28-Kasas
1- Ta. sin. mim.
2- Bunlar apaçık
Kitab'ın ayetleridir.
Sure, apaçık Kitab'ın benzeri harflerden meydana
geldiğine dikkat çekmek için bu harflerle başlıyor. Erişilmez bir üstünlüğe
sahip olan; fani insanların kullandığı bu harflerden oluşan diğer sözlere
oranla yüce bir makamda olan bu Kitab'ın bu tür harflerden meydana geldiğini
vurgulamak istiyor:
"Bunlar apaçık Kitab'ın ayetleridir."
Şu halde bu apaçık Kitap, insan işi değildir.
İnsanlar böyle bir kitap meydana getirmeye güç yetirilmezler. Bu Kitap yüce
Allah'ın kuluna okuduğu vahiydir. O'nun sanatının erişilmezliği bu Kitap'ta
hemen göze çarpar. Bu ilahi sanatının damgası büyük-küçük her alandaki
ayırıcı ve gerçek özelliği, bu Kitap'ta kendini gösterir:
3- Ey Muhammed!
İnanan bir kavim için. Musa ve Firavun olayının bir kısmını sana dosdoğru
anlatacağız.
Şu halde bu Kitap mü'min topluma yöneliktir. Onlara
eğitiyor, geliştiriyor, onlar için hareket metodu belirliyor, gidecekleri
yolu çiziyor. Bu surede okunan kıssalar işte bu mü'min kitleyi hedef alıyor.
Zaten bu kıssalardan ancak onlar yararlanırlar.
Bu kıssaların doğrudan yüce Allah tarafından
okunduğunun vurgulanması; mü'minlere özen gösterildiği, onların gözetildiği
anlamalarını çağrıştırıyor. Onlara büyük değerlerini, üstün ve yüce
derecelerini anlatıyor. Nasıl? Çünkü yüce Allah bu Kitab'ı onlar için, onlar
adına; onlarla bu özel ikramı, bu ayrıcalığı hakeden nitelikleri adına
peygamberine okuyor.
"İnanan bir kavim için anlatacağız."
Bu girişten sonra, ayetlerin akışı haberi, yani Hz.
Musa ve Firavun'la ilgili haberi anlatmaya başlıyor. Musa kıssasını ilk
halkasından önce -Doğum halkasından- itibaren ele alarak bu haberi sunuyor.
Bu kıssa daha birçok surede anlatılmış olmasına rağmen, kasas süresinin
dışında bir yerde bu tür bir girişle başlamıyor. Çünkü Musa kıssasının ilk
halkası, Musa'nın içinde doğduğu o zor şartlar, çocukluğunda her türlü
kuvvetten ve önlemden yoksun oluşu, yine kavminin güçsüzlüğü ve Firavun'un
hegemonyası altında ezilmesi... Evet bütün bunlar surenin varmak istediği
ana hedefi oluşturuyorlar. Bu olaylarda kudret eli açıkça ve beşeri bir
perdeye gerek duymadan hareket ediyor. İnsanlar bir şey yapamayacak durumda
olunca, doğrudan doğruya kudret eli,zulme, azgınlığa ve zorbalığa darbe
indiriyor. Güçsüz, kuvvetsiz zayıflara yardım ediyor, işkence gören
korumasız, teşkilatsız kimseleri yeryüzüne egemen kılıyor. İşte bu, Mekke'de
ezilen müslüman azınlığın vurgulamasının ifade edilmesine ihtiyaç duyduğu
zorba ve azgın müşrik çoğunluğunsa bilmek zorunda olduğu bir gerçektir.
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kıssası diğer
surelerde genellikle, kendisine peygamberliğin verildiği halkadan başlar,
doğum halkasından değil. O halkada ise güçlü kuvvetli iman, azgın zorbalığa
karşı çıkıyor, ardından iman galip geliyor, zorbalık ise en sonunda
yeniliyor, yerle bir ediliyor. Burada ise amaç, bu anlamı vurgulamak
değildir. Asıl amaç, kötülüğün azması, büsbütün iğrençleşmesi durumunda
kendi felaketine neden olacağını anlatmaktır. Zorbalık iyice azıttığında,
onu insanlardan uzaklaştıracak birine gerek kalmayacağını, böyle bir durumda
kudret elinin dolaysız olarak olaya müdahale edeceğini vurgulamaktır.
Haksızlığa uğrayan zayıfların elinden tutup onları ve içlerindeki iyilik
yanlılarını kurtaracağını, onları eğiteceğini, onları bir ümmet haline
getirip yeryüzüne mirasçı yapacağını vurgulamaktır.
Hz. Musa -selâm üzerine olsun- kıssasının bu surede
anlatılması ile güdülen amaç budur. Bu yüzden kıssa bu amacı yerine
getirecek, onu önplana çıkaracak bir halkadan itibaren sunuluyor. Zaten
Kur'an'da kıssa, yeraldığı surenin akışı ile bir ahenk oluşturur. Kıssa ve
içinde yeraldığı sure'nin amacı kalplerin ve bu kalpleri onaracak
gerçeklerin bina edilmesi doğrultusunda birbirlerini bütünler.
Hz. Musa'nın kıssasının burada sunulan halkaları ise
şunlardır: Hz. Musa'nın doğumunu, bu doğumun gerçekleştiği ortamı saran zor
koşulları, bununla beraber yüce Allah'ın ona yönelik gözetiminin ve
yardımının anlatıldığı halka... Musa'nın gençlik dönemini, yüce Allah'ın ona
hikmet ve ilim vermesini, bu dönemde bir kıptiyi öldürmesini, Firavun ve
kurmaylarının onu aklamak üzere bir tuzak kurmalarını, Mısır'dan kaçıp
Medyen bölgesine gitmesini, orada evlenip yıllarca hizmet etmesinin
sunulduğu halka... Peygamberlik görevini yüklenmeye çağırılmasının, sonra
Firavun ve kurmaylarının karşısına çıkmasının, onların da Musa ve Harun'u
yalanlamalarının anlatıldığı halka... Ayrıca son akıbetin -boğulma olayının-
kısa ve öz olarak sunuluşu...
Sure'nin akışı kıssanın ilk ve ikinci halkasını uzun
ve detaylı sunuyor –bu iki halka bu surede yer alan kıssanın iki yeni
halkasıdır- çünkü kıssanın bu iki halkası kudret elinin açıkça azgın
zorbalığın aleyhinde harekete geçişini ortaya koyuyor. Yine bu bölümlerde,
Firavun'un gücünün, planlarının ve önlemlerinin kaçınılmaz kader ve işleyen
ilahi hüküm karşısındaki çaresizliğini belirginleştiriyor:
Firavun'a, Haman'a ve askerlerine, başlarına
gelmesinden korktukları şeyi gösterelim.
Yine, Kur'an'ın kıssaları sunuş yöntemi uyarınca
surenin akışı bu kıssayı da sahnelere bölüyor; bu sahneler arasında hayal
gücünün dolduracağı sanatsal boşluklar bırakıyor. Hayal gücünün verdiği
hareketliliğin ortaya koyduğu sanat zevkine doymakla birlikte okuyucu
birbirini izleyen iki sahne arasındaki boşlukta olup biten hiçbir olayı,
manzarayı da kaçırmıyor.
Kıssa'nın birinci halkası beş sahne şeklinde
gelişiyor. İkinci halka dokuz sahneden, üçüncü halka ise dört sahneden
oluşuyor. Birbirini izleyen halkaların ve sahnelerin arasında da bir
sahnenin ya da manzaranın üzerine indirilip kaldırılan perdeleri andıran
büyük ya da küçük boşluklar bırakılıyor.
FİRAVUN DÖNEMİNDE
MISIR
Kıssa başlamadan önce, olayların yaşandığı atmosfer,
kıssaların geçtiği ortanı canlandırılıyor. Kıssaların anlatılışına neden
olan olayların perde arkasındaki amaç vurguluyor... Bu da Kur'an'ın
hikâyeleri sunuş tarzlarından biridir... Burada yer alan kıssalar da
konuları ve hedefleri bakımından birbirleriyle uyum oluşturuyorlar:
4- Firavun ülkesinde
ululandı ve zorbalığa kalktı, halkını çeşitli sınıflara böldü. Onlardan bir
topluluğu (İsrailoğulları'nı) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınları
sağ bırakıyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi.
5- Biz istiyorduk ki
o yerde zayıflatılanlara lutfedelim, onları önderler yapalım, onları
diğerlerinin yerine mirasçı kılalım.
6- Ve onları o
ülkede hakim kılalım. Firavun'a Haman'a ve askerlerine; başlarına
gelmesinden korktukları şeyi gösterelim.
Olayların geçtiği sahne bu şekilde çiziliyor ve
olayları yönlendiren el, onunla birlikte olayların gerçekleştirmeye dönük
olduğu amaç bu şekilde ortaya konuluyor. Olayları yönlendiren bu elin açıkça
görülmesi, bir perdeye gerek duymadan hareket etmesi, kıssanın
gerçekleştirmek istediği asıl ve belirgin hedefin yanında, göz önünde
bulundurulan bir diğer hedeftir. Kıssa'nın bu tarz bir girişle başlaması da
bu yüzdendir. Hiç kuşkusuz bu da bu olağanüstü Kitab'ın erişilmez ifade
yöntemlerinden biridir.
Bu hikâyede geçen olayların yaşandığı dönemde
Mısır'ın başında bulunan Firavun'un kim olduğu kesin olarak bilinmiyor.
Zaten tarih belirlemek, Kur'an'daki kıssaların varmak istediği hedefler
arasında yer almaz. Ayrıca bu kıssaların verdiği mesajlara bir katkıda
bulunmaz. Bu olayın, babasını ve kardeşlerini yanına alan Hz. Yusuf'tan
-selâm üzerine olsun- sonra meydana geldiğini bilmemiz yeterlidir. "İsrail"
Hz. Yusuf'un babası Yakub'un adıdır. Bunlar da O'nun soyudur. Böylece
Mısır'da çoğalmış, büyük bir halk kitlesi haline gelmişlerdi.
İşte bu azgın Firavun yeryüzünde kibirlenmiş,
büyüklük taslayıp zorbaca bir düzen kurmuştu. Mısır halkını çeşitli gruplara
ayırmış, her bir gruba ayrı bir uygulamada bulunmuştu. Baskının, işkencenin
en ağırını da İsrailoğulları'na uygulamıştı. Çünkü onlar Firavun ve kavminin
dininden ayrı birtakım bozulmalar ve sapmalar olmuştu, ama temelde tek
İlah'a inanıyor, Firavun'un ilahlığını ve bütün Firavuncuların, putçu
inançlarını inkâr ediyorlardı.
Böylece tağut, böyle bir grubun Mısır'daki
varlığının tahtı ve saltanatı açısından bir tehlike oluşturduğunu sezmişti.
Onları sınır dışı da edemiyordu. Çünkü sayıları yüzbinleri bulan büyük bir
kitleydiler. Böyle bir şey yapsa, Firavunlarla sürekli savaş halinde bulunan
komşuları ile aleyhinde birleşip saldırıya geçebilirlerdi. Bu yüzden
kendisine kulluk etmeyen, tanrılık iddiasını benimsemeyen bu gruptan sezdiği
potansiyel tehlikeyi bertaraf etmek ve onları sistematik olarak soykırıma
uğratmak için son derece iğrenç, o kadar da korkunç cehennemi bir plan
uyguladı. Onları en zor ve en tehlikeli işlerde çalıştırmak, onları
aşağılamak, çeşitli işkencelerden geçinmek bu planın bir parçasıydı. Yine
nüfusları artmasın diye doğar doğmaz erkek çocuklarını öldürmek, kız
çocuklarını erkeksiz bırakmak da uygulanan planın bir parçasıydı. Böylece,
çektikleri işkence ve eziyetlerin yanında erkeklerinin azalıp, kadınlarının
artmasıyla zayıf düşmelerini, kendisine başkaldıramayacak duruma gelmelerini
planlıyordu.
Anlatıldığına göre, Firavun İsrailoğulları'nın
hamile kadınlarının doğum yapmalarından önce ebeler gönderir ve doğan
çocukları kendisine bildirmelerini isterdi. Amaç, hiçbir suçları bulunmayan
çocuklara acımayan, iğrenç ve cehennemi planı uyarınca daha doğar doğmaz
erkek çocukları boğazlamaktı.
İşte bu surede anlatıldığı şekliyle, Musa kıssasının
doğumla ilgili bölümünün geçtiği ortam bundan ibaretti.
"Firavun ülkesinde ululandı ve zorbalığa kalktı,
halkın çeşitli sınıflara böldü. Onlardan bir topluluğu (İsrailoğulları'nı)
zayıflatılıyor, oğullarını kesiyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o
bozguncunun biriydi."
Ne var ki yüce Allah, Firavun'un istediğinden başka
bir şey istiyordu. Zorba tağutun planladığından başka bir şey planlıyordu.
Ellerindeki güçleri ve iktidarları, aldıkları güvenlik önlemleri azgın
tağutları aldatır. Bu yüzden yüce Allah'ın iradesini ve planını unuturlar.
Kendileri için sevdikleri şeyleri, düşmanları için de diledikleri şeyleri
yine kendilerinin seçtiklerini sanırlar. Bunu da, onuda yapabildiklerini
zannederler.
Yüce Allah ise, burada o zamanki iradesini, o
zamanki planını açıkça duyuruyor; Firavun'a Haman'a ve ordularına meydan
okuyarak, aldıkları önlemlerin, hazırladıkları güçlerin, kendilerine hiçbir
yarar sağlamayacağını bildiriyor:
Biz istiyorduk ki o yerde zayıflatılanlara
lutfedelim, onları önderler yapalım, onları diğerlerin yerine mirasçı
kılalım."
"Ve onları o ülkede hakim kılalım. Firavun'a Haman'a
ve askerlerine, haşlarına gelmesinden korktukları şeyi gösterelim."
Tağutun o iğrenç ve çirkin arzusu doğrultusunda
haklarında dilediği gibi hareket ettiği, oğullarını boğazlayıp kadınlarını
erkeksiz bıraktığı, işkence ve soykırımın en kötüsünü tattırdığı, buna
rağmen onlardan çekindiği, tahtı ve saltanatı açısından onlardan korktuğu,
bu yüzden peşlerine gözcüler ve ajanlar taktığı, doğan erkek çocuklarını
izlettirip bir kasap gibi kestiği bu ezilmişlere... Evet bu ezilmişlere yüce
Allah sınırsız iyilikte bulunmak istiyor. Bereketli topraklara mirasçı
yapmak istiyor. (İman edip salih ameller yaparak burayı hakettikleri sürece
yüce Allah bu toprakları onlara bahşetmiştir) Onları bu topraklara
yerleştirip güçlü, kuvvetli olmalarını, güven içinde temelli kalmalarını
istiyor. Firavun'un, Haman'ın ve ordularının korktuklarını ama farkında
olmadan kuşatıldıkları felâketi başlarına getirmek istiyor.
Surenin akışı, hikâyeye girmeden önce pratik durumu
ve en sonunda planlanan akıbeti bu şekilde ilan ediyor. Amaç iki gücü karşı
karşıya getirmektir; bir yanda insanların, çok şeyi yapabildiğini
düşündükleri Firavun'un şişirilmiş, gözlerde büyütülmüş kof gücü, öte yanda
insanları ürküten basit maddi güçlerin karşısında tutunamadığı, savrulup
gittiği yüce Allah'ın gerçek ve dehşet verici gücü.
Bu duyuru ile kıssa başlamadan önce kıssanın
yaşandığı sahne çiziliyor; böylece kalpler sahnede geçecek olaylara,
olayların gelişimine, varacağı sonuca ve daha hikâye anlatılmadan ilan
edilen akıbete nasıl varılacağına ilgiyle bağlanıyor.
Bu yüzden kıssa canlılık doludur. Ve sanki tarihe
gömülmüş bir hikâye değil de ilk defa karşılaşılan bir olay gibi bölüm bölüm
sunuluyor. İşte bu Kur'anın ifade tarzının genel ayrıcalığıdır.
KISSA BAŞLIYOR
Sonra kıssa başlıyor. Onunla birlikte meydan
okumalar ve perdesiz faaliyet gösteren kudret elinin belirginleşmesi
başlıyor.
Kuşkusuz Hz. Musa -salât ve selâm üzerine olsun-
kıssa başlamadan önce çizilen böylesine zor koşulların egemen olduğu bir
ortamda doğmuştu. Doğarken tehlikeler etrafını sarmıştı, ölüm tehlikesi yanı
başındaydı.
İşte onun şaşkın annesi, onun adına korkuyor,
haberin cellatlara ulaşmasından endişeleniyor, çocuğunun boynuna bıçak
atılmasından korkuyor. İşte o, küçücük yavrusuyla korkulu ortamın merkezinde
yaşıyor, onu korumaktan, saklamaktan aciz. Çocuğun dünyaya geldiğinin
duyulmaması için çocuğun fıtri ağlamasını, sesini engellemekten aciz. Onu
korumak için bir çözüm, bir çıkar yol düşünmekten aciz bir halde bekliyor.
İşte onun annesi, zayıf, çaresiz, güçsüz ve yapayalnız...
İşte burada kudret eli müdahale ediyor, titreyen,
korkan ve huzursuz olan annesinin imdadına yetişiyor, nasıl davranacağına
kalbine ilham ediyor, ne yapacağını gösteriyor:
7- Musa'nın
annesine, "Çocuğu emzir. Başına bir şey gelmesinden korkuyorsan bir sandık
içinde suya bırak, korkma, üzülme, biz onu tekrar sana vereceğiz ve onu
peygamber yapacağım" diye bildirmiştik.
Aman Allah'ım! Ne müthiş kudret! Ey Musa'nın annesi,
onu emzir, Ama o senin kucağındayken, senin gözetimindeyken başına bir şey
gelmesinden endişelendiğin zaman, onun ağzında senin memen varken ve o
gözlerinin önündeyken onun adına korktuğun zaman, "Bir sandık içinde "Korkma
üzülme" O burada suda öyle bir elin kontrolündedir ki, onun yanında olmanın
dışında güvenli bir ortam yoktur. Bu elin yanında, onun gözetiminde olduktan
sonra artık hiçbir şeyden korkulmaz. Korkular bu elin kontrolündeki bölgeye
yaklaşamaz. Bu el ateşi serin ve yakmaz hale getirir. Denizi bir sığınağa
bir yatağa dönüştürür. Ne zorba, azgın Firavun ne de yeryüzünün diğer
tağutları bu elin kontrolündeki güvenli, üstün ve saygın koruluğa yaklaşmaya
cesaret edebilir. "Biz onu tekrar sana vereceğiz."
Şu halde onun hayatından endişelenmeye, uzaklığından
dolayı üzülmeye gerek yok. "Onu peygamber yapacağız." İşte yanına ilişkin
bir müjde... Ve işte en doğrusunu söyleyen yüce Allah'ın sözü.
Bu, Musa kıssasının ilk sahnesidir. Ne yapacağını,
korkudan titreyen, endişeli ve kederli bir annenin hali. Bu arada güven
veren, rahatlatan, geleceğe ilişkin bir müjde içeren bir ilham alan bir
annenin sahnesi... Bu ilham, (ayetin orjinalinde geçtiği gibi) bu vahiy
korkudan titreyen, şaşkın durumda bekleyen bu annenin kalbine bir serinlik
ve bir esenlik gibi iniyor. Ayetlerin akışı Musa'nın annesinin bu vahiy, bu
ilhamı nasıl algıladığını ve gereğini nasıl yerine getirdiğini belirtmiyor.
Sadece bir daha açılmak üzere bu sahnenin perdeleri indiriliyor. Perdeler
açılınca kendimizi ikinci sahnenin karşısında buluyoruz.
8- Nihayet Firavun
ailesi onu buldu ve aldı. Çünkü o, sonunda kendileri için bir düşman ve dert
olacaktı. Şüphesiz Firavun, Haman ve askerleri suçlu oldukları için
yanılıyorlardı.
Bu mudur güvende olmak? Verilen söz bu muydu? Bu
muydu müjde? Zavallı kadıncağız çocuğu adına Firavun ailesinden çekinmiyor
muydu? Onlar çocuğunu görecekler diye korkudan titremiyor muydu? Hem zaten
çocuğunun Firavun ailesinin eline düşmesinden korkmuyor muydu?
Evet!.. Ama kudret eli meydan okuyor. Açıktan açığa
ve dolaysız olarak işe müdahale ediyor. Firavun'a, Haman'a ve her ikisinin
ordularına meydan okuyor... Çünkü onlar saltanatları, tahtları ve kişisel
egemenlikleri açısından korktukları için Musa'nın kavminden doğan erkek
çocukları izliyorlardı. Herhangi bir erkek çocuğu ellerinden kaçıp
kurtulmasın diye Musa'nın kavminin üzerine gözcüleri dikmiş, aralarına
ajanlarını salmışlardı. İşte kudret eli, aramalarına yorulmalarına gerek
kalmadan bir erkek çocuğunu kucaklarına atıyor. Hem de hangi çocuğu?
Hepsinin yok olmasına neden olacak bir çocuğu! İşte kudret eli bu çocuğu her
türlü güçten, her türlü plandan yoksun, kendini savunamayacak kadar çaresiz
bir durumda onlara teslim ediyor. Azgın, kanlı diktatör Firavun'un onu
korumasını sağlıyor. Firavun'un onu, İsrailoğulları'nın evlerinde, doğuran
kadınlarının bağrında aramasına gerek kalmıyor artık.
Sonra, işte bu ilahi kudret buradaki amacı meydan
okuyan bir tavırla, açıkça duyuruyor:
"Sonunda kendileri için bir düşman ve dert
olacaktı."
Onlara meydan okuyan bir düşman olsun; içlerine
sıkıntı, endişe salan biri olsun diye.
"Şüphesiz Firavun, Haman ve askerleri suçlu
oldukları için yanılıyorlardı."
Peki bu nasıl olacaktı? Musa her türlü güçten, her
türlü önlemden yoksun olarak onların ellerindeyken bu hedef nasıl
gerçekleşecekti? Bırakalım da ayetlerin akışı cevabı versin:
9- Firavun'un
karısı; "İkimizin de gözü aydın! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur
ya da onu evlat ediniriz"dedi. Onu almakla hata ettiklerini bilmiyorlardı.
Bundan önce Firavun'un sarayının, kendisine karşı
onu himaye etmesini sağladığı gibi, kudret eli şimdi de yine Firavun'a karşı
karısının kalbini Musa'yı korumaya yöneltiyor. İşte bu ince ve şeffaf sevgi
perdesiyle onu korumuştu. Silahla, mevkiyle veya malla değil. Onu kadının
kalbindeki duygusallıkla, sevgiyle korumuştu. Bu sevgi aracılığı ile
Firavun'un katılığını, sertliğini yumuşatmış, hırsına ve önlem alma
eğilimine engel olmuştu. Yüce Allah'ın bu zayıf ve güçsüz çocuğu, sadece bu
ince ve şeffaf perdeyle Firavun'a karşı koruması hiç de zor değildi!
"ikimizin de gözü aydın!"
Halbuki kudret eli onu Firavun'u karısı hariç-
hepsine düşman olsun, içlerine sıkıntı salsın diye kucaklarına atmıştı:
"Onu öldürmeyin."
Oysa Firavun'un ve ordularının yerle bir edilmesi
onun eliyle gerçekleşecektir.
"Belki bize faydası dokunur ya da onu evlat
ediniriz."
Ama ilahi takdir, uzun zamandan beri korktukları
felaketi, o çocuğun varlığının gerisinde saklıyordu.
"Onu almakla hata ettiklerini bilmiyorlardı."
Kendilerine meydan okuyan, kendilerini alaya alan,
dilediğini yapabilen bu gücün farkında değillerdi.
Böylece ikinci sahne sona eriyor ve bir süre için
perde iniyor.
CEFAKÂR ANNE
10- Musa'nın annesi,
gönlü bomboş, sabaha kadar oğlunu düşündü. Eğer biz, vaadimize inananlardan
olması için kalbini iyice pekiştirmemiş olsaydık, saraya alınan çocuğun oğlu
olduğunu açığa vuracaktı.
11- Annesi Musa'nın
ablasına; "Onun izini takip et " dedi. O da kimse farkına varmadan, Musa'yı
gözetledi.
Musa'nın annesi gelen mesajı almış ve çocuğunu suya
bırakmıştı. Ama şimdi nerdedir? Dalgalar ne yaptı ona acaba? Belki de kendi
kendine şöyle sormuştur! Nasıl? Nasıl güvendim de ciğerparemi suya attım?
Bundan önce hiçbir annenin yapamadığı şeyi nasıl yapabildin? Nasıl oldu da
onun selametini bu korkunç nehirde aradım? Ya şu garip sese nasıl teslim
oldum?
Kur'an'ın ifadesi zavallı annenin kalbini son derece
canlı bir tabloda tasvir ediyor: "Gönlü bomboş." Aklı gitmiş, hiçbir şey
düşünemiyor, gözü hiçbir şey görmüyor ve hiçbir şey yapamıyor.
"Saraya alınan çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa
vuracaktı."
Az kalsın yaptığını herkese yayacaktı. Deli gibi
bağırıp: "Kaybettim, yavrumu kaybettim. Garip bir sese uyarak çocuğumu suya
attım" diyecekti.
"Kalbini iyice pekiştirmemiş olsaydık." Kalbine
güven verip tutmasaydık, onu sapmaktan, mahvolmaktan alıkoymasaydık.
"İnananlardan olması için"
Allah'ın vaadine inanan, O'nun sınamasına karşı
sabreden ve O'nun yol göstericiliğine uyan mü'minlerden olmasını
sağlamasaydık.
Buna rağmen Musa'nın annesi, araştırmaktan, bir
şeyler yapmaktan geri durmadı.
"Annesi Musa'nın ablasına; `Onun izini takip et'
dedi."
İzini araştır, bir haber getir. Sağ mıdır? Yoksa bir
deniz canavarı mı, ya da karanın yırtıcı bir hayvanı mı yedi onu? Yahut
nerede durdu, nerede karaya vurdu?..
Musa'nın ablası çekinerek, korkarak izini araştırdı.
Yollarda, sokaklarda onunla ilgili bir haber edinmeye çalıştı. Ve birden onu
gözeten kudret elinin onu nereye sürüklediğini öğrendi. Onu Firavun'un
hizmetçilerinin ellerinde emzirecek birini ararlarken gördü.
12- Önceden, süt
annelerini memesini kabul etmemesini sağladık. Musa'nın ablası; "Sizin için
onun bakımını üstlenecek ve ona öğüt verip onu güzelce eğitecek bir aileyi
göstereyim mi? dedi"
Hiç kuşkusuz onu gözeten güç, neler olacağını
planlamıştı. Onun aracılığı ile Firavun ve ailesine bir plan hazırlamıştır;
Onu bulmalarını, onu sevmelerini, onu emzirecek bir süt anne aramalarını
sağlamıştır. Öte yandan bu ilahi güç şaşkına dönmeleri için çocuğun hiçbir
süt annesinin memesini kabul etmemesini sağlıyor. Kendisine verilmek istenen
her memeyi reddediyor. Onlarsa çocuğun ölmesinden ya da zayıf düşmesinden
endişeleniyorlar. Nihayet ablası uzaktan görüp tanıyor. Böylece ilahi güç
çocuğu süt anne arayan adamların şaşkınlığını Musa'nın ablası için bir
fırsat haline getiriyor. Ablası onlara şöyle diyor: "Sizin için onun
bakımını üstlenecek ve ona öğüt verip onu güzelce eğitecek bir aileyi
göstereyim mi?" Musa'nın ablası sözlerini bitirmeden dediklerini yapıyor ve
seviniyorlar. Bu arada sevimli yavrucağın kurtulması için doğru söylüyor
olmasını diliyorlar.
Böylece dördüncü sahne sona eriyor. Biz de kendimizi
Musa kıssasının bu halkasının beşinci ve son sahnesi karşısında buluyoruz.
Kaybolan çocuk bağrı yanık anneye dönmüştür. Sağlığı da yerindedir.
Güvenilir bir yerde, Firavun'un himayesinde, karısının gözetiminde
yaşamaktadır. Üzerinde dolaşan korku bulutları dağılmış, artık güvenilir ve
sağlam bir yerdedir. Hiç kuşkusuz kudret eli insanı dehşete düşüren
olağanüstü planının ilk aşamasını bu şekilde gerçekleştirmiştir.
13- Böylece biz onu
annesine geri verdik ki gözü aydın olsun, üzülmesin ve Allah'ın vaadinin
gerçek olduğunu bilsin. Fakat çoğu bunu bilmez.
Bundan sonra hikâyenin akışı, Musa'nın doğumu ile
onun gençliğini ve olgunluğunu temsil eden aşağıdaki halka arasında geçen
uzun senelere ilişkin herhangi bir açıklamada bulunmuyor. Bu yüzden emzirmek
üzere annesine geri geldikten sonra neler olduğunu, yine Firavun'un
sarayında nasıl eğitildiğini, emzirme döneminden sonra öz annesi ile ne tür
bir ilişkisinin olduğunu bilemiyoruz. Ayrıca delikanlılık çağına gelip
hikâyenin bu ikinci bölümünde anlatılan olayları yaşayacak kadar büyüdükten
sonra sarayın içindeki ve dışındaki yeri neydi, Firavun'a kulluk edenlerin
ve kâhinlerinin arasında Allah'ın gözetimi altında, O'nun öngördüğü bir
göreve hazırlanıyorken, hangi inanca bağlıydı bilemiyoruz.
Hikâyenin akışı bütün bunlara değinmeden doğrudan
doğruya bedensel ve ruhsal olgunluğa eriştiği dönemi yansıtan kıssanın
ikinci halkasına başlıyor. Yüce Allah ona eşya ve olayları yerinde ve doğru
olarak değerlendirme yeteneğini ve bilgisini vermiştir; onu iyi insanların
ödülü ile ödüllendirmiştir.
14- Musa, yiğitlik
çağına gelip olgunlaşınca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel
davrananları böyle mükâfatlandırırız.
Ergenlik çağına girmek, bedensel güçlerin son
noktaya varmasıdır. Olgunlaşmak ise, organik ve akli gelişmenin
tamamlanmasıdır. Bu da genellikle otuz yaş civarında gerçekleşir. Acaba Hz.
Musa, bu yaşa kadar, Firavun'un sarayında onun ve karısının bir evlatlığı,
üvey evladı oğlu olarak mı yaşamıştır? Yoksa Musa'nınki gibi saf ve seçkin
ruhların sıkıldığı, rahat edemediği, böylesine kokuşmuş bir ortamda ruhu
sıkılmış, huzursuz olmuş, bu yüzden onlardan ayrılıp sarayı terk mi
etmiştir? Özellikle annesinin ona kim olduğunu, hangi kavme mensup olduğunu,
dininin ne olduğunu kesinlikle öğretmiş olması gerekir. O da kavminin nasıl
iğrenç bir zillete, aşağılık bir zulme, alçakça bir haksızlığa mahkum
edildiğini, yine yaygın ve çirkin bir bozgunculuğun her tarafı kapladığını
görüyordu.
Bu konuda elimizde bir kanıt yok. Ancak, az sonra
göreceğimiz gibi bundan sonraki olayların akışı bu hususla ilgili bazı
şeyler ifade etmektedir. Yine ona eşya ve olayları yerinde ve doğru olarak
değerlendirme yeteneği ve bilgi verilmek üzerine yapılan. "İşte güzel
davrananları böyle mükâfatlandırırız."şeklinde değerlendirme onun iyi bir
insan olduğunu, bu yüzden yüce Allah'ın eşya ve olayları yerinde ve doğru
olarak değerlendirme yeteneğini ve bilgiyi bahşederek kendisine iyilikte
bulunduğuna işaret etmektedir:
15- Musa, halkının
haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından diğeri
düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle dövüştüklerini gördü. Kendi
tarafından olan, düşman olana karşı Musa'dan yardım istedi. Musa'da onun
düşmanına bir yumruk vurdu, ölümüne sebep oldu. Sonrada; "Bu şeytanın
işidir; çünkü o apaçık saptıran bir düşmandır "dedi.
16- Musa; "Rabb'im!
Ben nefsime zulmettim, beni bağışla "dedi. Allah onu bağışladı. Çünkü O, çok
bağışlayan ve çok esirgeyendir.
17- Musa; "Rabb'im!
Bana verdiğin nimete andolsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım "dedi.
Şehre girdi. Öyle anlaşılıyor ki bu şehir o zamanki
başkenttir. Peki nereden gelip girdi bu şehre? Aynı şehirdeki saraydan mı
geliyordu? Yoksa sarayı da başkenti de terk etmişti de, sonra da halkının
farkında olmadığı bir sırada, örneğin öğle vakti uyukladıkları bir sırada mı
gelip şehre girdi.
Artık nasıl olmuşsa şehre girmiştir: "Orada, biri
kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle
dövüştüklerini gördü. Kendi tarafından olan, düşman olana karşı Musa'dan
yardım istedi.
Bu adamlardan biri kıpti idi. Rivayete göre; bu adam
Firavun'un adamlarından biriydi. Bir diğer rivayete göre de, saray
aşçısıydı. Öteki de İsrail kökenliydi. Bunlar kavga ediyorlardı. İsrail
kökenli olan kıpti asıllı düşmanlarını alt etmek için Musa'dan yardım
istedi. Nasıl olur? İsrail kökenli adam Firavun'un adamlarından birine karşı
yine Firavun'un üvey oğlundan nasıl olurdu yardım isteyebilir. Eğer Musa
hala sarayda bir evlatlık ya da Firavun'un bir adamı olarak yaşıyorsa böyle
bir şey olamazdı. Ancak İsrail kökenli olan adamın Musa'nın sarayla bir
ilişkisinin kalmadığından, kendisinin İsrail kökenli olduğunu bildiğinden,
baskı altında yaşayan kavmine yardım amacı ile kral ve adamlarından intikam
aldığından emin olması durumunda böyle bir şey söz konusu olabilir. Musa'nın
-selâm üzerine olsun- durumunda olan birisi için böylesi daha uygundur.
Çünkü kötülük ve bozgunculuğun kokuşmuş bataklığında yaşamaya katlanması
uzak bir ihtimaldir.
"Musa'da onun düşmanına bir yumruk vurdu, ölümüne
sebep oldu. .Ayetin orjinalinde geçen "Vekeze" kelimesi eli yumruk haline
getirip vurmaktır. İfaden anlaşıldığına göre bir tek yumrukta Kıpti
ölmüştür. Bu olay, Musa'nın gücüne ve gençliğine işarettir. Öte yandan
heyecanlı ve öfkeli olduğunu tasvir etmektedir. Bunun yanı sıra onun Firavun
a ve onunla ilişkisi bulunan kimselere karşı duyduğu kini de
vurgulamaktadır.
Ancak ayetin akışından anlaşıldığına göre, Hz. Musa
Kıpti'yi öldürmek niyetinde değildi. Bilerek onu öldürmedi. Bu yüzden cansız
bir ceset olarak yere yığılınca derhal geri çekiliyor, yaptığından pişmanlık
duyuyor ve olayı şeytana, onun aldatmasına bağlıyor. Çünkü bu olay
kızgınlıktan kaynaklanmıştı, kızgınlıksa, şeytan ya da şeytanın bir
soluğudur:
"Sonrada`Bu şeytanın işidir; çünkü o apaçık saptıran
bir düşmandır dedi" Sonra kızgınlığın neden olduğu olayın dehşeti ile
kendisine geliyor ve böyle bir yük altına girmekle kendisine zulmettiğini
itiraf ediyor. Affını, bağışlamasını dileyerek Rabb'ine yöneliyor:
"Musa; Rabb'im! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla'
dedi."
Yüce Allah, onun içten yakarmasına ve duyarlılığına
karşılık veriyor, onu bağışlıyor!
"Allah onu bağışladı. Çünkü O çok bağışlayan ve çok
esirgeyendir." Sanki Hz. Musa -selâm üzerine olsun- Rabb'ine yönelişinin
sıcaklığı içinde incelmiş kalbi ile, uyanık duygusu ile Rabb'ine kendisini
bağışladığını hissediyor. Mü'min kalbin inceliği ve duyarlılığı bu düzeye
ulaşınca, Rabb'ine yönelişinin sıcaklığı bu noktaya varınca, dua eder etmez
duasının Allah'a ulaştığını hisseder. Hz. Musa da Rabb'inin duasını kabul
ettiğini hissedince vicdanını bir titreme alıyor. Bu yüzden kendi kendine
bir söz verdiğini görüyoruz. Rabb'inin kendisine bahşettiği nimetlere
karşılık bu sözünü tutacağını vadediyor:
"Musa; `Rabb'im! Bana verdiğin nimete andolsun ki,
suçlulara asla yardımcı olmayacağım. dedi"
Bu, suçluların tarafında yer alıp onlara destek ve
yardımcı olmamaya ilişkin kesin bir sözdür. Her türlü suçtan ve suçlulardan
uzak olmanın ifadesidir. Kızgınlığın, zulüm ve haksızlığın ağır baskısı
altında bile mücrimlerden taraf olmayacağının belirtisidir.
Bu sözü, yüce Allah'ın duasını kabul etmek, bundan
önce de kendisine güç, kuvvet, hikmet ve ilim vermek suretiyle bahşettiği
nimetlerin karşılığı olarak vermektedir.
ZÜLME BAŞKALDIRI
Bu derin titreme ve bundan önceki derin heyecan bize
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kişiliğini tasvir etmektedir. Heyecanlı,
sıcakkanlı, duygusal ve tepkisel bir kişiliktir bu. İlerde daha bir çok yer
de bu kişiliğin belirgin özellikleriyle karşılaşacağız.
Hatta şu anda Hz. Musa kıssasının bu halkasındaki
ikinci sahnede bu kişiliğin belirtileriyle karşı karşıya bulunuyoruz!
18- Şehirde korku
içinde etrafı gözetleyerek sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen kişi
bağırarak yine ondan yardım istiyordu. Musa ona; "Besbelli sen bir azgınsın.
" dedi.
19- Nihayet Musa
ikisininde düşmanı olan adamı yakalamak isteyince; "Ey Musa! Dün bir canı
öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen yeryüzünde islah
edenlerden değilde zorba olmak istiyorsun. "dedi.
Birinci kavga Kıpti'nin ölümü ile, Musa'nın
yaptığına pişman olup Rabb'ine yönelmesi, O'ndan bağışlanma dilemesi,
Rabb'inin de onu bağışlaması, bunun üzerine Musa'nın suçlulara destek
olmayacağına ilişkin olarak kendi kendine söz vermesi ile sonuçlanmıştır.
Aradan bir gün geçmiş, Musa yaptığını ortaya
çıkmasından korkarak şehirde sabahlamış, ifşa olmanın, eziyet görmenin
endişesiyle etrafı gözetliyor... Ayette geçen "gözetleme" kelimesi, etrafına
bakıp duran, birilerinden saklanan, her an bir kötülüğe uğrama, beklentisi
içinde olan birinin içinde bulunduğu endişeli durumu tasvir ediyor. Aynı
şekilde burada ortaya çıkan durumda, heyecanlı kişiliğin özelliklerindendir.
Ayetin ifade yöntemi korkunun ve endişenin egemen olduğu durumu bu kelimeyle
somutlaştırırken "şehirde" sözüyle de olayı büyütmektedir. Çünkü normalde
şehir güven ve huzurun egemen olduğu bir ortamdır. Şehirde korku içinde
etrafı gözetlediğine göre, bu yerde güven içinde barınamayacak kadar büyük
bir korku içindedir demektir.
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- bu durumu, onun o
sırada sarayın adamlarından biri olmadığını gösteriyor. Yoksa zulüm ve
azgınlığın hüküm sürdüğü dönemlerde saraya mensup birinin bir kişiyi
öldürmesinden daha sıradan, daha önemsiz ne olabilir ki? Şayet hala
Firavun'un gönlündeki ve sarayındaki yerini koruyor olsaydı, şehirde
korkarak etrafı gözetlemesi bir yana herhangi bir şekilde endişelenmeyecek,
korkmayacaktı.
O, bu korku içinde saklanmaya çalışırken birden "Dün
kendisinden yardım isteyen kişi bağırarak yine ondan yardım istiyordu."
Dün bir Kıptiye karşı kendisinden yardım isteyen
İsrail kökenli arkadaşı bugün yine bir başka Kıpti ile kavgaya tutuşmuş ve
bağırarak Musa'dan yardım istiyor. Belki de Musa'nın bu ortak düşmanına bir
yumruk indirip öldürmesini istiyordu.
Ancak dünkü tablosu, öte yandan duyduğu pişmanlık,
sonra Rabb'inden bağışlanma dileyip ona verdiği söz hala Musa'nın
aklındaydı. Üstelik her an eziyete uğrama endişesiyle etrafı gözetleyerek
saklanmasını da unutmuş değildi. Bu yüzden Hz. Musa kendisine bağırarak
yardım isteyen İsrail kökenliye kızıyor ve onu sapık, yoldan çıkmış biri
olarak nitelendiriyor:
Musa ona; "Besbelli sen bir azgınsın" dedi.
Bu sonu gelmez kavgalarıyla, İsrailoğulları'nın
aleyhine kızgınlığın artmasından başka sonuç vermeyen dalaşmalarıyla yoldan
çıkmışın, sapığın tekisin. Çünkü İsrailoğulları bir harekete girişemeyecek
kadar zayıf bir durumdadırlar. Bu yüzden hiçbir yararı olmayan, üstelik
zarar veren bu tür kavgaların hiçbir değeri yoktur.
Buna rağmen, görülen o ki, Kıptiye karşı duyduğu
kinle öfkelenmiş, dünkü adamı öldürdüğü gibi bunu da öldürmek için
kızgınlıkla üzerine atılmıştır. Bu kızgınlık, daha önce de işaret ettiğimiz
gibi Musa'nın heyecanlı kişiliğinin bir özelliğidir. Öte yandan bu
kızgınlık, Musa'nın içinde zulme karşı biriken tepkinin, haksızlığa,
azgınlığa karşı içinde beslediği intikam duygusunun, İsrailoğulları'na
uygulanan sistematik işkenceden duyduğu sıkıntının insanın kalbinde kin ve
öfke çizgilerini koruyan yıllardan beri süregelen azgınlığa, haksızlığa
duyduğu nefretin boyutunu da göstermektedir:
"Nihayet Musa ikisininde düşmanı olan adamı
yakalamak isteyince; `Ey Musa! Dün bir canı öldürdüğün gibi beni de mi
öldürmek istiyorsun? Sen yeryüzünde islah edenlerden değilde zorba olmak
istiyorsun.' dedi"
Zulüm iyice azıtınca, toplum dejenere olunca,
ölçüler birbirine karışınca, her yanı koyu bir karanlık kaplayınca temiz bir
ruh; rejimleri, kanunları ve gelenekleri şekillendiren zulme katlanamaz,
tepki gösterir. Bu tür toplumlarda zulüm genel fıtratı bozar. Öyle ki
insanlar, zulüm yapıldığını görmelerine rağmen tepki göstermezler.
Azgınlığı, saldırganlığı gördükleri halde önüne geçmek gibi bir duygu
uyanmaz içlerinde. Hatta genel fıtratın bozulması haksızlığa uğrayanın tepki
göstermesini, direnmesini yadırgayacak ve kendini veya başkasını savunmaya
kalkışanı, Kıpti'nin Hz. Musa'ya dediği gibi "yeryüzünde zorbalık yapmaya"
kamu düzenini bozmaya, anarşi çıkarmaya kalkışmakla suçlayacak bir düzeye
varır. Bunun nedeni, diktatör tağuti rejimin insanları ezmesini görüp ses
çıkarmaya, herhangi bir harekette bulunmamaya alışmalarıdır: Öyle bir an
gelir ki onlar, asıl yapılması gerekenin bu olduğunu, bunun bir meziyet
olduğunu, bunun edep olduğunu, ahlak ve iyiliğin bu olduğunu düşünürler. Bu
yüzden haksızlığa uğrayan birinin kendini savunduğunu, tağutların kurdukları
rejimleri korumak amacı ile diktikleri engelleri yıkmaya çalıştığını, bir
mazlumun bu tür batıl, saçma ve yapay duvarları yerle bir etmeye giriştiğini
gördükleri zaman dehşete kapılarak hemen uzaklaşırlar. Uğradığı haksızlığı
bertaraf etmeye çalışan mazlumu kan dökücü ya da zorba olarak
nitelendirirler. Hemen o mazlumu kınama bombardımanına tutarlar,
cezalandırırlar. Ama azgın ve zalim diktatörü kınadıkları ya da
cezalandırdıkları çok az görülmüştür. Zulümden dolayı ayakta kalmayacak
duruma gelse bile bir mazlumun ağır bir zulme tepki göstermesini mazur
gösterecek bir neden bulamazlar.
Kuşkusuz İsrailoğulları uzun süre zulüm altında
kalmışlardı. Bu yüzden Hz. Musa -selâm üzerine olsun- İsrailoğulları'nın
uğradığı bu zulme karşı tepki doluydu. Bu nedenle birinci kavgayı gördüğü
zaman heyecana kapılmış, ama sonra yaptığına pişman olmuştu. Sonra ikinci
kavgayı gördüğünde yine daha pişman olduğu şeyi yapacak kadar öfkelenmişti.
Kendisinin ve kavminin olan Kıpti'yi az kalsın yakalayacaktı.
Bu yüzden yüce Allah onu yalnız bırakmıyor. Tam
tersine onu gözetliyor, duasını kabul ediyor. Çünkü yüce Allah ruhları
herkesten iyi bilir. İnsanın katlanma gücünün de bir sınırı olduğunu bilir.
Zulüm iyice azıttığında, insaf kapılarını bütünüyle kapattığında, baskı
altında tutulan, işkenceye uğratılan insanın tepki göstereceğini, karşı
saldırıya geçeceğini bilir. Bu yüzden, baskı, öfke ve kızgınlığın etkisiyle
normal sınırları aşan bu tür fıtri bir hareketi korkunç bir şey olarak gören
zulmün etkisiyle fıtratları dejenere olmuş toplumlar gibi Musa'nın bu
eylemini korkunç bir hareket olarak nitelendiriyor.
Bu, iki olayı ve onlardan sonraki gelişmeleri
aktaran Kur'an'ın ifade tarzının billurlaştırdığı ibret dersidir. Çünkü
Kur'an bu davranışı onaylamıyor, ama büyütmüyor da. Olayı nefse zulmetmek
olarak nitelendirmesi de belki de Musa'nın soydaşlık taassubunun etkisiyle
tepki gösterip heyecanlanmasından kaynaklanıyordur. Çünkü o, Allah'ın
gözetimi altında peygamber olmak üzere seçilmiştir. Belki de bu
nitelendirmenin nedeni Hz. Musa'nın azgın, zorba rejimin uygulamaları ile,
zamansız bir kavgaya girmesi, zalimlerle dalaşmakta acele etmesidir. Çünkü
yüce Allah insanların kendisinin öngördüğü metot doğrultusunda yürümek
suretiyle kapsamlı kurtuluş elde etmelerini istiyor. Çünkü bireysel ve
zamansız dalaşmalar rejimlerin değişmesi açısından bir yarar sağlamazlar.
Nitekim yüce Allah Mekke'deki müslümanları zamanı gelmeden müşriklerle
kavgalara girmekten alıkoymuştu.
Öyle anlaşılıyor ki, bir önceki öldürme olayının
kokusu etrafa yayılmış ve şüpheler de Musa'nın üzerinde yoğunlaşıyormuş.
Çünkü bundan önce Firavun ve kurmaylarının azgınlıklarını, zorba
yönetimlerini eleştirdiği, karşı çıktığı biliniyormuş. Öteki yandan
İsrailoğulları'ndan başkaları da duymuş olabilir.
Biz bunu tercih ediyoruz. Çünkü böylesine zor
şartlarda Hz. Musa'nın İsrailoğulları'ndan biriyle kavga eden Firavun'un
adamlarından birini öldürmesi, İsrailoğuları'nın içini rahatlatan,
göğüslerindeki kini dindiren bir olay olarak kabul edilir. Bu yüzden bu tür
olaylar öteden beri dilden dile aktarılır, sevinçle, coşkuyla kulaklara
fısıldanır. Böylece oradan oraya yayılır, ifşa olur. Özellikle daha önce Hz.
Musa'nın zorba yönetimden nefret ettiği, mazlumlara yardımcı olduğu
bilinirse...
Hz. Musa ikinci Kıpti'yi yakalamak isteyince Kıpti
ona bu şekilde suçluyor. Çünkü artık işin iç yüzü ortaya çıkmıştır. Kıpti
bakıyor ki Musa kendisini yakalamak istiyor, bu yüzden ona şu karşılığı
veriyor: "Ey Musa! Dün bir canı öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek
istiyorsun?" Adamın sözlerinin devamı ise şöyledir: "Sen yeryüzünde islah
edenlerden değil de zorba olmak istiyorsun dedi" Bu ifadeden anlaşılıyor ki,
Hz. Musa kendisine hayatta öyle bir yol, öyle bir çizgi tutmuş ki; bununla
zulmü, zorbalığı sevmeyen salih ve yapıcı bir insan olarak tanınmıştır. İşte
bu Kıpti de ona bunu hatırlatıyor. Tanıdığının tam tersi bir davranış içinde
bulunduğunu yüzüne vurarak, iyi nitelikli yapıcı biri değil zorba biri
olmakla, insanları uzlaştıracağına öldürmekle, kötülüğü kışkırtmakla
suçluyor. Kıpti'nin konuşma tarzı ve sözlerinin içeriği, Hz. Musa'nın o
sırada Firavun'un adamlarından biri olmadığını gösteriyor. Yoksa, sözlerinin
içeriği böyle de olsa bir Mısırlı Firavun'un adamlarından birine bu tarzda
hitap edemezdi.
Bazı müfessirler, bu sözlerin Kıptiye değil, İsrail
kökenliye ait olduğunu söylemişler. Onlara göre, Hz. Musa İsrail kökenliye:
"Besbelli sen bir azgınsın." deyip ikisinin düşmanı olan Kıptiyi yakalamak
üzere öfkeyle ona doğru yönelince, İsrail kökenli olan adam Hz. Musa'nın
kendisine kızdığını sanmış, bu yüzden yukarıdaki sözleri sarf ederek sadece
kendisinin bildiği bu sırrı açığa vurmuştur. Bu müfessirlerin böyle
düşünmelerinin nedeni, Mısırlıların bu sırdan haberdar olmamalarıdır.
Ne var ki, bu sözleri söyleyenin Kıpti olması daha
yakın bir ihtimaldir. Nitekim bu sırrın yayılma nedenini de açıklamıştık.
Mısırlı konu hakkında oluşan koşulların da yardımı ile feraseti ve sezgisi
sayesinde bu sırrın farkına varmıştır.
HZ. MUSA'YA ULAŞAN
HABER
Görülen o ki, adamın bir önceki olayı hatırlaması
üzerine Hz. Musa daha fazla ileri gitmemiş, adamı bırakmıştır. O da Musa'dan
kurtulur kurtulmaz gidip Firavun kavminin ileri gelenlerine aradıkları
adamın saldıran Musa olduğunu söylemiştir. Burada geçen sahneden sonra
hikâyenin akışında bir boşluk var. Sonra yeni bir sahne sunuluyor. Şehrin
uzak bir köşesinden bir adam Musa'nın yanına geliyor. Firavun kavminin ileri
gelenlerinin kendisi hakkında yaptıkları toplantıyı ve verilmek istenen
cezayı haber vererek onu uyarıyor. Hayatını kurtarması için şehirden
kaçmasını tavsiye ediyor.
20- Şehrin öbür
ucundan bir adam koşarak geldi; "Ey Musa, ileri gelenler seni öldürmek için
aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu ben sana öğüt veriyorum "
dedi.
Hiç kuşkusuz kudret eli, iradesini yerine getirmek
üzere gerektiği anda hemen devreye girer, açıkca olaya müdahale eder.
Firavun'un çevresinden, hükümet üyelerinden ve
kendisine yakın olanlardan oluşan bu ileri gelenler bunun Musa'nın işi
olduğunu öğrendikleri, Musa'nın gerçekleştirdiği bu eylemdeki tehlike
sinyalini algıladıkları kuşkusuzdur. Çünkü bu eylem özü itibariyle bir
başkaldırı, bir direniş ve ezilen İsrailoğulları'na yardım niteliğindedir.
Şu halde bu olay olağanüstü toplanıp bir karara varmayı gerektirecek kadar
tehlikeli bir olaydır. Eğer suç, sıradan bir adam öldürme suçu olsaydı
Firavun ve önde gelen kurmayları bu kadar ilgilenmezlerdi. Bu sırada kudret
eli ileri gelenlerden birini seçiyor. Büyük bir ihtimalle bu adam Firavun
ailesine mensup imanını gizleyen bir mü'mindir. Gafir suresinde sözü edilen
kişi de budur.(Firavun ailesine mensup imanını gizleyen mü'min bir adam
şöyle dedi: "Rabb'im Allah'dır dediği için bir adamı öldürecek misiniz?"
(Gafir Suresi, 28)) Kudret eli "şehrin öbür ucundan" kralın adamları
yetişmeden önce koşarak, olayın öneminin bilincinde olarak Musa'ya haber
vermesi için onu görevlendiriyor: "Ey Musa, ileri gelenler seni öldürmek
için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu ben sana öğüt
veriyorum."
21- Musa, korku
içinde çevresini gözetleyerek şehirden çıktı. "Rabb'im! Beni şu zalim
kavimden kurtar. " dedi.
Burada bir kez daha Hz. Musa'nın heyecanlı
kişiliğinin belirgin özelliğini görüyoruz. Endişeli ve korkuyor. Bu yüzden
durmadan etrafına bakınıp duruyor. Bu özelliğin yanı sıra doğrudan Allah'dan
yardım isteme, O'nun himayesini ve gözetimini bekleme, korkulu ortamdan
kaçıp onun korusuna sığınma, güven ve kurtuluşu onun katından umma
özelliğini de gözlüyoruz.
"Rabb'im! Beni şu zalim kavimden kurtar."
Sonra ayetlerin akışı onu şehrin dışında izlemeye
koyuluyor. Korkuyor, endişeli bakışlarla etrafını gözetliyor. Tek başına,
yapayalnızdır. Allah'a güvenmekten, onun yardımını ve yol göstericiliğini
istemekten başka hiçbir şeye sahip değildir:
22- Medyen'e doğru
yönelince; "Ümit ederim ki Rabb'im doğru yola iletir. " dedi.
Burada, tek başına, yurdundan kovulmuş biri olarak
Şam'ın güneyinde ve Hicaz'ın kuzeyinde yer alan Medyen'e doğru çöllerden yol
alırken Musa'nın kişiliğini gözlüyoruz. Mesafeler çok uzak, yollar uzadıkça
uzuyor. Ne yiyeceği var ne de bu yolculuk için gerekli olan hazırlığı...
Şehirden korku içinde ve çevresini gözetleyerek çıkmıştı. Kendisine öğüt
veren mü'min adamın uyarısı üzerine endişelenmiş ve oyalanmadan, yanına yol
azığı almadan kendisine uçsuz bucaksız çöllerde yol göstericilik yapacak bir
kılavuz tutmadan çıkmıştı. Bütün bu olumsuzlukların yanında Rabb'ine
yönelmiş, bütünüyle O'na teslim olmuş, O'nun yol göstericiliğini bekleyen
nefsini gözlüyoruz: "Ümit ederim ki Rabb'im beni doğru yola iletir."
MEDYENE KAÇIŞ
Bir süre kendisini güvenlik daha doğrusu refah
içinde, konforlu ve her türlü nimete boğulmuş bir hayat sürdükten sonra Hz.
Musa'yı yeniden korkulu bir atmosferin tam ortasında buluyoruz. Yalnız
başına, yeryüzünü tüm maddi güçlerinden yoksun bir durumda buluyoruz.
Firavun ve askerleri peşine düşmüş, her yerde onu arıyorlar. Küçükken
yapamadıklarını (öldürme olayını) şimdi yapmak için. Ne var ki o zaman
Musa'yı gözeten ve koruyan kudret eli şimdi de onu koruyup gözetliyor ve onu
kesinlikle düşmanlarına teslim etmiyor. İşte Musa şimdi de uzun bir yola
koyulmuş, zorbaların elinin ulaşamayacağı bir bölgeye gidiyor:
23- Medyen suyuna
geldiğinde, kuyunun başında insanların hayvanların, suladıklarını gördü.
Onlardan başka, hayvanlarını sudan alıkoyan iki kız gördü. Onlara; "Derdiniz
nedir?" dedi. Dediler ki; "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz onların içine
sokulup hayvanlarımızı sulamayız. Babamız çok yaşlıdır, onun için bu işi biz
yapıyoruz. "
24- Musa onların
hayvanlarını suladı, sonra gölgeye çekildi; "Rabb'im, doğrusu bana
indireceğin her hayra muhtacım" dedi.
Medyen bölgesindeki bir su kaynağına ulaşması ile
birlikte meşakkatli ve uzun yolculuğu sona ermişti. Suyun başına geldiğinde
yorgun ve bitkindi. O sırada, Hz. Musa'nınki gibi bozulmamış bir fıtratın,
insani özelliklerini yitirmemiş bir nefsin rahatsız olacağı, kaldıramayacağı
bir sahne ile karşılaşıyor. Çobanların sulamak üzere hayvanlarını suyun
başına sürdüklerini, öte yandan iki kadının da hayvanlarını suyun başına
süremediklerini görüyor. Oysa insani özelliklerini yitirmemiş ve fıtratları
bozulmamış insanlara yakışan, öncelikle iki kadının hayvanlarına su
içirmelerine, sürülerini aradan çıkarmalarına müsaade etmektir. Normal olan
erkeklerin onlara yol verip yardımcı olmalarıdır.
Yurdundan kaçan, kovalanan ve uzun yolculuktan
yorgun düşmüş olan Musa-selâm üzerine olsun- böylesine anormal ve çirkin bir
tablo karşısında yorgunluğunu, yabancılığını bahane ederek oturup
dinlenmiyor. Tam tersine kalkıp o iki kadının yanına gidiyor ve bu tuhaf
durumlarının nedenini soruyor:
"Onlara, derdiniz nedir? dedi."
"Dediler ki; ;Çobanlar sulayıp çekilmeden biz
onların içine sokulup hayvanlarımızı sulamayız. Babamız çok yaşlıdır Onun
için bu işi biz yapıyoruz."
Kadının kenara çekilmelerinin, koyunlarını arkada
bırakıp suyun başına gitmekten alıkoymalarının nedenini anlattılar. Neden
anlaşılmıştır, zayıflık... Onlar kadındırlar, bu çobanlarsa erkek. Babaları
da çobanlık yapamayacak bu adamlarla mücadele edemeyecek kadar yaşlıdır.
Bunun üzerine Hz. Musa gayrete geliyor, bozulmamış fıtratı harekete geçiyor.
Gerekeni yapmak üzere öne atılıyor. Onurlu ve saygın erkeklerin yapması
gerektiği gibi önce iki kadının sürüsüne su içirmek için öne geçiyor. Oysa
Hz. Musa bilmediği bir yerde yabancı biridir. Burada bir dayanağı, bir
yardımcısı yoktur. Üstelik azıksız, hazırlıksız çıktığı bir uzun yolculuktan
geldiği için son derece yorgun ve bitkindir de. Öte yandan yurdundan
kovulmuş birisidir, peşinde acımasız düşmanlar var. Ne var ki, bütün bu
olumsuzluklar onu insanlığın, mertliğin ve iyiliğin gereklerini yerine
getirmekten, tertemiz ruhların yakından tanıdığı tabi hakkı gerçek yerine
koymaktan alıkoymuyor.
"Musa onların hayvanlarını suladı."
Bu da yüce Allah'ın gözetimi altında yetişen ruhun
soyluluğunu gösteriyor. Aynı zamanda uzun bir yolculuk sonucu oldukça yorgun
düşmüş olmasına rağmen onun caydırıcı, heybetli gücüne de işaret etmektedir.
Belki de, çobanların içine korku salan güç onun bedensel gücünden çok ruhsal
gücü olmuştur. Çünkü insanlar daha çok kalplerin ve ruhların gücünden
etkilenirler:
"Sonra gölgeye çekildi." Bu ifade o günlerin
kavurucu ve sıcak günler olduğuna, Hz. Musa'nın yolculuğunun bu sıcak ve
kavurucu günlerde gerçekleştiğine işaret ediyor.
"Rabb'im, doğrusu bana indireceğin her hayra
muhtacım dedi."
Hz. Musa -selâm üzerine olsun- bedeniyle maddi ve
esenlik verici gölgeye sığınırken ruhuyla ve kalbiyle de geniş ve engin bir
gölgeye, kerim ve iyilik sahibi yüce Allah'ın gölgesine sığınıyor: "Rabb'im,
doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım." Rabb'im ben gurbetteyim,
kimsesizim. Rabb'im ben fakirim. Rabb'im ben yalnızım. Rabb'im ben zayıfım.
Rabb'im senin lütfuna, iyiliğine ve keremine muhtacım.
Biz bu sözler arasında bu kalbin çırpınışını,
güvenilir bir koruyuculuğa, sàğlam bir dayanağa, esenlik veren engin bir
gölgeye sığınışını işitiyoruz. Yakın bir duayı, kalbin tüm duygularını ifade
eden bir fısıldamayı, dostça bir yaklaşımı, derin bir bağlılığı duyuyoruz.
"Rabb'im, doğrusu bana indireceğin her hayra
muhtacım."
EVLİLİK ÖNCESİ SADE
VE SAĞLIKLI TEKLİFLER
Biz Hz. Musa ile -selâm üzerine olsun- birlikte dua
sahnesine dalmışken ayetlerin akışı kurtuluş sahnesini göstermede acele
ediyor. Bu amaçla duaya verilen cevabın ne kadar çabuk geldiğini vurgulamak
için ayette çabukluk ifade eden "fa" bağlacı kullanılıyor. Sanki gök koşuyor
ve yalvaran bu yabancı kalbin duasına cevap veriyor.
25- O sırada iki
kızdan biri utana utana Musa'nın yanına geldi; "Babam sulama ücretini ödemek
için seni çağırıyor" dedi. Musa kızların babalarının yanına gelerek başından
geçen olayları anlatınca O; "Korkma, o zalim kavimden kurtuldun" dedi.
Allah'ın kurtarışına bakın... Onun yakınlığını,
çağrısını seyredin... Hiç kuşkusuz yaşlı adamın bu daveti; yoksul, muhtaç
Musa'nın duasına gökten gelen cevaptır. Yaşlı adamın bu daveti, onun için
bir koruma ve onurlandırmadır. Bu davet, iyiliğin ödülüdür. "İki kızdan
biri" getiriyor bu daveti. Gelirken "Utana utana geliyordu." Temiz, iyi,
iffetli ve terbiyeli kızların bir erkekle karşılaştıklarında yaptıkları gibi
"Utana utana geliyordu." Ne kırıtma, ne çalım, ne gösteriş ne de baştan
çıkarma. Geliyor ve en kısa, en öz sözlerle daveti ulaştırıyor, yol
gösteriyor, babasının yanına götürüyor. Bunu Kur'an-ı Kerim şöyle
anlatı-yor. "Baham sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor." Kızın
davranışlarındaki utangaçlığın yanı sıra sözlerinde de bir açıklık,
dikkatlilik ve anlaşılırlık ön plandadır. Sözlerini ağzında gevelemiyor,
olduğu gibi ve dolambaçlı hale getirmeden söylüyor. Aynı şekilde bu da
özelliğini kaybetmemiş, temiz ve doğru bir fıtratın belirtisidir. Çünkü
tertemiz kalmış iffetli kızlar erkeklerle karşılaştıklarında, onlarla
konuştuklarında fıtratları gereği utanırlar, ama iffetliklerine ve
doğruluklarına olan güvenlerinden dolayı lafı ağızlarında gevelemezler.
Karşısındakini tahrik edecek, baştan çıkaracak, heyecanlandıracak şekilde
konuşmazlar. Lafı uzatmadan, gerektiği kadar açık konuşurlar.
Ayetlerin akışı bu konuda fazla bir şey söylemeden
sahneyi bitiriyor. Genç kızın davet etmesi ve Hz. Musa'nın da davete uyması
dışında da izleyiciye düşünecek bir alan bırakmıyor. Ardından Hz. Musa ile
yaşlı adamın buluşma sahnesi ile karşı karşıya kalıyoruz. Ancak bu yaşlı
adamın ismi belirtilmiyor. Bu yaşlının bildiğimiz Şuayb peygamberin
kardeşinin oğlu olduğu, adının da Yesrun olduğu söylenmektedir.(Daha önce
"Fı Zilâl-il Kur'an"da bu adamın Şuayb peygamber olduğunu söylemiştim. Bir
keresinde de bu adamın Şuayb peygamber olabileceği gibi, olmayabileceğini de
söylemiştim. Şimdi ise bu adamın Şuayb peygamber olmadığını, Medyen
halkından yaşlı bir adam olduğunu tercih ediyorum. Bu görüşü tercih etmemin
nedeni, adamın yaşlı oluşudur. Oysa Şuayb peygamber -selâm üzerine olsun-
kavminden kendisini yalanlayanların yok edilişlerini görmüştü ve geride
sadece kendisine inananlar kalmıştı. Şayet bu adam kavminden geriye kalan
mü'minler arasında yaşamakta olan Şuayb peygamber olsaydı, çoban!ar, yaşlı
peygamberlerinin kızlarından önce hayvanlarını sulamazlardı. Mü'min
toplumların davranış şekli bu değildir. ilk kuşaktan beri mü'minler
peygamberlerine ve kızlarına böyle davranmazlar.
Bunun yanı sıra Kur'an'da kayınpederinin Hz. Musa'ya
herhangi bir şey öğrettiğinden de söz edilmiyor. Şayet bu adam Şuayb
peygamber olsaydı, on yıl birlikte yaşadığı Musa'yla konuşurken bazı
peygamberlik sözlerini mutlaka işitecekti.)
"Musa kızların babalarının yanına gelerek başından
geçen olayları anla-tınca O; korkma, o zalim kavimden kurtuldun" dedi.
Hiç kuşkusuz Hz. Musa'nın güvenliğe ihtiyacı vardı.
Bedeninin yemeye ve içmeye ihtiyacı olduğu gibi. Ne var ki, ruhunun
güvenliğe olan ihtiyacı bedeninin yiyeceğe olan ihtiyacından daha fazlaydı.
Bu yüzden ayetlerin akışı buluşma sahnesinde bu saygın yaşlının "Korkma"
sözünü önplana çıkarıyor. Hz. Musa'nın başından geçenleri anlatmasından
sonra yaşlı adamın Musa'nın içine duygusunu akıtmak, kendisini emniyette
hissetmesini sağlamak için söylediği ilk söz olarak bu kelimeyi ifade
ediyor. Sonra açıklamada bulunuyor, güvenlikte oluşunun nedenini vurguluyor.
"O zalim kavimden kurtuldun" Çünkü Medyen üzerinde bir etkinlikleri yoktur,
yönetimleri altında değil. Bu yüzden Medyendekilere eziyet edemezler,
buradakilere zarar veremezler.
Sonra sahnede iffetli ve tertemiz bir kadının sesini
işitiyoruz.
26- Kızlardan biri;
"Babacığım, bunu çoban olarak tut, ücretle tuttuklarının en hayırlısı budur.
Çünkü hem güçlü hem de güvenilir. "
Hem o hem de kız kardeşi koyunları gütmenin, suyun
başında erkeklerle didişmenin ve erkeklerin işini yapan her kadında olduğu
gibi bedensel yıpranmanın zorluklarını çekiyorlardı. Bu ağır işlerin altında
eziliyor, kardeşi de öyle. Evinde oturan bir kadın olmak istiyordu. İffetli,
örtülü, otlakta ve su başların-da yabancı erkeklerle didişmeyen evinin
kadını olmak istiyordu. İffetli bir ruh'a temiz bir kalbe, bozulmamış bir
fıtrata sahip bir kadın erkeklerle düşüp kalk-maktan ve bu durumdan
kaynaklanan açıklıktan, süslenip püslenmekten hoşlanmaz, tam tersine
rahatsız olur.
İşte bu, yurdundan kovulmuş yabancı bir gençtir.
Aynı zamanda güçlü ve güvenilir bir kişidir. Yabancı biri olmasına rağmen
çobanları korkutan, bu yüzden kendisine yol verip koyunların su içmesini
sağlayan gücünü de görmüştü. Halbuki ne kadar güçlü olursa olsun yabancı her
zaman zayıftır. Sonra çağırmak üzere yanına giderken konuşması ve
bakışlarındaki iffetli tavrından dolayı onun güvenilir biri olduğunu da
görmüştü. Bu yüzden kendisini ve kardeşini çalışmaktan, didişmekten,
erkeklerle içiçe yaşamaktan kurtarması için babasından Musa'yı ücretle
tutmasını istiyor. Hem Musa çalışma için gücü kuvveti yerinde biridir. Namus
açısından güvenilir olan birisi diğer konularda da güvenilir birisidir. Kız
bu öneride bulunurken kem küm etmiyor, lafı gevelemiyor, kötü zanda
bulunulmasından, hakkında dedikodu yapılmasından korkmuyor. Çünkü ruhu
temizdir, duyguları paktır onun. Bu yüzden herhangi bir şeyden korkmuyor.
Babasına bu öneride bulunurken sözü anlaşılmaz bir şekilde evirip
çevirmiyor.
Öte yandan Musa'nın gücünü gösterme bakımından
kuyunun ağzını kapattığı söylenen ve yirmi veya kırk yahut daha fazla ya da
daha az kişinin zor kaldıra-bildikleri bir taşı tek başına kaldırmak gibi
müfessirlerin anlattıkları rivayetlere de gerek yoktur. Bir kere kuyu kapalı
değildi. Sadece çobanlar kuyunun başın-da hayvanlarını suluyorlardı, O da
gelip onları uzaklaştırmış ve iki kadının hayvanlarına su içirmişti.
Aynı şekilde onun namus açısından güvenilir biri
olduğunun kanıtı olarak, güya kızı görmemek için "sen arkamdan gel, yolu
bana tarif et" dediğini hatta önce kendisinin kızı izlediği ancak rüzgar
kızın eteklerini havalandırıp topuklarının görünmesine neden olduğu için bu
sözü söylediği şeklindeki rivayetlere de gerek yoktur. Bütün bunlar yersiz
zorlamalardır ve söz konusu olmayan bir kuşkuyu ortadan kaldırma amacına
yöneliktir. Oysa Hz. Musa -selâm üzerine olsun-bakışlarını haramdan sakınan,
temiz duygular besleyen biridir, kız da öyledir. Bir erkekle bir kadının
karşılaşması esnasında iffetlilik, hiçbir zorlamaya ve yapmacık bir
davranışa gerek duymadan basit ve sade bir harekette kendiliğinden belirir.
Yaşlı adam Kızının bu önerisini olumlu karşılıyor.
Belki de bu adam kızının ve Musa'nın birbirlerine karşılıklı olarak
besledikleri güven duygusunu, karşılıklı duyulan normal fıtri eğilimi, bir
yuva kurmaya uygun doğal arzuyu hissetmişti. Güç ve güvenirlilik özellikleri
bir erkekte bulundu mu bu bozulmamış, lekelenmemiş ve Allah'ın yarattığı
fıtrattan sapmamış genç kız tabiatını kendine çeker. Yaşlı adam, sekiz yıl
hizmet etmesi ve koyunlarını gütmesi karşılığında kızlarından birini
kendisiyle evlendireceğini Musa'ya söylerken bu iki hedefi birleştir:niş
oluyordu. Ayrıca bu hizmet süresini on yıla tamamlarsa kendisinden bir lütuf
olacağını yoksa bunu yapmak zorunda olmadığını belirtiyor.
27- Kızların babası;
"Bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikahlamak
istiyorum. Eğer bu süreyi on yıla tamamlarsan o senin tarafından bir
iyiliktir. Ben sana zahmet vermek istemem. İnşallah, beni iyi kimselerden
bulacaksın" dedi.
İşte böyle, adam gayet açık ve sade bir dille
hangisi olduğunu belirtmeden kızlarından birini Musa'ya öneriyor. Belki de
adam; daha önce de belirttiğimiz gibi delikanlı ile arasında karşılıklı
güven ortamı oluşan kızının hangisi olduğunu sezmişti. Adam kızını
nikahlamasını istiyor ve bundan utanmıyor. Bir aile kurmayı, bir yuva
oluşturmayı öneriyor, bunda da utanılacak bir şey yoktur. Sıkılmaya,
çekingen davranmaya, dolaylı sözlerle ima etmeye gerek yoktur. Normal
fıtrattan sapan, yapay boş vé anlamsız geleneklere kul-köle olan toplumlarda
görülen zorlamalara, törelere gerek yoktur. Bu tür toplumlarda yaygın bu
anlamsız gelenekler babayı ya da kızın velisini, kızını veya kız kardeşini
ya da bir yakını, ahlâkını ve dinini beğendiği, evlilik hayatını sağlıklı
bir şekilde yürüteceği yeterlilikte olduğunu düşündüğü birine sunmasına
engel oluştururlar. Bu toplumlarda erkeğin ya da velisinin yahut vekilinin
ilk adımı atması bir zorunluluktur. Aksi taktirde teklifin, kız tarafından
gelmesi yakışık almaz. Bu tür sapık toplumların çifte standartlarından biri
de şudur: Bu toplumlarda genç erkekler ve kızlar serbestçe buluşur,
birbirleriyle konuşur, kaynaşırlar. Nişan ve evlilik niyeti söz konusu
olmadan birbirlerinin vücutlarının gizli yönlerini görürler. Ama nişanlanma
önerilince ya da evlilikten söz edilince birden herkesi yapmacık bir utanma
alır, araya aşılması güç engeller konur. Açıklığa, sadeliğe ve kolaylığa
engel olurlar.
Peygamber efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun-
döneminde babalar kızlarını erkeklere önerirlerdi. Hatta bizzat
peygambere-salât ve selâm üzerine olsun gidip kendileriyle evlenmesini,
olmasa uygun gördüğü biriyle evlendirmesini isterlerdi. Bütün bunlar açık
bir dille, tertemiz duygularla, güzel bir edeple ifade edilirdi. Hiç
kimsenin onuru incinmez, kesinlikle utanç duymazdı. Nitekim Hz. Ömer -Allah
ondan razı olsun- kızı Hafsa'yı Hz. Ebu Bekir'e önermiş ama Hz. Ebu Bekir
ses çıkarmamıştı. Sonra Hz. Osman'a sunmuş o da mazeret belirtmişti.
Peygamber efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- bunları duyunca "belki de
yüce Allah her ikisinden daha iyi birisini ona nasip eder" diyerek Hz.
Ömer'in gönlünü hoş etmişti. Daha sonra peygamberimiz Hz. Hafsa ile
evlenmişti. Yine bir gün bir kadın peygamberimizden -salât ve selâm üzerine
olsun- kendisiyle evlenmesini istemişti. Fakat peygamberimiz mazeret
bildirerek kendisiyle evlenemeyeceğini belirtmişti. Bunun üzerine kadın
istediği bir kişiyle evlendirmek üzere velayetini -evlendirme yetkisini- ona
bırakmıştı. Peygamberimiz de onu Kur'an'dan iki sure ezbere bilmekten başka
mal varlığı bulunmayan bir adamla evlendirmişti. Adam kadına bu iki sureyi
öğretmiş bu da kadının mehri yerine geçmişti.
İşte İslâm toplumu, aile binasını, organik yapısını,
bu derece sade ve aydınlık bir ortamda gerçekleştiriyordu. Herhangi bir
zorlamaya, lafı evirip çevirmeye, yapmacık ve eğri büğrü tavırlara yer
vermeden...
Hz. Musa'nın yanındaki yaşlı adam da böyle yapmıştı.
Musa'ya bu öneride bulunmuş ve kendisine zorluk çıkarmayacağına, ağır işlere
koşturup yormayacağına söz vermişti. Allah'ın izniyle davranışları ve sözüne
bağlılığı açısından Musa'nın kendisini iyi bir insan olarak bulmasını
dilemişti. Bu da yüce Allah'a karşı kendisinden söz ederken insanın
takınacağı güzel bir edep tavrıdır. Bu yaşlı adam da kendisini temize
çıkarmıyor, kesinlikle iyi bir insan olduğunu söylemiyor. Sadece öyle biri
olmayı ümid ediyor, bu işi de yüce Allah'ın iradesine bırakıyor.
Hz. Musa öneriyi kabul ediyor, sözleşmeyi uyguluyor;
aynı açıklık ve dikkatlilikle. Ve Allah'ı şahit tutuyor.
28- Musa; "Bu
seninle benim aramda bir sözleşmedir. Hangi süreyi yerine getirirsem bana
düşmanlık yoktur. Konuştuklarımıza Allah vekildir. " dedi.
Anlaşmaya konu olan meselelerde, anlaşmanın
şartlarında kapalılığa, zorlamaya ve utanmaya yer yoktur. Bu yüzden Hz. Musa
-selâm üzerine olsun- öneriyi kabul ediyor, yaşlı adamın ileri sürdüğü
şartlarda anlaşmaya uyacağını açıkca belirtiyor. Sonra da şu hususu ifade
ediyor. "Hangi süreyi yerine getirirsem bana düşmanlık yoktur." İster sekiz
yıl hizmet ederim, ister on yılı tamamlarım. Ne anlaşmanın gerektirdiği işin
yükümlülüklerinden, ne de on yılı tamamlamam hususunda bir zorlamaya
uğramayacağım. Çünkü sekiz yıllık hizmetten sonra bu isteğe bağlıdır.
"Konuştuklarımıza Allah vekildir." Anlaşılan iki taraf arasındaki adaletin
vekili ve sahibi O'dur. Hiç kuşkusuz vekil olarak Allah yeterlidir.
Hz. Musa fıtratın doğruluğu, kişiliğinin açıklığı
doğrultusunda hareket ederek bu açıklamada bulunuyor. Bununla anlaşmaya
taraf olanların dikkat, açıklılık ve netlik gibi yükümlülüklerini yerine
getiriyor. Bununla beraber o, sürelerin daha uzun olanını tamamlamak
niyetindedir. Nitekim öyle de yapmıştı. Rivayete göre peygamber
efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- Hz. Musa'nın sözleşmedeki en uzun ve
en güzel süreyi tamamladığını söylemiştir. (Buhari)
Böylece Musa -selâm üzerine olsun- kayınpederinin
evinde kalmaya başlıyor. Artık Firavun'dan, onun tuzağından emindir. Hiç
kuşkusuz bütün bunlar yüce Allah'ın bilgisinin kıssasında öngörülen bir
hikmet doğrultusunda olmuştur. Şu halde biz de Hz. Musa'nın kıssasındaki bu
halkayı sonuna kadarki gelişmesini burada bırakalım. Çünkü akışı kıssanın bu
halkasını buraya kadar getiriyor, gerisine değinmiyor. Burada perdelerini
indiriyor.
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- hizmet etmek
üzere anlaştığı on sene geçip gidiyor. Ama surenin akışı bu arada olup
bitenlere değinmiyor. Musa süreyi tamamlayıp ailesiyle birlikte Medyen'den
dönmesiyle birlikte kıssanın üçüncü halkası başlıyor. On yıl önce yalnız
başına ve yurdundan kovulmuş biri olarak geçtiği yoldan yeniden geçiyor. Ne
var ki geriye dönüşün havası ilk yolculuğun havasından farklıdır. Yolda
aklına bile getirmediği bir olayla karşılaşmak üzere geri dönüyor. Rabb'i
kendisine seslensin, kendisiyle konuşsun, kendisine bir görev yüklesin diye
dönüyor. Yüce Allah onu bu görev için korumuş, gözetlemişti. Bunun için
eğitmiş, terbiye etmişti. Bu görev sadece Rabb'lerine kulluk yapıp hiç
kimseyi ona ortak koşmamaları için, İsrailoğulları'nı serbest bıraksınlar
diye. Firavun ve kurmaylarına peygamber olarak gönderilmedir. İsrailoğulları
yerleştirilmek üzere kendilerine va'dedilen bölgeye varis olsunlar, ayrıca
Musa Firavun'a, Hamana ve her ikisinin ordularına düşman olsun, onlar için
sıkıntı kaynağı olsun ve yüce Allah'ın bir hak olarak va'dettiği gibi
akıbetleri onun eliyle gerçekleşsin diye görevlendirilecektir!.
29- Musa süreyi
bitirince ailesi ile beraber yola çıktı. Tur tarafında bir ateş gördü.
Ailesine "Siz durun, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber yada
bir ateş koru getiririmde ısınırsınız. "dedi.
30- Oraya gelince, o
mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki, ağaçtan kendisine şöyle seslenildi;
`Ey Musa, muhakkak ki alemlerin Rabb'i olan Allah benim ben!"
31- "Asanı at" Musa
attığı kocaman asasının küçük bir yılan gibi hareket ettiğini görünce, dönüp
arkasına bakmadan kaçtı. "Ey Musa, dön gel, korkma, sen güvende
olanlardansın. "
32- Elini koynuna
sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın. Korkudan açılan kollarını kendine çek.
İşte bunlar, Firavun'a ve onun adamlarına karşı Rabb'inin verdiği iki
delildir. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdirler" denildi.
33- Musa; "Rabb'im!
Ben onlardan bir cana kıydım, beni öldürmelerinden korkuyorum. " dedi.
34- Kardeşim
Harun'un dili benimkinden daha düzgündür onuda beni destekleyen bir yardımcı
olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlayacaklarından korkarım. " dedi.
35- Allah; "Seni
kardeşinle destekleyeceğiz; ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el
uzatamayacaklar. Ayetlerim sayesinde onlar size erişemeyecekler. l:kiniz ve
size uyanlar üstün geleceksiniz. " dedi.
Kıssanın bu halkasında yer alan bu iki sahneyi
sunmadan önce, geçen bu on sene içinde, bu yolda gerçekleşen gidiş ve
dönüşte yüce Allah'ın Musa ile ilgili planı karşısında bir süre durmak
istiyoruz.
Kudret eli, Musa'nın -selâm üzerine olsun- hayat
çizgisini, beşikten hayatının bu aşamasına kadar adım adım belirlemiştir.
Kudret eli, Firavun ailesi tarafından bulunsun diye onu suya atıyor.
Düşmanın himayesinde yetişsin diye Firavun'un karısının sevgilisini ona
yöneltiyor. Sonra içlerinden birini öldürsün diye halkın farkında olmadığı
bir sırada şehre girmesini sağlıyor. Ardından kendisini uyarsın ve şehirden
çıkması yönünde öğüt versin diye Firavun ailesine mensup mü'min bir adamı
yanına gönderiyor. Sonra Mısır'dan Medyen'e doğru azıksız, hazırlıksız,
yalnız ve kovulmuş biri olarak çöllerde yol alırken ona eşlik ediyor. Sonra
on yıl hizmet etmesi karşılığında ücretle tutsun, ardından dönüp
peygamberlik yükümlülüğünü üstlensin diye onu yaşlı adamla
karşılaştırıyor...
İşte ilahi seslenişten ve görevlendirmeden önce
gözetmeden, yönlendirmeden, eğitmeden ve denemeden ibaret uzun çizgi...
Gözetim, sevgi ve nazla büyüme deneyimi. İçe atılan, kinin baskısı ile tepki
gösterme deneyimi. Korku, kovalanma ve endişe deneyimi. Gurbet, yalnızlık ve
açlık deneyimi! Saray hayatından sonra hizmetkârlık ve koyun çobanlığı
deneyimi. Bu büyük deneyimler esnasında geçirilen küçük çapta değişik
deneyimler, karmaşık duygular, düşünceler, depreşmeler, kavramalar ve
bilgilenmeler. Bunların yanı sıra erginlik çağına alıştıktan sonra yüce
Allah'ın kendisine bahşettiği bilgi, eşya ve olayları gereği gibi ve yerinde
değerlendirebilme yeteneği.
Hiç kuşkusuz peygamberlik değişik ve ağır
yükümlülükleri bulunan büyük ve meşakkatli bir görevdir. Bu yüzden peygamber
olacak kişinin, yüce Allah'ın dolaysız bağışlarının, vahyinin, kalbe ve
vicdana yönelik ilahi direktiflerine ihtiyacı vardır. Bununla birlikte
hayatın pratiğinden edinilen deneyimlerden, kavrayışlardan, bilgilenmelerden
ve bizzat tatmalardan oluşan büyük bir birikime gerek duyar.
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
peygamberliği hariç, Musa'nın peygamberliği, bir insanın yüklendiği en büyük
görevdir. Çünkü Hz. Musa -selâm üzerine olsun- kendi zamanının en zorba , en
azgın, en despot, en büyük güce sahip en sağlam egemenliği elinde
bulunduran, en köklü uygarlığa sahip yeryüzünde büyüklük taslayarak
insanları en çok kendisine kul yapan zalim Firavun'a gönderilmiştir.
Hz. Musa, zillet kadehinden içen, gittikçe de bundan
zevk almaya başlayan, uzun bir zaman boyunca kendini kaybedip aşağılanmaya
razı olan bir kavmi kurtarmaya gönderilmiştir. Zillet, insan fıtratını
dejenere eder, çürütür, kokuşturur. İçindeki iyiliği, güzelliği ve
uyanıklığı giderir. Kokuşmuşluktan, çirkeften, pislikten ve iğrençlikten
tiksinme özelliğini yok eder. Bu yüzden bu tür toplumları içine düştükleri
durumdan kurtarmak zor ve meşakkatli bir iştir.
Hz. Musa eski bir inanç sistemine inanan ancak bu
inançtan sapan, bu inancın kalplerindeki gerçek görünümü bozulmuş bulunan
bir kavme gönderilmiştir. Bunlar yeni inanç sistemini içtenlikle ve
zahmetsiz olarak kabul edebilecek işlenmemiş kalpler değildir. Öte yandan
eski inançlarına da bağlı değildirler. Bu tür kalpleri yola getirmek çok zor
ve yorucu bir uğraştır. Bu kalplerin eğrilikleri, yamuklukları ve
sapıklıkları, görevi daha da zorlaştırır, ağırlaştırır.
Kısacası Hz. Musa yeniden bir ümmet kurmak için daha
doğrusu temelden bir ümmet oluşturmak için gönderilmiştir. Çünkü
İsrailoğulları ilk kez peygamberliğin egemen olduğu kendine özgü bir hayat
biçimi olan bağımsız bir halk oluyordu. Ümmet kurma işi ise büyük, ağır ve
zor bir iştir.
Belki de Kur'an-ı Kerim'in bu kıssaya bu kadar özen
göstermesi bundandır. Çünkü bu kıssa, bir dava temeline dayalı olarak bir
ümmet meydana getirmenin; bu işi gerçekleştirirken karşı karşıya kâlınan iç
ve dış engellerin; bu esnada meydana gelen sapmaların, donuklaşmaların,
deneyimlerin ve yıkımların eksiksiz bir örneğidir.
On yıllık süre içinde yaşanan deneyim ise, Hz.
Musa'nın yetiştiği saray hayatı ile davet için sarf edilen yoğun ve yorucu
çalışmalarla, ağır yükümlülüklerle dolu hayatı birbirinden ayırmak için yer
almaktadır bu kıssada.
Hiç kuşkusuz sarayın kendine özgü bir havası,
alışkanlıkları, insan ruhunu etkileyen özel bir atmosferi vardır. Bu ruh ne
kadar bilgili, kavrayabilen ve şeffaf olsa da bu ortamdan etkilenir.
Peygamberlik görevi ise, zengini-fakiri, varlısı yoksulu, temizi-kirlisi,
süslüsü-kabası, güzeli-çirkini, iyisi-kötüsü, güçlüsü-zayıfı,
sabırlısı-telaşlısı ile halk kitlelerini muhatap alır. Fakirlerin
kendilerine özgü yeme, içme, giyim, kuşam ve yürüyüş tarzları vardır.
Olayları anlama yöntemleri, hayatı düşünme tarzları, konuşma ve davranış
biçimleri, duygularını ifade etme yolları kendilerine özgüdür. Bu
gelenekler, bolluk içinde büyüyenlerin, saray eğitimi görenlerine özgüdür.
Bu gelenekler, bolluk içinde büyüyenlerin, saray eğitimi görenlerin
duygularına ağır gelir. Bunlara katlanmaları, eğitmeleri bir yana; görmeye
bile tahammül edemezler. Bu yoksulların kalpleri iyilikle bezenmiş,
doğruluğu, güzelliği kabullenmeye yatkın da olsa, görünüşleri ve
alışkanlıklarının özellikleri saray mensuplarının gönüllerinde yer
etmelerine engel olur.
Peygamberliğin meşakkat çekme, soyutlanma ve kimi
zaman zorluklarla şiddetle karşılaşma gibi yükümlülükleri vardır. Saray
mensuplarının kalpleri ise, alıştıkları konfordan, bolluktan ve zevki
sefadan fedakârlık etmeye hazır olsalar bile hayatın realitesinde fiilen
yaşadıkları zaman uzun süre sertliğe, yoksunluğa ve meşakkatlere karşı
sabredemezler.
Bu yüzden Musa'nın -selâm üzerine olsun- adımlarını
yönlendiren Kudret eli onun alıştığı konforlu saray hayatından
uzaklaşmasını, çobanlar topluluğuna katılmasını, böylece bir süre, korku,
kovulma, meşakkat ve açlık çektikten sonra bir lokma ekmeğin ve başını
sokacak bir sığınağın değerini bilen bir çoban olup yüce Allah'ın kendisine
bahşettiği nimeti hissetmesini istemiştir. Bunun yanı sıra duygularından,
yoksulluktan ve yoksullardan tiksinme; onların geleneklerinden,
ahlaklarından, kabalıklarından ve basitliklerinden rahatsız olma ruhunu
gidermek istemiştir. Onların cahillikleri, fakirlikleri, çirkin görünümleri
ve her türlü gelenek ve görenekleri karşısında büyüklük kompleksine kapılma
duygusunu içinden söküp atmak istemiştir. Henüz peygamberlik görevini
yüklemeden önce bu görevin yükümlülüklerine alışması için onu küçükken
nehrin dalgaları arasına attıktan sonra büyüyünce de hayatın dalgalarının
içine atmak istemiştir.
Musa'nın -selâm üzerine olsun- ruhunun denenmesi
tamamlanınca, gurbet diyarında geçirdiği bu son deneyimle psikolojik olarak
sıkıntılara, zorluklara alışınca, kudret eli adımlarını tekrar yurduna;
ailesinin ve kavminin yaşadığı bölgeye; peygamber olacağı, mücadele edeceği
yere yöneltiyor. Daha önce kovulmuş biri olarak korka korka ve yalnız başına
geçtiği yoldan yürütüyor. Acaba aynı yolda gerçekleşen bu gidiş ve geliş
hangi amaca yöneliktir? Hiç kuşkusuz bu, yolun ayrıntılarına varana kadar
Musa'yı alıştırmak, deneyimden géçirmek, eğitmek amacına yöneliktir.
Rabb'inden başka yol rehberliği bakımından hiç kimseye güvenmemesi için bir
öncüde bulunması gereken nitelikleri kazanması, gerekli deneyimi tamamlaması
bir zorunluktu. Çünkü Musa'nın kavmi zillet, baskı ve aşağılanma yüzünden
bütünüyle dejenere olup düşünme ve bir hareketi planlanma yeteneklerini
kaybettikleri için büyük-küçük her konuda kendilerine yol gösterecek bir
öncüye muhtaçtı.
Böylece Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- yüce
Allah'ın gözetimi altında nasıl yetiştiğini, sorumluluk almak üzere ilahi
kudret tarafından nasıl geri döndürüldüğünü kavramış oluyoruz. Şimdi Hz.
Musa'nın yüce kudret eli tarafından belirlenen bu büyük sorumluluğa doğru
yol alışını izleyelim.
ALLAH'LA İLK
KARŞILAŞMA
"Musa süreyi bitirince ailesi ile beraber yola
çıktı. Tur tarafından bir ateş gördü. Ailesine `Siz durun, ben bir ateş
gördüm; belki oradan size bir haber yada bir ateş koru getiririmde
ısınırsınız! dedi."
Acaba Hz. Musa ne düşündü de korkarak çıktığı Mısıra
geri dönmek istedi? Ne gibi bir düşünce, bir insanı öldürdüğü bir yerde,
kendisini bekleyen tehlikeyi ve orada kendisini öldürmek için kavminin ileri
gelenleri ile toplantılar düzenleyip kararlar alan Firavun'u unutmasını
sağladı?
Hiç kuşkusuz Musa'nın tüm adımlarını yönlendiren
Kudret eli bu sefer de üstlenmek üzere yaratıldığı ve ilk andan itibaren
onun için gözetildiği görevi yerine getirmesi için fıtri bir eğilimle onu
ailesine, aşiretine, yurduna ve yetiştiği çevreye yöneltmiş O'na korkusundan
tek başına yollara düştüğü tehlikeyi unutturmuş olabilir.
Her neyse! İşte O, dönmek için yola koyulmuş bile.
Yanında da ailesi var. Vakit de gece. Ortalık kapkaranlık. Bu yüzden yolu da
kaybetmiş. Ayrıca bir haber ya da ısınmak için bir kor getirmek amacıyla
gördüğü ateşe koşmasından da anlaşıldığı gibi soğuk bir kış gecesinde yol
alıyor. Kıssanın bu halkasında yer alan ilk sahne budur.
İkinci sahne ise büyük bir sürprizdir!
"Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ
kıyısındaki ağaçtan kendisine şöyle seslenildi."
İşte O, gördüğü ateşe doğru gidiyor. İşte Tur
dağının yanındaki vadinin kenarında, vadiyi sağına alacak şekilde "mübarek
bölgede" yol alıyor. Musa'nın yürüdüğü ve ateşi gördüğü bu yer, bu andan
itibaren mübarektir, kutsaldır. Ve bütün evren "bir ağaçtan" Musa'ya
yöneltilen yüce çağrıyla yankılanıyor. Belki de Musa'ya seslenilen bu ağaç o
yörede tekti.
"Ey Musa, muhakkak ki alemlerin Rabb'i Allah benim
ben!
Musa bu çağrıyı, doğrudan ve dolaysız duyuyor. Tek
başına derin bir vadide ve sessiz gecenin içinde algılıyor. Çevresindeki tüm
evrende yankılanan, gökleri ve yerleri kaplayan bu çağrıyı duyuyor.
Algılıyor ama nasıl algıladığını, hangi organıyla kavradığını ve hangi
yoldan algıladığını bilmiyoruz. Çevresindeki evren bu olağanüstü çağrıyı
algılamaya güç yetirebiliyor. Çünkü O, bu büyük an için Allah'ın gözetimi
altında hazırlanmıştır.
Varlık aleminin vicdanı bu olağanüstü çağrıyı tescil
etmiştir. Yüce Allah'ın göründüğü (tecelli ettiği) bu bölge kutlu ve
bereketli kılınmıştır. Bu olağanüstü görünme ilé onurlandırılan vadi seçkin
bir yer haline geliyor. Ve işte Musa bir insanın gelebileceği en yüksek
noktada duruyor.
Bu olağanüstü çağrı kuluna direktifler vermeye devam
ediyor.
"Âsanı at." Musa yüce Rabb'inin emrine itaat etmek
amacı ile asayı bırakıyor. Ama o da ne? Bu, uzun süre yanında taşıdığı ve
kesinlikle tanıdığı asa değildir. Çabucak kıvrılan ve hızlı hareket eden bir
yılandır. Büyük bir yılan olduğu halde küçük yılanlar gibi kıvrıla kıvrıla
gidiyor.
"Musa attığı kocaman asasının küçük bir yılan gibi
hareket ettiğini görünce bakmadan kaçtı."
Bu olay, Hz. Musa'nın ilk anda kendisini gösteren
heyecanlı tabiatı ile hazır olmadığı bir sürprizdi... "Dönüp arkasına
bakmadan kaçtı." Ne olduğunu görmek için, bu büyük ve olağanüstü olayı
anlamak için düşünme gereği duymadan kaçtı. Bu, yeri gelince kendini
gösteren heyecanlı tiplerin en belirgin özelliğidir.
Sonra yüce Rabb'inin seslenişini duyuyor!
"Ey Musa, dön gel, korkma; sen güvende
olanlardansın."
Korku ve güven duyguları bir anda ve peş peşe
Musa'nın ruhunu sarıyor. Bu duygular bütün hayatı boyunca onu hiç yalnız
bırakmamışlardı. Onun hayatına egemen olan atmosfer baştan sona korku ve
güvendir. Hiç kuşkusuz Musa'nın ruhunun bu sürekli heyecanlılığı bir amaca
yöneliktir. Musa'nın yaşadığı hayat için planlanmıştır. Bu özellik,
İsrailoğulları'nın taşlaşmış ruhlarına, uzun süredir aşağılanmaya ses
çıkarmayışlarına karşıt bir sayfadır. Bu, ilahi kudretin bir planı, derin ve
incelikli bir taktiridir.
"Dön gel, korkma, sen güvende olanlardansın."
Adımları Kudret eli tarafından yönlendirilen,
Allah'ın gözetiminde olan biri güvenlikte olamaz mı?
"Elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz
çıksın."
Musa emre uyuyor ve elini göğsünün yanında
elbisesinin cebine sokup çıkarıyor. Bir an içinde ikinci sürpriz. Eli
bembeyaz, parlak, hastalıksız ve aydınlık saçıyor. Oysa onun eli esmere
yakın buğday rengiydi. Bu, olay hakkın aydınlığına, ayetin açıklığına ve
kanıtın kesinliğine bir işaretti.
Musa olayın mahiyetini kavrıyor. Bulunduğu konumun
dehşetinden ve peş peşe ortaya çıkan mucizelerin etkisinden titremeye
başlıyor. Ama kendisini sakin olmaya çağıran bir direktifle birlikte bir kez
daha koruyucu eli imdadına yetişiyor. Elini kalbinin üzerine koymasını,
böylece atışlarını yavaşlatmasını, heyecanını yatıştırmasını istiyor:
"Korkudan açılan kollarını kendine çek."
Sanki eli göğsünün üzerinde kavuşturduğu bir
kanattır. Tıpkı kanatlarını kavuşturup süzülen bir kuş gibi. Burada
kanatları çırpmak, heyecana, korkuya benzetiliyor, kavuşturmak da
sakinleşmeye, güvencede olmaya benzetiliyor. Ayetin ifadesi bu tabloyu
Kur'an'ın eşsiz yöntemi uyarınca çiziyor.
Şimdi Hz. Musa algılayacağını algılamışken, aynı
şekilde göreceğini görmüşken... Nitekim iki olağanüstü mucize görmüştü.
Bunlardan dolayı korkmuş, sonra da sakinleşmişti. Şimdi ise mucizelerin
ötesindeki mesajı öğreniyor... daha çocukluğunun ilk günlerinden itibaren
üstlenmeye hazırlandığı sorumluluğu alıyor.
"İşte bunlar, Firavun'a ve onun adamlarına karşı
Rabb'inin sana verdiği iki delildir."
Şu halde bu mucizelerin arka planındaki mesaj,
Firavun ve kurmaylarına peygamber olarak gönderilmedir. Bu, Musa daha
kundakta bir çocukken Musa'nın anasına verilen sözdür: "Biz onu tekrar sana
vereceğiz ve onu peygamber yapacağız." Bu, üzerinden yıllar geçmiş bir
sözdür. Yüce Allah'ın verdiği bir sözdür ve Allah sözünden dönmez. En doğru
sözü O söyler.
Burada Hz.' Musa -selâm üzerine olsun- onlardan bir
kişiyi öldürdüğünü, oradan kovularak çıktığını, kendisini öldürmek için
toplanıp karar aldıklarını, bu yüzden onlardan uzaklara kaçtığını
hatırlıyor. Ama şu anda Rabb'inin huzurundadır. Rabb'i O'nu kendisiyle
buluşturmak suretiyle onurlandırmıştır. Onu kurtarmak ve mucizelerini
göstermekle onurlandırmıştır. Bu yüzden Hz. Musa öldürülüp yüce Allah'ın
risaletinin kesilmesinden endişelenerek dikkatli davranıyor.
"Musa; `Rabb'im! ben onlardan bir cana kıydım, beni
öldürmelerinden korkuyorum' dedi."
Bunu mazeret bildirmek için söylemiyor. Amacı
görevden kaçınmak, geri durmak değildir. Asıl amacı, dava açısından dikkatli
davranmaktır. Korktuğu şeyler başına gelecek olsa bile, davanın
süreceğinden, hedefine varacağından emin olmaktır. Hiç kuşkusuz bu, Musa
gibi güçlü ve güvenilir bir kişiye yakışır bir titizliktir.
"Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür.
Onu da beni destekleyen bir yardımcı olarak benimle gönder, çünkü beni
yalanlayacaklarından korkarım dedi."
Harun daha açık ve daha anlaşılır bir konuşma
tarzına sahipti. Bu yüzden davayı daha iyi yayabilirdi. Hz. Musa davasını
güçlendirecek ve eğer öldürülecek olursa kendisinden sonra davayı yürütecek
bir yardımcıya ihtiyaç duyuyordu.
Hz. Musa burada olumlu karşılık alıyor, kendisine
güvence veriliyor. "Allah; `Seni kardeşiyle destekleyeceğiz, ikinize bir
kudret vereceğiz ki, onlar size el uzatamayacaklar. Ayetlerim sayesinde
onlar size asla erişemeyecekler. İkiniz ve size uyanlar üstün geleceksiniz'
dedi."
Rabb'i isteğini kabul etti ve pazusunu kardeşiyle
güçlendirdi. İstediği müjdeyi ve güvenceyi fazlasıyla verdi. "İkinize bir
kudret vereceğiz ki" Şu halde Musa ve Harun -selâm üzerine olsun- zorba
Firavun'un yanına yalnız başlarına ve güçsüz olarak gitmeyecekler. Aksine
yeryüzünde hiçbir gücün karşı koyamayacağı bir güçle donanmış olarâk
gidecekler. Sahip oldukları bu güç sayesinde hiçbir tağutun, hiçbir zorbanın
eli yetişemeyecektir kendilerine "Ayetlerim sayesinde onlar size asla
erişemeyecekler."
Etrafınızda yüce Allah'ın gücünden oluşan bir sur
vardır. Bu, sizin için bir kale, bir sığınak işlevini görecektir.
Kendilerine yönelik müjde bununla da bitmiyor. Bir
de hakkın üstün geleceği müjdeleniyor. Tağutlara sundukları Allah'ın
ayetlerinin galip gelecekleri va'dediliyor. Çünkü tek başına bu ayetler de
bir silahtır, bir güçtür. Zafer ve üstünlük sağlayan araçlardırlar. "İkiniz
ve size uyanlar üstün geleceksiniz."
İlahi kudret, dolaysız olarak olayların geçtiği
sahnede beliriyor. Dünya menşeli hiçbir gücü perde edinmeksizin gözlerin
görebileceği şekilde işlevini yerine getiriyor. Amaç, insanların dünyasında
ve insanların bildiği maddi sebepler olmaksızın zaferin gerçekleşmesini
sağlamaktır. Ruhlara, güçleri ve değerleri ölçebilecekleri yeni bir kriter
yerleştirmektir. Bu ölçü, Allah'a inanmak ve O'na güvenmektir. Bundan
sonrası Allah'a aittir.
FİRAVUNLA KARŞI
KARŞIYA
Bu göz kamaştırıcı ve çarpıcı sahne sona eriyor.
Zaman ve mekan dürülüp atılıyor. Ve birden Musa ile Harun'u Allah'ın açık,
net anlaşılır ayetleri ile Firavun'un karşısına çıkmış halde seyrediyoruz.
Kendimizi hidayetle sapıklık arasında geçen bir söz düellosu karşısında
buluyoruz.
Dünyada boğulma, ahirette de lanete uğrama
şeklindeki sapıklığın kaçınılmaz akıbetini gözlüyoruz. Bütün bunlar çok kısa
ve öz ifadelerle anlatılıyor:
36- Musa onlara
apaçık ayetlerimizle gelince uydurulmuş büyüden başka bir şey değildir.
Bizden önceki atalarımızdan böylesini işitmedik dediler.
37- Musa; "Rabb'im,
katında bir doğruluk rehberini kimin getirdiğini ve bu dünyâ hayatının
sonunda güzel sonucun kime nasip olacağını daha iyi biliyor. Muhakkak ki,
zalimler iflah olmaz" dedi.
38- Firavun; "Ey
ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum. Ey Haman,
haydi, benim için çamur üzerinde ateş yak ve tuğla imal et, bana bir kule
yap ki, Musa'nın tanrısına çıkayım; ancak sanıyorum ki, O mutlak yalan
söyleyenlerdendir" dedi.
39- Firavun ve
askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekte Bize
döndürülmeyeceklerini sandılar.
40- Biz de onu ve
askerlerini yakalayıp suya attık. Bir bak, o zalimlerin sonu nasıl oldu.
41- Biz onları ateşe
çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.
42- Bu dünya
hayatında biz onların peşine bir lânet taktık. Kıyamet günüde iğrenç
kimselerden olacaklar.
Surenin akışı burada bitirici darbeyi vurmak için
acele ediyor. Bu yüzden başka surelerde bazen ayrıntılı bazende ana
hatlarıyla anlatılan Firavun'un sihirbazlarla ilgili halkaya kısaca değinip
geçiyor. Bu kısa değiniden amaç, yalanlama sahnesinden doğrudan doğruya
yalanlayanların yok edildikleri sahneye geçmektir. Öte yandan dünyadaki
akıbetlerini belirtmekle yetinilmeyerek yolculuk ahirete kadar
sürdürülüyor... Kıssanın bu halkasındaki bu hızlı anlatım bir amaca
yöneliktir. Kıssanın sure içindeki genel hedefi ile de uyum oluşturmaktadır.
Bu hedef, kudret elinin insanları perde edinmeksizin olaylara müdahale
edişini ön plana çıkarmaktır... Bu yüzden Musa Firavun'un karşısına çıkar
çıkmaz, yüce Allah akıbeti bildirmek için acele ediyor. Musa Firavun
karşılaşmasını, ayrıntıları ile anlatmadan, olup bitenleri uzatmadan kudret
eli kesin darbeyi indiriyor.
"Musa onlara apaçık ayetlerimizle gelince `Bu
uydurulmuş büyüden başka bir şey değildir. Bizden önceki atalarımızdan
böylesini işitmedik' dediler."
Mekke'de Hz. Muhammed'in salât ve selâm üzerine
olsun sunduğu ayetleri dinleyen müşriklerin söylediği sözün tıpkısı: "Bu
uydurulmuş bir büyüden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan
böylesini işitmedik." Bu, karşı çıkılması, çürütülmesi mümkün olmayan açık
ve anlaşılır gerçeği karşı söylenen bir demogojidir. Gerçek batıla karşı
çıkıp ta batıl cevap vermede zorlanınca her zaman bu demogojiye başvurulur.
Onlar kendilerine sunulan ayetlerin sihir olduğunu ileri sürüyorlar, ama
duymamış olmalarından başka bir kanıt gösteremiyorlar.
Onlar bir kanıt göstererek tartışmıyorlar. Bir belge
ileri sürüp haklılıklarını kanıtlamıyorlar. Tam tersine bir gerçeği ortaya
koymada, bir batıl iddiayı çürütmede ve herhangi bir iddiayı savunmada;
insana hiçbir yararı dokunmayan, herhangi bir katkıda bulunmayan bu bulanık
ve kapalı sözü söylüyorlar. Ama Musa aralarındaki meseleyi yüce Allah'a
bırakıyor. Çünkü görüşlerini kanıtlamak açısından tartışabilecek bir kanıt
ileri sürmemişler. Kendisinden bir delil de istememişler. Sadece her zaman
ve her yerdeki batıl taraftarlarının yaptığı gibi demogoji yapmışlar. Şu
halde meseleye kısaca değinmek daha iyidir. Onlardan yüze çevirmek,
aralarındaki meseleye Allah'a bırakmak daha uygundur:
"Musa; `Rabb'im, katında bir doğruluk rehberini
kimin getirdiğini ve bu dünya hayatının sonunda güzel sonucun kime nasip
olacağını daha iyi biliyor. Muhakkak ki, zalimler iflah olmaz' dedi."
Edepli ve ağırbaşlı bir cevaptır bu. Sadece meseleyi
işaret ediyor ve açıklama gereği duymuyor. Ama aynı zamanda kesin ve
anlaşılır bir cevaptır. Bu cevap hak ile batılın karşılaşmasının akıbetine
olan güvenin, inancın ifadesidir. Çünkü Rabb'i onun doğru söylediğini ve
doğru yolda olduğunu biliyor. Kesin sonuç doğru yolda olanlar açısından
garantilidir. Zalimler sonunda asla kurtulmazlar. Bu, Allah'ın değişmez
kanunudur, olaylar kimi zaman değişik yönde gelişme gösterseler de. Musa
kavminin karşısında Allah'ın bu kanunu ile çıkıyor. Bütün peygamberler de
kavminin karşısına bu kanunla çıkmışlardır.
Firavun'un, bu edep ve güvenin ifadesi olan sözlere
verdiği cevap ise iddiadan, küstahlıktan, eğlenmekten, ağız burun etmekten
ve dalga geçip alaya almaktan ibaret oluyor.
"Firavun; `Ey ileri gelenler! Sizin için benden
başka bir ilah tanımıyorum. Ey Haman, haydi, benim için çamur üzerinde ateş
yak ve tuğla imal et, bana bir kule yap ki, Musa'nın tanrısına çıkayım;
Ancak sanıyorum ki, O mutlak yalan söyleyenlerdendir.' dedi"
Ey ileri gelenler, benden başka bir ilahınız
olduğunu bilmiyorum... Kâfirliğin ve günahkârlığın ifadesi olan bu sözü,
ileri gelenler onaylayarak, kayıtsız şartsız teslim olarak karşılıyorlar.
Firavun bunu söylerken, Mısırda kralların tanrıların soyundan geldiklerine
ilişkin yaygın olan efsanelere, ayrıca hiçbir kafaya düşünme, hiçbir dile
konuşma fırsatı vermeyen caydırıcı gücüne dayanıyordu. Yoksa onlar
Firavun`un kendileri gibi yaşayıp ölen bir insan olduğunu biliyorlardı. Ne
var ki, Firavun bu sözü onlara söylüyor, onlar da itiraz etmeden,
değerlendirme yapmadan dinliyorlardı.
Sonra Firavun gerçeği öğrenmede ve Musa'nın ilahını
bulmada kararlıymış gibi görünüyor ama, aslında Musa'yla eğleniyor, onu
alaya alıyor:
"Ey Haman, haydi, benim için çamur üzerinde ateş yak
ve tuğla imal et, bana bir kule yap ki, Musa'nın tanrısına çıkayım."
Söylediği gibi gökte onun tanrısı ile karşılaşırım (!) Bunu da alaycı bir
ifadeyle söylüyor. Sözlerinden de anlaşıldığı gibi Musa'nın doğruluğundan
kuşku içindedir. Buna rağmen gerçeğe ulaşmak için araştırıyor
soruşturuyormuş gibi yapıyor. "Ancak Sanıyorum ki, O mutlak yalan
söyleyenlerdendir."
FİRAVUN VE
İKTİDARININ SONU
Kıssanın bu noktasında sihirbazlarla karşılaşma
bölümü var. Ama burada sonucu çabucak bildirmek için bu bölüm atlanıyor.
"Firavun ve askerleri yeryüzünde haksız yere
büyüklük tasladılar ve gerçekte bize döndürülmeyeceklerini sandılar."
Allah'a dönüşün olmayacağını sanınca, yeryüzünde
haksız yere büyüklük tasladılar, kendilerine sunulan ayetleri ve (bu bölümün
girişinde değinilen başka surelerde de ayrıntılı olarak anlatılan) uyarıları
yalanladılar!
"Biz de, onu ve askerlerini yakalayıp suya attık."
Bu şekilde kısa ve kesin. Kıskıvrak yakalanıp suya
atıldı. Bir çakıl ya da taş fırlatılır gibi suya atıldı. Musa da kundakta
bir çocukken benzeri bir suya bırakılmıştı. Ama su, Musa için bir güvence,
bir sığınak olmuştu. İşte Zorba Firavun ve orduları da aynı suya
atılıyorlar, ama bu sefer su korkunçtur, yok edicidir. Şu halde güvenlikte
olma ancak yüce Allah'a yakın olmakla mümkündür. Korku ise ondan uzak
olmaktır.
"Bir bak o zalimlerin sonu nasıl oldu."
Bu, gözle görülen ve tüm alemlere sunulan bir
akıbettir. Bu akıbet, ibret alanlar için bir derstir. Yalanlayanlar için de
bir uyarıdır, Burada kudret eli, bir göz açıp kapama anı içinde ve yarım
satırdan daha az bir ifade de tağutları ve zorbaları kasıp kavuruyor, kökünü
kurutuyor.
Bir diğer işarette ise dünya aşılıyor; Firavun ve
orduları ilginç bir sahnede karşımıza çıkıyor... insanları ateşe
çağırıyorlar. Kendilerine uyanların, yardımcı olanların önüne geçip ateşe
götürüyorlar!
"Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık."
Ne kötü bir davetçilik bunların ki. Ne iğrenç bir
önderlik! Kıyamet günü asla yardım görmeyeceklerdir.'
Azgınlığın, küstahlığın cezası dünyada ve ahirette
hezimettir, bozgundur. Sadece bozgun değil, yeryüzünde lanete uğraması,
ahirette de kabahatinin yüzüne vurulması, rezil edilmesi var.
"Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lanet
taktık. Kıyamet günü de iğrenç kimselerden olacaklar."
Ayetin orjinalinde geçen "el-Makbuhiyn" kelimesi
bizzat çirkin, iğrenç ve aşağılık bir tabloyu, pis ve tiksindirici bir
atmosferi canlandırmaktadır. Bu, yeryüzünde üstünlük taslamanın,
büyüklenmenin, dış görünüş ve mevki-makamla insanları yoldan çıkarmanın,
Allah'a ve Allah'ın kullarına karşı küstahça davranmanın karşılığıdır.
Burada kıssanın akışı, Firavun'un payına düşen
akıbetin hemen ardından ve beklemeden Musa'nın payına düşen akıbeti sunmak
için İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkış aşamasını ve bu arada geçen olayları
anlatmadan geçiyor.
43- Andolsun biz,
ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya, insanların kalp gözlerini
aydınlatacak nur ve onlara yol gösterici olarak Kitab'ı verdik. Belki
düşünür, öğüt alırlar diye.
Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun- düşen pay budur.
Hiç kuşkusuz bu, büyük bir paydır. Ve işte onun akıbeti. Gerçekten de onurlu
bir akıbet. Bu pay, Allah katından gelen bir Kitaptır. Bu Kitap tıpkı bir
göz gibi insanlara yollarını gösteriyor. "Aydınlatacak nur ve onlara yol
gösterici olarak"
"Belki düşünür, öğüt alırlar diye" Kudret elinin
tağutlarla ezilenler arasındaki mücadeleye nasıl müdahale ettiğini, en
sonunda nasıl tağutları yerle bir edip yok ettiğini ve nasıl zulme
uğrayanlara iyilikte bulunup onları yeryüzüne egemen kıldığını düşünürler
diye.
Böylece bu surede yer alan Hz. Musa ve Firavun
kıssası sona eriyor. Bu kıssa güvenliğin ancak yüce Allah'ın yanında
olduğunu gösteriyor. Yine korkunun ancak Allah'tan uzak olma durumunda söz
konusu olacağını kanıtlıyor. O kadar ki tağutların sahip olduğu güç, doğru
yolda bulunanların önleyemediği bir fitneye, yoldan çıkarıcı bir araca
dönüşünce kudret eli, azgınlığı ve azgınları durdurmak, onları bertaraf
etmek için dolaysız ve açık bir şekilde olaya müdahale eder. Bu anlamlar,
Mekke'de ezilen küçük müslüman topluluğun son derece ihtiyaç duyduğu
telkinlerdir. Büyüklük taslayan müşriklerinde bunları düşünmeleri
gerekiyordu. Bunlar doğru yola yönelik davetin söz konusu olduğu ve
tağutların bu davetin karşısına dikildiği her yerde yenilenen anlamlardır.
İşte Kur'an'daki kıssalar ruhların eğitimine, varlık
alemindeki gerçeklerin ve ilahi yasaların ifade edilmesine aracı olmak için
yer alırlar. "Belki düşünür, öğüt alırlar diye."
Geçen derste, vurgulu anlamları ile içerdiği
mesajlarıyla Hz. Musa'nın kıssası yer almıştı. Bu derste ise, bu kıssa
üzerine yapılan değerlendirmeler başlıyor. Sonra ayetlerin akışı, surenin
ana ekseni doğrultusunda yolunu izleyerek güvenli ortamın nerede, korku
ortamının nerede olduğunu açıklıyor. Bu arada İslam çağrısını şirk, inkar ve
çeşitli mazeretler ileri sürerek reddeden müşriklerle gezintiye çıkılıyor.
Bu gezintilerle müşrikler çeşitli evrensel, sahnelerde kıyamet günü
gerçekleşen mahşer (toplanma) sahnelerinde bir de kendilerine gönderilen
peygamberin sunduğu mesajın doğruluğunun kanıtları sunulduktan sonra içinde
bulundukları duruma ilişkin sahnelerde dolaştırılıyorlar. Kendileri Hz.
Peygamberin sunduğu mesajı inkâr ve inatla karşılarlarken ehl-i kitaptan bir
grubun bu mesajı imanla, içtenlikle karşıladığı vurgulanıyor. Oysa, eğer
anlayabilselerdi bu mesaj kendileri için azaba karşı bir rahmetti.
VAHYİN GERÇEKLİĞİ
Kıssa üzerine yapılan ilk değerlendirme
peygamberimizin Allah'dan vahiy aldığına ilişkin sözlerinin doğruluğuna
yönelik bir işaret etrafında geliyor. Çünkü Hz. Peygamber salât ve selâm
üzerine olsun kısada geçen olayların ayrıntılarını gözleriyle gören biri
gibi okuyor. Oysa Hz. Peygamber bu olayları görmüş değildi. Şu halde bu
olayları, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'dan gelen
vahye dayanarak aktarıyordu. İçinde bulundukları şirk'ten dolayı azaba
uğramamaları için bu vahiy onun kavmine yönelik bir rahmetti. Dolayısıyle
"Rabb'imiz ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de ayetlerine uysak ve
mü'minlerden olsaydık."dememeleri içindi."
44- Ey Muhammed!
Musa'ya emrimizi vahyettiğimiz zaman sen mukaddes vadinin batı tarafında
değildin, onu görenlerden de değildin.
45- Biz nice
nesiller var etmiştik de onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Ey Muhammed!
Sen Medyen halkı arasında bulunup onlara ayetlerimizi okumuyordun. Fakat o
haberleri sana gönderen biziz.
46- Sen Musa'ya
hitab ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin. Fakat Rabb'inden bir
rahmet olarak orada geçenleri sana bildirdik ki senden önce bir uyarıcı
peygamber gelmemiş olan kavmi uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar.
47- Kendi elleriyle
yaptıkları günahlar yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman; "Rabb'imiz
ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de ayetlerine uysak ve
mü'minlerden olsaydık " demesinler diye peygamber gönderdik.
48- Fakat onlara
katımızdan gerçek gelince; "Musa'ya verildiği gibi buna da mucize verilmesi
gerekmez mi? derler. Daha önce Musa'ya verilenide inkar etmemişler miydi?
Yardımlaşan iki sihirbaz; "Hepsini inkâr edenleriz " demişlerdi.
49- De ki; "Eğer
doğru iseniz, Allah katından bu ikisinden, Musa'ya ve bana inen kitaplardan
daha doğru bir kitap getirinde ben ona uyayım.
50- Eğer sana cevap
vermezlerse bil ki onlar, keyiflerine uyuyorlar. Allah'dan bir yol gösterici
olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir? Elbette Allah,
zalim kavmi doğru yola iletmez.
51- Andolsun biz,
düşünüp öğüt alsınlar diye vahyi birbirine bitiştirdik.
Ayette geçen"batı" Tur dağının batı tarafıdır.
Burayı Yüce Allah, önce otuz gün, daha sonra kırk gün olarak belirlediği bir
süre içinde Musa ile buluşma yeri olarak tayin etmişti. Bu belirlenen süre
içinde İsrailoğulları arasında uygulayacağı yasa Hz. Musa'ya levhalara
işlenerek verilmişti. Peygamber efendimiz, bu buluşma gerçekleşirken orada
değildi. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'de yeraldığı şekliyle olayın
ayrıntılarını bilemezdi. Çünkü onunla bu olay arasında birbirini izleyen
birçok kuşaklar gelip geçmişti: "Biz nice nesiller var etmiştik de onların
üzerinden uzun zamanlar geçti." Bu da gösteriyor ki, bu ayrıntıları ona
haber veren, kendisine Kur'an'ı vahyeden, her şeyi bilen ve her şeyden
haberdar olan yüce Allah'dır.
Aynı şekilde Kur'an Medyen'e ilişkin haberler de
içeriyor. Hz. Musa'nın orada geçirdiği yıllara da değiniyor. Peygamber
efendimiz de bunları ayrıntılı olarak anlatıyor. Oysa peygamberimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- o sırada Medyen halkı arasında bulunmuyordu.
Dolayısıyle o döneme ilişkin haberleri Kur'an'da yer aldığı şekliyle
ayrıntılı olarak anlatamazdı. Ama "Fakat o haberleri sana gönderen biziz."
Bu Kur'an'ı ve geçmişlere ilişkin olarak içerdiği haberleri gönderen biziz.
Yine Kur'an-ı Kerim Tur dağının yanındaki sesleniş
ve yakarış ortamını büyük bir incelikle ve derinlikle tasvir ediyor. "Sen
Musa'ya hitab ettiğimiz zaman Tur'un yanında değildin." Peygamber efendimiz
-salât ve selâm üzerine olsun seslenişi duymamıştı. Bu ayrıntıları da o
zaman not almamıştı. Dolayısıyla peygamber efendimizin kavmini çağırdığı bu
inancın doğruluğunu ortaya koyan bu haberleri, yüce Allah'ın ona anlatması,
kavmine yönelik bir rahmettir. Amaç, daha önce kendilerine bir uyarıcı
gönderilmemiş bu kavmi uyarmaktır. Çünkü peygamberleri hep çevrelerindeki
İsrailoğulları'na gönderiliyordu. Ataları İsmail'den bu yana geçen uzun süre
içinde Araplara bir peygamber gönderilmiş değildi. "Belki düşünüp öğüt
alırlar."
Şu halde kıssaların anlatımı yüce Allah'ın Arap
toplumuna yönelik rahmetidir. Bu aynı zamanda onların aleyhlerine
kullanılacak bir delildir de. Ansızın yakalandıklarını, azaba uğratılmadan
önce uyarılmadıklarını ileri sürmesinler diye. Çünkü onların içinde
bulundukları cahiliye, şirk ve günah ortamı şiddetli bir azabı
gerektirmektedir. Bu yüzden yüce Allah gerekçelerini geçersiz kılmak,
bahanelerini ortadan kaldırmak istemiştir. Onları imanla aralarında hiçbir
engel kalmayacak şekilde kendileri ile baş başa bırakmak istemiştir.
"Kendi elleriyle yaptıkları günahlar yüzünden
başlarına bir felaket geldiği zaman; `Rabb'imiz ne olurdu bize bir peygamber
gönderseydin de ayetlerine uysak ve mü'minlerden olsaydık' derler."
Eğer kendilerine bir peygamber gönderilmemiş olsaydı
ve bu peygamberle birlikte her türlü bahaneyi geçersiz kılan ayetler
gönderilmemiş olsaydı böyle diyeceklerdi. Ne var ki, kendilerine peygamber
gönderilince ve bu peygamberle birlikte içinde kuşkuya yer bulunmayan hak
içerikli mesaj sunulunca ona uymadılar:
"Fakat onlara katımızdan gerçek gelince; `Musa'ya
verildiği gibi buna da mucize verilmesi gerekmez mi?' derler. Daha önce
Musa'ya verileni de inkar etmemişler miydi? Yardımlaşan iki sihirbaz;
`Hepsini inkâr edenleriz' demişlerdi."
Böylece hak içerikli ilahi mesaja uymadılar. Boş ve
anlamsız bahaneler ileri sürerek gerçekten yüz çevirdiler: "Musa'ya
verildiği gibi buna da mucize verilmesi gerekmez mi?" Ya Musa'ya verilen
somut maddi mucizeler ya da bir kerede tüm Tevrat'ı içeren levhalar gibisi
ona da verilmeli değil miydi?
Ne var ki, onlar bu gerekçeyi ileri sürerken doğruyu
söylemiyorlardı. Kendilerine sunulan mesaja karşı çıkarlarken samimi
değillerdi. "Daha önce Musa'ya verilenide inkar etmemişler miydi?" Arap
Yarımadası'nda Yahudiler de yaşıyordu. Ellerinde de Musa'ya indirilen Tevrat
bulunuyordu. Fakat Araplar onlara inanmamışlardı. Ellerinde bulunan Tevrat'ı
doğrulamamışlardı. Öte yandan Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
niteliklerinin Tevrat'ta yazılı olduğunu biliyorlardı. Nitekim Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun kendilerine sunduğu bazı gerçekler
hakkında ehl-i Kitaptan bazılarının görüşüne başvuruyorlardı. Onlar da Hz.
Muhammed'in sunduğu ayetlerin gerçekliğini ifade edecek ve ellerindeki
kitapla uyuştuğunu vurgulayacak tarzda görüş belirtiyorlardı. Buna rağmen
onlar bütün bunlara uymuyorlardı. Ve Tevrat'ın da, Kur'an'ın da sihir
olduğunu, bu yüzden birbirleriyle uyuştuklarını, birbirini doğruladıklarını
iddia ediyorlardı.
"Yardımlaşan iki sihirbaz; `Hepsini inkâr
edenleriz.' demişlerdi"
Şu halde bu tutumlarının nedeni inatçılık ve
ukalalıktı. Böyle davranmaları; gerçeği araştırma isteğinden, inandırıcı
belge eksikliğinden ya da delil yetersizliğinden kaynaklanmıyordu.
Bununla beraber surenin akışı onları köşeye
sıkıştırmak, delille susturmak amacı ile birkaç adım daha atıyor ve onlara
şöyle diyor: Eğer Kur'an hoşunuza gitmiyorsa ve eğer Tevrat'tan da
hoşlanmıyorsanız, Allah katından gelmiş Tevrat tan ve Kur an dan daha doğru
bir Kitap varsa elinizde getirin, ona uyalım:
"De ki; `Eğer doğru iseniz, Allah katından bu
ikisinden, Musa'ya ve bana inen kitaplardan daha doğru bir kitap getirin de
ben ona uyayım."
Bir rakibe karşı ancak bu kadar töleranslı
davranılabilir. Bu, delil getirmek için tanınan en uzun süredir. Buna rağmen
kim bu fırsattan sonra gerçeğe yönelmezse; o, hiçbir delile dayanmayan ve
büyüklük kompleksine kapılan, kendi hevasına, arzusuna uyan birisidir!
"Eğer sana cevap veremezlerse bil ki, onlar
keyiflerine uyuyorlar. Allah'dan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine
uyandan daha sapık kim olabilir? Elbette, Allah. zalim kavmi doğru yola
iletmez."
Hiç kuşkusuz bu Kur'an'ın içerdiği gerçek son derece
açıktır. Bu dinin ileri sürdüğü kanıt ise herkesin görüp anlayabileceği
şekilde ortadadır. Kendi hevası, arzusu engel olmadığı sürece bu gerçeği
öğrenen birisi onu benimsemekten kaçınmaz. Şu halde ortada bir üçüncüsü
bulunmayan iki yol vardır. Ya içtenlikle gerçeği benimsemek, arzu ve
ihtirastan kurtulmak -Bu durumda iman etmek kayıtsız şartsız teslim olmak
kaçınılmaz olur- ya da gerçeğe karşı direnmek ihtiras ve arzulara uymak. Bu
ise gerçeği yalanlamak ve bedbaht bir hayatı tercih etmektir. Yoksa kendi
ihtiraslarına uyan art niyetli kişilerin ileri sürdükleri gibi inanç
sisteminde bir kapalılık söz konusu değildir. Sunulan belgelerin zayıf
olduğuna, yahut delillerin yetersiz olduğuna ilişkin iddiaların geçerli bir
dayanağı, inandırıcı bir kanıtı yoktur.
"Eğer sana cevap veremezlerse bil ki, onlar
keyiflerine uyuyorlar.
Bu kadar kesin ve bu kadar açık. Bunu Allah
söylüyor. Reddetmek ya da yorum yapmak söz konusu olamaz. Bu dinin çağrısına
olumlu karşılık verme yenler, hiçbir mazeretleri bulunmayan art niyetli
kimselerdir. Hiçbir gerekçeleri, mazeretleri olmayan ve gerçeği örtbas eden
ahmak, akılsız kimselerdir. Onlar açık ve anlaşılır gerçekten yüz çevirip
arzularına, ihtiraslarına uyuyorlar:
"Allah'dan bir yol gösterici olmaksızın kendi
hevesine uyandan daha sapık kim olabilir."
Bu durumda onlar zalim ve azgın kimselerdir:
"Elbette Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez."
Bu ayet, Kur'an'ı anlayamadıklarını, bu dini
bütünüyle kavrayacak bilgiye sahip olmadıklarını ileri sürerek; kendilerini
mazur göstermeye çalışanların yolunu tıkamaktadır. Buna göre bu Kur'an
kendilerine ulaşır ulaşmaz, bu din kendilerine sunulur sunulmaz önlerine bir
kanıt serilmiş demektir. Bu durum tür tartışmaların sonudur, bütün
mazeretleri geçersiz kılar. Çünkü insan, bizzat açık ve anlaşılır şekilde
ortadadır. Hevesini, ihtirasını önder edinip ona uyandan başkası bu açık ve
anlaşılır gerçekten yüz çeviremez. Kendisine zulmeden, apaçık gerçeğe
zulmeden, böylece yüce Allah'ın hidayetini haketmeyen akılsız, ahmak
kimselerden başkası bu mesajı yalanlamaz: "Elbette Allah, zalim kavmi doğru
yola iletmez."
Kuşkusuz gerçeğin onlara ulaşması, onlara sunulması
ile birlikte mazeretleri ortadan kalkmıştır. Buna karşı ileri
sürebilecekleri geçerli bir gerekçeleri, inandırıcı bir delilleri de yoktur.
"Andolsun biz, düşünüp öğüt alsınlar diye vahyi
birbirine bitiştirdik."
EHLİ KİTAPTAN İMAN
EDENLER
Bu gezinti sona erince, yamuklukları ve
kaypaklıkları iyice açığa kavuşuyor. Bunun ardandan surenin akışı, olumlu
bir karakterin ve iyi niyetli bir kişiliğin tablosunu sunmak üzere onlarla
bir diğer gezintiye çıkıyor. Bu tablo, kendilerinden önce kitap
verilenlerden bir grubun şahsına ve bu grubun kendi ellerindeki kitabı
doğrulayan bu Kur'an'ı karşılama yöntemlerinde belirginleşiyor:
52- Bundan önce
kendilerine kitap verdiklerimiz de Kur'an'a inanırlar.
53- Kur'an onlara
okunduğu zaman; 'Ona inandık, doğrusu O Rabb'imizden gelen gerçektir, zaten
biz ondan öncede müslüman idik.' derler.
54- İşte onlara
sabretmelerinden dolayı mükafatları iki defa verilir. Onlar kötülüğü
iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır yolunda
harcarlar.
55- Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler.
"Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz sizedir. Size selâm olsun, biz
cahillerle sohbet etmeyi istemeyiz. " derler.
Said b. Cübeyr-Allah ondan razı olsun- bu ayetlerin,
Necaşi'nin gönderdiği yetmiş papaz hakkında indiğini söyler. Bu papazlar
peygamber efendimizin yanına geldiklerinde peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- onlara "Yasin" suresini sonuna kadar okumuştu. Onlarda
gözyaşları dökerek müslüman olmuşlardı. Bunun üzerine onlar hakkında bu son
ayet inmişti.
Muhammed b. İshak Siretinde şöyle der:
"Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Mekke'de bulunduğu sırada,
Habeşistan'a peygamber olarak gönderildiği duyulunca yirmi veya buna yakın
sayıda Hıristiyan kişiler peygamberimizin yanına geldiler. Peygamberimizi
Kabe'de buldular, yanında oturup konuştular. Bir takım sorular sordular.
Kureyş'ten bazı adamlar da Ka'be'nin çevresinde onları seyrediyorlardı.
Konuk hayat hakkında açıklama istedikleri şeyleri peygamberimize -salât ve
selâm üzerine olsun- sorup cevap alınca, peygamberimiz onları Allah'ın
birliğine inanmaya davet etti ve onlara Kur'an okudu. Kur'an'ı dinleyince
gözleri yaş doldu. Sonra Allah'ın davetine olumlu karşılık verip
peygamberimize inandılar, onu doğruladılar. Kendi kitaplarında yazılı
bulunan onunla ilgili sıfatları peygamberimizin şahsında gördüler.
Peygamberimizin yanından ayrıldıkları sırada Ebu Cehil b. Hişam karşılarına
çıkıp "Allah sizin belanızı versin. Dindaşlarınız sizi bu adamla ilgili bir
haber edinesiniz diye gönderdi. Ama siz daha bu adamın yanında oturur
oturmaz; dininizden ayrılıp dediklerini doğruladınız. Sizin gibi ahmak
topluluk görmedik" dedi. Onlar da "Selâm size. Biz sizin gibi cahillik
etmeyiz. Biz yaptığımızdan, siz de yaptığınızdan sorumlusunuz. Biz kendimiz
için iyi olanını yaptık" dediler.
İbn-i İshak diyor ki; Bu Hristiyan grubun Necranlı
oldukları da söyleniyor. Kim olduklarını en iyi Allah bilir. Yine "bundan
önce kendilerine kitap verdiklerimiz de Kur'an'a inanırlar" ayetinin kimler
hakkında indiğini de en iyi Allah bilir, deniyor.
İbn-i İshak; Zühri'ye bu ayetlerin kimler hakkında
indiğini sorduğumda. "Alimlerimizden hep bu ayetlerin, bir de Maide
suresinin 82 ve 83. ayetlerinin Necaşi ve adamları hakkında indiğini
söylediklerini duyuyorum." dediğini aktarır.
Bu ayetler kimin hakkında inmiş olursa olsun,
Kur'an-ı Kerim burada müşriklerin bildikleri ve inkar etmedikleri bir
realiteye dikkatlerini çekiyor. Böylece onları iyi niyetli kişilere ilişkin
bir örnekle karşı karşıya getirmeyi, bu kişilerin Kur'an'ı nasıl
karşıladıklarını, ona nasıl inandıklarını, içerdiği gerçeği nasıl
gördüklerini, ellerinde bulunan kitapla nasıl uyuştuğunu bildiklerini
vurgulamayı amaçlıyor. Bu iyi niyetli kişileri ihtiras ve büyüklenme gibi
engeller, Kur'an'a inanmaktan alıkoyamıyor. İnandıkları hak yolu uğruna
başlarına gelen eziyetlere, küstahlıklara, cahilce davranışlara
katlanıyorlar. Cahillerin ihtiraslarına karşı, kafirlerin baskılarına karşı
gerçeğe sarılıyor, sabrediyorlar!
"Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz de
Kur'an'a inanır."
Bu da Kur'an'ın doğruluğunu gösteren kanıtlardan
biridir. Çünkü bütün
kitaplar Allah tarafından gönderilmişlerdir. Bu
yüzden aralarında bir uyum vardır. Kendilerine önceden kitap indirilenler,
sonradan inen kitabın içerdiği gerçeği bilirler. Bu yüzden doğru olduğuna
güvenerek ona inanırlar. Bunun bütün kitapları indiren yüce Allah'ın
katından geldiğini bilirler.
"Kur'an onlara okunduğu zaman; `O'na inandık,
doğrusu O, Rabb'imizden gelen gerçektir, zaten ondan önce de müslüman idik
derler."
Çünkü bu Kur'an o kadar açıktır ki, fazla okumaya
gerek kalmadan, önceden gerçeği tanıyanlar bu Kur'an'ın da aynı pınardan
geldiğini yalan söylemesi mümkün olma an biricik kaynaktan geldiğini
bilirler. "Doğrusu O Rabb'imizden gelen gerçektir"..."Zaten biz ondan önce
de müslüman idik." Allah'a teslim olmak, Allah katından gelen bütün dinlere
inanan mü'minlerin ortak dinidir.
Önceden Allah'a teslim olan, sonra da bu Kur'an'ı
dinler dinlemez ona inanan bu mü'minlerin ödülü ise şudur:
"İşte onlara sabretmelerinden dolayı mükafatları iki
defa verilir."
Gerçek ve katışıksız İslam'a bağlılıkta
sabrettikleri için. Kalpleri ile ve niyetleri ile teslim oldukları için.
Arzu ve ihtiraslarını yendikleri için. Önce de, sonra da Allah'ın dinini
izledikleri için. Bu kimselerin ödülleri iki kere verilir. Hiç kuşkusuz bu,
onların övgüye değer sabırlarının karşılığıdır. Çünkü bu konuda sabır
göstermek nefislere çok zor gelir. Sabrın en zoru da, arzulara, insanların
yamukluklarına ve sapıklıklarına karşı gösterilenidir. Bu adamlar bütün
bunlara karşı sabır gösterdiler. Bunların yanı sıra, biraz önceki rivayette
de işaret edildiği gibi alaya almalara, baskı ve eziyetlere karşı da
sabrettiler. Tıpkı her zaman ve her yerdeki sapık, dejenere olmuş ve cahil
toplumlarda dinlerine bağlılığı sürdürenler gibi sabrettiler.
"Onlar kötülüğü iyilikle savarlar."
Bu da bir tür sabırdır. Ve bu, baskılara, alaya
almalara karşı sabretmekten daha ağırdır. Bu, insan nefsini, büyüklenme
duygusunu yenmektir; alaya almayı savma, baskılara karşılık verme, kini
dindirme ve intikam alma isteğini kırmaktır. Bütün bunlardan sonra bir diğer
derece vardır; hoşgörü ve hoşnutluk derecesi... Bu derecede insan, kötülüğe
güzellikle cevap verir, gerçeği alaya alan cahil kimse i kendinden emin bir
güvenle acıma ve iyilikle karşılar. Hiç kuşkusuz bu yüce bir ufuktur. Bu
ufka ancak Allah'la ilişki halinde bulunan mü'minler ulaşabilir. Onlar
Allah'dan hoşnutturlar. Allah da onlardan hoşnuttur. İnsanların kendilerine
yönelik olumsuz tavırlarını hoşnutlukla, güvenle karşılarlar.
"Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır yolunda
harcarlar."
Sanki ruhlarının hoşgörüsünün ifadesi olarak
iyilikten söz edildikten sonra malı açıdan da hoşgörülü oldukları
vurgulanmak isteniyor. Çünkü her ikisi de aynı duygudan kaynaklanıyor;
nefsin ihtirasını yenme ve yeryüzü değerlerinden daha büyük değerlerle onur
duyma duygusundan kaynaklanıyor. Birincisi ruhları ilgilendiriyor, ikincisi
de malı ilgilendiriyor, ve bu ikisi çoğu kere Kur an-ı Kerim'de birbirlerini
bütünler biçimde yer alırlar.
İslam'a sabırla sarılan, inanç sistemini içtenlikle
benimseyen mü'min ruhların bir başka sıfatı da şudur:
Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler.
Bizim işlerimiz bize sizin işleriniz sizedir. Size selam olsun, biz
cahillerle sohbet etmeyi istemiyoruz. derler."
Ayetin orjinalinde geçen "el-Lağvu" kelimesi bir
amaca yönelik olmayan, herhangi bir anlam ifade etmeyen boş söz demektir.
İnsan aklına ve kalbine bir şey kazandırmayan, yararlı bir bilgi edinmesini
sağlamayan saçma söz demektir. İster muhataba yönelik olsun, ister bir
başkası ile ilgili olarak anlatılsın, insanın duygusunu ve dilini bozan
çirkin söz demektir.
Mü'min kalpler bu tür boş şeylerle ilgilenmezler.
Böyle saçma şeyleri dinlemezler. Böyle çirkin şeylere ilgi duymazlar. Çünkü
mü'min kalpler imanın yükümlülükleriyle uğraşırlar, imanın coşkunluğu ile
yücelirler, onun aydınlığı ile arınırlar:
"Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler."
Ama heyecanlanmazlar, onlara öfkelenmezler, onların
dediklerinin aynısı ile karşılık vererek boş laf edenlere saldırmazlar. Bu
konuda onlarla tartışmaya girmezler. Çünkü uğraşısı boş ve anlamsız şeyler
olanları da tartışmak boştur. Bu yüzden saldırmazlık ve barış temennisiyle
onları kendi hallerinde bırakırlar.
"Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz sizedir. Size
selam olsun, biz cahillerle sohbet etmeyi istemeyiz derler."
İşte böyle edeplice, iyilik temennisiyle ve doğru
yolu bulmaları arzusuyla. Ama onlarla içiçe olmayı, onlara karışmayı
istemeden.
"Biz cahillerle sohbet etmeyi istemeyiz."
Onlarla birlikte değerli vaktimizi harcamak
istemeyiz. Onların boş laflarına karışmayız ya da ses çıkarmadan dinlemeyiz.
Hiç kuşkusuz bu, inancına güvenen mü'min bir ruhun
aydınlık bir tablosudur. Bu tablodan boş şeylerin üstüne çıkma, hoşgörü ve
şefkat duyguları yansıyor. Bununla Allah'ın öngördüğü edeple edeplenmek
isteyenlere kapalı bir tarafı bulunmayan Allah'ın apaçık yolu çiziliyor. Bu
yolda cahillerle birliktelik söz konusu değildir. Ama onlara düşmanlık ta
beslenemez. Onlara karşı zor kullanılmaz, onların varlığından, sıkıntı
duyulmaz. Bu yolda, kötülükleri aşma vardır, sevgi vardır. Suçlulara ve
kötülere bile iyilik dilenir bu yolda.
HİDAYET ALLAH'DANDIR
Ehl-i kitaptan bu adamların iman etmesi için
peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine Kur'an
okumanın dışında fazla bir şey yapmamıştır. Öte yandan kendi kavminden iman
etmesi için çok çabaladığı, müslüman olmasını bütün benliğiyle istediği
kimseler vardı. Ama yüce Allah onunla ilgili bir hikmetten dolayı bu
isteğinin gerçekleşmesini takdir etmemiştir. Çünkü Peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- sevdiği kimseyi doğru yola iletemezdi. Ancak yüce Allah,
doğru yolu hakettiği ve imanı kabul edecek durumda olduğunu bildiği
kimseleri doğru yola iletir.
56- Ey Muhammed! Sen
sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola
eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir.
Buhari ve Müslim'de, bu ayetin peygamber efendimizin
amcası Ebu Talip hakkında indiğine ilişkin bir hadis yer alır. Ebu Talip,
Peygamber efendimizi koruyor, ona yardım ediyordu. Kureyş'e karşı ona destek
oluyordu. Mesajını insanlara ulaştırabilmesi için ona arka çıkıyordu. Bunun
için Kureyşliler'in onu ve Haşimoğulları'nı boykot etmelerine, onları bir
mahallede kuşatıp ambargo uygulamalarına katlanmıştı. Ne var ki, Ebu Talip,
bütün bunları yeğenini sevdiği için yapıyordu. Yakınlık duygusu ile,
büyüklenme ve yiğitlik uğruna yapıyordu. Ölüm döşeğindeyken, peygamber
efendimiz onu iman etmeye ve İslam'a girmeye davet etmiş, fakat Ebu Talip
yüce Allah'ın bildiği bir nedenden dolayı iman etmemişti.
Zühri diyor ki; bana Said b. Müseyyeb, babası
Müseyyeb b. Hazn el Mahzumi'den -Allah ondan razı olsun- naklederek şunları
anlattı: Ebu Talip ölmek üzereyken, peygamber efendimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- yanına geldi. O sırada Ebu Cehil b. Hişam ve Abdullah b.
Ümeyye b. Mugire de yanındaydı. Peygamber efendimiz "Amcacığım,
Lâilaheillâllah de ki, Allah katında onunla seni savunayım" dedi. Ebu Cehil
ve Abdullah b. Ümeyye de "Ey Ebu Talip, Abdülmuttalib'in dininden vazmı
geçeceksin?"dediler. Peygamber efendimiz "Allah'dan başka ilah olmadığına"
ilişkin çağrısını tekrarladıkça onlar da bu soruyu yöneltiyorlardı. En
sonunda Ebu Talip "Ben Abdülmuttalib'in dini üzereyim" dedi. Ve
"Lâilaheillâllah" demekten kaçındı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz;
"Allah'a andolsun ki, engellenmediği sürece senin için bağışlanma
dileyeceğim" dedi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Akraba bile
olsalar, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra puta tapanlar için
Allah'dan af dilemek, ne peygambere ve ne de mü'minlere yakışır." (Tevbe
Suresi 113)
Ebu Talip hakkında da şu ayet indi: "Ey Muhammed!
Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola
eriştirir.
Müslim ve Tirmizi Yezid b. Keysan'ın Ebu Hazm'den,
onun da Ebu Hureyre'den -Allah ondan razı olsun- rivayet ettikleri şu hadisi
aktarırlar: Ebu Talip ölmek üzereyken, Peygamber efendimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- yanına geldi ve "Amcacığım `Lâilaheillâllah' söyle ki,
kıyamet günü senin lehinde şahitlikte bulunayım" dedi. Ebu Talip; Şayet
Kureyşliler "ölüm korkusu ile söyledi" demeselerdi sırf seni memnun etmek
için onu söylerdim. Bunu senin için yapardım" dedi. Bunun üzerine şu ayet
indi'
"Ey Muhammed! Sen sevdiğini doğru yola
eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola
girecekleri en iyi O bilir."
İbn-i Abbas'dan, İbn-i Ömer'den, Mücahit'den,
Şabi'den ve Katade'den bu ayetin Ebu Talip hakkında indiği ve Ebu Talib'in
söylediği son sözün "Ben Abdülmuttalib'in dini üzereyim" olduğu rivayet
edilir.
İnsan bu olay karşısında durup bu dinin ödünsüz
kesinliğini ve şaşmaz doğruluğunu dehşetler içinde kalarak gözlemliyor. Şu
Hz. Peygamberin amcasıdır. Garantörü, koruyucusu ve destekçisidir. Onun Hz.
Peygambere yönelik derin sevgisine ve Hz. Peygamberin de onun iman etmesine
yönelik şiddetli isteğine rağmen, yüce Allah onun iman etmesini takdir
etmiyor. Çünkü Ebu Talip akrabalık duygusu ile, babalık sevgisi ile böyle
davranıyordu. Hz. Peygamberin sunduğu inanç sistemini kabul etme niyetinde
değildi. Yüce Allah da bunu biliyordu. Bu yüzden Peygamber efendimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- onun adına arzuladığı, sevdiği şeyi takdir
etmedi. Bu işi yani doğru yola iletme işini, Hz. Peygamberin yetkisinin
dışına çıkarıp kendi iradesine ve takdirine özgü kıldı. Peygambere düşen
sadece mesajı açıkca duyurmaktır. Ondan sonra bu görevi omuzlayan
davetçilerin işi de öğüttür. Bundan sonra kalpler Rahman'ın parmakları
arasındadır. O, hidayet ve sapıklığı, kullarından kimin hidayete, kimin de
sapıklığa yatkın olduğuna ilişkin yanılmaz bilgisi doğrultusunda belirler.
YERLE BİR EDİLME
KORKUSU
Şimdi, surenin akışı, müşrik Kureyşliler'in komşu
Arap kabileleri üzerindeki egemenliklerini kaybederler korkusu ile Peygamber
efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- uymayışlarını mazur göstermek
amacıyla ona söyledikleri söze geliyor. Komşu Arap kabileleri Ka'be'ye saygı
gösteriyorlardı. Bu yüzden Kabe'nin bekçilerinin, bakımcılarının
otoritelerini onaylıyorlardı, boyun eğiyorlardı. İşte Kureyşliler
Peygamberimize, şayet kendisine uyacak olurlarsa bu kabilelerin kendilerini
yurtlarından atacaklarını, en azından bu kabilelerin desteği olmasa
yarımadanın dışındaki düşmanlarının kendilerini yerlerinden söküp
atacaklarını söylüyorlardı. Ayetlerin akışı, daha önce bu surede Hz. Musa ve
Firavun kıssası aracılığı ile bu konuyu somut olarak gözlerinin önüne
seriyor. Daha sonra burada tarihsel realiteye ve şu anda gözleriyle
gördükleri pratikteki durumlarına dayanarak güvenli ortamın nerede olduğunu,
buna karşılık korkulu ortamın nerede olduğunu açıklıyor. Yine, mal-mülkten
dolayı şımarma, nimete karşılık az şükretme zikrediliyor. Bununla birlikte
peygamberleri yalanlama ve Allah'ın ayetlerinden yüz çevirme gibi tavırlarda
somutlaşan gerçek yok oluşun nedenlerini ortaya koymak amacı ile geçmiş
toplumların yok edildikleri harap olmuş yurtlarda onlarla birlikte bir
gezintiye başlıyor. Burada gerçek değerler ortaya konuyor. Bu gezintide,
yüce Allah'ın katındaki nimetlerin yanında, tüm dünya hayatının ve
nimetlerinin basitliği ve değersizliği önplana çıkıyor.
57- Dediler ki; "Biz
seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız. " Onları katımdan
bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, kutlu bir yere
yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.
58- Biz refah içinde
şımarmış nice şehirleri helak ettik. İşte yerleri! Kendilerinden sonra pek
az kimse oturabilmiştir. Onlara hep biz varis olmuşuzdur.
59- Rabb'in
memleketlerin ana merkezlerinin halkına ayetlerimizi okuyacak bir elçi
göndermedikçe ülkeleri helâk edici değildir. Zaten biz halkı zalim olan
memleketleri helak etmişizdir.
60- Size verilen her
şey, dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah'ın katında olan ise daha
hayırlı ve kalıcıdır. Aklınızı kullanmıyor musunuz?
61- Şu halde
kendisine güzel bir söz verdiğimiz ve ardından o söze kavuşan kimse; dünya
hayatında kendisine bir geçimlik verdiğimiz, sonra kıyamet günü azap içinde
getirilen kimse gibi midir?
Bu Kureyşliler'in ve diğer insanların, Allah'ın yol
göstericiliğine, O'nun sunduğu hareket metoduna uymaları durumunda
korkularla karşı karşıya kalacaklarını bildiriyor. Düşmanların saldırılarına
uğrayacaklar, yardımcılarını ve destekçilerini yitirecekler. Yoksulluğa ve
kıtlığa uğrayacaklarını sanmalarına neden olan, işte bu yüzeysel ve
dayanıksız bakış açısıdır. Bu, yeryüzü menşeli sınırlı bir düşünce
biçimidir.
"Dediler ki; Biz seninle beraber doğru yola gelirsek
yurdumuzdan atılırız."
Onlar Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun-
kendilerine sunduğu ayetlerin doğru yolu gösteren işaretler olduğunu inkâr
etmiyorlar. Sadece insanların kendilerini kapıp yurtlarından atacaklarından
korkuyorlar. Fakat onlar Allah'ı unutuyorlar. Tek koruyucunun, yegane
himayecinin O olduğunu unutuyorlar. Allah'ın himayesinde olduktan sonra
yeryüzündeki hiçbir gücün kendilerini kapıp yurtlarından edemeyeceğini yine
yüce Allah, kendilerini yüzüstü ve yardımsız bıraktıktan sonra tüm yeryüzü
güçlerinin kendilerine hiçbir yardımda bulunamayacaklarını unutuyorlar.
Bunun nedeni, iman gerçeğinin kalplerine yansımamış olmasıdır. Eğer iman
gerçeği kalplerine gereği gibi yansımış olsaydı güçlere bakış açıları ve
olayları değerlendirmede esas aldıkları ölçüleri değişecekti. Bu durumda,
güvenli ortamın ancak yüce Allah'ın yanı olduğunu; korkununsa, O'nun
kılavuzluğundan uzak ortamlar için söz konusu olduğunu bileceklerdi. Yine
yüce Allah'ın doğru yolu bulmaları için kendilerine gönderdiği yol gösterici
kitabın güçlü, üstünlükle doğrudan ilişkili olduğunu, bu ifadenin asılsız
bir kuruntu olmadığını, kalplere güven aşılamak için söylenmiş Propaganda
amaçlı bir söz olmadığını tam tersine derin ve köklü bir gerçek olduğunu
bileceklerdi. Allah'ın yo1 gösterici kitabına uymanın evrene egemen olan
yasalar sistemi ile, evrensel güç ve enerjiler ile uyum içinde hareket
etmek; onlardan yararlanmak, dünya hayatı için kullanmak anlamına geldiğini
bileceklerdi. Çünkü şu evrenin hareketlerinin planlayıcısı yüce Allah'dır.
Bu yüzden Allah'ın yol gösterici kitabına uyan birisi, evrendeki sınırsız
güç kaynaklarına dayanmış olur, yeryüzündeki hayatta fiilen sağlam temellere
bel bağlamış olur.
Allah'ın yol göstericiliğinin somut ifadesi olan
Kitab'ı, yeryüzündeki pratik hayat için gerçek ve dengeli bir sosyal
sistemdir. Bu sistem gerçekleştiği zaman, ahiret mutluluğunun yanı sıra
yeryüzü egemenliği de onun tekelinde olur. Bu sistemin ayırıcı özelliği,
dünya yolu ile ahiret yolunu birbirinden ayırmamasıdır. Ahiret hayatına
yönelik hedeflerin gerçekleşmesi için bu dünya hayatını yok saymayı ya da
boş vermeyi gerektirmemesidir. Tam tersine bu sistem dünya ve ahireti tek
bir bağla birbirine bağlar! Kalbin, toplumun ve yeryüzündeki hayatın ıslahı
ancak bu şekilde mümkün olur... Bu yüzden yol, ahirete yönelik olur. Çünkü
dünya ahiretin tarlasıdır ve dünya cennetinin imarı ve egemenliği, ahiret
cennetinin imarı ve oradaki sonsuz hayat için bir araçtır. Ama Allah'ın yol
göstericiliğine uymak, sergilenen davranışlarla ona yönelmek, O'nun
hoşnutluğunu gözetlemek şartıyla...
Allah'ın yol göstericiliğine uyan bir toplumun bu
ilahi emaneti yani, yeryüzü halifeliği ve dünya hayatına egemen olma
emanetini omuzlamaya hazırlandıktan sonra, eninde sonunda güç, caydırıcılık
ve egemenlik elde etmiş olması, tüm insanlığa önderlik yapması insanlık
tarihinin kesinlikle tescil ettiği ilahi bir yasadır.
Bir çok insan Allah'ın şeriatına uymaktan, O'nun yol
göstericiliğini izlemekten kaçınıyor. Allah düşmanlarının saldırılarından,
komplolarından korkuyor. Düşmanlıkların odak noktası olmaktan endişeleniyor.
Gerek ekonomide, gerekse başka alanlarda dar boğaza girmekten, krizler
yaşamaktan korkuyor. Bunlar, bir zamanlar Peygamber efendimize -salât ve
selâm üzerine olsun- "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan
atılırız" diyen Kureyşliler'inkine benzer asılsız kuruntulardan başka bir
şey değildir. Oysa Kureyşliler Peygamber efendimizin şahsında ve onun
sunduğu Kitap'ta somutlaşan Allah'ın yol göstericiliğine uyduklarında çeyrek
yüzyılda veya daha az bir zaman diliminde yeryüzünün doğularına ve
batılarına egemen olmuşlardı.
Yüce Allah, o zaman onların bu asılsız kuruntudan
kaynaklanan bahanelerini yalanlayacak cevabı vermişti. Şu halde kendilerine
güven bahşeden kimdir? Bu dokunulmaz ve saygın Kâbe'yi kim vermiş
kendilerine? Gönüllerin her taraftan, tüm yeryüzünde yetişen. ürünlerle
birlikte kendilerine doğru yönelmesini sağlayan kimdir? Nitekim her zaman
birbirinden farklı ülkelerde ve mevsimlerde yetişen bir çok ürün, bir çok
meyve bu dokunulmaz evin çevresinde toplanırdı;
"Onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin
ürünlerinin toplanıp getirildiği, kutlu bir yere yerleştirmedik mi?
Şu halde onlara ne oluyor da, Allah'ın doğru yola
ileten Kitabına uymaları durumunda insanların kendilerini yerlerinden söküp
atacaklarından korkuyorlar? Ataları İbrahim peygamberden -selâm üzerine
olsun- bu yana kendilerini bu güvenli ve dokunulmaz bölgeye yerleştiren
Allah değil midir? Buyruklarını dinlemedikleri, karşı çıktıkları zaman
kendilerini koruyan Allah, kendisinden sakınarak günahlardan kaçınınca,
insanların onları kapıp yurtlarından atmalarına izin verir mi?
"Fakat onların çoğu bilmezler."
Nerenin güvenli, nerenin korkulu olduğunu bilmezler.
Herkesin en sonunda Allah'a döneceğinin farkında değildirler.
Eğer gerçekten tehlikelerden sakınmak istiyorlarsa,
baskına uğrayıp yurtlarından olmaktan korkuyorlarsa, işte yok oluşun gerçek
nedeni. Ondan korunsunlar:
"Biz refah içinde şımarmış nice şehirleri helak
ettik. İşte yerleri! Kendilerinden sonra pek az kimse oturabilmiştir. Onlara
hep biz varis olmuşuzdur."
Nimetle şımarmak, nimete karşılık şükretmemek,
şehirleri için bir yok oluş nedenidir. Onların bu güvenli, bu dokunulmaz
bölgeye yerleşmiş olmaları yüce Allah'ın bir nimetidir. Şu halde bu nimete
karşılık şımarmaktan, şükretmemekten sakınmalıdırlar. Aksi takdirde onlar da
benzeri şehirler gibi yok olup giderler. Nitekim onlar bu yüzden yok edilmiş
yerleşim birimlerini her zaman görüyor, tanıyorlardı. Buralarda oturanların
harap olmuş, boş ve ıssız evleri gözlerinin önündeydi: "Kendilerinden sonra
pek az kimse oturabilmiştir." Bu, boş ve harap yurtlar, oralarda oturanların
yerle bir edilişlerini dile getiren canlı, somut bir belge olarak nimetle
şımarmanın hikayesini anlatıyor. Buralarda oturanlar geride tek bir kişi
kalmamak üzere yok edilmişlerdi. Geride mirasçı bırakmamışlardı. "Onlara hep
biz varis olmuşuzdur."
Bununla beraber yüce Allah, ana kentte yaşayanlar
arasından birini peygamber olarak göndermedikçe, nimetle şımaran bu yerleşim
birimlerini yok etmemiştir. Bu durum, onun kullarına yönelik rahmetinin
belirtisi olarak kendi kendisi için belirlediği bir kuraldır.
"Rabb'in, memleketlerin ana merkezlerinin halkına
ayetlerimizi okuyacak bir elçi göndermedikçe ülkeleri helak edici değildir.
Zaten biz halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.
Peygamberin ana kentten -yani en büyük kentten veya
başkentten- gönderilmiş olmasının hikmeti, bu yerleşim biriminin merkez
niteliğinde olması ve mesajın hiç kimsenin mazeret ileri sürmesine fırsat
vermeyecek şekilde her tarafa yayılabilmesidir. Nitekim Peygamber efendimiz
de -salât ve selâm üzerine olsun- Arap yerleşim birimlerinin ana kenti
konumundaki Mekke'den seçilip peygamber olarak görevlendirilmiştir. O da
daha önce kendilerine uyarıcı geldikten sonra Allah'ın ayetlerini
yalanlayanların akıbetinden sakındırıyor onları: "Zaten biz halkı zalim olan
memleketleri helak etmişizdir. Bilerek ve görerek ayetleri yalanlayanları
yok ederiz."
Bununla beraber, dünya hayatının top yekün
nimetleri, yeryüzünün bütün zevkleri, eğlenceleri, yüce Allah'ın onlara
bahşettiği bir kısım dünya egemenliği, lütfettiği ürünler, dünya hayatı
boyunca bütün insanlar için hazırlanan nimetler, Allah katındàki nimetlerle
karşılaştırıldığı zaman son derece basit ve değersiz şeyler oldukları ortaya
çıkar.
"Size verilen her şey, dünya hayatının geçimi ve
süsüdür. Allah'ın katında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Aklınızı
kullanmıyor musunuz?
Bu, her zaman için geçerli olan nihai
değerlendirmedir. Sırf kaçırmaktan korktukları güven, toprak ve nimetle
ilgili değildir. Sadece yüce Allah'ın kentlere bahşettiği ama şımarmaları
yüzünden yok ettiği nimetlerle de ilgili değildir. Bu, hiçbir zaman
kesintiye uğramasa da hatta eksiksiz sürekli bile olsa, kısa sürede yok
olması, tükenmesi söz konusu olmasa da dünya hayatındaki her şeyi kapsayan
nihai değerlendirmedir. Çünkü bütün bunlar "Dünya hayatının geçimi ve
süsüdür. Allah'ın katında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır." Özü
itibariyle daha hayırlı, süreklilik bakımından daha kalıcıdır.
"Aklınızı kullanmıyor musunuz?"
Ama bu ikisinden hangisinin daha üstün olduğunu
bilmek, her ikisinin de özünü kavrayan bir akıl gerektirir. Bu yüzden bu
ifadeden sonra yer alan değerlendirme, aklın seçme işinde kullanılması için
uyarma amacına yönelik oluyor.
Bu gezintinin sonunda, kim neyi diliyorsa onu seçsin
diye dünya ve ahiret sayfaları gözlerinin önüne seriliyor:
"Şu halde kendisine güzel bir söz verdiğimiz ve
ardından o söze kavuşan kimse; dünya hayatında kendisine bir geçimlik
verdiğimiz, sonra kıyamet günü azap içinde getirïlen kimse gibi midir?
Şu, yüce Allah'ın güzel bir vaadde bulunduğu
kimsenin sayfası. Bu kimse ahirette yüce Allah'ın kendisine yönelik vaadin
gerçek olduğunu görüyor ve kesinlikle kendisine va'dedilen ödülü alıyor. Bu
da, dünya hayatının sınırlı ve basit nimetlerine kavuşan kimsenin sayfası.
Sonra bu adam ahirette hesaplaşmak üzere yüce Allah'ın huzuruna
getirtiliyor. Ayette geçen "azap içinde getirilen" ifadesi zorla
getirilenlerin isteksizliğini vurguluyor. Bunlar huzura getirilirken bu
sınırlı ve basit nimetten dolayı hesaba çekilmenin ardından kendilerini
bekleyen akıbetin korkusu ile buraya getirilmemiş olmayı istiyorlar.
Kureyşliler'in "Biz seninle beraber doğru yola
gelirsek yurdumuzdan atılırız." şeklindeki mazeretlerine cevap vermek amacı
ile çıkılan gezintinin son durağı oluyor bu. Aslında bu sözleri doğru da
olsa, bu durum kıyamet günü insanın hesaba çekilmek üzere huzura
getirilmesinden daha iyidir. Bu durumda, Allah'ın yol göstericiliğine uyan,
dolayisiyle dünya da güvenli bir ortamda yaşayan, egemenlik sağlayan,
ahirette de çeşitli nimetlere ve güvene kavuşan kimsenin durumu bir midir?
Dikkat edin, şu halde evrendeki güçlerin gerçek mahiyetini kavramayan
gafillerden başkası Allah'ın yol göstericiliğinin somut ifadesi olan
Kitabını terk etmez. Korkulu ortamın neresi, güvenli ortamın neresi olduğunu
bilmeyen budalalardan başkası Allah'ın yol gösterici mesajına sırt çevirmez.
Kendileri için faydalı olan şeyi seçemeyen, yok olup gitmekten sakınmayan,
bu yüzden hepten kaybedenlerden başkası, Allah'ın Kitabını bir yana
bırakarak sapık ideolojilerin, insan aklının ürünü olan eksik ve çarpık
sistemlerin peşinden gitmez.
MÜŞRİKLERİN
KIYAMETTE AŞAĞILANMASI
Ayetlerin akışı onları öteki sahile ulaştırınca, bu
sefer onlarla birlikte bir kıyamet sahnesinde gezintiye çıkıyor. Burada
onların içinde yaşadıkları şirkin ve sapıklığın kaçınılmaz sonu tasvir
ediliyor:
62- Allah, o gün
onlara seslenir: "Benim ortağım olduğunu iddia ettikleriniz nerededirler?
63- O gün azab
üzerlerine hak olanlar: "Rabb'imiz, azdırdıklarımız şunlar. Kendimiz
azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzaklaşıp sana geldik, zaten,
aslında bize tapmıyorlardı" derler.
64- "Koştuğunuz
ortaklarınızı çağırın " denir; onlar da çağırırlar. Ancak kendilerine cevap
veremezler; cehennem azabını görünce doğru yolda olmadıklarına yanarlar.
65- Allah onlara
seslenerek; "Peygamberlere ne cevap verdiniz" der.
66- O gün haberlere
karşı körleşirler, verilecek cevapları kalmaz; birbirlerine de soramazlar.
67- Fakat tevbe
eden, inanıp yararlı iş işleyen kimsenin, kurtuluşa erenlerden olması
umulur.
Bu ilk soru, azarlama ve kınama amacı ile
yöneltilmiş bir sorudur. "Benim ortağım olduğunu iddia ettikleriniz
nerededirler?"
Aslında yüce Allah o gün sözü edilen ortakların
varolmadığını, dünya hayatında onlara uyanların bu gün onlar hakkında bir
şey bilmediklerini ve onlara ulaşma imkanına sahip olmadıklarını biliyor.
Fakat bu soruyu yönelterek onları şahitlerin huzurunda rezil-rüsva ediyor.
Bu yüzden soru sorulanlar cevap vermiyorlar. Çünkü
bu soru sorulurken cevap verilmesi hedeflenmiyor. Onlar da cevap yerine,
peşlerinden gelenleri saptırma ve Kureyş kabilesinin önde gelenlerinin
kendilerine uyan insanlara yaptıkları gibi kendilerini izleyenleri, Allah
yoluna girmekten alıkoyma suçundan sıyrılmaya çalışarak şöyle diyorlar:
"Rabb'imiz, azdırdıklarımız şunlar. Kendimiz
azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzaklaşıp sana geldik, zaten,
aslında bize tapmıyorlardı."
Rabb'imiz biz onları zorla saptırmadık. Çünkü
onların kalplerini etki altına alacak, onların duygu ve düşüncelerine egemen
olacak bir güce sahip değiliz. Onlar kendi istekleriyle ve severek yoldan
çıktılar. Nitekim biz de hiçbir zorlama olmaksızın kendi isteğimizle
sapıklığa daldık. "Onlardan uzaklaşıp sana geldik" Onları saptırma, yoldan
çıkarma suçundan uzaklaştık. "Zaten, aslında bize tapmıyorlardı" derler.
Heykellere, putlara, senin yarattığın herhangi bir varlığa kulluk
ediyorlardı. Biz kendimizi onlar için ilahlık pozisyonunda görmedik. Onlar
da bize kullukla yönelmediler.
Bu noktada yeniden, söz arasında atlamak istedikleri
o utanç verici suçlarına döndürülüyorlar. Allah'ı bir yana bırakarak
birtakım ilahlar edinmek suretiyle işledikleri kabahata çevriliyorlar:
"Koştuğunuz ortaklarınızı çağırın" denir.
Onları çağırın ve onları izlemekten kaçmayın (!)
Onları çağırın ki, size cevap versinler, sizi kurtarsınlar. Çağırın onları,
işte bugün, onların işe yarayacakları gündür. (!) Zavallılar, onları
çağırmanın hiçbir şeye yaramayacağını biliyorlar ama zorla emre itaat
ediyorlar!
"Onlar da çağırırlar ancak, kendilerine cevap
veremezler."
Bunun dışında bir şey beklenmiyordu zaten. Amaç
onları aşağılamak ve ezmektir.
"Cehennem azabını görünce"
Azabı bu karşılıklı konuşma sırasında görürler. Bu
sözlerin ardında cehennem azabının yattığını fark ederler. Çünkü böyle bir
konumun ötesi ancak azap olabilir.
Burada, sahnenin zirveye ulaştığı bu anda daha önce
reddettikleri hidayet, doğru yol mesajı sunuluyor. Hiç kuşkusuz bu,
böylesine dayanılmaz bir ortamda ideal bir beklentidir. Ama bu fırsat şayet
dünyada ona koşsalardı ellerindeydi.
"Doğru yolda olmadıklarına yanarlar."
Bu kısa ayrılıktan sonra, tekrar o dayanılmaz
sahneye döndürülüyorlar! "Allah onlara seslenerek, 'peygamberlere ne cevap
verdiniz' der." Aslında yüce Allah onların peygamberlere ne cevap
verdiklerini biliyor. Fakat bu soru da, kınama ve rezil etme amacı ile
yöneltiliyor. Onlar da bu soruyu duymazlıktan gelerek, susarak
karşılıyorlar. Bu duymazlıktan gelme, içinde bulundukları sıkıntının
ifadesidir. Suskunluk da, söylenecek bir şey bulamamaktan kaynaklanıyor.
"O gün haberlere karşı körleşirler, verilecek
cevapları kalmaz; birbirlerine de soramazlar."
Bu ifade, sahnenin ve hareketin üzerine körlük
gölgesini yansıtıyor. Sanki haberler kördür. Bu yüzden kendilerine
ulaşamıyor. Onlar da hiçbir konuda herhangi bir şey bilemiyorlar. Ne bir
soru sorabiliyorlar ne de cevap verebiliyorlar. Kendi suskunlukları içinde
sesiz, sedasız bekliyorlar.
"Fakat tövbe eden, inanıp yararlı iş işleyen
kimsenin, kurtuluşa erenlerden olması umulur."
Bu da karşı sayfa. Bu sayfa, müşriklerin içinde
bulunduğu, dayanılmaz sıkıntının zirveye ulaştığı bir sırada, günahlarından
tevbe eden, inanan ardından iyi işler yapanlardan ve onları bekleyen
kurtuluş umudundan söz ediyor. Ve bu sayfalar, şu anda seçme için yeterli
vakit varken kim hangisini isterse onu seçsin
diye sunuluyor.
ALLAH'IN MUTLAK
İRADESİ
Ardından surenin akışı onların ve her şeyin durumunu
yüce Allah'ın iradesine ve serbest seçimine bırakıyor. Çünkü her şeyi
yaratan O'dur. Her şeyi her yönüyle bilen O'dur. Başta da sonda da her şeyin
dönüşü O'nadır. En başta ve en sonda hamd O'na özgüdür. Dünyada egemenlik
O'nundur. Dönüş O'nadır, O'nun huzurunda toplanılacaktır. Yaratıklar ne
kendileri için ne de başkaları için herhangi bir şey seçme gücüne sahip
değildirler.
Dilediğini yaratan, dilediğini seçen yüce Allah'dır.
68- Rabb'in
dilediğini yaratır, seçer. Seçim onlara ait değildir. ,9llah onların ortak
koştuğu şeylerden uzaktır, yücedir.
69- Rabb'in,
gönüllerinin gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.
70- Allah odur ki;
O'ndan başka ilah yoktur. Hamd dünya ve ahirette O'nun içindir. Hükümde
O'nundur. Yalnız O'na döndürüleceksiniz.
Bu değerlendirme Kureyşliler'in "Biz seninle beraber
doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız." şeklindeki sözlerinden ve
hesaplaşma gününde müşrik ve sapık olarak içinde bulunacakları konumun
gözler önüne sunulmasından sonra yer alıyor. Bu değerlendirme, onların
kendileri adına herhangi bir şey seçme gücüne sahip olmadıklarını,
dolayisiyle güvenli ortamla, korkulu ortam arasında tercih yapamayacaklarını
vurgulamak ve yüce Allah'ın birliğini ve en sonunda her şeyin O'na
döneceğini belirtmek için yer alıyor.
"Rabb'in dilediğini yaratır, seçer. Seçim onlara ait
değildir."
Hiç kuşkusuz bu, insanların çoğu zaman unuttuğu, en
azından bir çok yönünü unuttuğu önemli bir gerçektir. Yüce Allah dilediğini
yaratır, bu konuda hiç kimse ona bir öneride bulunamaz. O'nun yaratmasına
bir ekleme ya da azaltmada bulunamaz. O'nun yaratmasını değiştiremez,
bozamaz. Yarattıklarından dilediği için istediği görevi, işi, yükümlülüğü ve
yeri belirleyen O'dur. Hiç kimse O'na herhangi bir kişiyi, bir olayı, bir
sözü veya bir eylemi seçmesini öneremez. "Seçim onlara ait değildir." Ne
kendileri ile ne de başkaları ile ilgili bir mesele de seçim hakkı onlara
aittir. Büyük-küçük her şeyin dönüşü Allah'adır.
Eğer bu gerçek kalplere ve vicdanlara yerleşirse,
insanlar uğradıkları bir zarardan, bir kötülükten dolayı öfkelenmezler. Elde
ettikleri bir nimetten, bir kazançtan dolayı da sevinip kendilerinden
geçmezler. Elde edemediklèri, kaçırdıkları bir şey için üzülmezler. Çünkü bu
şeyleri seçen böyle olmasını belirleyen kendileri değildir. Bütünüyle bu
seçimi yapan yüce Allah'dır.
Bu demek değildir ki insanlar; akıllarını,
iradelerini ve enerjilerini devre dışı bıraksınlar, ipta1 etsinler. Bunun
anlamı, insanların ellerinden gelen çabayı, düşünme, planlama ve seçme
yeteneklerini kullandıktan sonra meydana gelen sonucu hoşnutlukla,
teslimiyetle benimseyerek karşılamalarıdır. Çünkü onlara düşen ellerinden
gelen çabayı sarf etmektir, sahip oldukları yetenekleri kullanmaktır. Bundan
sonrası ile ilgili tayin edici yetki yüce Allah'a aittir.
Müşrikler bu konuda bir takım düzmece ilahları
Allah'a ortak koşuyorlardı. Oysa dilediğini, istediği gibi yaratan tek
Allah'dır. Yaratmada ve seçmede ortağı yoktur.
"Allah onların ortak koştuğu şeylerden uzaktır,
yücedir. "Rabb'in gönüllerinin gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir."
Onlarla ilgili bu bilgisi uyarınca onlara hakkettikleri karşılığı verir.
Doğru yol veya sapıklıktan hangisine layık iseler onu seçer. "Hamd dünya ve
ahirette O'nun içindir."
O'nun seçtiği şeylerden dolayı, verdiği nimetlerden
dolayı, hikmeti ve planlamasından dolayı adaleti ve rahmetinden dolayı hamd
O'nundur. Hamd ve övgü sadece O'na özgüdür.
"Hüküm de O'nundur."
Kulları üzerindeki hükümranlık O'nun tekelindedir.
Onlarla ilgili meselelerde kendi hükmü ile hükmeder. Hiç kimse bu hükmünü
geri çeviremez, değiştiremez.
"Yalnız O'na döndürüleceksiniz."
O zaman da aranızda son hükmünü verir.
Bu şekilde surenin akışı, Allah'ın gücünü
düşünmelerini sağlayarak, bu varlık alemine egemen olan iradesinin tekliğini
vurgulayarak, hiçbir şeyleri saklı kalmayacak şekilde gizli-açık her
şeylerinde top yekûn O'na döneceklerini bildirerek çepeçevre kuşatıyor
onları. Peki onlar, kesinlikle kaçıp kurtulamayacakları bir şekilde O'nun
avucunun içindeyken buna rağmen nasıl Allah'a ortak koşuyorlar?
DIŞ ALEMDEN UYARICI
MESAJLAR
Sonra surenin akışı onları yüce Allah'ın kendilerine
ilişkin planından, hayatlarına ve geçimlerine ilişkin seçiminden habersiz
olarak içinde yaşadıkları evrenin sahneleri arasında bir gezintiye
çıkarıyor. İki büyük evrensel olayla, gece ve gündüz olayları ile, bunların
ötesinde ilahi seçimin sırları ile, dilediğini seçme iradesine sahip
yaratıcının birliğine tanıklık eden mesajlarla duygularını uyarıyor:
71- Ey Muhammed! De
ki; "söyleyin bakalım; Allah, üzerinize geceyi Kıyamet gününe kadar sürekli
kılsa ,Allah'dan başka size yık getirecek ilah kimdir. İşitmiyormusunuz?"
72- De ki; "Allah
gündüzü kıyamete kadar üzerinizden kaldırmasa, Allah'dan başka hangi tanrı,
dinleneceğiniz geceyi getirebilir? Görmez misiniz?"
73- Allah
dinlenmeniz için geceyi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için gündüzü
yaratmıştır. Bunlar O'nun rahmetidir. Belki artık şükredersiniz.
İnsanlar, bu iki olayın sürekli yenilenmesine uzun
süre alıştıklarından dolayı, olayın pörsümez tazeliğini unutuyorlar. Güneşin
doğuşu ve batışı karşısında çok az zaman ürperiyorlar. Gündüzün doğuşunun,
ardından gecenin gelmesinin onları sarstığı çok nadirdir. Gece ve gündüzün
bir düzen içinde dönüşümlü olarak birbirini izlemesinin kendilerine yönelik
rahmet olduğunu, monotonluktan, bıkkınlıktan, durgunluktan yıpranmışlıktan,
ölgünlük ve yok olmaktan kurtuluş olduğunu düşünmüyorlar.
Kur'an onları alışkanlıkların ve geleneklerin neden
olduğu durgunluktan, ölgünlükten uyandırıyor. Çevrelerindeki evrene ve
evrenin olağanüstü sahnelerine dikkatleri çekiyor. Bunu da, ebediyen gece
veya ebediyen gündüz olması durumunda ne olacağını düşünmelerini sağlayarak,
her iki durumda da karşı karşıya kalacakları zorluklardan korkutarak
gerçekleştiriyor. Çünkü insan, kaybetmediği ya da kaybetmekten korkmadığı
sürece bir şeyin değerini bilmez.
"De ki; Söyleyin bakalım; Allah, üzerinize geceyi
kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, Allah'dan başka size ışık getirecek ilah
kimdir. İşitmiyor musunuz?"
İnsanlar kış günlerinde gece biraz uzayınca sabahı
özlerler. Bir süre bulutların arkasında gizlenince güneş ışığına özlem
duyarlar. Ya bu ışığı büsbütün kaybederlerse ne olacak? Şayet kıyamete kadar
hep gece olsa ne olacak durumları? Bir an için hayatlarını sürdüreceklerini
varsaydığımızda, bu tür endişeler söz konusudur. Oysa eğer hep gece olsa ve
hiç gündüz olmazsa hayat yok olma ve sönme tehlikesiyle karşı karşıya
kalır.(Gecenin hiç bitmeden sürmesinden söz edildiği zaman "işitmiyor
musunuz" şeklinde bir soru yöneltiliyor. Gündüzün hiç bitmeden sürmesinden
söz edildiğinde ise "Görmez misiniz'!" şeklinde bir soru yöneltiliyor. Bunun
nedeni, dinlenmenin geceye özgü "Görmenin ise gündüze özgü bir olgu
olu5udur. Bu da ifadedeki edebi ahenk örneklerinden biridir)
"De ki Allah gündüzü kıyamete kadar üzerinizden
kaldırmasa Allah'dan başka hangi tanrı dinleneceğiniz geceyi getirebilir
Görmez misiniz
Gündüz saatlerinde sıcaklığın etkisi uzadıkça
insanlar gölgelere çekilip dinlenmek isterler. Yaz mevsiminde gündüz birkaç
saat uzadığı için, geceye özlem duyarlar. Gündüz saatlerindeki hareketlilik
esnasında harcanan enerjiyi yeniden toplamak için hayatın bütünlüğü
açısından bir süre geceleyin dinlenmeye ihtiyaç vardır. Bir an için hayatta
kalacaklarını varsayarsak, şayet kıyamete kadar hep gündüz olsa, ne yapacak
insanlar? Oysa eğer hep gündüz olsa, insanlık hayatı yok olma ve durma
tehlikesi ile karşı karşıya kalır.
Dikkat edin, her şeyi bir plana göre hareket eder.
Evrende yer alan büyük-küçük her şeyin bir programı vardır. Her şey Allah
katında bir ölçüye göre belirlenmiştir:
"Allah dinlenmeniz için geceyi ve lütfedip verdiği
rızkı aramanız için gündüzü yaratmıştır. Belki artık şükredersiniz."
Çünkü gece dinlenme ve huzur demektir. Gündüz ise,
hareket demektir yorulma ve Allah'ın lütfuna yönelme demektir. İnsanlara ne
verilmişse, Allah'ın lütfundandır. "Belki şükredersiniz." Yüce Allah'ın size
bahşettiği nimetlere, size yönelik rahmete, gece ve gündüzün dönüşümlü
olarak meydana gelmesi şeklindeki planı ve seçimine ve hayata egemen olan
tüm yasalara karşılık şükredesiniz diye. Bütün bu yasaları, siz
belirlememişsiniz. Onları bir rahmet, bir bilgi ve uzun süreli alışkanlıktan
ve tekrardan dolayı farkında olmadığınız bir hikmet uyarınca seçip
belirleyen yüce Allah'dır.
Bu gezintiler, kısa ve çabucak biten bir kıyamet
sahnesi ile son buluyor. Burada, Allah'ın ortaklarının olduğuna ilişkin
müşriklerin asılsız iddialarını reddetme, çürütme amacı ile bir soru
yöneltiliyor. Sorgulama ve hesaplaşma anında eriyip silinen, asılsız ve boş
iddiaları ile karşı karşıya bırakılıyorlar:
74- O gün onlara
seslenerek; "Benim ortağım olduğunu iddia ettikleriniz nerede?" der.
75- Her ümmetten bir
şahit çıkarırız. "Delillerinizi getirin " deriz. O zaman, gerçeğin Allah'a
ait olduğunu bilirler ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaçtığını
anlarlar.
Çağrı gününün ve o günde, Allah'ın ortakları
oldukları iddia edilen düzmece tanrılara ilişkin sorgulamanın tasviri bundan
önceki gezintilerden birinde yer almıştı. Bu tasvir, burada sunulan yeni bir
sahneden dolayı o ortamı ve atmosferi vurgulama ve pekiştirme amacı ile
tekrarlanıyor. Her ümmetten bir şahidin belirlenip çıkarıldığı sahnedir bu.
Bu şahit o ümmete gönderilen peygamberdir. Görevi esnasında gördüğü
karşılıkla, getirdiği mesaja yönelttikleri tepkiyle ilgili olarak şahitlikte
bulunur. İfadede geçen çekip çıkarma, sert bir harekettir. Amaç; şahidi
belirgin bir şekilde göstermek, onu aralarından çıkarmak, bütün kavminin onu
görmesini, onun da bütün kavmini görmesini sağlamaktır. İşte bu şahidin
karşısında o ümmetlerden inanç sistemlerinin ve davranış biçimlerinin
doğruluğunu belgeleyen kanıtlar getirmeleri istenir. Ama hiçbir kanıt yok
ellerinde. O gün büyüklük taslamaları da söz konusu değildir.
"O zaman gerçeğin Allah'a ait olduğunu bilirler."
Her türlü şüpheden ve karşılıktan uzak, sat gerçeğin
Allah'a ait olduğunu bilir1er.
"Ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp
kaçtığını anlarlar.
İçinde bulundukları şirkin, Allah'ın ortakları
olduklarını ileri sürdükleri düzmece tanrıların ortadan yok olduğunu
görürler. Bu düzmece tanrılar onları, onlar da düzmece tanrıları yanlarında
bulamazlar. Hem de tartışma ve kanıt gösterme anında kendilerine ihtiyaç
duydukları bir sırada.
Bununla Hz. Musa ve Firavun kıssası üzerine yapılan
değerlendirmeler sona eriyor. Bu değerlendirmelerde ruhlar ve kalpler engin
ufuklarda, çeşitli alemlerde, değişik olaylar ve sahneler arasında
dolaştırılıyor, dünya ile ahiret arasında ötürülüp getiriliyorlar. Evrenin
etrafında, iç alemin derinliklerinde, geçmiş toplumların ibret verici
şekilde yok edilişlerinde, evren ve hayatı yönlendiren yasalar içinde
gezdiriliyorlar. Ama hepsi de surenin ana ekseni ile surede yer alan belli
başlı iki kıssa ile yani Musa -Firavun kıssası ve Karun kıssası ile uyum
oluşturuyorlar. Bu iki kıssadan ilkini daha önce okuduk. Bu değerlendirme ve
gezintilerin ardından şimdi de ikinci kıssayı sunuyoruz.
Surenin baş tarafında Hz. Musa ve Firavun kıssası
geçmişti. Orada egemenlik ve iktidarın sağladığı güç gözler önüne serilmiş,
ama bu gücün azgınlık ve zulüm aracı olarak Allah'a karşı gelmekte, O'nun
hidayetinden uzaklaşmak için kullanıldığında nasıl yok olup gittiği, yerle
bir edildiği anlatılmıştı. Şimdi de Karun kıssası yer alıyor. Amaç mal ve
bilginin sağladığı gücü gözler önüne sermek, bu gücün, azgınlık ve
şımarıklık aracı olarak, yaratıklara karşı büyüklenme ve aratıcının nimetini
inkâr etme için kullanılması durumunda nasıl yerle bir olacağını, yok olup
gideceğini anlatmaktır. Bu arada gerçek değerler anlatılarak, iman ve salih
amel değerleri karşısında mal ve süs değerlerinin basitliği, önemsizliği
vurgulanıyor. Bununla beraber yeryüzünde büyüklük taslamadan, bozgunculuk
yapmadan hayatın güzelliklerinden dengeli ve ölçülü bir şekilde
yararlanılabileceği de ifade ediliyor.
Kur'an-ı Kerim kıssanın zamanını ve yerini
belirtmiyor. Sadece Karun'un Musa'nın kavmine mensup bir kişi olduğunu ve
onlara karşı azgınlaştığını belirtmekle yetiniyor. Acaba bu kıssa henüz
İsrailoğulları'nın ve Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkmadıkları dönemde mi
geçiyor? Yoksa Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkışından sonraki hayatında mı
meydana geldi? Yoksa Musa'dan sonra İsrailoğulları arasında mı yaşandı?
Karun'un Hz. Musa hayattayken meydana geldiğini ifade eden rivayetler var...
Bazıları da buna ek olarak Karun'un Hz. Musa'ya eziyet ettiğini, bir kadına
ara vererek Hz. Musa'yla cinsel ilişkide bulunduğunu söyleterek ona komplo
kurduğunu, buna karşılık yüce Allah'ın Hz. Musa'nın suçsuzluğunu ortaya
çıkarıp, Karun aleyhinde ona izin verdiğini, Karun'u yerin dibine
geçirdiğini 'söylüyorlar.
Bizim ne bu rivayetlere ne de yer ve mekân
sınırlandırmasına ihtiyacımız var. Çünkü kıssa Kur'an'da yer aldığı
şekliyle, surenin akışı içinde belirlenen . hedefi gerçekleştirmek,
yerleştirilmesi istenen değer ve kuralları vurgulamak için yeterlidir. Şayet
yer, zaman ve ortam sınırlandırılması, anlama bir katkıda bulunacak olsaydı,
bu husus göz ardı edilmezdi. Şu halde hiçbir yarar sağlamayan bu rivayetlere
başvurmadan Kur'an'da yeraldığı şekliyle kıssayı sunalım.
MAL-MÜLKLE İMTİHAN
76- Karun, Musa'nın
kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik
ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti
ki; "Şımarma, Allah şımaranları sevmez. "
77- "Allah'ın sana
verdiği bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma,
Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et, yeryüzünde
bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez. "
78- Karun: "Bu
servet, ancak bende mevcut bir bilgi sayesinde bana verildi" dedi. O
bilmiyor mu ki, kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok cemaati bulunan
nice kimseleri Allah helâk etmişti. Suçlulardan günahları sorulmaz. Çünkü
Allah onları bilir.
Böylece kıssa başlıyor ve kahramanın ismini
belirtiyor: "Karun". Mensup olduğu kavmi açıklıyor. "Musa'nın kavmi"
kahramanın kavmine karşı takındığı tavrı, azgınlık olarak nitelendiriyor.
"Onlara karşı azgınlık etti." Ve bu azgınlığın sebebinin zenginlik olduğuna
işaret ediyor. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını
güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı."
Sonra bu esnada geçen olayları ve konuşmaları,
bunlarla birlikte ruhlarda oluşan tepkileri sunmaya başlıyor.
Karun, Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kavmine
mensup bir kişiydi. Yüce Allah ona çok mal vermişti. Kur'an-ı Kerim bu
çokluğu "hazineler" olarak nitelendiriyor. Hazine ise, kullanım ve tedavül
fazlası malın saklandığı, yatırıldığı gizli depodur. Bu hazinelerin
anahtarlarının bir grup güçlü, kuvvetli erkek tarafından zor taşınabildiğini
belirtiyor. Bu yüzden Karun, kavmine karşı azgınlaşıyor, haksızlık ediyor.
Ancak onlara hangi konuda haksızlık ettiği belirtilmiyor. İfade, türlü
azgınlığı ve haksızlığı kapsayacak şekilde belirsiz olarak bırakılmak
isteniyor. Belki de onlara zulmederek, çoğu zaman mal sahibi tağutların
yaptığı gibi topraklarına ve araç gereçlerine el koyarak azgınlaşmıştı.
Belkide onları bu maldaki haklarından yoksun bırakma suretiyle haksızlık
etmişti. Bilindiği gibi zenginlerin mallarında yoksulların hakkı vardır.
Ancak bu şekilde çevrelerinde bu mala ihtiyaç duyan birçok yoksul varken,
sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olması engellenir. Aksi
takdirde kalpler kin ve kıskançlık duygularıyla bozulur, insanlık hayatı
dejenere olur. Kısacası Karun bu ve benzeri nedenlerden dolayı kavmine karşı
azgınlaşmış, haksızlık etmiş olabilir.
Her ne şekilde olursa olsun, o zaman kavmi arasında
onu bu azgınlıktan vazgeçirmeye ve yüce Allah'ın servet konusunda uyulmasını
istediği dengeli ve tutarlı sisteme döndürmeye çalışan kimseler bulunuyordu.
Yüce Allah'ın servet için belirlediği bu sistem, zengini servetinden yoksun
bırakmaz, onları yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği maldan dengeli bir
şekilde yararlanmaktan alıkoymaz. Sadece onların, kontrollü ve dengeli
harcamada bulunmalarını öngörür. Bundan önce de, kendilerine bu nimetleri
veren yüce Allah'ın gözetimini ve ahiret günü ile bu günde gerçekleşecek
olan hesaplaşmayı düşünmelerini ister:
"Kavmi ona demişti ki; şımarma, Allah şımaranları
sevmez." "Allah'ın sana verdiği hu servet içinde ahiret yurdunu ara,
dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle
iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez."
Bu sözler, dengeli ve tutarlı ilahi sistemi diğer
hayat sistemlerinden ayıran bir demet değerler ve özellikler içermektedir.
"Şımarma" mala güvenmekten, servet biriktirmekten,
mal-mülk sevgisi ile dopdolu olmaktan kaynaklanan kibire kapılıp şımarma.
Malı kendisine bahşedeni unutan, dolayısıyla onun nimetini unutan, bu nimete
karşı gerekli olan hamd ve şükür görevini yerine getirmeyen azgınlar gibi,
şımarıp kendinden geçme. Malın cazibesine kapılan, kalbini mal sevgisi ile
dolduran, aklını hep onun için çalıştıran, elde ettiği bu servetle de
küstahlaşıp Allah'ın kullarına karşı büyüklük taslayan kimseler gibi
şımarma.
"Allah şımaranları sevmez."
Böyle yapmakla kavmi, onu malın cazibesine kapılıp
kendinden geçercesine sevinen, mal varlığı ile övünen ve malın kendisine
verdiği güçle insanlara karşı büyüklük taslayan, küstahları sevmeyen yüce
Allah'a döndürmeye çalışıyorlar.
"Allah'ın sana verdiği bu servet içinde ahiret
yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma." Bu ifadede tutarlı ilahi hayat
sisteminin dengeliliği dile getiriliyor. Bu sistem, mal varlığı bulunanın
kalbini ahirete bağlar. Bununla beraber onu bu dünya hayatının nimetlerinden
yararlanmaktan alıkoymaz. Tam tersine, onu bu nimetlerden yararlanmaya
teşvik eder, bu konuda ona bazı yükümlülükler getirir. Hayatı ihmal eden,
hayatla bağlarını zayıflatan mistikler gibi dünya nimetlerinden el-etek
çekmesine engel olur.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, hayatın güzelliklerini
insanlar yararlansınlar, yeryüzünde çalışsınlar, bu güzellikleri geliştirip
daha iyisini elde etsinler diye yaratmıştır. Amaç, hayatın gelişmesi,
sürekli yenilenmesidir. İnsanın yeryüzü halifelik misyonunun hedefine
varmasıdır. Ancak bu yararlanmada asıl amaçları ahiret olmalıdır. Ahiret
yolundan ayrılmamalıdırlar. Bu şekilde dünya nimetlerinden yararlanma,
yükümlülüklerini yerine getirmelerine engel olmamalıdır. Böyle bir amaç
dünya nimetlerinden ve güzelliklerinden yararlanma nimeti bahşeden yüce
Allah'a şükretmenin, O'nun bağışını hoşnutlukla kabul etmenin, onlardan
olumlu yönden yararlanmanın bir çeşididir. Yüce Allah'ın iyilikle
ödüllendirdiği bir itaat şeklidir bu.
İşte ilahi sistem, insan hayatında bu şekilde bir
denge ve bir ahenk gerçekleştirir. Dengeli ve tabii hayatının içinde sürekli
bir ruhsal yüceliğe eriştirir. Ama hiçbir şeyden yoksun bırakmadan, hayatın
basit fıtri dayanaklarını yıkmadan.
"Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik
et."
Çünkü bu mal, yüce Allah'ın bağışı ve iyiliğidir.
Buna iyilikle karşılık vermek gerekir. İyi karşılama, iyi yerlerde harcama,
yaratıklara iyilikte bulunma, nimetin bilincinde olma ve O'na şükürle
karşılık verme gibi.
"Yeryüzünde bozgunculuk isteme."
Azgınlaşarak, insanlara zulmederek bozgunculuk
yapma. Allah'ın gözetimini ve ahiret korkusunu hesaba katmaksızın
nimetlerden dilediğin gibi ve sınırsızca yararlanmak suretiyle bozgunculuk
yapma. İnsanların içinin kinle, nefretle, kıskançlıkla ve çekememezlik
duyguları ile dolmasına neden olacak şekilde bozgunculuk yapma. Malını,
amacının dışında harcayarak veya çeşitli yollarla amacı uğruna harcanmasına
engel olarak bozgunculuk yapma.
"Çünkü Allah bozguncuları sevmez."
"Tıpkı maldan dolayı küstahlaşıp şımaranları
sevmediği gibi.
Kavmi Karun'a böyle demişti. O da tek bir cümleyle
cevap vermişti. Bu cümle bozgunculuğun ve bozulmuşluğun birçok anlamını
içermektedir.
"Karun; `Bu servet, ancak bende mevcut bir bilgi
sayesinde bana verildi' dedi."
Bu malı, sahip olduğum bilgiyle hak ederek topladım.
Malı toplayıp biriktirmemi bu bilgi sağladı. O halde size ne oluyor ki, bu
malı belli bir yönde harcamamı empoze etmeye çalışıyorsunuz? Neden özel
mülkiyetime müdahale ediyorsunuz? Ben bu malı özel çabamla elde ettim. Kendi
özel bilgimle bu serveti hakettim.
Bunlar nimetin kaynağını ve veriliş hikmetini
unutan, gözü hiçbir şeyi görmeyen, malın çekiciliği ile aldanan ve
zenginliğin kör ettiği kibirli birinin sözleridir.
İnsanlar arasında bu örneğe her zaman rastlanır.
Çünkü zenginliğinin tek nedeninin bilgi ve becerisi olduğunu sanan çok insan
vardır. Bu yüzden bu tür insanlar, mallarını harcamaları veya harcamamaları
konusunda kimseye karşı sorumlu olmadıklarını sanırlar. Malı ile neden
olduğu bozgunculuk ve iyilikten dolayı hesap vermeyeceklerini düşünürler,
mala karşı tutumları ile yüce Allah'ın öfkesini ve hoşnutluğunu
çekeceklerini düşünmezler.
İslâm, ferdi mülkiyeti tanır ve kendisinin
belirlediği helâl yollarla mülk edinmek için harcanan kişisel çabalara değer
verir. Hiçbir zaman kişisel çabayı küçümsemez ya da geçersiz saymaz. Şu
kadarı var ki, İslâm aynı zamanda ferdi mülkiyet edinmek ve geliştirmek için
belli bir sistemi zorunlu kıldığı gibi, bu mülkiyetin kullanımı ve tasarrufu
açısından da belli bir sistemi zorunlu görür. Bu sistem dengeli ve
tutarlıdır. Ferdi, emeğinin ürününden yoksun bırakmaz.
Fakat savurganlığa varacak kadar serbestçe
harcamasına cimriliğe varacak kadar da eli sıkı davranmasına izin vermez.
Bunu sağlamak içinde mal üzerinde topluma bazı haklar verir. Topluma mal
kazanmanın, geliştirmenin, harcamanın ve bu maldan kişisel olarak
yararlanmanın yollarını denetleme yetkisini tanır. Bu sistem özeldir. Açık
çizgileri, ayırıcı özellikleri vardır.
Ancak Karun kavminin çağrısını dinlemiyor. Rabb'inin
kendisine yönelik nimetini düşünmüyor. Onun dengeli sistemine uymuyor.
İğrenç bir büyüklenme kompleksi ile küstahça bir nankörlükle bütün bunlardan
yüz çeviriyor.
Bu yüzden daha ayet bitmeden, günahkârlığının ve
gururluluğunun ifadesi olan bu sözlere karşılık olarak şu tehdit yer alıyor:
"O bilmiyor mu ki, kendisinden daha güçlü ve ondan
daha çok cemaati bulunan nice kimseleri Allah helâk etmişti. Suçlulardan
günahları sorulmaz. Çünkü Allah onları bilir."
Eğer kendisi güç ve mal sahibi ise, yüce Allah
kendisinden önce daha güçlü ve daha zengin kuşakları yok etmiştir. O,
bunları bilmelidir. Çünkü işe yarayan, kurtarıcı bilgi budur. Şu halde
bunları bilsin. Ve bilsin ki, O ve benzeri suçlular Allah katında çok
önemsizdirler. Hatta günahları bile sorulmaz. Çünkü hükme ve şahit
gösterilmeye bile değmezler.
"Çünkü Allah onları bilir."
SERVET KARŞISINDA
İNSANLARIN TUTUMU
Bu, Karun kıssasında yer alan sahnelerin ilkiydi. Bu
sahnede azgınlık ve küstahlık, öğütlere dudak bükme, uyarılara tepeden
bakma, bozgunculukta ısrarlı olma, mal ile övünme ve insanı şükretmekten
alıkoyan nankörlük olguları ön plana çıkıyor.
Ardından, Karun'un onca şatafatıyla, göz kamaştırıcı
süsleriyle kavminin karşısına çıktığı ikinci sahne geliyor. Kavminden
bazılarının gönlü onun şatafatına kayıyor, süslerinin cazibesine kapılıyor.
Arzuyla seyrediyorlar. Karun gibi kendilerinin de büyük bir servete sahip
olmalarını istiyorlar. Yoksulların imrenerek baktıkları büyük ve onurlu bir
konumda olduğunu, bu dünyadan iyi bir pay edindiğini sanıyorlar. Bu sırada
kavminden bir diğer grubun kalplerinde iman duygusu uyanıyor ve malın
çekiciliğine, Karun'un göz kamaştırıcı süslerine karşı bu imana dayanıp onur
duyuyorlar. Büyük bir güven ve kararlılık içinde Karun'un şatafatına
kapılan, göz kamaştırıcı süsleri karşısında kendilerinden geçen kardeşlerini
uyarıyorlar.
79- Karun süsü,
debdebesi içïnde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayamı isteyenler; "Keşke
Karun'a verilenlerin bir benzeri de bize verilse, doğrusu o büyük varlık
sahibidir" demişlerdi.
80- Kendilerine ilim
verilmiş olanlar ise; "Size yazıklar olsun, inanan ve yararlı iş yapanlar
için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur"
dediler.
Böylece içlerinde bir grup, dünya hayatının
çekiciliği karşısında, kendinden geçiyor, bu güzelliklerin büyüsüne
kapılıyor, çarpılıyorlar. Mest oluyorlar. Bir diğer grup ise, iman değeri
ile Allah katındaki kalıcı güzelliklerin ümidiyle, Allah'ın sevabına yönelik
güvenle bütün bunlar karşısında yüceliyorlar, bunlara tepeden bakıyorlar.
Böylece mal değeri ile iman değeri terazide buluşuyorlar!
"Dünya hayatını isteyenler; `Keşke Karun'a verilenin
bir benzeri bize de verilse, doğrusu o büyük varlık sahibidir' demişlerdi."
Her zaman ve her yerde dünyanın çekiciliği, göz
alıcı süsleri bazı kalpleri kendine çeker. Bu çekicilik, bu göz kamaştırıcı
süsler, dünya hayatını isteyenlerin başını döndürür. Bunlar dünya hayatının
çekiciliğinden, göz kamaştırıcı süslerinden daha üstün,daha onurlu
değerlerin farkında değildirler. Bu süslere sahip olanların bunları ne
pahasına satın aldıklarını sormazlar. Mal-mülk ve makam mevki gibi yeryüzü
nimetlerini hangi yollarla elde ettiklerini bilmezler. Bu yüzden sineklerin
tatlının başına üşüşmesi gibi bu çekici güzelliklere kapılır, başına
üşüşürler. Bu malı elde etme karşılığında ödedikleri ağır bedele, geçtikleri
iğrenç yollara, kullandıkları pis yöntemlere bakmadan zenginlerin sahip
oldukları debdebeye bakıp salyalarını akıtırlar.
Allah'a bağlı olanlara gelince, onların hayatı
değerlendirdikleri bir başka ölçüleri vardır. Mal, süs ve dünya
nimetlerinden başka değerler yer etmiştir içlerinde. Onlar yeryüzünün bütün
değerlerinin cazibesine kapılmayacak, göz alıcı süslerin önünde küçülmeyecek
kadar yüce ruhlara, ulu kalplere sahiptirler. Onlar Allah'a bağlanarak
yüceldikleri için, kulların sahip oldukları mevki ve makamlar karşısında
küçülmekten korunmuşlardır. Onlar "Kendilerine ilim verilmiş" kimselerdir.
Onlara hayatı gereği gibi değerlendirdikleri gerçek bilgi verilmiştir.
"Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, Size
yazıklar olsun, inanan ve yararlı iş yapanlar için Allah'ın sevabı daha
hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur' dediler."
Allah'ın vereceği sevap bu göz alıcı süslerden daha
iyidir. Allah'ın katındaki nimetler Karun'un yanındaki mal ve mülkten daha
hayırlıdır. Böyle bir bilince sahip olmak, ancak sabırlı kimselerin
ulaşabildikleri üstün bir derecedir. Bu dereceye ulaşan kimseler insanların
eşya ve olayları ölçüp değerlendirdikleri kriterler, ölçüler karşısında
sabrederler. Hayatın çekiciliğine, baştan çıkarıcı özelliğine karşı
sabrederler. Birçoklarının imrenerek baktıkları şeylerden yoksun olmaya
sabrederler. Yüce Allah da onların bu şekilde sabırlı olduklarını bildiği
için, onları bu üstün dereceye yükseltmiştir. Bu, yeryüzündeki her şeyin
üstüne çıkma, onlara tepeden bakma derecesidir. Hoşnutlukla, güvenle ve
içtenlikle yüce Allah'ın vereceği sevabı tercih etme, O'nun katındaki
nimetleri isteme derecesidir.
Göz alıcı süslerin baştan çıkarıcılığı zirveye
ulaşınca, nefisler bu güzellikler karşısında kendilerinden geçip
cazibelerine kapılınca, kudret eli saptırıcı imtihana dur demek için olaya
müdahale ediyor. Bu fitneye kapılıp aldanmamaları için zayıf iradeli
kullarına merhamet ediyor. Gurur ve kibir sahiplerini yerle bir ediyor. Bu
bakımdan kıssanın üçüncü sahnesi son derece kesin ve çözümleyici açıklamalar
içeriyor:
81- Sonunda biz onu
da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı ona yardım edecek bir
topluluğu olmadı. Kendi kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi.
İşte böyle, tek bir cümleyle ifade edilebilecek kısa
bir sürede, yıldırım hızıyla gelişen ani bir hareketle "Onu da sarayını da
yerin dibine geçirdik." O da sarayı da toprağa gömüldü. Üzerinde büyüklük
kompleksine kapıldığı, mal varlığına güvenerek herkese tepeden baktığı yerin
dibine girdi. Hiç kuşkusuz bu, onun sergilediği tavra uygun bir karşılıktır,
yerinde bir cezadır. Böylesine böbürlenen, malın sağladığı güce güvenerek
insanlara tepeden bakan Karun, güç-süz ve çaresiz biri olarak yok olup
gitti. Hiç kimse ona yardım etmedi. Ne malı ne de mevkisi kendisini
kurtaramadı.
Onunla birlikte bazı insanları etkisi altına alan bu
zor imtihan da bitti. Bu öldürücü darbe fitnenin büyüsüne kapılan bu
insanları Allah'a döndürdü. Kalplerinin üzerini örten gaflet ve sapıklık
perdesi kalktı. Kıssanın son sahnesi de şu şekilde gelişiyor.
82- Dün onun yerinde
olmayı isteyenler; "Demek Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip
bir ölçüye göre veriyor. Allah bize lutfetmemiş olsaydı, bizi de yerin
dibine batırırdı. Demek ki, kâfirler kurtulmazlar" demeye başladı.
Onun acıklı akıbetini seyrederek, dünkü isteklerine
karşılık vermediği, Karun'a verdiği mal-mülk gibisini kendilerine vermediği
için Allah'a hamd ediyorlar. Bir gece ve gündüz içinde meydana gelen iç
karartıcı akıbeti görüyorlardı. Ve artık zenginliğin yüce Allah'ın
hoşnutluğunun ifadesi olmadığını anlamışlardı. Çünkü yüce Allah kullarından
dilediğinin rızkını bollaştırır, hoşnutluk ve öfkenin dışındaki nedenlerden
dolayı dilediğinin de rızkını daraltır. Şayet zenginlik onun hoşnutluğunun
ifadesi olsaydı, Karun'u bu kadar sert ve katı bir şekilde cezalandırmazdı.
Tanı tersine, zenginlik bir sınavdır ve arkasından acıklı bir belâ
gelebilir. Öte yandan, kâfirlerin ilahi cezadan kurtulamayacaklarını da
öğrendiler. Şu kadarı var ki, Karun küfür sözünü açıkça söylememişti. Ama
mal ile gururlanması ve malın kaynağı olarak sahip olduğu bilgiyi
göstermesi; kavminin onu kâfirlerden saymasına neden olmuştu. Bu yüzden onun
yok edilişini, kâfirlerin yok edilişi olarak nitelendirmişlerdi.
İNANANLARA AHİRET
ÖDÜLÜ
Bu sahnenin de perdeleri iniyor. Kudret elinin
açıkça ve dolaysız olarak olaya müdahale etmesiyle mü'min gönüller üstün
gelmiş, iman değeri terazinin kefesinde ağır basmıştı. Şimdi de en uygun bir
zamanda sahneye ilişkin değerlendirme yer alıyor:
83- İşte ahiret
yurdu. Onu yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmayanlara veririz.
Güzel sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır.
Kendilerine ilim verilenlerin, eşyayı gerçek değeri
ile değerlendiren, gerçek bilgiye sahip olanların sözünü ettiği ahireti...
Çok üstün dereceli, engin ufuklu ahiret yurdunu... Evet bu ahiret yurdunu:
"Yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmayanlara veririz." İçlerinde
kendilerini üstün görme gibi bir düşünce yer etmez. Kalplerinde kendilerini
beğenme, şahıslar ve onunla bağlantılı şeylerle gurur duyma, büyüklük
kompleksine kapılma gibi bir duygu uyanmaz. Şahıslarına ilişkin düşünceleri
bir kenara bırakarak kalplerini Allah düşüncesi ile O'nun hayat sistemine
ilişkin bilinç ile doldururlar. Onlar bu dünya hayatındaki varlıklara,
eşyalara, yeryüzü değerlerine ve ölçülerine bir değer vermezler. Bir şey
yaparken, bunları göz önünde bulundurmazlar.
Aynı şekilde yeryüzünde bozgunculuk yapmak da
istemezler. İşte onlar, yüce Allah'ın kendilerine ahiret yurdunu, o yüce ve
ulu yurdu bahşettiği kimselerdir. "Güzel sonuç, Allah'a karşı gelmekten
sakınanlarındır."
Allah'dan korkan, onu gözeten, öfkesinden sakınan ve
hoşnutluğunu isteyenlerindir güzel akıbet.
Ahiret yurdunda her amel, yüce Allah'ın belirlediği
şekliyle karşılığını görür. Dünyada yapılan iyilik kat kat fazlasıyla ve
daha iyisiyle ödüllendirilir. Kötülük ise, yaratıkların zayıflığına yönelik
bir rahmet ve kolaylaştırma olarak kendisine denk bir ceza ile karşılığını
alır.
84- Kim bir iyilik
getirirse, ona ondan daha güzeli vardır. Kim kötülük getirirse, kötülükleri
yapanlar, ancak yaptıkları kötülük kadar cezalandırılırlar.
PEYGAMBERE ZAFER
VAADİ
Şu anda surede yer alan kıssalar bitmiş, doğrudan
doğruya bu kıssalar üzerine yapılan değerlendirmeler sona ermiş bulunuyor.
Şimdi de hitap, Peygamber efendimize ve o zamanlar Mekke'de kendisine uyan
müslüman azınlığa yöneltiliyor. Şehrinden çıkarılmış, toplumdan
uzaklaştırılmış, Medine'ye doğru yol alan ama henüz oraya ulaşmamış bulunan
Peygamberimize yöneltiliyor hitap. O sırada Mekke'ye yani tehlikenin
merkezine yakın Cuhfe denilen yerde bulunuyordu. Kalbi ve gözü sevdiği
memleketinden kopamıyordu. Oradan ayrılmak zor geliyordu kendisine. Ancak
davası, çocukluğunun geçtiği, hatıralarının beşiği, ailesinin yurdu olan bu
şehirden daha önemliydi, daha üstündü. İşte Peygamber efendimiz böyle bir
konumdayken, hitap kendisine yöneltiliyordu:
85- Ey Muhammed!
Kur'an'ı sana indiren ve onu okumayı sana farz kılan Allah, ebette seni
dönülecek yere döndürecek. De ki; "Rabb'im .kimin hidayet getirdiğini ve
kimin apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu bilir. "
Allah seni müşriklerin insiyatifine terk
etmeyecektir. O'dur sana Kur'an'ı indiren ve Kur'an'ın içerdiği mesajı
duyurma misyonunu omuzlarına yükleyen. O, seni çok sevdiğin memleketinden
çıkarandır. Sana baskı yapan, davet hareketine karşı zorluk çıkaran,
çevredeki mü'minleri dinlerinden döndürmeye çalışan müşriklerin eline
bırakmayacaktır. O, sana bu Kur'an'ı takdir ettiği bir sırada, uygun gördüğü
bir zamanda zafere ulaşasın diye indirmiştir. Bugün oradan çıkarılıyor,
kovuluyorsun, ama yarın zafer kazanarak oraya geri döneceksin.
Yüce Allah'ın hikmeti, böylesine zor ve sıkıntılı
bir atmosferde kuluna bu kesin vaadi indirmeyi öngörmüştü. Böylece Hz.
Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kendinden emin olarak, güven
içinde yoluna devam etmesi, doğruluğunu bildiği ve bir an bile kuşku
duymadığı yüce Allah'ın vaadine içten güvenerek hareket etmesi amaçlanmıştı.
Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın bu vaadi, O'nun yolunu
izleyen herkes için geçerlidir. Allah yolunda eziyet gören, baskılara
uğrayan, buna karşılık sabreden ve Allah'ın vaadine güvenen kimselere yüce
Allah mutlaka yardım etmiş ve en sonunda tağutlara karşı onlara zafer
vermiştir. Bunlar ellerinden gelen tüm çabayı sarf ettikten, üstüne düşeni
yapıp görevini yerine getirdikten sonra yüce Allah onlar adına savaşı
üstlenmiştir.
"Kur'an'ı sana indiren ve onu okumayı sana farz
kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecek."
Daha önce yüce Allah Musa'yı kaçarak, kovularak
çıktığı yere geri döndürmüştü. Geri döndürmüş ve onun aracılığı ile kendi
kavminden ezilenleri kurtarmıştı. Yine onun aracılığı ile Firavun ve
kurmaylarının kökünü kurutmuştu. Akıbet doğru yolda olanların olmuştu. Şu
halde yoluna devam et. Kavminle senin arandaki meseleye ilişkin çözümleyici
hükmü, sana bu Kur'an'ı indiren Allah'a bırak.
"De ki; "Rabb'im kimin hidayet getirdiğini ve kimin
sapıklık içinde bulunduğunu bilir."
Meseleyi Allah'a bırak. O, doğru yolda olanlarla,
sapık olanların hakettikleri karşılığı verir.
Kur'an'ın sana indirilmiş olması bir nimettir, bir
rahmettir. Bu emaneti yüklenmek üzere seçileceğin aklından geçmezdi. Bu,
büyük bir makamdır ve bu makam sana bahşedilmeden önce böyle bir beklenti
içinde değildin.
86- Sen Kitab'ın
senin kalbine bırakılacağını ummazdın. O Rabb'inden bir rahmettir. O halde
kâfirlere yardımcı olma.
Bu, Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- peygamberlik görevinin beklentisi içinde olmadığını, bunun yüce
Allah'ın seçimine bağlı olduğunu ifade eden kesin bir açıklamadır. Yüce
Allah dilediğini yaratır, dilediğini seçer. Peygamberlik görevi de, yüce
Allah seçmeden, ulaşmasına layık görmeden bir insanın kendi kendine
düşünemeyeceği yüce bir ufuktur. Bu, yüce Allah'ın peygamberine ve doğru
yola iletmesi için bu mesajla seçip gönderdiği insanlığa yönelik bir
rahmettir. Bu rahmet, seçilmişlere verilir, isteyenlere değil. Nitekim
etrafında gerek Araplar arasında, gerekse İsrailoğulları içinde kıyamete
yakın son zamanda gelmesi beklenen peygamberliği isteyen çok kişi vardı. Ne
var ki -peygamberlik görevini kime vereceğini çok iyi bilen- yüce Allah, bu
görev için, onu istemeyen, böyle bir beklenti içinde olmayan ve bu iş için
istekli ve arzulu olanların dışında bu büyük lütfu algılayacak yetenekte
olduğunu bildiği birini seçti.
Bu yüzden yüce Allah -kendisine bu Kitab'ı
bahşettiği için- kâfirlere destekçi olmamasını emrediyor. Kâfirlerin onu
Allah'ın ayetlerine uymaktan alıkoymalarına karşı uyarıyor. Şirk ve
müşriklere karşı saf tevhid inancını hiçbir kapalılığa yer bırakmayacak
şekilde açıklıyor.
"O halde kâfirlere yardımcı olma."
DAVETİN TEMEL İLKESİ
87- Ve Allah'ın,
ayetleri sana indikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabb'ine
davet et, ortak koşanlardan olma.
88- Allah ile
beraber başka bir ilaha yalvarma. O'ndan başka ilah yoktur. O'ndan başka her
şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz.
Bu, surenin verdiği son mesajdır. Bu mesaj,
Peygamber efendimizle onun yolunu, küfür ve şirkle onların yolunu
birbirinden kesin şekilde ayırıyor. Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine
olsun- uyanlara kıyamet gününe kadar izleyecekleri yolu açıklıyor. Peygamber
efendimiz tarihsel dönemler içinde en belirgin iki dönemi birbirinden ayıran
hicret yolculuğunu sürdürdüğü bir sırada bu son mesaj gelmişti.
"Öyle ise sakın kâfirlere yardımcı olma." Çünkü
mü'minlerle kâfirler arasında yardımlaşma ve dayanışma söz konusu olamaz.
Onların yolları ve hayat sistemleri birbirinden farklıdır. Bunlar Allah'ın
taraftarları (hizbullah) ötekiler şeytanın taraftarları (hizbuşşeytan)dır.
Hem nasıl yardımlaşacaklar? Ve ne üzerinde yardımlaşacaklar?
"Ve Allah'ın, ayetleri sana indikten sonra sakın
seni onlardan alıkoymasınlar."
Çünkü kâfirlerin hiçbir zaman izlemekten
vazgeçmedikleri yol, çeşitli yöntemlere ve araçlara başvurarak dava
adamlarını, davet hareketinden alıkoymaktır. Mü'minlerin tutumu ise kendi
yollarını izlemektir. Engellemeye çalışanlar onları durduramaz. Düşmanları,
onları bu yolu izlemekten alıkoyamaz. Çünkü Allah'ın ayetleri ellerindedir
ve bu ayetlere uymakla yükümlüdürler. Bu onların omuzladıkları bir
emanettir.
"Rabb'ine davet et." Hiçbir karışıklığa ve
kapalılığa meydan vermeden açık ve net olarak insanları Rabb'inin mesajını
kabul etmeye çağır. Allah'a çağır, milliyetçiliğe, ırkçılığa değil. Bir
toprak parçasını zaptetmeye, bir bayrağı dalgalandırmaya, bir çıkar
sağlamaya, bir ganimet elde etmeye, bir arzuyu tatmin etmeye ve bir ihtirası
dindirmeye değil. Kim bu şekilde her türlü karışıklıktan, tüm yabancı
unsurlardan soyutlanmış şekliyle bu çağrıya uymak istiyorsa uysun. Ama
onunla birlikte başka unsurları da isteyenler varsa, bu; Allah'ın uyulmasını
istediği yolu değildir.
"Sakın müşriklerden olma." "Allah ile beraber başka
bir ilaha yalvarma."
Bu ilke, iki defa vurgulanıyor. Birincide şirk
yasaklanıyor, ikincide de Allah'la birlikte başka tanrılar edinmek
yasaklanıyor. Çünkü bu ilke, inanç sisteminin saf ve katışıksızlığı ile
kapalılığı ve karışıklığı arasındaki yolların ayrılış noktasıdır. İslâm
inanç sistemi, davranış ve ahlâk kuralları, yükümlülükleri ve yasalarıyla
bütünüyle bu ilkeye dayanır. Bu ilke aynı zamanda bütün direktiflerin, bütün
yasamaların etrafında döndüğü eksendir. Bu yüzden bu ilke bütün
direktiflerden, yasama amaçlı tüm açıklamalardan önce hatırlatılır.
Ayet bu ilkeyi vurgulamaya ve açıklamaya devam
ediyor:
"O'ndan başka ilah yoktur. O'ndan başka her şey yok
olacaktır. Hüküm O'nundur. Ve O'na döndürüleceksiniz."
"O'ndan başka ilah yoktur."
Çünkü ancak Allah'a teslim olunur. Sadece O'na
kulluk yapılır. O'nun dışında güç, kuvvet sahibi yoktur. Yalnızca O'nun
koruyuculuğuna sığınılır. "O'ndan başka her şey yok olacaktır." Çünkü her
şey geçicidir, gidicidir.
Mal-makam, güç-iktidar, hayat-nimetler, yeryüzü ve
üstündekiler, gökler ve içindeki canlı-cansız tüm varlıklar, bildiğimiz ve
bilmediğimiz tüm yönleriyle bu evren... Her şey yok olacaktır. Sadece yüce
Allah'ın zatı baki kalacaktır. Tek başına O kalacak ve geride hiç kimse
kalmayacaktır.
"Hüküm O'nundur." Dilediği gibi hükmeder ve bu hükmü
istédiği gibi uygular. Hiç kimse hükmünde O'na ortak değildir. Ve kimse
O'nun hükmünü geri çeviremez. Hiçbir emir O'nun emrinin önüne geçemez.
Sadece O'nun dilediği olur. Başkası değil.
"Ve O'na döndürüleceksiniz." O'nun hükmünden
kaçılmaz. Kararından kurtulmak mümkün değildir. O'nun dışında sığınılacak,
kaçılacak bir yer yoktur.
Böylece kudret elinin açıkça belirginleştiği,
Allah'ın davasını koruyup gözettiği, azgın, tağuti güçleri yerle bir edip
yok ettiği bu sure, davetin temel ilkesini açıklayarak son buluyor. Bu ilke,
yüce Allah'ın birliği; ilahlıkta, kalıcılıkta, hüküm ve yürütmede tekliği
ilkesidir. Bu açıklamanın amacı, dava adamlarının Allah'ın yol
göstericiliğinin ışığında, güvenle, bağlılıkla ve inançla yollarını
izlemeleridir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.