraz insaf etselerdi, onun Allah katından
geldiğini söylerlerdi. Çünkü bunu ne bir insan ne de Allah'ın yarattığı
başka bir varlık söyleyebilirdi.
Sen büyülenmediğin halde ve sadece Allah'ın elçisi
olduğunu bilmelerine rağmen seni bir büyücüye benzetiyorlar. Böylece
sapıtıyorlar ve doğruya gelmiyorlar. Şaşkınlık içine düşüyorlar.
İzleyecekleri bir yol bulamıyorlar. Ne hidayete ulaştıracak bir yol ne de
içinde bulundukları kuşkulu durumlarından kurtaracak bir yol!
DİRİLİŞİ
YALANLAYANLAR
İşte onların Kur'an hakkında ve kendilerine Kur'an'ı
okuyan Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- hakkındaki görüşleri budur.
Aynı şekilde onlar dirilişi yalanlamış ve ahireti inkâr etmişlerdir.
49- Dediler ki; "Biz
kemik ve toz haline dönüştükten sonra diriltilerek yaradılışın yeni bir
aşamasına mı geçeceğiz?
50- Onlara de ki;
İster taş olunuz, ister demir olunuz.
51- İster (canlılık
olayı ile ilişkili olabileceğini) hafızalarınızın almadığı başka bir yaratık
olunuz. Diyecekler ki "Bizi kim yeniden diriltecek? De ki "Sizi ilk kere
yoktan vareden... O zaman şaşkın şaşkın başlarını sallayarak "Peki ne
zaman?" diyecekler. Onlara de ki; "Belki de yakında. "
Diriliş meselesi Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- ile müşrikler arasında uzun boylu tartışmalara neden
olmuştur. Kur'an-ı Kerim bu tartışmanın çoğunu dile getirmiştir. Aslında
hayatın ve ölümün yapısını, dirilişi ve mahşerin yapısını gözönünde
bulundurup değerlendirenler, onun gayet açık, sade, anlaşılır bir mesele
olduğunu göreceklerdir. Kur'ana Kerim bu aydınlıkta meseleyi defalarca
ortaya koymuştur. Fakat karşıdaki müşrikler meseleyi bu kadar açık ve bu
kadar sade bir biçimde düşünmüyorlardı. Bu nedenle bedenlerin çürüyüp yok
olmasından sonra tekrar dirilmeyi düşünmek zor geliyordu.
"Dediler ki; "Biz kemik ve toz haline dönüştükten
sonra diriltilerek yaradılışın yeni bir aşamasına mı geçeceğiz?"
Onlar, daha önceleri olmadıklarını sonra varolup
hayat kazandıklarım, tekrar diriltmenin ilk yaratılıştan zor olmadığını,
Allah'ın gücü karşısında hiçbir şeyin diğerinden zor olmayacağını, her şeyde
yaratma aracının aynı olduğunu, bunun da "Ol" demesi ve onun da meydana
gelmesi şeklinde olduğunu düşünmüyorlar. Dolayısıyla bir şeyin Allah
katındaki durumu O'nun insanlara göre zor da olsa kolay da olsa
farketmediğini bilmiyorlar. Allah'ın iradesi kendisine yöneldikten sonra her
şeyin aynı olduğunu anlamıyorlar.
Onların bu hayret edişlerine şu şekilde cevap
verilmişti.
Onlara de ki; "İster taş olunuz, ister demir olunuz.
İster (canlılık olayı ile ilişkili olabileceğini) hafızalarınızın almadığı
başka bir yaratık olunuz."
Kemik ve un ufak olmuş bedende bile yine de bir
insanlık kokusu, hayatı andıran birtakım olgular vardır. Demir ve taş ise,
bunlara göre canlılıktan daha uzaktır, onlara deniyor ki: İster taş olun
ister demir, ister taş ve demirden başka canlanmasını ve hayatın içine
gireceğini bir türlü düşünemediğin hayattan daha uzak bir varlık olun...
Allah sizi kesin diriltecektir.
Aslında onlar taş, demir veya başka bir varlık olma
imkânına sahip değiller. Fakat bu söz meydan okumak içindir. Ayrıca burada
onlar aşağılanmakta ve azarlanmaktadır. Çünkü taş ve demir cansız
varlıklardır, hissetmez ve etkilenmezler. Bu da onların düşüncelerindeki
donukluğu ve taşlaşmayı tasvir etmektedir!
"Bizi kim yeniden diriltecek diyecekler."
Kemik olduktan, un ufak olduktan veya daha fazla
sönmüş ve ölmüş başka bir yaratık olduktan sonra kim bizi tekrar diriltecek?
"De ki sizi ilk kez yoktan vareden diriltecek."
Bu cevap problemi açık ve kolay anlaşılabilecek,
sade bir düşünce biçiminde ortaya koymaktadır. Buna göre onları ilk olarak
yoktan vareden, onları tekrar diriltme gücüne de sahiptir. Fakat onlar
bundan yararlanmıyor ve ikna olmuyorlar.
"O zaman şaşkın şaşkın başlarını sallayacaklar."
Aşağı veya yukarı sallayarak alaylı ve reddeder bir
tavır ile:
"Peki o ne zaman?" diyecekler.
Bu olayın uzak bir ihtimal olduğunu belirtmek, inkâr
etmek için böyle diyecekler.
"Onlara de ki: Belki de yakında."
Peygamber onun ne zaman meydana geleceğini kesin
bilmiyor. Fakat onların sandıklarından herhalde yakındır. Onların bu
yalanlama ve alaya almaya dayalı gafletleri dikkate alınırsa, onların bugün
korkmaları daha çok yerinde olurdu!
Sonra o günün kısa bir sahnesine yer veriliyor:
52- 'O gün Allah
sizi çağırınca kendisine hamdederek çağrısına uyarsınız ve dünyada çok kısa
bir süre kaldığınızı sanırsınız. "
Bu, dirilişi inkâr eden ve onu yalanlayanların
halini tasvir eden bir sahnedir. Ayağa kalkmışlar çağıranın çağrısına kulak
veriyorlar. Dilleri Allah'a övgüler yağdırma çabasındadır. Onların bu sözden
ve cevaptan başka hiçbir sözleri yoktur.
Bugünü bütünü ile inkâr eden, hatta Allah'ı da inkâr
eden bu insanların verdikleri bu cevap gerçekten ilginçtir. Orada "Allah'a
hamdolsun Allah'a hamdolsun" demekten başka cevapları yoktur.
O gün gölgenin dürüldüğü gibi, dünya hayatı dürülür.
"Dünyada çok kısa bir süre kaldığınızı sanırsınız."
Dünyanın bu şekilde canlandırılışı muhatapların
gönlünde onun değerini azaltmaktadır. Bir de bakmışsın ki, dünya küçük,
küçücüktür. Artık onun gönüllerde bir gölgesi, duygularda bir tablosu
kalmamıştır. O bir an geçip giden bir dönem, dönüşen bir gölge ve kısa süren
bir yararlanmadır.
MÜ'MİNLERİN AHLÂKI
Surenin akışı içinde. diriliş ve mahşeri yalanlayan,
Allah'ın ve Peygamberin kesin bildirdiği şeylerle alay eden, başlarını
sallayarak reddeden, saldırıya geçen kimselerin durumları ortaya konduktan
sonra Allah'ın mü'min kullarından söz edilmeye geçiliyor. Peygambere -salât
ve selâm üzerine olsun- verilen direktif ile her zaman güzel söz söylemeleri
ve sürekli güzeli konuşmaları emrediliyor:
53- Mü'min kullarıma
de ki; konuşurken en güzel sözleri söylesinler. Çünkü şeytan aralarındaki
havayı gerginleştirir. Hiç kuşkusuz, şeytan insanın açık düşmanıdır.
"Mü'min kullarıma de ki: Konuşurken en güzel sözleri
söylesinler."
Genel olarak ve her alanda söylenecek sözlerin en
güzelini seçip söylesinler... Böylece şeytanın aralarındaki sevgi bağını
bozmasını engellesinler. Çünkü şeytan kardeşler arasında kullanılan sert
sözler aracılığıyla bir sürtüşme çıkarmak, bunun arkasından gelecek bir kötü
karşılık verme ile de aralarındaki sevgi, dostluk, uyum havasını, ayrılık,
sertlik ve düşmanlığa dönüştürmek ister. Güzel söz ise, kalplerin yaralarını
sarar, katılıklarını yumuşatır ve onları güzel bir sevgi etrafında toplar.
"Hiç kuşkusuz şeytan insanın açık düşmanıdır."
İnsanın ağzından çıkan bir sözü, dilinin
sürçmelerini özellikle yakalamaya çalışır. Kişi ile kardeşi arasında bu
şekilde kin ve düşmanlık tohumlarını ekmeğe çabalar. Güzel söz ise, bu
gedikleri kapatır, yolunu keser. Kardeşliğin dokunulmazlığını, saygınlığını
sürtüşmelerden ve körüklemelerden korur.
SİZİ EN İYİ BİLEN
ALLAH'TIR
Bu kısa yönelişten sonra surenin akışı tekrar
çağırıldıklarında Allah'a hamdederek karşılık verecekleri kıyamet gününde
akıbetlerinin ne olacağına ilişkin açıklamalara dönüyor. Burada her şeyin
akıbetinin Allah'ın elinde olduğu görülüyor. Dilerse bağışlar, dilerse azap
eder. Onlar Allah'ın hükmüne bırakılmışlardır. Peygamber onlardan sorumlu
değildir. O,ancak bir elçidir:
54- Ey insanlar,
Rabbiniz sizi herkesten iyi bilir. Dilerse size merhamet eder, dilerse azaba
çarptırır. Biz seni onların davranışlarının sorumlusu olarak göndermedik.
55- Rabbin gerek
göktekileri (melekleri) ve gerekse yerdekileri (insanları) herkesten iyi
bilir.
Sınırsız bilgi Allah'a aittir. O kendi ilmiyle
insanların her halini bildiği için kime merhamet edeceğini kime de azap
edeceğini ona göre belirler. Mesajı ulaştırdıktan sonra peygamberin görevi
biter.
Yüce Allah'ın eksiksiz bilgisi, yerde ve göklerde
varolan meleklerin peygamberlerin, insanların ve cinlerin hepsini kuşatır.
Allah'dan başkasının ne olduklarını, değerinin ve derecesinin ne olduğunu
bilemediği varlıkları da kapsamına alır.
İşte yüce Allah, yaratıkların gerçekliklerine
ilişkin bu sınırsız bilgisi ile bazı peygamberleri bazılarından üstün
kılmıştır.
"Biz bazı peygamberleri diğerlerinden üstün kıldık."
Bu ancak Allah'ın sebeplerini bilebileceği bir üstün
kılmadır. Bu üstün kılmanın dış görünümleri ise daha önce Fi Zilâl'in üçüncü
cüzünde "Biz bu peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık."
(Bakara Suresi 253) ayetinin yorumunda ele alınmıştı. Dileyen oraya baksın.
"Davud'a Zebur'a verdik."
Bu yüce Allah'ın peygamberlerine verdiklerinin bir
örneğidir ve üstün kılmanın da görünümlerinden biridir. Zira kitap ehli bir
zaman diliminde yaşayan belli bir kuşağın gördüğü maddi mucizelerden daha
kalıcıdır.
MÜŞRİKLERE MEYDAN
OKUMA
Çocuk ve ortak koşma düşüncesini reddetme ile
başlayan yalnız yüce Allah'a yönelinmesi gerektiğini, O'nun bilgisi ve
kulların akıbetlerine hükmetmesiyle eşsiz olduğunu açıklayan bu ders,
Allah'dan başka ortaklar olduğunu sananlara meydan okuyuş ile sona eriyor.
Eğer Allah onlara bir azap dilerse Allah'ın
kendilerine dokundurduğu bu azabı gidermek için uydurdukları sahte
tanrılarını çağırsınlar bakalım. Bu azabı ne başlarından savabilirler ne de
başka birine dokundurabilirler.
56- Müşriklere de
ki: "Allah dışında ilah olduklarını sandığınız putları imdada çağırınız
bakalım. Onlar, başınızdaki belayı ne giderebilirler ve ne de başka birine
aktarabilirler. "
Allah'ın dışında hiçbir varlık sıkıntılarını
gideremez. Başlarına gelecek bir felaketi değiştiremez. Kulların kaderini
ellerinde bulunduran sadece Allah'dır. Onlara kesin bildiriyor ki: Melek
olsun, cin olsun, insan olsun, çağırdıkları tüm ilahlar, Allah'ın yarattığı
varlıklardan başka bir şey değiller. Bunlar da Allah'a varacak bir yola
muhtaçlar. O'nun rızasını elde etme yarışındalar, O'nun azabından
sakınırlar. Zaten bu azabın gerçek mahiyetini bilen ondan sakınır ve korkar.
57- İmdada çağrılan
bu ilahların Allah'a en yakın o/anları dahil olmak üzere hepsi Allah'a
yaklaşmanın yolunu ararlar. O'nun rahmetini diler ve azabından korkarlar.
Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur.
Onlardan bazıları Hz. Üzeyr'e Allah'ın oğlu diyor ve
ona tapıyorlardı. Banları Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu diyor ve ona
tapıyorlardı. Bazıları meleklere Allah'ın kızları diyor ve onlara
tapıyorlardı. Bazıları da daha başka varlıklara tapıyorlardı. Allah onların
hepsine diyor ki: Sizin çağırdığınız bu yaratıklar, bunların en ileri
olanları Allah'a bir vasıta arar ki, O'na kulluk yapıp kendisine yakın
olsun. Rahmetine umut bağlasın. Bunların hepsi de Allah'ın azabından korkar.
Gerçekten de Allah'ın azabı çetindir. O'ndan sakınmak ve korkmak gerekir.
Öyleyse sizlerin de O'na yönelmeniz ne güzel olur. Nitekim sizin Allah
dışında birer ilah olarak kabul ettiğiniz yaratıklar Allah'ın kullarıdırlar.
O'nun rızasını elde etmeye çalışırlar.
İşte bu şekilde ders şirk ilkesine dayalı inanç
sisteminin bütün şekilleriyle tutarsızlığını ortaya koyarak ilahlık, ibadet
ve yönelişte yalnız O'na yönelinmesi gerektiğini belirterek başlıyor ve aynı
şeyleri vurgulayarak sona eriyor.
İNSANLIĞIN
BELİRLENEN AKİBETİ
Bundan önceki bölüm, kulların akıbetlerini belirleme
yetkisinin yalnız Allah'a ait olduğunu, dilerse onlara merhamet edeceğini,
yine dilerse onları cezalandıracağını belirten, sahte ilahlarının onları
kendilerinden bir sıkıntı savamayacaklarını ve durumlarını
değiştiremeyeceklerini yerleştirerek sona ermişti.
Burada ise, bütün insanlığı bekleyen akıbetin
Allah'ın ilminde ve takdirin de belirlendiği biçimde açıklanıyor. Bu akıbet,
bütün şehirlerin kıyamet gününden önce ölüme ve yok oluşa varmalarıdır. Veya
onlardan bazılarının azabı hakettiklerinde azaba uğratılmalarıdır. Canlı
olan her varlık eninde sonunda şu iki sonuçtan birine varmak durumundadır.
Ya yatağında ölecek veya azap ile yok olacaktır.
Bazı şehir haklarının başına gelen azap nedeniyle
konunun akışı içinde Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
peygamberliğinden önce bazı peygamberlerin eliyle gerçekleşen mucizelere
değinilmektedir. Bu tür mucizeler Hz. Muhammed'in peygamberliği sırasında
gerçekleşmemiştir. Zira daha önce bu mucizelerin gösterildiği milletler,
onları yalanladılar. Doğru yola gelmediler. Bu yüzden yok edildiler. Kökten
yoketme ise, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- ümmeti için
takdir edilmemişti. Bu nedenle Allah onu somut mucizelerle göndermemişti.
Zaten mucizeler daha önceki milletleri, korkutmak amacına yönelikti.
Mucizeler gönderildiği zaman yalanlayan milletlerin helâk edileceği
anlatılıyordu.
Yüce Allah, Hz. Peygamberi, insanların şerrinden
korumuş ve onların kendisine bir zarar vermelerini engellemişti. Allah İsra
mucizesinde insanları denemek için ona gerçek şeyler göstermişti. Hz.
Peygamber bu olayı, daha önceki peygamberliklerde olduğu gibi, bir mucize
olarak onlara sunmadı. Ayrıca onları cehennemin ortasında gördüğü Kur'an'da
lanetlenmiş ağaçlar, zakkum ağacı ile korkuttu. Bu korkutması da
azgınlıklarını arttırmaktan başka işe yaramadı. Öyleyse mucizeler ancak
onların azgınlıklarını arttırırdı.
İşte bu konular anlatılırken Hz. Adem ile şeytanın
kıssasına yer veriliyor. Burada yüce Allah'ın İblis'e salih kullarının
dışında Ademoğulları'nı azdırması iznini verdiği belirtiliyor. Salih
kullarını Allah, şeytanın etkisinden ve aldatmasından korumuştur deniyor. Bu
kıssa ile insanı azgınlığa ve inkâra ileten ve ayetler üzerinde düşünmekten
alıkoyan sapıklığın asıl nedenleri ortaya konuluyor.
Burada yüce Allah'ın insanlara verdiği nimetleri
hatırlatılarak ve onların bu nimetleri şımarma ve inkâr ile karşıladıkları
ifade edilerek, insanın vicdanı harekete geçirilmek isteniyor. İnsanların
sadece sıkıntıya ve dara düştüklerinde Allah'ı hatırladıkları belirtiliyor.
Denizde dara düştüklerinde O'na sığındıkları, onları karaya çıkardığında
ise, O'na ibadetten kaçındıkları anlatılıyor. Halbuki Allah onları hem
karada, hem denizde yakalama gücüne sahiptir! Yüce Allah insanları
onurlandırmış ve pek çok yaratıklarından üstün kılmıştır. Buna rağmen
insanlar, Allah'a şükretmiyor ve O'nun nimetlerini anmıyorlar.
Bu ders bir kıyamet sahnesi ile sona eriyor. O gün
kendi elleriyle işlediklerinin karşılığını göreceklerdir. Çünkü hiç kimse,
kendi eliyle kazandığının dışında bir kurtuluş yoluna sahip değildir.
KAÇINILMAZ SONUN
TASVİRİ
58- Kıyamet gününden
önce her şehri ya yıkacak ya da ağır azaba uğratacağız. Bu hüküm kitapta
yazılıdır.
Allah'ın takdirine göre, kıyamet günü gelmeden önce
yeryüzünde hayat izi kalmayacaktır. Bu belirlenen kıyamet gününden önce her
canlı yok olacaktır. Aynı şekilde işlemiş oldukları günahlar yüzünden bazı
şehir halkları da azap ile yok edileceklerdir. Bu Allah'ın bilgisinde
değişmez bir gerçektir. Yüce Allah şu anda olanları bildiği gibi, gelecekte
olacak şeyleri de bilir. Çünkü Allah'ın bilgisi açısından olmuş ve olacak
her şey aynıdır.
Daha önceleri peygamberlere somut mucizeler
verilirdi. Amaç, peygamberlerin doğrulanmalarını sağlamak, yalanlamaları
durumunda helâk edileceklerini belirterek sakındırmaktı. Ne var ki, bu
mucizelere inanma yeteneğine sahip kimselerin dışında inanan olmadı.
İnkârcılar ise, zamanlarındaki bu mucizeleri yalanlamışlardı. İşte bu
nedenle son peygamber, bu mucizelerle desteklenmemişti:
59- Bizi somut
mucizeler ortaya koymaktan alıkoyan sebep, daha önceki milletlerin bu tür
mucizeleri yalanlamaları (ve bu yüzden ağır azaba çarptırılmayı
haketmeleridir) Semudoğulları'na açık mucize olarak deveyi verdik. Fakat ona
karşı zalimce davrandılar. Biz somut mucizeleri sadece insanları korkutmak
için ortaya koyarız.
İslâmın mucizesi Kur'an'dır. Kur'an hayat için
eksiksiz bir sistem belirlemektedir. Kalbe, düşünceye hitap etmekte ve
bozulmamış fıtratın ihtiyaçlarına cevap vermektedir. Birbirini izleyen
kuşakların kıyamet gününe kadar okuyup iman etmeleri için bu kitap
apaçıktır. Maddi mucizelere gelince, bunlar sadece insanlığın bir kuşağına
hitap ederler. Ve sadece bu kuşağın olaya şahit olanlarıyla sınırlı kalır.
Bununla beraber bu mucizeleri görenlerin çoğu,
onlara iman etmemişlerdir. Konumuzun içinden Semud kavmi bu olaya örnek
gösterilmektedir. Semud kavmi kendi istekleri ve açık tebliğleri sonucu
kendilerine dişi devenin mucize olarak gönderildiği toplumdur. Bu mucizeyle
onlar kendilerine zulmettiler. Ve kendi kendilerini felâketin kucağına
attılar. Böylece Allah'ın mucizeyi inkâr edenleri yoketmeye ilişkin sözü de
doğrulanmış oldu. Mucizeler, uyarmak ve korkutmak içindir. Bunların
gelişinden sonra ihtilaf edenlerin yok edilecekleri kesindir.
İnsanlığın bu deneyimleri, son peygamberliğin
mucizesiz gönderilmesini gerektirmiştir. Çünkü bu peygamberlik, sadece
onunla muhatap olan bir neslin değil, gelecekteki tüm kuşakların
peygamberliğiydi. Ayrıca bu, insanlığın olgunluğa eriştiği sırada gönderilen
peygamberliğiydi. Kuşak-kuşak insanlığın tüm duygularına hitap ediyordu.
İnsanın temel özelliği olan ve bu nedenle Allah'ın onu pek çok
yaratıklarından üstün kıldığı kavrayışına ve anlayışına değer veriyordu.
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
eliyle gerçekleşen İsra ve Miraç gibi olağanüstü olaylara gelince, bunlar
peygamberliği doğrulayan mucizeler olarak ele alınmamıştır. Sadece
insanların denenmesi ve sınanmasına yöneliktir.
60- Ey Muhammed,
hani sana "Rabbin insanları (Mekkeli müşrikleri) kuşatma altına aldı "
dedik. (O gece) sana gösterdiğimiz görüntüleri ve Kur'an'da adı geçen
lanetlenmiş ağacı da sırf insanlara bir sınav konusu olsun diye ortaya
koyduk. Onları korkutuyoruz ama bu korkutmalarımız azgınlıklarını
arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.
İsra olayından sonra peygambere iman edenlerin bir
kısmı dinden dönmüştü. Bir kesim ise dininde direnmiş ve inancını
arttırmıştı. İşte bu nedenle yüce Allah'ın kuluna bu gecede gösterdiği rüya
(insanlar için bir deneme) olmuştu. İmanları için bir sınav niteliğindeydi.
Yüce Allah'ın insanları kuşatma altına alışına gelince bu Allah'ın
peygamberine zafer vadetmesi ve kendisini onların saldırılarından koruması
anlamına geliyordu.
Peygamber, Allah'ın kendisine verdiği bu sözü onlara
bildirmiş ve kendisine gösterilen apaçık gerçekleri onlara anlatmıştı.
Gördüğü gerçeklerden biri de Allah'ın yalanlayıcıları korkutmak amacıyla
sözkonusu yaptığı zakkum ağacı idi. Onlar bu haberi yalanlamışlar ve hatta
Ebu Cehil: "Bize hurma ve kaymak getirin. Sonra bunları bir ondan, bir
bundan yiyerek zıkkımlanın! Bize göre zakkum bundan başka bir şey değildir!"
diye alay etmişti.
Eğer somut mucizeler ve peygamberlerin eliyle
gerçekleşen harika olaylar önceki peygamberliklerde olduğu gibi Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğinin de işareti
olsaydı acaba bu toplumun durumu ne olurdu? Bu toplum İsra mucizesini ve
zakkum ağacıyla tehdit edilişini hiçe saymış ve bu girişimler onların
azgınlığını daha da arttırmaktan başka bir şeye yaramamıştı?
Yüce Allah onları katından göndereceği bir azap ile
yoketmeyi istemediğinden onlara harika bir mucize göndermemişti. Zira
Allah'ın iradesi mucizeleri yalanlayanları yoketmeyi gerektirmiştir.
Kureyş'e gelince onlara zaman tanımı Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut ve
Hz. Şuayb'ın toplumları gibi onları hemen cezalandırmayı dilememiştir. Bu
sırada peygambere karşı çıkanların bir kısmı daha sonra iman etmiş ve İslâm
ordusunda seçkin askerler olmuşlardı. Àyrıca gerçek mü'minlerin arasına
girenleri de vardır.
İslâmın mucizesi olan Kur'an, Hz. Muhammed'in
bulunduğu -salât ve selâm üzerine olsun- kuşağının açık kitabı olduğu gibi,
ondan sonraki nesillerin de apaçık kitabıydı. Peygamber zamanına ve
arkadaşlarına ulaşmamış pek çok kimseler O'na iman ettiler. Ya Kur'an
okuyarak veya Kur'an okuyan bir:ne arkadaş olarak. Kur'an tüm nesiller için
apaçık bir kitap olmaya devam edecektir. Henüz gayb aleminin derinliklerinde
bulunan insanlar gelip onunla yollarını bulacaklardır ve onlardan öyleleri
çıkabilir ki, bunların imanları daha sağlam, amelleri daha düzgün olabilir.
Kendisinden önceki pek çok müslümandan daha fazla İslâma itaat edebilir...
YÜCELER ALEMİNDEN
MESAJLAR
Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- gördüğü
gerçekler ve orada gezip gördüğü alemler ve şeytanlara uyanların gıda
maddesini oluşturan lânetli ağacın gölgesinde mel'un şeytanın sahnesi
yeralıyor. Burada İblis sapıkları aldatacağına ilişkin tehditler savurmakta,
kendi kendine söz vermektedir:
61- Hani meleklere
"Adem'e secde ediniz " dedik. Hepsi secde etti, yalnız İblis emrimize karşı
geldi ve "Ben çamurdan yarattığın bir canlıya hiç secde eder miyim " dedi.
62- İblis dedi ki;
"Benden üstün tuttuğun şu canlıyı görüyor musun? Eğer bana kıyamet gününe
kadar mühlet verirsen, onun soyunu, pek az bir bölümü dışında, avucumun
içine alıp mahvederim.
63- Allah dedi ki:
"Defol git. Onun soyundan kim sana uyarsa onlarla senin ortak ve yeterli
cezanız cehennemdir.
64- Gücünün
yettiklerini sesinle ayartıp siperlerinden çıkar, atlılarını ve piyadelerini
nara attırarak, üzerlerine çullandır, mallarına ve evlâtlarına ortak ol,
onlara çeşitli vaadler yap, şeytanın insanlara yaptığı vaadler aldatmacadan
başka bir şey değildir.
65- Benim gerçek
kullarıma gelince, senin onlar üzerinde hiçbir nüfuzun yoktur. Allah, onlar
için yeterli koruyucudur.
Burada sapıkların aldatılmasına sebep olan asıl
nedenler ortaya konmaktadır. Bu sahnenin burada sunuluşuyla insanlar,
sapıklığın nedenlerini gördükten sonra ondan sakınmaları gerektiğini
belirtiliyor. Bu sahneyle onlar kendilerinin ve atalarının baş düşmanı olan
şeytanın sapıklıkla kendilerini tehdit ettiğini ve bu tavrının öteden beri
süregelen ısrarından kaynaklandığını görüyorlar:
"Hani meleklere "Adem'e secde ediniz" dedik, hepsi
secde etti, yalnız İblis emrimize karşı geldi ve "Ben çamurdan yarattığın
bir canlıya hiç secde eder miyim dedi."
İblis'in Hz. Adem'i kıskanması, Adem'in çamurdan
olan bedenini sözkonusu edip, Allah'ın bu çamura soluk üflemesini gözardı
etmesine neden olmaktadır!
İblis, bu yaratığın zayıflığını ve saptırılmaya
müsait olduğunu ileri sürerek utanmadan diyor ki:
"Benden üstün tuttuğun şu canlıyı görmüyor musun?"
Katında benden üstün gördüğün şu yaratığı görüyor
musun?
"Eğer bana kıyamet gününe kadar süre tanırsan, onun
soyunu pek az bir kesimi dışında, avucumun içine alıp mahvederim."
Onlara egemen olurum. Onları kuşatırım, Dizginlerini
elime alırım. Onlara avucumun içindeymiş gibi hükmederim.
İblis, insanın kötülüğe ve sapıklığa karşı eğilimi
olduğu gibi iyiliğe ve doğru yola da eğilimi olduğunu görmezlikten geliyor.
Allah'a bağlılığı devam ettiği sürece hep yükseldiğini, yüceldiğini, kötülük
ve sapıklıktan kendisini koruduğunu hesaba katmıyor. Bu yaratığın en
belirgin özelliğinin bu olduğunu anlamıyor. Halbuki insan bu iradesi ile
tekdüze bir yeteneği bulunan, bu nedenle bir yoldan başkasına giremeyen,
girdiği yolda iradesiz olarak ilerleyen yaratıklardan çok ileri geçmektedir.
Bu olağanüstü yaratığın sırrı "irade"dir.
Allah'ın iradesi bu kötülük ve sapıklık elçisine
dizgini vermeyi diliyor ki, insanoğluna ne yapacaksa yapsın diye.
"Allah dedi ki: Defol git. Onun soyundan kim sana
uyarsa onlarla senin ortak ve yeterli cezanız cehennemdir."
"Git ne hünerin varsa göster. Git, onları azdırmana
izin verildi. Onlar akıl ve irade ile donatılmışlardır. Sana hem
uyabilirler, hem de uymayabilirler. "Onun soyundan kim sana uyarsa" içindeki
sapıklık yeteneği doğruyolu bulma yeteneğine üstün gelir. Rahmanın çağrısını
bırakıp, şeytanın çağrısına uyar, Allah'ın evrendeki mucizelerinden,
gönderilen peygamberlerinden ve ayetlerinden habersiz kalırsa ?"Onlarla
senin ortak cezanız cehennemdir." Senin ve sana uyanların cezası budur. Bu
"yeterli bir cezadır."
"Gücünün yettiklerini sesinle ayartıp siperlerinden
çıkar, atlılarını ve piyadelerini onların üzerine sal."
Bunlar saptırma ve kuşatmanın, kalplere, akıllara ve
duygulara egemen olma yöntemlerinin canlandırılmasıdır. Bu büyük bir savaş
meydanıdır. Burada bağırtılar, atlılar, piyadeler, savaşların ve meydan
okuyuşların metoduna uygun olarak kullanılmaktadır. Burada ses, düşmanın
sabrını taşırmak ve onları sağlam kalelerinden dışarı çıkarmak için
kullanılıyor. Veya kurulmuş olan tuzağa, planlanmış olan taktiğe ulaşmaları
için onlara bir süre tanınıyor. Tahrike kapılıp ortaya çıktıklarında atlılar
onları yakalıyor ve piyadeler etrafını kuşatıyor!
"Mallarına ve çocuklarına ortak ol."
Bu ortaklık cahiliyenin putperest kuruntularında
şekillenmektedir. Çünkü onlar sahte ilahlarına yani şeytana mallarından bir
pay ayırıyorlardı, yine çocuklarından veya kölelerinden bu ilahlara yani
şeytan adına adaklarda bulunuyorlardı. Lat'ın kulu, Menat'ın kulu gibi.
Bazan da "Abdulharis" (şeytanın kulu) isminde olduğu gibi çocuklarını
şeytana adarlardı!
Şeytanın bu ortaklığı haram yoldan elde edilen mal
veya haksız yerde kullanılan veya günah uğruna harcanan para gayri meşru
yoldan edinilen her çocuk da İblis'in ortaklığının simgesidir. Bunlarda
şeytanın ortaklığı vardır.
Bu ifade de, şeytan ile izleyicileri arasında
hayatın temel iki dayanağı olan mallar ile çocukları kapsayan bir ortaklık
sözleşmesini tasvir etmektedir. İblis vasıtaların hepsini kullanma iznini
almıştır. Aldatıcı, kandırıcı sözler vermesi de bunlar arasındadır.
"Onlara çeşitli vaadlerde bulun. Şeytanın insanlara
verdiği vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir."
Cezadan ve kısastan kurtulma vaadi, haram yollarla
zengin olma vaadi, haram yollar ve çirkin yöntemlerle üstün gelme ve
başarıya ulaşma vaadi gibi... Herhalde şeytanın verdiği sözler içinde en
aldatıcı olanı günah ve hatadan sonra bağışlanacağına ilişkin sözdür.
Doğrudan ve açık yolla kandırılması mümkün olmayan pek çok kalbi, şeytan bu
yolla çok rahat avlayabilmektedir. Bu sağlam dirençli insanlara yumuşak
biçimde yaklaşır, onlara günahları güzel gösterir, ilahi rahmetin
genişliğini ve ilahi af ve bağışlamanın kapsayıcılığını telkin edip günaha
sürükler.
Git, sana eğilim duyanları aldatabilmen için sana
izin verilmişti. Fakat bir de kendilerine hiçbir şey yapamayacağın kimseler
vardır. Zira onların sığındıkları kaleleri vardır. Bu kaleleri kendilerini,
senden, atlılarından ve piyadelerinden korur!
"Benim gerçek kullarıma gelince, senin onlar
üzerinde hiçbir nüfuzun yoktur. Allah onlar için yeterli koruyucudur."
Kalp Allah'a bağlandığında, ibadet ile O'na
yöneldiğinde kopmayan sağlam kulpa yapıştığında, ruhunda yüce soluk harekete
geçerek aydınlanıp, parladığında... Artık Allah'a bağlı bu kalbin ve iman
nuru ile aydınlanmış bu ruhun üzerinde şeytanın bir tesiri olamaz.
"Rabbin onlar için yeterli vekildir."
Korur, yardım eder ve şeytanın hilelerini boşa
çıkarır.
Şeytan yola koyulup verdiği sözleri yerine getirmeye
kullarını emri altına almaya çalışır. Fakat buna rağmen Rahmanın kullarına
dokunamaz. Zira şeytanın onlar üzerinde hiçbir tesiri yoktur.
NANKÖR İNSAN
İşte şeytanın insanlar için planladığı kötülükler ve
eziyetler bunlar. Buna rağmen bazı insanlar bu şeytana uyarlar. Ona kulak
verirler. Allah'ın çağrısına ve doğru yoluna kulak asmazlar. Halbuki Allah
onlara merhamet eder, yardım eder, doğru yolu gösterir, yaşayışlarını
kolaylaştırır, kendilerini sıkıntı ve üzüntüden kurtarır. Zorlu ve sıkıntılı
durumlarda onların çağrısına karşılık verir... Buna rağmen bakarsın ki,
onlar yüz çeviriyorlar ve inkâra kalkışıyorlar.
66- Rabbinizin size
sunduğu nimetleri arayasınız diye gemileri denizde yüzdüren O'dur. Hiç
şüphesiz O, size karşı pek merhametlidir.
67- Eğer denizde
başınıza bir bela gelirse, Allah dışında imdada çağırdığınız ilahlar
ortalıkta görünmez olur. Allah sizi kurtarıp karaya çıkarınca O'na sırt
çevirirsiniz. İnsan gerçekten son derece nankördür.
Konunun akışı içinde sergilenen bu sahne, denizdeki
gemi sahnesi sıkıntı ve zor anlarının bir örneğidir. Böyle bir ortamda
Allah'ın elini hissetmek daha kolay ve daha etkilidir. Denizin ortasında bir
odun ya da maden parçasının dalgalar ve akıntılar tarafından kuşatılmasının
manzarası insanların Allah'ın kudret eli üzerindeki bu noktaya can havliyle
sarılışı manzarası!
Yüreğin ta derinliklerinde hissedilen gemideki her
sarsılışın, her titreyişin korku ve dolu kalpler tarafından algılanan bir
manzaradır bu. Geminin küçük veya büyük olması, durumu değiştirmez. Bu gemi
Transatlantik dahi olsa bazı durumlarda denizin dev dalgaları karşısında
rüzgârın önündeki tüy gibi çaresiz kalırlar! Bu ifade ürpertici bir şekilde
kalplere dokunmaktadır. Bu ifadeyle denizdeki. gemilerin Allah'ın eliyle
hareket ettiği, O'nun nimetlerinden yararlanmaları için çalıştıkları
insanlara hissettirmektedir.
"Hiç şüphesiz O size karşı pek merhametlidir."
Rahmet burada, buna benzer durumlarda kalplerin en
çok hissedip, ihtiyaç duyduğu bir olgudur.
Sonra bu huzur ve rahat ortamı korku ve sıkıntıyla
dolu bir hale dönüşmektedir. Bu sırada dalgalar arasında yuvarlanan geminin
yolcuları Allah'ın dışındaki her gücü, her dayanağı ve her kurtarıcıyı
unutuyorlar. Bu tehlike anında sadece O'na yöneliyorlar. O'ndan başka
kimseye yalvarmıyorlar:
"Allah dışında imdada çağırdığınız ilahlar ortalıkta
görünmez."
Fakat insan bildiğimiz insandır. Sıkıntılardan
kurtulup, ayakları yere basınca, yerin sertliğini hissedince hemen sıkıntı
zamanını unutur. Allah'ı da unutur. İstek ve arzular başına üşüşmeye,
ihtiraslar kendisini çember içine almaya, tehlikenin temizlediği fıtratını
tekrar örtmeye çalışırlar:
"Allah sizi kurtarıp, karaya çıkarınca, O'na sırt
çevirirsiniz. İnsan gerçekten son derece nankördür."
Kalbini Allah'a bağlayıp aydınlatan ve parlatanlar
hariç.
Burada konunun akışı içinde ele alınan daha önceki
deniz tehlikesinin tasviri ve bu tehlikenin karada da kendilerini
bulabileceğini veya tekrar denizde böyle bir tehlikeyle karşılaşabileceği
hatırlatılıp, tasvir edilmesiyle muhatapların vicdanları ve duyguları
harekete geçirilmek isteniyor. Gerçek güvenin ve emniyetin ne denizde ne de
karada, ne coşkun dalgalar ve fırtına şeklinde esen rüzgârda, ne de sağlam
sığınaklarda ve konforlu evlerde olduğunu, gerçek güven ve rahatın Allah'ın
koruması ve himayesi altında gerçekleşebileceğini hissettirmek içindir.
68- Allah'ın sizi
karadayken yerin dibine geçirmeyeceğinden ya da üzerinize taş
yağdırmayacağından emin misiniz ki, bu olayların arkasından bir koruyucu
bulamazsınız.
69- Ya da Allah'ın
sizi tekrar denize döndürüp üzerinize şiddetli bir kasırga estirmek
suretiyle kâfirliğinizden ötürü sizi boğmayacağından emin misiniz ki, böyle
bir olay üzerine bizden tazminatınızı isteyebilecek birini bulamazsınız.
İnsanlık her an ve her yerde Allah'ın kontrolü
altındadır. Onlar denizde Allah'ın kontrolünde oldukları gibi, karada da
O'nun kontrolündedirler. Dolayısıyla insan nasıl güven içinde olduğunu
hissedebilir. Onlar Allah'ın depremler ve volkanik patlamalarla, yahutta
Allah'ın kudretine boyun eğen başka sebeplerle yerin dibine geçirilmekten
nasıl emin olabilirler? Onlar üzerlerine volkanlardan fışkıran bir dağ
patlamasına yakalanıp kaynar sular, çamurlar ve taşlarla yakılmaktan nasıl
emin olabilirler? Böyle bir durumda onlar Allah'dan başka kendilerini
koruyacak ve bu felâketi başlarından savacak hiç kimse bulamazlar, yokolup
giderler.
Yahut onlar tekrar denize döndüklerinde Allah'ın
üzerlerine büyük bir fırtına göndermesinden tayfalarını yokedip, gemilerini
parçalamasından küfürleri ve yüz çevirmeleri nedeniyle orada boğdurmasından
nasıl emin olabilirler? Bu durumda onların peşine kim takılabilir ve onları
boğulmaktan kurtarabilir?
İyi bilelim ki, bu insanları Rabblerine karşı nankör
yapan ve O'ndan yüz çevirten sonra da O'nun yakalayıp cezalandırmasından
emin kılan gafletin ve nankörlüğün ta kendisidir. Halbuki onlar dara
düştüklerinde sadece ona yönelirler. Kurtulduktan sonra ise, O'nu unuturlar.
Sanki Allah'ın onları yakalayabilecek tek fırsatı budur, bundan başka Allah
onları kıskıvrak yakalayamaz!..
İNSANA SUNULAN İKRAM
Yüce Allah insan denen şu yaratığı, yarattığı pek
çok varlıktan üstün kılmıştır. Bünyesi ve bedeni itibariyle onu onurlu bir
şekilde yaratmıştır. Onun fıtratında çamur ile ilahi soluğu birleştirmiştir.
Böylece insanın bünyesinde yer ile gök biraraya gelmiştir! ..
Yine yüce Allah insanın fıtratına yerleştirdiği
yeteneklerde de onu şereflendirmiştir. İnsan bu yetenekleri ile yeryüzünde
değişiklik yapabilir, yer değiştirebilir, inşa faaliyetlerine girebilir,
üretimle uğraşabilir, birtakım şeyleri birleştirirken, bazılarını
çözümleyebilir. Böylece hayat için takdir edilen olgunluk derecesine
ulaşabilir.
Allah insana yerdeki doğal kuvvetleri emrine vererek
ve bunu gezegenlerdeki ve yıldızlardaki doğal güçlerin desteğiyle
genişletmek suretiyle de ona ikramda bulunmuştur.
Bütün bir kâinatın koca ihtişamıyla onu
karşılamasıyla da onu şereflendirmiştir. Bütün meleklerin karşısında secdeye
kapandığı bu toplantı esnasında yüce yaratıcı olan Allah bu insana ikramda
bulunduğunu ilan etmektedir.
Allah'ın bu ikramını, yücelerin yücesinden yeryüzüne
gönderilmiş, sonsuza dek kalacak olan kitabi Kur'an'da, insanın bu
onurlandırılışının tümüyle yeralması da onun için ayrıca bir şereftir.
70- Biz
Ademoğulları'nı gerçekten çeşitli ayrıcalıklarla donattık. Onlara karada ve
denizde taşıtlar sağladık, kendilerine temiz besin maddeleri bağışladık,
onları yarattığımız diğer canlıların çoğundan üstün kıldık. "
"Onlara karada ve denizde taşıtlar sağladık."
Karada ve denizde taşıtların sağlanması yasaların
hizmete verilmesi ve onların insan hayatının yapısına ve bünyesine
yerleştirilen yeteneklere uygun düşecek biçimde ayarlanmasıdır. Eğer bu
yasalar insanın yapısına uygun şekilde ayarlanmasaydı, insan hayatı
sözkonusu olamazdı. Çünkü insanın hayatı karada ve denizdeki doğal etkenlere
oranla çok zayıf ve cılız kalmaktadır. Fakat insan orada yaşayacak güç ile
donatılmıştır. Burada onu rahat kullanmasını sağlayacak yetenekler kendisine
verilmiştir. Bütün bunlar, Allah'ın nimetleridir.
"Kendilerine temiz besin maddeleri bağışladık."
İnsanlar Allah'ın kendisine vermiş olduğu güzel
rızıkları zamanla alışkanlık oluşturduğu için unutur. Bu güzelim nimetlerin
değerini bilmez. Ancak bunlardan mahrum kaldığında onların değerini anlar.
Bu sırada istifade ettiği nimetlerin değerini takdir eder. Fakat yine de
tekrar eski haline döner ve unutur gider. İşte güneş, işte hava, işte su,
işte sağlık, işte hareket edebilme gücü, işte duyu organları, işte akıl,
işte yediğimiz-içtiğimiz ve gördüğümüz şu nimetler... İşte emrimize verilmiş
olan şu uçsuz bucaksız kâinat ve içindeki sınırsız güzellikler...
"Onları yarattığımız diğer canlıların çoğundan üstün
kıldık."
Bu uçsuz, bucaksız yeryüzündeki hakimiyeti O'na
vererek O'nu buraya halife kılarak, kendisini üstün kıldık. Ayrıca Allah'ın
mülkünde şu yaratıklar arasında onu en üst düzeye çıkaran fıtratına
yerleştirilmiş yeteneklerle donatmak suretiyle de insana lütufta bulunduk.
HESAP GÜNÜ
Yüce Allah'ın ikramlarından biri de insanın kendi
kendisini idare edebilmesidir. Niyetinin ve yaptıklarının sonuçlarına
katlanmasıdır. İşte insanı insan yapan yegâne özellik budur. Yöneliş
özgürlüğü ve kişisel sorumluluk. İşte insan bu dünyada bu özelliğinden
dolayı halifelik görevine getirilmiştir. Dolayısıyla yönelişinin ve
çalışmasının karşılığını hesap gününde görmesi adaletin gereğidir.
71- Biz o gün bütün
insan gruplarını önderleri ile birlikte huzurumuza çağırırız. Kimlere amel
defterleri sağ taraftan verilirse, onlar defterlerini sevine sevine okurlar.
Onlara kıl kadar haksızlık edilmez.
72- Bu dünyada
gerçekler karşısında kör olan kimse ahirette de kör, doğru yoldan sapmışlık
oranı da daha büyük olur.
Bu sahne bütün yaratıkların toplandığı günü
canlandırmaktadır. Burada her topluluk kendi adıyla işlemiş oldukları
"yolun" adıyla çağrılmaktadır. Veya kendisine uymuş oldukları peygamberin
adıyla yahutta dünya hayatında lider olarak gördükleri önderlerinin adıyla
çağrılmaktadır. Çağrılıyor ki, dünyada yaptıklarının yazılı belgesi kitap
teslim edilsin ve ahiret yurdundaki cezaları kendilerine bildirilsin...
Orada kimin amel defteri sağ taraftan verilirse, o bu kitabıyla sevinir, onu
okur ve okutur. Mükafatı da eksiksiz biçimde verilir. İsterse bir hurma
çekirdeğinin ortasındaki çizgi kadar olsun! Dünyada doğru yolun kanıtlarını
görmeyenler, ahirette de iyilik yolunu görmeyeceklerdir. Daha da sapık
olacaklardır. Cezaları ise bellidir. Fakat ayetlerin akışı bu korkunç
kalabalığın canlandırıldığı sahnede insanların halini tasvir ediyor. Kör bir
adam yolunu şaşırmış, yürümeye çabalıyor. Kendisine yol gösterecek kılavuz
bulamıyor. Yolunu bulabilmesi için başka bir imkânı da yok. Bu kör adam bu
şekilde tasvir edildikten sonra öylece bırakılıyor. Onun hakkında kesin bir
hüküm verilmiyor. Zira böyle korkunç ve zorlu bir ortamda körlük ve sapıklık
sahnesi zaten başlı başına dehşet verici ve kalpleri ürperten bir cezadır!
PEYGAMBERİN KİŞİLİĞİ
İsra suresinin bu son bölümü surenin ana eksenini
oluşturan konu üzerinde duruyor. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun-
kişiliği, toplumunun kendisine karşı takındığı tavır, peygamberin getirdiği
Kur'an ve bu Kur'an'ın özellikleri.
Bu bölümde, müşrikler peygamberimizi, Allah'ın
indirdiği bazı şeylerden vazgeçirmek için giriştikleri çalışmalarına işaret
ederek başlıyor. Onların, peygamberi Mekke'den çıkarmak istemeleri ve Allah
onu müşriklerin tuzaklarından ve saldırılarından koruması ele alınıyor.
Çünkü yüce Allah daha önce onlara zaman vermeyi ve önceki milletler gibi
onları yokedici azap ile cezalandırmamayı takdir etmiştir. Eğer onlar
peygamberi yurdundan kovmuş olsalardı, yüce Allah'ın peygamberlerini sürgün
eden toplumlara karşı değişmeyen yasasına uygun olarak yokedilirlerdi.
İşte bu nedenle Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- yoluna devam etmekle emrolunuyor. Rabbine namaz kılması,
O'nun gönderdiği Kur'an'ı okuması, Allah'a niyazda bulunup kendisini,
girdiği yere doğruluk!a girmeyi, çıktığı yerden doğrulukla çıkmayı ve kendi
katından destekleyici bir güç vermesi için dua etmesi isteniyor. Hakkın
gelişini ve batılın yokoluşunu ilan etmesi emrediliyor. İşte bu Allah'a
bağlılık, O'nu müşriklerin oyunlarına karşı kendisini koruyan zaferi ve
egemenliği garanti eden silahıdır.
Sonra Kur'an'ın görevi açıklanıyor. O kendisine iman
edenlere bir şifa ve rahmettir. Yalanlayanlar için ise bir azap ve cezadır.
Kâfirler dünyada bu Kur'an'dan rahatsız olup işkence çektikleri gibi,
ahirette de bu nedenle azaba uğrayacaklardır.
Rahmet ve azaptan söz edilmişken konunun akışı
içinde bir de insanların rahmet ve azap durumlarındaki sıfatlarına
değiniliyor. Nimet içinde insan şımarır ve yüz çevirir. Cezaya
çarptırıldığında ise, ümitsizlik, çaresizlik içinde bocalayıp durur. Buna
ilave olarak gizli bir tehdit yeralıyor. Her insana kendi karakterine uygun
iş yapması için özgürlük veriliyor ki, ahirette cezasını çeksin.
Müşriklerin ruh hakkında peygambere soru sormaları
nedeniyle insanın bilgisinin az ve yetersiz olduğu belirtiliyor. Ruh yalnız
Allah'ın bilebileceği gayb konularından biridir. Onu kavramak insan gücünün
sınırları içinde değildir... Kesin bilgi yüce Allah'ın peygamberine
gönderdiği vahiydir. Bu vahiyde onun kendi lütfundandır. Eğer o dileseydi
böyle bir lütufta bulunmayabilir ve kimse de O'na hesap soramazdı. Fakat O
rahmetinin ve lütfunun gereği olarak peygamberine bu vahyi indirmiştir.
Daha sonra başlı başına mucize olan Kur'an'ın bir
benzerini tüm insanlar ve cinler biraraya gelseler ve bu konuda
yardımlaşsalar dahi yapamazlar deniyor. Yüce Allah'ın Kur'an'ı her akla ve
her kalbe hitap edebilmesi için çeşitli doğru yol belgeleriyle donattığı ve
çeşitli özellikleri belirtiliyor... İşte bu özellikleri taşıyan Kur'an dahi
Kureyş kâfirlerine yetmiyor,peygambere başvuruyorlar, basit maddi mucizeler
istiyorlar. İstiyorlar ki, Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun yerden
kaynaklar çıkarsın veya kendisinin som altından bir evi olsun. Ayrıca da ha
da inatlaşarak insanın özelliklerinden olmayan birtakım şeyler istiyorlar.
Peygamberin onların gözleri önünde göğe çıkmasını oradan okuyabilecekleri
somut bir kitap getirmesini veya gökten bir azap gönderip kendilerini
yoketmesini istiyorlar. İnkârlarında ve inatlarında daha da ileri giderek
Allah'ı ve melekleri getirip karşılarına koymasını teklif ediyorlar!
Surenin akışı içinde kıyamet sahnelerinden biri daha
sunuluyor. Burada müşriklerin bu inatlarının ve ahireti yalanlamalarının
cezası olarak kendilerini bekleyen akıbeti tasvir ediliyor. Çürüdükten ve
kemik haline geldikten sonra dirilişi inkâr etmelerinin cezası sergileniyor.
Onların inatçılığına dayanan teklifleri hafife
alınıyor. Ve deniyor ki: Eğer onlar Allah'ın rahmetinin bekçileri dahi
olsalar beşeri olan cimrilikleri yakalarını bırakmaz. Bitmez-tükenmez
hazinelerin eriyeceği korkusuyla cimrilik yaparlar! Bununla beraber onlar
isteklerinde ve tekliflerinde hiçbir sınır tanımazlar.
Onların birtakım mucizeler istemeleri konu
edilirken, Hz. Musa'nın gösterdiği bazı mucizelere değiniyor. Firavun ve
kavmi bu mucizeleri yalanlamış. Bilindiği gibi yüce Allah yalanlayanları
yoketmeye ilişkin yasası uyarınca da yokedilmişlerdi.
Bu Kur'an'a gelince O, sürekli ve gerçek bir
mucizedir. Kur'an milletin ihtiyaçlarına uygun olarak bölümler halinde
indirilmişti. Toplumu hazırlıyor ve eğitiyordu. Daha önceki milletlerin hem
iman hem de ilim sahibi olanları Kur'an'ın gerçek olduğunu anlıyor ona boyun
eğiyor ve bağlanıyorlardı. Ona iman edip teslim oluyorlardı.
Sure, Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun-
yalnız Allah'a kulluk yapmaya, O'nu noksan sıfatlardan uzak görmeye ve
kendisine övgüde bulunmaya teşvik eden bir direktif ile sona eriyor. Nitekim
sure, Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmak ve O'nu tenzih etmekle
başlamıştı.
TASARLANAN OYUNLAR
73- Ey Muhammed,
müşrikler az kalsın seni, indirdiğimiz vahiyden ayırıp adımıza başka sözler
uydurmanı sağlıyorlardı, eğer bunu başarabilselerdi, seni dost
edineceklerdi.
74- Eğer sana
direnme gücü vermeseydik, azıcık onlara yanaşmak üzereydin.
75- Eğer onlara
yanaşsaydın sana dünya hayatının ve ölüm ötesinin azabını katlayarak
tattırırdık da bize karşı kendine yardım edebilecek hiç kimse bulamazdın.
76- Gerçi müşrikler
seni tedirgin ederek, bıktırarak Mekke'den çıkarmak amacındadırlar, ama o
takdirde senden sonra orada ancak kısa bir süre kalabilirler.
77- Senden önce
gönderdiğimiz peygamberlere ilişkin değişmez yasamız bu yolda işleye
gelmiştir. Bizim yasamızın değiştiğini göremezsin.
Burada müşriklerin Peygambere -salât ve selâm
üzerine olsun- karşı hazırladıkları oyunlar dile getiriliyor. Bu oyunların
ilki onların peygamberimizi Allah'ın kendisine vahyettiği gerçeklerden
saptırıp, O'nun adına iftirada bulunmasını sağlamaktı. Halbuki Peygamber
doğru sözlü ve güvenilir bir kimseydi.
Onlar çeşitli metodlar deneyerek bu amaçlarına
varmak istediler... bu tekliflerden biri "Sen bizim ve atalarımızın bağlı
bulundukları ilahları eleştirme, biz de senin ilahına kulluk yapalım."
Bu tekliflerden biri de bazılarının: "Allah nasıl
Kâbe'yi kutsal saymışsa, sen de bizim yurdumuzu kutsal sayarsan sana uyarız"
demeleridir.
Bu tekliflerden biri de: "Onlardan bazılarının
fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine bir oturum ayırmasını
istemeleridir...
Ayeti kerimeler, detaylara girmeden bu girişimlere
değiniyor. Yüce Allah'ın, peygamberi bu gerçek üzerinde sağlamlaştırması ve
onu saptırmalardan koruması ile O'na nedenli büyük bir lütufta bulunduğunu
hatırlatıyor. Eğer Allah'ın desteği ve koruması olmasaydı onlara biraz
meylederdi. Onlar da kendisini dost edinirlerdi. Sonuçta müşriklerin
tekliflerini kabul ettiği için cezaya çarptırılırdı. Bu ceza hem hayatta hem
de ölümden sonra katlanılacak olan bir cezadır. Bu durumda onların hiçbiri
kendisine yardım edemez ve onu Allah'ın cezasından koruyamazdı.
Yüce Allah'ın peygamberini etkisinden kurtardığı bu
girişimler, her zaman iktidar sahiplerinin dava adamlarını, yoldan çıkarmak
için başvuracağı girişimlerdir. Az da olsa onları. davanın doğru yolundan ve
sağlam metodundan saptırma girişimleri sürekli sözkonusudur. Dava
sahiplerini yoldan saptırma uğruna ufak bir taviz için büyük servetleri feda
ederler. Bazı dava sahipleri bu tekliflere kanabilirler. Zira bunun çok
basit bir ödün olduğunu görürler. Yani iktidar sahipleri dava adamlarının
davalarını bütünü ile bırakmasını istemezler. Tüm istedikleri, ufak tefek
birtakım değişikliklerdir. Böylece her iki tarafın da yolun ortasında
buluşma imkânını bulurlar. Şeytan dava sahiplerine, bu kanaldan sokularak
davanın istikbali için birtakım ödünler verme karşılığında da iktidar
sahiplerine, kazanmaları gerektiğini düşündürebilir!
Halbuki, yolun başında ufak bir ödün, küçük bir
sapma yolun sonuna varıncaya kadar köklü, büyük bir sapmaya yolaçar. Küçük
de olsa davanın bir parçasından vazgeçmeyi, basit de olsa davanın bir
tarafını gözden çıkarmayı kabul edebilen bir dava adamı daha önce vermiş
olduğu bu ödünü durdurma imkânını kaçırmış olur. Zira bir adım geri
çekildikçe teslim olma eğilimi daha da artar. Burada sorun davaya bir bütün
olarak inanma sorunudur. Ne kadar küçük de olsa, davanın bir parçasından
vazgeçebilen, ne kadar önemsiz de olsa davanın bir tarafını gözden
çıkarabilen bir kişinin davasına gerçek anlamda iman ettiği söylenemez.
Davanın her tarafı, her yönü inanmış insanın gözünde aynıdır. Bu tarafı da
diğer tarafı gibi gerçektir. Davanın içinde "olmasa da olur" diye bir şey
yoktur. Dava her yönü ile birbirini tamamlayan bir bütündür. Bir parçasını
yitirdiğinde tüm özelliklerini yitirmiş olur. Herhangi bir bölümünü yitiren
dava, bir elementini yitiren bir bileşim gibi hiçbir özelliğini koruyamaz!
İktidar sahipleri, dava sahiplerine, dava erlerine
yavaş yavaş sokulurlar. Dava erleri herhangi bir noktada ufak bir taviz
verdiklerinde saygınlıklarını ve sağlamlıklarını yitirirler. Artık iktidar
sahipleri pazarlığın sürmesi ve fiyatın arttırılmasıyla davanın tamamını
teslim alabileceklerini öğrenmiş olurlar!
Basit ve değersiz de olsa davanın herhangi bir
tarafını, iktidar sahiplerini kendi safına çekmek amacı ile gözden çıkarmak
davanın zafere ulaşmasında iktidar sahiplerine dayanma ihtiyacı duymak
ruhsal (psikolojik) bir bozgundur/yıkılıştır. Mü'minler ise davalarında
yalnız Allah'a dayanmak durumundadırlar. Bir kere yıkılış/mağlûbiyet
gönüllerin derinliklerine kadar indi mi, artık bu yıkılış asla zafere
dönüştürülemez!
İşte bu nedenle yüce Allah, peygamberin kendisinin
göndermiş olduğu vahiy üzerinde sağlamlaştırmak, onu müşriklerin
tuzaklarından korumak, az da olsa, onlara dayanmaktan uzaklaştırmak ile çok
büyük bir lutufta bulunmuştur. Onlara dayanmanın akıbetinden yani dünya ve
ahiretin azabından, yardımcı ve destekçiden yoksun kalmaktan rahmetiyle onu
korumuştur.
Müşrikler, Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun-
bu oyuna getirmekten aciz kalınca, O'nu yurdu olan Mekke'den sürgün etmeye
giriştiler. Fakat yüce Allah daha önce Kureyş'i yokederek
cezalandırmayacağını bildiği için, peygamberine oradan göç etmesini vahiy
ile bildirdi. Eğer onlar Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- baskı
ve zorla sürgün etselerdi dünyada cezalandırmayı haketmiş olurlardı:
"O taktirde senden sonra orada ancak kısa bir süre
kalabilirlerdi."
Bu, Allah'ın yürürlükte olan değişmez yasasıdır:
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere ilişkin
değişmez yasamız bu yolda işleye gelmiştir. Bizim yasamızın değiştiğini
göremezsin."
Yüce Allah bu yasayı, sürekli geçerli olan değişmez
bir ilke yapmıştır. Zira peygamberleri yurtlarından sürgün etmek kesin
biçimde cezalandırmayı gerektiren bir suçtur. Bu evrene değişmez yasalar
hükmetmektedir. Kişisel bir duruma göre değişiklik göstermez. Bu evrene
hükmeden yasalar gelip-geçici tesadüfler değildir. Evren, sabit, sürekli
işleyen yasalar tarafından idare edilmektedir. Yüce Allah Kureyş'i yüce bir
hikmet gereği olarak peygamberlerinin mesajlarını yalanlayan önceki
milletler gibi, maddi bir felâket ile yoketmeyi dilemediğinden,
Peygamberimizi maddi harikalar ve mucizelerle göndermemiş, onların da O'nu
zorla sürgün etmelerini takdir etmemiştir. Aksine O'na hicret etmesini vahiy
ile bildirmiştir. Böylece Allah'ın yasası da değişmeden yoluna devam
etmiştir.
HAKKIN ZAFERİ,
BATILIN YIKILIŞI
78- Ey Muhammed,
güneşin batmaya yöneldiği andan, gece kararıncaya kadar namaz kıl ,
sabahleyin Kur'an okumayı da ihmal etme. Çünkü sabahleyin okunan Kur'an'ı
izleyen (melek)ler vardır.
79- Gecenin bir
bölümünde sırf sana mahsus bir nafile olmak üzere Teheccüd ibadetini yap ki,
belki Rabbin seni "övülmüş makam "a erdirir.
80- De ki; "Ey
Rabbim, bir yere girerken oraya doğru olarak girmemi ve bir yerden çıkarken
oradan doğruluk ilkesine bağlı olarak çıkmamı nasip eyle. Bana kendi
katından destekleyici bir güç ver. "
81- De ki; "Hak
geldi, batıl yokoldu. Zaten batıl yokolmaya mahkumdur. "
82- Kur'an'da
mü'minler için şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz. Fakat bu ayetler
zalimlere sadece yeni yıkımlar, yeni kayıplar getirirler.
Ayette geçen "dülükûş-şems" kavramı, güneşin batmaya
yüz tutmasıdır. Buradaki namaz emri sadece peygamberi ilgilendirmektedir.
Farz namazlara gelince, bunların Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- mütevatir hadisleri ve tevatüre dayalı ameli sünneti tarafından
belirlenen vakitleri vardır. Bazıları "dülükûş-şems" kavramını güneşin
gökyüzünün tam ortasından batıya doğru kaymasıdır. "Gasak" ise gecenin
başlangıcıdır derler. "Fecir Kur'an'ını" da sabah namazı diye yorumlarlar.
Ve bu ifadelerden beş vakit namazın vakitlerini çıkarırlar. Bunlar: Öğle,
İkindi, Akşam, Yatsı güneşin gökyüzünde tam ortaya dikildikten sonra batıya
kayıp gecenin başlangıcına kadar süren zaman diliminde kılınan namazlardır
ve sabah namazıdır. Bunlara göre sadece gece kılınan teheccüt namazı
peygambere mahsustur. O bu namazı kılmakla yükümlüdür ve bu onun için bir
nafiledir -fazlalıktır-. Biz birinci görüşün daha doğru olduğuna taraftarız.
Buna göre, bu ayetlerde sözkonusu edilen her şey, Peygamberimize -salât ve
selâm üzerine olsun- mahsustur. Farz namazların vakitleri ise, kavli ve
fiili sünnet ile sabittir.
"Ey Muhammed, güneşin batmaya yöneldiği andan gece
kararıncaya kadar namaz kıl."
Güneşin batmaya yüz tuttuğu andan itibaren gecenin
başlangıcına ve karanlığın çöküşüne kadar namaz kıl.. Sabah Kur'an'ını
oku...
"Sabahleyin Kur'an okumayı da ihmal etme."
Bu her iki zaman diliminin kendilerine özgü
özellikleri vardır. Bu iki zaman dilimi gündüzün gelişi ve gecenin gelişi
ile gecenin gidişi ve gündüzün gidişidir. Bu iki zaman diliminin insan ruhu
üzerinde derin etkileri vardır. Çünkü gecenin gelişi ve karanlıkların
çöküşü, aydınlığın doğuşu ve karanlığın açılması gibidir. Bu her ikisi de
kalbi ürpertir. Her ikisi de bir an dahi durmayan ve bir kerecik dahi olsun
şaşmayan evrenin yasaları üzerinde düşünüp, değerlendirme zamanıdır. Şafağın
ilk aydınlığında, serinliğinde, ruhu okşayan meltemlerinde, her şeyi kuşatan
sessizliğinde, sakinliğinde, aydınlıkla açılışında hareket ile
atışında,hayatı teneffüs edişinde Kur'an okumanın -namaz gibi- derin
etkileri vardır duygular üzerinde.
"Gecenin bir bölümünde de sırf sana mahsus bir
nafile olmak üzere onunla teheccüd ibadeti yap."
Teheccüt gecenin ilk saatlerinde bir süre yattıktan
sonra kılınan namazdır. "onunla" kelimesindeki "O" zamirinden amaç,
Kur'an'dır. Zira Kur'an namazın ruhu (özü) ve temelidir/direğidir.
"Belki Rabbin seni övülmüş bir makama erdirir."
Bu namaz, bu Kur'an, bu Kur'an ile yapılan teheccüd
ve Allah'a olan bu devamlı bağlılıkla... İşte insanı "övülmüş makama"
götüren yol budur. Allah'ın elçisi ve O'nun tarafından tercih edilmiş,
seçilmiş olan Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- Rabbinin
ulaşmasına izin verdiği `övülmüş makama' (Bazı rivayetlerde bu makamın
kıyamet gününde şefaat etme makamı olduğu belirtiliyor.) kavuşabilmesi için
namaz, teheccüd ve Kur'an'a yapışmakla emredildiğine göre, onun dışında
kalan insanlar kendilerine layık görülen derecelerdeki makamlarına kavuşmak
için bu vasıtalara daha fazla muhtaç olurlar... İşte yol budur. Ve işte yol
azığı da budur.
"De ki; "Ey Rabbim, bir yere girerken oraya doğru
olarak girmemi ve bir yerden çıkarken oradan doğruluk ilkesine bağlı olarak
çıkmamı nasip eyle. Bana kendi katından destekleyici bir güç ver:"
Bu, yüce Allah'ın elçisine öğrettiği bir duadır.
Peygamber bununla dua edecek ve ümmetine Allah'a nasıl yalvaracaklarım,
nasıl yöneleceklerini öğretecektir. Bir yere girerken ve bir yerden çıkarken
doğruluk ilkesinden şaşmamaya ilişkin bir duadır bu. Bütün bir yolculuğun
hepsini kuşatmaktadır. Başlangıcını ve bitiş noktasını, başını ve sonunu
başı ve sonu arasında geçen her aşamasını kapsamaktadır. Müşrikler
peygamberi oyuna getirip Allah'ın kendisine gönderdiği
bazı ilkelerden vazgeçirmek ve bazı ilkeleri de
Allah adına O'nun ağzından uydurmak istediklerinden, burada
doğruluk-dürüstlük kavramının sözkonusu edilmesinin çok önemli bir yeri
vardır. Ayrıca doğruluğun kendisine özgü bir etkisi vardır. Sarsılmaz tutum,
gönül huzuru, içe ve dışa yönelik temizlik ve samimiyet gibi etkileri
bulunmaktadır.
"Bana kendi katından destekleyici bir güç ver."
Yeryüzü otoritelerine, güçlerine ve müşriklerin
kuvvetlerine karşı üstün gelmemi sağlayacak bir kuvvet ve heybet ver. "Kendi
katından" ifadesi Allah'a yakınlığı, bağlılığı, doğrudan onun yardımından
destek almayı ve O'nun himayesine sığınmayı ifade eder.
Dava sahibinin Allah'dan başka bir yerden güç alması
mümkün değildir. Allah'ın gücü dışında başka bir şeyle korkutması da
düşünülemez. Her şeyden önce Allah'a yönelmemiş bir iktidara veya yetki ve
nüfuz sahibinin gölgesine sığınması, ondan yardım alması ve onun tarafından
korunması beklenemez. Bazan dava, nüfuz ve iktidar sahiplerinin kalplerini
fethederek kendisine bağlar, onlar da davaya asker ve hizmetçi olup
kurtulurlar. Yalnız hiçbir dava, nüfuz ve iktidar sahiplerine askerlik
yaparak kurtulamaz başarıya ulaşamaz. Dava, Allah'ın davasıdır. Ve işte bu
dava, iktidar ve otorite sahiplerinin çok üstündedir.
"De ki; Hak geldi, batıl yokoldu. Zaten batıl
yokolmaya mahkûmdur."
Allah'dan aldığın bu güç ile, bütün kuvveti,
doğruluğu ve sağlamlığı ile Hakkın gelişini, batılın yokoluşunu, devrilişini
ve dağılıp gidişini açıkça ilan et. Yaşamak ve süreklilik doğruluğun yapısı
gereğidir. Geri çekilmek ve yokolup gitmek ise batılın özelliğidir.
"Zaten batıl yokolmaya mahkûmdur."
Bu pekiştirici ifade ile sunulan ve Allah katında
kesin bir gerçektir. İlk bakışta batılın bir sağlamlığı ve gücü olduğu
tahmin edilse de, aslında batıl şişer, kabarır, sonra da patlayıp sönüverir.
Çünkü batıl asılsızdır, bir gerçeğe dayanmaz. Bu nedenle göz boyamaya
çalışır, kendisini ulu, büyük, kocaman ve sağlam olarak gösterir. Çok cansız
ve zayıftır. Hemencecik kırılır, bozulur yokolur. Kupkuru ot alevi gibidir.
Birden göklere yükselir. Sonra hemen sönüverir. Kül olur gider. Halbuki
alevin kor haline geleni ısıtır, fayda verir ve kalıcıdır. Batıl, suyun
üzerindeki köpük gibidir. Yokolur gider. Su ise kalıcıdır.
"Zaten batıl yokolmaya mahkûmdur."
Çünkü kendi içinde kalıcılığın unsurlarını taşımaz.
Sınırlı olan hayatını dış etkenlerden ve doğal olmayan desteklerden alır. Bu
etkenler sarsıldığında, bu destekler de çekildiğinde yıkılır, yokolur gider.
Hakka gerçeğe gelince, varlığının unsurları kendi içinden kaynaklanır. Bazan
Hak, insanın gayri meşru arzu ve isteklerine, şartlara ve iktidara karşı
koyar... Yalnız O'nun sağlamlığı ve güveni sonuçta onu zafere götürür. Onu
kalıcı kılar. Çünkü Hak, Allah katındandır. Allah "Hakkı" kendisinin
isimlerinden biri kılmıştır. Allah ise diri ve kalıcıdır. Yokolacak
değildir.
"Zaten batıl yokolmaya mahkûmdur."
Onun ardında şeytan vardır. Onun ardında iktidar
vardır, yalnız Allah'ın verdiği söz daha doğrudur. Allah'ın iktidarı daha
güçlüdür. İmanın tadını tadan her mü'min aynı zamanda verilen sözün ve
yapılan antlaşmanın da lezzetine varmıştır. Allah'dan daha fazla
antlaşmasına bağlı kim olabilir? Kim Allah'dan daha doğru sözlü olabilir?
KUR'AN GÖNÜLLERE
ŞİFADIR
"Biz Kur'an'da müminler için şifa ve rahmet olan
ayetler indiriyoruz."
Kur'an-ı Kerim'de kalplerine iman bilinci yerleşmiş,
bu bilinçle aydınlanmış, Kur'an'ın huzurunu, güvenini ve sevincini algılamak
için gönüllerini açmış bulunanlara şifa vardır, Kur'an'da rahmet vardır.
Kur'an, şeytani telkinlere, şaşkınlığa ve korkuya
karşı bir şifadır. Kur'an, kalbi Allah'a bağlar. Sakinleştirir. Huzura
kavuşturur. Koruma ve güvenlik bilincini yerleştirir. Gönülleri hoşnut eder.
Allah'ın rızasını kazandırdığı gibi, hayattan da razı eder. Korku bir
hastalıktır. Şaşkınlık psikolojik bir rahatsızlıktır. Şeytani telkinler de
birer hastalıktır. İşte bunların hepsini etkisiz hale getiren Kur'an elbette
ki inanan için bir rahmettir.
Kur'an, nefsi arzuların, pisliklerin, cimriliğin,
kıskançlığın ve şeytani aşılamaların hepsine karşı bir şifadır. Bu
hastalıklar kalp hastalıklarıdır. Kalbi zaafa, yorgunluğa ve hastalığa
uğratırlar. Onu yıkılışa, çözülüşe ve çöküşe iterler. Bunlara engel olan
Kur'an, elbette ki mü'minler için bir rahmet aracıdır.
Kur'an, düşünceye ve bilince yönelik yanlışı, yıkıcı
akımları ve yönelişleri de engelleyen bir şifa unsurudur. Aklı haddini
aşmaktan alıkoyar. Verimli olan alanlarda ona özgürlük hakkını verir.
Faydasız alanlarda enerjisini tüketmesine engel olur. Sağlıklı-sağlam bir
program içinde çalışmasını temin eder. Çalışmalarını verimli ve garantili
hale getirir. Aklın çalışmalarını aşırılıklardan ve açmazlardan kurtarır.
Kur'an'ın ölçülerine bağlı olan insan, vücudunun her organının enerjisini
bastırmadan ve azdırmadan kullanır. Enerjilerini ve gücünü sağlıklı ve
faydalı alanlarda değerlendirir. Enerjilerini verimli ürün veren alanlarda
değerlendirir. İşte bu nedenle de Kur'an, mü'minler için bir rahmettir.
Kur'an, toplulukların yapılarını zedeleyen,
güvenini, huzurunu ve sağlığını gölgeleyen sosyal hastalıklara karşı da bir
şifa aracıdır. Bu ölçülere bağlı kalan toplum, Kur'an sayesinde sosyal
düzeni, sağlık, güven ve huzur içinde gerçekleşen kuşatıcı adaleti ile
oluşan atmosferde rahat içinde yaşar. Kur'an bu açıdan da mü'minler için bir
rahmettir.
"Fakat bu ayetler zalimlere sadece yeni yıkımlar,
yeni kayıplar getirirler."
Onlar, bu ayetlerin şifa unsurlarından ve
rahmet'inden yararlanmazlar. Ve onlar mü'minlerin Kur'an ile yükselişlerini
bir türlü hazmedemezler. Onlara karşı kin ve öfke ile dolarlar. İnatları ve
büyüklük taslayışları ile bozgunculuk ve zulümde daha da ileri giderler.
Onlar bu Kur'an'ın taraftarlarına oranla dünyada dahi hep yeniktirler, hep
kayıptadırlar. Ayrıca ahirette Kur'an'ı inkâr etmeleri ve taşkınlıkta ısrar
etmeleri yüzünden azaba uğrayacaklardır. Yani onlar gerçekten büyük bir
kayıp içindedirler:
"Fakat bu ayetler zalimlere sadece yeni yıkımlar,
yeni kayıplar getirirler."
İNSAN FITRATI
İnsan rahmetsiz ve şifasız bırakıldığında... Kendi
arzularına, ihtiraslarına ve tepkilerine bırakıldığında, eğer nimet
içindeyse, haktan yüz çevirir ve şımarır. Şükretmez ve Rabbini hatırlamaz.
Sıkıntı içinde olduğu zaman ise, Allah'ın rahmetinden ümidini keser. Hayat
onun gözünde içinden çıkılmaz, karanlık bir hal alır.
83- Biz insana nimet
verdiğimiz zaman sırt çevirir, bizden uzaklaşır. Başına bir kötülük gelince
de umutsuzluğa kapılır.
İnsan nimeti vereni hatırlayıp O'na hamd ve
şükretmediğinde bu nimet onu azdırır ve şımartır. Sıkıntıda, Allah'a
bağlanmakla sıkıntı halinde ümit sahibi olur. Allah'ın rahmeti ve lutfu ile
gönül huzuruna kavuşur, Olayları iyi biçimde yorumlar ve kendisine birtakım
müjdeler çıkarır.
İşte burada da imanın değeri hem darlıkta hem de
bollukta neden olduğu rahmet ortaya çıkmaktadır.
Bundan sonra konunun akışı içinde her bireyin ve her
grubun, yoluna ve yönelişine uygun hareket ve iş yaptığı, bu yönelişleri ve
amelleri değerlendirip hüküm verme yetkisinin ise, Allah'a ait olduğu
yerleştiriliyor:
84- De ki; "Herkes
kendi kişiliği ve inancı uyarınca hareket eder. Rabbiniz kimin daha doğru
yolda olduğunu herkesten daha iyi bilir.
Bu açıklamada yönelişin ve yapılan işin akıbetine
ilişkin gizli bir tehdit vardır. Bu tehdit ile herkesin bir endişe taşıması
doğru yolda yürümeye çalışması ve kendisini Allah'a götürecek yolu bulmaya
çabalaması gerektiği kavratılmak isteniyor.
RUH VE İNSAN
Bazıları Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- ruhun ne olduğunu soruyorlardı. Kur'an'ın bu tür konularda izlediği
metod, en sağlıklı metoddur. . Bu metoda göre, insanlar ihtiyaç duydukları
konuları araştırmalıdırlar. İnsanın kavrayabileceği ve bilgisine
ulaşabileceği konular üzerinde çalışmalıdırlar. Allah'ın kendilerine
bağışlamış olduğu akli gücünü sonuç vermeyen, verimsiz alanlarda
tüketmemelidirler. Vasıtalarına sahip olmadığı ve algılayamadığı konulara
dalmamalıdır... İşte bu nedenle müşrikler peygambere ruhun ne olduğunu
sorduklarında Allah ona, ruhun Allah katında bir olgu olduğunu ve Allah'ın
dışında kimsenin onun hakkında bilgi sahibi olmadığını bildirmesini istedi.
85- Sana ruh
hakkında soru sorarlar. De ki; "Ruh Rabbimin tekelinde olan bir olgudur.
Size bilginin çok az bir bölümü verilmiştir. (Tercih edilen görüşe göre bu
soruyu kitap ehli sormuştu. Bu ayet ve ondan sonraki yedi ayet yine bu
görüşe göre Medine'de inmişlerdi.)
Bu ayet, insan aklını çalışmaktan alıkoyan, zihni
donukluğu, yürürlüğe koymuyor. Sadece akla kendi sahası içinde çalışması
gerektiğini kavrayabileceği alanlara yönelmesini ifade ediyor. Zira boşu
boşuna çöllerde dolaşmanın anlamı yoktur. Kavrama imkân ve araçlarına sahip
olmadığı alanlara yönelip gücünü, enerjisini harcamasına gerek yoktur. Ruh
da aklın sınırları dışında kalan Allah'dan başkasının kavramasına imkân
olmayan, Allah'ın gayb konularından biridir. O'nun mukaddes sırlarından
biridir. İnsan denen bu yaratığa ve gerçekliğini bilmediğimiz bazı
yaratıklara bu mukaddes sırrını bahşetmiştir. İnsanın bilgisi Allah'ın engin
bilgisine oranla çok sınırlıdır. Bu varlık dünyasının gizemleri ise, sınırlı
olan insan aklı tarafından kavranacak cinsten değildir. Daha çok geniş alana
yayılmaktadır. Bu evreni idare eden insan değildir. Onun güçleri ve
enerjileri geniş kapsamlı değildir. Ona yeryüzünde halifelik görevini
üstlenecek orada az olan ilminin sınırları içinde Allah'ın
gerçekleştirilmesini istediği şeyleri gerçekleştirecek, çevresinin ve
ihtiyaçlarının gerektirdiği ölçüde bir güç bağışlanmıştır.
İnsan, bu yeryüzünde pek çok şeyleri keşfetmiş ve
önemli icatlarda bulunmuştur. Fakat o, gizli bir sır olan ruh karşısında hep
başarısız kalmıştır. Onun ne olduğunu, nasıl geldiğini, nasıl gittiğini,
nerede olduğunu ve nerede olacağını bir türlü kestirememiştir. Her şeyi
bilen ve her şeyden haberi olan Allah'ın Kur'an'da bildirdikleri hariç.
Kur'an'da bildirilen bilgiler kesin bilgilerdir.
Zira bunlar, bilen ve haberi olan Allah'dan gelme bilgilerdir. Eğer Allah
dileseydi insanlığı bu bilgiden mahrum edebilirdi. Peygamberine vahiy ile
bildirdiklerini yokedebilirdi... Fakat bunlar ancak Allah'ın rahmeti ve
lütfudur.
86- İstesek sana
vahiy yolu ile indirdiğimiz mesajları tümü ile ortadan kaldırırız. Sonra bu
konuda bize karşı senin savunmanı üstlenebilecek birini bulamazsın.
87- Bunun böyle
olmayışı, Rabbinin sana yönelik rahmetidir. Onun sana yönelik lütfu
büyüktür.
Yüce Allah bu lütuf ile, kendisine vahiy gönderme ve
gönderdiği vahye kalıcılık kazandırma ile Peygamberimize bağışta
bulunmuştur. İnsanlara yönelik bağışı ise daha büyüktür. İnsanlar bu Kur'an
sayesinde nesiller, kuşaklar boyunca rahmet, nimet ve doğruyola kavuşma
lütufları ile onurlandırılmışlardır.
KUR'AN MUCİZESİ
Nasıl ki ruh, yalnız Allah'ın bildiği sırlardan biri
ise, Kur'an da yüce Allah'ın meydana getirdiği bir kitaptır. İnsanlar onunla
ölçüşemez. İnsanlar ve cinler -ki bunlar gizli ve açık yaratıkları temsil
ederler- biraraya gelseler de, bu işi gerçekleştirmek için yardımlaşsalar da
O'nun bir benzerini yapamazlar:
88- De ki; "Eğer tüm
insanlar ve cinler bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak amacı ile
biraraya gelseler, ne kadar birbirlerine yardım etseler de onun bir
benzerini ortaya koyamazlar.
Kur'an-ı Kerim insanların ve cinlerin boy
ölçüşebileceği sözcüklerden ve cümlelerden ibaret değildir ki, bir benzerini
ortaya koyabilsinler. Bu da yüce Allah'ın diğer yaratıkları gibi bütün
yaratıkların bir benzerini yapmaktan aciz kaldığı bir şaheserdir. Kur'an'da
ruh gibi, Allah katındadır. Yaratıklar O'nun bazı niteliklerini,
özelliklerini ve etkilerini kavrayabilseler de eksiksiz, kuşatıcı ve
kapsamlı sırrını anlayamazlar.
Bununla birlikte, Kur'an' eksiksiz bir hayat
sistemidir. Bütün durumlarında ve bütün evrelerinde insanın iç dünyasına
hükmeden, insan topluluklarına egemen olan fıtrat yasalarını gözönünde
bulunduran bir sistemdir. Bu nedenle hem bireyin iç dünyasını, hem de en
karmaşık toplumları fıtrata uygun, fıtratın köklerine, damarlarına,
girintilerine, çıkıntılarına, bütün ile uyum sağlayan kanunlar ile tedavi
eden bir sistemdir. Bu tedavi her yönden ve her aşamada fıtrata uygun bir
tedavidir. Aynı zamanda eksiksiz bir tedavi yöntemidir. İhtimallerden
hiçbiri gözardı edilmez, bireyin ve toplumun hayatında yeralan birbiriyle
çelişen güçlerden, görünümlerden bir tanesi dahi hesap dışında tutulmaz.
Zira bu kanunları belirleyen yüce Allah'dır. Ve yüce Allah fıtratın bütün
durumlarını, karmaşık olan bütün inceliklerini ve hassas noktalarını çok iyi
bilmektedir.
Beşeri düzenler ise, insanın eksikliklerinden ve
hayatının çıkmazlarından, açmazlarından etkilenirler. Dolayısıyla bu
düzenler aynı zamanda tüm ihtimalleri gözönünde bulundurup değerlendirmekten
aciz kalırlar. Bu düzenler, bireysel veya toplumsal bir olayı tedavi de
edebilirler. Fakat bu tedavi yeni bir tedaviyi gerektiren başka bir olayın
ortaya çıkmasına neden olur!..
Kur'an'ın mucizesi ise, nazmının ve anlamlarının
icazından daha köklü ve daha derin boy utludur. İnsanların ve cinlerin O'nun
benzerini meydana getirmekten aciz kalışları, O'nun sistemi gibi her şeyi
kuşatan bir sistem ortaya koymaktan aciz kalındığını ifade eder.
89- Biz bu Kur'an'da
her türlü örneği verdik, öyleyken onların çoğu kâfirlikte direndi.
90- Bunlar dediler
ki; "Bize yer altından pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız. "
91- Ya da kendi
hurmalıkların ve üzüm bağların olmalı, bunların arasından ırmaklar
akıtmalısın.
92- Ya da iddia
ettiğin gibi göğü parça parça başımıza indirmeli, yahut Allah'ı ve melekleri
karşımıza getirmelisin.
93- Ya da altından
bir köşkün olmalı veya göğe çıkmalısın. Gökte bize okuyabileceğimiz somut
bir kitap indirmedikçe de oraya çıktığına kesinlikle inanmayınız. " Onlara
de ki; "Subhanallah! Ben peygamberlikle gönderilmiş bir insandan başka bir
şey miyim ki?
İşte bu şekilde onlar Kur'an'ın mucizevi ufuklarına
açılmaktan uzak durdular. Onlar kavrayamadılar. Maddi harikalar, mucizeler
istemeye yöneldiler. Çocukça istekleriyle hareket ettiklerini gösteren
tekliflerinde direttiler. Allah'ın zatı hakkında edepsizce ve çekinmeden
şımardılar ve kafa tuttular. Kur'an'ın örneklerle çeşitli misallerle
olayları ele alışı, her akla ve her duyguya her kuşağa ve her evreye uygun
düşecek değişik yöntemlerle gerçeklerini sergilemesi onlara hiçbir fayda
sağlamadı:
"Onların çoğu kâfirlikte direndi."
Böylece imanlarını, Peygambere -salât ve selâm
üzerine olsun- iman edişlerini peygamberin kendilerine yerden pınarlar
fışkırtmasına bağladılar! Ya da hurmalıklardan ve üzüm bağlarından oluşan
bahçelerinin olmasına ve bunlar arasından ırmaklar akıtmasına!.. Ya da
gökten kendilerine bir azap gönderilmesine, kıyamet gününde olacağını haber
verdiği biçimde göklerin parça parça üzerlerine düşmesine!. Ya da Allah'ı ve
melekleri karşılarına getirip kendisine yardım ettiklerini, onların kendi
kabilelerini savundukları gibi kendisini savunduklarını göstermesini...
Yahut değerli madenlerden bir evinin olmasına!.. Veya göklere yükselmesine,
fakat sadece gözlerinin önünde göğe yükselmesinin yeterli olmadığını, geri
geldiğinde mürekkeple yazılı okuyabilecekleri bir kitap getirmesi
gerektiğine bağladılar iman etmelerini!..
Burada onların çocuksu kavrayışları ve düşünceleri
ortaya çıktığı gibi, bu basit, tutarsız teklifleriyle ne kadar inatçı
oldukları da gün yüzüne çıkıyor. Çünkü onlar altından bir eve sahip olmak
ile göğe çıkmayı, yerden pınarlar fışkırtma ile yüce Allah'ı ve melekleri
gözler önüne getirmeyi aynı görüyorlar! Onların düşüncelerinde bu
tekliflerin hepsini aynı düzeye getiren, bunların hepsinin olağanüstü
oluşlarıdır. Bunlardan birini yerine getirdiği taktirde, ona iman etmeyi ve
kendisini doğrulamayı düşünebileceklerini söylüyorlar!
Onlar böyle derken, Kur'an'ın kalıcı bir mucize
olduğunu unutuyorlar. Halbuki kendileri, söz dizimi, anlamı ve metodu
açısından onun bir benzerini ortaya koymaktan aciz bulunuyorlar. Fakat bu
mucizeyi duygularıyla, hisleriyle somut olarak algılayamıyorlar,
duygularıyla algılayabilecekleri bir mucize istiyorlar! Mucize göstermek
peygamberin işi ve görevi değildir. Onu yüce Allah takdirine ve hikmetine
uygun olarak yapar. Yüce Allah kendisine vermedikten sonra peygamberin
mucize istemesi doğru olmaz. peygamberlik ahlâkı ve Allah'ın idaredeki
hikmetini kavrama peygamberi, Rabbinin açıklamadığı konularda O'na yol
göstermekten alıkoyar:
"Onlara de ki; `Subhanallah! Ben peygamberlikle
gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?
Peygamber insanlığın sınırlarını aşmaz.
Peygamberliğinin yükümlülüklerine uygun biçimde hareket ediyor. Allah'a yol
göstermiyor. Allah'ın kendisine yüklediğinden fazlasını istemiyor.
İNKÂRCILARIN
İNATLARI
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
peygamber olarak görevlendirilmesinden önce de bundan sonra da bütün
ulusları peygamberlere inanmaktan ve onlarla birlikte gönderilen doğru yol
kılavuzuna uymaktan alıkoyan inatçılıkları onların, peygamberin bir insan
oluşunu bir türlü hazmedememeleri ve peygamberin bir melek olmayışıdır:
94- İnsanlara doğru
yol kılavuzu geldiğinde ona inanmamalarının tek gerekçesi, onların: "Allah
bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?" şeklindeki anlayışlarıdır.
Bu yanlış anlayışın kaynağı, insanların, beşer
oluşlarının değerini ve bu beşer oluşun Allah katındaki yerini
kavramamaktır. Bu nedenle bir insanın Allah katından haber getiren bir elçi
olmasını çok görmüşlerdir. Ayrıca bu yanlış anlayışa düşmelerinin bir nedeni
de evrenin yapısını ve meleklerin yapısını iyice kavramayışlarıdır.
Meleklerin şu yeryüzünde meleklik sıfatı ile dolaşmaları, insanlardan ayrı
birer varlık oldukları ve melek oldukları herkes tarafından kesin biçimde
kabul edebilecek biçimde ortada oldukları halde bu dünyada
yaşamayacaklarını, böyle bir yaşama uyum sağlayabilecek durumda
olmadıklarını anlayamamaktan kaynaklanıyor.
95- De ki; "Eğer
yeryüzünde doğallıkla, rahatça gezinen melekler yaşasaydı, onlara gökten
melek kökenli bir peygamber gönderirdik.
Eğer yüce Allah, meleklerin yeryüzünde yaşamasını
takdir etseydi, onları insan biçiminde yaratırdı. Zira bu şekil yaratılışın
yasalarına ve yeryüzünün yapısına uygun düşmektedir. Nitekim başka bir
ayette deniyor ki;
"Eğer meleklerden bir peygamber gönderseydik onu bir
adam kılığında gönderirdik." (En'am Suresi 9)
Allah'ın her şeye gücü yeter. Fakat O yaratıklarını
yaratmış, onlar için değişmez yasalar belirlemiş ve bu yasalara uygun takdir
ve seçimlerde bulunmuştur. Bu yasaların değişmeden, farklılık göstermeden
yoluna devam etmelerini takdir etmiştir. Böylece yaratılış ve oluşuma
ilişkin hikmeti de gerçekleşmiştir. Fakat insanlar bu gerçeği
kavrayamamışlardır!
Bu, Allah'ın yaratıklara ilişkin değişmez yasası
olduğundan peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- müşriklerle
tartışması sona erdirmesini emrediyor, kendisinin de düşmanlarının da işini
Allah'a havale etmesini, ona şahit tutmasını, kendilerine yönelik hükmünü
vermesi için işleri O'na bırakmasını istiyor. Çünkü O kulların hepsini gören
ve hepsinden haberi olandır:
96- De ki; "Benimle
sizin aranızda Allah'ın şahitliği yeterlidir. O kullarının yaptıkları her
işten haberdardır ve her şeyi görür. "
Bu tehdit kokusu taşıyan bir sözdür. Akibeti ise,
korkunç kıyamet sahnelerinin birinde çizilmektedir:
97- Allah kimi doğru
yola iletirse o doğru yolda olur. Kimileri saptırırsa da onlar için
kendisinden başka bir kurtarıcı bulamazsın. Kıyamet günü biz onları kör,
dilsiz ve sağır olarak yüzüstü süründürürüz. Varacakları yer cehennemdir.
Oranın ateşi sönmeye yüz tuttukça onu yeniden tutuştururuz.
98- Onların cezaları
budur. Çünkü ayetlerimizi yalanlamışlar ve "Biz kemik ve toz haline
dönüştükten sonra diriltilerek yaratılışın yeni bir aşamasına mı geçeceğiz?"
demişlerdi
99- Onlar gökleri ve
yeri yoktan vareden Allah'ın kendi benzerlerini bir kez daha yaratmaya
gücünün yeteceğini görmüyorlar mı? Üstelik Allah onlar için bir gün sona
ereceği kuşkusuz olan sınırlı bir yaşama süresi belirledi. Buna rağmen bu
zalimler kâfirlikte direndiler.
Yüce Allah doğru yolun da sapıklığın da yasalarını
belirlemiştir. İnsanları bu yasalarla başbaşa bırakmıştır. Bunlara göre
yürümelerini ve sonunda akıbetlerine katlanmalarını dilemiştir. İnsanın hem
doğruyola hem de sapıklığı eğilim duyabileceği gerçeği de bu yasalardan
biridir. Doğru yol üzerinde veya sapıklık yolunda yürüme isteği ve
çalışmasının sonucunda insanın nihai tercihi belirginlik kazanır. Yönelişi
ve çabası ile Allah'ın hidayetini hakedeni Allah doğruyola iletir. İşte
gerçekten doğru yolda olan da budur. Zira o Allah'ın belirlediği doğruyolu
izlemiştir. Doğru yolun delillerinden, belgelerinden, işaretlerinden yüz
çevirerek sapıklığı hakedenleri ise hiç kimse Allah'ın azabından koruyamaz:
"Allah'dan başka onun bir kurtarıcısını bulamazsın."
Allah onları kıyamet gününde aşağılayıcı,
tiksindirici bir halde mahşer meydanına getirecektir:
"Yüzüstü süründürürüz."
Emekleyerek yürürler.
"Kör, sağır ve dilsiz olarak."
Bu kalabalıkta kendilerine yol gösterecek olan
organlarından mahrum olurlar. Bu organlarını etkisiz halde bulurlar.
Sonunda;
"Varacakları yer cehennemdir."
Soğumayan ve aralıksız olarak yanan cehennem.
"Sönmeye yüz tuttukça onu yeniden tutuştururuz."
Bu gerçekten ürperten bir sonuç ve korkunç bir
cezadır. Fakat onlar Allah'ın ayetlerini inkâr etmekle bunu çoktan
haketmişlerdir.
"Onların cezaları budur. Çünkü ayetlerimizi
yalanlamışlardı."
Dirilişi reddetmişler ve meydana gelebileceğini
kabule yanaşmamışlardır.
"Biz kemik ve toz haline dönüştükten sonra
diriltilerek yaradılışın yeni bir aşamasına mı geçeceğiz?" demişlerdi
Konunun akışı içinde verilen bu sahne sanki gözler
önündeki bir olaydan söz etmektedir. Sanki içinde yaşadıkları dünya artık
sayfalarını kapamış ve uzak bir geçmişe karışmıştır... Bu Kur'an sahneleri
canlandırma ve onları birer canlı realite olarak sergileme metodunun gereği
olarak böyle ifade edilmiştir. Böyle sunar ki, zaman geçmeden önce bu sahne
kalpler ve duygular üzerindeki etkisini göstersin.
Sonra dönüyor, müşriklerle gördükleri, fakat
değerlendiremedikleri realitelere dayalı bir mantıkla tartışıyor:
"Onlar gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'ın
kendileri gibi küçücük yaratıkları bir kez daha yaratmaya gücünün yeteceğini
görmüyorlar mı?"
Öyleyse dirilişte ne gibi bir gariplik vardır? Bu
dehşet verici evrenin yaratıcısı olan Allah, insanlar gibi yaratıkları da
yaratabilir ve insanları tekrar diriltebilir...
"Üstelik onlar için sınırlı bir yaşama süresi
belirlemiştir."
Bu ecel gelene kadar kendilerine zaman tanımış ve
süresi dolana kadar onlara mühlet vermiştir.
"Buna rağmen zalimler kâfirlikten başka bir şeyi
kabul etmediler."
Öyleyse belgelerin konuşturulmasından, sahnelerin
dile getirilmesinden ve apaçık ayetlerden sonra onların çarptırıldıkları bu
ceza, gerçekten adil bir cezadır.
İNSANIN CİMRİLİĞİ
100- Onlara de ki;
"Rabbimin rahmet hazineleri sizin elinizde olsa, bu hazineler tükenir
kaygısı ile kimseye bir şey vermezdiniz. Zaten insan son derece cimridir. "
Böylece, cimriliğin .en aşırısı tasvir edilmiş
oluyor. Zira Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatacak genişliktedir. Azalmasından
ve tükenmesinden korkulmaz. Fakat bu insanların gönüllerine giren cimrilik,
bu rahmeti engellemeye ve onunla cimrilik yapmaya itecektir. Tabii ki, onun
bekçileri oldukları zaman...
MUCİZELER VE DONUK
KALPLER
101- Biz Musa'ya
dokuz somut mucize verdik. Sor İsrailoğulları'na istersen. Musa onlara
peygamber olarak geldiğinde, Firavun kendisine "Ya Musa, benim görüşüme göre
sen büyülenmişsin " dedi.
102- Musa ona dedi
ki; "Bu mucizelerin, getirdiğimiz ilahi mesajın gerçek olduğunu gösteren
kanıtlar olarak yerin ve göklerin Rabbi tarafından gönderildiklerini kesin
biliyorsun. Ey Firavun, bana göre sen mahvolmaya aday oluyorsun. "
103- Firavun
İsrailoğulları'nı yurtlarından sürmek istedi, biz onu yanındakiler ile
birlikte denizde boğuverdik.
104- Onun ardından
İsrailoğulları'na "Bu ülkede oturunuz. Ahiret günü gelince sizleri hep
birlikte mahşerde biraraya getiririz" dedik.
Hz. Musa'nın ve İsrailoğulları'nın kıssasının bu
bölümünde surenin akışı, surenin başında sözü edilen Mescid-i Aksa ve yine
baş tarafta ele alınan İsrailoğulları ve Hz. Musa kıssası ile tam bir uyum
sağlamaktadır. Bunun ardından ahiret hatırlatılıyor ve Firavun'un ve
toplumunun getirilişi ele alınıyor. Zira surenin akışı içinde yakında bir
kıyamet sahnesi yeralmış ve bu sahnede canlandırılan dirilişi
yalanlayanların akıbetlerine dikkat çekilmişti.
Burada sözü edilen dokuz mucize ise: 1- Hz. Musa'nın
beyaz eli, 2- Asası, 3- Yüce Allah'ın Firavun ve toplumunun başına verdiği
kıtlık, 4- Verimin azalması, 5- Tufan, 6- Çekirge, 7- Tahıl güvesi,, 8-
Kurbağa ve 9- Kan'dır...
"İstersen İsrailoğulları'na sor. Musa'nın dönemini."
Çünkü onlar Hz. Musa ile Firavun arasında geçen
olaylara tanık olmuşlardı.
"Firavun ona "Ey Musa, bana göre sen büyülenmişsin"
dedi.
Doğru söz, Allah'ın birliği, zulmü, azgınlığı 've
işkenceyi bırakmaya çağrıda bulunma, tağutların geleneğinde ancak büyülenmiş
ne dediğini bilmeyen insanların taktiğidir. Firavun gibi azgın tağutlar bu
gerçekleri düşünemezler, akli dengesi yerinde bulunan bir insanın mevcut
şartlara baş kaldırıp onları eleştireceğine akıl erdiremezler!
Musa'ya gelince, o kendisine verilen parlak ve açık
gerçek ile kuvvetlidir. Allah'ın kendisine yardım edeceğine ve zorba
tağutları cezalandıracağına güveni tamdır:
"Musa ona dedi ki; "Bu mucizelerin, getirdiğim ilahi
mésajın gerçek olduğunu gösteren kanıtlar olarak yerin ve göklerin Rabbi
tarafından gönderildiklerini kesin biliyorsun. Ey Firavun benim görüşüme
göre sen mahvolmaya adaysın."
Allah'dan başka hiç kimsenin bu harika olaylara
gücünün yetmeyeceğini bildiğin halde, Allah'ın ayetlerini yalanlamanın
cezası olarak yıkılacak, yok olacaksın. Çünkü bu mucizeler apaçık ortada,
apaydınlık ve gözler önünde olgulardır. Sanki bunlar gerçekleri aydınlatıp
ortaya koyan gözlerdir.
Bu durumda azgın tağut, kaba gücüne sığınıyor.
Onları yurtlarından söküp atmaya ve yoketmeye karar veriyor.
"Onları yurtlarından sürgün etmek istedi."
İşte azgın tağutlar gerçek sözü bu şekilde
karşılamayı düşünürler.
İşte böylece azgın iktidarlara karşı Allah'ın sözü
gerçekleşmiş olur. Zalimlerin yokedişine ve sabreden ezilenlerin onlara
mirascı kılınmasına ilişkin yasası yürürlüğe girer:
"Biz de Firavun'u beraberindekilerle birlikte
denizde boğdurduk. Onun ardından İsrailoğulları'na "Bu ülkede oturunuz,
ahiret günü gelince, sizleri hep birlikte mahşerde biraraya getiririz"
dedik.
İşte ayetleri -mucizeleri- yalanlamanın akıbeti
böyle oldu. Yine işte bu şekilde Allah yeryüzünü ezilenlere miras olarak
verdi. Orada onları kendi eylemleri ve yaşayışları ile başbaşa bıraktı. Daha
önce surenin başında onların akıbetlerinin nasıl olduğunu görmüştük. Burada
ise onların ve düşmanlarının durumları ahiretteki mahkemeye havale ediliyor:
"Ahiret günü gelince sizleri mahşerde hep birlikte
biraraya getiririz."
HAYATI KUŞATAN
MUCİZE
Bunlar harikalardan, mucizelerden bazı örneklerdir.
Yalanlayıcıların onları nasıl karşıladıklarını ve Allah'ın yasasının
yalanlayıcıları ne biçimde cezalandırdığını açıklamaktadır. Kur'an ise,
sürekli bir mucize olsun diye Hak ile indirilmiştir. Uzun zaman dilimi
içinde yavaş yavaş okunsun diye bölüm bölüm indirilmiştir
105- Biz Kur'an'ı
Hak içerikli olarak indirdiğimiz gibi, onun iniş amacı da hakkı
gerçekleştirmektir. Ey Muhammed, seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik.
106- Kur'an'ı
insanlara ağır ağır okuyasın diye bölümlere ayırdık ve ihtiyaçlar gerektikçe
bölüm bölüm indirdik.
Bu Kur'an, bir ümmeti eğitmek ve ona bir düzen
kurmak için gelmiştir. Bu ümmet de onu dünyanın doğusuna ve batısına, dört
bir yanına yaymakla yükümlüdür. Bu düzeni, eksiksiz ve mükemmel metoduna,
sistemine uygun biçimde tüm dünyaya öğretmekle mükelleftir. İşte bu nedenle
Kur'an sözkonusu ümmetin pratik-realiteye dayalı ihtiyaçlarına karşılık
verecek biçimde bölümler halinde inmiştir. Böyle bir iniş yöntemi ilk
terbiye, eğitim zamanı ve şartlarına da uygun düşmüştür. Eğitim işi uzun
zaman alan deneyimleri gerektirir. Kur'an, hazırlık aşamasında bölüm bölüm
gerçekleştirilsin diye uygulamaya dayalı bir sistem olarak inmiştir. Teorik
bir fıkıh, soyut bir düşünce ve zihinsel değerlendirmeler için sunulan bir
sistem değildir.
İşte Kur'an'ın ilk dönemden itibaren bütün bir kitap
olarak değil de, bölümler halinde inmiş olmasının hikmeti de budur.
İlk müslüman kuşak Kur'an'ı bu şekilde anladı. Her
bir emir veya yasağı, Kur'an'dan edindikleri herbir görev ve emirleri
hayatta uygulanmak üzere verilmiş bir direktif olarak değerlendirdiler.
Onu akıllarını veya ruhlarını tatmin etme aracı
olarak algılamadılar. Şiir ve edebi metinler gibi değerlendirmediler.
Eğlence ve teselli araçları olan hikâyeler ve efsaneler gibi onu kabul
etmediler. Onunla günlük hayatlarını şekillendirdiler. Duygularını,
vicdanlarını, yaşayışlarını, çalışmalarını, evlerini ve geçimlerini ona göre
şekillendirdiler. Böylece Kur'an, onların daha önce bildiklerini, miras
aldıklarını ve yaptıklarını bir kenara iterek yeniden hayatlarını
şekillendiren bir hayat kitabıydı.
İbn-i Mes'ud -Allah ondan razı olsun- bizden
herhangi birimiz Kur'an'dan öğrendiğimiz on ayetin anlamını iyice kavrayıp,
hayata eksiksiz bir şekilde geçirmedikçe, başka ayetleri öğrenmeye
yeltenmezdik.
Yüce Allah bu Kur'an'ı Hakka dayalı olarak indirdi.
"Biz onu Hak ile indirdik."
Kur'an yeryüzünde Hakkı yerleştirmek ve
sağlamlaştırmak için inmiştir.
"Hak ile indi."
Hak, Kur'an'ın özü, Hak Kur'an'ın amacıdır.
Kur'an'ın ilkeleri Hakka dayalıdır. Hakka önem verir Kur'an. Varlık
yasasında değişmez, köklü bir yasa olan Hak. Bu öyle bir haktır ki, Allah
gökleri ve yeri onunla ayakta durdurmuştur. Her ikisi de Hak ile iç içedir.
Kur'an'ın kendisi de bütün bir varlığın esasına bağlıdır. Ona işaret eder,
onu gösterir ve onun bir parçasıdır. Hak, Kur'an'ın eti ve kemiğidir. Hak
Kur'an'ın özü ve ana gayesidir. Peygamber de getirmiş olduğu bu gerçeği
müjdeleyen ve ona aykırı düşmekten sakındıran Allah'ın elçisidir.
Burada Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- bu
gerçek ile toplumun karşısına çıkması ve yollarını seçmelerini kendilerine
bırakması isteniyor. İster Kur'an'a inansınlar, ister inanmasınlar. Artık
kendileri için seçmiş oldukları yolun sonuçlarına kendileri katlanmak
zorundadır... Ayrıca onların gözleri önüne bir de örnek koyuyor: Bunlar daha
önceden kendilerine ilim verilmiş olan Yahudilerin ve Hristiyanların bu
Kur'an'a iman edenleridir. Kendilerine ne ilim ne de kitap verilmediği ve
okuma-yazmaları olmadığı halde bunlar onlara örnek olarak veriliyor ki,
belki onları örnek alırlar ve kılavuz edinirler:
107- De ki; "Siz bu
Kur'an'a ister inanın, ister inanmayın, o bundan önce kendilerine bilgi
verilenlere okunduğunda, onlar çeneleri üzerine secdeye kapanırlar. "
108- Ve derler ki,
"Rabbimizin şanı yücedir, O'nun verdiği söz kesinlikle yerine gelecektir. "
109- Çeneleri
üzerine secdeye kapanırlarken, gözyaşları dökerler. Kur'an onları ürpertir,
saygılarını artırır. "
Bu derin anlamlı bir sahnedir. Vicdanlara
dokunmaktadır. Bu, daha önceden kendilerine ilim verilenlerin sahnesidir.
Bunlar Kur'an'ı dinliyorlar. İçten ürperiyorlar.
"Çeneleri üzerine secdeye kapanıyorlar."
Kendi kendilerine hakim olamıyorlar. Onlar secde
etmiyorlar. Yalnız:
"Çeneleri üzerine secdeye kapanıyorlar."
Sonra dilleri çözülüyor. Duygularına hakim olan
hisleri Allah'ın yüceliğini ve sözünün doğruluğu ile ifade ediyorlar.
"Rabbimizin şanı yücedir. O'nun verdiği söz
kesinlikle yerine gelecektir."
Tamamen Kur'an'ın etkisi altına girerler.
Gönüllerinde coşan gerçeği tasvir etmede sözcükler yeterli olmuyor.
Sözcüklerin tasvir etmekten aciz kaldığı bu derin etkinin bir ifadesi olarak
gözlerinden yaşlar boşanıyor:
"Çeneleri üzerine kapanıp gözyaşları dökerler."
Kur'an onların içten gelen ürpertilerini arttırır."
Ayrıca onu ürperti ile karşılarlar.
Derin bir bilinç halini sergileyen bir sahnedir bu.
Bu Kur'an'ın aydınlık olmaya açık, daha önceden kendisine verilmiş bilgiden
ötürü, yapısını ve değerini bilen açık kalpler üzerindeki etkisini
canlandırmaktadır. Burada sözkonusu edilen ilim, yüce Allah'ın Kur'an'dan
önce indirdiği kitap bilgisidir. Zira gerçek ilim, Allah'ın katından gelen
ilimdir.
ALLAH'IN GÜZEL
İSİMLERİ
110- De ki; "Onu
ister "Allah " diye çağırın, ister "Rahman " diye çağırın. Hangisiyle
çağırırsanız çağırın, en güzel isimler O'nundur. Namazda sesini fazla
yükseltme, fazla da kısık tutma, bu ikisi arasında bir yol tut. "
Bunun dışında kalan anlayışlar tartışmaya ve
yorumlamaya deymeyecek olan cahiliyenin saçmalıkları puta tapıcılığın
yanılgılarıdır.
Ayrıca Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun-
namazında açık ile gizli arasında orta bir yol tutmakla emrolunuyor. Zira
onlar peygamberin namazını alaya alıyor ve onu rahatsız ediyorlardı. Ondan
nefret edip kaçıyorlardı: Herhalde bu emir de bir hikmete bağlıdır. Çünkü
Allah'ın huzurunda duruşta en uygun olan gizli ile açık arasında orta bir
yol izlenerek okunmasıdır:
"Namazda sesini fazla yükseltme, fazla da kısık
tutma, bu ikisi arasında bir yol tut."
111- De ki; "Hamd,
çocuk edinmemiş olan, egemenlikte ortağı bulunmayan ve güçsüzlüğünü telafi
edecek bir destekçiye gerek duymayan Allah'a mahsustur. O'nun büyüklüğünü
gereğince dile getir.
Sure başladığı gibi, Allah'ın noksan sıfatlardan
arındırılması, çocuksuz ve ortaksız olan birliğinin yerleştirilmesi, O'nun
dosta ve yardımcıya ihtiyacının asla olmadığı, O'nun yüce ve ulu olduğunun
bildirilmesi ile sona eriyor. Bu son bölüm, surenin etrafında dönüp
dolaştığı eksenini, başlangıç ve bitimini özetlemektedir.
Herhangi bir
yanlislik gördügünüz zaman lütfen uyariniz. Simdiden tesekkürler.