68-Kalem
1- Nun. Kaleme ve
onunla yazdıranlara And olsun.
2- Sen, Rabbinin
nimetiyle cinlenmiş değilsin.
3- Senin için
kesintisiz bir mükafat vardır.
4- Ve sen yüce bir
ahlaka sahipsin.
5- Sen de
göreceksin, onlar da görecekler.
6- Hanginizin
sınandığın:.
7-Şüphesiz Rabbin,
kimlerin kendi yolundan saptığına ve kimlerin doğru yolda olduğunu herkesten
iyi bilir.
8- Öyleyse
yalanlayanlara itaat etme.
9- Onlar istediler
ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.
10-Şunların
hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.
11- Herkesi kınayan,
söz götürüp getiren.
12- Hayra engel
olan, saldırgan, günahkar.
13- Kaba, sonra da
soysuz, alçak.
14- Mal ve oğullar
sahibi olmuş diye (yolunu şaşırmış)
15- Kendisine
ayetlerimiz okunduğu zaman: "Eskilerin masalları" dedi.
16- Biz yakında onun
burnuna damga vuracağız.
Yüce Allah burada "Nun" harfine, Kaleme ve yazıya
yemin ediyor. Alfabe harflerinden biri olması bakımından, "Nun" harfi ile,
Kalem ve yazı arasındaki ilgi son derece açıktır. Fakat bunlara yemin
edilmiş olması değerlerini arttırıyor, bu yolla öğrenmeye önem vermeyen bir
toplumda dikkatleri onlara çekiyor. O günkü Arap toplumunda okur-yazarlık
oranı sıfır denecek kadar düşüktü ve okuryazar olanların sayısı bir elin
parmaklarını geçmezdi. Oysa yüce Allah'ın bilgisi kapsamında onların
hayatında okur-yazarlığa önemli bir rol biçilmişti ve bunun geliştirilmesi,
aralarında yaygınlaştırılması planlanmıştı. Bu inanç sistemini ve ona dayalı
hayat sistemini dünyanın dört bir yanına taşımaları için yazı gerekliydi.
Ayrıca insanlığa önderlik etme görevini eksiksiz yerine getirmeleri için bu
durum kaçınılmazdı. Böylesine büyük bir görevi yerine getirmek için gerekli
olan temel unsurlardan birinin yazı olduğu kuşku götürmez bir gerçektir.
Nitekim Peygamber Efendimize inen ilk vahyin içeriği
de bu anlamı pekiştirmektedir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı
embriyodan yarattı. Oku. Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, insana kalemle
yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini öğretti."(Kalem suresi 1-5)
Ayrıca bu kitabın okuma yazma bilmeyen bir
peygambere yönelik olması da bu hususu desteklemektedir. (Yüce Allah belli
bir hikmetten dolayı Peygamber Efendimizin okuma yazma bilmeyen biri
olmasını öngörmüştür). Fakat yüce Allah okuma yazma bilmeyen bu peygamberine
indirdiği ilk vahiyde okumaya, kalem ile öğrenmeye teşvik edici ifadeler
kullanmıştır. Aynı şekilde bu surede de "Nun" harfine, kaleme ve kalemle
yazılanlara yemin edilerek bu husus yine pekiştirilmiştir. Bu durum, yüce
Allah'ın sonsuz ilminin kapsamında planladığı büyük ve evrensel rolü
üstlenmek üzere hazırladığı bu ümmete yönelik eğitim metodunun bir
aşamasıdır.
Yüce Allah, müşriklerin Peygamber Efendimize yönelik
yalan ve iftiralarını çürütmek, böyle bir şeyin olamayacağını vurgulamak,
Peygamberine yönelik lütfunu ve nimetini dile getirmek için, biraz önce de
belirttiğimiz gibi yazının değerini büyütücü, önemini pekiştirici bir
üslupla "Nun" harfine, kaleme ve onunla yazılanlara yemin ediyor:
"Sen Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin."
Bu kısa ayet bir açıdan olumluluk, bir diğer açıdan
da olumsuzluk ifade ediyor... Yüce Allah'ın peygamberine yönelik nimetini
yakınlık ve sevgi ifade eden bir üslupla vurgularken olumludur. Çünkü yüce
Allah, "Rabbin" ifadesiyle O'nu yüce zatına bağlıyor. Öte yandan yüce
Allah'ın kendisine yakın olduğunu bildirdiği ve seçkin kıldığı bir kula
yönelik nimetiyle bağdaşmayan mesnetsiz yakıştırmayı, iftirayı reddederken
de olumsuzluk ifade ediyor.
Peygamber Efendimizin soydaşlarının arasında
geçirdiği peygamberliğinin ilk yıllarını inceleyenler, soydaşlarının ona
yönelttikleri "o bir delidir" suçlamaları karşısında şaşkına dönerler. Oysa,
aklı üstünlüğünü dile getiren bizzat kendileridir. Nitekim, Peygamberlik
görevlendirilmesinden yıllar önce Kâbe'deki Haceru'l Esved'in (Kara taşın)
yerine konulması hususunda aralarında baş gösteren görüş ayrılıklarında
O'nun hakemliğini kabul etmişlerdi. O'na güvenilir kişi anlamına gelen
"el-Emin" lakabını takan kendileridir. Kendisine düşman olduklarını sert
tavırlarla ortaya koyduktan sonra bile O'nun Medine'ye hicret ettiği güne
kadar kıymetli eşyalarını, paralarını ona emanet etmeye devam ediyorlardı.
Nitekim, Hz. Ali'nin Peygamber Efendimizin yanındaki emanetleri sahiplerine
geri vermek amacıyla, Hz. Peygamberden sonra birkaç gün Mekke'de kaldığı
kesinlik kazanmıştır. Ama aynı sırada adı geçen adamlar, O'na karşı bu kadar
sert bir tavır içindeydiler, amansız düşmanlarıydılar. Yine onlar, Peygamber
Efendimizin peygamberlikle görevlendirilmeden önce bir kez olsun yalan
söylediğine tanık olmamışlardı. Bizans imparatoru Heraklius Peygamberimizle
ilgili olarak Ebu Sufyan'a şöyle sormuştu: "Peygamber olmadan önce onu
yalancılıkla suçladığınız olmuş muydu?" Ebu Süfyan -Müslüman olmadığı
zamanlar onun baş düşmanıydı- "Hayır" demişti. Bunun üzerine Heraklıus:
"insanlara yalan söylemeyen birinin Allah adına yalan söylemesi mümkün
değildir" demişti.
Öfkenin, kinin insanları, Kureyş müşriklerinin
yaptığı gibi aralarında akli üstünlükle, güzel ahlakla şöhret bulan bu üstün
ve saygın insan hakkında bu ve benzeri mesnetsiz suçlamalarda bulunmaya
yöneltmesi insanı hayrete düşüren bir durumdur. Fakat kin, insanı köreltir,
sağırlaştırır; art niyetlilik, insanı sıkılmadan iftira atmaya iter. Fakat
herkesten önce bizzat bu iftirayı atan kendisinin yalancı bir günahkar
olduğunu bilir!
"Sen, Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin."
İşte yüce Allah bu şekilde şefkat ve yakınlık
taşıyan bir ifadeyle, onurlandırıcı bir üslupla, peygamberine yönelik bu
kafirce kine, bu çirkin iftiraya cevap veriyor:
"Senin için kesintisiz bir mükafat vardır."
Senin için sürekli ve kesintisiz bir mükafat vardır.
Bitmez, tükenmez bir ödüldür bu. Sana peygamberlik görevini ve O'nun saygın
makamını bahşeden Rabbinin katındaki bir mükafat vardır. Bu da her türlü
yoksunluğu gideren, her türlü boşluğu dolduran, müşriklerin tüm
suçlamalarını silip süpüren engin bir karşılık, bir yakınlık ifadesi, bir
yüreklendirici tesellidir. Yüce rabbinin, şefkatle, sevgiyle ve
onurlandırıcı bir üslupla hakkında "Senin için kesintisiz bir mükafat
vardır." dediği kimse ne kaybeder ki?
Sonra Peygamber Efendimizin kişiliği hakkındaki en
büyük şahitliğe ve bu şahitliğin onurlandırıcı ifadesine yer veriliyor:
"Ve sen yüce bir ahlâka sahipsin."
Seçkin peygamber hakkındaki bu eşsiz övgü varlıklar
aleminin dört bir yanında yankılanıyor; yüceler aleminden gelen bu övgü
varlıklar aleminin temel planına yerleştiriyor.
Hiçbir kalem, hiçbir düşünce varlıklar aleminin
Rabbinin söylediği bu sözün ifade ettiği anlamı anlatamaz. Bu, Allah'ın
şahitliğidir. Allah'ın terazisinde bir kula verilen değerdir. Hakkında "Sen
yüce bir ahlâka sahipsin" denilen bir kula yönelik eşsiz bir övgüdür. Yüce
ahlakın Allah katında ifade ettiği anlamın boyutlarını hiçbir canlı
kavrayamaz.
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
yüceliğine ilişkin bu yüce sözün anlamı değişik açılardan bakıldığında son
derece belirgindir, açıktır. Yüce Allah'ın söylediği, evrenin vicdanının
tescil ettiği, varlıklar aleminin özünün pekiştirildiği, ayrıca Allah'ın
dilediği bir zamana kadar yüceler aleminde yankılanan bir söz olması
bakımından önemlidir.
Bu söz bir başka açıdan da önemlidir. Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözü algılayabilmesi de, buna
güç yetirebilmesi de üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. O, bu
sözü söyleyenin Rabbi olduğunu biliyor. O, Rabbinin kim olduğunu, O'nun
yüceliğini, sözlerinin ne anlama geldiğini, bu sözlerin boyutlarını,
yankılarını çok iyi biliyor. O, bu sınırsız yücelik karşısında, hiç kimsenin
kavrayamadığı şeyler kavramış olmasına rağmen kendisinin de kim olduğunu çok
iyi biliyor.
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bu
sözü, hem de bu yüce kaynaktan algılaması, buna rağmen sarsılmaması, -bir
övgü bile olsa- bu sözün dehşet verici ağırlığı altında ezilmemesi, baskısı
altında kişiliğini yitirmemesi, kendini kaybetmemesi... Bu sözü derin bir
güven duygusu, sağlam bir iradeyle ve dengeli bir kişilikle karşılaması...
Bütün deliller bir yana, bu durum bile başlı başına O'nun kişiliğinin
yüceliğinin kanıtıdır.
Siyer kitaplarında O'nun ahlâkının yüceliği
anlatılmış, bu hususta birçok arkadaşın sözleri aktarılmıştır. Bununla
beraber onun hayatının ortaya koyduğu realite, onunla ilgili olarak
aktarılan tüm rivayetlerden daha etkili bir tanıktır. Fakat bu söz ifade
ettiği anlam bakımından öbürlerinden daha yüce, daha etkileyicidir. Ulu ve
büyük Allah'tan kaynaklanması bakımından yücedir. Hz. Muhammed'in -salât ve
selâm üzerine olsun- bu sözü söyleyen ulu ve büyük Rabbinin kim olduğunu
bildiği halde algılayabilmesi, buna rağmen derin bir güvenle, sağlam bir
ifadeyle ayakta kalabilmesi, yüce Allah'tan böyle bir söz dinlemiş olmasına
rağmen Allah'ın kullarına karşı büyüklük kompleksine kapılmaması,
kibirlenmemesi, üstünlük taslamaması bakımından da bu söz son derece
önemlidir.
Hiç kuşkusuz yüce Allah Peygamberlik görevini kime
vereceğini herkesten iyi bilir. Bütün evrensel büyüklüğü ile bu son
peygamberlik misyonunu (bu yüce kişiliği ile) Hz. Muhammed'den başkası
taşıyamazdı. Ondan başkası bu olağanüstü misyonun üstesinden gelemezdi. O'na
denk olamazdı, onun canlı bir tablosu olamazdı.
Güzelliğin, kusursuzluğun, büyüklüğün,
evrenselliğin, doğruluk ve gerçekliğin doruklarında olan bir misyonu, ancak
yüce Allah'ın bu övgüsüne muhatap olan biri taşıyabilirdi. Ancak O'nun
kişiliği, sağlam bir iradeyle, dengeli bir psikolojik durumla ve sarsılmaz
bir güvenle bu övgüyü karşılayabilirdi. Onun sahip olduğu bu özgüven
duygusu, peygamberlik misyonunu ve bu yüce övgünün ifade ettiği gerçeği
kapsayan büyük kalbinden kaynaklanıyordu. Öte yandan bu kalp -aynı zamanda-
bazı davranışlarından dolayı Rabbinin kendisine yönelttiği azarlamalara,
kınamalara da muhatap oluyordu. Ama aynı irade sağlamlığını, aynı dengeli
psikolojik durumunu ve Aynı sarsılmaz özgüvenini koruyordu. Kendisine
yönelik özgüyü açıkça duyurduğu gibi Rabbinden işittiği azarları da açıkça
duyuruyordu. İkisini de kesinlikle gizlemezdi. O, her iki durumda da
insanlık tarihinin tanık olduğu o saygın peygamberdi. O itaatkâr kuldu. O
güvenilir tebliğciydi.
Bu ruhun gerçekliği, taşıdığı peygamberlik
misyonunun gerçekliğinden kaynaklanıyordu. Bu ruhun büyüklüğü, omuzladığı
peygamberlik görevinin büyüklüğünden ileri geliyordu. Tıpkı İslam gerçeği
gibi Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- gerçeği de insanlara sahip
bulundukları herhangi bir büyütecin boyutlarını aşacak büyüklüktedir.
Birbiriyle bütünleşmiş bu iki büyük gerçeği gözlemleyen birinin yapabileceği
şey sadece bu gerçeği görmektir, ama onu bütün yönleriyle açıklayıp, gözler
önüne sermesi mümkün değildir. Sadece bu gerçeğin evren içindeki yörüngesine
uzaktan işaret edebilir, ama kesinlikle bu yörüngeyi her yönüyle kavrayamaz!
Bir kez daha kendimi Peygamber Efendimizin sağlam
bir iradeyle, dengeli bir psikolojik durumla ve derin bir özgüvenle
sarsılmadan Rabbinden gelen bu övgüyü karşılamasının ifade ettiği büyük
anlamın karşısında durup hayretler içinde düşünmek zorunda hissediyorum.
Peygamber Efendimiz bazen arkadaşlarından birini övdüğü olurdu. Bunun
üzerine onun yüce övgüsüne muhatap olan arkadaşı kendilerinden geçercesine
sarsılır, bütün arkadaşları titrerlerdi. Oysa o, bir insandı. Arkadaşı da
O'nun bir insan olduğunu biliyordu. Arkadaşları onun bir insan olduğunun
bilincindeydi. Evet O, bir peygamberdi ama, sınırları belirlenmiş bir
dairede; sınırlı insanlık dairesinde hareket eden bir peygamberdi. Ama O'nun
yüce Allah'tan gelen böyle bir övgüye muhatap olması... Üstelik O, Allah'ın
kim olduğunu da biliyor... Özellikle O, Allah'ın kim olduğunu herkesten çok
iyi biliyor... Çünkü O, başkasının bilmesine imkan olmayan şeyleri Allah'tan
öğreniyordu... Buna rağmen O'nun bu övgünün ağırlığına katlanabilmesi,
sağlam bir iradeyle ayakta durabilmesi, bu övgüyü karşılaması ve normal
hayatına devam etmesi her türlü düşüncenin, her türlü değerlendirmenin
üstünde bir olgudur.
Sadece Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun-
bu yüce ufka yükselebildi... Yalnızca Hz. Muhammed insanın içine üflenmiş
Allah'ın ruhu ile aynı cinsten olan insani kusursuzluk zirvesine ulaşabildi.
Sadece Hz. Muhammed tüm insanlığa hitap eden, bütün dünyaya yönelik bu
evrensel peygamberlik misyonunun hakkından gelebilirdi, yeryüzünde dolaşan
bir insan kılığında onun canlı bir temsilcisi olurdu. Kuşkusuz yüce Allah,
sadece Hz. Muhammed'in bu makama layık olduğunu biliyordu. Çünkü yüce Allah,
peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Ve O bu surede
peygamberinin yüce bir ahlaka sahip olduğunu duyurmuştur. Bir başka surede
de, O'nun şanının yüce, zatının ve sıfatlarının ulu olduğunu, hem kendisinin
hem de meleklerin ona esenlik dilediğini duyurmuştur: `Şüphesiz Allah ve
melekleri peygamberi överler."(Ahzab suresi 56) Sadece yüce Allah
kullarından birine bu büyük lütfu bahşedebilir...
Bir yandan da bu mesaj ahlâk unsurunun Allah'ın
terazisinde son derece önemli bir övgüye değer olduğunu, İslam'da tıpkı Hz.
Muhammed gerçeği gibi köklü olduğunu vurguluyor.
Bu inanç sistemine bakan biri, tıpkı bu inanç
sisteminin peygamberinin hayatına bakan birisi gibi ahlâk unsurunun çok
belirgin ve köklü olduğunu görür. Bu inanç sisteminde hem yasal
düzenlemelere ilişkin temeller hem de ruhsal arınmaya ilişkin temeller ahlak
unsuruna dayanır. Bu inanç sisteminde en büyük çağrı, arınmaya, temizliğe,
güvenliliğe, doğruluğa, adalete, merhamete, verilen sözü tutmaya, söz ile
davranışın birbirini tutmasına, her ikisinin niyet ve vicdan ile uyuşmasına,
zorbalığın, zulmün, hile ve aldatmanın, insanların mallarını haksız yere
yemenin, dokunulması yasak olan başkalarının ırz ve namusuna tecavüz
etmenin, her türlü kötülüğün ve fuhşun önlenmesine ilişkindir... Bu inanç
sisteminin öngördüğü yasal düzenlemeler, bu temellerin, duygu ve davranışta,
vicdanın derinliklerinde ve toplumun pratik hayatında, bireysel, toplumsal
ve uluslararası ilişkilerde ahlâk unsurunun korunması amacına yöneliktir.
Allah'ın seçkin peygamberi şöyle buyuruyor: "Ben
ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim: ' Böylece peygamberlik
görevini bu soylu hedefle özetliyor. Güzel ahlâka teşvik edici bir çok
hadisi dilden dile dolaşmaktadır. O'nun kişisel hayatı da yüce Allah'ın
ölümsüz kitabında "Sen yüce bir ahlâka sahipsin." övgüsünü hakkedecek canlı
bir örnek, tertemiz bir sayfa ve yüce bir tablo olarak gözler önünde
duruyor. Yüce Allah bu sözle peygamberini övdüğü gibi, seçkin peygamberinin
getirdiği hayat sistemindeki ahlâk unsurunu da övüyor. Bununla yeri göğe
bağlıyor. Kendisini arayan, arzulayan gönülleri bu unsura yöneltiyor.
Sevdiği ve hoşnut olduğu yüce ahlâkın ne olduğunu gösteriyor.
Hiç kuşkusuz bu, İslam ahlâkına özgü eşsiz bir
anlayıştır. Bu ahlâk toplumdan, çevreden doğmamıştır. Kesinlikle yeryüzü
değerlerinden kaynaklanmamıştır. İslam ahlâkı herhangi bir geleneksel
anlayışa veya çıkara yahut herhangi bir kuşakta geçerli olan insanlar arası
ilişkilere dayanmaz, onlardan kaynaklanmaz. İslam ahlâkı gökten kaynaklanır,
göğe dayanır. İnsanlar yüce ufuklara yönelsinler diye gökten yere yöneltilen
çağrıdan kaynaklanır. İnsanlar güçleri oranında gerçekleştirsinler, istenen
yüce insanlığı yaşasınlar, yüce Allah'ın kendilerine biçtiği değere ve
yeryüzü halifeliğine layık olsunlar ve "Güçlü padişahın huzurunda doğruluk
koltuklarında"(Kalem suresi 55) ahiretteki üstün hayatı hakketsinler diye
vurgulanan Allah'ın sınırsız, sonsuz sıfatlarına dayanır. Bu yüzden İslam
ahlâkı yeryüzünde geçerli olan herhangi bir anlayışla sınırlı değildir,
hiçbir bağla kayıtlı değildir. İslam ahlâkı sınırsızdır, insanı ulaşabildiği
en yüksek zirveye çıkarır. İnsanı yüce Allah'ın her türlü bağdan, her türlü
sınırlandırmadan uzak sıfatlarını gerçekleştirmeye, yaşamaya yöneltir.
Öte yandan İslam ahlâkı sadece, doğruluk,
güvenirlilik, adalet, merhamet ve iyilik gibi bireysel üstün niteliklerden
ibaret değildir. İslam ahlâkı kusursuz ve insanın her türlü ihtiyacına cevap
veren yeterli bir hayat sistemidir. Bu sistemde ruhsal arınmaya yönelik
terbiye ile yasal düzenlemeler dayanışmalı olarak işlerler. Tüm hayat
düşüncesi, hayata ilişkin tüm amaçlar buna dayanır ve en sonunda yüce
Allah'a bağlanır, dünya hayatında geçerli olan herhangi bir anlayışa değil.
İşte bu İslam ahlâkı, bütün kusursuzluğu ile, bütün
güzelliği ile, bütün dengeliliği ile, bütün doğruluğu ile, bütün sürekliliği
ile ve bütün kalıcılığı ile Hz. Muhammed'in kişiliğinde somutlaşmıştı. Yüce
Allah'ın şu yüce övgüsünde ifadesini bulmuştu:
"Ve sen yüce bir ahlâka sahipsin."
ALLAH TARAFINDAN
MÜŞRİKLERE TEHDİT
Bu onurlandırıcı övgüden sonra yüce Allah,
peygamberine, kendisine bu iğrenç iftirayı atan müşriklerle gelecekteki
durumları ile ilgili güvence veriyor. Ayrıca müşrikleri, durumlarını ortaya
çıkarmakla, batıl oluşlarını gözler önüne sermekle, apaçık sapıklıklarını
herkese duyurmakla tehdit ediyor:
"Sen de göreceksin, onlar da görecekler. Hanginizin
aklından zoru olduğunu, şüphesiz Rabbin, kimlerin kendi yolundan saptığını
ve kimlerin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir."
Burada yüce Allah'ın ortaya çıkarıp herkesin
dikkatine sunacağına ilişkin peygamberine güvence verdiği yoldan çıkmış olan
kişi sapıklardan birisidir. Veya gerçek kimliği ortaya çıkacak şekilde
sınanan kimsedir. Bunların ikisi de konunun içeriğine yakın anlamlardır. Bu
vaad, Peygamberimizin kişiliğine dil uzatan, ona mesnetsiz iftiralar atan
müşriklere yönelik bir tehdit anlamına geldiği kadar Peygamber Efendimize ve
beraberindeki müminlere de bir güvence anlamındadır. Acaba müşrikler
Peygamberimiz için o, cinlenmiş biridir derken neyi kastediyorlardı?
Zannımca bununla onun aklını kaybettiğini vurgulamak istemiyorlardı. Çünkü
ortadaki realite bu sözü yalanlamaktadır. Cinlerle iletişim halinde olduğunu
onların bu garip ve olağanüstü sözleri ona ilham ettiklerini anlatmak
istiyorlardı. Nitekim her şairin bir şeytanının olduğunu ve bu şeytanın
güzel söz söylemede o şaire yardımcı olduğunu sanıyorlardı. Oysa bu anlam,
Peygamber Efendimizin gerçek durumundan uzaktır. Kendisine vahyedilen
kalıcı, doğru ve tutarlı sözlerin önüne yabancı bir yaklaşımdır.
Yüce Allah'ın bu vaadi, gelecekte Peygamber
Efendimizin gerçek durumu ile onu yalanlayanların gerçek durumlarının ortaya
çıkacağına işaret ediyor. içinde bulunduğu durumla kimin sınandığını ve
kimin davasında sapık olduğunun belirleneceğini vurguluyor. Ve yüce Allah
Peygamber Efendimize şu güvenceyi veriyor: "Şüphesiz Rabbin, kimlerin kendi
yolundan saptığını ve kimlerin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir."
Ona bu güvenceyi veren, kendisine vahiy indiren yüce Allah'tır. Ve yüce
Allah O'nun ve beraberindeki mü'minlerin doğru yolda olduğunu biliyor. Bu
ayet Peygamber Efendimize gelecekle ilgili güvence verirken, düşmanlarının
içine korku düşürüyor. Gelecek hakkında kalplerini endişenin, sıkıntının
girdabına atıyor.
Daha sonra yüce Allah, Peygamberimize karşı çıkan,
getirdiği hak içerikli davet hakkında onunla tartışan, bu amaçla mesnetsiz
iftiralar atan müşriklerin gerçek durumlarını, gerçek düşüncelerini gözler
önüne seriyor. içtenlikle inanıyor görünmelerine rağmen aslında onlar sahip
bulundukları cahiliye düşüncesine pamuk ipliği ile bağlıdırlar.
Peygamberimizin onları çağırdığı inanç sisteminin bazı ilkelerinden
vazgeçmesi durumunda kendi inanç sistemlerinin bir çok ilkesinden vazgeçmeye
hazırdırlar. Onlara karşı daha yumuşak ve daha uzlaşmacı bir tavır takınması
durumunda uzlaşmaya, yumuşak davranmaya ve sadece meselenin dış görünümünü
korumaya sırf zevahiri kurtarmaya dünden razıdırlar. Çünkü onlar gerçek
olduğuna kesinlikle inandıkları bir inanç sistemine bağlı değildirler. Onlar
dış görünüşe önem veren, inanmaksızın sadece öyle görünmek isteyen
kimselerdirler:
"Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler
ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar."
Onlar tıpkı ticarette olduğu gibi pazarlık yapmaya,
ortak bir nokta etrafında uzlaşmaya çalışıyorlar. Oysa inanç ile ticaret
arasında büyük fark vardır. İnanç sahibi bir kimse inancının hiç bir
prensibinden vazgeçmez. Onun gözünde büyük küçük bütün ilkeler aynı öneme
sahiptir. Daha doğrusu inanç sisteminde büyük küçük diye bir ayırım olmaz.
İnanç sistemi, her bir parçası birbirini bütünleyen bölünmez bir gerçektir.
İnanç sistemine bağlı birisi, bir prensibe uyarken, bir diğerinden asla
vazgeçemez.
İslam ile cahiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu
herhangi bir yolda buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslam ile her zaman
ve her çağdaki cahiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir
kuraldır. Bu kural dünkü cahiliye için olduğu gibi, bu günkü cahiliye
içinde, yarınki cahiliye için de geçerlidir. İslam ile cahiliye arasındaki
uçurum aşılmaz niteliktedir. İkisini bir noktada buluşturmak için bu
uçurumun üzerine bir köprü kurmak imkansızdır. Bir şeyi paylaşmaları,
iletişim kurmaları mümkün değildir. Aralarında sürekli bir çatışma vardır ve
sonuçta uyuşmaları söz konusu değildir.
Peygamber Efendimizin uzlaşmaya yanaşması, daha
yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına küfretmekten ve ibadetlerini
saçmalık olarak nitelendirmekten vazgeçmesi veya bazı konularda kendilerine
uyması, Dolayı siyle kendilerinin de onun dinine uymaları böylece Arap
kitleleri karşısında onurlarını kurtarmaları için müşriklerin Peygamber
Efendimize çeşitli tavizler vermeye çalıştıkları, uzlaşma önerilerinde
bulundukları birçok rivayete konu olmuştur. En uygun çözüm yolunu bulmaya
çabalayan pazarlıkçıların her zaman başvurdukları bir yöntemdir bu. Fakat
Hz. Peygamber dininde kararlıydı, dininin ilkelerini pazarlık konusu yapmaz,
taviz vermez bir tutum içindeydi. Ama dinle ilgili olmayan öteki konularda
insanların en yumuşak huylusuydu. İnsanlar arası ilişkilerde en güzel
davrananıydı. Akrabalarına en çok iyilikte bulunan, kolaylığı ve
kolaylaştırmayı en çok isteyen bir insandı. Fakat din, dindi. O, bu konuda
Rabbinin şu direktifine uymak zorundaydı: "Öyleyse yalanlayanlara itaat
etme."
Peygamber Efendimiz Mekke'de en zor şartlarda bile
dinini pazarlık konusu yapmamıştı. Daveti dört bir yandan kuşatıldığı ve bir
avuç arkadaşı da Allah yolunda dayanılmaz eziyetlere, işkencelere uğratılmak
üzere yakalanıp zincirlere vuruldukları halde güçlü zorbaların yüzüne karşı
söylenmesi gereken sözü gizlemeye yeltenmemişti. Kalplerini İslama
ısındırmak veya baskı ve işkencelerini savmak için böyle bir manevraya gerek
görmemişti. Aynı şekilde inanç sistemi ile uzaktan yakından ilgili bulunan
herhangi bir gerçeği açıklamaktan da geri durmamıştı.
ibn-i Hişam siretinde ibn-i İshak'a dayanarak şöyle
rivayet eder:
"Peygamber Efendimiz kavmini açıkça İslama
çağırdığı, yüce Allah'ın kendisine emrettiği şekilde dini olduğu gibi
anlatmaya başladığı ilk sıralarda, kavmine fazla bir tepki göstermedi,
etrafından uzaklaşmadı. Fakat -bana ulaşan bilgilere göre- Peygamberimiz
onların düzmece tanrılarını gündeme getirip, onlara yönelik ibadetlerinden
dolayı onları kınamaya başlayınca büyük tepki gösterdiler. Böyle bir şeyi
kabullenemeyeceklerini çeşitli vesilelerle ortaya koydular.
Müslümanlıklarını gizleyen Allah'ın koruduğu mümin azınlık hariç hep
birlikte O'na karşı çıktılar, düşmanca bir tutum içine girdiler. Müşriklerin
bu tutumu karşısında Amcası Ebu Talip onu koruyucu kanatları altına alarak,
savundu. Her zaman onun arkasında durdu. Peygamber Efendimiz de hiçbir şeye
aldırmadan Allah'ın emrettiği şekilde O'nun dinini yaymaya çalıştı.
"Kureyş'liler, Peygamber Efendimizin kendilerinden,
hayat biçimlerinden ayrılmak, düzmece tanrılarına dil uzatmak gibi
hoşlanmadıkları birtakım davranışlardan vazgeçmediğini, yine Amcası Ebu
Talib'in onu koruyucu kanatları altına aldığını, onu desteklediğini ve
kendilerine teslim etmediğini görünce Rabia'nın oğulları Utbe ve Şeybe, Ebu
Süfyan B. Harb B. Ümeyye, Ebu'l Buhteri (As B. Hişam), Esved B. Muttalip B.
Esed, Ebu Cehil (Amr B. Hişam, künyesi Ebul Hakemdi), Velid B. Muğire,
Haccac B. Amr'ın oğulları Nebih ve Münebbih gibi Kùreyş kabilesinin ileri
gelenleri Ebu Talib'e gidip şöyle dediler: "Ey Ebu Talip, yeğenin
Tanrılarımıza küfrediyor, dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi saçmalık olarak
nitelendiriyor, geçmiş atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten
vazgeçir irsin, ya da aramızdan çekilirsin. Çünkü sen, ona karşı bizden
farklı bir konumdasın. Aksi takdirde biz O'nun hakkından geliriz." Ebu Talip
onlara yumuşak sözler söyledi, onlara güzel karşılık verdi, onlar da çekip
gittiler.
"Bu arada Peygamber Efendimiz aksatmadan
faaliyetlerini sürdürüyordu, Allah'ın dininin öngördüğü hayat biçimini
herkesin görebileceği şekilde uyguluyor, insanları bu hayat biçimine
inanmaya, sonra da uymaya davet ediyordu. Sonra Peygamberimizle Kureyş'liler
arasındaki ilişkiler gerginleşti. Gitgide birbirlerinden uzaklaştılar.
Kızgınlık ta gittikçe arttı. Peygamber Efendimiz ve yaptıkları Kureyşlilerin
gündeminden çıkmıyordu. O'na yönelik öfkeleri kabarıyor, birbirlerini ona
karşı teşvik ediyorlardı. Kureyş'liler bir ara tekrar Ebu Talib'e gidip
şöyle dediler: "Ey Ebu Talib, sen yaşlı başlı bir insansın. Aramızda saygın
bir yerin var. Bundan önce yeğenini yaptıklarından vazgeçirmeni istemiştik,
ama sen O'na engel olamadın. Vallahi artık, atalarımıza küfredilmesine,
fikirlerimizin saçmalık olarak nitelendirilmesine, tanrılarımıza hakaret
edilmesine katlanamayız. Ya O'na engel olursun, ya da iki gruptan biri helak
olana kadar seninle ve onunla her türlü ilişkimizi keseriz". -Veya buna
benzer sözler söylediler-. Sonra da çekip gittiler. Kavminin kendisini terk
etmesi, düşmanlığını ilan etmesi Ebu Talib'e ağır geldi. Ama Peygamber
Efendimizi onlara teslim etmeye veya O'na verdiği desteği çekmeye de gönlü
razı değildi. İbn-i ishak diyor ki: Bana Ya'kup B. Ukbe B. Muğire B. Ahnes
şöyle anlattı: Kureyş'liler Ebu Talib'e bu sözleri söyleyince, Ebu Talip
Peygamberimizi çağırıp şöyle dedi: "Ey Yeğenim, senin kavmin gelip bana
şöyle şöyle diyor (Kureyşlilerin kendisine söyledikleri sözleri bir bir
anlattı.) Bana ve kendine acı. Altından kalkamayacağım bir yükün altına
salma beni:' Bunun üzerine Peygamber Efendimiz amcasının kendisine karşı
tutum değiştirdiğini, kendisine verdiği desteği çekeceğini, kendisini
Kureyşlilere teslim edeceğini, artık kendisine yardım edecek gücünün
kalmadığını sanarak amcasına şu karşılığı verdi: "Amcacığım, Vallahi bu
işten vazgeçmem için güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar yine de
vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir
an bile mücadeleden geri kalmam." Daha sonra Peygamberimiz duygulandı ve
ağlamaya başladı ve gitmek üzere ayağa kalktı. Tam gidecekken Ebu Talip;
Peygamberimizi çağırdı. Peygamberimiz dönünce, Ebu Talip şöyle dedi: "Git
istediğini konuş. Vallahi seni asla kimseye teslim etmeyeceğim."
İşte, koruyucusu, güvencesi ve hakkından gelmek için
pusuda bekleyen, kendisine diş bileyen düşmanlara karşı dünyadaki tek
sığınağı amcasının kendisini yalnız bıraktığı bir sırada Peygamber
Efendimizin davasına ısrarlı bağlılığının somut ifadesi olan bir tablo...
Bu tablo, manzara ve gölgeleri bakımından,
kullanılan ifade ve sözcükleri bakımından ve somut gerçekliği bakımından
kendi türü içinde son derece etkileyici, parlak ve şaheser bir tablodur.
Tıpkı bu inanç sisteminin parlaklığı gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin
eşsizliği gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin etkileyiciliği gibi... Bu tablo
yüce Allah'ın şu sözünün somut kanıtıdır: "Sen yüce bir ahlâka sahipsin."
Tarihçi İbn-i ishak'ın rivayet ettiği bir diğer
tablo da doğrudan doğruya müşriklerden Peygamber Efendimize gelen uzlaşma
önerileri ile ilgilidir. Bu öneri, müşriklerin Peygamber Efendimizin daveti
karşısında çaresiz kalmalarından ve her kabilenin, Müslüman olan bireyini
cezalandırma ve dininden döndürmek için işkenceye uğratma işini bizzat
üstlendiği bir sırada gelmişti.
İbn-i İshak diyor ki: Bana Yezid B. Ziyad anlattı. O
da Muhammed B. Ka'b el-Kurezi'nin şöyle dediğini duymuş: Utbe B. Rabia,
lider konumunda bir kişiydi. Bir gün Kureyşlilerin meclisinde otururken
Peygamber Efendimiz de yalnız başına mescitte oturuyordu. Utbe: Ey Kureyş
topluluğu, ne diyorsunuz, Muhammed'e konuşmaya gidip ona bazı önerilerde
bulunayım mı? Bakarsınız bazılarını kabul eder. Biz de ona dilediğini verir,
böylece bizden vazgeçmiş olur dedi. Bu olay Hz. Hamza'nın Müslüman olduğu
günlere denk geliyor. Peygamber Efendimizin arkadaşlarının günden güne
arttığını görüyorlardı. Bu yüzden: Ey Ebu Velid, git ve konuş onunla
dediler. Utbe kalktı Peygamberimizin yanına gidip oturdu. Ve şöyle dedi: Ey
yeğenim, bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından saygın bir
yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini
parçaladın. Fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve
dinlerini ayıpladın. Geçmiş atalarını tekfir ettin. Beni dinle sana bazı
önerilerde bulunacağım. Bak, belki bir kısmını kabul edersin. Peygamber
Efendimiz "Söyle ey Ebu Velid, seni dinliyorum" dedi. Utbe şöyle dedi: "Ey
yeğenim, eğer sen bu getirdiğin dini kullanarak mal elde etmek istiyorsan,
senin için mal toplar ve en çok mala sahip olanınız olursun. Eğer bununla
şeref kazanmak istiyorsan, seni başımıza lider tayin ederiz ve sensiz hiçbir
şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan, seni kral yaparız. Yok eğer bu,
sana musallat olmuş bir rüya ise ve sen bunun etkisinden kurtulamıyorsan.
Senin için araştırır doktorlar buluruz ve senin tedavi olman için
mallarımızı harcarız. Nitekim kişinin başına bazı dertler musallat olur da
tedavi sonucu bundan kurtulabilir -veya buna benzer şeyler söyledi-. Utbe
sözlerini tamamlayana kadar, Peygamber Efendimiz onu dinledi. Sonra "Ey Ebu
Velid, sözlerini bitirdin mi?" dedi. Utbe "Evet" dedi. "O zaman, beni dinle"
dedi. Utbe "Söyle" dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
"Ha mim. Bu kitap merhamet eden, merhametli olan Allah katından
indirilmedir; bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı olmak üzere Arapça
bir Kur'an olarak ayetleri uzun uzun açıklanmıştır. Ama insanların çoğu yüz
çevirmiştir, onlar işitmezler de; `Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı
kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda ağırlık, bizimle senin aranda
anlaşmamıza engel vardır; istediğini yap, biz de yapacağız' derler. Ey
Muhammed! Onlara söyle: `Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana
tanrınızın tek bir tanrı olduğu vahyolunuyor. Artık ona yönelin. O'ndan
bağışlanma dileyin; vay müşriklerin haline!:"(Fussilet suresi 1-6) Sonra
Peygamberimiz okumaya devam etti. Utbe bunları dinleyince sessizce beklemeye
başladı. Ellerini arkasından yere koydu ve onlara yaslanarak dinlemeye
koyuldu. Sonra Peygamberimiz secde ayetine geldi ve secdeye gitti. Ardından
şöyle buyurdu: "Ey Ebu Velid, dinleyeceğini dinledin, artık kararını sen
ver" Bunun üzerine Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına gitti. Bazıları:
Allah'a yemin ederiz Ebu Velid buradan ayrıldığı yüzle dönmüyor dediler.
Utbe gelip yanlarına oturunca "Geride ne bıraktın ey Ebu Velid?" dediler.
Utbe: Orada bundan önce bir benzerini duymadığım bir söz dinledim. Allah'a
And olsun şiir değildi dinlediğim. Sihir veya kehanet de değil di. Ey
Kureyş'liler, beni dinleyin ve benim dediğimi yapın. Bu adamı kendi
durumuyla baş başa bırakın. Karışmayın ona. Vallahi ondan dinlediğim
sözlerde büyük bir haber olmalı. Eğer Araplar onun hakkından gelirlerse,
eliniz bulaşmadan ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer O, Arapları yen erse onun
egemenliği sizin egemenliğinizdir. Onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüzdür.
Onun sayesinde insanların en mutlusu olursunuz" dedi. "Ey Utbe, O, seni
diliyle büyülemiş" dediler. Utbe: Bu, benim görüşümdü. Siz, istediğinizi
yapın.
Bir başka rivayete göre Utbe, Peygamber Efendimizi:
"Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ad ve Semud kavminin başına gelen kasırga gibi
bir kasırgayla uyardım sizi" ayetine kadar dinlemiş, sonra da dehşete
kapılarak eliyle, Peygamber Efendimizin ağzını kapatmıştır. "Allah aşkına ve
akrabalık hatırına sus ey Muhammed" demiştir. Çünkü uyarının
gerçekleşmesinden korkmuştur. Bundan sonra gidip kavmine duyduklarını
anlatmıştır.
Her halükârda bu da bir tür pazarlık girişimidir.
Yine güzel ahlâkın somut örneklerinden biridir. Bu ahlâk Peygamber
Efendimizin tutumunda belirginleşiyor. Peygamberimiz, Utbe'nin dinlemeye
değmez sözlerini sonuna kadar dinliyor, Hz. Muhammed gibi evrensel
değerlendirmede, hakkın ölçüsünde, yeryüzünün tüm genişliğince bir değere
sahip bir zatın Utbe'yi dinlemesi saçma önerilerini sessizce karşılaması
üstün bir ahlâk örneğidir. Onun üstün ahlâkı onu tutuyor, sözünü kesmesine,
acele etmesine, öfkelenmesine, sıkılmasına müsaade etmiyor. Sonuna kadar onu
dinliyor, sonra da ona soruyor: "Bitti mi ey Ebu Velid?" fazlasıyla süre
tanıyor, içindekiler ini döksün istiyor. Hiç kuşkusuz bu, muhatabın sözünü
dinlemede uyulması gereken üstün bir edep tavrı olduğu gibi, gerçeğe duyulan
şaşmaz güvenin de bir ifadesidir. ikisi birlikte güzel ahlakın
belirtileridirler.
Pazarlık yapma girişimlerinin üçüncüsünü de İbn-i
İshak şöyle anlatıyor: ' Bana ulaşan bilgilere göre, bir gün peygamberimiz
Kâbe yi tavaf ederken, Esved B. Muttalip B. Esed B. Abduluzza, Velid B.
Muğire, Umeyye B. Halef ve As B. Vail es-Sehmi ile karşılaştı. Bunlar
kabileleri arasında dişli kimselerdi. "Ya Muhammed, gel biz senin taptığına
tapalım, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada
buluşalım. Eğer senin taptığın bizimkinden daha hayırlı ise biz ondan
nasibimizi almış oluruz. Eğer bizim taptığımız sizinkinden hayırlı ise o
zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun. Bunun üzerine yüce Allah şu
ayetleri indirdi: "Ey Muhammed de ki: `Ey kafirler. Ben sizin taptığınıza
kulluk sunmam. Benim taptığıma da siz kulluk sunmazsınız. Ben de sizin
taptığınıza kulluk sunacak değilim. Benim taptığıma da sizler kulluk sunacak
değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır."(Kâfirun suresi 1-6)
Böylece yüce Allah bu kesin ve net ifadelerle bu
komik pazarlık girişimini kestirip atıyor Ardından Peygamberimiz Rabbinin
emrini onlara açıkça bildiriyor. Ardından, ahlâk unsuru, Peygamber
Efendimizin doğrudan doğruya Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan birine
uymaktan men edilmesinde de bir kez daha ön plana çıkıyor. Uyulması
yasaklanan bu adam iğrenç ve aşağılık sıfatlarla nitelendiriliyor, ayrıca
aşağılanıp horlanacağı vurgulanıyor:
MÜŞRİKLERİN HZ.
PEYGAMBERDEN İSTEKLERİ
"Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler
ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Şunların
hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık; Herkesi kınayan, söz
götürüp getiren; Hayra engel olan, saldırgan, günahkar; Kaba, sonra da
soysuz, alçak; Mal ve oğullar sahibi olmuş diye (yolunu şaşırmış) Kendisine
ayetlerimiz okunduğu zaman: `Eskilerin masalları' dedi. Biz yakında onun
burnuna damga vuracağız: '
Bu ayetlerde nitelikleri anlatılan adamın Velid B.
Muğire olduğu, yine Müddessir suresindeki şu ayetlerin de O'nun hakkında
indiği söylenmektedir:
"Ey Muhammed, tek olarak yaratıp, kendisine bol bol
mal, çevresinde bulunan oğullar verdiğim ve nimetleri yaydıkça yaydığım o
kimseyi bana bırak, cezasını ben vereyim. Bir de verdiğim nimetten
arttırmamı umar, hayır, çünkü o, bizim ayetlerimize karşı son derece
inatçıdır. Onu sarp bir yokuşa sardıracağım. Çünkü o düşündü, ölçüp biçti;
canı çıkası ne biçim ölçtü biçti. Cam çıkası yine ne biçim ölçüp biçti.
Sonra baktı; sonra kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra da sırt çevirip
büyüklük tasladı. `Bu sadece öğretile gelen bir sihirdir. Bu Kur'an yalnızca
bir insan sözüdür' dedi. İşte bu adamı yakıcı bir ateşe
yaslayacağım:"(Müddesir suresi 11-26)
Velid B. Muğire'nin, Peygamber Efendimize çeşitli
komplolar kurması İslam davetinin karşısına dikilmesi, insanları Allah'ın
yolundan alıkoyması ile ilgili birçok rivayet vardır. Ayrıca bu suredeki
ayetlerin de Ahnes B. Şureyk hakkında indiği de rivayet edilmiştir.
Bilindiği gibi bu iki adam Peygamber Efendimizin baş düşmanıydılar. Sürekli
ona karşı savaş kışkırtıcılığı yapıyor, insanları O'nun aleyhinde birleşmeye
çağırıyorlardı.
Bu suredeki sert saldırı ve öteki (Müddessir)
suredeki korkunç tehditler, ayrıca başka surelerde yer alan uyarılar, ister
Velid olsun ister Ahnes olsun -birincisi olma ihtimali yüksektir- burada
işaret edilen adamın Peygamber efendimizin ve davet hareketinin aleyhine
başlatılan savaşta ne kadar önemli bir rol üstlendiğinin kanıtıdır. Aynı
şekilde bu saldırı ve tehditler söz konusu kişinin kötü hareketini, bozuk
kişiliğini, iyilikten uzak ahlaksız bir tip olduğunu ortaya koyuyor.
Burada Kur'an-ı Kerim söz konusu kişinin hepsi de
iğrenç olmak üzere dokuz niteliğini sıralıyor:
"Bu adam aşırı yemincidir..."Çok yemin etmektedir.
İnsanların kendisini yalanlayacaklarının, kendisine güvenmeyeceklerinin
farkında olan yalancı insanlardan başkası sık sık yemine başvurmaz. Böylece
bir insan yalanını gizlemek, insanların güvenini kazanmak için yemin eder.
Aşağılıktır, onursuzdur; Kendisine saygısı yoktur.
Bu yüzden insanlar sözlerine saygı göstermezler. Onun aşağılık oluşunun
delili de yemine ihtiyaç duymasıdır, hem kendisinin hem de insanların
kendisine güvenmemesidir. Mal, evlat ve mevki-makam sahibi olması bu durumu
değiştirmez. Çünkü aşağılık kompleksi psikolojik bir niteliktir. Bir kişi
azgın, zorba ve kudretli bir kişi dahi olsa bu niteliğe sahip olabilir.
Şeref ve haysiyet de (izzetinefis) psikolojik bir sıfattır. Saygın bir ruh
dünya hayatın tüm değerlerinden yoksun olsa bile bu nitelikten soyutlanmaz.
Sürekli başkasını çekiştirir: Sözle ve işaretle
başkasını gerek yüzüne karşı gerekse arkasından çekiştirir, ayıplar. İslam
dini başkasını çekiştirme ve ayıplama huyuna şiddetle karşı çıkar, yerer.
Çünkü bu huy insanlığa yakışmaz, ruhsal edebe aykırıdır. insanlar arası
ilişkilerde, büyük küçük herkesin onurunu korumada uyulması zorunlu olan
edep tavrına ters düşer. Kur'an-ı Kerimin birçok yerinde bu iğrenç huy
kınanmıştır. Nitekim yüce Allah bir yerde şöyle buyurmaktadır: "Diliyle
çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler yapıp alay eden her fesat kişinin vay
haline."(Hümeze suresi 1) Yine başka bir yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ey
inananlar, bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki alay
ettikleri kimseler kendilerinden iyidirler. Kadınlar da diğer kadınlarla
alay etmesinler. Belki onlar, kendilerinden iyidirler. Birbirinizde kusur
aramayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın."(Hucurat suresi 11)
Bunların her biri iğrenç bir karakter olan alaycılığın, başkasını arkasından
çekiştirmenin değişik şekillerinden biridir.
İnsanlar arasında söz götürüp getirir: İnsanlar
arasında kalplerini bozacak, ilişkilerini koparacak, sevgilerini giderecek
sözler götürüp getirir. Bu sıfat iğrenç olduğu kadar, aşağılıktır da.
Kendine saygı duyan ve başka insanlar nezdinde saygı görmek isteyen bir
insan böyle bir huyla nitelenmek istemez. Çünkü, koğucu, laf götürüp
getiren, birbirini seven insanların arasını bozmaya çalışan kişilerin
sözlerine kulak verenler bile aslında bu tür insanlara saygı göstermezler,
onları sevmezler.
Peygamber Efendimiz herhangi bir arkadaşına yönelik
iyi duygularını değiştirecek nitelikte sözlerin kendisine aktarılmasını
yasaklamıştı. Şöyle diyordu Peygamber efendimiz: "Hiç kimse arkadaşlarından
biri hakkında bana herhangi bir şey ulaştırmasın. Çünkü ben karşınıza iyi
duygularla dolu rahat bir kalp ile çıkmak isterim:'"(Ebu Davut ve Tirmizi
İbn-i Mesut`tan rivayet edilmiştir)
Buhari ve Müslim'de yer alan Mücahid'in Tavus'tan,
onun da İbni Abbas'tan aktardığı bir hadiste şöyle buyurulur: "Bir gün
Peygamber Efendimiz, iki kabrin yanından geçerken şöyle buyurdu: Şu iki
kabirde yatanlar azap görmektedirler. Ama bu azapları büyük günahlardan
dolayı değildir. Birisi küçük abdest ini yaparken sidikten korunmazdı,
ötekisi de insanlar arasında söz götürüp getirirdi."
İmam Ahmed Hz. Huzeyfe'den şöyle rivayet eder:
Peygamber Efendimizin şöyle dediğini duydum: "İnsanlar arasında söz götürüp
getiren cennete giremez:' (İbn-i Mace'nin dışında bir grup sahabe tarafından
rivayet edilmiştir.)
Yine İmam Ahmed -kendi ravi zinciri ile- Yezid B.
Seken'den şöyle rivayet eder: Bir gün Peygamber Efendimiz: "En iyinizin kim
olduğunu söyleyeyim mi?" buyurdu. Oradakiler: "Evet, ya Resulallah" dedi.
Sonra şöyle buyurdu: "En kötünüzün kim olduğunu haber vereyim mi? Söz
götürüp getirerek birbirini sevenlerin arasını bozan, suçsuz insanlara
haksızlık edenlerdir."
İslam dininin bu iğrenç, bu aşağılık huyu bu denli
sıkı tutarak yasaklaması kaçınılmazdı. Çünkü bu aşağılık davranış kalbi
bozduğu gibi arkadaşlıkları da bozar. Toplumsal ilişkileri bozmadan önce
bizzat söz götürüp getiren kişiyi alçaltır. Toplumun düzenini, güvenliğini
kemirmeden önce O'nun kalbini kemirir, ahlâkını bozar. Bu çirkin davranış
yüzünden insanların birbirlerine güvenleri kalmaz. Çoğu zaman suçsuz
insanları günaha bulaştırır.
İyiliğin amansız düşmanıdır, her zaman iyiliğin
karşısına dikilir: Hem kendisinin hem de başkasının iyiliğine engel olur.
Bir kere, her türlü iyiliğin toplamı sayılan imanı engeller. Bu adamın
çocuklarına ve akrabalarına, Peygamberimize eğilim gösterdiklerini sezdiği
her seferinde "Sizden biriniz Muhammed'in dinine uyacak olursa, benden
hiçbir fayda görmez olur" dediği bilinmektedir. Bu tehditle onların Müslüman
olmalarına engel olurdu. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim onu sözleri ve
davranışları ile "iyiliğin karşısına dikilen" biri olarak tescil etmiştir.
Saldırgandır: Hak, adalet nedir gözetmez, çiğner
geçer. Ayrıca o, Peygamber Efendimize, Müslümanlara, ailesine ve doğru yolu
bulmalarına engel olduğu, dini benimsemelerini önlediği aşiretine de
saldırır, haksızlık eder. Saldırganlık, aşırılık, Kur'an-ı Kerim de ve
Peygamber efendimizin sözlerinde üzerinde önemle durulan çirkin huylardan
biridir. İslam saldırganlığın, aşırılığın her çeşidini yasaklamıştır. Hatta
yeme-içmede bile buna dikkat edilmesini öğütlemiştir.
"Size sunduğumuz temiz rızklardan yiyiniz.
Yiyeceklere ilişkin sınırlarımızı çiğnemeyiniz." (Taha suresi 81) Çünkü
adalet ve dengelilik İslam'ın temel karakteridir.
Sürekli günah işler: "Günahkar" sıfatını kalıcı bir
sıfat olacak kadar günah işler. Burada işlediği günahın türü belirtilmiyor.
Çünkü bu ifade ile güdülen amaç sıfatın kalıcılığını vurgulamak, ruhun
değişmez bir karakteri olduğunu belirtmektir.
Bu adam bütün bunların yanı sıra "kaba"dır. Bu söz,
vurgusu ile, oluşturduğu hava birçok sıfatı, karakteristik özelliği
anlatıyor. Bunun yerine birçok söz ve sıfat kullanılsa bile aynı anlam
verilemezdi. Bu kelimenin, aşırı derecede kaba, çok yiyip içen obur, aç
gözlü anlamına geldiği söylenmektedir. Bu adam kaba karakterli, iğrenç huylu
ve insanlar arası ilişkilerde çirkin tutumludur.
Ebu Derda'nın -Allah ondan razı olsun- şöyle dediği
rivayet edilir: "Kaba", büyük karınlı, kötü ahlâklı,ç ok yiyip içen obur,
çok mal toplayan, ama başkalarına vermeyen kimse demektir:' Ne var ki "Kaba"
kelimesi bütün bunları kapsayan, bununla beraber bu karaktere sahip kişinin
iğrençliğini her yönüyle tasvir eden geniş bir kavram olarak zihinlerde yer
ediyor.
Ayrıca bu adam, soysuzdur, alçaktır: İşte İslam
düşmanlarından birinin kişiliğinde toplanan çirkin, iğrenç sıfatların
sonuncusu budur. Zaten, bu tür iğrenç karakterlere sahip insanlardan başkası
İslama düşman olmaz, düşmanlığında ısrar etmez. "Zenim" kelimesinin
anlamlarından biri, "aralarında soy birliği olmadığı halde bir kavme
bağlanan veya a kavmin içinde soyu belirsiz olan kimse"dir. Bu kelimenin
anlamlarından biri de "insanlar arasında iğrençliği ile, pisliği ile, aşırı
derecede kötülüğü ile ün salmış kimsedir. Bu kelimenin ifade ettiği ikinci
anlam Velid B. Muğire'nin durumuna daha uygundur. Bununla beraber kelimenin
söylenişi, kavmi arasında kibirlenip böbürlenen bu adamı aşağılık sıfatı ile
damgalamaktadır.
Sonra surenin akışı bu kişisel sıfatlar üzerine,
O'nun Allah'ın ayetleri karşısındaki tutumunu belirterek bir değerlendirme
yapıyor. Bunun yanı sıra yüce Allah'ın mal ve evlad bahşettiği bu adamın
böyle bir tutum sergilemesi ayıplanıyor:
"Mal ve oğullar sahibi olmuş diye, kendisine
ayetlerimiz okunduğu zaman `eskilerin masalları' dedi."
Bir insanın yüce Allah'ın kendisine bahşettiği mal
ve evlad nimetlerine karşılık, Allah'ın ayetlerini ve peygamberini alaya
alması ne çirkin bir davranıştır. Bu bile tek başına biraz önce anlatılan
çirkin sıfatlara denk bir tutumdur.
Bu yüzden karşı konulmaz, caydırıcı güce sahip ulu
Allah'tan bir tehdit geliyor. Burada yüce Allah onun ruhundaki büyüklük
kompleksinin, mal ve evlatla övünmenin kaynaklandığı noktaya temas ediyor.
Nitekim bundan önce de onun toplum içindeki yeri ve soyu ile övünmesine
kaynaklık eden sıfatına değinmişti. Ve bu adam yüce Allah'ın şu kesin
vaadini dinliyor:
"Biz yakında O'nun burnuna damga vuracağız."
Ayetin orijinalinde geçen "Hortum" kelimesinin
anlamlarından biri kara domuzunun burnunun bir tarafıdır. Herhalde bununla
Velid'in burnu kastedilmiştir. Arap dilinde burun büyüklüğü onurluluğu
sembolize eder. Bu yüzden büyüklenen için "burnu havada", gururu kırılan,
alçalan için de "burnu yerde" denir. Birisi gururlanarak kızdığı zaman
"burnu şişti burnu kızardı" derler. Arapların izzetinefsi (onur ve
saygınlığı) "Enfetu" -Burun- olarak tanımlamaları da bu yüzdendir. Onun
burnunun damgalanması ile tehdit edilmesi iki tür aşağılanmayı, horlanmayı
ifade eder. Birincisi, bir köle gibi damgalanması. ikincisi burnunun domuz
burnu olarak nitelendirilmesi.
Hiç kuşkusuz bu ayetler Velid B. Muğire'nin üzerinde
büyük etki bırakmışlardır. Çünkü Velid saygın insanların -asılsız da olsa-
bir şairin hicvinden her zaman sakındığı bir millete mensuptu. Ya gerçekten
göklerin ve yerin yaratıcısı tarafından damgalanmayı, hem de boşuna
söylenmeyen böyle bir ifadeyle karşı karşıya kalmayı nasıl karşılamıştır. Bu
sözler varlık aleminin her tarafında yankılanmış, sonra da varlığın özüne
yerleşerek tescil edilmiştir. Hem de sonsuza dek...
İşte İslam'ın düşmanı, yüce ahlâka sahip saygın
peygamberin düşmanı olan bu adam böylesine kesin bir hakareti
hakketmekteydi.
Mal ve evlada, Allah'ın ayetlerini yalanlayanların
şımarmasına neden olan dünya nimetlerine işaret edilmesi münasebetiyle yüce
Allah burada örnek olarak onlara bir kıssa sunuyor. Öyle anlaşılıyor ki bu
kıssa onlar tarafından biliniyordu, aralarında yaygın olarak anlatılıyordu.
Yüce Allah bu kıssa aracılığı ile onlara nimetle şımarmanın, iyiliğe engel
olmanın, başkalarının haklarına tecavüz etmenin akıbetini hatırlatıyor. Bu
arada kendilerine bahşedilen mal ve evlad nimetlerinin aslında onlar
açısından bir sınav aracı olduğunu vurguluyor. Tıpkı bu kıssanın
kahramanlarının sınanması gibi. Ayrıca bu sınavın devamı da var. Onlar
bununla da bırakılacak değildirler:
17- Biz, vakti ile
"bahçe sahiplerini" sınadığımız gibi, onları da sınadık. Hani onlar (bahçe
sahipleri) sabah olurken kimse görmeden onun mahsullerini toplayacaklarına
yemin etmişlerdi.
18- Onlar istisna da
etmiyorlardı.
19- Ancak onlar
uyurken Rabbin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de.
20- Bahçe simsiyah
olmuştu.
21- Sabahleyin
birbirlerine seslendiler.
22- "Haydi ürünleri
toplayacaksanız erkenden ekininize gidin" diye.
23- Derken yürüdüler
ve şöyle fısıldaşıyorlardı:
24- "Sakın bugün
hiçbir yoksul bahçeye girip yanımıza sokulmasın."
25- Ürünleri
toplayacaklarından emin olarak erkenden gittiler.
26- Fakat bahçeyi
görünce "Herhalde biz yolu şaşırdık " dediler.
27- "Hayır doğrusu
biz mahrum bırakıldık."
28- Ortancaları,
"Ben size demedim mi? Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmeniz gerekmez
miydi?" dedi.
29- "Rabbimizi
tesbih ederiz, doğrusu biz kendi kendimize zulüm etmişiz " dediler.
30- Ardından,
kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar.
31- Nihayet şöyle
dediler: "Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz."
32- "Belki Rabbimiz
bize bundan daha iyisini verir; doğrusu artık, Rabbimizden dilemekteyiz."
33- İşte azab
böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi.
Bu kıssa, dilden dile dolaşan, herkesçe bilinen bir
kıssa olsa gerek. Fakat surenin akışı kıssada geçen olayların perde
arkasındaki Allah'ın faaliyetini ve gücünü ön plana çıkarıyor. Onun bazı
kullarını sınayıp bu sınavın sonucuna göre karşılık vermesini gündeme
getiriyor. İşte bu kıssa ile ilgili olarak bundan önce bilinmeyen, ancak
şimdi gözler önüne serilen yeni unsur budur.
Kıssanın kahramanlarının ifadelerinden, sergilenen
davranışlardan bir grup basit düşünen ilkel insanlarla karşı karşıya
olduğumuzu anlıyoruz. Bunlar düşünme biçimleriyle, üzerinde kafa yordukları
meseleleri ile, tutum ve davranışları ile basit, ilkel köylü insanlara
benziyorlar. Belki de insanlar arasından seçilen bu düzeyde bir örnek
kıssaya muhatap olan insanlara oldukça yakın bir durumu somutlaştırıyordu.
Bunlar da hak içerikli mesaja karşı direniyor, inat ediyorlardı. Fakat
ruhsal yapılan fazla kompleks değildi. Tersine biraz fazla basit ve ilkel
düşünüyorlardı.
Kıssa ifade tarzı bakımından, Kuran'ın kıssaları
sunmada başvurduğu sunuş yöntemlerinden birinin somut örneğidir. Kıssada
gerçekleşmesi şiddetle beklenen sürprizler son derece belirgindir. Ayrıca
yüce Allah'ın planı ve sağlam tuzağı karşısında çaresiz zavallı insanların
tuzakları ile de alay ediliyor. Öte yandan kıssa çok canlı bir ifade tarzı
ile sunuluyor. Öyle ki, dinleyici, -veya okuyucu sanki olaylar gözlerinin
önünde akıp gidiyormuş gibi canlı olarak seyrediyor. Şu halde kıssayı
surenin akışı içindeki durumuyla görmeye çalışalım.
Şu anda biz bahçe sahipleri ile karşı karşıyayız
-Ayetin orijinalinde geçen "cennet" dünyadaki bahçedir, ahiretteki cennetle
ilgisi yoktur-. Ve işte bahçe sahipleri bahçeleri hakkında geceden bir
şeyler tasarlıyorlar. Rivayetlere göre önceki iyi niyetli salih sahibi
döneminde yoksullar bahçenin meyvelerinden pay alıyorlardı. Fakat bu iyi
niyetli salih insandan sonra bahçeye varis olanlar şimdi bahçenin tüm
ürünlerine el koymak, yoksulları paylarından yoksun bırakmak istiyorlar. Şu
halde olaylar nasıl gelişiyor seyredelim.
"Biz, vakti ile `bahçe sahiplerini' sınadığımız gibi
bunları da sınadık. Hani onlar sabah olurken kimse görmeden onun
mahsullerini toplayacaklarına yemin etmişlerdi. Onlar istisna etmiyorlardı:
'
Bahçenin meyvelerini sabah erkenden devşirme ve
yoksullara da bir şey bırakmama önerisi etrafında görüş birliğine
varmışlardı. Bunun üzerine yemin etmiş, niyetlerini açıkça ortaya
koymuşlardı. Kararlaştırdıkları bu kötülüğü nasıl gerçekleştireceklerini
geceden tasarlamışlardı. Şu halde onları gafletleri ile veya gece boyunca
tasarladıkları tuzakları ile baş başa bırakalım da, onların görmediği
gecenin koyu karanlığında neler olup bittiğini seyredelim. Çünkü yüce Allah
her zaman uyanıktır, onlar gibi uyumaz. Allah, onların tasarladıklarından
farklı şeyler tasarlıyor. Hiç kuşkusuz bu, onların nimetten dolayı şımarmak,
iyiliğe engel olmak yoksulun belirlenmiş payına el koymak gibi geceden
tasarladıklarını planın karşılığıdır... Öte tarafta ise, gizliden gizliye
onlara bir sürpriz hazırlanıyor. İnsanlar derin uykudayken gece karanlığında
hayaletlerinkine benzer latif, görünmez hareketler cereyan ediyor:
"Ancak onlar uyurken Rabbinin katından gönderilen
bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de, bahçe simsiyah olmuştu:
Şimdi bir süre için bahçeyi ve bahçeye musallat olan
salgını bir kenara bırakalım da gece boyunca bahçeleri ile ilgili planlar
tasarlayanların ne yaptığını görelim.
Evet, onlar gece kararlaştırdıkları gibi sabah
erkenden uyanmışlar. Verdikleri kararı uygulamak için birbirlerine
sesleniyorlar:
"Sabahleyin birbirlerine seslendiler. Haydi ürünleri
toplayacaksınız erkenden ekininize gidin' diye."
Geceden verdikleri kararı birbirlerine hatırlatıyor,
birbirlerine tavsiyede bulunuyor, bu kararı uygulamaya birbirlerini teşvik
ediyorlar.
Sonra surenin akışı onları alaya alma hususunda bir
adım daha atıyor ve onları yürürken gizli gizli konuşurken, planlarını iyice
sağlamlaştırırken, bütün ürünlere el koymaya, yoksullara paylarından yoksun
bırakmaya ilişkin kararlarını iyice pekiştirirken tasvir ediyor.
"Derken yürüdüler ve şöyle fısıldaşıyorlardı : Sakın
bu gün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın."
Sanki şu anda Kuran'ı dinleyen veya okuyan bizler,
bahçe sahiplerinin bilmediği, bahçenin başına gelen felaketi biliyor
gibiyiz. Evet, gecenin koyu karanlığında bahçeye uzanan, tüm meyvelerini yok
eden gizli ve latif ele şahit olmuştuk. Bahçenin bu gizli ve korkutucu
salgından sonra tüm meyvelerin devşir ilmiş gibi simsiyah kesildiğini
görmüştük. Öyleyse nefeslerimizi tutalım da gece boyunca planlar kuran bu
adamlar ne yapacaklar onu görelim.
Surenin akışı hala geceleyin gizli planlar kuran bu
adamlarla alay etmeyi sürdürüyor:
"Ürünleri toplayacaklarından emin olarak erkenden
gittiler."
Evet onlar, yoksulların payını engelleyebilirler,
onları yoksun bırakabilirler. En azından kendilerini yoksun bırakabilirler.
İşte şimdi bir sürprizle karşılaşıyorlar. Şu halde
bu alaycı ifadelerin akışını seyredelim. Burada onların şaşkına
döndüklerini, afallayıp kaldıklarını görüyoruz:
"Fakat bahçeyi görünce `Herhalde biz yolu şaşırdık'
dediler."
Burası bizim meyve yüklü bahçemiz olamaz. Mutlaka
yolumuzu şaşırmışız. Fakat dönüşü iyice kontrol ediyorlar ve;
"Hayır, doğrusu biz mahrum bırakıldık." diyorlar.
İşin aslına ilişkin doğru haber de bundan ibarettir.
Şimdi de başkalarına tuzak kurmanın, gizli planlar
tasarlamanın, eldeki nimetlerden dolayı şımarıp yoksulların payına el
koymanın elem verici akıbetini tadıyorlarken, aralarında en ılımlı, en
akıllı ve en iyi olanı öne atılıyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu adam
ötekilerden farklı bir görüşe sahipmiş. Fakat, diğerleri karşı çıkıp kendisi
yalnız kalınca onlara uymuş ve gördüğü gerçeği ısrarla savunamamıştı. Bu
yüzden o da diğerleri gibi nimetlerden yoksun bırakılmak suretiyle
cezalandırılmıştı. Fakat bu adam, burada daha önce kendilerine yönelttiği
öğütleri, direktifleri hatırlatıyor:
"Ortancaları `Ben size demedim mi? Allah'ı noksan
sıfatlardan tenzih etmemiz gerekmez miydi?' dedi."
Şimdi, iş işten geçtikten sonra öğüt vereni
dinliyorlar:
Rabbimizi noksan sıfatlardan tenzih ederiz, doğrusu
biz kendi kendimize zulmetmişiz, dediler."
Tıpkı kötü sonuç karşısında sorumluluktan koşan,
diğerlerini suçlamaya kalkışan her ortak gibi, onlar da suçu birbirlerine
yüklüyorlar:
"Ardından kabahati birbirlerine yüklemeye
başladılar."
Sonra, hep birlikte bu kötü akıbet karşısında
birbirlerini kınamayı bırakıyor ve belki yüce Allah kendilerini bağışlar ve
şımarmanın, yoksulun hakkını gasbetmenin, bu amaçla hile yapıp gizli planlar
tasarlamanın kurbanı olan bahçelerini geri verir diye topluca suçlarını
itiraf ediyorlar:
"Nihayet şöyle dediler: `Yazıklar olsun bize!
Gerçekten biz azgın kimselermişiz. Belki Rabbimiz bize bundan daha iyisini
verir: doğrusu artık, Rabbimizden dilemeliyiz."
Surenin akışı sahnenin perdesini indirmeden önce şu
değerlendirmeyi işitiyoruz:
"İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha
büyüktür. Keşke bilselerdi." İşte nimetle sınanmak böyledir. Şu halde Mekke
müşrikleri "Vakti ile `bahçe sahiplerini' sınadığımız gibi onları da
sınadığımızı" bilsinler. Sınavın perde arkasındadır hedefi görsünler. Ayrıca
dünyadaki sınavdan ve azaptan daha büyük ve daha korkunç olanından
sakınsınlar.
"Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke
bilselerdi: '
Böylece Kureyşlilere içinde yaşadıkları ortamdan
alınma pratik bir deneyim, aralarında yaygın olarak anlatılan bir kıssa
örnek olarak sunuluyor. Böylece yüce Allah'ın geçmiş müşriklere ilişkin
yasası ile şimdiki toplumlara ilişkin yasası birbirine bağlanıyor ve pratik
hayatlarına en yakın olan bir üslupla kalplerine dokunuluyor. Aynı zamanda
müminlere, müşriklerin -Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin- sahip
bulundukları geniş imkanların, servetin ve nimetin Allah tarafından
kendilerine bir sınav aracı olarak verildiği hatırlatılıyor. Bu sınavın
sonuçlarının, akıbetlerinin olduğu anlatılıyor. Yine insanların yoklukla
sınandığı gibi nimetle sınanmalarının da bir yasa olduğu belirtiliyor.
Ellerindeki nimetlerden dolayı şımaran, iyiliğe engel olan sahip
bulundukları mal-mülkle övünenlere gelince işte bu kıssa da onların
akıbetleri anlatılıyor: "Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke
bilselerdi." Allah'tan korkan, onun azabından sakınanlara gelince, onlar
için Rabbleri katında nimet cennetleri vardır:
34- Muttakiler
içinde Rabbleri katında nimet bahçeleri vardır."
Hiç kuşkusuz bu, tuttukları yol özleri birbirine
karşıt olan iki ayrı grubun karşılaştığı birbirinin karşıtı iki akıbettir.
İki ayrı yol izleyip iki ayrı sonuçla karşılaşan iki çelişik çizginin
karşıtlığının ifadesidir bu.
MÜŞRİKLERE MEYDAN
OKUMA
Bu iki akıbeti vurguladıktan sonra surenin akışı
müşriklerle karışık, kapalı ve anlaşılmaz bir tarafı bulunmayan son derece
yalın ifadeli bir tartışmaya giriyor. Onlara meydan okuyor. Bir tek cevaptan
başka seçeneği bulunmayan, ayrıca demagoji yapmaya da imkan bırakmayan peş
peşe çarpıcı sorularla onları köşeye sıkıştırıyor. Bunun yanı sıra ahirette
gerçekleşen korkunç bir sahne ile bir de dünya hayatında üstün iradeli,
karşı konulmaz caydırıcı güce sahip ulu Allah'ın aleyhlerinde başlatacağı
savaş ile onları tehdit ediyor:
35- Öyle ya biz
Müslümanları o günahkarlarla bir tutar mıyız hiç?
36- Size ne oluyor?
Ne biçim hüküm veriyorsunuz?
37- Yoksa bir
kitabınız varda ondan mı bu hükümleri okuyorsunuz?
38- Onda
beğendiğiniz her şeyi mi buluyorsunuz?
39- Yoksa
"İstediğiniz gibi hükmedebilirsiniz" diye sizin lehinize olarak tarafımızdan
verilmiş kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?
40- Sor onlara: Bu
iddiayı onların hangisi savunacak?
41- Yoksa
kendilerinin ortaklarımı var? Doğru iseler ortaklarını çağırsınlar.
42- O gün işin
dehşetinden baldırlar açılır; ve secdeye davet edilecekleri gün secde
edemezler.
43- Gözleri dönmüş
olarak yüzlerini zillet kaplar. Onlar sağlam iken de secdeye davet edildiler
fakat secde etmezlerdi.
44- Bu sözü
yalanlayanı bana bırak; onları bilmedikleri yerden derece derece azaba
yaklaştıracağız.
45- Onlara mühlet
veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır.
46- Yoksa sen
onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır borç altında mı kalıyorlar?
47- Yoksa gaybın
bilgisi kendi yanlarında da onlar mı istedikleri gibi yazıyorlar?
Ahiret azabına ve dünyada Allah'ın aleyhlerinde
açacağı savaşa ilişkin bu korkunç tehdit -görüldüğü gibi- bu tartışma ve bu
meydan okuma esnasında yöneltiliyor. Hiç kuşkusuz bu tartışma ortamını
elektriklendiriyor. Meydan okumanın ağırlığını artırıyor.
"Öyle ya biz Müslümanları o günahkârlarla bir tutar
mıyız hiç?" şeklindeki olumsuzluk ifade eden ilk soru, biraz önce sunulan
ayetlerde gözler önüne serilen her iki grubun akıbetine dikkat çekiyor. Bu
sorunun tek bir cevabı var: Hayır... Olamaz... Rablerine teslim olan,
buyruklarına boyun eğen Müslümanlar asla, bu iğrenç sıfatla nitelendirilmeyi
hakkedecek kadar günah işleyen suçlular gibi olamazlar. Gerek akıbet gerekse
mükafat açısından Müslümanlarla suçluların bir tutulması ne akıl ne de
adalet ölçülerine göre normal değildir.
Bu yüzden olumsuzluk ifade eden bir başka soru yer
alıyor: "Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?" Neyiniz var sizin?
Neye dayanarak bu tür hükümler veriyorsunuz? Değer ve miktarları nasıl
ölçüyorsunuz ki, ölçülerinize ve hükümlerinize göre Müslümanlarla suçlular
bir oluyor?
Surenin akışı olumsuzluk ifade eden, onların
tutumlarını kınayan sorulardan sonra, şimdi de onları alaya alıyor,
gülünçlüklerini ortaya koyuyor: "Yoksa bir kitabınız varda ondan mı bu
hükümleri okuyorsunuz? Onda beğendiniz her şeyi mi buluyorsunuz?" akıl ve
adalet ölçülerine sığmayan bu tür hükümleri çıkardıkları ve kendilerine
Müslümanlarla suçluların bir olduğunu söyleyen bir kitapları mı var?
şeklinde yöneltilen soru alay etme ve küçümseme amacına yöneliktir. Bu, olsa
olsa onların arzularına uygun, isteklerini tatmin eden komik bir kitaptır.
Bu kitapta onların benimsediği ve istediği türden hükümler doludur. Onların
bu komik kitabı gerçeğe, adalete, akla ve normal insani standartlara
uymuyor.
"Yoksa `istediğiniz gibi hükmedebilirsiniz' diye
sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş kıyamet gününe kadar geçerli
kesin sözler mi var?"
Eğer ellerinde kitap yoksa o zaman böyle bir söz
almış olmalılar. Kıyamet gününe kadar diledikleri gibi hükmetmek ve
dilediklerini seçmek üzere Allah'tan bir söz almış olmalılar. Oysa böyle bir
şey yok. Allah'tan böyle bir söz almış değildirler. Şu halde neye dayanarak
konuşuyorlar? Dayanakları nedir onların?
"Sor onlara: Bu iddiayı onların hangisi savunacak?"
Onlara sor kim bu iddiayı üstlenecek? Ne yaparlarsa
yapsınlar Allah tarafından sorumlu tutulmayacaklarına, kıyamet gününe kadar
diledikleri gibi hükmetmek üzere Allah'tan söz aldıklarına ilişkin iddiayı
hangisi savunacak?
Bu, yüz kızartıcı, derin etkili ve sarsıcı bir alay
ifadesidir. Her şeyi olduğu gibi gözler önüne seren bir meydan okumadır.
"Yoksa kendilerinin ortakları mı var? Doğru iseler
ortaklarını çağırsınlar." Aslında onlar Allah'a ortak koşuyorlardı, ama
ayetin ifade tarzı ortakların Allah'a değil kendilerine ait olduğunu dile
getiriyor. Allah'a ortak koşulan birtakım düzmece tancıların olduğunu
bilmezlikten geliyor. Bunun yanı sıra, eğer iddialarında doğru iseler bu
ortakları getirmeleri istenerek kendilerine meydan okunuyor. Ama ne zaman
çağıracaklar ki?
"O gün işin dehşetinden baldırlar açılır; ve secdeye
davet edilecekleri gün secde edemezler. Gözleri dönmüş olarak yüzlerini
zillet kaplar. Onlar sağlam iken de secdeye davet edilirler fakat secde
etmezlerdi."
Böylece surenin akışı onları şu anda yaşanmıyormuş
gibi kıyametteki bu sahne ile yüz yüze getiriyor. Sanki Allah'a ortak
koştukları düzmece tanrıları çağırmaları şeklindeki meydan okuma bu sahnede
yöneltiliyor onlara. Aslında bu gün yüce Allah'ın ilminin kapsamında fiilen
yaşanan bir gerçektir ve onun ilminin kapsamındaki olgular zamanla sınırlı
değildirler. Bu sahnenin bu tarzda muhataplara sunulması Kur'an-ı Kerimin
ifade yöntemi uyarınca ruhlar üzerinde daha derin, daha canlı ve daha
belirgin bir etki bırakıyor.
Arap atasözleri arasında yer alan baldırların
açılması deyimi sıkıntı ve şiddeti vurgulamak için kullanılır. O gün
kolların sıvandığı baldırların açıldığı, sıkıntı ve zorluğun dayanılmaz
boyutlara vardığı kıyamet günüdür. Bu günde şu büyüklük taslayanlar secde
etmeye çağrılıyorlar ama secde edemiyorlar. Bu secde edemeyişleri ya vaktin
geçmesinden ya da bir başka yasak tanımlandıkları gibi "Boyunlarının bükük
başlarının eğik" (İbrahim suresi 43) olmasından kaynaklanıyor. Sanki
bedenleri ve sinirleri kendi iradeleri dışında korku ve dehşetten tutulmuş
gibidir. Her halûklarda bu ifade o günde yaşanan sıkıntıya, çaresizliğe ve
korkunç meydan okumalara işaret etmektedir.
Sonra surenin akışı o günkü pozisyonlarını yeni
çizgilerle tamamlıyor: "Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet kaplar." Şu
büyüklük taslayanlar, şımarıklar ve korkudan dönmüş gözler, zillet kaplamış
yüzler... Onların kibirden şişmiş, burnu havadaki başların karşılığıdır. Bu
ifade aynı zamanda surenin başlarındaki tehdidi de çağrıştırmaktadır: "Biz
yakında onun burnunu damgalayacağız." Çünkü burada aşağılanmışlık ve
horlanmışlık anlamının ön plana çıkarılması son derece belirgin ve etkin bir
biçimde amaçlanmıştır.
Onlar bu aşağılayıcı ve küçük düşürücü durumdayken
surenin akışı daha önce büyüklük taslamalarını, Allah'ın ayetlerine karşı
burun kıvırmalarını hatırlatıyor: "Onlar sağlam iken de secdeye davet
edilirler fakat secde etmezlerdi." Daha önce secde edebilecekleri
durumdayken, burun kıvırıyor, büyüklük taslıyorlardı. O zaman öyleydiler.
Ama şimdi bu aşağılayıcı ve küçük düşürücü sahnede yer alıyorlar. Dünya
hayatı artık geride kalmış. Şimdi secde etmeye çağırılıyorlar. Fakat buna
güçleri yetmiyor.
Onlar bu dayanılmaz sıkıntının içinde kıvranırken,
kalpleri dehşete düşüren bu korkunç tehdide muhatap oluyorlar:
"Bu sözü yalanlayanı bana bırak."
İnsanı iliklerine kadar titreten korkunç bir tehdit.
Ezici, caydırıcı, karşı konulmaz, sarsılmaz güce sahip ulu Allah
peygamberine "Bu sözü yalanlayanı bana bırak, onunla savaşmayı ben
üstleniyorum. Ben onun hakkından gelirim" diyor. Bu sözü yalayan da kimmiş?
Şu küçük, basit, zavallı, düşkün yaratıktır. Şu
zavallı karınca... Daha doğrusu şu boşluğa serpiştirilmiş zerre. Karşı
konulmaz, caydırıcı güce sahip ulu Allah'ın büyüklüğü karşısında hiçbir şey
ifade etmeyen şu hiç yani...
Ey Muhammed... Benimle şu yaratık arasından çekil...
Sen ve beraberindeki müminler rahat edin. Bu savaş benimledir, ne seninle ne
de müminlerledir. Savaş benimledir. Şu yaratık benim düşmanımdır. Onun işi
beni ilgilendirir. Onu bana bırak. Sen ve beraberindeki mü'minler gidin
rahatınıza bakın.
Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar çepeçevre kuşatan
ne dehşet verici bir korkudur bu! Ayrıca maddi güçten yoksun zayıf
peygambere ve müminlere ne sağlam bir güvence veriliyor?
Sonra caydırıcı ve karşı konulmaz güce sahip ulu
Allah şu basit, küçük ve zavallı yaratığa karşı başlattığı savaşta
uyguladığı stratejiyi açıklıyor.
"Onları bilmedikleri yerden derece derece azaba
yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır."
Aslında şu Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar ve
yeryüzündeki bütün canlılar yüce Allah'ın haklarında böyle bir tuzak
kurmasını gerektirmeyecek kadar basittirler, önemsizdirler. Ne var ki yüce
Allah, kendilerine gelsinler; şu anda içinde bulundukları yanıltıcı güvenli
ortamın aslında içine düştükleri bir tuzak olduğunu bilsinler; zulüm,
azgınlık, gerçeklere karşı burun kıvırma ve sapıklıkta kendilerine süre
tanınmış olmasının aşama aşama en kötü akıbete sürüklenmeleri amacına
yönelik olduğunu anlasınlar diye onları kendisinden sakındırıyor, uyarıyor.
Onlara mühlet tanınmış olması sorumluluğu eksiksiz yüklenmeleri, günah yüklü
kimselerin konumuna gelmeleri, rezil olmayı, aşağılanmayı ve işkenceyi
hakkedenlerin durumuna düşmeleri için kurulmuş bir tuzaktır.
İnsanları açıkça uyarmaktan, aleyhlerine aşamalı
olarak işleyen stratejiyi ve planı açıklamaktan daha büyük bir adalet, daha
etkin bir merhamet olamaz. Yüce Allah bu uyarı ve sakındırma ile kendi
düşmanlarına, dininin ve peygamberinin düşmanlarına adaletini ve merhametini
sunuyor. Onlar daha bu olumsuz tutumlarını sürdürüyorlarken, seçimlerini
sapıklıktan yana yapmışlarken örtü kaldırılıyor, meseleler olduğu gibi gün
yüzüne çıkarılıyor.
Yüce Allah mühlet verir ama ihmal etmez. Artık kaçıp
kurtulamayacağı şekilde kıskıvrak yakalayana kadar zalime süre tanır. işte
burada ulu Allah serbest iradesiyle belirlediği yasasını ve savaş
stratejisini bu şekilde açıklıyor ve Peygamberine şöyle diyor: Bu sözü
yalanlayanı bana bırak. Benimle mal, evlat, mevki ve iktidarla övünenlerin
arasından çekil, onlara bir süre için mühlet vereceğim. Bu nimetleri onlar
için bir tuzak haline getireceğim. Bununla Peygamberine güvence verirken,
düşmanlarını da uyarmış oluyor. Sonra onları bu korkunç tehditle baş başa
bırakıyor.
İnsanın içini karartan bu kıyamet sahnesinin ve bu
korkunç tehdidin oluşturduğu dehşet verici atmosferde tartışma ve meydan
okuma tamamlanıyor. Onların bu tuhaf tutumlarının meydana getirdiği
şaşkınlık noktalanıyor.
"Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar
ağır borç altında mı kalıyorlar?"
Yoksa doğru yolu bulmalarına karşılık olarak
istediğin bu ağır ücret mi onları burun kıvırmaya, Allah'ın ayetlerini
yalanlamaya sürüklüyor? Ödemek zorunda kaldıkları bu ağır bedel mi onları bu
iğrenç akıbeti tercih etme durumunda bırakıyor?
"Yoksa gaybın bilgisi kendi yanlarında da onlar mı
istedikleri gibi yazıyorlar?"
Yoksa onlar gaybın kapsamında olanlardan emindirler
Dolayı siyle kendilerini bekleyen akıbet hafif mi geliyor? Yoksa gaybı
ortaya çıkardılar da içindekileri yazıp öğrendiler mi? Veya gaybın
içindekiler ini bizzat kendileri mi yazdılar da, bunu arzularının garantisi
mi kıldılar?
Ne bu ne o! Şu halde bu tuhaf ve kuşku uyandırıcı
tutumu sergilemelerinin dayanağı nedir?
Bu anlamlı ve hayret verici olduğu kadar ürpertici
olan ifade ile: "Bu sözü yalanlayanı bana bırak." Allah ile aldanmış
düşmanlarının arasındaki savaş stratejisinin ve yasasının bu şekilde
duyurulması ile yüce Allah iman ile küfür, hak ile batıl arasındaki savaşın
yükümlülüğünü Hz. Peygamberden ve müminlerden alıyor. Çünkü bu çarpışma yüce
Allah'ı ilgilendirir. Bizzat üstlendiği bu savaş onun meselesidir.
Peygamber Efendimiz ve müminlerin bu savaşta önemli
ve etkin bir rol üstlendikleri görünse de mesele gerçekte de yüce Allah'ın
vurguladığı gibidir. Çünkü Peygamber Efendimizin ve müminlerin bu savaşta
üstlendikleri rol yüce Allah'ın müsaadesi oranında düşmanlarıyla giriştiği
savaşa ilişkin planının bir parçasıdır. Onlar bu savaşta araç
konumundadırlar. Dilerse yüce Allah kullanır bu araçları. Dilemezse
kullanmaz. O, her iki durumda da etkin olarak iradesini yerine getirir. O,
her iki durum dada iradesi uyarınca belirlediği yasa gereği çarpışmayı
bizzat kendisi yönlendirir.
Bu ayet indiği zaman Peygamber Efendimiz henüz
Mekke'deydi. Beraberindeki müminler de azınlık durumundaydı ve hiçbir şeye
güçleri yetmezdi. Dolayı siyle bu ayet, zayıflara güvence verirken, maddi
güç, mevki-makam, mal ve evlatla övünenlerin içine korku salıyordu. Sonra
Medine'de durumlar ve konumlar değişti. O zaman yüce Allah Hz. Peygamberin
ve müminlerin bu savaşta belirgin bir rol üstlenmelerini diledi. Fakat orada
da Mekke'de zayıf durumda iken onlara söylediği sözü pekiştirdi. Onlar Bedir
savaşında zafer kazanmışken şöyle buyurdu: "Siz onları öldürmediniz, fakat
Allah öldürdü onları. Onlara doğru ok atarken aslında sen atmadın, onu Allah
attı. Bununla Allah müminleri güzel bir sınavdan geçirmek istedi. Çünkü
Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir."(Enfal suresi 17)
Amaç bu gerçeğin, yani çarpışmanın Allah'a ait
olduğu gerçeğini, savaşın O'nun savaşı olduğu gerçeğinin, meselenin O'nun
meselesi olduğu gerçeğinin müminlerin kalplerine kök salmasıdır. Buna göre
yüce Allah bu savaşta bir rol veriyorsa bu, onları güzel sonuçlu bir
sınavdan geçirmek içindir. Bu sınav Dolayı siyle onları ödüllendirmek
içindir. Fakat savaşa ilişkin belirleyici gerçek ise O'na özgüdür. Zafer
gerçeği ise O'nun yazdığına bağlıdır. Allah bu yazdığını hem onlar hem de
başkaları için uygular. Onlar savaşa giriştikleri zaman yüce Allah'ın
kudretinin aracıları konumundadırlar. Üstelik onun elindeki tek araç ta
kendileri değildir.
Bu, son derece açık ve anlaşılır bir gerçektir. Her
konuda, her durumda ve her konumda Kur'an ayetlerinin satır aralarından bu
gerçeği görmek her zaman için mümkündür. Aynı zamanda bu gerçek, yüce
Allah'ın kudretine ve takdirine, evrensel yasasına ve serbest iradesine,
ayrıca Allah'ın takdirinin gerçekleşmesine aracı olan insanların gücünün
gerçek mahiyetine ilişkin imani düşünce ile de uyuşmaktadır. Evet insanların
sahip bulundukları güç, bir araçtır. Başka da bir şey değildir.
Bu gerçek, ister maddi güçlere sahip olsun, ister
bunlardan yoksun bulunsun her iki durumda da müminin kalbine güven duygusunu
aşılar. Ancak müminin kalbini Allah için her türlü olumsuz duygudan
arındırması gerekir. Cihad amacı ile hareket ederken sadece Allah'a güvenip
dayanması gerekir. Çünkü iman-küfür, hak-batıl savaşında kendisine zafer
kazandıran kendi gücü değildir. Onun için zaferi garantileyen sadece ulu
Allah'tır. Maddi güçlerden yoksun bulunması, zayıf olması yenilmesine neden
olmaz. Çünkü arkasında Allah'ın gücü vardır. işte onun adına savaşı üstlenen
ve sonuçta kendisi için zaferi garantileyen bu güçtür. Ne var ki yüce Allah
zaman tanır, meseleleri peyderpey sonuçlandırır. işleri serbest iradesi,
hikmeti, adalet ve rahmeti uyarınca zamanı gelince çözüme bağlar.
Karşısına dikilen mümin ister zayıf olsun, ister
güçlü olsun her iki durumda da bu gerçek Allah'ın düşmanının kalbine korku
salar. Çünkü kendisi ile çarpışan bu mümin değildir. Sınırsız gücü ile,
karşı konulmaz, ezici yüceliği ile savaşı üstlenen ulu Allah'tır kendisi ile
çarpışan Peygamberine: "Bu sözü yalanlayanı bana bırak." benimle şu bedbaht
sapığın arasından çekil diyen yüce Allah' tır kendisi ile vuruşan. Yüce
Allah ona süre tanır ve O'nu aşamalı olarak akıbetine doğru sürükler. Bu
esnada O, maddi gücün ve hazırlığın doruklarında bile olsa ürkütücü, dehşet
verici, korkunç bir tuzağa yakalanmıştır bile. Aslında onun sahip bulunduğu
maddi gücün kendisi tuzaktır. Elindeki maddi hazırlık onun için bir kapan
işlevini görür. "Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır."
Fakat bu ne zaman gerçekleşir? işte bu yüce Allah'ın sonsuz bilgisinin
kapsamında gizlidir. Kim yüce Allah'ın bilgisinin kapsamındaki gayptan ve
O'nun tuzağından emin olabilir ki? Doğru yoldan ayrılmış sapık milletlerden
başkası Allah'ın tuzağından emin olabilir mi?
BALIK SAHİBİ YUNUS
Bu gerçeğin ışığı altında yüce Allah Peygamberine
sabretmesini telkin ediyor. Peygamberlik misyonunun yükümlülüklerine
karşı... Ruhların kaypaklıklarına karşı... Kafirlerin eziyet ve
yalanlamalarına karşı sabretmesini istiyor... Ulu Allah serbest iradesi
uyarınca belirlediği zaman gelince çözümleyici hükmünü bildirinceye kadar
sabretmesini istiyor. Bu arada peygamberlik misyonunun ağır yükümlülüklerine
karşı içi daralan bir kardeşinin yaşadığı deneyimi hatırlatıyor. Şayet
Allah'ın lütfu kendisine ulaşmamış olsaydı kınanmış biri olarak bir kenara
atılmış olacağını vurguluyor:
48- Sen Rabbinin
hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi Yunus gibi olma, o pek üzgün olarak
Rabbine seslenmişti.
49- Şayet Rabbinden
ona bir nimet yetişmemiş olsaydı, o mutlaka çırıl çıplak, kınanacak bir
halde bir yere atılırdı.
50- Fakat Rabbi
O'nun duasını kabul etti de onu salih insanlardan yaptı.
Saffat suresinde de belirtildiği gibi balık sahibi
Yunus peygamberdir. Yüce Allah O'nun yaşadığı deneyimi, bir birikim ve azık
olsun diye Hz. Muhammed'e anlatıyor. Çünkü O, peygamberlerin sonuncusudur.
Peygamberlik halkasında yer alan gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin yaşadığı
deneyimler O'nun için bir birikimdir. Bütün emeklerin ürününü en son o
toplasın, bütün deneyimlerden en son O, yararlansın. Bütün azığı en son O,
tüketsin diye. Bütün bunlar omuzladığı büyük yükün ağırlığı karşısında O'na
yardımcı olacaktır. Bir kabile, bir köy, bir millet değil tüm insanlığa yol
göstericilik yapma yükü. Kendisinden önceki peygamberlerde olduğu gibi bir
kuşağa veya bir çağa değil tüm çağlara ve nesillere yol göstericilik yapma
yükü. Kendisinden sonra gelecek tüm nesilleri ve milletleri, her gün
yenilenen durumlarına, yaşanan yeni deneyimlere, yönetim biçimlerine cevap
verecek kalıcı ve sürekli bir hayat sistemine bağlama yükü. Evet geçmiş
peygamberlerin deneyimleri işte bu ağır yükü omuzlamada O'na yardımcı olur.
Peygamber Yunus B. Meta'nın -selâm üzerine olsun-
yaşadığı deneyimin özeti şudur: Yüce Allah onu bir kent halkına peygamber
olarak gönderdi. Bu kentin Musul yakınlarındaki Ninova kenti olduğu
söylenmiştir. Fakat kent halkı iman etmekte ağır davranıyordu. Onların iman
etmeyi ağırdan almaları Hz. Yunus un zoruna gitti. Bu yüzden öfkelendi ve
kendi kendine şöyle diyerek Peygamber olarak gönderildiği kenti terk etti!
Yüce Allah, beni bu inatçı, kıt anlayışlı kavim arasında kalmak zorunda
bırakmakla sıkıntıya düşürmeyi istemez. O, beni başka bir kavme de
gönderebilir. Bu kızgınlık ve sıkıntı onu deniz sahiline doğru sürükledi ve
orada bir gemiye bindi. Dağ gibi dalgalara tutulunca gemi batmaya yüz tuttu.
Bunun üzerine geminin yükünün hafiflemesi için aralarından birini denize
atmak üzere kura çektiler. Kura Hz. Yunus'a çıktı. Tutup onu denize attılar.
Bir balık da O'nu yuttu.
Tam bu sırada Hz. Yunus son derece üzüntülü bir
durumdayken, balığın karnındaki karanlıklar içinde, denizin dibinde
dayanılmaz bir sıkıntı ile Rabbine şöyle seslendi: "Senden başka ilah
yoktur. Sen noksan sıfatlardan münezzehsin. Şüphesiz ben zalimlerden oldum:'
Bunun üzerine Allah'ın lütfu O'na ulaştı. Balık ta O'nu kıyıya bıraktı.
Derisi yüzülmüş bir et yığını gibi. Balığın karnında derisi yüzülmüştü. Yüce
Allah insanların sınırlı dünyalarında alışık oldukları hiçbir bağla
sınırlanamayan gücü ile onun balığın karnında hayatta kalmasını sağlamıştı.
Burada yüce Allah şöyle buyuruyor: Eğer Allah O'na
lütfetmeseydi balık onu kınanmış biri, davranışı, sabırsızlığı ve Allah izin
vermeden kendi hareket tarzını belirlemeye kalkışması yüzünden Rabbi
tarafından kınanmış biri olarak bir kenara atacaktı. Fakat yüce Allah'ın
nimeti, lütfu onu bu duruma düşmekten korudu. Yüce Allah pişmanlığını,
suçunu itiraf edişini ve kendisini noksan sıfatlardan tenzih etmesini kabul
etti. Çünkü ulu Allah O'nun lütfedilmeyi ve kabul görmeyi hakkettiğini
biliyordu: "Fakat Rabbi O'nun duasını kabul etti de onu salih insanlardan
yaptı."
İşte balık sahibi Hz. Yunus'un yaşadığı deneyim
budur. Yüce Allah bu deneyimi, kıt anlayışlılığın, Allah'ın âyetlerini
yalanlama eğiliminin egemen olduğu bir ortamda peygamberi Hz. Muhammed'e
anlatıyor. Bundan önce de, gerçekte olduğu gibi onu savaş alanından
çekmişti. Savaşı dilediği gibi ve dilediği zamanda yönlendirmek üzere bu işi
kendisine bırakmasını istemişti. Zamanın belirlenmesine ilişkin hükmüne ve
kararına, ayrıca belirlenen zaman dolana kadar yolun meşakkatlerine karşı
sabretmesini emrediyor.
Davet hareketinde asıl meşakkat, Allah'ın serbest
iradesi ve hikmeti doğrultusunda belirlediği zamanı dolana kadar O'nun
verdiği hükme karşı sabretmenin zorluğudur. Davet yolunda birçok zorluklar
vardır. Yalanlama ve eziyet görme zorluğu... Kaypak ve inatçı insanlarla yüz
yüze kalmanın zorluğu... Batılın görkemli ve egemen görünmesinin,
kabarmasının neden olduğu zorluk... İnsanların batılın görünürdeki
üstünlüğüne aldanıp yoldan çıkmalarının zorluğu... Ayrıca yoldaki
meşakkatler ne kadar ağır olursa olsun kuşkuya düşmeden, yolu izlemekten bir
an olsun geri kalmadan Allah'ın gerçek vaadinin gerçekleşmesini hoşnutlukla,
güvenle ve iç huzuruyla bekleyerek, dayanabilmenin zorluğu... Hiç kuşkusuz
bu büyük ve yorucu bir çabadır. Bu çabanın olumlu sonuç verebilmesi için
kararlılığa, sabretmeye, Allah'ın desteğine ve başarılı kılmasına ihtiyaç
vardır. Savaşa gelince, ulu Allah ona ilişkin kararını vermiştir; savaşı
bizzat üstlenmeyi takdir etmiştir. Yine kendisinin öngördüğü bir hikmetten
dolayı savaşın aşamalı olarak, düşmana zaman tanıyarak sonuçlanmasını
dilemiştir. Nitekim seçkin peygamberine de böyle vaadetmiş ve bu vaad bir
süre sonra gerçekleşmişti.
KAFİRLERİN KUR'AN'A
DAYANAMAYIŞI
Surenin sonunda kafirlerin bir tablosu çiziliyor.
Burada kafirler, saygın ve seçkin peygamberin kendilerine sunduğu mesajı
kızgın bir öfke ile, derin bir kıskançlık duygusu ile karşılıyorlar. O'na
yönelttikleri zehirli ve öldürücü bakışlardan kin ve kıskançlık akıyor.
Kur'an-ı Kerim bunu o kadar canlı çiziyor ki, fazla söze gerek kalmıyor:
51- Doğrusu kafirler
Kuran'ı dinlediklerinde neredeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi. "O
delidir" diyorlardı.
52- Oysa Kur'an
alemler için bir öğütten başka bir şey değildir.
Bu bakışlar neredeyse Hz. Peygamberin adımlarını
etkileyeceklerdi. Sarsılmasına, sürçmesine, dengesini ve gücünü kaybedip
yıkılmasına neden olacaklardı. Hiç kuşkusuz bu, onların bakışlarının
taşıdığı kin, kıskançlık, çek ememezlik, kötülük, intikam, hırs, kızgınlık
ve zehirden çok daha etkin anlatımlı bir ifadedir. Bu zehirli ve kızgın
bakışlar, beraberinde iğrenç küfürler, adi sövgüler ve aşağılık iftiralarda
taşıyor: "O delidir' diyorlardı."
Harikalar yarâtan fırça bu sahneyi Mekke'deki genel
davet sahnelerinin arasından olağanüstü bir maharetle çizip evrensel perdede
tescil ediyor. Böyle bir sahne, ancak kalplerinden ve gözlerinden böylesine
kızgın ve aşağılık bir kin akan ileri gelen inatçı ve suçluların yer aldığı
bir halkada yaşanabilirdi.
Surenin akışı bu sahne üzerine, her türlü konuşmaya
son veren şu çözümleyici açıklama ile bir değerlendirme yapıyor:
"Oysa Kur'an alemler için bir öğütten başka bir şey
değildir."
Oysa bir deli öğüt veremez. Bir deli yol gösterici
evrensel mesajı taşıyamaz... Hiç kuşkusuz Allah doğru söylüyor. Suçlu
iftiracılar ise yalan söylüyorlar... Sözü noktalamadan önce "alemler"
ifadesi üzerinde durmamız gerekir. Yüce Allah bu ifadeyi kullandığı zaman
İslam daveti Mekke'de işaret ettiğimiz bilinçli bir inkar ile karşı
karşıyaydı. Davetin önderi konumundaki Hz. peygamber ise bu kızgın, bu
zehirli bakışların altında yol alıyordu. Müşrikler ellerindeki her türlü
imkanı kullanarak onunla yapacakları amansız savaşa hazırlanıyorlardı. Davet
hareketi henüz erken vaktinde, emekleme dönemindeyken, bu amansız kuşatma
altında yaşam savaşı veriyorken ulu Allah bu davetin "evrenselliğini" ilan
ediyordu. Çünkü davetin özü ve mahiyeti bunu öngörüyordu. Günümüzdeki
iftiracıların iddia ettikleri gibi bu dava Medine'de zafer kazandıktan sonra
evrensellik kimliğine bürünmüş değildir. Aksine, Mekke'deki davet
hareketinin ilk günlerinde, erken dönemde bu niteliğe sahipti. Çünkü
evrensellik özelliği daha doğduğu andan itibaren bu davetin özünde yer eden
değişmez ve kalıcı bir gerçektir.
Alemlerin Rabbi olan Allah böyle dilemiştir. ilk
günlerinden bu hedefi göstermiştir. Kıyamete kadar da davetin hedefi bu
olacaktır. Yüce Allah bu davanın bu niteliğe sahip olmasını dilemiştir. Ve o
bu davanın hem koruyucusu, hem savunucusudur. Davayı yalanlayanlarla
girişilen savaşı O, üstlenmiştir. Bu yüzden dava adamlarının, hüküm
verenlerin en iyisi olan ulu Allah hükmünü bildirinceye kadar sabretmekten
başka yapacakları bir şey yoktur.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.