50-Kaf
1- Kaf. Şerefli
Kur'an'a andolsun!
2- Kafirler
aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da "Bu şaşılacak bir şeydir"
dediler.
3- Biz öldüğümüz ve
toprak olduğumuz zaman mı dirileceğiz? Bu uzak bir dönüştür.
Surenin ilk kesiti bu... Bu ilk kesit yeniden
dirilme konusunu ve müşriklerin bunu inkar etmelerini ve bunun sözkonusu
edilmesine ve üzerinde konuşulmasına hayret etmelerini ele almaktadır. Fakat
Kur'an-ı Kerim, sadece bunların bu konuyu inkar etmelerine değinip de bunu
çözüme bağlamakla kalmıyor, aksine, müşriklerin eğri olan kalplerine
sesleniyor, gönüllerini Hakka çevirmek ve kalplerindeki eğriliği düzeltmek
için sesleniyor onlara... Ve Kur'an-ı Kerim herşeyden önce, bu kalpleri
uyandırmaya ve kökünden sarsmaya çalışıyor. Böylece Kur'an-ı Kerim, bu
kalplerin şu varlık aleminin özünde bulunan büyük gerçekleri
algılayabilmelerini hedefliyor. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim yeniden
dirilmeyi isbat etmek için müşriklerle zihinsel münakaşalara girmiyor.
Aksine, düşünebilsinler ve ibret alabilsinler diye kalplerini canlandırmaya
çalışıyor ve çevrelerinde hemen yanı başlarında var olan gerçeklerden
etkilensinler de tepki göstersinler diye vicdanlarına dokunmaya çalışıyor.
İnsanların ruhlarını eğitmeye çalışanların yararlanacakları örnek bir eğitim
dersidir bu...Sure yeminle başlıyor. Kaf harfi ile, bu harf gibi harflerden
oluşan şerefli Kur'an üstüne yeminle başlıyor. Hatta "Kaf" harfi Kur'an
kelimesinin ilk harfidir. Ancak yüce Allah burada Kur'an üstüne yemin
ederken bu yemini, neyi güçlendirmek için yaptığını belirtmiyor. Bu yemin
daha sözün başında bir yemin olduğuna göre kendisi başlı başına bir uyarma
ve önem verme mesajı veriyor. O halde durum önemlidir. Yüce Allah sözüne
yeminle başlıyor. O halde durum çok önemlidir! Herhalde söze böyle
başlanmasından gaye de bu olsa gerektir. Çünkü, surenin başında yer alan
yemin his ve kalpte gerekli etkiyi gösterdikten sonra yüce Allah "bel" harfi
yeminle güçlendirilecek konudan dikkatleri başka yöne çekiyor. Ve
müşriklerin, Peygamberin şerefli Kur'an'da getirmiş olduğu yeniden dirilme
ve mezardan çıkma ile ilgili haberlere hayret etmeleri ve bunları
yadırgamaları üstüne sanki yeni bir söz açıyormuş gibi başlaması bunu
gösteriyor.
"Kafirler aralarından bir uyarıcının gelmesine
şaştılar da `Bu şaşılacak birşeydir' dediler."
"Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı
dirileceğiz? Bu uzak bir dönüştür."
Bilakis onlar kendilerine içlerinden bir korkutucu
geldi diye hayret ettiler. Oysa bu konuda hayret edecek birşey yoktur.
Aksine normal bir sağduyunun kolayca ve gönül huzuru ile kabulleneceği
normal bir durumdur bu... Yüce Allah'ın insanların arasından kendileri ile
aynı hisleri duyan, aynı şeyleri hisseden, kendi dillerini konuşan,
hayatlarında ve faaliyetlerinde kendilerine ortak olan dürtülerini ve
arzularını anlayan, güçlerini ve tahammül derecelerini bilen bir kimseyi
seçmesi normal bir durumdur. Yüce Allah onların aralarından biriyle birini
gönderir ki oldukları gibi devam edecek olurlarsa kendilerini bekleyen
felaket konusunda onların dikkatini çeksin, doğru yöne nasıl yöneleceklerini
onlara bildirsin ve kendisi aralarında yükümlülükleri ilk yüklenen kişi
olarak bu yeni yönelişin kendilerine getirdiği yükümlülükleri kendilerine
bildirsin diye...Müşrikler peygamberlik kurumunun bizzat kendisini garip
karşılamışlar. Ve -özellikle- de bu uyarıcı Peygamberin kendileri ile ilk
konuştuğunda söz etmiş olduğu yeniden dirilme konusuna hayret etmişlerdir.
Bir kere islam inanç sisteminde "yeniden dirilme" konusu temel esastır. Bu
sistemde yeniden dirilme sistemin üzerine oturduğu ve bu sistemin
gerektirdiği üniversel düşüncenin dayanağı olan temeldir. Bir müslüman
batılı yok etmek için hak üzere olmalı, şerri ortadan kaldırmak için hayır
yardımı ile onun karşısına dikilmelidir, kendisinden istenen budur. Ve yine
yeryüzündeki tüm etkinliklerini bunları yaparken yüce Allah'a yönelerek
ibadet haline getirmesi gerekir. Her amelin mutlaka karşılığı vardır. Bu
karşılık yeryüzü yolculuğunda bazen elde edilemez. Ve yolculuğun en
sonundaki kesin hesaba ertelenebilir. O halde mutlaka başka bir dünya
olmalıdır ve yine mutlaka öbür dünyada hesab görülmesi için yeniden dirilme
kaçınılmazdır... İnsanın ruhunda "ahiret" kavramı çökünce, bu inanç
sisteminin kimliği ve yükümlülükleri kavramı kökünden çöker ve sarsılır. Ve
böyle bir kişi asla islam yoluna doğrulup giremez.
Fakat o müşrikler bu konuya asla bu açıdan
bakmamışlardır. Onlar bu konuya başka bir açıdan, son derece sığ, ölüm ve
hayatın iç yüzünü ve yüce Allah'ın kudretinden herhangi bir yönü kavramaktan
son derece uzak bir açıdan bakmışlardır. Ve demişlerdir ki: "Biz öldüğümüz
ve bir toprak olduğumuz zaman mı dirileceğiz? Bu uzak bir dönüştür."
O halde, onların düşüncesine göre, ölüp sonradan
çürüyüp toprak olduktan sonra yeniden dirilme ihtimali zayıftır. Daha önce
değindiğimiz gibi bu sığ bir düşüncedir. Çünkü bu dünyaya gelme mucizesi
nasıl bir kez gerçekleşmiş ise bir daha tekrarı mümkündür. Nitekim bu
yeniden dünyaya gelme mucizesi onların gözlerinin önünde her an meydana
gelip durmaktadır. Ve kainatın her köşesinde kendilerini çepeçevre
kuşatmaktadır. İşte Kur'an-ı Kerim'in bu surede kendilerinin dikkatlerini
çektiği yön, bu yöndür.
Ancak biz, Kur'an'ın ve hayat sahnesinde kainata
dair ayetlerinin dokunuşları ile yolculuğa çıkmadan önce, onların sözleri
aktarılırken ve bunun üzerine yorum yapılırken canlanan, çürüme ve dağılma
konusunun meydana getirdiği vurgu üzerinde durmak istiyoruz:
"Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz zaman mı?.."
O halde demek onlara göre insanlar ölüyorlar. Demek
ki insanlar toprak oluyorlar. Müşriklerin sözlerinin aktarıldığı ayeti
okuyan herkes direkt olarak kendine ve çevresindeki öteki canlılara çevirir
bakışlarını... Ölümü, çürüyüp dağılmayı canlandırmak için çevirir
bakışlarını... Hatta kafasında canlandırmak değil, aksine kendisi daha
yeryüzünde canlı iken çevirir bakışlarını ve vücudunda çürümenin sinsi
tedrici ilerlemesini hisseder. Canlı gönülleri ölüm kadar ürperten bir şey
olamaz ve bir kalbi ihtiyarlık gibi sarsıp titretecek bir olgu da
düşünülemez.
İlahi ifadenin devamı, toprağın ölülerin cesetlerini
parça parça yiyip çürütmesini canlandırarak bu vurguyu derinleştirmekte ve
vurgunun etkisini güçlendirmektedir.
4- Biz toprağın
onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda o bilgileri
koruyan bir kitap vardır.
Bu ilahi ifade sanki toprağın hareket edişini ve
insanların cesetlerini eritmesini ve yavaş yavaş yemesini canlandırmaktadır.
Ve öte yandan insanların cesetlerini ele almakta ve cesetlerin sürekli bir
şekilde lime lime yok olduğunu ifade etmektedir. Sonra da sözü şöyle
bağlamaktadır: Yüce Allah toprağın onların cesetlerinden ne kadar yediğini
bilir, O herşeyi korunmuş kitapta yazmıştır. O halde onlar öldükleri ve
çürüyüp toprağa karıştıkları zaman kaybolup gitmiyorlar. Hayatın bu
topraktan yeniden başlaması ise, daha önce bir kez gerçekleşmiştir ve aynı
zamanda çevrelerinde ardı arkası kesilmeden durmadan yenilenip duran
canlandırma (can verme) olaylarında her an gözükmektedir.
Kalpleri eriten ve yumuşatan ve onları son derece
hassas, duyarlı ve gerçekleri karşılamaya hazır hale getiren vurgulamalar
işte böyle ardarda gelmektedir. Ve bütün bunlar, konunun kendisi üzerine
çullanmadan önce gelmektedir.
Sonra yüce Allah bu ahmakça itirazlarının
kaynaklandığı gerçek durumlarını gözler önüne sermektedir. Çünkü onlar,
değişmez olan hakkı bırakmışlar ve yeryüzü de ayaklarının altında dönmeye
başlamıştır. Artık hiçbir şeyde asla karar bulamaz olmuşlardır.
5- Doğrusu onlar,
hak kendilerine gelince onu yalanladılar. Şimdi onlar şaşırmış bir
haldedirler.
Bu ifade, değişmez haktan ayrılanların durumlarını
canlandıran, somutlaştıran eşsiz bir ifadedir, artık onlar haktan saptıktan
sonra asla bir noktada duramazlar...
Gerçekten "Hak" Hakk'a inanan kimselerin üzerinde
durdukları ve ayaklarının kaymadığı, adımlarının sarsılmadığı sabit değişmez
bir noktadır. Çünkü hakka inanan kimsenin yeryüzü ayaklarının altında
sabittir, toprak çökmez ve dibe göçmez. Ama değişmez hakkın dışında
çevrelerinde yer alan herşey, çalkantılı, dalgalı, sarsıcı ve kaygandır.
Değişmezlikten, istikrardan, iç huzurundan ve bu halde bulunmaktan iz
bulunmaz. Böyle bir kimse, daima şaşırmış bir haldedir, bir hal üzere
durması mümkün değildir.
Haktan ayrılanları arzular kötü yerlere iterler,
duygular kuşatıp üzerlerine hücum eder, arzulanan fısıltıları alıp kaçırır,
buhranlar paramparça eder, kuşkular endişelendirir, çalışmaları şurada
burada düzensiz bir hâl alır, tutumları bir sağa bir sola zikzak çizer.
Böyle bir kişi şaşkınlığından güvenilir bir dayanağa ve güvenli bir sığınağa
sığınmaz, sürekli bir şaşkınlık içinde bocalar durur...
Gerçekten hayret verici bir ifade tarzıdır bu...
Gözlerin izlediği hareketlenmiş gibi kalplerden geçen duyguları canlandırıp
somutlaştırıyor.
Sabit, yerleşmiş, kararlı ve sarp olan Hakk'ın
etkisi ile yeni bir konuya girmek üzere -yeniden dirilmeye itirazlarını
tartışmaya bir zemin hazırlama yolunda yüce Allah, kainatın yapısında olan
birtakım hak görüntülerini sergiliyor ve sabit, kararlı ve güzel olan
Hakk'ın niteliği ile ahenkli bir ifade ile, onların bakışlarını gökyüzüne,
yeryüzüne, dağlara, gökten inen sulara, salınan hurma ağaçlarına, bahçelere
ve bitkilere çeviriyor.
6- Üzerlerindeki
göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız? Onda hiçbir
çatlakta yoktur. ,
Gerçekten şu gökyüzü, onların bırakıp ayrıldıkları
Hak'ı haykıran kainat kitabının bir sayfasıdır. Bir bakmazlar mı onlar
gökyüzündeki, yüksekliğe, değişmezliğe ve düzene? Bütün bunların yanı sıra
estetiğe, güzelliğe, her türlü noksanlıktan ve düzensizlikten uzak oluşa?
Şüphesiz, göklerin niteliği olarak belirtilen değişmezlik, mükemmellik ve
güzellik ifadenin akışı ile, hak ile ve hakda mevcut olan değişmezlik
mükemmellik ve güzellik ile tam bir uyum oluşturmaktadır. Dolayısı ile,
gökyüzünden söz edilirken, "bina" niteliğinden "estetik" niteliğinden ve her
türlü delik ve çatlaktan uzak oluşundan sözedilmektedir.
Yeryüzü de aynı gökyüzü gibi, Hakk'a dayanan, temeli
değişmez, gözalıcı ve güzel olan kainat kitabının sayfalarından biridir.
7- Yeryüzünü de
yaydık, ona sağlam dağlar yerleştirdik, onda her güzel çifti bitirdik.
Yeryüzünün yaygınlığı, sabit dağların
yerleştirilmesi, bitkilerde güzellik... Bunlar da istikrarı, değişmezliği ve
güzelliği simgeleyen niteliklerdir ki gökyüzünden bahsedilince de dikkatler
bu noktalara çevriltilmişti.
Uzanan ve bina edilen güzel gökyüzünün ve yayılan,
sabit olan ve güzel olan yeryüzünün tablosunda yüce Allah onların kalplerine
dokunmakta ve gönülleri, bu kainatın yaratılışındaki hikmete ve kainat
sayfalarından bazılarını gözlemeye sevk etmektedir.
8- Bütün bunları,
Allah'a yönelen her kulun, gönül gözünü açmak için ve ona ibret vermek için
yaptık.
Her türlü engeli kaldıran, görüş ufkunu aydınlatan,
kalpleri açan ve ruhları şu akıllara durgunluk veren kainata ve onun
gerisindeki yaratma, hikmet ve tertibe (düzene) bağlayan bir öğüt ve bir
ibrettir bu... Hemen Rabbine dönen bir kulun yararlandığı bir öğüt ve
ibrettir bu...
Beşer kalbi ile, şu akıl almaz ve güzel kainatın
etkilerini birbiri ile buluşturan halka budur işte... Bu halkadır ki, kainat
kitabına bakışa ve onu tanımaya beşer kalbinde bir etki bahşeder ve insan
hayatına bir değer verir. Kur'an-ı Kerim'in bilgi ile "bilen insan"
marifetle "arif olan kişi" arasında kurmuş olduğu ilgi budur... Bu devirde
insanların "bilimsel" diye isimlendirdikleri, araştırma ve metotlarının yüce
Allah'ın insanlarla, onların yaşadıkları kainat arasında kurduğu ilişkiyi
kesip de ihmal ettikleri halka bu halkadır. Bir kere insanlar bu kainatın
bir parçasıdırlar. Kalpleri kainatın atışına göre atmadıkça, kalpleri ile bu
muazzam kainatın tesirleri arasında bağ güçlü olmadıkça, hayatları sağlıklı
ve düzgün olamaz. Yıldızlardan herhangi bir yıldıza, gezegenlerden herhangi
bir gezegene, bitkilerden veya hayvanlardan herhangi bir türün bilinmesine
kısacası kainatımızdan onun içersinde canlı ve cansız alemlere dair -tabii
cansız bir alem varsa, veya şu kainatta cansız bir tek varlık varsa- bütün
"bilimsel" bilgiler, derhal beşer kalbine "etki" etmeli, bu kainat ile dost
olan "ülfet" ve insanlarla eşya ve canlılar arasında dostluk bağlarını
güçlendiren "tanışıklığa" dönüşmelidir... Bu kainatın ve içindeki kimselerle
eşyanın yaratıcısına ulaşan birlik fikrine dönüşmelidir... Bu canlı,
yönlendirici ve beşer hayatında bir etkiye sahip hedefin önüne engel olan
her marifet, ilim ve araştırma eksik marifet, sahte ilim ve güdük bir
araştırmadır.
Gerçekten bu kainat, her dilden okunan ve her vesile
ile anlaşılan Hakk'ın herkese açık kitabıdır. Bu kitabı apartman ve
köşklerde oturan medeni insanlar okuyabildiği gibi, çadırda ve kulübede
oturan sade birisi de okuyabilir. Herkes, bu kitabı kendi kapasitesi ve
anlayışına göre okur ve herkes onu, Hakk arzusu ile okuduğu zaman, bu
kitapta Hakk azığı bulur. Bu kitap her zaman mevcut ve açıktır.
Ne varki modern ilim, bu öğüt ve ibreti yok ediyor
ve beşer kalbi ile apaçık ortada olan ve konuşan kainat arasındaki bağı
koparıyor. Çünkü bu modern ilim, kainatla içinde yaşayan yaratıkların
aralarındaki bağları koparan "ilmi metod" safsatasının hakim olduğu bozuk
kafalardadır.
Elbette ki imana dayalı sistem, tek tek gerçeklerin
anlaşılmasında "ilmi metod"un ulaştığı neticelerden hiçbirini gözardı etmez,
ihmal etmez. Aksine, buna katkıda bulunur, bu tek tek var olan gerçekleri
birbirine ve bunları büyük gerçeklere bağlar ve beşer kalbi ile bu büyük
gerçekler arasında bağlantı kurar. Yani insan kalbini kainatın kanunlarına
ve varlığın gerçeklerine bağlar. Bu kanun ve gerçekleri de insanların
duygularında ve hayatlarında güçlü etkenlere dönüştürür, yoksa zihnin bir
köşesinde duran, ama zihinlere sırlarından hiçbir şey fısıldamayan kuru ve
donmuş bilgiler olarak bırakmaz. Bundan dolayı elde edilen ilmi gerçekleri
bu sağlam bağa bağlamak için araştırma ve etüt sahalarında asıl hamleyi
imana dayalı sistemin yapması gerekir...
Bu kısa bakıştan sonra ayetin devamı, canlandırma ve
yeniden dirilme konusu ile ilgili olarak, kainat kitabının bazı sayfalarını
gözler önüne sermeye devam ediyor
9- Gökten bereketli
su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek taneli ekinler bitirdik.
10- Birbirine girmiş
kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları yetiştirdik.
11- Kullara rızık
olması için. ve o su ile ölü bir memlekete can verdik. İşte insanların
yeniden dirilmesi de böyledir.
Gökten inen su, aslında ölü toprağı diriltmezden
önce ölmüş kalpleri dirilten bir mucizedir. Yağmurun manzarası hiç şüphesiz
kalbe özel bir etki yapar... Yağmurla sevinen ve bu yüzden sevinçle tüy gibi
uçan sadece çocuklar değildir. Hassas ruhlu büyüklerin de kalpleri bu
manzaradan duygulanır onların da kalpleri daha dünyaya yakında gelmiş masum
çocukların kalbi gibi çarpar.
Sure burada suyu "bereket" olarak nitelemekte ve
suyu bahçelerdeki meyveleri, taneli ekinleri ve hurmaları bitirmek için yüce
Allah'ın kudret elinin bir sebebi olarak göstermektedir. Ve ağaçlar güzellik
ve yükseklik ile nitelenmektedir: "Birbirine girmiş kat kat tomurcukları
olan yüksek hurma ağaçları..." Burada hurma tomurcuğunun "kat kat" olarak
nitelenmesi upuzun hurma ağacında küme küme tomurcuğun güzelliğini ortaya
çıkarmak içindir. Bu ifadeler de, güzel ve yüce olan Hakk'ın atmosferi ve
gölgeleri ile paralellik kurmak içindir.
Yüce Allah bahşetmiş olduğu suyu, bahçeleri,
taneleri, hurmaları ve tomurcukları hatırlatarak kalplere dokunmaktadır:
"Kullara rızık olması için." Evet, yüce Allah'ın sebebini yarattığı, yerden
bitirmeyi üstlendiği, tomurcuklarım çıkardığı bir rızık olmak için... Odur
Mevla... Onlar ne bunları yapabilirler ve ne de bunlara şükrederler.
Ve işte bu noktada ayet, bütün kainat korteji
(kafilesi) ile son defa ulaşıyor: "Ve o su ile, ölü bir memlekete can
verdik. İşte insanların yeniden dirilmesi de böyledir."
Ölü toprağın diriltilmesi olayı onların çevrelerinde
sürekli tekrarlanmaktadır. İnsanlar buna alışkındırlar, fakat itirazdan ve
hayretlerini ifade etmezden önce buna dikkat etmezler ve bunu görmezler·
Halbuki öldükten sonra canlı olarak çıkışınız da ölü toprağın diriltilişi
gibi olacaktır... Aynen bu şekilde ve bu kadar basit... Kur'an-ı Kerim bu
gerçeği şimdi söylüyor. Çünkü daha önce insanoğlunun kalbine kainat
etkilerinden bu uzun, güzel, etkileyici ve yaratana dönen her kalbi
canlandırıcı bu etkilerin yığın yığın örneğini vermiştir. İşte kalplerin
yaratıcısı kalpleri böyle tedavi eder.
Yüce Allah kainat kitabından yukardaki sayfaları
sunduktan sonra, insanlık tarihinin kitabından bazı sayfaları gözler önüne
seriyor. bu sayfalar, yalanlayıcıların akıbetlerini anlatmaktadır. O
zamanlar ki yalanlayıcılar da öldükten sonra dirilme konusunda şu müşrikler
gibi kuşku duymuşlar ve onların Hz. Peygamberi yalanladıkları gibi
Peygamberlerini yalanlamışlardı. Bu yüzden de Allah'ın hiç şaşmaz ve
kaçınılmaz tehdidini hak etmişlerdi.
12- Onlardan önce
Nuh kavmi, Res halkı ve Semud kavmi de yalanlamıştı.
13- Ad, Firavun ve
Lut'un kardeşleri de.
14- Eyke halkı ve
Tubba' kavmi de. Bütün bunların hepsi peygamberleri yalanladılar da
üzerlerine tehdidim hak oldu.
15- İlk yaratma ile
yorulup aciz mi kaldık ki yeniden yaratamayalım? Doğrusu onlar yeniden
yaratılmaktan şüphe etmektedirler.
Ayet metninde geçen "Ress" duvarı örülmemiş kör bir
kuyu demektir. "Eyke" ise, dalları sık ve birbirine sarılmış gür ağaçlardır.
Eykeliler -ağır basan tercihe göre- Hz. Şuayb'ın kavmidir. Ress (kuyu)
sahiplerine gelince, onlar hakkında şu kısa ifadeden başka hiçbir açıklama
yoktur. Tübba' kavmi de böyledir. Onlar hakkında da hiçbir açıklama yoktur.
Tübba' Yemendeki Himyer krallarının lakabıdır. Yalnız burada sözkonusu
edilen kavimler o zamanlar bu Kur'an'ı okuyanlarca bilinmekteydi.
Zaten açıkça belli ki bu kısa işaretten maksat bu
kavimlerin hikayelerini ayrıntıları ile anlatmak değildir. Sadece,
Peygamberlerini yalanlamış geçmiş kavimlerin akıbetlerini anlatarak kalplere
etki etmektir. Burada dikkati çeken şey bütün bu kavimlerin kendilerine
gönderilen peygamberleri yalanlamış olmalarının ifade edilmesidir.
"Bütün bunların hepsi peygamberleri yalanladılarda
üzerlerine tehdidim hak oldu: '
Bu kısa ifade inanç birliği ile peygamberlik
kurumunun özdeşliğini vurgulamak için getirilmiştir. Buna göre bir
peygamberi yalanlayan kimse tüm peygamberleri yalanlamış gibi olur. Çünkü
bütün peygamberlerin getirmiş olduğu peygamberlik kurumunu yalanlamış
olmaktadır. Tüm peygamberler kardeştirler, tek bir toplulukturlar ve zamanın
derinliklerine kök salmış bir ağaç gibidirler. Bu ağacın her bir dalı ağacın
özelliklerini özet olarak ifade etmekte ve ana ağacın bir resmi olmaktadır.
Dolayısı ile, bu ağacın bir dalını zedeleyen ağacın gövdesini ve diğer
dallarını da zedelemiş demektir. "Üzerlerine tehdidim hak oldu" Ve
dinleyenlerin bildikleri acı akıbet başlarına gelip çatmıştı.
Bu kötü akıbetlerin ışığı altında yüce Allah tekrar
onların yalanladıkları yeniden dirilme konusuna dönüyor ve soruyor:
"İlk yaratma ile yorulup aciz mi kaldık?.."
Canlıların yaratılması olayı onların gözleri önünde
gerçekleşmiştir. Dolayısı ile onların cevap vermesine gerek yoktur. "Doğrusu
onlar yeniden yaratılmaktan şüphe etmektedirler". Mevcut olan yaratıkların
şahitliklerini dikkate almamaktadırlar. O halde önlerindeki bu şahidi de
olayı da yalanlayan kimseler neleri hak etmezler ki!
Surenin ikinci bölümü de birinci bölümün ele aldığı
yeniden dirilme konusunu işlemeye devam etmektedir. Bu bölüm aynı zamanda
yalanlayan kalplere yeni yeni dokunuşlarla şifa sunmaktadır. Fakat bu
dokunuşlar ürpertici ve korkunçtur. Bu dokunuşlar, sureyi sunarken sözünü
ettiğimiz ilahi kontroldür. Sonra, bu kontrolü canlandıran ve somutlaştıran
ilahi kontrolün sahneleridir. Ardından ölüm ve ölüm sarhoşluğu
manzaraları... Sonra hesaba çekilme ve amel defterlerinin herkese
gösterilmesi sahneleri... Sonra ağzını iştahla açmış kendisine yakıtı olan
insanlar atıldıkça tadına varan ve zevkle "Daha yok mu?" diyen bir cehennem
tablosu... Ve bunun yanıbaşında cennet, nimet ve ikram tabloları... İşte
yeni dokunuşlar bunlardır.
Doğrusu, doğumdan başlayan ölüm istasyonuna uğrayan
ve yeniden dirilme ve hesaba çekilme ile son bulan tek bir yolculuktur bu.
Durmadan, dinlenmeden devam edip giden tek bir yolculuktur. Bu yolculuk,
insan oğlunun gönlüne kendisinden kopulup sapılmaz biricik yolu çizmektedir.
İnsanoğlu yolun başından sonuna kadar, yüce Allah'ın kutsal kudret elinin
avucundadır, ordan kayıp kaçması veya kurtulması mümkün değildir. Ve onun
hiçbir şeyi dikkatten kaçırmaz ve asla gevşemez kutsal kontrolü altındadır.
Ve yine doğruyu söylemek gerekirse bu yolculuk insanın duygularını korku ve
ürperti ile dolduran korkunç bir yolculuktur. Kalplerden geçeni bilen,
dilediğini zorla yaptırmaya kadir (Cebbar) olan Allah'ın kudret elinin
avucunda olduğunu hisseden bir insan nasıl olur da ürpermez? Ve yine, hiçbir
şeyi unutmayan, hiçbir şeyi dikkatten kaçırmayan ve asla uyumayan herkese
yaptıklarının karşılığını vermeye kadir olan bir tek yaratıcı tarafından
çağırıldığını hisseden bir kimse nasıl olur da ürpermez?
Doğrusunu söylemek gerekirse, insanoğlu yeryüzündeki
hükümdarların kendisini, casusları ve gözcüleri vasıtası ile izlediğini, her
hareket ve davranışını gözetlediğini bilip hissederse, korkusundan tir tir
titrer, sarsılıp, dengesini yitirir ve kendinden geçer. Oysa yeryüzündeki
hükümdarların gözcüleri ne olursa olsunlar o insanın ancak dışa vuran
hareketlerini gözetleyebilir. İnsan evine sığınınca, kapısını kapatınca,
ağzını sıkı tutunca bu gözcülerden ve hükümdardan kendisini korur. Oysa
Cebbar olan Allah'ın kudret elinin avucu böyle mi? İnsan nereye kapanırsa
kapansın nereye giderse gitsin ilahi kudret elinin altındadır. Allah'ın
kontrolü vicdanlara ve kalpleredir. Şimdi düşünelim. Bir insan bu ilahi
avuçda ve şu kontrol altında olduğunu hissettiği zaman ne hale gelir? Nasıl
olur da titremez?
16- Andolsun insanı
biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah
damarından daha yakınız.
Ayetin başındaki "Andolsun ki insanı biz yarattık"
ifadesi, bu ifadenin dolaylı anlamının gereğine işaret etmektedir. Şöyle ki:
Bir aleti yapan elbette ki onun yapısını ve sırlarını başkalarından daha iyi
bilir. Halbuki o, sözkonusu aletin yaratıcısı değildir. Çünkü o aletin ana
maddesini o yaratmamıştır. O halde şekil vermekten ve onu monte etmekten
başka bir şey yapmamıştır. Bir aleti yapan, onun sırrını ve yapısını
bildiğine göre, insanı yoktan var eden, ona varlık niteliği kazandıran ve
yaratan yaratıcı neleri bilmez? Elbette insanoğlu aslında yüce Allah'ın
kudret elinden çıkmıştır. O halde insanoğlu, bütün benliği, niteliği, ve
sırları ile, kendi ana kaynağını, çıkış noktasını, halini ve varacağı yeri
bilen yaratıcısının önünde apaçık ortadadır.
"Ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz."
İşte böylece insan, kendi nefsini apaçık ortada
bulur. Kendisinin inkar ettiği ve reddettiği hesap gününe hazırlık olmak
üzere nefsini hiçbir perdenin örtemediğini ve içinden geçen her duygu ve
fısıltının yüce Allah tarafından bilindiğini görür.
"Biz ona şah damarından daha yakınız..."
İçinde kanının dolaştığı şah damarından daha yakınız
ona. Bu herşeye malik olan kutsal kudret elinin avucunu ve dolaysız kontrolü
canlandıran bir ifadedir. İnsanın bu gerçeği düşündüğü zaman titrememesi ve
kendisini hesaba çekmemesi mümkün değildir. Eğer insan sadece şu ifadenin
anlamını kafasında canlandırabilseydi, Allah'ın hoşnud olmayacağı bir tek
sözü bile söylemeye ve hatta kabul buyrulmayacak bir tek düşünceyi bile
aklından geçirmeye cesaret edemezdi. İnsanın sürekli bir kaçınma, devamlı
bir korku ve hesaba çekilmeyi asla dikkatten kaçırmayacak şekilde uyanıklık
içinde yaşaması için şu bir tek ayet bile yeterlidir. Ancak ne var ki
Kur'an-ı Kerim, kutsal kontrol kavramını pekiştirmek için konudan konuya
geçiyor. Bir de bakıyor ki insanoğlu, yaşarken, hareket ederken, uyurken,
yerken, içerken, konuşurken, susarken ve bütün yolculuklarını yaparken
sağından ve solundan kendisi için görevlendirilmiş iki melek arasındadır ve
her hareket ve sözünü daha anında almakta ve yazmaktadırlar.
17- Çünkü onun
sağında ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek
vardır.
18- İnsan hiçbir söz
söylemez ki yanında gözetliyen, dediklerini zapteden bir melek hazır
bulunmasın.
Ayette geçen Rakip ve Atid hemen ilk anda akla
geldiği gibi bu iki meleğin ismi değildir. İnsanın her hareket ve sözünü
kaydeden her an hazır ve gözcü iki melek demektir.
Biz bu iki meleğin amelleri nasıl kaydettiğini
bilmiyoruz. Hiçbir temele dayanmayan hurafe ve vehimleri sıralamaya da gerek
yoktur. Gayba ait olan bu gerçekler karşısında tutumumuz şudur bizim.
Bunları oldukları gibi alırız, nasıl olduklarını araştırmaya kalkışmadan
ifade ettiği anlamlara inanırız. Çünkü bunların nasıl olduklarını bilmek
bize hiçbir şey kazandırmaz. Üstelik bu gayba dair gerçekler ne
tecrübelerimizin ve ne de beşeri bilgilerimizin alanına girmezler.
Bizler bugün -görülen beşeri bilgi alanımız içinde-
atalarımızın akıllarının ucundan bile geçmeyen kayıt araçları tanıyoruz. Bu
araçlar hareket ve sesleri kaydetmektedir. Teyp kasetlerini, sinema ve video
kasetlerini bunlara örnek olarak verebiliriz. Tabii bütün bunlar beşer olan
bizlerin ellerinde olan araçlardır. Kaldı ki, meleklerin kayıt yöntemlerini,
bizim beşeri ve sınırlı düşüncemizin ürünü olan belirli tescil yöntemi ile
sınırlandırmamız için hiçbir neden olmaması haydi haydi gereklidir. Çünkü
bizim beşeri tasavvurlarımız bizim için meçhul olan o alemden nihayet son
derece uzakta bulunmaktadır. Biz o alemden ancak Allah'ın bizlere haber
verdiği kadarını bilmekteyiz. Fazla değil.
Bu canlandırılan gerçeklerin ışığı altında yaşamak
ve yapacağımız her harekete ve söyleyeceğimiz her söze karar verir vermez,
yüce katında hiçbir şey ve kırıntının asla zayi olmadığı yüce Allah'ın
huzurunda hesap defterimizde yer alsın diye, sağımızda ve solumuzda her
hareket ve sözümüzü bir kaydedenin bulunduğunu hissederek yaşamak, yeter
bize. Evet, bu korkunç gerçeğin ışığı altında yaşamamız yeter. Bizler nasıl
olduğunu bilmesek bile bu bir gerçektir. Bu gerçek herhangi bir şekle
bürünmüş kendine göre şekli olan bir varlıktır. Bunun varlığını inkar etmeye
imkan yoktur. Yüce Allah bu gerçeği bizlere haber vermiştir ki ona göre
hesabımızı yapalım diye, yoksa onun nasıl ve ne şekilde olduğunu öğrenmek
için boşu boşuna enerjimizi harcayalım diye değil.
Doğrusu bu Kur'an'dan ve Kur'an'la ilgili gerçeklere
dair Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- eğitiminden
yararlananların izledikleri yol bu idi. Onların yolu hissetmek ve
duyduklarını yaşamaktı.
İmam Ahmet der ki: "Bana Ebu Muaviye anlattı. Ona
Leys kabilesinden Alkame oğlu Amr oğlu Muhammed anlatmış. Alkame'nin oğlu
babasından, o da Alkame'nin dedesinden (kendi babasından) duymuş. Alkame'nin
dedesi de Müzen kabilesinden Haris oğlu Bilal'den, Bilal de Resulullah'tan
-salât ve selâm üzerine olsun- duymuş. Resulullah der ki: "Şüphesiz bir kişi
yüce Allah'ı hoşnut edecek bir kelime söylediği zaman bu kelimenin nereye
ulaşacağını tahmin bile edemez. Yüce Allah o söz sayesinde o kişiye,
kendisine hoşnud olarak kavuşacağını yazar. Ve şüphesiz bir kişi de yüce
Allah'ı öfkelendirecek bir kelime söylediği zaman onun nereye ulaşacağını
tahmin edemez. Bu söz nedeni ile, Allah Teala o kişiye kendisine öfkeli
olarak kavuşacağını yazar:" İmam Ahmed'in nakline göre Alkame dermiş ki:
"Haris oğlu Bilal'in naklettiği bu hadis benim nice sözlerime engel
olmuştur." (Hadisi Tirmizi, Nesai ve ibn Mace Amr oğlu Muhammed zinciri ile
nakletmişlerdir. Tirmizi hadis için sahih ve hasendir demiştir).
Hikaye edilir ki, İmam Ahmet ölüm anı yaklaşınca
inlemekteyken, inlemenin yazıldığını duyar ve ruhu yüce Allah'ın
hoşnutluğuna akana kadar bir daha inlemez, susar.
İşte o insanlar bu gerçekleri böyle alıyorlar ve
bunlarla yakini (kesin) bir iman içinde yaşıyorlardı.
Bu anlatılanlar hayat sayfası idi. İnsanın hayat
kitabında bu sayfadan sonra, insanın ölmek üzere olduğu anı yansıtan sayfa
var.
9- Ölüm sarhoşluğu
bir gün Hakk'ı getirirde "İşte ey insan bu, senin öteden beri kaçtığın
şeydir" denir.
Beşer denilen şu yaratığın en çok ürktüğü,
hatırından hayalini en çok uzaklaştırmaya çalıştığı şey ölümdür. Fakat
ölümden kaçmak ne mümkün! Ölüm sürekli insanı istemektedir. Bıkmaz usanmaz
istemekten. İnsana doğru attığı adımlar asla gevşemez. Vaktini asla
şaşırmaz. Burada ölüm sarhoşluğundan söz edilmesi, insanı iliklerine kadar
titretmeye yeter. Ölüm sarhoşluğu sahnesi sunulurken insan bir de Allah
Teala'nın "İşte ey insan bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir" sözünü
işitiyor. İnsan henüz ölmeden ve bu dünyada iken bu sesin yankısı ile tir
tir titriyor. Bir de ölüm sarhoşluğu içinde kıvranırken bu söz kendisine
söylenince kimbilir ne hale gelir? Nitekim sahih bir hadiste yer aldığına
göre, Resulullah vefat edeceği zaman, yüzünden mübarek terlerini silerek
buyurmuş ki: "Sübhanellah! Gerçekten ölümün sarhoşlukları vardır..."
Resulullah yüce dostu seçmiş ve Allah Teala'ya kavuşmaya özlem duymuş olduğu
halde bunu söylerse, ya ondan başkalarının hali nice olur?
Burada Hak sözcüğünün zikredilmesi dikkati çekiyor.
"Ölüm sarhoşluğu birgün Hakkı getirir." Bu ifade, insan ruhunun ölüm
sarhoşluğu esnasında gerçeği tam olarak göreceğine işaret etmektedir. İnsan
ruhu gerçeği engelsiz görür o zaman. Bilmediği inkar ettiği gerçeği idrak
edip anlar. Fakat iş işten geçtikten sonra, görmek bir fayda vermez, idrak
etmek bir yarar sağlamaz, tevbe kabul olunmaz ve iman hesaba katılmaz
olduktan sonra gerçeği idrak edip, anlamak ne işe yarar? İşte onların
yalanlayıp da bu yüzden bocalamaya düştükleri gerçek budur. Bunu anladıkları
ve tasdik ettikleri zaman bu iman hiçbir yarar sağlamaz ve bir anlam ifade
etmez artık...
Ölüm sarhoşluğundan, Haşr ile ilk kez yüzyüze gelişe
ve hesap gününün dehşetine geçiliyor.
20- Sur'a üfürülür.
İşte bu geleceği söz verilen gündür.
21- Her can, yanında
bir sürücü ve bir şahidle gelir.
22- Ona: "Andolsun
ki, sen, bundan gafilsin; işte senden gaflet perdesini kaldırdık, bugün
artık görüşün kesindir" denir.
23- Yanındaki
arkadaşı: "İşte yanımdaki hazır" dedi.
Bu öyle bir sahnedir ki, bu sahnenin ruhlarda
canlandırılması, insanoğlunun yeryüzünde bütün gezisi boyunca sürekli bir
korku, çekingenlik ve dikkat içinde bulunması için yeterlidir. Nitekim
Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun"Sur'u üfleyerek melek sur'u ağzına
almış, yüzünü dönmüş ve kendisine izin verilmesini beklerken nasıl olur da
insan rahat eder." Orda bulunanlar "Ya Resulallah! O zaman ne diyelim?"
dediklerinde, buyurmuş ki: "Allah bize yeter O ne güzel vekildir" deyin.
Onlar da "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" demişlerdir. (Hadisi
Tirmizi rivayet eder)
"Her can yanında bir sürücü ve bir şahitle gelir"
Her nefis gelir. Hesaba çekilecek olan ve yaptıklarının karşılığını görecek
olan bu nefistir. Beraberinde kendisini sevk edecek bir sürücü ve bir de
aleyhine tanıklık edecek şahit vardır. Belki de bu ikisi, dünya hayatında
onu koruyan ve amellerini yazan yazıcı meleklerdir. Bunlardan başkaları da
olabilir fakat birinci ihtimal daha ağır basıyor. Bu sahne dünya
mahkemelerine götürülmeye son derece benzemektedir, ancak burada Cebbar (Her
dilediğini zorla yaptıran) Allah'ın huzurunadır sevkediliş!
Bu sıkıntılı ve son derece zor durumda ona denilir
ki: "Andolsun ki sen bundan gafildin; işte senden gaflet perdesini
kaldırdık. Bugün artık görüşün keskindir." Keskindir artık görüşün. Çünkü
onu engelleyecek hiçbir perde yoktur. Senin dikkat etmediğin ve gafil
olduğun an bu andı. Tedbirini almadığın durum bu durumdu. Beklemediğin son
bu son idi. Şimdi bak bakalım. Bugün artık görüşün keskindir.
O sırada arkadaşı öne atılıyor. Ağır basan görüşe
göre, bu hayatının kaydedildiği defteri taşıyan şahit olsa gerektir.
"Yanındaki arkadaşı; `işte yanımdaki hazırdır' der." Mevcuttur, hazırdır,
hazırlanmıştır. Hazırlamaya, ihtiyacı yoktur onun.
İlahi ifade, burada hemen hükmün imzalanıp yerine
getirilişini ifade etmek için, amellerin kaydedildiği bu defterin kontrolüne
dair hiçbir şeyden sözetmiyor. Doğrudan doğruya, sürücü ve şahit olan
koruyucu iki meleğe yüce ve şerefli hitabtan sözediyor:
24- Allah: "Haydi
ikiniz, atın cehenneme her inatçı nankörü."
25- "Hayra engel
olan, saldırgan şüpheciyi."
26- "O ki Allah ile
beraber başka tanrılar edindi, bundan dolayı onu çetin bir azaba atın."
Bu niteliklerin bir bir sıralanışı, içinde bulunulan
durumun sıkıntı ve şiddetini daha da artırmaktadır. Çünkü bu ifade, sıkıntı
ve dehşet dolu bir durumda Kahhar ve Cebbar olan Allah'ın gazabını
göstermektedir. Çünkü bu nitelikler de çirkin ve cezanın şiddetini artırmaya
layık niteliklerdir. İnkarcı:.. İnatçı... Mali yükümlülüklerini yerine
getirmeyen... Zalim... Kuşkucu... Allah'tan başka bir ilah edinen... Ve ayet
bu niteliklerden sonra vurgulamaya hiç de gerek olmayacak kadar açık bir
durumu vurgulama ile bu sahnenin sonuna ulaşmaktadır: "Bundan dolayı onu
çetin bir azaba atın: '
Hemen içine atılması emrolunan cehennemdeki yeri
böylece beyan olunmaktadır.
İşte o zaman arkadaşı korkup titremekte ve yaptığı
her fenalıkta arkadaşı ve yandaşı olması bakımından kendisine gelebilecek
suçlamadan sıyrılmaya koyulmaktadır.
27- Yanındaki
arkadaşı dedi ki: "Rabb'imiz, ben onu azdırmadım, zaten o kendisi derin bir
sapıklık içinde idi."
Belki de buradaki arkadaş, tüm amellerinin yazıldığı
defteri sunan ilk arkadaşı değildir. Belki de buradaki arkadaş, kendisini
azdırıp saptırmak için başına musallat edilen şeytandır. Şimdi ise şeytan
onu azdırdığını inkar ederek ondan uzaklaşıyor ve kendisini zaten sapık
bulduğunu bu yüzden de saptırmalarına kulak verdiğini ifade ediyor. Kur'an-ı
Kerim'de buna benzer birçok sahneler vardır ki, oralarda şeytan suç ortağı
olan insandan aynen bu şekilde sıyrılıp uzaklaşır. Ancak birinci ihtimal de
uzak bir ihtimal sayılmaz. Yani arkadaşı, amellerini kaydeden melek de
olabilir. Fakat durumun dehşeti meleği onun yaptıklarından uzaklaştıracak
kadar günahsız olduğu halde günahsız olduğunu ifade ettirecek kadar
kendinden geçirmektedir. Ve o bu suçluya eşlik etmekle birlikte
yaptıklarından hiçbirisinin katılmadığını açıklâmaktadır.
Suçsuz birisinin suçsuz olduğunu ifade etmesi,
insanı sarsan dehşeti ve kendinden geçiren sıkıntıları ne güzel ifade
ediyor!
Ve işte burada kesin hüküm geliyor ve her söze nokta
koyuyor:
28- Allah:
"Huzurumda çekişmeyin. Ben size daha önce uyarı göndermiştim."
29- '`Benim katımda
söz değişmez; Ben kullara asla zulmetmem" der.
Burası çekişme yeri değildir. Daha önce her amelin
karşılığı, belirlenmiştir. Her yapılan kaydedilmiştir değiştirilmez. Ve
herkes ancak yaptığından dolayı cezalandırılır. Kimseye zulmedilmez. çünkü
cezayı veren en adil hüküm sahibidir.
Böylece korku ve dehşet dolu hesap tablosu son
buluyor, ancak sahnenin hepsi bitmiyor, aksine ayetin devamı sahnenin bir
başka korkunç yönünü daha gözler önüne seriyor:
30- O gün cehenneme:
"Doldun mu?" deriz. "Daha yok mu?" der.
Bu tablonun tamamı karşılıklı konuşma tablosudur. Ve
bu tabloda cehennem, karşılıklı konuşmayı gerçekleştiren bir taraf olarak
ortaya çıkıyor. Soru ve cevaplarla hayret ve dehşet verici bir tablo çıkıyor
ortaya... İşte tüm inkarcı ve inatçılar. Malı yükümlülüklerini yerine
getirmeyenler, zalimler ve şüpheciler... Bu yığın yığın insanlar ardarda
cehenneme atılıyorlar, küme küme cehenneme yuvarlanıyorlar. Sonra cehenneme
sesleniliyor: "Doldun mu?" Yeter mi? Fakat cehennem yediklerinin tadına
varırcasına daha da tutuşuyor. Ve yemeğe düşkün obur bir kimsenin doygunluğu
içinde "Daha yok mu?" diyor. Aman ne dehşetli, ne korkunç bir manzara...
Bu dehşetin karşı yakasında başka bir tablo daha
var. Rahat mı rahat. Candan mı candan. Güzel mi güzel. Hoş mu hoş. Bu
sahnede cennet var. Bu cennet müttakilere yaklaştırılıyor, yaklaştırılıyor
nihayet güzel bir karşılama ve şereflendirme ile yakından karşılarına
çıkıyor.
31- Cennet Allah'a
karşı gelmekten sakınanlara yaklaştırılır, zaten uzak değildir.
32- İşte size
vaadedilen budur. Daima tevbe ile Allah'a dönen, O'nun buyruklarını koruyan.
33- Görmediği
Rahman'dan korkan ve Allah'a yönelmiş bir kalble gelen sizlere, hepinize söz
verilen yerdir.
34- "Oraya esenlikle
girin; işte sonsuzluk günü budur" denir.
35- Orada
istedikleri herşey vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.
Her kelimede ve her harekette ağırlama ve
müttakileri şereflendirme göze çarpıyor. Cennet takva sahiplerine
yaklaştırılıyor, ayaklarına getiriliyor. Cennete yürümek zahmetine
katlanmıyorlar. Aksine onlar cennete değil, cennet onlara geliyor. "Zaten
uzak değildir." Cennetle birlikte Allahu Teala'nın hoşnudluğu da karşılıyor
onları.
Yüceler yücesi tarafından böyle niteleniyor onlar.
Ve Allah'ın ölçüsünde, Allah'a dönen, O'nun koyduğu sınırları aşmayan,
Rahmandan görmedikleri halde korkanlar, Rabb'lerine itaat edip boyun eğen
kimseler olduklarını öğreniyorlar.
Sonra onların esenlikle bir daha çıkmamak üzere
cennete girmelerine izin veriliyor.
"Oraya esenlikle girin; işte sonsuzluk günü budur."
Sonra onların durumlarını yüceltmek ve Rabb'lerinin
katında sınırsız nasipleri olduğunu açıklamak için yüceler yücesinden izin
çıkıyor.
"Orada istedikleri herşey vardır. Katımızda daha
fazlası da vardır." Onlar ne kadar isterlerse istesinler asla kendilerine
hazırlanmış olan nimetleri sıralamış olamazlar. Rabb'lerinden gelecek
fazlalığın bir sınırı yoktur.
Ve artık surenin son kesiti geliyor. Sanki bu son
bölüm surenin müziğinin de son vurgusu olmakta, en güçlü namelerini çok
hızlı dokunuşlarla tekrarlamaktadır sure. Bu son bölümde tarihe ve
geçmişlerin akıbetlerine değiniliyor. Açık olan kainat ve onun gözler
önündeki kitabı ele alınıyor. Ve bu son bölümde, yeni bir tablo içinde,
yeniden dirilme ve mahşere gelme ve bu dokunuşların yanı sıra, kalplere ve
duygulara derin ilhamlar veren yönlendirmeler de yer alıyor.
36- Biz onlardan
önce nice nesilleri helak ettik. Gerçekte onlar bunlardan daha güçlü idiler.
Buna rağmen ölümden kurtulmak için memlekette delikler aradılar. Kurtuluş
var mı?
37- Doğrusu bunda,
kalbi olana veya şahid olarak kulak veren kimse için bir öğüt vardır.
38- Andolsun Biz,
gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir
yorgunluk dokunmadı.
Bu dokunuşların tümü her ne kadar surenin başında
geçmişse de, sonunda bir kez daha sunulunca bu hız ve bu yoğunlukla yeni bir
etki ve yeni bir dokunuş kazanıyor. Ve bu dokunuşlar insanın his ve
duygularına surenin başında etraflıca anlatıldığında bıraktığı tatdan daha
başka bir tad veriyorlar. İşte bu Kur'an-ı Kerim'in hayret verici bir
özelliğidir. Kur'an'da daha önce buyurulmuştu ki: "Onlardan önce Nuh kavmi,
Ras halkı ve Semud kavmi de yalanlamıştı." "Ad, Fir'avn ve Lut'un kardeşleri
de." "Eyke halkı ve Tubba' kavmi de. Bütün bunların hepsi peygamberleri
yalanladılar da üzerlerine tehdidim hak oldu." (Kaf Suresi, 12,13,14)
Burada ise şöyle buyurmaktadır: "Biz onlardan önce
nice nesilleri helak ettik. Gerçekte onlar bunlardan kurtulmak için
memlekette delikler aradılar. Kurtuluş var mı?"
Kur'an-ı Kerim'in her iki yerde de işaret ettiği
gerçek aynı gerçektir. Fakat bu ayette birinci ayetteki şeklinden bambaşka
yeni bir biçimdedir.
Sonra Allah Teala bu şekle geçmiş nesillerin
hareketlerini eklemektedir. Nesiller diyar diyar yürümekte, hayat ve geçim
araçlarını araştırmaktadırlar. Ve sonra bu nesilleri, içinden hiçbir
kimsenin sıyrılıp kurtulamıyacağı, hiçbir kaçış ve kurtuluşun olmadığı
kutsal kudret elinin avucu içinde tutuklanmış görmekteyiz. "Kurtuluş var
mı?"
Bunun ardından ciddiyet ve canlılığı daha da artıran
bir ifade yer almaktadır: "Doğrusu bunda, kalbi olana veya şahid olarak
kulak veren kimse için bir öğüt vardır."
Geçmiş nesillerin başına gelenlerde elbette öğüt
vardır. Ama bu öğüt kalbi olanadır. Bu dokunuşlardan ibret almayan kimsenin
ya kalbi ölüdür ya da oldum olası hiç kalbi yoktur. Hayır hayır buna da
gerek yoktur. Öğüt ve ibret almak için, surede yer alan hikayeye can-ü
gönülden ve uyanık olarak kulak vermek yeterlidir. O zaman hikaye gönüllerde
gereken etkisini gösterecektir. Çünkü bu haktır ve gerçektir. Gerçekten
insan ruhu, geçmişlerin acı akıbetleri konusunda son derece hassastır. En
küçük bir uyanıklık ve en ufak bir dikkat, bu gibi etkileyici ve coşturucu
yerlerde ruhlara ilham veren duyguların ve hatıraların coşması ve harekete
geçmesi için yeterlidir.
Allah Teala daha önce kainat kitabından bazı
sayfalar sunmuştu. "Üzerlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş
ve nasıl donatmışız? Onda hiçbir çatlak ta yoktur." "Yeryüzünü de yaydık,
ona sağlam dağlar yerleştirdik, onda her güzel çifti bitirdik."(Kaf Suresi,
6-7)
Burada ise şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Biz,
gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir
yorgunluk dokunmadı." Allah Teala burada birinci dokunuşa şu gerçeği
ekliyor: "Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı" gerçeğini. Bu ifade, şu hayret
verici mahlukat içinde yaratmanın ve yoktan var etmenin kolaylığını ifade
etmektedir. O halde ölüleri diriltmek ne kadar kolaydır? Çünkü bu göklere ve
yeryüzüne oranla çok basit ve çok önemsiz bir şeydir. Ve bunun arkasından da
yine yeni bir ilham ve yeni bir duygu yüklü ifade gelmektedir:
39- Ey Muhammed!
Onların dediklerine sabret. Güneşin doğuş ile batışında önce Rabb'ini hamd
ile tesbih et.
40- Gecenin bir
bölümünde ve secdelerin ardından O'nu tesbih et.
Güneşin doğması, batması, sonra güneş batınca gelen
gece tablosu... Bütün bunlar gökler ve yeryüzü ile bağlantılı olgulardır.
Yüce Allah bu tabloya tesbih, hamd ve secdeleri de bağlamaktadır. Ve
bunların gölgesi ve etkisi altında Peygamberine, öldükten sonra dirilmeyi
inkar etmeleri ve Allah'ın ölüleri yeniden diriltme ve mahşere getirme
kudretini red etmelerine ve bu konudaki ileri geri sözlerine sabretmesini
öğütlüyor. Bir de bakıyoruz ki yepyeni bir atmosfer bu tekrar eden
dokunuşları kuşatmış. Bu sabır atmosferidir. Hamd, tesbih ve secde
atmosferidir. Ve bütün bunlar, kainat sayfası ve varlık manzaraları ile
bütünleşmiştir. Kul göklere ve yeryüzüne baktıkça, güneşin doğuşunu temaşa
ettikçe, gecenin gelişini izledikçe ve her doğuş ve batışta Allah'a secde
ettikçe ruhta çağlayıp coşar bu yeni atmosferin havası: Sabır, hamd, tesbih
ve secde...
Sonra... Yeni bir dokunuş... Yine gözler önüne
serilmiş kainat sayfasına bağlı, onunla ilgili. Sabret, tesbih et ve secde
et. Ve sen bekleyiş halinde iken, gece ve gündüzün her saniyesi
gerçekleşmesi beklenen o korkunç o akıl almaz durumu beklerken sabret,
tesbih et ve secde et.
41- Bir çağırıcının
yakın bir yerde çağıracağı güne kulak ver.
42- O gün çığlığı
gerçekten duyarlar; işte o, kabirden çıkış günüdür.
43- Doğrusu Biz
diriltiriz, Biz, öldürürüz, dönüş Bizedir.
44- O gün yer
onların üstünden yarılıp açılır. Ve onlar kabirlerinden çıkıp süratle
koşarlar. İşte bu toplanmadır, bize göre kolaydır.
Oysa burada "Sura üfürülme" olayı "Çığlık" sözcüğü
ile anlatılmaktadır. Sonra, ölülerin mezarlarından çıkış tabloları, toprağın
yarılıp ölülerin ortaya çıkmaları manzarası, tüm hayat tarihinin dehlizinde
yolculuğun sonuna kadar tozlanıp duran şu yaratıklar, sayısız kabirlerin
yarılması ve ard arda ölülerin içlerinden çıkmaları, bunlar dile
getirilmektedir burada. Nitekim şair Maarri der ki:
"Kabir vardır, kabir olmuş defalarca, Güler durur
birbirine zıt ölülere,
Yeni gömülen eski gömülenin kalıntısı üstüne,
Asırlar ve çağlar boyu..."
Her mezar yarılıyor. Her mezardan dağılmış cesetler,
kemikler, dağılmış ve yeryüzünün dağ, tepe toprağına karışmış ve Allah'tan
başka nerede olduklarını kimsenin bilmediği zerreler, küçük küçük parçalar
ortaya çıkıyor. Bu öyle bir tablo ki öyle hayret verici bir manzara ki hayal
onu kavrayamıyor ve kuşatamıyor.
Bu insanı kendinden geçiren ve coşturan tablonun
ışığı altında onların tartıştıkları ve inkar ettikleri gerçeği ortaya
koyuyor Allah Teala. "Doğrusu Biz diriltiriz, Biz öldürürüz, dönüş Bizedir."
"İşte bu toplanmadır, bize göre kolaydır." İşte öylece gerçek anlatılmaya en
uygun zamanda ortaya konuyor...
Ve yine bu tablonun ışığı altında yüce Allah,
onların çekişmesi, apaçık ve vicdan gözü ile görülebilen şu gerçeği
yalanlamaları karşısında Peygamberine direnme ve dayanma gücü telkin ediyor.
45- Biz onların ne
dediklerini biliyoruz. Sen onların üstünde bir zorlaştırıcı değilsin, sadece
tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver.
"Biz onların ne dediklerini biliyoruz." Bu yeter
sana. Bu bilgi onların kötü akıbeti demektir. Bu ifade korkunç ve kapalı bir
tehdid taşıyor.
"Sen onların üstünde bir zorlayıcı değilsin." Evet
zorba değilsin ki onları iman etmeye ve tasdike zorlayasın. Bu konuda yetki
sana verilmemiştir. Bu ancak bize aittir, ancak bize... Biz onları
gözetleyiciyiz. İşleri bize teslimdir onların...
"Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver."
Kur'an kalpleri tutar ve yerinden oynatır. Dikkatli
olan ve kalpleri yerinden söken gerçeklerle bu tarzda yüzyüze gelince korkup
ürperen, hiçbir kalp Kur'an karşısında asla duramaz.
Böyle bir sure boyunları iman etmeye eğecek bir
zorbaya muhtaç değildir. Çünkü bu surede zorbaların elinde olmayan güç ve
otorite vardır. Bu surede insan kalbine yönelik olan etkiler zorbaların
kamçılarından kat kat daha güçlüdür.
Ve en doğrusunu buyuruyor yüce Allah.
KAF SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlislik gördügünüz zaman lütfen uyariniz. Simdiden tesekkürler.