54-Kamer
1- Kıyamet anı
yaklaştı, ay ikiye ayrıldı.
2- Onlar bir mucize
görseler yüz çevirirler ve "Bu öteden beri gördüğümüz bir büyüdür" derler.
3- Yalanladılar,
keyfi arzularına uydular; ama herşey yerinde duruyor.
4- Onlara bu
tutumlarından vazgeçmelerini sağlayacak haberler geldi.
5- Bu haberler son
derece anlamlı ve etkilidir, ama uyarılar yararlı olmuyor.
6- Sen de yüz çevir
onlara. Görevli melek, o gün onları benzeri yaşanmamış olaya çağırdığında;
7- Mezarlarından
donuk ve ürkek bakışlarla çıkarak çekirge sürüsü gibi etrafa yayılırlar.
8- Kendilerini
çağıran görevliye doğru koşarlar. O zaman kafirler "Bu zor bir gündür"
derler.
Evrensel bir olaya ilişkin çarpıcı, etkileyici ve
aynı zamanda daha büyük bir olaya zihinleri hazırlayıcı bir giriş
karşısındayız. Algılanmasına zihinlerin hazırlandığı olay o kadar büyük ki,
ilk evrensel olay bütün çarpıcılığına rağmen onun yanında hiç kalıyor.
"Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye ayrıldı: '
Aman Allah'ım, ne ince bir meraklandırma taktiği, ne
müthiş bir haber! Adamlar bu olayların ilkini gözleri ile gördükleri için
ikinci ve daha büyük olayı beklemeye koyuluyorlar. Yapacakları başka birşey
yok.
Ayın ikiye bölündüğüne ve Arapların bu olayı gözleri
ile gördüklerine ilişkin bilgiler çeşitli kanatlardan geliyor. Bu bilgiler
olayın meydana geldiği konusunda ortak noktada buluşurlar. Fakat bir kısmı
olayı ayrıntılı biçimde anlatırken başka bir bölümü ona kısa biçimde
değinmekle yetiniyor. Şöyle ki:
İmam-ı Ahmed'in Muammer yolu ile Katade'ye dayanarak
verdiği bilgiye göre sahabilerden Enes b. Malik bu konuda şöyle diyor:
"Mekkeliler Peygamberimizden bir mucize göstermesini istediler. Bunun
üzerine ay, Mekke'de iki kez ikiye bölündü. Olay üzerine Peygamberimiz
"Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye ayrıldı" ayetini okudu: '
Buhari'nin Abdullah b. Ebu Urve ve Katade kanalı ile
verdiği bilgiye göre, aynı Enes b. Malik şunları söylüyor: "Mekkeliler
Peygamberimizden bir mucize göstermesini istediler. O da onlara iki parça
halindeki ayı gösterdi. Öyle ki adamlar bu iki parça arasından Hira dağını
görmüşlerdi."
Buhari ile Müslim Katade ile Hz. Enes`den gelen bu
bilgiyi başka bir kanaldan da nakletmişlerdir.
Yine İmam-ı Ahmed'in Muhammed b. Kesir, Süleyman b.
Kesir, Hüseyin b. Abdurrahman ve Muhammed b. Cübeyr b. Mutim kanalı ile
bildirdiğine göre bu onuncu zatın babası şöyle diyor: "Peygamberimiz
zamanında ay parçalanıp ikiye bölündü. Bir parçası şu dağın, öbür parçası da
şu dağın üzerinde göründü. Mekkeliler önce `Muhammed bizi büyüledi' dediler.
Fakat sonra `Eğer bizi büyüledi ise bütün insanları büyüleyemez' dediler."
Bu bilgiyi bu kanaldan sadece İmam-ı Ahmed
nakletmiştir. Beyhaki "Delâil" adlı eserinde bu bilgiyi Muhammed b. Kesir,
kardeşi Süleyman b. Kesir ve Hüseyin b. Abdurrahman yolu ile naklediyor.
İbn-i Cerir ve Beyhaki aynı bilgiyi başka yollardan yine Cübeyr b. Mutim'e
dayandırarak nakletmişlerdir.
Öte yandan Buhari'nin Yahya b. Kesir, Bekir, Cafer,
Erak b. Malik ve Ubeydullah b. Abdullah b. Atabe'ye dayanarak verdiği
bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Abbas "Peygamberimiz zamanında ay
ikiye bölündü" demiştir. Buhari ve Müslim bu bilgiyi Erak'dan sonra aynı
kanaldan Abdullah b. Abbas'a dayandırarak, fakat Erak'e kadar değişik yoldan
nakletmişlerdir. İbn-i Cerir'de başka bir kanaldan Ali b. Ebu Talha'ya
dayanarak bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas "Bu olay hicretten önce
meydana geldi. Ay ikiye bölündü. öyle ki, Mekkeli'ler onun iki parçasını
görmüşlerdi" dedi. Avfi de İbn-i Abbas'a dayanarak buna benzer bir bilgi
veriyor. Taberanî de başka bir yoldan İkrime'ye dayanarak Abdullah b.
Abbas'ın şöyle dediğini aktarıyor; "Peygamberimiz zamanında ay tutulmuştu.
Mekkeli müşrikler `Muhammed aya büyü yaptı' dediler. Bunun üzerine "Kıyamet
anı yaklaştı, ay ikiye ayrıldı. Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve
`bu öteden beri gördüğümüz bir büyüdür' derler" ayetleri indi.
Bu arada Hafız Ebu Bekir Beyhakî'nin Ebu Abdullah
Hafız, Ebu Bekir Ahmed b. Hasen Kadı, Ebu Abbas Esem, Abbas b. Muhammed
Durî, Vehb b. Cerir, Şube ve Ameş kanalı ile Mucahid'e dayanarak verdiği
bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Ömer "Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye
bölündü" ayeti hakkında şöyle diyor: "Bu olay Peygamberimiz zamanında
meydana geldi. Ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın (Hira dağının)
berisinde, öbür yarısı da dağın arkasında göründü. Bu olay üzerine
Peygamberimiz `Allah'ım şahid ol' dedi: ' Aynı bilgiyi Müslim ve Tirmizi
değişik kanallardan Şube'ye, Ameş'e ve Mücahid'e dayandırarak
aktarmışlardır.
Bunların yanısıra İmam-ı Ahmed Süfyan, İbn-i Ebu
Nuceyh, Mücahid ve İbn-i Muammer'e dayanarak verdiği bilgiye göre
sahabilerden Abdullah b. Mesud "Peygamberimiz zamanında ay iki parçaya
ayrıldı, bu olayı Mekke müşrikleri gördü, bunun üzerine Peygamberimiz `şahid
olun' dedi "
Aynı bilgiyi Buhari ve Müslim de sahabilerden Süfyan
b. Uyeyne'ye dayanarak aktarmışlardır. Aynı kaynaklar yine bu bilgiyi Ameş,
İbrahim, Ebu Muammer Abdullah b. Sahire kanalı ile Abdullah b. Mesud'a
dayandırarak nakletmişlerdir.
Öte yandan Buhari'nin Ebu Davud Tayalisi, Ebu Avane,
Muğire, Ebu Duha ve Mesruk kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden
Abdullah b. Mesud şöyle diyor: "Peygamberimiz zamanında ay ikiye bölündü.
Kureyşli müşrikler `Bu İbn-i Ebu Kebişe'nin yaptığı bir büyüdür. Bakın
bakalım o gelecek olan yolcular ne haber getirecekler? Çünkü Muhammed bütün
insanları büyüleyemez' dediler. Ama yoldan gelenler de bu olayı gördüklerini
söylediler."
Beyhaki de buna yakın bir bilgiyi başka bir kanaldan
Mesruk'a ve Abdullah b. Mesud'a dayandırarak nakletmiştir.
Değişik yollardan gelen bu çok kanallı bilgiler şu
noktaları kesinliğe kavuşturuyor: Her şeyden önce bu olay olmuştur. Meydana
geldiği yer Mekke'dir. Yalnız burada sözünü etmediğimiz bir rivayete göre
Abdullah b. Mesud, olayın Mina'da meydana geldiğini söylemiştir. Olay,
Peygamberimiz zamanında hicretten önce meydana gelmiştir. Oluş biçimi de
belirtilmiştir, elimizdeki bilgilerin tamamına yakın bir çoğunluğuna göre ay
iki parçaya ayrılmıştır. Yalnız bu belgelerden birine göre olay, bir "ay
tutulması" olayıdır. Kısacası olayın kendisi, yeri, zamanı ve biçimi bu çok
kanallı bilgilere dayanmaktadır.
Ayrıca Kur'an-ı Kerim bu olayı, oluş anında
müşriklere açıkladığı halde onların bunu yalanladıklarına ilişkin bir bilgi
elimize geçmemiştir. Eğer bir açık kapı bulsalardı olayı yalanlarlar, hiç
değilse ayetler konusunda yaptıkları türden bir demogoji yoluna başvurarak
onu tartışma konusu yaparlardı. Böyle bir yola başvurmadıklarına göre olay,
kendilerine hiç bir yalanlama bahanesi bırakmayacak somutlukta ve kesinlikte
meydana gelmiş olmalıdır. Elimizdeki bilgilere göre başvurabildikleri tek
mızıkçılık yolu olayın bir "büyü" sonucu olduğu itirazıdır. Fakat bir süre
sonra kendi araştırmaları ile olayın büyücülükle ilgisinin olmadığını
öğrenmişlerdir. Çünkü Peygamberimizin onları büyülediği farzedilse bile
Mekke dışından gelen yolcuları da büyülemiş olamazdı. Oysa bu yolcular olayı
görmüşler ve kendilerine sorulduğunda onun meydana geldiğine ilişkin
tanıklık yapmışlardı.
Son olarak müşriklerin Peygamberimizden bir mucize
göstermesini istemeleri üzerine ayın ikiye bölündüğünü öne süren rivayet
konusunu ele almak istiyoruz. Bu rivayet Kur'an'daki bir ayetin anlamına
ters düşüyor. Söz konusu ayete göre Peygamberimize kendisinden önceki
peygamberlerin ellerinde görülen türden mucizeler gösterme yetkisi
verilmemiştir. Bunun belli bir sebebi vardır. Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
"Bizi somut mucizeler ortaya koymaktan alıkoyan
sebep daha önceki milletlerin bu tür mucizeleri yalanlamaları (ve bu yüzden
ağır cezaya çarpılmayı hakketmeleridir.)" (İsra Suresi, 59)
Bu ayetten anladığımıza göre eski milletler somut
mucizeleri yalanladıkları için yüce Allah, bu tür mucizelerin yeni
örneklerini ortaya koymaktan kaçınmayı uygun görmüştür.
Nitekim müşrikler ne zaman Peygamberimizden bir
mucize göstermesini istediler ise Peygamberimiz onlara mucize göstermenin,
görevinin sınırları dışında kaldığı, kendisinin sadece insan kökenli bir
Allah elçisi olduğu biçiminde cevap vermiştir. Arkasından müşriklerin
dikkatlerini Kur'an'a çekmiş, onunla bu dinin tek mucizesi sıfatı ile bu
adamlara meydan okumuştur. Aşağıdaki ayetler-de görüldüğü gibi:
"De ki: `Eğer tüm insanlar ve cinler bu Kur'an'ın
bir benzerini ortaya koymak amacı ile biraraya gelseler, ne kadar
birbirlerine yardım etseler de onun bir benzerini ortaya koyamazlar.
Biz bu Kur'an'da her türlü örneği verdik. Öyleyken
onların çoğu kafirlikte direndi.
Bunlar dediler ki; `Bize yeraltından pınarlar
fışkırtmadıkça kesinlikle sana inanmayız.
Ya da kendi hurmalıkların ve üzüm bağların olmalı,
bunların arasından ırmaklar akıtmalısın.
Ya da iddia ettiğin gibi göğü parça parça başımıza
indirmeli, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.
Ya da altın bir köşkün olmalı veya göğe çıkmalısın.
Gökten bize okuyabileceğimiz somut bir kitap indirmedikçe de oraya çıktığına
kesinlikle inanmayız. Onlara de ki: `Suphanellah! Ben peygamberlikle
gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki? " (İsra Suresi, 88-93)
Buna göre ayın ikiye bölünmesi olayının, müşriklerin
somut mucize isteklerine verilmiş bir cevap olduğunu söylemek hem Kur'an'ın
ayetlerinin açık anlamlarına hem de bu son peygamberlik misyonunun
benimsediği tutuma uzak düşer. Bu son peygamberlik misyonu insan kalbine
sadece Kur'an'la ve Kur'an'ın belirgin çarpıcılığı ile seslenmeyi,
arkasından Kur'an'ın ayetleri aracılığı ile dikkatleri gerek insanın iç
dünyasındaki, gerek dış alemdeki ve gerekse tarihin olaylarındaki
olağanüstülüklere çekme metodunu benimsemiştir. Bu arada Peygamberimizin eli
ile gerçekleşen bazı somut mucizeler de vardır. Fakat güvenilir belgelerle
kanıtlanan bu mucizeler O'nun peygamberliğini kanıtlama amacını güden
olaylar değil, yüce Allah'ın o sevdiği kuluna yönelik onurlandırıcı
bağışlarıdır.
İşte bundan dolayı biz burada çok kanallı belgelerle
yeri, zamanı ve biçimi belirlenen ayın ikiye bölünmesi olayın ayete ve o
güvenilir belgelere dayanan kesinliğini tespit ediyor, bu belgelerin
bazılarında açıklanan gerekçesine parmak basmakla yetiniyor, Kur'an'ın bu
olayla birlikte kıyamet anının yaklaştığına dikkatleri çektiğini vurguluyor,
Kur'an'ın bu olaydan insan kalbini uyarıcı ve gerçekleri onaylamasını
sağlayıcı bir etken olarak yararlanmak istediğini hatırlatıyoruz.
Buna göre ayın ikiye bölünmesi olayı, Kur'an'ın
kalpleri ve dikkatleri kendisine yönelttiği bir evrensel olaydır. Kur'an
kalpleri ve dikkatleri herzaman başka evrensel olaylara da yöneltir. Bu olay
karşısında insanların takındıkları tavır hayretle karşılanıyor. Tıpkı öbür
evrensel mucizeler karşısındaki duyarsız tavırlarının hayretle karşılanışı
gibi.
Somut olağanüstü olaylar çocukluk dönemini yaşayan
kalpleri ürpertebilir. Bu kalpler evrenin sürekli mucizelerini kavrama ve bu
mucizelerin gürültüsüz ve kesintisiz etkilerini algılama yeteneğinden henüz
uzaktırlar. Oysa insanlığın henüz olgunluk dönemine ermemiş olduğu çağlarda
peygamberlerin eli ile ortaya konulan tüm mucizelerin daha büyükleri ve daha
çarpıcıları evrenin yapısında her zaman karşı karşıyayız. Fakat bu sürekli
mucizeler ilkel duyguları, peygamberlerin ellerinde beliren sözkonusu somut
mucizeler kadar etkileyip uyaramaz.
Farzedelim ki, ayın ikiye bölünmesi olağanüstü bir
mucize olarak meydana gelmiştir. Fakat bilmeliyiz ki, ayın kendisi ondan
daha büyük bir mucizedir. Dünyamızın bu uydusunun hacmini, konumunu,
biçimini, yapısını, dönüşünü, safhalarını, insan hayatındaki etkilerini,
direksiz olarak uzay boşluğunda dengede kalışını düşünelim. Ay, bütün bu
nitelikleri ile gözlerin ve kalplerin karşısında duran sürekli bir büyük
mucizedir. Bu mucizenin çarpıcı mesajı ve zihinde uyandırabileceği
çağrışımlar kesintisizdir. Bu mucize kör inada ve demogojiye saplanmadıkça
inkar edilmesi imkansız olan yaratıcı gücün somut bir kanıtı olarak gözler
önünde durmaktadır.
Kur'an-ı Kerim, insanları bütün evreni, bu evrendeki
sürekli ilahi mucizeleri dikkatle gözlemeye özendirmekte, insan kalbini her
an evrenle ve evrendeki ilahi mucizelerle ilişki kurmaya çağırmaktadır. Bu
kitap insanların belirli bir zamanda sadece bir kuşağın belirli bir yerde
gördüğü çarpıcı bir olayı gözlemekle yetinmelerine razı değildir.
Evren, bütünü ile, yüce Allah'ın mucizelerine
yönelik bir gözlem ve irdeleme alanıdır. Bu alan uçsuz bucaksızdır, sürekli
ve kalıcıdır. Tümü ile bir mucize olduğu gibi içindeki irili-ufaklı tüm
varlıklar da ayrı ayrı birer mucizedir. Kur'an, insan kalbini her an bu
sürekli, bu kesintisiz mucizeleri görmeye, onların kesin ve tartışmasız
tanıklıklarını dinlemeye, bu orjinal yaratma gücünün şaşırtıcı örneklerinden
zevk almaya çağırır. Bu orjinal yaratmâ gücünün eserlerinde estetik ile
mükemmellik bir aradadır. Bu ortaksız gücün harika eserleri dehşet ve
şaşkınlık duygularını harekete geçirdiği gibi soğukkanlı ve köklü imanın,
ikna olmuşluk duygusunu kalplerde pekişmesini sağlar.
Surenin başında yeralan kıyamet anının yaklaştığına
ve ayın ikiye bölündüğüne ilişkin açıklama insan kalbini şiddetle sarsan
çarpıcı bir mesaj niteliği taşır. Bu sarsıntıya tutulan insan kalbi yaklaşan
kıyamet anını beklemeye koyuluyor, meydana gelen somut mucizeyi irdeliyor ve
bu etkileyici mesaja muhatap olanların gözleri ile gördükleri sözkonusu
evrensel olayın ışığı altında kıyamette cereyan edecek olan olayları
düşünüyor.
İmam-ı Ahmed Hüseyin, Muhammed b. Mutavvıf ve Ebu
Hazım kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden Sehl b. Saad kıyametin
yakınlığı konusunda şöyle diyor: "Bir keresinde Peygamberimiz şehadet
parmağı ile orta parmağını göstererek "Benim peygamber olarak gönderilmem
ile kıyamet anı birbirine böylesine yakındır" buyurmuştur " (Bu hadisi
Buhari ile Müslim, Ebu Hazım Seleme b. Dinar'a dayanarak aktarmıştır)
O korkunç buluşmanın anı hızla yaklaşıyor.
Etkileyici bir doğa olayı olan ay bölünmesi meydana geliyor. Başka birçok
mucizeler gözler önünde gerçekleşiyor. Fakat müşriklerin kalpleri bunların
hiçbirini umursamıyor, kör inatları içinde yüzüyorlar, sapıklıkta ısrar
ediyorlar, öğüt alıp yalanlamalara son vermek için yeterli olan büyük
olayların çarpıcı mesajlarından etkilenmedikleri gibi bu ürkütücü tehditten
de etkilenmiyorlar. Okuyoruz:
"Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve `bu
öteden beri gördüğümüz sürekli bir büyüdür' derler.
Yalanladılar, keyfi arzularına uydular; ama herşey
yerinde duruyor.
Onlara bu tutumlarından vazgeçmelerini sağlayacak
haberler geldi.
Bu haberler son derece anlamlı ve etkilidir, ama
uyarılar yararlı olmuyor."
Müşrikler yüce Allah'ın ayın ikiye bölünmesine
ilişkin mucizesini gözleri ile gördükleri halde buna yüz çevirerek `bize
büyü yapıldı' dediler. Onların Kur'an ayetlerine ilişkin görüşleri de bu
idi. Bu ayetler hakkında da bir "Bu eski kuşaklardan aktarılmış geleneksel
bir büyüdür" demişlerdi. (Müddessir Suresi, 24) Onlar yüce Allah'ın hangi
ayetini görseler bu sözü söylerler. Bu ayetler sürekli ve kesintisiz olduğu
için müşrikler onları "sürekli bir büyü" olarak niteliyorlar. Böyle derken
bu ayetlerin özünü ve niteliğini araştırmaya yanaşmıyorlar, bu ayetlerin
anlamlarına ve tanıklıklarına sırt dönüyorlar. Gördükleri ayetleri de bu
ayetlerin dile getirdikleri gerçekleri de yalanlıyorlar. Bu yalanlayıcı
tutumu sırf keyfi arzularına uyarak benimsiyorlar. Ne bir delile
dayandıkları ne bir kanıta sığındıkları var. Ayrıca çevrelerini kuşatan şu
evrenin bütün varlıklarında beliren değişmez ve sarsılmaz gerçeği de
irdelemiyorlar. Okuyoruz:
"Ama herşey yerinde duruyor."
Yani şu koca evrende her nesnenin belirli bir yeri
vardır. Herşey o kaymaz ve sarsılmaz yerinde durur. Şu evren bütünü
değişmezliğe ve istikrara dayanır. Ne değişken arzuların ne oynak mizaçların
ne geçici rastlantıların ve ne de saman alevi gibi parlayıp sönmesi bir olan
uçucu heveslerin tutsağıdır. Herşeyin belirli bir yeri, belirli bir zamanı
vardır. Herşey belirlenmiş yerine ve zamanına bağlıdır. Şu duyarsız
müşriklerin çevrelerindeki herşeye istikrar ilkesi egemendir. Bu ilke bütün
nesnelerde ve olaylarda belirir. Gök cisimlerinin dönüşleri, hayatın
yasaları, bitkilerin ve hayvanların gelişim evreleri, maddelerin ve
cisimlerin sabit nitelikleri bu ilkeye bağlıdır. Dahası var. Bu ilke
sözkonusu müşriklerin vücut fonksiyonlarında ve organik etkinliklerinde de
geçerlidir. Onların organik ve biyolojik fonksiyonları keyfi arzularına göre
işlemez, bu düzende onların hiçbir egemenlik payları yoktur. İstikrar ilkesi
onları çepeçevre kuşattığı, çevrelerindeki tüm varlıklara ve olgulara egemen
olduğu, önlerindeki ve arkalarındaki her gelişmeye damgasını vurduğu halde
bir tek onlar bu ilkeye yan çiziyorlar, arzularının salıncağında sallanıp
duruyorlar. Oysa;
"Onlara bu tutumlarından vazgeçmelerini sağlayacak
haberler geldi."
Onlara bu Kur'an'da anlatılan evrensel mucizelerin,
bunların yanısıra kendilerinden önce yaşamış ve ilahi mesajı yalanlayan
toplumların yok edilişlerinin ve yine Kur'an'da tasvir edilen ahiret
serüvenlerinin haberleri geldi. Bütün bu haberler yanlış yolda olanların
tutumlarını değiştirmelerini sağlayacak nitelikte uyarıcılardı. Yine bu
haberler kalpleri yumuşatacak, onları yüce Allah'ın hikmetli plânını
düşünmeye daldıracak derecede hikmet doluydu. Fakat körelmiş kalplerin bütün
pencereleri Allah'ın ayetlerine karşı kapalıdır, gelen haberlerden
yararlanmazlar, ardarda çınlayan uyarıcıların seslerine karşı kulakları
duyarsızdır. Okuyoruz:
"Bu haberler son derece anlamlı ve etkilidir; ama
uyarılar yararlı olmuyor."
Çünkü iman, yüce Allah'ın bunu kabul etmeye hazır
olan, bu nimete lâyık olan kalbe yönelik bir bağışıdır.
Müşriklerin kör inatlarının, ısrarlı sırt
çevirmelerinin, gelen haberlerden yararlanmayışlarının ve uyarılar
karşısındaki aşırı duyarsızlıklarının tasvirine ilişkin bu noktada
Peygamberimize dönülüyor; ona bu zavallılardan yüz çevirmesi," onları kendi
hallerine bırakması telkin ediliyor. Onlar nasıl olsa o zor günle
karşılaşacaklardır. Onlar o günün eşiğinde ayın ikiye bölündüğünü gördükleri
halde onun yakın olduğunu bildiren uyarıcıların seslerine kulak asmıyorlar.
Okuyoruz:
"Sen de yüz çevir onlara. Görevli melek o gün onları
benzeri yaşanmamış olaya çağırdığında;
Mezarlarından donuk ve ürkek bakışlarla çıkarak
çekirge sürüsü gibi etrafa yayılırlar.
Kendilerini çağıran görevliye doğru koşarlar. O
zaman kafirler `bu zor bir gündür' derler."
Burada o "zor gün"ün bir sahnesi ile karşı
karşıyayız. Bu sahnenin dehşeti ve çetinliği hem surenin bütününün gölgesi
ile hem kıyamet anının yaklaştığını belirten alarm zili ile tam ayın
bölündüğüne ilişkin haberle ve hem de surenin müzikal titreşimi ile uyum
halindedir.
"Sahne, ardışık tablolu ve hızlı akışlıdır.
Hızlılığı yanında somut ve hareketlidir de. Motifleri ve hareketleri
bütünlük arz eder. İşte şu mezarlarından bir anda çıkan çekirge sürüsü gibi
insan kalabalıkları. Bildiğimiz çekirge sürülerinin tablosu, sunulan bu
görüntüyü zihnimizde canlandırmamıza yardım ediyor. Bu kalabalıkların
bakışları dehşetten ve alçalmışlıktan dolayı donuk ve ürkektir. Bunlar hızlı
adımlarla kendilerini çağıran görevliye doğru koşuyorlar. Bu görevli onları
o güne kadar benzeri yaşanmamış, eşi görülmemiş, zor, bilmedikleri,
tanımadıkları ve bu yüzden tedirgin bakışlarla gözledikleri bir sahneye
çağırıyor. Bu toplanma, bu dehşet ve koşuşma sırasında kafirler "bu zor bir
gündür" diyorlar. Bu cümle çetin ve ürkütücü bir sahne ile yüzyüze gelmek
için yola çıkan yorgun ve bitkin insanların söyleyecekleri bir sözdür."
NUH TUFANI
Surenin başında yeralan bu çarpıcı mesajdan ilahi
mesajı yalanlayanların kıyamet günü karşılaşacakları sıkıntıyı canlandıran
sahneden sonra Mekke müşriklerinden önce yaşamış inkârcı toplumların
çarpıldıkları cezanın somut sahnelerine geçiliyor, bu müşriklerin eski
yoldaşları olan milletlerin somut yokoluş tabloları sunuluyor. Gözlerimizin
önüne ilk serilen tablo Hz. Nuh'un inkârcı soydaşlarının tablosudur.
Okuyalım:
9- Onlardan önce
Nuh'un soydaşları da yalanlamışlardı. Onlar kulumuz Nuh'u yalanlayarak "Bu
adam delidir" dediler, onu görevinden alıkoydular.
10- O da "Ben yenik
düştüm"yardım et bana" diye Rabb'ine dua etti.
11- Göğün kapılarını
açarak bardaktan su boşanır gibi bir yağmur yağdırdık:
12- Yeri de coşkun
kaynaklar halinde fışkırttık. Her iki yönden gelen su belirlenen bir görevi
yerine getirmek üzere birleşti.
13- Onu çivilerle
tutturulmuş tahtalardan yapılan bir gemiye bindirdik.
14- Mesajı inkar
edilen kulumuza ödül olarak bu gemi gözetimimiz altında yüzüyordu.
15- Biz onu bir
ibret dersi olarak geride bıraktık. İbret alan yok mu?
16- Benim azabım ve
uyarılarım nasılmış?
17- Biz Kur'an'dan
öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?
Evet "onlardan önce de Nuh'un soydaşları"
peygamberlik mesajını ve yüce Allah'ın ayetlerini "yalanlamışlardı:' Bu
adamlar "kulumuz"Nuh'u "yalanlayarak" onun için "bu adam delidir
demişlerdi." Tıpkı şu zalim kureyşliler gibi. Onlar da O'nun için aynı
sözleri söylemişler, O'nu taşa tutarak öldürmekle tehdit etmişler, O'nu
alaya alarak üzmüşler, O'nu sert sözlerle azarlayarak kendilerine
ilişmemesini istemişler, kabalıklarına son vererek gerçeğe teslim olacakları
yerde "Onu görevinden alıkoymuşlar."
İşte o zaman Hz. Nuh, kendisini peygamber olarak
gönderen, gerçeği duyurmakla görevlendiren Rabb'ine dönüyor. O'na soydaşları
ile arasında olup bitenlerin, emeklerinin ve çabalarının sonucunun, gücünün
ve kapasitesinin sınırının raporunu sunuyor. Harcayacak hiçbir gücünün
kalmadığı, çarelerinin ve enerjisinin tükendiği bir noktada işi yüce Allah'a
havale ediyor. Okuyoruz:
"O da `ben yenik düştüm, yardım et bana' diye
Rabb'ine dua etti."
Tâkatım tükendi. Enerjim kalmadı. Gücüm bitti. Altta
kaldım. "Yenik düştüm, yardım et bana". Sen yardım et bana, Rabb'im. çağrını
zafere erdir, Hakk'ını zafere erdir, istemini zafere erdir. Sen yardım et
bana. İş senin işin; dava senin davan. Benim fonksiyonum bitti.
Bu söz söylenir-söylenmez, başka bir deyimle
peygamber işi yüce ve ezici iradeli sahibine teslim eder-etmez güçlü ve
karşı durulmaz iradeli el, korkunç ve ezici evren çarkına işaret verir ve bu
işaret üzerine evren çarkı gürültülü, gıcırtılı dönüşünü başlatır. Okuyoruz:
"Göğün kapılarını açarak bardaktan su boşanır gibi
bir yağmur yağdırdık.
Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Her iki
yönden gelen su belirli bir görevi yerine getirmek üzere birleşti:
Artık her tarafı saran, müthiş bir evrensel hareket
karşısındayız. Bu hareket seçilmiş sözcükler ve deyimlerle dile getiriliyor.
İfade bu eylemi doğrudan doğruya yüce Allah'a bağlayarak söze giriyor,
"açtık" diyor. Böylece okuyucu "göğün kapılarını" açan güçlü eli hissediyor.
Bunu "kapı" sözcüğünün somutluğunda ve sözcüğün "kapılar" şeklindeki, yani
çoğul biçimindeki kullanımında hissediyor. "Bardaktan su boşanır gibi bir
yağmur". Bol, sürekli, güçlü ve hızlı bir yağmur. "Yeri de coşkun kaynaklar
halinde fışkırttık." Yerden pınarın fışkırmasını somutlaştıran bu ifadeye
göre su sanki yerin tümünden kaynıyor, sanki yeryüzünün tümü sayısız
pınarlara dönüşüyor.
Gökten yağan yağmur suları ile yerden fışkıran pınar
suları "belirli bir görevi gerçekleştirmek üzere" belirlenmiş bir sonucu
meydana getirmek için "buluşuyorlar." Her iki yönden, gelen sular, aldıkları
buyruk uyarınca akan ve yüce Allah'ın planını gerçekleştiren uysal sular,
kesinleşmiş bir buyruğu yürürlüğe koymak için birbirlerine karışıyorlar.
Bu sular her yeri basan,,her yanı saran, tüm
yeryüzünü kaplayan müthiş bir "'Tufan"a dönüşünce yeryüzünü kaplayan kirleri
süpürüveriyorlar. Peygamber Nuh bu temizliği yapmaktan umudunu kesmişti, bu
çevre kirliliği karşısında çaresiz kalmıştı. İşte şimdi peygamberinin
çaresizliğine acıyan güçlü el gelmişti. Peygamber kendisine dua edince bütün
evreni harekete geçirdi. Yardımına koşan bu el, aynı zamanda O'nu
boğulmaktan kurtarıyor, O'nu onurlandırıyordu. Okuyoruz:
"Onu çivilerle tutturulmuş tahtalardan yapılan bir
gemiye bindirdik.
Mesajı inkar edilen kulumuza ödül olarak bu gemi
gözetimimiz altında yüzüyordu."
İfadenin gemiyi ne kadar yücelttiği,
saygınlaştırdığı açıkca bellidir. Bir kere bu "çivilerle tutturulmuş
tahtalardan yapılan" bir taşıma aracıdır. Yani nitelikleri anlatılıyor, ama
değerine ve saygınlığına dikkatleri çekmek için "bu bir gemidir" diye adı
konmuyor. Sonra bu taşıma aracı "mesajı inkar edilen" fonksiyonu reddedilen
ve görevden alıkonan "kulumuza ödül olarak" Allah'ın gözetimi altında,
gözleri önünde yüzüyor. Bu ödül O'nu gördüğü eziyetlere karşı şefkatle
okşuyor, uğradığı alaylara ve aşağılamalara karşı onurlandırıyor. Bu ifade
aynı zamanda Allah yolunda tüm gücünü harcadıktan sonra yenik düşen dava
adamının çarelerin tükendiği bu noktada davayı asıl sahibine teslim edince,
davasını zafere erdirsin diye O'na el açınca ne büyük bir güce kavuşacağını
tasvir ediyor. Bu durumda evrenin bütün karşı durulmaz güçleri o dava
adamının hizmetine girer, yardımına koşar. Yüce Allah da bütün gücü ve baş
edilmez iradesi ile bu güçlerin arkasında olur.
Bu parlak, görkemli, kesin, düşmanlarını dize
getirici ve geniş kapsamlı zafer sahnesinin arkasından Kur'an, bu sahneyi
görmüş gibi bir somutlukla izleyen kalplere yönelerek onları bir
değerlendirme açıklaması ile okşuyor. Amaç bu kalpleri etkilemek, onları
gerçekleri kabul etmeye özendirmektir. Okuyoruz:
"Biz onu bir ibret dersi olarak geride bıraktık.
İbret alan yok mu?"
Bilinen ayrıntıları ile bu olağanüstü olayı,
ilerdeki kuşakların yararına sunduk. "İbret alan" bu olayı irdeleyip ondan
gerekli dersleri çıkaran "yok mu?"
Sonra bir uyarıcı soru cümlesi geliyor. Sorunun
amacı yüce Allah'ın azabının korkunçluğunu ve yapılan uyarıların doğruluğunu
vurgulamaktır. Okuyoruz:
"Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?"
Sonuç gerçekten de Kur'an'ın tasvir ettiği gibi
oldu. Adamların başlarına gelen azap yakıcı ve karşı durulmaz bir azap
olduğu gibi bu azaba ilişkin uyarı da doğru çıktı.
İşte Kur'an, önlerinde duruyor. Ellerinin
altındadır, yararlanmalarına açıktır. Kolay anlaşılabilir. Okunmayı ve
üzerinde düşünmeyi özendiren bir çekiciliği vardır. Ayrıca doğru ve sade
olmanın çekiciliğine sahiptir. İnsan fıtratı ile uyumludur. Ruhu coşturur,
duyguları harekete geçirir. Çarpıcı açıklamaları bitmez. İstediği kadar
reddedilsin, bu yüzden yıpranmaz, değerini yitirmez. İnsan kalbi onu her
irdeleyişinde yeni bir azıkla döner. İnsan ruhu onunla ne kadar kaynaşırsa
onunla olan ülfeti ve dostluğu daha da artar. Okuyalım:
"Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay
anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?"
Bu değerlendirme ayeti sure boyunca her somut
sahnenin arkasından tekrarlanır. Böylece ilahi mesajı yalanlayanların
tepelerine inen her acıklı azap halkasının tanıtılmasının arkasından insan
kalbi bu değerlendirmenin önünde durdurularak soğukkanlı bir şekilde
gerçekleri düşünmeye ve araştırmaya çağrılıyor.
AD KAVMİNİN BAŞINA
GELENLER
18- Adoğulları da
peygamberlerini yalanladılar. Ama benim azabım ve uyarmam nasılmış?
19- Baştan başa
uğursuz bir günde üzerlerine sert ve dondurucu bir kasırga saldık.
20- Bu kasırga
insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi havaya kaldırıp savuruyordu.
21- Peki benim
azabım ve uyarılarım nasılmış?
22- Biz Kur'an'dan
öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?
Bu ayet grubu ağır azaba ilişkin ikinci halkayı,
başka bir deyimle ikinci azap sahnesini gözlerimizin önüne seriyor. Bu
sahnede yokedilme cezasına çarptırılmış ilk toplumu oluşturan Hz. Nuh'un
soydaşlarını izleyen yeni bir yokediliş tablosu ile yüzyüze getiriliyoruz.
Sahne, Adoğullarının Allah'ın ayetlerini inkar
ettiklerini haber vererek başlıyor. Derken, bu haberi veren ayet daha
bitmeden o bildiğimiz hayret uyandırma ve aşağılama-paylama içerikli soru
ile karşılaşıyoruz:
"Ama benim azabım ve uyarılarım nasılmış?"
Yani Adoğullarının inkarcı tutumlarının sonucu ne
olmuş? Arkasından sorunun cevabı geliyor.
Sonuç şu sürpriz ve tüyler ürpertici tabloda tasvir
edildiği gibi oldu. Okuyalım:
"Baştan başa uğursuz bir günde üzerlerine sert ve
dondurucu bir kasırga saldık.
Bu kasırga insanları, sökülmüş hurma kütükleri gibi
havaya kaldırıp savuruyordu."
Ayetin orjinalinde geçen "ruhen serseren" tamlaması
"sert ve dondurucu kasırga" demektir. Sözcüklerin titreşimi kasırganın bu
türünü somut olarak gözlerimiz önünde canlandırıyor. Yine ayette geçen
"nahsın" sözcüğü ise "uğursuz" anlamına gelir. Adoğullarının başına gelen
uğursuzluktan daha büyük bir uğursuzluk hangi toplumun başına gelebilir?
Adamları kasırga yerden kaldırıyor, sürüklüyor, ezip parçalıyor ve tıpkı
kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi yere çarpıyor. Sahne gerçekten
korkunçtur, tüyler ürperticidir, son derece sert ve kökten kazıyıcıdır.
Adoğullarının üzerlerine salınan bu kasırga yüce Allah'ın ordusunun
birliklerinden biri" şu evrenin güçlerinden biri ve yüce Allah'ın bir
yaratığıdır. O yüce Allah'ın belirlediği evrensel yasalar uyarınca işler.
Yüce Allah bu gücü dilediği toplumların başlarına salar. Bu güç sözkonusu
yasalarla uyumlu olarak işleyişini sürdürür. Onun evrensel işleyiş çizgisi
ile yüce Allah'ın dilemesi uyarınca aldığı buyruğun gereğini yerine
getirmesi arasında çatışma olmaz. Çünkü bu buyruğun da, o yasaların da
sahibi yüce Allah'tır. Devam ediyoruz:
"Peki benim azabım ve uyarılarım nasılmış?"
Azap sahnesi sunulduktan sonra bu soru tekrar
soruluyor. Cevabı ise tasvir edilen sahnenin kendisidir.
Arkasından surenin özel anlatım yöntemi uyarınca her
azap sahnesinin sonunda tekrarlanan değerlendirme ayeti yine karşımıza
çıkıyor. Okuyalım:
"Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay
anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?"
Bunu izleyen ayetler grubu karşımıza yeni bir azap
sahnesi getiriyor, okuyucuyu başka bir tarih yolculuğuna çıkarıyor. Görelim:
23- Semudoğulları da
uyarıları yalanlamışlardı.
24- Dediler ki:
"İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve
kendimizi ateşe atmış oluruz."
25- "Bizler dururken
vahiy ona indirildi, öyle mi? Hayır, o şımarık bir yalancıdır:"
26- Onlar yarın
kimin şımarık bir yalancı olduğunu öğreneceklerdir.
27- Biz onları
sınavdan geçirmek için dişi deveyi göndereceğiz. Sabret de gör bakalım, ne
yapacaklar?
28- Onlara suyun
deve ile aralarında bölüştürüldüğünü bildir. Kimin sırası ise gelir, su
içer.
29- Ama onlar bir
arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi.
30- Peki benim
azabım ve uyarılarım nasılmış?
31- Onların üzerine
bir tek çığlık saldık da ağıl bekçisinin biriktirdiği kuru ot yığınlarına
dönüştüler.
32- Biz Kur'an'dan
öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?
Semudoğulları, Adoğullarından sonra Arap
yarımadasına egemen olan güçlü bir kabile idiler. Adoğullarının yurdu
Yarımadanın güneyinde, Semudoğullarınki ise Yarımadanın kuzeyinde idi.
Semudoğulları, tıpkı Adoğulları gibi peygamberlerinin uyarılarını
yalanlamışlardı. Yarımadanın her tarafına yayılan Adoğullarının
yokedilişlerine ilişkin afetten hiç ders almamışlardı. Okuyalım:
"Dediler ki; `İçimizden bir insanın peşinden mi
gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış oluruz'.`
Bizler dururken vahiy ona indirildi, öyle mi? Hayır,
o şımarık bir yalancıdır."
Bu kuşaklar boyunca sürekli tekrarlanan ve
inkarcıların kalplerini kemiren bir kuşkudur: "Bizler dururken vahiy ona
indirildi, öyle mi?" Bu kuşkunun altında çağrının özüne, içeriğine değil de
çağrıyı kimin seslendirdiğine bakan kof bir gurur yatar; "İçimizden bir
insanın peşinden mi gideceğiz?"
Yüce Allah kulları arasından birini seçer. O
peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir ve belirlediği
kişiye vahyi ve bu vahyin içerdiği düşündürücü ve irdeleyici direktifleri
indirir. Peki yüce Allah tüm varlıkların yaratıcısı ve vahyin indiricisi
olduğuna göre vahyi algılamaya hazırlık ve yetenekli olduğu bir kulunu
seçmesinde ne gibi bir tuhaflık olabilir? Bu ancak sapık vicdanlarda
belirebilecek olan saçma bir kuşkudur. Bu tür vicdanlar çağrının içeriğine
bakıp onun doğruluk ve haklılık derecesini görmek istemezler. Bunun yerine
çağrıyı seslendirenin kim olduğuna bakarak insanlardan birinin peşinden
gitmeyi gururlarına yediremezler. Eğer o insanın peşinden giderlerse ona
saygı göstereceklerinden, böylece bencilliklerinden fedakârlık
edeceklerinden korkarlar. Bu yüzden o seçilmiş insana uymak, bağlanmak
ağırlarına gider.
Bu gerekçe ile birbirlerine "İçimizden bir insanın
peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış
oluruz" derler. Yani eğer böyle tuhaf bir iş yaparsak, eğer bizim gibi bir
insanın sözünü dinlersek sapıtmış, çılgınca bir tutum benimsemişiz demektir!
Ne kadar tuhaf değil mi? Adamlar eğer doğru yola girseler kendilerini
sapıtmış kabul ediyorlar; eğer imanın ışığına kavuşsalar kendilerini -bir
tek çılgınlığın değil- "çılgınlıklar"ın pençesine düşmüş sayıyorlar.
Bundan dolayı kendilerini doğru yola, düz yola
iletsin diye yüce Allah tarafından seçilmiş olan peygamberlerini
yalancılıkla ve kişisel ihtiras sahibi olmakla suçluyorlar. Okuyoruz:
"Hayır, o şımarık bir yalancıdır.
"Yalancıdır", yani kendisine vahiy gelmiş değildir.
"Şımarıktır", yani muhteristir, şöhret ve mevki peşinde koşmaktadır. Bu
suçlama her dava adamına yöneltilir. Her hakikat önderinin davasını maske
olarak kullandığı, aslında kişisel çıkarlarını ve şahsi amaçlarını
gerçekleştirmek istediği ileri sürülür. Bu iddiayı vicdanları coşturan ve
kalpleri harekete geçiren iç faktörlerden habersiz nasipsizler
seslendirirler.
Ayetlerin akışı içinde tarihin derinliklerine
gömülmüş bir hikaye anlatılırken birden bire sözün yönü değişiyor. Sanki
şimdiki zamana dönülmüştür. Sanki şu anda olmakta olan olaylar anlatılıyor.
Arkasından ilerde neler olacağı gündeme getiriliyor ve bu "ilerde olacak
olanlar" tehdit üslubu ile sunuluyor. Okuyalım:
"Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu
öğreneceklerdir
Bu üslup Kur'an'ın hikaye anlatırken başvurduğu bir
anlatım yöntemidir. Bu yöntemde hikayelere ruh üflenir, canlılık
kazandırılır. Böylece hikayeler geçmişte olup biten işler olmaktan
çıkarılarak gözler önüne serilen canlı olaylara dönüşürler. Öyle ki
okuyucunun bakışları bu olayları okurken "şu anda ne oluyor?" ya da "ilerde
ne olacak" diye beklemeye koyulur.
Evet "Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu
öğreneceklerdir." Yarınlar onlara gerçeği gösterecektir ve bu gerçeğin
pençesinden yakayı kurtaramayacaklardır. Yakında şımarık yalancıların
başlarına gelecek yokedici belâ ile, sınavla yüzyüze geleceklerdir. Devam
edelim:
"Biz onları sınavdan geçirmek için dişi deveyi
göndereceğiz. Sabret de gör bakalım, ne yapacaklar?
Onlara suyun deve ile aralarında bölüştürüldüğünü
bildir. Kimin sırası gelir, su içer."
Yüce Allah, Semudoğullarını sınavdan geçirmek için,
nasıl adamlar olduklarını ortaya çıkarmak amacı ile onlara dişi bir deve
gönderdiğinde okuyucu neler olacağını merakla beklemeye koyuluyor. Aynı
zamanda peygamberleri Hz. Salih de neler olacağını beklemektedir. Çünkü yüce
Allah kendisine sabrederek beklemeyi, sınavın sonucunu görmeyi, imtihanın
sonunu gözlemeyi emretmiştir. Sınava ilişkin talimat Salih Peygamberdedir.
Bu talimata göre kabilenin suyu Semudoğulları ile dişi deve arasında
bölüştürülmüştür. -Sözkonusu deve, mucize ve belirti olmasını sağlayacak
özel nitelikleri olan farklı bir deve olmalıdır-. Su içme sırası birgün
devenin, ertesi günü Semudoğullarının olacaktır. Onlar da deve de suyun
başına sadece nöbet günlerinde gelecekler ve sadece o günlerde su
içebileceklerdir.
Bunun arkasından, yine hikaye üslubuna dönülerek
bundan sonra neler olduğu anlatılıyor. Okuyoruz:
"Ama onlar bir arkadaşlarını çağırdılar. O da
kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi."
Ayette sözü edilen "arkadaşları" o şehirde
bozgunculuk yapan anarşist çetenin bir üyesi idi. Bu çeteden Neml suresinde
"O şehirde toplumda kargaşa çıkaran, yapıcı hiçbir davranışları görülmeyen
dokuz i vardı şeklinde sözedilirken Şems suresinde de "İçlerinden en azgını
ileri atılınca" diye bahsediliyor.(Neml Suresi, 48 - Şems Suresi, 12)
Verilen bilgiye göre bu azgın adam yapacağı kötü işe girişmeden önce
cesaretini güçlendirmek amacı ile içki içip sarhoş olmuştu. Yapmaya
hazırlandığı çirkin iş yüce Allah'ın Semudoğullarına bir mucize, bir sınav
belirtisi olarak gönderdiği dişi deveyi ayaklarını keserek öldürmektir. Oysa
Salih peygamber onları bu dişi deveye kötülük yapmamaları konusunda uyarmış,
aksi halde acıklı bir azaba uğrayacaklarını haber vermişti. "Ama onlar bir
arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi."
Böylece sınav sonuçlanmış, belânın geleceği kesinleşmişti. Devam edelim:
"Peki benim azabım ve uyarılarım nasılmış?"
Burada Semudoğullarına yönelik uyarıları izleyen
azabın anlatılmasından önce yine o hayret ve aşağılama-paylama içerikli soru
soruluyor. Okumaya devam ediyoruz:
"Onların üzerine birtek çığlık saldık da ağıl
bekçisinin biriktirdiği kuru ot yığınına dönüştüler."
Burada bu çığlığın niteliğine ilişkin ayrıntılı
bilgi verilmiyor. Oysa Kur'an'ın başka bir yerinde, "Fussilet" suresinde bu
çığlık "kasırga gibi" diye niteleniyor. Sözünü ettiğimiz ayette şöyle
buyurulmuştu:
"Eğer sana yüz çevirirlerse onlara de ki: `Ben sizi
Adoğullarının ve Semudoğullarının başlarına gelenin benzeri olan bir kasırga
konusunda uyardım." (Fussilet Suresi, 13)
Bu ayetin orjinalinde geçen "saika (kasırga)"
sözcüğü çığlığı niteleyen bir sıfat olabilir. O zaman deyimin anlamı
"kasırga gibi bir çığlık" şeklinde olur. Ya da bu sözcük çığlığın özünü
tanımlayabilir. O zaman da kasırga ve çığlık aynı şey demek olabilir. Ayrıca
kasırga, sahibinin kim olduğunu bilmediğimiz çığlığın bir etkisi, bir sonucu
da olabilir.
Her neyse, yüce Allah Semudoğullarının üzerine bir
çığlık saldı ve bu çığlık onlara yapacağını yaptı, onları "ağıl bekçisinin
biriktirdiği kuru ot yığınına dönüştürdü."
Ayetin orjinalinde geçen "muhtezir" sözcüğü
hayvanlarına barınak olsun diye ağıl yapan çoban anlamına gelir. Çoban bu
ağılı kuru otlardan ve çalılardan yapar. Buna göre o adamlar kuruyup
kırılarak yere yığılmış çalı-çırpı birikimi haline gelmişlerdir. "Muhtezir"
sözcüğü, bunun yanısıra güttüğü hayvanlara yedirmek üzere kuru ot ve
dökülmüş ağaç yaprağı toplayan çoban anlamına da gelir. Bu durumda da o
zavallılar sözkonusu tek çığlığın arkasından kuru ot ve yaprak yığınına
dönüşmüşlerdir.
Sahne son derece dehşetli ve korkunçtur. Adamların
büyüklenmelerine ve gururlanmalarına verilmiş bir karşılık biçiminde
sunuluyor. Bir de bakıyoruz ki, o kendini beğenmişler, o burnundan kıl
aldırmayan mağrurlar, yerde yatan ot yığını olmuşlar, hayvan yemine
dönüşmüşlerdir.
Bu çarpıcı ve tüyler ürpertici sahnenin arkasından
insanların dikkatleri hemen Kur'an'a çevriliyor, onun üzerinde düşünüp
gerçekleri irdelemeye özendiriliyorlar. Okuyoruz:
"Bu Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay
anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?"
Derken perde yere serilmiş ot yığınları üzerine
iniyor. Bu sahnenin gözlerdeki imajı ve kalplerdeki izi silinmeden varlığını
sürdürüyor. Zaten Kur an düşünenlere ve öğüt alanlara yönelik bir çağrı
değil midir?
Arkasından perde yine açılıyor ve tarihin başka bir
sahnesi ile yüzyüze geliyoruz. Sahnedeki olaylar yine Arap yarımadasında
geçiyor. Okuyalım:
3- Lut'un soydaşları da uyarıları yalanlamışlardı.
34- Biz de
üzerlerine taşları savuran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lut'un taraftarları
hariç. Onları sabahleyin erkenden kurtardık.
35- Tarafımızdan
sunulmuş bir nimet olarak. Biz şükredenleri işte böyle ödüllendiririz.
Lut peygamberin soydaşlarına ilişkin hikaye
Kur'an'ın başka yerlerinde ayrıntılı olarak anlatılır. Bu hikayenin burada
sunulmasının amacı onu ayrıntılı biçimde anlatmak değildir, ilahi mesajı
yalanlama eyleminin acı sonucu, yüce Allah'tan gelen ağır ve acıklı cezayı
vurgulayarak bundan ders alınmasını sağlamaktır. Bundan dolayı Hz. Lut'un
soydaşlarının kendilerine yöneltilen uyarıları yalanladıkları hatırlatılarak
söze giriliyor. Okuyoruz:
"Lut'un soydaşları da uyarıları yalanlamışlardı:'
Bu hatırlatmayı izleyen ayette söz konusu
inkarcıların çarptırıldıkları ceza tanıtılıyor. Okuyalım:
"Biz de üzerlerine taşları savuran bir kasırga
gönderdik. Yalnız Lut'un taraftarları hariç. Onları sabahleyin erkenden
kurtardık.
Tarafımızdan sunulmuş bir nimet olarak. Biz
şükredenleri işte böyle ödüllendiririz."
Ayetin orjinalinde geçen "Hasib" sözcüğü "taşları
savuran kasırga" anlamına gelir. Başka ayetlerde Lut'un soydaşlarının
üzerine "balçıktan taşlar" yağdırıldığı belirtiliyor. "Hasib" sözcüğü, düşen
taşların çarpmasını çağrıştıran bir ses titreşimi yansıtır. Bu sözcüğün
titreşimleri sahnenin atmosferi ile uyumlu bir şiddet ve sertlik yayıyor. Bu
afetten sadece Lut peygamberin taraftarları ile eşi dışında kalan aile
bireyleri sağ olarak kurtulabilmişti. Bu kurtuluş onlara yönelik bir ilahi
lütuftu ve imanlarına, şükrediciliklerine karşılık olarak sunulan bir
ödüldü. Okuyalım:
"Biz şükredenleri işte böyle ödüllendiririz: '
Buraya kadar hikayenin iki yanı, Lut'un
soydaşlarından kaynaklanan yalanlama yanı ile yüce Allah'tan gelen sert ceza
yanı anlatıldı. Şimdi ise geri dönülüyor ve bu iki uç nokta arasında neler
olup bittiğine ilişkin biraz ayrıntı veriliyor. Bu da Kur'an'ın hikaye
anlatılırken kullandığı yöntemlerden biridir. Sadece belirli mesajları
vermek için hikaye anlatıldığında bu yönteme başvurulur. Şimdi sözünü
ettiğimiz ayrıntıları okuyoruz:
36- Lut onları bizim
sillemiz konusunda uyarmıştı. Fakat,onlar bu uyarıları kuşku ile
karşıladılar.
37- Onlar Lut'un
konuklarını elde etmek istediler. Bunun üzerine gözlerini kör ettik. "Tadın
bakalım azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."
38- Sabah erkenden
sürekli bir azaba yakalandılar.
39- "Tadın bakalım
azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."
40- Biz Kur'an'dan
öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?
Lut peygamber, soydaşlarını alışkanlık haline
getirdikleri iğrenç ve anormal sapıklık konusunda uzun zaman uyarmıştı.
Fakat onlar bu uyarıları kuşku ile, umursamazlıkla ve inanmayarak
karşılamışlar, bu kuşkucu duyguları birbirlerine aşılamışlar, bu konuda
peygamberleri ile sürekli tartışmışlardır. Sonunda sapıklığı ve küstahlığı o
kadar ileri boyutlara vardırdılar ki, peygamberlerinin melek kökenli
konuklarına göz diktiler. İnsan kılığına girmiş bu melekleri tıfıl
delikanlılar sandılar, bu yüzden o iğrenç, o tiksindirici, o anormal cinsel
tutkuları harekete geçti, zaptedilmez oldu. Bu kör tutkunun dürtüsü ile
Lut'un üzerine çullandılar, evindeki genç konuklarına tecavüz etmek
istiyorlardı. Utanmadan, çekinmeden, arlanmadan peygamberlerine karşı
küstahlık ediyorlar, kaba arzularını tatmin etmekten geri durmayacaklarını
açık açık söylüyorlardı. Oysa peygamberleri bu iğrenç, bu anormal, bu
patolojik alışkanlıklarının sonu konusunda onları ısrarla uyarmıştı.
Bu noktada yüce Allah işe el koydu, konuk melekleri
gelişlerinin gerekçesi olan görevlerini yerine getirmek üzere harekete
geçirdi. Okuyalım:
"Bunun üzerine gözlerini kör ettik."
Bunun üzerine o sapıklar hiçbir şeyi, hiç kimseyi
göremez oldular. Bu yüzden artık ne Lut peygamberi sıkıştırmaya devam
edebildiler ve ne de konuklarını yakalayıp alıkoyabildiler. Adamların
gözlerinin kör edildiği sadece burada açık açık belirtiliyor. Başka bir
ayette bu konuda konuk meleklerin ağzından şu açıklama yapılmıştı:
"Konuklar dediler ki; `Ey Lut, biz Rabb'inin
elçileriyiz, onlar sana ilişemeyeceklerdir." (Hud Suresi, 81)
Burada adamların Lut peygambere ilişmelerini
engelleyen faktörün ne olduğu açıklanıyor. Sebep gözlerinin kör edilmiş
olmasıdır.
Hikayenin anlatımı sürerken birdenbire sözün akışı
değişerek şimdiki zamana dönüyoruz ve azaba çarpılan sapıklara yönelik bir
seslenişle karşılaşıyoruz. Okuyalım:
"Tadın bakalım azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."
İşte sizi vaktiyle hakkında uyardığım azap ve işte
tartışma konusu yaptığınız uyarıların sonucu!
Adamların gözleri gece kör edilmişti. O gecenin
sabahında yüce Allah onları topyekün yoketmeyi planlamıştı. Okuyoruz:
"Sabahleyin erkenden sürekli bir azaba
yakalandılar."
Bu azabın ne olduğu hikayenin ilk cümlelerinde
açıklanmıştı. Bilindiği gibi bu azap taşları savuran sert bir kasırga
şeklinde belirerek o yöreyi sözkonusu iğrenç alışkanlığın pisliğinden ve
ahlâksızlığından arındırmıştı.
Bir sonraki ayette sözün akışı yine değişiyor. Sahne
gözlerimizin önüne getiriliyor. Sanki olayları şu anda cereyan ediyormuş
izlenimi veriliyor. Azaba çarpılanlara azabın pençesinde kıvranırlarken
sesleniliyor. Okuyalım:
"Tadın bakalım azabımı ve uyarılarımın sonuçlarını."
Arkasından bu surede gösterilen her korkunç sahneden
sonra okumaya alıştığımız değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz. İşte;
"Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay
anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?"
Bu azap sahneleri Arap yarımadası dışında meydana
gelen bir başka azap halkası ile noktalanıyor. Bu hikayesi dillerde dolaşan,
herkes tarafından bilinen bir azap tablosudur. Burada bu olay kısaca
hatırlatılıyor, üzerinden hızlıca geçiliyor.
41- Firavun
yanlılarına da uyarılar gelmişti.
42- Fakat bütün
ayetlerimizi yalanladılar. Biz de güçlü ve üstün iradeli birine yaraşacak
bir sertlikle onların yakalarına yapıştık.
Görüldüğü gibi Firavun ile yandaşlarına ilişkin
hikayenin her iki ucuna kısaca değiniliyor. Firavun ile yandaşlarına
yöneltilen uyarılar ile onların Peygamberlerinin duyurmuş olduğu ilahi
ayetleri yalanlamaları hikayenin bir ucunu, yüce Allah'ın bunun üzerine sert
ve güçlü bir elle yakalarına yapışması hikayenin öbür ucunu oluşturur.
Dediğimiz gibi burada bu uçların her ikisi de kısaca anlatılıyor. Yüce
Allah'ın güçlülüğüne ve üstün iradesine işaret edilmiş olması, yakalarına
yapışma işlemindeki şiddeti çağrıştırır. Bu vurgulama, aynı zamanda,
Firavun'un kof gururunu, zulme ve baskıya dayalı iktidarına yönelik bir
yergi, bir istihzadır. Çünkü artık o kof gurur sönmüş, o sözde iktidar
düşmüştür. Yüce Allah, Firavun'un ve yandaşlarının yakasına gerçekten güçlü
ve sahiden üstün bir iradenin eli ile yapışmıştır. Halka yönelik
zulümlerine, baskılarına, acımazlıklarına ve zorbalıklarına denk düşen bir
sertlikle yakalarından tutmuştur.
Zorba Firavun'un yokoluşunu canlandıran bu son azap
tablosu üzerine perde iniyor.
Şu anda perde yeniden açılıyor. Azaba çarptırmaya ve
cezalandırmaya ilişkin son sahne ile karşılaşıyoruz. Yüce Allah'ın
uyarılarını yalanlayanlar bu sahneyi izliyorlar, sahnede olup bitenleri duyu
organları ile algılıyorlar. Şimdi, yukarda izlediğimiz ardışık yokoluş
sahnelerinin izleri henüz hayallerinde canlı dururken, başlıcalarını duyu
organlarında halâ hissettirmeyi sürdürürlerken. İşte şimdi, kendilerine
sesleniliyor. Bu ses kendilerini izlediklerimize benzer yokoluş sahneleri
konusunda uyarıyor. Onlar bu sahnelerin daha acıklısından, daha korkuncundan
sakındırılıyorlar. Okuyoruz:
43- Acaba sizin
içinizdeki kafirler onlardan daha mı iyidir, yoksa kutsal kitaplarda size
ilişkin bir suçsuzluk belgesi mi var?
44- Yoksa onlar "Biz
karşımıza çıkacak herkesi yenen güçlü bir orduyuz " mu diyorlar?
45- Yakında orduları
bozguna uğratılacak ve geri püskürtüleceklerdir.
46- Asıl azaba
kıyamet günü çarpılacaklardır. Kıyamet günü onlar için daha feci ve daha
acıdır.
47- Suçlular
şaşkınlık ve ateş içindedirler.
48- O gün onlar
yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılırlar; `Ateşin vücudunuza değişini
tadınız" diye.
49- Biz her şeyi
belirli bir plan uyarınca yarattık.
Bu ayetler hem dünya azabından ve hem de ahiret
azabından sakındıran bir uyarı içerirler. Burada bu uyarının doğruluğuna
ilişkin her türlü kuşku, her türlü şüphe çürütülüyor. Her türlü kaçamak yolu
kapatılıyor. Kaçmaya, hesaplaşma sırasında demogoji yapmaya ve cezadan
kaytarmaya ilişkin bütün umutlar söndürülüyor.
İzlediğimiz görüntüler peygamberlerini yalanlayan
eski toplumların yokediliş sahnelerini canlandırıyordu. Peki, ey Mekke
müşrikleri, sizin de onlarınkine benzer bir acı akıbete uğramanızın önündeki
engel nedir? "Acaba sizin aranızdaki kafirler onlardan daha mı iyidir?"
İçinizdeki kafirlerin onlar karşısındaki ayrıcalığı nedir? "Yoksa kutsal
kitaplarda size ilişkin bir suçsuzluk belgesi mi var?" Gökten inen
kitapların sayfaları sizin suçsuzluğunuz yolunda tanıklık ediyor da
kafirliğin ve inkarcılığın töhmetinden kurtuluyor musunuz? Hayır; ne o, ne
de bu. Sizler o eski kafirlerden daha iyi değilsiniz. Hiçbir kutsal kitabın
sayfaları da sizin suçsuzluğunuzu kanıtlayan bir belge içermiyor. Buna göre
sizden önceki kafirlerin karşılaştıkları acı sonla karşılaşmaktan başka bir
alternatif yok önünüzde. Yalnız yüzyüze geleceğiniz bu acı sonun biçimini
yüce Allah belirleyecektir.
Arkasından belirli bir gruba yönelik bu seslenişin
yönü değiştirilerek herkese sesleniliyor. Bu seslenişte sözkonusu kafirlerin
tutumu hayretle karşılanıyor.
"Yoksa onlar `Biz karşımıza çıkacak herkesi yenen
güçlü bir orduyuz' mu diyorlar?"
Bu şaşkınlar kendilerini kalabalık görünce güçlerine
hayran oluyorlar. Ordularının büyüklüğü yüzünden gurura kapılarak "Zafer
bizimdir, bizi kimse yenemez, bizim ordularımızı hiç kimse bozguna
uğratamaz" diyorlar.
Fakat nasıl bir akibete uğrayacakları kendilerine
kesin, yüksek frekanslı ve kuşkusuz bir sesle ilan ediliyor. Okuyoruz:
"Yakında orduları bozguna uğratılacak ve geri
püskürtüleceklerdir."
Kalabalık orduları onları kurtaramayacak, güçleri
işlerine yaramayacaktır. Bunu onlara ezici ve karşı konulmaz iradenin sahibi
olan yüce Allah ilan ediyor. Bu geçmişte böyle olduğu gibi her zaman da
kesinlikle böyle olacaktır.
Buhari'nin sahabilerden Abdullah b. Abbas'a
dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz Bedir savaşında çadırında
"Allah'ım, seni taahhüdünü ve va'dini yerine getirmeye çağırıyorum; eğer
senin dileğin işe el koymazsa bu günden sonra sana ibadet edecek bir kişi
bile kalmaz" dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir, Peygamberimizin elini tutarak
"Yeter, ya Resulallah, Rabb'ine çok ısrar ettin" dedi. Arkasından
Peygamberimiz zırhını giyinerek çadırından çıktı, çıkarken "Yakında orduları
bozguna uğratılacak ve geri püskürtülecekler" ayetini okuyordu.
Öte yandan İbn-i Ebu Hatem'in verdiği bilgiye göre
sahabilerden İkrime şöyle diyor: "Yakında orduları bozguna uğratılacak ve
geri püskürtüleceklerdir" ayeti indiğinde Hz. Ömer, Peygamberimize `Hangi
ordu bozguna uğratılacak? Hangi kalabalık birlik yenilecek?" diye sormuştu.
Fakat sonraları bana Ömer şöyle dedi; `Bedir savaşı başlayınca
Peygamberimizi zırhına bürünmüş olarak "Yakında orduları bozguna uğratılacak
ve geri püskürtüleceklerdir" ayetini okurken gördüm. İşte o gün bu ayetin ne
anlama geldiğini kavramadım."
Müşriklerin Bedir savaşında uğradıkları bozgun,
dünyada gördükleri bozgundu. Fakat bu bozgun karşılaşacakları son bozgun
olmadığı gibi başlarına gelecek en ağır ve en dehşetli bozgun da değildi.
İşte Kur'an, dünya bozgununu geride bırakarak onlara bu son bozgunu
hatırlatmaya geçiyor. Okuyalım:
"Asıl azaba kıyamet günü çarpılacaklardır. Kıyamet
günü onlar için daha feci ve daha acıdır."
Evet, ahiret azabı dünyada gördükleri ve görecekleri
bütün azaplardan daha dehşetli ve daha acıdır. Ahiret azabı tufandan
kasırgaya, şimşekten taşları savuran müthiş rüzgara ve Firavun ile
yandaşlarının güçlü ve sert pençeli yakalanışlarına varıncaya kadar
yukarıdaki ayetlerde canlandırılan bütün azap sahnelerinden daha korkunç ve
tüyler ürperticidir.
Sonra ahiret azabının nasıl bütün dünya azaplarından
daha acı ve dehşetli olduğu ayrıntılı olarak anlatılıyor. Bu açıklama son
derece korkunç bir kıyamet sahnesinde gözlerimizin önüne seriliyor.
Okuyoruz:
"Suçlular şaşkınlık ve ateş içindedirler.
O gün onlar yüzüstü sürüklenerek cehenneme
atılırlar; `Ateşin vücudunuza değişini tadınız' diye."
Onlar o gün bir yandan akılların ve vicdanların
işkencesi olan şaşkınlık içinde debelenirlerken öbür yandan derileri ve
vücudları kavuran ateşler içinde yanarlar. Onlar ve onlar gibiler vaktiyle
"Biz içimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve
kendimizi ateşlere atmış oluruz" demişlerdi ya. İşte bu katmerli ceza
sözlerinin karşılığıdır. Böylece sapıtmanın ve ateşe atılmanın nerede
olacağını öğrenmiş olacaklardır.
Onlar yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılacaklar;
sürüklenirken itilip kakılacak, paylanacaklardır. Bu cezada dünyadaki
böbürlenmelerinin, güçlerine güvenerek şımarmalarının, insanlara tepeden
bakmalarının karşılığıdır. Ayrıca "Ateşin vücudunuza değişini tadınız" azarı
ile psikolojik azaplarının acısı daha da şiddetlendiriliyor. Bu ifade o
azabı adeta şimdiki zamana taşıyarak somutlaştırmakta, onu kulaklara ve
gözlere şu anda sunulmuş gibi tasvir etmektedir.
Bu korkunç ve sarsıcı sahnenin ışığı altında genel
olarak tüm insanlığı ve özel olarak Mekke müşriklerine yönelik bir açıklama
ile karşılaşıyoruz. Bu açıklamanın amacı yüce Allah'ın her işinin bir plana,
anlamlı bir maksada ve ön tasarıya dayandığı gerçeğini kalplere işlemektir.
,
Yüce Allah'ın günahkârları dünyada cezalandırması,
ahirette azaba çarptırması, bunların öncesinde peygamberler göndermesi,
uyarılar yapması, Kur'an'ı ve öbür kutsal kitapları indirmesi, bütün
bunların yanında şu evrendeki canlı cansız varlıkları yaratması ve
yönlendirmesi, bütün bunlar, irili-ufaklı bütün herşey belirli bir plan
uyarınca yaratılmıştır belirli bir amaca göre yönlendirilmektedir ve anlam
yüklü bir ön tasarının ürünüdür. Hiçbir şey boşuna, rastgele, amaçsız ve
plansız değildir. Okuyoruz:
"Biz herşeyi belirli bir plan uyarınca yarattık: '
Herşeyi, irili-ufaklı her nesneyi, koşuşabilen ve
dilsiz her varlığı, hareket edebilen ve edemeyen tüm yaratıkları, geçmişte
ve şimdiki zamanda varolan tüm nesneleri, bilinen ve bilinmeyen bütün
yaratıkları, kısacası herşeyi belirli bir plan uyarınca yarattık.
Bu plan her yaratığın öz varlığını, niteliklerini,
miktarını,.zamanını, yerini, çevresini kuşatan varlıklar ile arasındaki
ilişkileri ve evrenin yapısı üzerindeki etkisini belirler, sınırlandırır.
Bu kısacık ayet son derece geniş kapsamlı, görkemli
ve büyük bir gerçeğe parmak basar. Bütün evren bu gerçeğin somut kanıtı
niteliğindedir. Şu evren bütünü ile yüzyüze gelen, onunla iletişim kuran,
ondan etkilenen, varlık bütününün uyumlu ve koordineli bir parçası olduğunun
bilincinde olan kalp, bu gerçeği ana çizgisi ile kavramakta gecikmez.
Evrendeki herşey bu mutlak uyumu gerçekleştiren bir plana bağlıdır. Bu evren
bütünü ile yüzyüze gelen her kalp, bu kapsamlı planın gölgesinin ana
çizgilerinin damgasını üzerinde taşır.
Sonra bilimsel gözleme, deneye ve araştırmaya
başvurulur. Bu yöntemler aracılığı ile ve insan aklının kapasitesi oranında
bu gerçek kavranmaya, bu yolla bilinebileceği kadar anlaşılmaya çalışılır.
Bu gerçeğin daima büyük bölümü ve daha eksiksiz algısı bilimsel yöntemlerle
kazanılabilen bölümünün ötesinde kalacaktır. O kalan bölümü insan sıfatı
sezgi yolu ile algılar ve evrenin ahenkli korosunun etkisi bu gerçeği
özümler. Çünkü insan fıtratının kendisi de her zerresi bir plana göre
yaratılmış olan şu evren bütününün ayrılmaz bir parçasıdır.
Modern bilim bu gerçeğin bazı yönlerini keşfetmiş,
elindeki yöntemler aracılığı ile kavranabileceği kadarını kavramıştır. Bu
arada gezegenlerin, yıldızların hacimlerini, kütlelerini, aralarındaki
uzaklıkları ve karşılıklı çekim güçlerini belirleyebilmiştir. Bu sayede
bilginler henüz görmedikleri yıldızların yerlerini doğru olarak tespit
edebilmişlerdir. Çünkü evrene egemen olan uyum prensibi söz konusu yıldızın
bilginlerce saptanan yerde olması gerekiyor. Sonradan o yıldızın gerçekten
hesap yolu ile saptadıkları yerde olduğunu görmüşlerdir. Bu uyumluluk
prensibi bilim adamlarının gözledikleri yıldızların hareketlerine ilişkin
belirli verileri açıklamakta ve sonra da onların varsayımlarının doğru
olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu varsayımların doğruluklarının meydana çıkması
gökcisimlerinin uzay boşluğuna son derece ölçülü ve planlanmış oranlara
dayalı olarak dağılmış olduklarını gösterir. Bu oranların zaman için ne
değişmeleri ve ne de bozulmaları sözkonusudur.
Öte yandan modern bilim, üzerinde yaşadığımız şu yer
kürede egemen olan uyumu, yüce Allah'ın plânı uyarınca bu gezegeni belirli
bir "hayat" türüne elverişli kılan şartlar arasındaki ahengi de
keşfetmiştir. Öyle ki, bu şartlar arasındaki oranlardan herhangi birinin
bozulduğunu farzedelim; o takdirde ya hayat tümü ile sona erer ya da daha
baştan ortaya çıkması mümkün olmaz. Şu yeryuvarlağının hacmini, kütlesini,
güneşten uzaklığını, güneşin ısı derecesini, dünya ile ekseni arasındaki
eğimin açısal değerini, dünyanın kendi çevresindeki ve güneş etrafındaki
dönüş hızını; ayın dünyadan uzaklığını, hacmini, kütlesini, dünya üzerindeki
denizlerin ve karaların dağılımını birarada düşünelim. Bunlara burada
sayılmayan binlerce olguyu ekleyelim. Bütün bu olgular ve şartlar arasında
ince bir duyarlılıkla planlanmış ölçüler ve oranlar vardır. Eğer bu
oranlardan bir teki bile bozulsa bütün dengeler alt-üst olur ve bu
dengesizlik, yeryüzünde süren "hayat" olayının sona ermesini kaçınılmaz
kılar.
Yine modern bilim, hayatı düzenleyen çok sayıdaki
faktörler arasında, canlılarla onları kuşatan şartlar arasında ve bu
şartların kendileri arasında varolan uyumu da keşfetmiştir. Öyle ki, bu
bilgiler, insanoğluna yukarıdaki kısa ayetin vurguladığı büyük ve derin
gerçeği bir ölçüde kavrama imkanı sağlamıştır.
Bu bulgulardan öğrendiğimize göre gerek doğal
ortamda ve gerekse canlıların yapısında hayatı ve varolmayı sağlayan
faktörleri ile ölüme ve yokolmaya yolaçan faktörler arasında sürekli korunan
bir denge vardır. Bu denge hayatın doğuşunu, varlığını ve devamını
sağlayacak oranda korunur. Fakat canlılık olayının herhangi bir zaman
dilimindeki canlıların çoğalma ve beslenme şartlarının sınırlarını aşacak
derecede yayılmasına da meydan verilmez, yani canlılığın yayılması bu
sınırda durdurulur.
Canlılar arasındaki bu duyarlı dengeye burada kısaca
değinmemizin faydalı olacağını sanıyorum. Bilindiği gibi daha önceki birkaç
sureyi açıklarken evrenin yapısına ve yeryüzündeki hayat şartlarına egemen
olan uyumu, dengeyi oldukça ayrıntılı biçimde irdelemiştik." (Bu konuda
geniş bilgi için "Furkan" Suresine ilişkin açıklamalarımıza başvurulabilir)
"Küçük kuşları yiyerek beslenen yırtıcı kuşların
sayısı azdır. Çünkü bu kuşlar az yumurtlarlar ve az kuluçkaya yatarlar.
Üstelik dünyanın sadece belirli bölgelerinde yaşarlar. Buna karşılık uzun
zaman yaşarlar. Eğer yırtıcı kuşlar uzun ömürleri yanında bir de çok
yumurtlayabilseler ve dünyanın her yöresinde yaşayabilseler küçük kuşların
ya soylarını kurutanı kuruturlar ya da sayılarını büyük oranda azaltırlardı.
Küçük kuşların sayıca çok olmaları ve sık sık yumurtlamaları bu sonucu
önlemeye yetmezdi. Oysa küçük kuşların şu yeryüzünde başta yırtıcı kuşlara
yem olmak, insanların beslenmesine katkıda bulunmak gibi daha birçok
fonksiyonları vardır. Nitekim bir şair bu gerçeği şöyle dile getirir:
Küçük kuşların yavrusu çok olur
Buna karşılık ana şahin tek tek yumurtlar
Daha önce belirttiğimiz gibi bu olgu, yüce Allah
tarafından plânlanmış bir hikmetin sonucudur. Amaç yırtıcı kuşlar ile küçük
kuşlar arasında yaşama faktörleri ile yokolma faktörleri bakımından denge
kurmaktır.
Kara sinek milyonlarca yumurta yapar. Fakat bu
yumurtalardan çıkan sinek yavruları iki haftadan fazla yaşamazlar. Eğer bu
yüksek yumurtlama oranı yanında birkaç yıl yaşasalardı yeryüzünün her yanını
kara sinekler kaplar ve başta insan olmak üzere birçok canlının dünyada
yaşaması imkansız olurdu. Fakat şu evreni plânlayıp yöneten güçlü "el"in
işlettiği şaşmaz denge mekanizması üreme çokluğu ile ömür kısalığı arasında
denge kurmuş ve bunun sonucu olarak gördüğümüz düzen meydana gelmiştir.
Sayıca en kalabalık, en hızlı biçimde çoğalan ve en
saldırgan varlıklar olan mikroplar, aynı zamanda en dayanıksız ve en kısa
ömürlü canlılardır. Soğuğun, sıcaklığın, ışığın, asitlerin, kan salgılarının
ve başka birçok faktörün etkisi ile milyarlarcası ölür. Sadece çok az
sayıdaki hayvana ve insana karşı üstünlük sağlayabilirler. Eğer çok
dayanıklı ve uzun ömürlü olsalardı hayatı ve tüm canlıları yok ederlerdi.
Bütün canlı türleri kendilerini düşmanlarına karşı
koruyan ve yok olmalarını önleyen silahlarla donatılmışlardır. Bu silahlar
çeşitli türde ve birbirinden farklıdır. Sözgelimi sayı çokluğu bir silah
olduğu gibi, güçlü vücud yapısı bir başka silahtır. Bu ikisi arasında türlü
türlü, çeşit çeşit silahlar vardır.
Küçük yılanlar zehir ya da düşmanlarından hızla
kaçabilme silahları ile donatılmışlardır. Büyük yılanlar ise kas gücü silahı
ile donatılmışlardır. Bu yüzden pek az türleri zehirlidir.
Korunma bakımından pek beceriksiz bir canlı türü
olan domuz böceği kötü koku yayan, yakıcı bir madde ile donatılmıştır.
Kendisine dokunan her canlıya bu maddeyi salgılayarak düşmanlarından
korunur.
Ceylanlar hızlı koşma ve çok yükseğe sıçrayabilme
silahı ile donatılmışken arslanlar pazu gücü ve düşmanlarını parçalayabilme
yeteneği ile donatılmışlardır. Kısacası küçük-büyük her canlının
düşmanlarına karşı ayrı bir koruyucu silahı vardır.
Dişi yumurtacık erkek sperması tarafından
döllendikten sonra rahmin çeperine yapışır. Bu döllenmiş yumurtacık son
derece oburdur. Çevresindeki çeperi aşındırarak orada emmesine ve
gelişmesine elverişli bir kan gölü oluşturur. Cenini annesine bağlayan ve
doğuma kadar beslenme kanalı görevi yapan göbek bağının boyu
gerçekleştirdiği amacın gereklerine uygun miktarda yaratılmıştır. Yani bu
bağ taşıdığı besinin ne yolda ekşimesine yol açacak kadar uzundur ve ne de
bu besinin hızla akarak cenini rahatsız etmesine sebep olabilecek kadar
kısadır.
"Gebeliğin sonunda ve doğumun başlangıç aşamasında
ana memesi sarıya çalan beyazlıkta bir sıvı salgılar. Yüce Allah'ın
şaşırtıcı sanatının bir eseri olarak bu sıvı yeni doğan yavruyu hastalıklara
karşı koruyan erimiş kimyasal maddelerden oluşmuştur. Doğumun ikinci gününde
memede süt oluşmaya başlar. Yine yüce Allah'ın eşsiz plânı uyarınca ana
memesinden akan sütün miktarı günden güne çoğalarak bir yılın sonunda iki
buçuk litreye ulaşır. Oysa doğumun ilk günlerinde bu sütün miktarı birkaç
yüz gramı geçmez. Ana sütündeki mucize sadece süt miktarının çocuğun
büyümesine paralel biçimde artması ile sınırlı kalmaz. Ayrıca sütün
bileşimine giren maddelerin cinsi ve oranı da zamanla değişir. Ana sütü
doğumu izleyen ilk günlerde çok az oranda nişasta ve şeker içeren su
ağırlıklı bir sıvı iken zamanla koyulaşır; içindeki nişasta, şeker ve yağ
oranı artar. Bu gelişme çocuğun dokularının ve sistemlerinin sürekli
gelişimine ayak uyduracak tempoda günden güne gerçekleşir:
Eğer insan organizmasını oluşturan çeşitli
sistemleri, bu sistemlerin görevlerini, çalışma tarzlarını, organizmanın
yaşamasına ve sağlıklı olmasına ilişkin fonksiyonlarını incelersek nasıl
dikkatle plânlandıklarını ve ne kadar ölçülü bir tasarlamaya dayandıklarını
hayretle görür, yüce Allah'ın güçlü eli ile her canlı organizmayı, her
organı, hatta her hücreyi yönettiğini, gözetimi ve denetimi altında
bulundurduğunu belirleriz. Burada bu şaşırtıcı mekanizmaların hepsinin nasıl
çalıştıklarını ayrıntılı biçimde anlatamayız. Bu sistemlerden sadece
birindeki iç salgı bezleri sistemindeki son derece hassas plânlamaya kısaca
değinmekle yetinelim. Bu bezlerin her biri birer küçük kimya ürünleri
fabrikasıdır. Organizmaya gerekli kimyasal bileşimleri sağlarlar.
Salgıladıkları kimyasal bileşimler o kadar etkili, o kadar güçlüdür ki, yüz
milyonda birlik dozajı bile insan vücudunda son derece önemli etkiler
meydana getirir. Bu bezler her birinin salgısı, diğerinin salgısının
etkisini tamamlayacak düzende çalışırlar. Bu salgılar hakkında bütün
bildiğimiz onların son derece karmaşık bileşikler olduğu, dozajlarında
meydana gelebilecek herhangi kısa süreli bir oran değişikliğinin
organizmanın yapısında tehlike derecesine varan bir yıkıma yol açacağıdır.")
Öte yandan hayvan organizmasının sistemleri, bu
hayvanın türüne, yaşadığı çevreye ve yaşama şartlarına bağlı olarak
değişmekte, farklılık göstermektedir. "Aslanların, kaplanların, kurtların,
sırtlanların ve çölde yaşadıkları için ancak avladıkları öbür hayvanların
etleri ile beslenebilen bütün yırtıcı hayvanların ağızları kesici dişlerle
ve sert azı dişleri ile donatılmıştır. Bunlar avlarına saldırdıklarında kas
gücünden yararlanacakları için bacak kasları güçlüdür. Ayrıca bu bacakların
uçlarında keskin tırnaklar ve pençeler vardır. Bu hayvanların mideleri de
etleri ve kemikleri sindirebilen asitler ve enzimler salgılar."
Buna karşılık geviş getiren, çayırlarda otlayarak
beslenen evcil hayvanların organik sistemleri farklı donanımdadır:
"Bu hayvanların sindirim sistemleri yaşadıkları
çevrenin şartlarına uyacak biçimde tasarlanmıştır. Bu hayvanların ağızları
oldukça geniştir. Azı ve köpek dişleri sert yapılı ve güçlü değildir. Buna
karşılık ağızları parçalayıcı, keskin dişlerle donatılmıştır. Bu sayede
otları ve bitkileri çabuk yerler ve bir kerede yutarlar. Böylece yaratılış
amaçları olan hisleri insana sunma imkanına kavuşurlar. Yüce Allah bu sınıfa
giren hayvanların sistemlerini son derece şaşırtıcı nitelikte yaratmıştır:
Bu hayvanların acele ile yuttukları otlar ve bitkiler önce "işkembe"ye iner.
Burası besin deposu görevini görür. Gündelik çalışma bitip de hayvan
istirahate geçince işkembede depolanan besinler midenin "börkenek" adlı
gözüne iner, sonra da tekrar ağzına çıkar. Hayvan bu yutulmuş besinleri
ikinci kez iyice çiğnedikten sonra midesinin üçüncü gözü olan "kırkbayır"a
gönderir, besinler oradan da midenin dördüncü gözü olan "şirden"e iner.
Bu uzun sindirim işleminin amacı bu tür hayvanları
korumaktır. Çünkü bunlar çayırda otladıkları sırada çoğu kere yırtıcı
hayvanların saldırısına uğrama tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Bu yüzden
bir an önce besinlerini elde edip hızla güvenli istirahat yerlerine çekilmek
zorundadırlar.
Bilim diyor ki; geviş getirme işlemi bu tür
hayvanlar için zaruri, hatta hayatidir. Çünkü otlar, selüloz zarı ile kaplı
hücrelerden oluştuklarından dolayı sindirilmeleri zor bitkilerdir. Hayvan bu
bitkileri sindirebilmek için oldukça uzun bir zamana muhtaçtır. Eğer geviş
getirmese ve midesinde acele ile yuttuğu besinleri depo etmeye yarayacak
"işkembe" denen göz olmasaydı, hayvan otlarken uzun zaman harcamak zorunda
kalacaktı, bu zaman bir tam güne yakın olacak, fakat buna rağmen yeteri
besini sağlayamayacaktı, üstelik çiğneyip yutma işlemleri sırasında kasları
çok yorulacaktı. Oysa geviş getirme işlemi sayesinde acele ile ağzına aldığı
besinleri "işkembe"sinde depoluyor, bu besinler orada biraz mayalanıp
yumuşadıktan sonra hayvan tarafından tekrar ağza çıkarılarak çiğneniyor,
öğütülüyor ve arkasından yutuluyor. Böylece hayvan kolayca otlamış, besinini
almış ve aldığı besini sindirmiş oluyor. Bütün bu kolaylıkları tasarlayan
Allah ne kadar yücedir."
"Baykuş ve delice kuşu gibi yırtıcı kuşların
gagaları etleri parçalamaya yarasınlar diye çengel gibi kıvrık ve keskindir.
Buna karşılık kazların ve ördeklerin gagaları geniş ve kepçe gibi yaygandır.
Bu biçimleri ile çamurlar arasında ve sular içinde besin aramaya elverişli
olmaktadırlar. Gagaların iki yanında sazları ve otları kesmeye yarayan
testere gibi küçük dişler vardır.
Tavukların, güvercinlerin ve yerden tane toplayarak
beslenen diğer kuşların gagaları ise tane toplamaya yarayacak biçimde kısa
ve küttür. Oysa mesela martının gagası oldukça uzundur. Gaganın alt kısmında
ise balıkçı ağını andıran bir torba sarkar. Çünkü martının temel besini
balıktır.
Hudhud ve çavuş kuşlarının gagaları ise birazcık
uzun ve küttür. Bu biçimleri ile çoğunlukla yeraltında yaşayan böcekleri ve
kurtçukları aramaya elverişlidirler. Bilim adamlarının dediklerine göre eğer
insan bir kuşun gagasına şöyle bir bakarsa hangi tür besin ile beslendiğini
tesbit edebilir.
Kuşların sindirim sisteminin geriye kalan bölümü de
son derece hayret verici bir yapıdadır. Dişleri olmadığı için besinlerini
sindirsinler diye "kursak"la ve "taşlık"la donatılmışlardır. Kuşlar,
"taşlık"larındaki besinleri sindirmelerine yardımcı öğeler olsunlar diye
çakıl taşları ve sert maddeler yutarlar."
Eğer bütün hayvan cinslerini ve türlerini bu şekilde
incelersek işimiz uzar ve bu tefsir kitabının yönteminden ayrılmış oluruz. O
yüzden adımlarımızı hızlandırarak tek hücreli bir canlı olan "amip"in yanına
varalım. Varalım da yüce Allah'ın bu hayvancığa yönelik elini, üzerine dönük
gözetimini ve hayatını düzenleyen duyarlı plânını büyüteç altına alalım:
"Amip, minik gövdeli bir canlıdır. Göl kenarlarında
ve bataklıklarda ya da akar suların taşıdığı taşlar üzerinde yaşar. Gözleri
yoktur, "göz lekeleri" aracılığı ile görür. Kütlesi amarftur, yani ortamın
şartlarına ve ihtiyaca göre biçim değiştirir. Hareket edince vücudundan bazı
çıkıntılar uzar. Bu çıkıntıları ayak gibi kullanarak istediği yere doğru
gider. Bu yüzden bu çıkıntılara "yalancı ayaklar" adı verilir. Besinini
bulduğu zaman onu bu çıkıntıların biri ya da ikisi ile yakalar, üzerine
sindirimi sağlayıcı bir salgı akıttıktan sonra besinin yararlı öğelerini
emer, yararsız artıklarını vücudunun dışına atar. Bu minik canlı sudan
aldığı oksijeni kullanır ve bütün vücudu ile solunumunu yapar.
Düşünelim ki, gözle görülmeyecek kadar küçücük olan
bu minik canlı yaşıyor, hareket ediyor, besleniyor, solunum yapıyor ve besin
artıklarını dışarıya atıyor. Gelişmesini tamamlayınca ikiye bölünüyor ve her
iki bölümü de ayrı birer canlı oluyor.
Bitkilerin acayip yönleri insanlarda, hayvanlarda ve
kuşlarda gördüğümüz acayipliklerden daha az şaşırtıcı, daha az hayranlık
uyandırıcı değildir. Onlarda görülen ince ölçülü plân, diğer canlılardaki
plândan daha az dikkat çekici ve daha az göze batıcı değildir. Kısacası "O
herşeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir." (Furkan Suresi, 2)
Şunu hemen belirtelim ki, bu plânlama ve tasarlama
konusu anlattıklarımızdan daha önemli ve daha geniş kapsamlıdır. Şu evrenin
küçük-büyük bütün hareketleri, bütün gelişmeleri, bütün akımları belirli bir
plâna ve ön-tasarıya bağlıdır. Tarihteki her olayın, insan vicdanındaki her
duygusal reaksiyonun ve yine insanın verdiği her nefesin bu belirli plâna ve
ön-tasarıda yeri vardır. Şu verdiğimiz soluğun zamanı, yeri, şartları tümü
ile plânlanmıştır. Bu nefes tıpkı büyük ve önemli olaylar gibi vârlık düzeni
ile ve evrenin genel hareketi ile ilişkilidir, evrensel uyum açısından
hesaba katılmıştır.
Şu çöl ortasında yetişen ve tek başına duran ağaca
bakalım. O da bu belirli plâna bağlı olarak orada duruyor ve yerden çıktığı
andan beri varlık bütünü ile irtibatlı bir fonksiyonu yerine getiriyor. Şu
yerde sürünen minik karınca, şu havada uçan kuş, şu suda yüzen tek hücreli
canlı, plâna ve ön-tasarıya bağlılık açısından tıpkı büyük gezegen
sistemleri ve iri gök cisimleri gibidirler.
Herşey zaman bakımından, yer bakımından, miktar
bakımından, biçim bakımından plâna bağlıdır; bütün şartlar ve durumlar
arasında uyum vardır. Mesela Hz. Yakub'un, Hz. Yusuf'un ve Bünyamin'in anası
olan ikinci bir kadınla evlenmesi olayını düşünelim. Bu olay, ilk plânda
sanıldığı gibi, kişisel ve bireysel bir olay değildi. Bir plâna bağlı olarak
meydana gelmişti. Bu plânın aşamaları şöyle gelişecekti. Hz. Yusuf'un
kardeşleri kendisini kıskanacaklar, onu götürüp kuyuya atacaklar, fakat
öldürmeyecekler, yoldan geçen bir kafile onu kuyudan çıkarıp Mısır'a götürüp
satacak. Böylece Hz. Yusuf başvezirin sarayında büyüyecek, başvezirin eşi
onunla yatağını paylaşmak isteyecek, o bu baştan çıkarma girişimine pabuç
bırakmayacak, zindana atılacak. Niçin? Orada kralın adamları ile tanışacak,
onların rüyalarını yorumlayacak. Niçin? Öyle bir noktaya varılacak ki, bu
soruya cevap verilemeyecek. Bazıları ısrarla soracaklar. Niçin? Ya Rabbi,
niçin Hz. Yusuf ızdırap çekiyor? Niçin bu peygamber, çektiği acıların etkisi
ile gözlerini kaybediyor? Niçin masum Yusuf bunca acıya katlanıyor? Niçin?
Çeyrek yüzyıllık ızdırabın sonunda bu sorulara ilk cevap geliyor: Çünkü
ilahi plân, Hz. Yusuf'u yedi kıtlık yılında Mısır halkının ve Mısır
çevresindeki halkların beslenme sorumluluğunu üstlenmek üzere hazırlıyordu.
Sonra niçin? Hz. Yusuf ana-babasını ve kardeşlerini yanına alsın diye. Çünkü
bu ailenin soyundan İsrailoğulları türeyecek; Firavun, İsrailoğullarına
baskı yapacak, sonra onların içinden Hz. Musa çıkacak. Onun hayatında yine
ilahî plâna bağlı birçok gelişmeler olacak; arkasından günümüz dünyasının
içinde yaşadığı, tüm dünya insanlarının hayat akışını etkileyen birçok
olaylar, gelişmeler ve akımlar meydana gelecek.
Yine mesela Hz. Yakub'un atası, Hz. İbrahim'in
Mısırlı bir kadın olan Hacer ile evlenmesini düşünelim. Bu olay da ilk
plânda sanıldığı gibi kişisel ve bireysel bir olay değildi. Tersine gerek bu
olay ve gerekse Hz. İbrahim'in başından geçen diğer bazı olaylar onun ana
yurdu olan Irak'tan ayrılarak Mısır'a gitmesine yol açtı. Orada Hacer ile
evlendi. Bu eşinden oğlu İsmail dünyaya geldi. İsmail ve anası bu gün
Kâbe'nin bulunduğu yöreye yerleşti. Sonunda Hz. İbrahim'in soyundan bu
yarımadada Hz. Muhammed dünyaya geldi. Bu yarımada islamın doğuşu için en
elverişli ortam olarak belirdi. Tüm bunların sonunda bütün insanlık
tarihinin en büyük olayı meydana geldi.
Her olayda, her başlangıçta, her sonda, her noktanın
arkasında, her adımda, her değişiklikte, her yenilikte ipin uzak ucunun
arkasında yüce Allah'ın plânı vardır. Yüce Allah'ın geçerli, geniş kapsamlı,
ölçülü, duyarlı ve derin plânı.
İnsanlar bazan bu ipin yakın ucunu görürler, uzak
ucunu göremezler. Bazan olayın başlangıç noktası ile sonucu arasındaki zaman
insanların kısa ömürlerini aşar. Bu yüzden olayın plâna bağlı hikmeti
göremezler. Bundan dolayı sabırsızlanırlar, "şöyle olmalı, böyle olmalı"
diye öneriler ileri sürerler. Kimi zamanda öfkeye kapılırlar, ileri-geri
konuşurlar.
Oysa yüce Allah bu Kur'an'da insanlara öğretiyor ki,
herşey ana plâna bağlıdır, insanlar her işi, tüm işlerin sahibine
bırakmalıdırlar. Arkasından huzur ve güven için yüce Allah'ın plan ile
uyumlu ve ahenkli adımlarla yollarına devam etmelidirler. Bu plânın
eşliğinde ve yoldaşlığında sağlam, güvenli ve sarsılmaz adımlar
atmalıdırlar.
50- Bizim buyruğumuz
göz kırpması kadar kısa sürede gerçekleşen bir tek sözdür.
51- Biz sizin gibi
sapıkları daha önce yokettik. Öğüt alan yok mu?
52- Onların
yaptıkları herşey defterlere geçmiştir.
53- Küçük-büyük
bütün davranışları satırlara işlenmiştir.
Yüce Allah'ın bu duyarlı plânının ve
ön-tasarlayıcılığının yanısıra, sınırsız gücü vardır ve sınırsız güç, en
büyük gelişmeleri, en basit işaretlerle gerçekleştirir. "Bizim buyruğumuz
göz kırpması kadar kısacık sürede gerçekleşen bir tek sözdür."
Bir tek işaretle ya da tek bir sözle her iş
gerçekleşiverir. Sözkonusu iş büyük olmuş, küçük olmuş, fark etmez. Zaten
aslında "büyük" ve "küçük" diye birşey yoktur. Bunlar insanoğlunun nesnelere
ilişkin değer yargılarıdır. Ayrıca ortada "zaman" diye bir olgu da yoktur.
"Zaman" denen şey insanların üzerinde yaşadıkları küçük gezegenin dönüşünden
kaynaklanan "insanlara özgü" bir kavramdır. Yüce Allah'ın hesabında bu
sınırlı kavramların yeri yoktur.
Birden bire bu görkemli varlık meydana gelir.
Birdenbire değişir, başkalaşır. Yüce Allah dileyince birdenbire yokoluverir.
O birdenbire bütün canlıları yaratır. Birdenbire onları oraya-buraya
dağıtır. Birdenbire onları ölümün soğuk kucağına atar. Birdenbire onları şu
ya da bu biçimde yeniden diriltir. Birdenbire bütün canlıları yeniden
canlandırır. Birdenbire onları biraraya toplayarak hesaba çeker.
Evet birdenbire. Herhangi bir emek, bir çaba
harcaması gerekmez. Zamana da ihtiyacı yok. Sınırsız güç bu tek sözde, plân
bu tek sözün yanında. Bu tek sözün yanında her iş plânlı ve herşey kolaydır.
Tarih boyunca gelip geçen bütün ilâhi mesaj
yalanlayıcılarının yok edilmeleri de bir tek söz sonucunda, birdenbire
olmuştur. Burada Mekkeli müşriklere eski dönemlerdeki yoldaşları olan
inkârcıların acı sonları hatırlatılıyor. Okuyalım:
"Biz sizin gibi sapıkları daha önce yokettik. Öğüt
alan yok mu?
Onların yaptıkları herşey deftere geçmiştir.
Küçük-büyük bütün davranışları satırlara
işlenmiştir: '
İşte eski inkârcıların yokediliş sahneleri. Bunlar
bu surenin akışı boyunca daha önce halka halka gözler önüne serilmiştir.
"Öğüt alan yok mu?"
Yok mu gördüklerini düşünce süzgecinden geçirip ders
alan?
Bu inkârcıların hesabı, acı yokedilişleri ile,
kapanmış değildir. Önlerinde hiçbir ayrıntıyı ihmal etmeyen asıl hesaplaşma
vardır:
"Onların yaptıkları herşey deftere geçmiştir:'
Bütün yaptıkları sayfalara kaydedilmiştir.
Hesaplaşma günü karşılarına getirileceklerdir:
"Küçük-büyük bütün davranışları satırlara
işlenmiştir."
Bütün davranışları defter satırlarına yazıldığı için
hiç birinin unutulması sözkonusu değildir.
Bunca sunuşlardan ve değerlendirmelerden sonra
dikkatlerimiz başka bir sayfaya çevriliyor. Bu sayfa yüce Allah'ın mesajını
yalanlayanların sayfası değildir. Güvenli bir vedalaşma sahnesinin
gölgesinde başka bir tablo ile yüzyüze geliyoruz. Kötülüklerden sakınanların
tablosudur bu. Görelim:
54- Kötülüklerden
sakınanlar cennetlerde ve ırmak kenarlarındadırlar.
55- Güçlü hükümdarın
katında güvenli bir konutta ağırlanacaklardır.
Sakınanlar bu mutluluk içinde yüzerken günahkârlar
"şaşkınlık ve ateşler içindedirler". Yüzüstü sürüklenerek, itilip kakılarak
cehenneme atılırlar. Bir yandan azarlanırlarken öbür yandan "Ateşin
vücudunuza değişini tadınız" diye cehennemin yakıcı kucağına bırakılırlar.
Bu iki ayetin çizdiği tablonun her iki yanı da
mutluluktur; "Kötülüklerden sakınanlar cennetlerde ve ırmak
boylarındadırlar." "Güçlü hükümdarın katında, güvenli bir konutta
ağırlanacaklardır."
Bir yanda organizmalar aracılığı ile tadılan somut
bir mutluluk geniş kapsamlı ve yaygın içerikli bir ifade içinde dile
getiriliyor: "Cennetlerde ve ırmak boylarındadırlar." İfadeden buram buram
nimet ve konfor tütüyor. Sözcükleri bile tatlı, gürül gürül akışlı. "Nehir
(ırmak)" sözcüğün bu kalıpta kullanılmış olması, sırf kafiye ahengini
sağlamak amacı ile değildir. Aynı zamanda sözcüğün titreşimi ve ifadenin
ahengi ile zihinlerde konfor ve rahatlık imajı canlandırılmak istenmiştir.
Tâblonun öbür yanında kalplerin, ruhların tadacağı
yüce Allah'a yakınlık ve O'nun tarafından ağırlanma mutluluğu vardır: "Güçlü
hükümdarın katında, güvenli bir konutta..: '
Kötülüklerden sakınanların kalacakları barınaklar
kalıcı, güvenlidir. Yüce Allah'a yakın ve onurlandırıcıdır. Bir yandan yüce
Allah'ın yakınında olmalarının çekiciliğine, öbür yandan sürekli olmanın
huzuruna sahiptirler. Böyledir bu. Çünkü bu barınaklarda ağırlanacak olanlar
sakınanlar, korkanlar, çekinenlerdir. Yüce Allah, aynı kişiye iki korkuyu
tattırmaz. Hiç kimseyi hem dünyada hem de ahirette korku ile yüzyüze
getirmez. Dünyada kendisinden korkanları ahirette güven içinde yaşatır.
Onları en korku dolu anların dehşetinden uzak tuttuğu gibi yakınına almanın
ve onurlandırmanın deryasında yüzdürür.
Korku, acı, yakalanma ve yokedilme sahneleri ile
dolup taşan bu sure işte bu huzur mesajı ile, bu güvenli gölgenin altında
noktalanıyor. Meğer bu huzur mesajı, bu güvenli gölge ne kadar tatlı, ne
kadar çekici, ne kadar sürekli ve ne kadar mutluluk bağışlayıcıymış! İşte
eksiksiz terbiye yöntemi budur. Vicdanların gizli kanallarını ve kalplerin
ince giriş yollarını iyi bilen ve her işi yerinde olan yüce Allah'ın eğitim
sistemi karşısındayız. İşte her şeyi belirli bir plâna göre yaratan, hiçbir
gizliliği dikkatinden kaçırmayan ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın
ince ve duyarlı planı.
KAMER SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.