18-Kehf
1- Hiçbir çarpık
yeri olmayan, bu tutarlı kitab'ı (Kur'an-ı) kulu Muhammed'e indiren Allah'a
hamdolsun.
2- Peygamber,
insanları, Allah'dan gelecek ağır bir azap konusunda uyarsın ve iyi amel
işleyen mü'minlere de kendilerini iyi bir ödülün beklediği müjdesini versin
diye bu dosdoğru kitap indirildi.
3- Mü'minler o ödül
yerinde (cennette) sürekli kalacaklardır.
4- Bir de "Allah
evlat edindi" diyenleri uyarsın diye.
5- Allah'ın evlat
edindiği konusunda ne onların ve ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur.
Rastgele ağızlarından çıkan bu söz ne ağır bir iftiradır! Söyledikleri,
yalandan başka bir şey değildir.
6- Ey Muhammed, eğer
onlar bu yeni mesaja (Kur'ana) inanmazlarsa, arkalarından duyacağın üzüntü
sebebi ile neredeyse kendini mahvedeceksin.
7- Biz dünyadaki her
şeyi yeryüzünün süsü yaptık. Amacımız, insanları sınavdan geçirerek
hangilerinin daha iyi işler yapacaklarını görmektir.
8- Günü gelince
yeryüzünün bütün gözalıcı yeşilliklerini kesinlikle kupkuru bir toprak
düzlüğüne çevireceğiz.
Tutarlı ve kesin ifadeli bir başlangıç... Bu
başlangıçta "Peygamber insanları Allah'dan gelecek ağır bir azap konusunda
uyarsın" diye çarpık bir yeri bulunmayan, her anlama yorulabilecek, eğri ve
ne anlama geldiği belirsiz yuvarlak ifadelere yer vermeyen bu tutarlı
kitabı, yani Kur'anı "Kulu Muhammed'e" indirdiği için yüce Allah'a hamd
edilmektedir.
Daha ilk ayetten itibaren temel ilkeler açıkça
ortaya konuyor. İnanç sisteminde bir karışıklığa, bir kapalılığa meydan
verilmiyor. Buna göre kitab'ı indiren yüce Allah'dır. Bu kitab'ı indirdiği
için O'na hamdolsun. Peygamberimiz Hz. Muhammed'de -salât ve selâm üzerine
olsun- O'nun kuludur. Allah'ın çocuğu ve ortağı yoktur.
Çarpık bir yeri bulunmayan, bu kitap "tutarlı" bir
kitaptır. Bu anlam bir keresinde çarpıklığın olmadığını vurgulamak suretiyle
bir keresinde de tutarlılığı vurgulamak suretiyle tekrarlanmaktadır. Amaç bu
anlamı pekiştirmek ve güçlendirmektir.
Bu kitabın, yani Kur'anın indirilmesi ile güdülen
amaç bellidir, açıktır: "Peygamber, insanları Allah'dan gelecek bir azap
konusunda uyarsın ve iyi amel işleyen mü'minlere de kendilerini iyi bir
ödülün beklediği müjdesini versin diye bu dosdoğru kitap indirildi."
Nitekim uyarının keskin gölgesi bütün ifadeye
yansımaktadır. Ayet önce, uyarı amaçlı genel bir ifadeyle başlıyor.
"İnsanları Allah'dan gelecek bir azap konusunda uyarsın" sonra tekrar
dönüyor ve uyarıyı özelleştiriyor. "Bir de `Allah evlat edindi' diyenleri
uyarsın diye."
Bu arada "iyi amel işleyen" mü'minlere de müjde
veriliyor. Ama bu müjde, imanın pratik, gözle görülür, realiteye dayanan ve
realite tarafından. desteklenen kanıtı ile bağlantılı olarak veriliyor.
Sonra surenin akışı müşriklerin en büyük ve en
önemli meselede yani inanç sistemi (akide) meselesinde hüküm vermek ve bir
yargıya varmak için tuttukları çarpık ve bozuk yöntemi gözler önüne sermeye
başlıyor.
"Allah'ın evlat edindiği konusunda ne onların ve ne
atalarının hiçbir bilgisi yoktur."
Böyle bir sözü, hiçbir bilgiye dayanmadan hem de
saçmalayarak söylemek ne adi ve ne korkunç bir durumdur.
"Rastgele ağızlarından çıkan bu söz ne ağır bir
iftiradır. Söyledikleri yalandan başka bir şey değildir."
Müşriklerin rastgele söyledikleri bu sözün
korkunçluğunu vurgulama açısından, ifadedeki kelimelerin dizilişi ile bu
kelimelerin telaffuzu esnasında ortaya çıkan müzikal vurgusu bir ahenk
oluşturuyorlar. Ayet "(Keburet)- büyük, ağır" kelimesi ile başlıyor.
Dinleyici meselenin önemini ve korkunçluğunu algılasın ve atmosfere bu
anlamlar egemen olsun diye. Bu amaçla "El-Kelimet'ul Kebire" "Keburet
Kelimetun" cümlesindeki zamirini belirginleştirici, ayırıcı bir işlev
görüyor. Bununla da dinleyicilerin dikkatlerinin olaya iyice 'yöneltilmesi
hedefleniyor, böylece bu sözün onların ağızlarından rastgele ve düşünmeden
çıktığını "Ağızlarından çıkan bu söz ne ağır bir iftiradır' şeklinde ifade
ediliyor. Ayrıca ayette yeralan "Efvahihim-ağızları" ifadesi kendine özgü
müzikal vurgusu ile, onların ağızlarından çıkan bu sözün ağırlığını ve
hayasızlığını ön plana çıkarmada katkıda bulunuyor. Çünkü bu kelimeyi
telaffuz eden biri kelimenin birinci yarısındaki "Efva" şeklindeki uzatmadan
dolayı önce ağzını açar, sonra peşpeşe iki "ha" harfini telaffuz eder.
Böylece "Efvahihim" ifadesinin sonundaki "mim" harfi telaffuz edilmeden önce
ağız tamamen "ha" sesiyle dolar. Bu yüzden cümlenin dizilişi ile ifadenin
müzikal vurgusu, birlikte anlamı tasvir edip bu anlamın yaydığı gölgeyi
belirginleştirmektedir. Bunun üzerine olumsuzluk ve istisna edatları
kullanılarak pekiştiricilik fonksiyonunu yerine getiren bir değerlendirme
yapılıyor. "Söyledikleri yalandan başka bir şey değildir."
Bu cümlede olumsuzluğu ifade etmek için "ma"
olumsuzluk edatı yerine "in" edatı kullanılıyor. Çünkü `in' edatı sonundaki
zorunlu sükun (hareketsizlik)dan dolayı kesinlik ifade
etmektedir.`Ma'edatında ise, sonundaki uzatmadan kaynaklanan bir yumuşaklık
vardır... Kuşkusuz "ma" yerine "in" edatının kullanılması müşriklerin
tutumlarının iğrençliğinin daha net biçimde vurgulanması ve ağızlarından
çıkan bu ağır iftiranın yalan olduğunun pekiştirilmiş bir ifadeyle gözler
önüne serilmesi amacına yöneliktir.
DÜNYADAKİ SINAV
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
soydaşlarının Kur'anı yalanlamalarından, doğruyola girmekten
kaçınmalarından, buna karşılık sonunda yapacaklarını bildiği bir yolu
izlemelerinden dolayı . üzülmesini hoş karşılamamışa benzer bir hitap
yöneltiliyor. Evet, serzenişe benzer bir ifadeyle Peygamberimize şöyle
deniyor:
"Ey Muhammed, eğer onlar bu yeni mesaja (Kur'ana)
inanmazlarsa, arkalarından duyacağın üzüntü sebebi ile neredeyse kendini
mahvedeceksin."
Yani, şayet bu Kur'ana inanmayacak olurlarsa belki
de duyacağın üzüntüden dolayı kendini öldüreceksin... Oysa onlar senin
üzülmene, hayıflanmana değmezler. Bırak onları ne halleri varsa görsünler.
Çünkü biz yeryüzünde yarattığımız gözalıcı güzellikleri, süsleri, nimetleri,
mal ve evlatları yeryüzünde yaşayanları denemek, onları sınamak için
yarattık. Bununla amacımız, dünyada iyi işler yapan ve güzel davranışlar
sergileyen böylece dünyadaki nimetleri hakettiği gibi ahiret nimetlerini de
hakedenleri ortaya çıkarmaktır:
"Biz dünyadaki her şeyi yeryüzünün süsü yaptık.
Amacımız, insanları sınavdan geçirerek hangilerinin daha iyi işler
yapacaklarını görmektir."
Aslında yüce Allah, kimlerin iyi işler yapacaklarını
biliyor. Ama yüce Allah kulların eylemlerine ve hayatta sergiledikleri
tutumlarına göre onlar hakkında hüküm verir. Burada iyi işler yapmayanlara
değinilmiyor, onlar hakkında herhangi bir şey söylenmiyor. Çünkü ifadenin
içerdiği anlam gayet açıktır.
Yeryüzüne bir çekicilik kazandıran bütün gözalıcı
süslerin sonu ise bellidir. Yeryüzü gün gelecek bu süslerden yoksun
kalacaktır. Yeryüzündeki her şey bir gün yok olacaktır. Kıyamet gününden
önce yeryüzü çıplak, kupkuru ve dazlak bir yüzey halini alacaktır .
"Günü gelince yeryüzünün bütün gözalıcı
yeşilliklerini kesinlikle kupkuru bir toprak düzlüğüne çevireceğiz."
İfadede bir kesinlik vardır. İfadenin canlandırdığı
sahnede de öyle. Ayetin orijinalinde yeralan "cereza" kelimesi, sözlü
vurgusu ile kuraklık, kurumuşluk anlamlarını tasvir ediyor. Aynı şekilde
"Saida" kelimesi de dümdüz ve sert bir yüzeyin sahnesini canlandırıyor.
ASHAB-I KEHF
HİKÂYESİNE GİRİŞ
Sonra mağaraya sığınan gençlerin hikâyesi geliyor.
Bu hikâye, mü'min gönüllerdeki imanın gerçekliğine bir örnek olarak
sunuluyor. Mü'min gönüllerin nasıl imanla huzura kavuştukları, imanı ne
şekilde dünyanın çekici güzelliklerine, gözalıcı nimetlerine tercih
ettikleri, insanlar arasında bu imanın öngördüğü şekilde yaşamâları
zorlaşınca, nasıl mağaraya sığındıkları, bunun yanında yüce Allah'ın bu
mü'min gönülleri nasıl gözettiği, onları baskı ve işkencelerden nasıl
koruduğu, onları rahmetiyle nasıl kuşattığı bu hikâyede somutlaştırılıyor.
Bu hikâyeye ilişkin çeşitli rivayetler vardır.
Birçok söylenti, dolaşıp durmaktadır dillerde. Bazı eski kitaplarda ve
efsanelerde değişik şekillerde yeralmıştır bu hikâye. Biz, bu hikâyenin
Kur'an'da anlatıldığı kısmının sınırında duruyor, onunla yetiniyoruz. Çünkü
tek güvenilir kaynak Kur'an'dır. Birçok tefsirde yeralan ve sağlam bir
dayanaktan yoksun diğer rivayetleri ve efsaneleri ise bir kenara atıyoruz.
Özellikle Kur'an-ı Kerim bu konuda, Kur'an dışındaki bir kaynağa bilgi
edinme amacı ile başvurmayı, karanlığa taş atar gibi tartışmaya girmeyi,
bilir bilméz konuşmayı yasaklamıştır.
Bu hikâyenin ve Zülkarneyn hikâyesinin
Peygamberimize indiriliş nedenine ilişkin olarak, yahudilerin Mekkelileri bu
iki hikâye ve Ruh hakkında Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
birtakım sorular sormaya teşvik ettikleri veya Mekkeliler'in Hz. Peygamberi
sınamak için yahudilerden kendilerine bazı sorular öğretmelerini istedikleri
anlatılır. Bu anlatılanların tümü veya bir kısmı doğru olabilir. Nitekim
Zülkarneyn hikâyesinin başında şöyle bir ifade yeralmaktadır:
"Ey Muhammed, sana Zülkarneyn hakkında soru
sorarlar. Onlara de ki; `Size onun hakkında bazı düşündürücü bilgiler
vereceğim!"
Ne var ki, mağaraya sığınan genç arkadaşların
hikâyesine ilişkin olarak benzer bir işaret yeralmıyor Kur'an'da. Bu yüzden
biz, daha önce de açıkladığımız gibi surenin ana ekseni ile bağlantısı açık
olan hikâyeyi ele alarak yolumuza devam ediyoruz.
HİCRET VE RAHMET
Bu hikâyenin sunuluşunda, edebi açıdan izlenen
yöntem, önce kısa ve öz bir anlatım, sonra da ayrıntılı biçimde açıklama
yöntemidir. Hikâye sahneler halinde sunuluyor. Bu sahneler arasında da
boşluklar bırakılıyor. Bu boşluklarda neler olup bittiği ise, hikâyenin
akışından anlaşılıyor.
9- Sen "Ashab-ı Kehf
" ve "Ashab-ı Rakım " olayının, bizim şaşırtıcı mucizelerimizden biri
olduğunu mu sanıyorsun?
10- Hani birkaç genç
o mağaraya sığınmışlar ve "Ey Rabb'imiz, bize katından rahmet bağışla ve şu
işimizde bize çıkış yolu göster" dediler.
11- Bunun üzerine
onları mağarada yıllarca uykuya yatırdık.
12- Sonra iki
gruptan hangisinin ne kadar uyuduklarını doğru olarak hesap edebileceğini
belirlemek üzere onları uyandırdık.
Bu, hikâyeyi anahatlarıyla anlatan bir özettir.
Hikâyenin belli-başlı ve temel çizgileri bu özette çiziliyor. Böylece
"Eshab-ı Kehf'in -sayılarını bilmediğimiz birkaç genç olduklarını, bir
mağaraya sığındıklarını, aynı zamanda mü'min olduklarını, yine mağarada -kaç
yıl sürdüğünü bilmediğimiz- uzun bir uykuya yatırıldıklarını anlıyoruz.
Sonra yıllarca süren bu uzun uykudan uyandırıldıklarını kendi durumları
hakkında birbirleriyle tartışan iki gruba ayrıldıklarım, daha sonra bu iki
gruptan hangisinin ne kadar uyuduklarını doğru olarak hesap edebileceğini
belirlemek üzere uykudan uyandırıldıklarını görüyoruz. Aynı şekilde Eshab-ı
Kehf hikâyesinin ilginçliğine rağmen, yüce Allah'ın şaşırtıcı mucizelerinden
biri olmadığını, çünkü bu evrenin sayfaları arasında öyle olağanüstülükler,
evrenin katmanları içinde öyle ilginç olaylar vardır ki, bunların Eshab-ı
Kehf ve Rakım hikâyesinden çok daha olağanüstü olduklarını öğreniyoruz.
(Kehf: Kayanın içindeki oyuk, mağara demektir. Rakım ise -gene kanıya göre-
onların isimlerini içeren yazıttır. Belki de bu, içinde kayıplara
karıştıkları mağaranın kapısının üzerine konulan ve isimlerini belirten
yazıdır.)
Hikâyenin bu ilgi uyandırıcı özetinden sonra
ayetlerin akışı, hikâyeyi ayrıntılı biçimde sunmaya başlıyor. Bu ayrıntılı
açıklama, yüce Allah'ın birazdan anlatacaklarının, bu konuda anlatılan
rivayetleri sonuca bağlayacağı ve bunun, kesin gerçek olduğunun vurgulanması
ile başlıyor.
13- Biz sana onların
hikâyelerini doğru olarak anlatıyoruz. Onlar Râbb'lerine inanmış, bir grup
gençti; onların hidayet bilincini arttırmıştık.
14- Kalplerini
pekiştirmiştik. Hani, kâfirlerin karşısına dikilip şöyle demişlerdi; "Bizim
Rabb'imiz, göklerin ve yerin Rabb'idir; O'ndan başkasına yalvarmayız, yoksa
saçmalamış oluruz. "
15- "Şu
soydaşlarımız, Allah'ı bir yana bırakarak çeşitli ilahlar edindiler, onların
gerçekten ilah olduklarına ilişkin kesin delil göstermeleri gerekmez mi?
Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?"
16- İçlerinden biri
dedi ki; "Madem ki, soydaşlarınızla ve onların Allah`ı bir yana bırakarak
taptıkları ile ilişkinizi kestiniz, öyleyse mağaraya sığınınız, Rabb'iniz
engin rahmetinden size bir pay göndersin ve şu işinizde size kurtuluş yolu
göstersin.
Bu, hikâyede yeralan sahnelerin ilkidir. "Onlar
Rabb'lerine inanmış bir grup gençti" "Onların hidayet bilincini
arttırmıştık." İşlerini nasıl planlayacaklarını ilham etmek suretiyle
doğruyu bulma yeteneklerini geliştirmiştik. "Kalplerini pekiştirmiştik"
kalpleri, hiçbir etki karşısında sarsılmaz, dayanıklı, bildiği gerçeğe
güvenen ve seçtiği iman sayesinde onurlu hale gelmişti.
"Kâfirlerin karşısında dikildikleri zaman" birinin
karşısına dikilme; azim ve kararlılığı gösteren bir eylemdir. "Bizim
Rabb'imiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir, demişlerdi." Çünkü O, bütün evrenin
Rabbi'dir. Bu yüzden: "O'ndan başkasına yalvarmayız." O tek bir ilahtır ve
ortağı yoktur. "Yoksa saçmalamış oluruz." Doğru ve tutarlı inanç sisteminden
ayrılarak gerçeği çiğneyip haddimizi aşmış oluruz.
Sonra bu mü'min gençler soydaşlarının tutumlarına
dikkat çekiyor ve bu tutumu ayıplıyorlar. Soydaşlarının bir inanç sistemi
belirlerken izledikleri metodu yeriyorlar.
"Şu soydaşlarımız, Allah'ı bir yana bırakarak
çeşitli ilahlar edindiler, onların gerçekten ilah olduklarına ilişkin kesin
delil göstermeleri gerekmez mi?"
İşte bir inanca bağlanmanın, onu benimsemenin yolu
budur. Buna göre insanın dayandığı güçlü bir delili olmalıdır; elinde,
ruhları, akılları etkileyecek ve onları ikna edecek bir belge bulunmalıdır.
Aksi taktirde ileri sürülen görüş iğrenç bir yalan olur, çünkü bu durumda
Allah'a iftira edilmiş olur. "Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim
olabilir?"
Buraya kadar gençlerin tutumları; son derece açık,
net ve kesin şekilde ortaya çıkıyor. Tutumlarında bir gevşeklik, bir
belirsizlik bir çekimserlik sözkonusu değildir. Gençtirler, bedenleri güçlü
ve dinçtir. İmanları da güçlü ve sağlamdır. Aynı şekilde soydaşlarının inanç
sistemini de son derece sert bir tavırla reddediyorlar ve yeriyorlar.
Kuşkusuz her iki yol da ortaya çıkmıştır. İki
hareket metodu, birbirinden ayrılmıştır. Artık bir noktada buluşmanın,
birarada barış içinde ortak bir hayat sürdürmenin imkânı yoktur. Şu halde
inancı koruma amacı ile kaçıp bir yerlere sığınma zorunlu hale gelmiştir. Bu
gençler, soydaşlarına gönderilmiş peygamberler olmadıkları için,
soydaşlarının karşısına doğru bir inanç sistemi ile çıkamıyorlar, onları bu
inanç sistemine çağıramıyorlar ve peygamberlerin karşı karşıya kaldıkları
türden tepkilerle karşılaşmıyorlar. Bunlar sadece, zalim ve kâfir bir
ortamda doğru yolu bulmuş birkaç gençtirler. Bu ortamda, inançlarını
duyuracak olurlarsa, bu inanca bağlılıklarını açığa vururlarsa kendilerine
hayat hakkı tanınmayacaktır. Ayrıca onlar, soydaşlarının arasına girip
onlarla içiçe de yaşayamıyorlar. İnançlarını açığa vuramayacak onların
ibadet ettikleri şeylere ibadet edip Allah'a yönelik ibadetlerini de
gizleyemiyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, bu gençlerin durumu ortaya çıkmış, bu
yüzden dinlerini korumak amacı ile Allah'a sığınmaktan ve mağarayı dünya
hayatının gözalıcı süslerine tercih etmekten başka seçenekleri kalmamıştır.
Nitekim bu amaçla biraraya gelmiş ve bu şekilde durum değerlendirmesi
yapmışlardı:
"İçlerinden biri dedi ki; "Madem ki, soydaşlarınızla
ve onların Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları ile ilişkinizi kestiniz,
öyleyse mağaraya sığınınız, Rabb'iniz engin rahmetinden size bir pay
göndersin ve şu işinizde size kurtuluş yolu göstersin."
Burada mü'min kalplerde baş gösteren ilginç bir
durum ortaya çıkıyor; toplumları ile ilişkilerini kesen, evlerini terkeden,
ailelerinden ayrılan, yeryüzünün çekici süslerinden ve dünya hayatının
gözalıcı nimetlerinden uzaklaşan ve dar, sert zeminli ve karanlık mağaraya
sığınan bu gençler Allah'ın engin rahmetini soluyorlar,. Bu, bir gölge gibi
kuşatıcı, geniş ve engin rahmeti hissetmektir: "Rabb'iniz engin rahmetinden
size bir pay göndersin" ayetin orijinalinde geçen (Yenşuru) kelimesi, etrafa
sonsuz bir genişlik, ferahlık ve huzur havası yayıyor. Bir de bakıyoruz ki,
o daracık, sert zeminli, kapkaranlık mağara; engin rahmetin yayıldığı,
etrafa saçıldığı, onları şefkatle, yumuşaklıkla ve huzurla saran kuşatıcı
bir gölge gibi yayılan, geniş ve huzur veren bir boşluğa dönüşmüş. Kuşkusuz
insanları sıkan dar sınırlar ortadan kaldırılır, ışık geçirmez yaman
duvarlar saydamlaşır, incelir; ürkütücü yalnızlık şeffaflaşır. Her tarafı
bir rahmet, bir şefkat, bir huzur ve bir yakınlık havası kaplar.
İşte bu, imandır...
Dış görünüşün ne değeri var? İnsanların dünya
hayatında, üzerinde uzlaşma sağladıkları, önem verdikleri değer
yargılarının, rejimlerin ve kavramların ne değeri vardır? İmanla dolup
taşan, Rahman'la yakınlık kuran, mü'min kalplerin yaşadığı bir başka alem
vardır. Bu alemi, rahmet, şefkat, huzur ve hoşnutluk kaplamıştır.
Bu gençlerin, Allah tarafından tatlı bir uykuya
yatırıldıkları mağaradaki durumlarını sergileyen diğer bir sahne sunulmak
üzere bu sahnenin perdeleri indiriliyor.
ASHAB-I KEHF
MUCİZESİ
17- Eğer orada
olsaydın görecektin ki, doğan güneşin ışınları mağaralarının sağına sapıyor,
batan güneşin ışınları ise sol tarafa kayıyordu. Böylece mağara tabanının
geniş bir alanına dağılmış olarak uyudukları halde güneşten rahatsız
olmuyorlardı. Bu olay, Allah'ın mucizelerinden biridir. Allah kimi doğru
yola iletirse, o doğru yolu bulur. O kimi saptırırsa sen ona, doğru yola
iletici bir önder bulamazsın.
18- Onları
görseydin, uyanık sanırdın; oysa uyuyorlardı. Biz onları gâh sağ yanlarına,
gâh sol yanlarına çeviriyorduk. Köpekleri de ön ayaklarını mağaranın eşiğine
dayamıştı. Eğer karşılarına çıksan hemen geri dönüp kaçardın, içine
saldıkları korkudan ödün patlardı.
Tasvirli, son derece ilginç ve hayret verici bir
sahnedir bu. Bu sahnede kelimeler aracılığı ile gençlerin mağaradaki
durumları aktarılıyor. Oradaki görüntüleri yansıtan hareketli bir film
şeridi gibi. Mağaranın üzerine güneş doğuyor ama, güneşin ışınları mağaranın
içine sızmadan sanki bilinçli olarak yana sapıyor. Ayetin orijinalinde geçen
"sapıyor" ifadesi hem içerdiği anlamı tasvir ediyor, hem de eylemde bir
iradenin sözkonusu olduğunu yansıtıyor. Güneş batarken de ışınları onların
sol taraflarına kayıyor. Onlarsa, mağaranın geniş tabanına dağılmış
durumdalar.
Bu hayret verici sahnenin izleyiciye aktarımı
tamamlanmadan önce, onların bu durumları üzerine bir yorum yapılıyor. Bu da,
uygun bir zamanda, hikâyelerin akışı içinde kalpleri istenen noktaya
yöneltmek amacı ile yeralan Kur'ana özgü yorumlardan biridir.
"Bu olay Allah'ın mucizelerinden biridir."
Onların mağaranın içinde bu durumda olmaları; güneş
ışınlarından etkilenmemeleri, güneş ışınlarının sadece yakınlarından
geçmesi, ayrıca onların bulundukları yerde ölmeden, ama hareket de etmeden
öylece kalmaları Allah'ın mucizelerinden biridir.
"Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolu bulur.
O kimi saptırırsa sen ona, doğru yola iletici bir önder bulamazsın."
Doğru yolu bulmanın ve doğru yoldan sapmanın bir
yasası vardır. Buna göre kim Allah'ın ayetlerini yol gösterici edinirse yüce
Allah, koyduğu yasa uyarınca onu doğru yola iletir. Bu durumda o kişi,
gerçek anlamda hidayete ermiş, doğru yolu bulmuş kimsedir. Kim de doğru yola
iletici sebeplere sarılmazsa sapıtır. Bu sapıklığı kuşkusuz ilahi yasa
uyarınca gerçekleşir. Şu halde O'nu saptıran yüce Allah'tır. Bundan sonra
onu doğru yola iletecek bir önder bulmak imkânsızdır.
Bu yorumdan sonra surenin akışı bu hayret verici
sahneyi tamamlamak üzere devam ediyor. Burada onlar, yıllarca süren uzun
uykularında bir yandan öbür yana çevriliyorlar. Gören birisi bu durumda
onları uyanık sanırdı, oysa uyuyorlardı. Köpekleri de-köpeklerin her zaman
yaptığı gibi- mağaranın kapısının eşiğine yakın, ön ayaklarını uzatmış,
adeta onlara bekçilik yapıyor. Onlar bu görünümleriyle karşılarına çıkacak
birinin içine korku salarlar. Çünkü onları uyanıkmış gibi uyurken, gâh sağ
yanlarına gâh sol yanlarına çevrilip dururlarken uyanmadıklarını görecektir.
Hiç kuşkusuz bu, önceden belirlenen süre dolmadan hiç kimse onları rahatsız
etmesin diye yüce Allah'ın belirlediği bir plandır.
Ve birdenbire içlerinde hayat kıpırdanmaya başlıyor.
Öyleyse neler olup bittiğini seyredelim, dinleyelim:
19-Sonra da günün
birinde onları uyandırdık. Uyanınca birbirlerine soru sormaya başladılar.
İçlerinden biri arkadaşlarına "Burada ne kadar kaldınız?" dedi. Arkadaşları
"Birgün ya da daha az bir süre kaldık " dediler. Arkasından dediler ki; "Ne
zamandan beri burada olduğumuzu Allah hepinizden iyi bilir. Şimdi şu gümüş
para ile birinizi şehre gönderin de en temiz yiyeceği kimin sattığına
baksın, birazını size getirsin. Fakat dikkatli olsun da kesinlikle burada
olduğunuzu hissettirmesin. "
20- Çünkü eğer
hemşehrileriniz sizi ele geçirirlerse ya taşa tutarak öldürürler ya da kendi
dinlerine döndürürler ki, o taktirde bir daha iflah olmazsınız. "
Surenin akışı, hikâyeyi sunarken olayları
beklenmedik bir anda sunma özelliğini koruyor. Bu sahne de sunulurken
gençler uyanıyorlar, ama uykuya daldıklarından bu yana mağarada ne kadar
kaldıklarını bilmiyorlar. Uyandıktan sonra gözlerini ovarlarken içlerinden
biri diğerlerine dönüyor ve uzun bir uykudan sonra uyanan biri gibi "Burada
ne kadar kaldınız?" diye soruyor. Bu soruyu sorarken uzun bir uykunun
etkisini hissettiği kesindir. "Arkadaşları `Bir gün ya da daha az bir süre
kaldık' dediler."
Ardından perde arkasını araştırma imkânına sahip
olmadıkları bu meseleyle uğraşmaktan vazgeçip hakkında bilgi sahibi
olmadıkları bir şeyle karşılaşan ve şu anda fiilen karşı karşıya kaldıkları
pratik bir sorunu çözümlemeye karar veriyorlar. Evet, acıkmışlar ve
yanlarında da şehirden çıkarken üzerlerine aldıkları gümüş paralar var: "Ne
zamandan beri burada olduğumuzu Allah hepimizden iyi bilir. Şimdi bu gümüş
para ile birinizi şehre gönderin de en temiz yiyeceği kimin sattığına
baksın, birazını size getirsin." Yani şehirde satılan en temiz yiyecekleri
seçip birazını size getirsin.
Durumlarının açığa çıkmasından, gizlendikleri yerin
bilinmesinden, dolayısıyla şehirdeki yöneticilerin adamları, kendilerini
yakalayıp müşrik bir şehirde tek bir ilaha kulluk sunmak suretiyle toplumun
dinini terk etmelerinden dolayı taşa tutarak öldürmelerinden korkuyorlardı.
Bir de işkence yapmak suretiyle inançlarından dönmeye zorlamalarından
çekiniyorlardı. Asıl korkuları buydu. Bu yüzden şehre gönderdikleri elçiye
uyanık olmasını, kendisini ele vermemesini tavsiye ediyorlar.
"Fakat dikkatli olsun da kesinlikle burada
olduğunuzu hissettirmesin." Çünkü eğer hemşehrileriniz sizi ele geçirirlerse
ya taşa tutarak öldürürler ya da kendi dinlerine döndürürler ki, o takdirde
bir daha iflah olmazsınız."
Çünkü imandan vazgeçip şirkle geri dönen birisi asla
iflah olmaz. En büyük zarar budur.
Bu şekilde biz, yılların geçtiğinden, zaman çarkının
döndüğünden, kuşakların ardarda geçip gittiğinden, bildikleri şehrin
özelliklerinin değiştiğinden, benimsedikleri inanç hesabına korktukları
yöneticilerin tarihe gömüldüklerini görüyoruz. Yine biz, zalim kralın
baskısından kaçıp dinleri uğruna mağaraya sığınan genç arkadaşlarının
hikâyesinin kuşaktan kuşağa aktarıldığından, bu gençler hakkında, inançları
hakkında, ortadan kaybolmalarından itibaren geçen dönem hakkında birbiriyle
çelişen. çeşitli söylentilerin dilden dile dolaştığından habersiz bu
gençlerin, korkarak gelecek tehlikelerden sakınarak aralarında
konuştuklarını seyrediyoruz.
Burada yeni bir sahneye açılmak üzere bu sahnenin
perdeleri indiriliyor. İki sahne arasında Kur'anın akışından neler olup
bittiği anlaşılan bir boşluk bırakılıyor.
Ayetlerin akışından o gün şehir halkının mü'min
olduklarını anlıyoruz. Çünkü şehir halkı, gençlerden birinin yiyecek almak
amacıyla şehre inmesinden ve halkın onun eski zamanlarda dinleri uğruna
kaçıp saklanan gençlerden biri olduğunun farkına varmasından sonra bu mü'min
gençlere büyük saygı gösterisinde bulunuyorlar.
Şehre yiyecek getirmesi için gönderdikleri
arkadaşları gelip şehri terk etmelerinin üzerinden çok uzun bir zaman
geçtiğini, çevrelerindeki dünyanın artık değiştiğini, daha önce karşı
çıktıkları, aynı şekilde görmeye alışık oldukları şeylerden eser
kalmadığını, kendilerinin asırlar önce yaşamış bir kuşağa mensup
olduklarını, insanların nazarında ve duygularında şaşkınlık uyandıran garip
insanlar olduklarını, kendilerine normal insanlar gibi davranmalarının
mümkün olmadığını, kendilerinin mensup oldukları kuşağa bağlayan tüm
yakınlıkların, ilişkilerin, duyguların, gelenek ve alışkanlıkların mevcut
olmadıklarını,. kopmuş olduklarını, kendilerinin canlı birer hatıraya
benzediğini, anlattığı zaman bu gençlerin içine düştüğü dehşeti yaşadıkları
büyük şaşkınlığı düşünmek de bize kalıyor. Nitekim yukarıda saydığımız
nedenlerden dolayı, içine düştükleri dayanılmaz dehşétten dolayı yüce Allah
onlara merhamet ediyor, canlarını alıp onları kurtarıyor.
Biz bütün bunları düşünürken Kur'anın akışı diğer
bir sahneyi, onların can vermelerinin sahnesini sunuyor. Bu sırada insanlar
mağaranın dışında, hangi dine bağlıydılar? Onları nasıl sonsuza dek
koruyacaklar? Hatıralarını gelecek kuşaklara nasıl aktaracaklar? diye
birbirleriyle çekişiyorlar. Ayetlerin akışı doğrudan doğruya bu şaşırtıcı
olaydan çıkarılması gereken ibret derslerine işaret ediyor.
21- "Böylece
hemşehrilerinin onları bulmalarını sağladık. Amacımız, Allah'ın vaadinin
gerçek olduğunu, kıyamet gününün mutlaka geleceğini, bunda hiçbir kuşku
olmadığını öğrenmeleridir. Hemşehrileri o sırada bu gençlerin durumunu
tartışmaya koyuldular. Bir bölümü `Uyudukları mağaranın önüne bir anıt
dikin, Rabb'leri onları hepimizden iyi bilir' dedi. Fakat inançlarının
içyüzünü iyi bilenler ise `Mağaralarının önünde mutlaka bir mescid
yapacağız' dediler.
Bu gençlerin akıbetinden çıkarılacak ders pratik,
gözle görülür ve somut bir örnek olarak ölümden sonra dirilişe delil
oluşturmasıdır, ölümden sonra diriliş meselesini, insanın kavrayışına
anlaşılır biçimde yaklaştırmasıdır. Böylece insanlar, yüce Allah'ın
insanların öldükten sonra dirileceklerine ilişkin sözünün gerçek olduğunu,
kıyametin kesinlikle kopacağını, bunda hiçbir kuşkuya yer olmadığını
öğrenmişlerdir. İşte yüce Allah, bu şekilde o gençleri uykularından
uyandırmış ve hemşehrilerinin onları bulmalarını sağlamıştır.
Hemşehrilerinin bir bölümü "Uyudukları mağaranın
önüne bir anıt dikin" hangi inanca bağlı olduklarını belirtmeden "Rabb'leri
onları" ve benimsedikleri inancı "hepimizden iyi bilir" dediler.
İnançlarının içyüzünü iyi bilen o zamanki yöneticilerse, "Mağaralarının
önünde mutlaka bir mescid yapacağız, dediler." Burada mescidden maksat,
mabettir. Bu ise, peygamberin ve azizlerin kabirlerinin yanında mabedler
inşa eden yahudi ve hristiyanların yöntemidir. Günümüzde de kimi
müslümanlar, Peygamberimizin yol göstericiliğine, uyarısına karşı çıkarak,
bu konuda yahudi ve hristiyanları taklit etmektedirler. Oysa Peygamberimiz
şöyle buyurmuştu "Allah yahudi ve hristiyanlara lanet etsin,
peygamberlerinin ve örnek din büyüklerinin kabirlerini mescid yaptılar."
(İbn-i Kesir, bu hadisi tefsirinde nakleder) Bu sahnenin de perdeleri
indiriliyor. Sonra Eshab-ı Kehf hakkında, bu insanların kaç kişi oldukları
hakkında yapılan tartışmaları, dilden dile aktarılan rivayetleri, haberleri,
kimisinde sayıları fazla gösterilen kimisinde de eksik gösterilen
söylentileri, kuşaktan kuşağa aktarılan olaya eklenen hayal ürünü
açıklamaları dinleyelim diye tekrar açılıyor perde. Bu eklemeler o kadar
fazladır ki, mesele olduğundan fazla abartılmış ve çarpıtılmıştır. Asırlar
geçtikçe bir tek haber ya da bir tek olay etrafında birbiriyle çelişen
yığınla söylentiler yayılmıştır.
22- Ey Muhammed,
kimileri "Onlar üç kişi idi, dördüncüleri köpekleridir", kimileri "beş kişi
idiler, altıncıları köpekleridir" diyeceklerdir. Bu sözler karanlığa taş
atmaktır. Kimileri de ` yedi kişi idiler, sekizincileri köpekleridir"
diyeceklerdir. De ki; "Onların sayısını hepimizden iyi Rabb'im bilir. "
Onlar hakkında derine dalan bir tartışmaya girme ve bu olay konusunda hiç
kimseye bir şey sorma.
Bu gençlerin sayıları hakkında tartışmaya girmenin
hiçbir yararı yoktur. Sayılarının üç, beş, yedi ya da daha fazla olması
farketmez. Onların durumu Allah'ı ilgilendirir ve onlara ilişkin kesin
bilginin kaynağı Allah'tır. Bir de olayın meydana gelişini görenler veya
olaya ilişkin doğru bir rivayeti okuyanlar doğrusunu bilirler. Şu halde
sayılarını tartışmanın gereği yoktur. Sayıları az da olsa çok da olsa
onların durumu ile amaçlanan sonuç, çıkarılması istenen ibret dersi
gerçekleşmiştir. Bunun için Kur'an-ı Kerim Peygamber Efendimize -salât ve
selâm üzerine olsun- insanın akli enerjisinin kendisine yarar sağlamaya,n
konularda harcanmasını önlemeye ve müslümanları kesin bir bilgiye sahip
olmadıkları konulara dalmaktan alıkoymaya ilişkin İslâm düşünce yöntemi
uyarınca bu konuda tartışmaya girmemesi ve onlar hakkındaki tartışmaya taraf
olan herhangi birisinden bu konuda bir şey sormaması yönünde bir direktif
veriyor. Üzerinden uzun bir zaman geçen bu olay Allah'ın bilgisini
ilgilendiren bir gaybtır. Şu halde ona ait bilgiyi Allah'a bırakmak gerekir.
Geçmişte kalmış gaybı tartışmaya ilişkin bu
yasaklama yer almışken, gelecek zamanın kapsamında olan gayb ve o esnada
meydana gelecek olaylar hakkında şimdiden bir hüküm vermemeye ilişkin bir
yasak yeralıyor. Çünkü insan, bir şekilde gözleriyle görmediği sürece,
gelecekte nelerin olacağını bilemez.
GAYBİ BİLİNÇ
23- Hiçbir iş
hakkında "Bunu yarın yapacağım " deme.
24- Bunun yerine,
"Allah dilerse (inşaallah) yarın bu işi yapacağım" de. Böyle demeyi
unuttuğunda ise Rabb'ini an ve "Umarım ki, beni şimdikinden daha çok doğruya
yaklaştırır" de.
Kuşkusuz her hareket, her kıpırdama, daha doğrusu
canlıların alıp verdikleri her nefes, yüce Allah'ın iradesine bağlıdır.
Gaybın perdesi, içinde bulunulan anın ötesini örtmekte, bilinmesine imkân
vermemektedir. İnsanın gözü gayb perdesinin ötesine uzanamaz, insan aklı da
birçok şeyi bilmesine rağmen bu konuda yetersïzdir, yorgun ve başarısızdır.
Şu halde insan "yarın bunu yapacağım" dememelidir. Çünkü "yarın" Allah'ın
bilgisine ait gaybın kapsamındadır. Gaybın perdesi ise sonuna kadar
kapalıdır.
Kuşkusuz bu insanın yerinde oturup geleceği
düşünmemesi, gelecekle ilgili planlar kurmaması, günübirlik yaşaması, sadece
içinde bulunduğu anı değerlendirmesi, hayatının geride kalan kısmı ile
bugünü ve yarını arasında bir bağlantı kurmaması anlamına gelmez. Kesinlikle
böyle bir şey sözkonusu değildir. Bunun anlamı, insanın bir şey yaparken
gayb gerçeğini ve onu yönlendiren iradeyi hesaba katmasıdır; bir şeye karar
verip bu kararından dolayı yüce Allah'ın iradesinden yardım dilemesidir,
yüce Allah'ın elinin kendi elinden üstün olduğunun bilincinde olmasıdır,
yüce Allah'ın iradesinden yardım dilemesidir, yüce Allah'ın taktir ettiği
planın kendisinin öngördüğü plandan farklı olabileceğini gözardı
etmemesidir. Şayet yüce Allah onu verdiği kararında başarılı kılarsa, bu
onun açısından iyi bir sonuçtur. Yok eğer yüce Allah'ın iradesi onun
plânından farklı bir şekilde cereyan ederse o zaman üzülmemeli, karamsarlığa
kapılmamalıdır. Çünkü isin başı da sonu da Allah'ın iradesinin
kapsamındadır.
İnsan istediği gibi düşünebilir, gelecekle ilgili
olarak dilediği gibi plânlar kurabilir. Ama, yüce Allah'ın imkân tanıması
sonucu düşünebildiğinin, O'nun yardımı ile plân kurduğunun ve yüce Allah
yardım etmediği sürece düşünemeyeceğinin, herhangi bir plân kuramayacağının
bilincinde olmalıdır. Kuşkusuz bu durum, tembelliğe, rahata, düşkünlüğe,
zayıflığa yahut gevşekliğe yolaçmaz. Tam tersine, insanın kendine güvenmesi,
kedini daha güçlü hissetmesi, dirençli ve kararlı olması yönünde teşvik
edici bir rol oynar. Bununla beraber gaybı örten perde açılıp yüce Allah'ın
planının kendi planından farklı olduğu ortaya çıkarsa, insan yüce Allah'ın
hükmünü hoşnutlukla, içtenlikle ve teslimiyetle karşılamalıdır. Çünkü daha
önce bilinmeyen, perdenin açılması sonucu ortaya çıkan temel budur.
İslâmın müslüman kalbi ele alırken, onu eğitirken
uyguladığı yöntem budur. Müslüman kalp düşünürken, herhangi bir konuda plân
kurarken, kendini tek başına, yapayalnız hissetmez. Bu düşüncesi sonuç verir
ve plânı başarıya ulaşırsa şımarmaz, gurura kapılmaz. Plânı sonuçsuz
kaldığında, düşüncesi ile başarısızlığa uğradığında ise, üzülmez,
karamsarlığa kapılmaz. Müslüman kalp her durumda Allah'a bağlılığını korur,
O'na dayanmanın kendisine güç verdiğinin bilincinde olur, kendisini başarıya
ulaştırmasından dolayı O'na şükreder, O'nun kaza ve kaderine içtenlikle
teslim olur. Hiçbir zaman şımarmaz, asla karamsarlığa kapılmaz.
"Unuttuğunda ise Rabb'ini an."
Bu direktifi ve gözönünde bulundurulması gereken bu
hedefi unuttuğu zaman hemen Rabb'ini an, O'na dön.
"Umarım ki, beni şimdikinden daha çok doğruya
yaklaştırır de."
Kalbin ilgi duyduğu, yöneldiği her şeyde sürekli
Allah'a bağlı kalmasını sağlayan düşünme yöntemine ulaştırır.
Ayette yeralan "umulur ki" kelimesi ile
"yaklaştırır" kelimesi kalbin ulaştığı bu düzeyin yüksekliğini ve aynı
zamanda her durumda bu düzeye yükselmeye çaba sarfetmenin zorunluluğunu
göstermeleri amacı ile yer alıyorlar.
Buraya kadar, bu gençlerin mağarada ne kadar
kaldıklarını henüz öğrenmiş değiliz. Ama artık öğreniyoruz, hem de doğrusunu
öğreniyoruz.
25- Kimileri derler
ki, "O gençler mağarada üçyüz yıl kaldılar. " Buna dokuz daha eklerler.
26- Dedi ki;
"Onların mağarada ne kadar kaldıklarını herkesten iyi bilen Allah'dır.
Göklerin ve yeryüzünün sırlarının bilgisi O'nun tekelindedir. O ne güzel
görür ve ne güzel işitir. İnsanların O'nun dışında başka bir koruyucuları,
başka bir önderleri yoktur ve O egemenliğine hiç kimseyi ortak etmez.
Onlar hakkında söylenecek son ve gerçek söz,
göklerin ve yerin sırlarına ilişkin bilgileri tekelinde bulunduran yüce
Allah'ın bu açıklamasıdır. O ne güzel görür ve ne güzel işitir. O her şeyden
yücedir. Bu sözden sonra tartışmaya, demagojiye yer yoktur.
HİKÂYE ÜZERİNDE BİR
DEĞERLENDİRME
Eshab-ı Kehf hikâyesi üzerine, hikâyenin ve
hikâyedeki olayların akışında etkisi açıkça görülen yüce Allah'ın birliği
ilkesinin açıklanması ile bir değerlendirme yàpılıyor: "İnsanların O'nun
dışında başka bir koruyucuları, başka bir önderleri yoktur ve O egemenliğine
hiç kimseyi ortak etmez."
Bu arada Peygamber Efendimize -salât ve selâm
üzerine olsun- yönelik Rabb'inin kendisine vahyettiği ayetleri okumasına
(çünkü bu ayetler bu meseleye ilişkin gerçeği içeren ve hiçbir zaman batıl
bir unsuru barındırmayan gerçek sözlerdir) bir de sadece yüce Allah'a
yönelmesine ilişkin bir direktif yeralıyor. Çünkü O'nun dışında gerçek
anlamda bir koruyucu yoktur. Nitekim Ashab-ı Kehf'te kaçıp O'na
sığınmışlardı. O da onları rahmeti ve hidayetiyle kuşatmıştı.
27- Sana vahyedilen
Rabb'inin kitabını oku. Allah'ın sözlerini hiç kimse değiştiremez ve O'nun
dışında sığınabileceğin başka bir kimse bulamazsın.
Başında, ortasında ve sonunda bu tür direktiflerin
yeraldığı bu hikâyede böylece sona eriyor. Zaten Kur'an-ı Kerim'de hikâye bu
tür direktifleri vermek, onların anlaşılıp uygulanmasını sağlamak amacı ile
yer alırlar. Ama ayetlerin akışı içinde dini direktiflerle edebi sunuş
arasında mutlaka bir ahenk olması gözönünde bulundurulur.
KALICI VE GEÇİCİ
DEĞERLER
Bu ders bütünüyle inanç terazisindeki değerlere
ilişkin açıklamalardan oluşuyor. Kuşkusuz gerçek değer mal değildir,
mevki-makam değildir; iktidar değildir. Aynı şekilde dünya hayatının
lezzetleri ve nimetleri de gerçek değer değildir. Bütün bunlar sahte ve
geçici değerlerdir. Buna rağmen İslâm bunların iyi yönlerinden
yararlanılmasını yasaklamaz. Fakat İslâm, bunları insan hayatının amacı
olarak öngörmez. Bunlardan yararlanmak isteyen yararlanabilir, ama bu
nimetleri bahşeden Allah'ı hatırlamalıdır. İyi işler yapmak suretiyle
verdiği nimetlere karşılık ona şükretmelidir. Çünkü insanın geride bıraktığı
iyi işler hem daha iyi hem daha kalıcıdır.
Bu ders Peygamber Efendimize -salât ve selâm üzerine
olsun- yönelik bir direktifle başlıyor. Bu direktif, Allah'a yönelenlerle
birlikte bulunmaya kendini zorlaması; Allah'ı anmayanları görmezlikten gelip
onlara aldırış etmemesi, onlarla ilgilenmemesi anlamını içeriyor. Sonra bu
iki grubun durumuna iki adamın başından geçenleri örnek veriyor. Bunlardan
birisi, kendisine bahşedilen mal, şan-şeref ve nimetlerden dolayı büyüklük
taslıyor, üstünlük kompleksine kapılıyor. Diğeri ise, samimi imanı ile onur
duyuyor ve dünya nimetindense Rabb'inin katında bulunan daha hayırlı
nimetlere kavuşmayı umuyor. Bunun üzerine de bütün dünya hayatına ilişkin
bir örnek gösterilmek suretiyle bir değerlendirme yapılıyor. Bir de
bakıyoruz ki, dünya hayatı rüzgârın önünde savrulan saman kırıntıları gibi
çok kısa ömürlü ve geçicidir. Derste yeralan bütün konular gerçek ve kalıcı
bir bildiri ile son buluyor.
Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdürler. Kalıcı
iyilikler ise Rabb'in katında sevap kazandırma bakımından daha yararlı ve
umut kaynağı olmaya daha lâyıktırlar.
28- Sırf
Rabb'lerinin rızasını dileyerek sabah-akşam O'na yalvaranlarla birarada
olmaya kendini zorla. Dünya hayatının çekiciliğini isteyerek böyle kimseleri
gözardı etme. Adımızı anmayı kalbine unutturduğumuz ve ihtiraslarına tutsak
olarak kendini akıntıya kaptırmış kimselerin arzularına uyma.
29- Onlara "Bu
Kur'an, Allah tarafından gönderilmiş bir gerçektir, isteyen inansın, isteyen
inkar etsin " de. O ateşe atılanlar "su, su " diye feryad ettiklerinde
çığlıklarına karşılık kendilerine ergimiş metal gibi yüzleri kavuran bir
sıvı sunulur. O ne fena bir içecek ve orası ne fena bir barınaktır.
Rivayete göre bu ayetler "Şayet Kureyş kabilesinin
önde gelenlerinin iman etmesini istiyorsa, Bilal, Süheyb, Ammar, Habbab ve
Abdullah b. Mesud gibi yoksul mü'minleri yanından uzaklaştırmasını, yahut bu
yoksulların üzerindeki hırkalardan, ter kokuları geldiği ve bu da önde gelen
Kureyşli efendileri rahatsız ettiği için bu kişilerin toplantılarından ayrı
bir toplantı düzenlemesini Peygamber Efendimize -salât ve selâm üzerine
olsun- öneren Kureyş kabilesinin önde gelen liderleri hakkında inmiştir.
Yine rivayete göre Peygamber Efendimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- onların inanmalarını istemiş bu yüzden önerilerine
olumlu yaklaşım göstermiştir. Bu yüzden yüce Allah şu ayeti indirmiştir:
"Sırf Rabb'lerinin rızasını dileyerek sabah-akşam O'na yalvaranlarla
birarada olmaya kendini zorla."
Yüce Allah bu ayeti, gerçek değerleri açıkça
duyurmak ve yanılmaz teraziyi yerleştirmek için indirmiştir. Bundan sonra
"isteyen inansın, isteyen inkâr etsin." İslâm hiç kimseye yaltaklanmaz.
İnsanları, ne ilkel cahiliyye ölçüleriyle, ne de kendisinin koyduğu ölçüler
dışında insanların hayatı için ölçüler koyan herhangi bir cahiliye
sisteminin ölçüleriyle değerlendirmez.
"Kendini zorla" hemen yanlarından kalkacakmış gibi
davranma ve acele etme. "Sırf Rabb'lerinin rızasını dileyerek sabah-akşam
O'na yalvaranlarla birarada bulunurlar." Çünkü onların gayesi, Allah'dır.
Sabah-akşam O'na yalvarıyorlar, O'na yöneliyorlar, O'na yalvarmaktan
vazgeçmiyorlar. O'nun rızasından başka bir şey istemezler. Onların
istedikleri, dünya hayatını isteyenlerin tüm beklentilerinden daha üstün ve
daha değerlidir.
Onlarla birlikte olmaya kendini zorla. Onlara
arkadaşlık et, otur onlarla ve onları eğit. Çünkü ne hayır varsa onlardadır.
Davet hareketleri onlara benzer insanların omuzlarında yükselir. Davet
hareketleri, üstünlük sağlasın diye kendisine bağlananlara; halk kitlelerine
öncülük etmek için bağlananlara; amellerini gerçekleştirmek için
bağlananlara; çarşılarda menfaat sağlayacakları, izleyici bulacakları için
bir çıkar aracı gözüyle bakıp bağlananlara dayanmaz. Tam tersine davet; sırf
Allah'ın rızasını gözeterek, içtenlikle O'na yönelen bu kalplerle ayakta
kalır. Onlar herhangi bir mevki, bir nimet ve bir çıkar peşinde değillerdir.
İstedikleri Allah'ın rızasıdır, O'nun hoşnutluğuna umut bağlarlar.
"Dünya hayatının çekiciliğini isteyerek böyle
kimseleri gözardı etme."
Dünyanın çekiciliğine kapılıp onlardan yararlananlar
gibi hayatın güzelliklerine eğilim göstererek onlardan ilgini kesme. Çünkü
dünya hayatının çekiciliği, sırf O'nun rızasını dileyerek, sabah-akşam
Rabb'lerine yalvaranların yükseldikleri yüce ufkun düzeyine çıkamaz.
"Adımızı anmayı kalbine unutturduğumuz ve
ihtiraslarına tutsak olarak kendini akıntıya kaptırmış kimselerin arzularına
uyma."
Fakirlere karşı kendilerine ayrıcalık tanınmasına
ilişkin isteklerine uyma. Eğer Allah'ı anmış olsalardı büyüklük taslamaktan
vazgeçerlerdi, taşkınlıklarına son verirlerdi, büyüklük kompleksinden
kaynaklanan istekler ileri sürmezlerdi, huzurunda tüm başların birbirine
eşit olduğu yüce Allah'ın ululuğunun bilincinde olurlardı, insanları
birbirine kardeş yapan inanç bağının farkında olurlardı. Ama onlar
ihtiraslarına, arzularına uyuyorlar. Cahiliyye düşüncesinin ürünü
arzularının peşinde gidiyorlar. Allah'ın kulları hakkında hüküm verirken
cahiliye ölçülerini kullanıyorlar. Bu yüzden onlar ve sözleri bir değer
ifade etmezler, bu sözler aptalca söylenmiş şeylerdir. Allah'ı anmaktan
kaçınmalarının, ondan gafil olmalarının cezası olarak, ilgi duyulmamayı,
önemsememeyi haketmiş onlar.
Kuşkusuz İslâm, tüm başları Allah'ın huzurunda
birbirlerine eşit kılmak için gelmiştir. Mal, soy ve mevki açısından hiç
kimseye bir üstünlük tanımaz. Bunlar sahte ve geçici değerlerdir. Herhangi
bir kimsenin üstünlüğü yüce Allah'ın katındaki yerine bağlıdır. Bir kimsenin
yüce Allah'ın katındaki yeri de, O'na yönelişi, O'nu her şeyden üstün
tutması ile ölçülür. Gerisi, boş, geçersiz ve ihtiraslardan kaynaklanan
değerlerdir.
"Adımızı anmayı kalbine unutturduğumuz kimselerin
arzularına uyma." Kendi şahsına, malına, evladına, çıkarına, zevkine,
sefasına ve ihtirasına yönelik kalbinde Allah'a yer kalmadığı için Allah'ı
anmayı kalbine unutturduk. Böyle şeylerle uğraşan bir kalp, bunları
hayatının gayesi haline getiren bir kalp kesinlikle Allah'ı anmayı unutur.
Allah da unutkanlığını arttırır, içinde bulunduğu durumu onun arzusuna uygun
hale getirir. Böylece günler geçip gider ve yüce Allah'ın hem kendilerine
hem de başkalarına zulmedenler için hazırladığı acıklı akıbetle
karşılaşırlar.
"Onlara; "Bu Kur'an Allah tarafından gönderilmiş bir
gerçektir, isteyen inansın, isteyen inkâr etsin" de.
Bu şekilde onurlu bir tavırla, böylesine bir
açıklıkla ve böylesine bir kesinlikle söyle. Çünkü gerçek, hiç kimseye
yaranmaz, hiç kimsenin önünde eğilmez. Çarpık bir tarafı bulunmayan dengeli
yolunu, hiçbir zayıf tarafı bulunmayan güçlü metodunu, kapalılığa yer
vermeyen, apaçık stratejisini izler. Şu halde isteyen bu gerçeğe inansın,
isteyen inkâr etsin. Gerçekten hoşlanmayan gidebilir. Kişisel arzusunu
Allah'dan gelen gerçek içerikli kitaba uyduramayanın arzusuna göre inanç
sistemini şirin gösterme sözkonusu olamaz. Dünyanın çekiciliğine yönelik
ilgisinden soyutlanmayana, Allah'ın ululuğu karşısında büyüklük
kompleksinden vazgeçmeyene İslâm inanç sisteminin ihtiyacı yoktur.
İslâm inancı herhangi bir kimsenin malı değil ki,
onu başkalarına şirin göstermeye çalışsın. Tam tersine İslâm inanç sistemi
Allah'ındır. Ve Allah da alemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir. İnancı
olduğu gibi, bir değişikliğe uğratmadan benimsemeyenler, içtenlikle kabul
etmeyenler, inanç sisteminin üstün gelmesini, başarıya ulaşmasını
sağlayamazlar. Sırf Allah'ın rızasını dileyerek sabah-akşam O'na yalvaran
mü'minlere karşı üstünlük taslayanlardan ne İslâma ne de müslümanlara bir
hayır gelmez.
MÜ'MİN VE KÂFİRLERİN
AKİBETLERİ
Bundan sonra surenin akışı, bir kıyamet sahnesinde
kâfirler ve mü'minler için hazırlanan akıbetleri sunuyor.
"O ateşe atılanlar "su su" diye feryat ettiklerinde
çığlıklarına karşılık kendilerine ergimiş metal gibi, yüzleri kavuran bir
sıvı sunulur. O ne fena bir içecek ve orası ne fena bir barınaktır.
30- İman edip iyi
ameller işleyenlere gelince, biz iyilik yapanları kesinlikle ödülsüz
bırakmayız.
31- Onlar için
altlarından çeşitli ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Kolları altın
bileziklerle süslüdür. Orada ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyerek
koltuklara kurulurlar. O ne güzel bir ödül ve orası ne güzel bir barınaktır.
O ateşi yakıp hazırlamışız. Tutuşturmak için yeni
bir çabaya gerek yok. O ateşin hazırlanması da zaman almaz. Herhangi bir
şeyin yaratılması, "ol" sözünün söylenmesi, onun da "oluvermesi" dışında bir
çabayı gerektirmemekle beraber ayette kullanılan "hazırladık" kelimesi
çabukluk, hazırlama, ortamı oluşturma ve gelecek için hazırlanan,
tutuşturulan ateşle direkt karşılaşma anlamını çağrıştırıyor.
Bu ateşin tutuşturulduğu yerin çevresinde kalın
duvarlar vardır ve zalimleri çepeçevre kuşatmıştır. Kaçmak mümkün değildir
bu ateşten. Kurtulma, ateşten çıkma ümidi de yok. Bir esintiye yol verecek
yahut bir hava akımının geçmesine imkân verecek en ufak bir delik bile
yoktur bu duvarlarda.
Ateşin kavurucu sıcağından ve susuzluğun dayanılmaz
boyutlara ulaşmasından dolayı su isteyecek olurlarsa, kendilerine su sunulur
ama, bir görüşe göre kendilerine kaynamış yağın tortusuna diğer bir görüşe
göre de kızartılmış irine benzer bir sıvı sunulur. Bu sıvı yaklaştırılır
yaklaştırılmaz yüzleri kavuruyor. Peki bu sıvıyı yutacak boğazlar ve
karınlar buna nasıl katlanacak. Ateşten kavrulanların içtiği bu sıvı "ne
fena bir içecektir." Barınmak ve yaslanmak için ateş ve onu kuşatan
duvarları ne fena bir yerdir. Ateş ve surlardan barınak olarak söz
edilmesinde acı bir olay vardır. Yoksa onlar ateşte barınmıyorlar, tam
tersine kavruluyorlar. Ama bu ifade iyi işler yapan mü'minlerin cennetlerde
barınmalarına karşılık olarak yer alıyor... Ne var ki, iki barınak arasında
korkunç bir fark vardır.
Bunlar, bu durumdayken iyi işler yapan mü'minler de
Adn cennetlerinde oturuyorlar... Altlarından çeşitli ırmaklar, tatlı bir
esinti ve güzel manzaralar arasında akarlar. Onlar burada gerçek anlamda
barınıyorlar. "Koltuklara kurulurlar." Değişik renklerde, ince, saf, yumuşak
ve hafif ipekten giysiler giyerler. Çekici, altın yaldızlı ipek giysiler
vardır üzerlerinde. Bunların yanında süs ve zevk amacı ile altın bilezikler
takarlar kollarına. "O ne güzel bir ödül ve orası ne güzel bir barınaktır."
Şu halde kim neyi isterse onu seçsin. İsteyen
inansın, isteyen kâfir olsun. Dileyen elbiselerinden ter kokuları gelen
yoksul mü'minlerle birarada otursun dileyen bundan kaçsın. Allah'ı anmak
suretiyle arınan tertemiz kalpleri bürüyen giysilerden gelen ter
kokularından hoşlanmayanlar, ateşten duvarları barınak edinebilirler,
kaynamış yağın tortusunu ya da ateşin kavuruculuğu karşısında kendilerine
sunulan yakıcı irini afiyetle (!) içebilirler.
Sonra surenin akışı içinde, iki adamın ve iki
bahçenin hikâyesi sunuluyor. Bu hikâye geçici ve kalıcı değerlere bir örnek
oluşturması amacı ile yeralıyor. Bu amaçla sunulan örnekte dünya hayatının
çekici nimetleriyle gururlanan, üstünlük kompleksine kapılan öte yandan
sadece Allah'a dayanarak onur duyan iki açık karakter çiziliyor. Bu iki
karakterin herbiri insanlardan bir grubu temsil ediyor. Bahçelerin sahibi
olan adam varlıklı bir insandır; serveti aklını başından almış, kendisine
bahşedilen nimetten dolayı şımarmıştır. Bu yüzden insanların kaderine ve
hayatına hükmeden en büyük gücü unutmuştur. Bu nimetin sonsuza kadar
süreceğini ve asla yok olmayacağını sanmaktadır. Ne var ki, gücü ve makamı
onun sonsuza kadar yaşamasını sağlamaya yetmiyor. Arkadaşı ise, imanı ile
onur duyan; Rabb'ini sürekli hatırlayan, nimeti onu verenin varlığına bir
kanıt olarak algılayan, bu yüzden nimeti verene hamdederek, şükrederek O'na
yönelen, O'na hiçbir zaman karşı gelmeyen, O'nu inkâr etmeyen, mü'min bir
insanın örneğidir.
Hikâye bahçelerin verim ve göz alıcılığın zirvesinde
oldukları anı yansıtan bir sahneyle başlıyor.
32- Onlara şu iki
adamı örnek olarak anlat. Adamlardan birine iki üzüm bağı vermiştik,
bağlarını hurma ağaçları ile çevirmiş ve iki bağın arasına bir tahıl tarlası
koymuştuk.
33- Bağlar
meyvalarını cömertçe veriyorlar, hiçbir ürünlerini esirgemiyorlardı. İki bağ
arasından bir de ırmak akıtmıştık.
34- Adamın bol
serveti vardı. Bu yüzden tartışma sırasında arkadaşına dedi ki "Ben senden
daha varlıklıyım ve tayfam da seninkinden daha kalabalıktır.
Bunlar üzüm bağlarından oluşan, hurma ağaçları ile
çevrilmiş, aralarında Carlalar bulunan, ortasından nehir akan iki bahçedir.
Kuşkusuz bu, gözalıcı bir manzaradır, canlılık, zevk ve mal bahşeden bir
servettir.
"Bağlar meyvalarını cömertçe veriyorlar, hiçbir
ürünlerini esirgemiyorlardı."
İfadenin orijinalinde "kısma", "alıkoyma" anlamında
"tazlumu" kelimesi kullanılıyor. İki bahçe ile onların kendisine zulmeden,
şımaran, şükretmeyen, gurura kapılıp kibirlenen sahipleri arasında
karşılaştırma yapılıyor.
Bakın, işte bu bahçelerin sahibi, aklını fikrini
onlarla doldurmuş, onlara bakmakla kendinden geçiyor, korkunç bir gurura
kapılıyor. Horoz gibi şişiyor. Tavus kuşu gibi kabarıyor, gerine gerine
yoksul arkadaşına şunları söylüyor: "Bir tartışma sırasında arkadaşına dedi
ki; "Ben senden daha varlıklıyım ve tayfam da seninkinden daha
kalabalıktır."
Sonra arkadaşını alıp bahçelerden birine götürüyor.
Kendisine bahşedilen nimetlere karşı içini azgınlık kaplamış, gurura
kapılmıştır. Hiç kuşkusuz Allah'ı da unutmuştur, kendisine bahşettiği
nimetlere karşılık, O'na şükretmeyi aklına bile getirmemiştir. Bu verimli
bahçelerin hiçbir zaman yok olmayacaklarını sanmaktadır ve kıyametin
kopmasını da kesinlikle inkâr etmektedir. Diyelim ki kıyamet kopacak, o
zaman da ödüllendirilmede kayrılacağını, başkalarına tercih edileceğini
sanmaktadır. Dünyada bağ-bahçe sahibi değil miydi o halde beyefendiye
ahirette de ayrıcalık tanınacaktır.
35- Kendine
zulmetmiş olan bu adam (arkadaşını yanına alarak) bahçesine girdi ve dedi
ki; "Bu bahçenin sonsuza dek yok alacağını sanmıyorum. "
36- Kıyametin
kopacağını da sanmıyorum. Ama eğer Rabb'ime döndürülecek olursam orada
bundan daha iyi bir akıbetle karşılaşacağımdan eminim.
Gurura kapılan mevki-makam, mal-mülk sahipleri dünya
tutkunları; kendi aralarındaki ilişkilerde gözönünde bulundurdukları değer
yargılarının, öte dünyada, yüceler aleminde de kendileri için geçerli
olacaklarını sanırlar. Yeryüzünde insanlara karşı büyüklük tasladıklarına
göre gökte de ayrıcalıklı bir konuma sahip olmaları kaçınılmazdır.
Fakat ne malı, ne tayfası, ne bağı-bahçesi ne de
serveti bulunan yoksul arkadaşı daha kalıcı, daha üstün değerlerle onur
duyuyor, inancı ve imanı ile onur duyuyor, huzurunda tüm alınların yere
kapandığı yüce Allah'a dayanıp güveniyor. Kendisine bahşedilen nimetten
dolayı şımaran, gurura kapılan arkadaşının gururunu ve şımarıklığını
kınayarak cevap veriyor, kendisine basit bir su ve çamurdan ibaret olan ilk
kaynağını hatırlatıyor ve onu, nimeti verene karşı takınılması zorunlu olan
edep tavrına yöneltiyor, onu, şımarıp haddi aşmanın, büyüklük kompleksine
kapılmanın akıbetine karşı uyarıyor. Bunun yanında kendisi için bağlardan
bahçelerden ve servetten daha hayırlı olan Rabbi katında nimetler umuyor:
37- Aralarındaki
tartışmayı sürdüren arkadaşı kendisine dedi ki; "Seni önce topraktan, sonra
spermadan yaratan, sonunda da insan biçimine koyan Allah'ı inkâr mı
ediyorsun?"
38- Bana gelince,
benim Rabb'im Allah'dır. O'na hiç kimseyi kesinlikle ortak koşmam.
39- Aslında bahçene
girdiğinde `Maşaellah' gerçek güç, Allah'ın tekelindedir deseydin ya! Gerçi
sen malımın ve evlatlarımın seninkilerden az olduğunu görüyorsun.
40- Fakat Rabb'im
bana senin bahçenden daha iyisini verebilir ve senin bahçeni de gökten gelen
bir afete uğratarak çıplak bir düzlüğe çevirebilir.
41- Ya da bahçenin
suyu yerin öyle derin katmanlarına sızar ki, bir daha aramaya bile gücün
yetmez.
İşte imanın kaynaklık ettiği onurluluk ve üstünlük
duygusu mü'min nefiste bu şekilde coşar. Artık mü'min mal ve tayfaya
aldırmaz, zenginlik ve şımarıklığa yaltaklanmaz, haktan, doğruluktan taviz
vermez, bu konuda arkadaşa eşe-dosta ayrıcalıklı davranmaz. Mü'min,
mevki-makam ve mal-mülk karşısında üstün bir konumda olduğunu, yüce Allah'ın
katındaki nimetlerin dünya hayatının çekici güzelliklerinden daha hayırlı
olduğunu yine yüce Allah'ın lütfunun büyük olduğunu o yüzden bu lütfa ümit
bağlaması gerektiğinin bilincinde olur. Aynı şekilde yüce Allah'ın öc
almasının korkunç olduğunu ve bunun da Allah'ı anmaktan gafil olan azgınlara
isabet etmesinin pek de uzak olmadığını bilir.
Aniden surenin akışı bizi gelişme ve verimliliğin
yansıtıldığı sahneden alıp yerle bir olmanın, verimsizliğin, çoraklığın
yansıtıldığı sahneyle karşı karşıya getiriyor. Az önceki şımarık ve büyüklük
taslayan tip gitmiş, yerine pişmanlık duyan, af dileyen bir başka tip
gelmiştir. Evet mü'min adamın dedikleri fiilen gerçekleşmiştir.
42- Derken
bahçesinin tüm ürünü ansızın yok oluverdi. Yerle bir olan üzüm kütüklerinin
yıkıntıları karşısında yapmış olduğu masrafların iç yanıklığı ile vahlanmaya
ve elleri ile dizlerini döverek "Keşke Rabb'ime hiç kimseyi ortak
koşmasaydım" demeye koyuldu.
Tamamen canlı, psikolojik durumları somutlaştırarak
yansıtan hareketli bir sahne. Bütün ürün yerle bir ediliyor. Sanki her
yönden bir baskına uğramış da geride sağlam, işe yarar birşey kalmamış gibi.
Bahçe bir felakete uğramış, üzüm kütükleri yerle bir olmuş, kırılıp
dökülmüşler. Sahibi de yapmış olduğu masrafların iç yanıklığı ile, kaybolup
giden malının, boşa giden emeklerinin ardından duyduğu üzüntü ile dizlerini
dövüyor. Allah'a ortak koşmaktan dolayı pişman olmuştur, şu anda O'nun
Rabb'lığını, teklifini kabul ediyor. Fakat burada şirki açıkça ifade
etmiyor. Ne var ki, O'nun şu anda pişmanlık duyduğu, reddettiği şirkin;
imani değerlerin dışında yeryüzü menşeli diğer değerlerle onur duyup
büyüklük taslama olduğu anlaşılıyor. İş işten geçtikten sonra pişmanlık
duyduğu, kaçınmak istediği şirk budur işte.
Bu noktada yüce Allah'ın önderlik ve güç açısından
birliği ön plana çıkıyor. O'nun gücünden başka güç yoktur. O'ndan gelecek
yardımın dışında herhangi bir yardım da sözkonusu değildir. O'nun verdiği
sevap her türlü ödülden daha hayırlıdır. Bir kişinin O'nun katında
kaydedilmiş bir iyiliği, geride bırakılan her şeyden daha hayırlıdır.
43-O anda ne Allah
dışında, yardımına koşabilecek destekçiler bulabildi ve ne de kendi kendini
kurtarabildi.
44- İşte orada
koruyuculuk ve egemenlik, varlığı "gerçek" olan Allah'ın tekelindedir. En
yararlı ödül ve en hayırlı akıbet yalnız O'nun katındadır.
Yerle bir olmuş, kırılıp dökülmüş bahçenin ve bu
bahçenin boşa giden emeklerinden dolayı üzülen ve pişmanlıktan dizlerini
döven sahibinin bu ibret verici konumunun yansıtıldığı sahnenin üzerine
perde indiriliyor. Yüce Allah'ın ululuğu, karşı konulmaz büyüklüğü olayın
tümünü gölgeliyor, o kadar ki, insanın gücü geri plâna çekiliyor, kaybolup
gidiyor.
Bu sahnenin önünde bütün dünya hayatına ilişkin bir
örnek veriliyor. Böylece görüyoruz ki, dünya hayatı da az önce örnek verilen
bahçe gibi kısadır, geçicidir, sürekliliği sözkonusu değildir.
45- Ey Muhammed,
onlara anlat ki, dünya hayatı tıpkı şuna benzer. Gökten yağmur yağdırdık da
bu yağmur sayesinde yer yeşermiş, güveren ekinlerin başakları birbirine
girmiş. Derkén bu ekinlerin tümü ansızın rüzgârların havada uçurduğu saman
kırıntılarına dönüşüvermiş. Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü her şeyi yapmaya
yeter.
Bu sahne kısa ve birden bire parlayıp sonra tekrar
kaybolan ifadelerle sunuluyor. Amaç seyirci de yok olup gitme ve geçicilik
duygularını uyandırmaktır. Çünkü burada değinilen su gökten yağıyor, fakat
sel olup akmıyor. Tam tersine topraktaki bitkiler bu suyu emiyor. Ama bu
suyu emen bitkiler de gelişip olgunlaşmıyorlar. Aksine kırılıp dökülüyorlar,
rüzgârlar da bu döküntüleri savurup götürüyor. Böylece üç tane kısacık cümle
ile dünya hayatı özetleniyor ve bir film şeridi gibi hızla gözlerimizin
önünde geçip gidiyor.
Sahnelerin sunuluşunu kısa tutmak amacı ile
cümlecikler birbirine eklenerek diziliyor. Bu diziliş de "Fa" bağlacı ile
sağlanıyor, böylece ortaya şöyle bir anlam çıkıyor.
"Gökten yağmur yağdırdık" derken "bu yağmur
sayesinde yer yeşermiş, güveren ekinlerin başakları birbirine girmiş" çok
geçmeden "bu ekinlerin tümü ansızın rüzgarların havada uçurduğu saman
kırıntılarına dönüşüvermiş." Ne kadar kısa ve ne kadar basit bir hayat!
Geçici dünya hayatının yansıtıldığı sahne seyircinin
üzerinde gereken etkiyi sağladıktan sonra surenin akışı, inanç ölçüsü
doğrultusunda yeryüzünde insanların kullukta bulundukları dünya hayatının
değerleri ile önemsenmesi, bağlı bulunulması gereken kalıcı değerleri
belirliyor.
46- Mal ve evlatlar
dünya hayatının süsüdürler. Kalıcı iyilikler ise Rabb'in katında sevap
kazandırma bakımından daha yararlı ve umut kaynağı olmaya daha lâyıktırlar.
Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdürler; İslâm da
normal ve temizlik sınırları içinde bu süslerden yararlanılmasını
yasaklamaz. Ne var ki, İslâm mal ve evlada sonsuzluk terazisinde herhangi
bir süs ve değer ifade ediyorsa o değeri verir, fazla değil.
Mal ve evlatlar süstürler ama değer değildirler. Şu
halde insanların bu süslere göre ölçülmeleri, dünya hayatında bu süsler
temel alınarak değerlendirilmeleri doğru değildir. Gerçek değer, hareket
tarzı, söz ve ibadet gibi geride bırakılan yararlı ve kalıcı şeylerdir.
Öteden beri insanlar mal ve evlada karşı eğilimli
olsalar bile, geride bırakılan iyi ve kalıcı davranışlar sevap kazandırma
bakımından daha yararlı ve umut kaynağı olmaya daha lâyıktırlar. Tabii ki,
kalplerin onlara bağlanması, ümitlerin onlara yönelmesi, mü'minlerin
bunların hesaplaşma günündeki sonuçlarının ve meyvelerinin beklentisi içinde
olması şartıyla.
KALICI İYİLİKLERİN
MÜKAFATI
Böylece, sırf Rabb'lerinin rızasını dileyerek
sabah-akşam O'na yalvaranlarla birlikte bulunmaya kendini zorlamasına
ilişkin Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik ilahi direktif
ile iki bahçe hikâyesinin verdiği mesajlar ve dünya hayatına ilişkin verilen
örneğin oluşturduğu hava; ayrıca dünya hayatındaki geçici değerlerle dünya
hayatından sonra geçerli olan kalıcı değerleri belirleyen bu son açıklama
birbirleri ile uyum oluşturuyorlar. Bunların tümü inanç terazisi uyarınca
değerleri yerli yerine koymada birbirlerine katkıda bulunuyorlar ve hepsi de
Kur'an-ı Kerim'deki edebi ahenk ve vicdani ahenk kuralı uyarınca sure içinde
eşit önem arz ediyorlar.
Geçen ders kalıcı iyiliklere ilişkin bir açıklama
ile son bulmuştu. Şimdi de kalıcı iyiliklerin bir değer ifade ettikleri
kıyamet gününün ve hesaplaşmanın nitelikleri anlatılarak o açıklama ile
bağlantı kuruluyor. O günün nitelikleri bir kıyamet sahnesinde sunuluyor.
Surenin akışı içinde bu sahneden sonra şeytanların kendilerine düşman
olduklarını bildikleri halde şeytanları önderler edinen, böylece hesaplaşma
gününde bu fiilleri azaba çarptırılmalarına gerekçe olan Ademoğullarının bu
tavırlarının tuhaflığı vurgulanıyor. Bu amaçla iblis'in Hz. Adem'e -selâm
üzerine olsun- secde etmesinin emredildiği gün Rabb'inin emrini çiğnemesine
yönelik bir işaret yer alıyor. Buradan hareketle ileride karşılarına
çıkacağı haber verilen bu günde kendilerine kulluk sunanlara olumlu karşılık
veremeyen düzmece tanrılara değiniliyor.
Doğrusu bu Kur'an'da yüce Allah, böyle bir günün
kötülüğünden korunmaları için insanlara her türlü örneği vermiştir. Ama
insanlar inanmamış, azaba çarptırılmalarını veya geçmiş toplumlar gibi yok
edilmelerini istemişlerdi. Gerçeği yenmek için batıl uğruna mücadele
etmişler, Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerini alaya almışlardı. Eğer yüce
Allah'ın kendilerine yönelik rahmeti olmasaydı kesinlikle bekletilmeden
azaba uğratılacaklardı.
Kıyamet sahnelerinden ve Allah'ın ayetlerini
yalanlayan toplumların harap olmuş yurtlarının manzaralarından oluşan bu
bölüm, inanç sisteminin düzeltilmesine ve belki doğru yolu bulurlar diye
Allah'ın ayetlerini yalanlayanları bekleyen akıbetin açıklanmasına ilişkin
surenin ana ekseni birbirleri ile bağlantılıdır.
47- O gün dağları
yerlerinden,söküp yürütürüz. Yeryüzünü çırılçıplak ve dümdüz görürsün. Tek
bir kişiyi gözardı etmeksizin tüm insanları biraraya toplarız.
48- Hepsi sıra sıra
Rabb'inin huzuruna çıkarılırlar. Onlara "Tıpkı ilk yarattığımızda olduğunuz
gibi şimdi karşımıza çıktınız. Oysa benimle hiç karşılaşmayacağınızı
sanmıştınız " denir.
49- İnsanların amel
defterleri (çalışma karneleri) ortaya getirilmiştir. Günahkârların bu
defterlerin yazılarını korku dolu gözlerle incelediklerini görürsün. Bir
yandan da "Vay başımıza gelenlere! Ne biçim def termiş bu; küçük-büyük
hiçbir davranışımızı atlatmadan sayıp dökmüş, derler. " Yaptıkları her işin
kaydını karşılarında bulmuşlardır. Rabb'in hiç kimseye haksızlık etmez.
Bu tabiat olaylarının yeraldığı bir sahnedir. Bu
olayların meydana getirdikleri korku, kalplerin bu olaylar karşısında
duydukları korku somutlaştırılıyor. Bu sahnede sarsılmaz dağlar hareket
ediyor, yürüyor. Peki kalpler nasıl ürpermez, dehşete kapılmaz. Bu sahnede
yeryüzü çıplak olarak beliriyor; her taraf ortadadır yeryüzünün. Üzerinde
tepe, çukur, dağ, vadi gibi hiçbir şey yok dümdüz ortadadır. Kalplerin
gizlilikleri de saklı hiçbir şey kalmamak üzere bu şekilde ortaya
dökülecektir.
Herhangi bir şeyin gözlenmesine, herhangi bir
kimsenin saklanmasına imkân vermeyecek şekilde dümdüz ve her şeyiyle ortada
bulunan bu yeryüzünde "Tek bir kişiyi gözardı etmeksizin tüm insanları
biraraya toplarız."
Hiç kimseyi gözden kaçırmayan bu kapsamlı
toplantıdan, alınarak hepsi büyük bir meydana götürülürler "Hepsi sıra sıra
Rabbinin huzuruna çıkarılırlar." İnsanların dünya üzerine ayak basmalarından
dünya hayatının sonuna kadar yeryüzünde bulunan sayısız yaratık, biraraya
gelir, toplanır ve sıra sıra dizilirler. Hiçbiri bu toplantıya, bu sıraya
katılmazlık edemez. Çünkü yeryüzü hiç kimseye saklanma imkânı vermeyecek
şekilde her şeyiyle ortadadır ve dümdüz hale getirilmiştir.
Bu noktada surenin akışı o günün niteliklerini
saymayı bir yana bırakıyor ve doğrudan doğruya o geniş meydanda toplananlara
hitap ediyor. Sanki sahne şu anda gözlerimizin önünde yaşanıyor gibi.
Sahnede olup bitenleri adeta görüyor, konuşulanları bizzat işitiyoruz gibi.
Bu günü yalanlayan, böyle bir şeyi inkâr edenlerin yüzlerindeki utanç
ifadesini görüyor gibiyiz. "Tıpkı ilk yarattığımızda olduğu gibi şimdi
karşımıza çıktınız. Oysa benimle biç karşılaşmayacağınızı sanmıştınız."
O günün niteliklerinin anlatılmasından, doğrudan
toplananlara hitap etmeye yönelik bu dönüşüm, sahneyi daha canlı hale
getiriyor, somutlaştırıyor. Sanki bu sahne gaybın bilinmezlikleri içinde
hesaplaşma gününde değil de şu anda karşımızdaymış gibi.
Yüzlerdeki utanç ifadesini, çehrelere yansıyan
aşağılanmışlık belirtilerini ayrıca bu suçlulara azarlayıcı bir üslupla
hitap eden ulu ve dehşet verici sesi çok yakından hissediyor ve görüyor
gibiyiz. "Tıpkı ilk yarattığımızda olduğunuz gibi şimdi karşımıza çıktınız."
Ama siz böyle bir şeyin olmayacağını sanıyordunuz. "Oysa benimle hiç
karşılaşmayacağınızı sanmıştınız."
Bir olayı tanımlama üslubundan direkt hitap üslubuna
geçmek suretiyle sahne canlı ve hareketli hale getirildikten sonra surenin
akışı tekrar orada olup bitenleri anlatmaya başlıyor:
"İnsanların amel defterleri (çalışma karneleri)
ortaya getirilmiştir. Günahkârların bu defterlerin yazılarını korku dolu
gözlerle incelediklerini görürsün." İşte bu önlerine konan, onların dünya
hayatlarındaki çalışma karnesidir, amel defteridir. Bu defteri inceliyorlar,
evirip çeviriyorlar, her şey var defterde. Son derece kapsamlı, iğneden
ipliğe, her şeyi içeren incelikli bir defter. Bunu görür görmez başlarına
gelecek akıbetten korkmaya başlıyorlar. Hiçbir şeyi gözden kaçırmayan hiçbir
davranışı atlamayan bu defteri inceleyince içleri daralıyor, sıkılıyorlar.
"Vay başımıza gelenlere! Ne biçim deftermiş bu, küçük-büyük hiçbir
davranışımızı atlamadan sayıp dökmüş" derler." Bu, yürek acısından
kaynaklanan, öfke dolu ve en kötü akıbete çarptırılacağının bilincinde olan
birinin söyleyeceği sözdür. Çünkü kıskıvrak yakalanmış, her şey ortaya
dökülmüştür. Bir tarafa kaçması, kıvırması mümkün değildir. Demagoji
yapmaya, yalan yanlış açıklamalarda bulunup yakayı kurtarmaya imkân yoktur:
"Yaptıkları her işin kaybını karşılarında bulmuşlardır." Böylece haksızlığa
uğramadan hakettikleri cezaya çarptırılmışlardır. "Rabb'in hiç kimseye
haksızlık etmez.'
Kıyamet günü durumları bundan ibaret olan suçlular
güruhu şeytanın kendilerine düşman olduğunu biliyorlardı. Ne var ki, onlar
bu düşmanı dost bilip önder edindiler. O da onları bu korkunç duruma
sürükledi, başlarına bu felâketin gelmesine neden oldu. Şeytan ve soydaşları
Hz. Adem'le -selâm üzerine olsun- İblis arasında başgösteren olaylardan bu
yana insanlara düşmanlıklarını sürdürdükleri halde insanların onları dost
bilip önderler edinmesi ne kadar çelişkili, ne kadar tuhaf bir durumdur!
50- Hani Rabb'in
meleklere "Adem'e secde ediniz" dedi. Onlar da secde ettiler. Yalnız İblis
(şeytan) secde etmedi. O cin kökenli idi ve Rabb'inin buyruğu dışına çıktı.
Şimdi siz beni bırakıp onu ve soyunu dost mu ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin
düşmanlarınızdır. Zalimlerin yaptığı bu dost değişimi ne kötü tercihtir!
Kökeni insanlığın ilk doğuşuna dayanan bu eski
hikâyeye yönelik bu işaret, sözü edilen bu ezeli düşmanlığa rağmen, Allah'ı
bırakıp İblis'in soyunu dost olarak önder edinen Ademoğullarının bu
tutumlarındaki tuhaflığını vurgulamak amacı ile burada yeralıyor.
İblis (şeytan) ve soyunun önderler edinilmesi,
günahkârlığa ve isyankârlığa ilişkin çağrıya koşup buna karşılık Allah'a
itaat etmeye ilişkin çağrıya sırt çevirme şeklinde somutlaştırılıyor. Peki
insanlar niçin bu ezeli düşmanlarını dost bilip önder ediniyorlar? Oysa
onlar kendilerini ayrıcalıklı kılacak bir bilgiye, caydırıcı bir güce sahip
değildirler. Yüce Allah, ne göklerin ne yerin ve ne de kendilerinin
yaratılışını onlara göstermemiştir. Yani onları gaybten haberdar etmemiştir.
Aynı şekilde, yüce Allah onları kendisine yardımcı edinmemiş ki, etkin bir
güce sahip olsunlar?
51- Ben şeytanları
ne gökler ile yerin yaratılışına ve ne de kendi yaratılışına tanık etmedim.
Benim insanları yoldan çıkaranları kendime yardımcı tutmam sözkonusu
değildir.
Göklerin, yerin ve kendilerinin yaratılışı tek
başına yüce Allah'ın gerçekleştirdiği bir olaydır. Şeytanlar buna ilişkin
gaybı bilemezler. Yüce Allah'ın onların yardımına başvurması da sözkonusu
olamaz.
"Benim insanları yoldan çıkanları kendime yardımcı
tutmam sözkonusu değildir."
Yüce Allah insanları yoldan çıkarmayanları kendisine
yardımcı tutuyor mu ki?
Yüce Allah alemlere muhtaç olmaktan uzaktır. O
sarsılmaz ve tükenmez bir güce sahiptir. Bu ifade müşriklerin asılsız
kuruntularını yıkmak, tutarsızlıklarını ortaya koyup kökten kurutmak amacı
ile yeralıyor. Çünkü şeytanı önder edinip onu yüce Allah'a ortak koşanlar,
şeytanın gizli bir bilgiye, olağanüstü bir güce sahip olduğu vehmine
kapılarak böyle bir şeye yelteniyorlar. Oysa şeytan insanları yoldan
çıkaran, saptırıcı bir varlıktır. Yüce Allah da ne sapıklıktan ne de
saptıranlardan hoşnut değildir. Sözgelimi yüce Allah birilerini yardımcı
tutma gereğini -bir varsayım olarak- duysa, bunları insanları saptıranlar
arasından seçmesi sözkonusu olamaz.
Bu ifadeden anlaşılması istenen anlam, oluşması
istenen atmosfer budur. Sonra, bir kıyamet sahnesi sunuluyor; bu sahnede
Allah'ın ortakları oldukları sanılan düzmece tanrıların ve bu düşünceyi
benimseyen suçluların akıbetleri gözler önüne Seriliyor:
52- O Allah
müşriklere "Benim ortaklarım olduklarını sandığınız düzmece ilahları yardıma
çağırınız" der. İşte onları yardıma çağırdılar, fakat çağrılarına karşılık
vermediler. Onların aralarına engel olarak bir cehennem vadisi koyduk.
53- Günahkârlar
cehennem ateşini görünce oraya atılacaklarını anlarlar, fakat geri kaçarak
sığınacakları bir başka yer bulamazlar.
Onlar kanıtsız hiçbir iddianın dikkate alınmadığı,
bir anlam ifade etmediği bir konuda bulunuyorlar. Bu durumda insanları
yaptıklarından dolayı hesaba çeken yüce Allah, kendisinin ortakları olduğunu
ileri sürdükleri düzmece tanrıları getirmelerini ve huzurunda hazır
bulunmaları için onları çağırmalarını emrediyor. Onlar da bir an için
ahirette olduklarını unutarak bu düzmece tanrılara sesleniyorlar. Fakat
Allah'a ortak koştukları bu düzmece tanrılar onlara cevap vermiyorlar. Çünkü
bunlar yüce Allah'ın yarattığı bazı yaratıklardır. Böylesine dehşet verici
bir ortamda ne kendilerine ne de başkalarına herhangi bir yararları
dokunamaz. Yüce Allah kullukta bulunulan bu düzmece tanrılarla onlara kulluk
sunan suçlular arasında yok edici bir engel koymuştur. Ne onlar, ne de
bunlar bu engeli aşamazlar. Yüce Allah'ın aralarına koyduğu engel cehennem
ateşidir. "Onların aralarına engel olarak bir cehennem vadisi koyduk."
Suçlular bu engeli görüyorlar. Bu yüzden sürekli
korku ve endişe içindedirler. Her an ateşten bu uçuruma yuvarlanma
beklentisi içindedirler. Ne kadar zor bir durum insanın hazırda bekleyen bir
azaba uğratılacağını bilmesi. Onlar da bu azaptan kurtulamayacaklarını, bir
yere sığınamayacaklarını anlamışlar.
"Günahkârlar cehennem ateşini görünce oraya
atılacaklarını anlarlar. Fakat geri kaçarak sığınacakları bir başka yer
bulamazlar."
Şayet onlar kalplerini dünyadayken bu Kur'ana
yöneltselerdi, Kur'anın sunduğu hak mesajı tartışma konusu yapsalardı, bugün
bu azaptan kaçıp bir sığınak bulabilirlerdi. Nitekim yüce Allah bu Kur'an'da
onlara her türlü durumu kapsayan değişik alanlardan çeşitli örnekler
vermişti.
54- Biz bu Kur'an'da
insanlara her türlü örneği verdik. Fakat insan, tartışmaya son derece düşkün
bir varlıktır.
Surenin akışı bu noktada insandan bir "şey" olarak
söz ederek onun tartışmaya düşkün bir şey olduğunu vurgulamaktadır. Amaç
insanın büyüklenme duygusunu frenlemek, gururunu azaltmak, kendisinin yüce
Allah'ın yarattığı birçok varlıktan biri olduğunu düşünmesini sağlamak, yüce
Allah'ın bu Kur'an'da her türlü örneği göstermiş olmasına rağmen, yine de
tartışmayı sürdüren bir varlık olduğunu vurgulamaktır.
Ardından tarih boyunca, yüce Allah tarafından
gönderilmiş bir mesajla (risalet) karşı karşıya kaldıkları zaman mü'min
olmayanların kapıldıkları bir şüphe sunuluyor. Bunlar da insanların
çoğunluğunu oluşturuyorlar:
55- İnsanlara doğru
yola ileten bilgi geldikten sonra onların iman etmelerine ve tövbe edip
Allah'a yönelmelerine engel olan tek şey, eski sapık milletler hakkında
işleyen ilahi yasaların kendileri hakkında da işlemesini ya da somut azapla
yüzyüze gelmeyi beklemeleridir.
Kuşkusuz doğru yolu bulmalarını sağlayacak
yeterlikte yol gösterici mesajlar gelmişti kendilerine. Ama onlar daha önce
Allah'ın ayetlerini yalanlayan sapık milletler gibi yokedilmeyi (bu istekte
bulunurken, aslında böyle bir şeyin olacağına ihtimal vermemişlerdi ve sırf
alaya alma amacındaydılar) ya da çarptıracaklarını gözleriyle görecekleri
şekilde azapla yüzyüze getirilmeyi istemişlerdi. Ancak bu şekilde ikna
olacaklarını, inanacaklarını söylemişlerdi.
Kuşkusuz onları eski sapık milletler gibi yok etmek
ya da inanmaları durumunda ileride çarptırılacakları azabı onlara göstermek
peygamberin görevleri arasında yeralmaz. Çünkü yalanlayanları yok etmek veya
-mucize gösterilip onların da inkâr etmelerinden sonra yüce Allah'ın geçmiş
milletlere ilişkin yasası uyarınca- azap göndermek bütünüyle yüce Allah'ın
tekelindedir. Peygamberlere gelince, onlar sadece müjdeleyici ve
uyarıcıdırlar.
56- Biz
Peygamberleri sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. Oysa kâfirler
hakkı (gerçeği) batıl (eğri) karşısında yenik düşürmeye uğraşırlar. Onlar
ayetlerimi ve kendilerine yönelik uyarılarımı alaya aldılar.
Gerçek açık ve anlaşılırdır. Ama kâfirler gerçeği
yenmek, onun varlığına son vermek için batıl safında yer alıp onunla
mücadeleye girişirler. Bu yüzden onlar mucize gösterilmesini istedikleri,
azaba çarptırılmaları için acele ettikleri zaman amaçları ikna olmak
değildir. Onlar bu tavırlarıyla Allah'ın ayetlerini, onlara yönelik
uyarılarını alaya alıyorlar, küçümsüyorlar:
57- Allah'ın
ayetleri kendisine hatırlatıldığı halde, onlara sırt çevirenden ve işlediği
kötülükleri hiç hatırına getirmeyenden daha zalim kim olabilir? Biz onların
kalplerini, Kur'anı anlamalarına engel oluşturacak biçimde perdeledik ve
kulaklarını sağırlaştırdık. Bu yüzden sen onları doğru yola çağırsan da
doğru yola gelmezler.
Allah'ın ayetlerini ve uyarılarını alaya alan bu
adamların Kur'anı gereği gibi inceleyip üzerinde düşünmeleri, ondan
yararlanmaları beklenemez. Bunun için yüce Allah kalplerinin üzerine bu
Kur'anı anlamalarını önleyen, perdeler germiştir. Kulaklarını adeta
sağırlaştırmış, böylece Kur'anı dinlemelerine engel olmuştur. Allah'ın
ayetlerini alaya almaları ve uyarılara sırt çevirmeleri yüzünden yüce Allah
onların sapıklar olarak kalmalarını ve hiçbir zaman doğru yolu bulmalarını
taktir etmemiştir. Çünkü doğru yolu bulmak için açık ve algılama yeteneğine
sahip kalpler gereklidir.
58- Affedici ve
merhametli Rabb'in, eğer onları kötülükleri karşılığında hemen cezalandırmak
isteseydi, azaplarını çabuklaştırırdı. Fakat onların belirli bir vadesi
vardır, o zaman gelince, kaçıp saklanacakları bir sığınak bulamazlar.
Ne var ki yüce Allah onlara yönelik merhametinden
dolayı onlara mühlet veriyor, çabuklaştırılmasını istedikleri yok edilme
cezasını erteliyor. Ama kesinlikle onları ihmal etmiyor.
Fakat onların belirli bir vadesi vardır, o zaman
gelince kaçıp saklanacakları bir sığınak bulamazlar.
Dünyada hakettikleri azabın bir kısmını görecekleri
bir vadeleri vardır. Bir de hesaplarının bütünüyle görüleceği ahiretteki
vade vardır. Kuşkusuz onlar zulmetmişlerdir, bu yüzden kendilerinden önce
yıkılmış kentler gibi azabı ya da yok edilme cezasını haketmişlerdir. Şayet
yüce Allah onlara ilişkin iradesinin öngördüğü bir hikmetten dolayı bir
süreye kadar onlara mühlet tanıyıp daha önceki kentler gibi yakalarına
yapışıp cezalandırmıyorsa, onlar için de mutlaka şaşmaz bir vade
belirlemiştir.
59- İşte şu kentler,
haklarının zalimlikleri yüzünden onları yok ettik ve yok oluşları için
belirli bir vakit kararlaştırdık.
Şu halde kendilerine süre tanınmış olmasına
aldanmamalıdırlar. Çünkü bu surenin sonunda belirlenen vade mutlaka
gelecektir. Allah'ın bu konuda koyduğu yasa kesinlikle şaşmaz ve yüce Allah
sözünden dönmez.
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- hayatı ile ilgili
bu bölüm bütün Kur'an'da sadece bu surenin bu bölümünde anlatılır. Kur'an-ı
Kerim "iki denizin birleştiği yer" ifadesinden başka, olayın geçtiği yeri
belirtmiyor. Yine bu olayın Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- hayatı içinde
geçtiği tarihe de değinmiyor. Acaba bu olay daha Hz. Musa Mısır'dayken ve
henüz İsrailoğulları ile birlikte burayı terk etmemişken mi gerçekleşmiştir?
Şayet Mısır'ı terk ettikten sonra gerçekleşmemişse ne zaman gerçekleşti?
Kutsal topraklara (Filistin) gitmeden önce mi? Yoksa orada zorba bir toplum
yaşadığı için bölgeye giremeyip civar bölgelerde bekledikleri sırada mı?
Yoksa çölde kaybolup şuraya buraya dağıldıkları sırada mı?
Aynı şekilde Kur'an-ı Kerim Hz. Musa'nın
karşılaştığı bilge ve saygın kul hakkında da herhangi bir açıklamada
bulunmuyor. Kimdir bu adam? Adı nedir? Bir peygamber mi? Resul mu? Yoksa bir
alim yahut bir veli mi?
Bu hikâyeye ilişkin gerek İbn-i Abbas'tan, gerek
başkalarından aktarılan birçok rivayet vardır. Ama biz "Kur'an-ın
Gölgesinde" yaşamak için, ayrıca Kur'an-ı Kerim'de bu şekilde detaya
girmeden yer, zaman ve isim belirtmeden sunulmasının özel bir hikmeti
olduğuna inandığımız için hikâyenin Kur'an'da geçen şekliyle yetiniyoruz.
Kur'an'da, yeralan bu açıklamalarla yetinip ötesine geçme gereğini
duymuyoruz. ( Buhari Kur'an-ı Kerim'de yeralan bu hikâyeden söz ederken şu
rivayetleri aktarır: "Bize Hümeydi, Süfyan'dan o da Amr b. Dinar'dan o da
Said b. Cübeyr'den şöyle nakletti: "Ïbn-i Abbas'a dedim ki "Nevf el-Bekkali
Hızır'a- arkadaşlık eden Musa'nın israiloğullarının peygamberi Hz. Musa
olmadığını iddia ediyor" İbn-i Abbas dedi ki "Allah'ın düşmanı yalan
söylüyor" Übey b. Ka'b Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle
dediğini anlattı: Hz. Musa İsrailoğullarına hitap etmek üzere ayağa kalktı,
o sırada kendisine insanların en bilgininin kim olduğu soruldu, o da "Benim"
dedi. Bunun üzerine yüce Allah kendisini azarladı, çünkü her şeyi
bilmiyordu. Daha sonra yüce Allah, iki denizin birleştiği yerde bir kulum
var, o senden daha bilgilidir diye vahyetti. Musa "Ya rabbi onu nasıl
bulurum? dedi. Yüce Allah yanma bir balık al ve onu bir bohçaya koy. Bu
balığı nerede kaybettiysen o kulum oradadır" dedi.)
60- Hani Musa, genç
arkadaşına "Hiçbir güç beni durduramaz, ya iki denizin birleştiği yere
varırım, ya da yıllarca yol yürürüm " demişti.
En doğrusunu Allah bilir, ama genel kanıya göre
burada sözü edilen iki denizin birleştiği yer "Akdeniz'le Kızıldeniz'in
birleştiği yerdir, iki denizin birleştiği yer, acı göllerle timsah gölünün
bulunduğu bölgedeki buluşma noktalarıdır. Ya da Kızıldeniz'deki Akabe
Körfezi ile Süveyş Kanalı'nın birleştiği bölgedir. Çünkü bölge Mısır'ı
fethettikten sonra İsrailoğulları tarihinin yaşandığı sahnedir. Bununla
neresi kastedilmiş olursa olsun Kur'an-ı Kerim bu noktayı kapalı bırakıyor.
Biz de bu işaretle yetiniyoruz.
Hikâyenin daha sonraki akışından anlıyoruz ki, Hz.
Musa'nın çıkmaya karar verdiği bu yolculuğun asıl hedefi, her şeyin ötesinde
elde etmek istediği bir sonucun varlığıydı. Çünkü Hz. Musa ne kadar
meşakkatli olursa olsun, oraya varması ne kadar sürerse sürsün iki denizin
birleştiği yere varmakta kararlı olduğunu açıkça duyuruyor. Kur'an-ı
Kerim'in anlattığı şekliyle Hz. Musa kararlılığını şöyle ifade ediyor. "Ya
da yıllarca yol yürürüm" ayetinin orjinalinde geçen el Hukb kelimesi bir
görüşe göre "bir yıl", diğer bir görüşe göre de "seksen yıl" demektir. Fakat
burada bu kelime bir zaman dilimini belirlemekten çok, kararlılığı ifade
etmek için kullanılıyor.
61- İki denizin
birleştiği yere vardıklarında yanlarındaki balığı bir kenarda unuttular, o
da bir yeraltı deliğinden kayarak denize kaçtı.
62- İki denizin
birleştiği yeri geçtiklerinde Musa, genç arkadaşına, "Azığımızı getir
bakalım, gerçekten bu yolculuğumuzda çok yorgun düştük" dedi.
63- Genç arkadaşı
Musa'ya "Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum, bana onu
hatırlatmayı unutturan mutlaka şeytandır, balık şaşırtıcı bir şekilde
canlanarak denize kaçtı" dedi.
Yine tercih edilen görüşe göre balık pişirilmişti ve
bu balığın canlanarak bir delikten geçip denize kaçması yüce Allah'ın
buluşma yerlerini bulmasını sağlamak amacı ile Hz. Musa'ya gösterdiği bir
mucizedir. Musa'nın genç arkadaşının balığın denize kaçmasına şaşırmış
olması, bunu gösteriyor. Eğer balık elinden düşüp denize dalsaydı, bunda
şaşılacak bir şey olmazdı. Yolculuğun bütünüyle gaybı ilgilendiren sürpriz
gelişmelerle dolu olması bu görüşü tercih etmemize neden oluyor. Nitekim bu
gelişme de sözünü ettiğimiz sürprizlerden biridir.
Bunun üzerine Hz. Musa bilge ve saygın kul ile
buluşması için Rabb'inin belirlediği noktayı geçtiğini ve bu noktanın da
kayalıklı bölge olduğunu anlıyor. Bunun üzerine o ve genç arkadaşı
geldikleri yolu izleyerek geri döndüklerinde o kulu orada buluyorlar.
64- Musa; `Bizim
aradığımız da buydu zaten " dedi. Hemen geldikleri yoldan kendi izlerini
sürerek geri döndüler.
65- Orada kendisine
tarafımızdan rahmet sunduğumuz ve katımızdan dolaysız biçimde ilim
öğrettiğimiz bir kulumuzu buldular.
Öyle anlaşılıyor ki, bu buluşma Hz. Musa ile Rabbi
arasında bir sırdı ve Musa buluşma gerçekleşene kadar genç arkadaşını bundan
haberdar etmemişti. Bu yüzden hikâyenin az sonra sunulacak sahnelerinde Hz.
Musa'nın, bilge kulla başbaşa kaldığını görüyoruz!
66- Musa, ona "Sana
öğretilen bilginin birazını bana öğreterek olgunlaşmamı sağlaman amacı ile
peşinden gelebilir miyim?" dedi.
Bir peygambere yakışan bir edep tavrı ile peşinden
gelip gelmeyeceğini soruyor. Ve işi oldu bittiye getirmeye kalkışmıyor. Bir
peygamber olarak bilge bir kuldan olgunlaştırıcı gerçek bilgiyi öğretmesini
istiyor.
Fakat adamın sahip olduğu bilgi sebepleri belli,
sonuçları bilinen beşeri bilgilere benzemiyor. Bu gayba ilişkin dolaysız
bilginin bir türüdür. Yüce Allah öngördüğü bir hikmetten dolayı ve dilediği
oranda ona bu bilgiden öğretmiştir. Bu yüzden bir peygamber, bir resul
olmasına rağmen, Hz. Musa bu adama ve uygulamalarına karşı sabredemiyor.
Çünkü bu uygulamalar dış görünüşleri itibariyle akıl ve mantıkla, eşyanın
tabiatına ilişkin hükümlerle çelişiyorlar. Bu yüzden bu uygulamaların
gerisindeki gizli hikmeti kavramak zorunludur. Aksi taktirde şaşkınlık
uyandıracak, hoşnutsuzluğa neden olacaklardır. Bunun için kendisine dolaysız
bilgi öğretilen bu kul da Musa'nın, arkadaşlığına ve uygulamalarına karşı
sabredemeyeceğinden, bunlara katlanamayacağından korkuyor:
67- O kulumuz,
Musa'ya dedi ki; "Sen benimle beraber olmaya katlanamazsın. "
68- "Sebeplerini
kavrayamayacağın olaylar karşısında nasıl sabrédeceksin. "
Musa sabretmeye ve dediklerine uymaya söz veriyor.
Bu hususta Allah'dan yardım diliyor ve onun iradesini dile getiriyor.
69- Musa "İnşaallah,
beni sabırlı bulacaksın, hiçbir konuda sana karşı gelmeyeceğim. "
Adam konuyu biraz daha açıyor, meseleyi biraz daha
pekiştiriyor, yolculuğa çıkmadan önce beraberce çıkmalarının şartını
belirtiyor. Bu şart, sabretmesi, hiçbir şey hakkında soru sormaması, kendisi
sırrını açıklamadığı sürece herhangi bir uygulaması hakkında yorum yapmaya
kalkışmamasıdır.
70- O kulumuz,
Musa'ya dedi ki; "Eğer benimle birlikte geleceksen yapacağım hiçbir iş
hakkında bana soru sorma, benim sana o konuda açıklama yapmamı bekle. "
Musa kabul ediyor... Ve biz onların yaşadığı ilk
sahnenin karşısında buluyoruz kendimizi.
71- Böylece yola
koyuldular. Bir süre sonra bir gemiye bindiler. O kulumuz bu gemide bir
delik açtı. Musa ona, "İçindekileri boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten
çok çirkin bir iş yaptın " dedi.
Bindikleri gemide, başka yolcular da var. Denizin
ortasında yol alırlarken o kul geliyor gemide bir delik açıyor! Dış görünüşe
bakılırsa bu davranış, gemiyi ve yolcularını batma tehlikesi ile karşı
karşıya getiriyor, büyük bir kötülüğe neden oluyor. Şu halde bu adam niçin
bu kötülüğe yelteniyor?
Hz. Musa -selâm üzerine olsun- mantıksal hiçbir
gerekçesi bulunmayan bu tuhaf davranış karşısında hem verdiği sözü hem de
arkadaşının ileri sürdüğü şartı unutuyor. İnsan bir ilkeyi soyut olarak
etraflıca düşünebilir, ama bu anlamın pratik uygulaması, somut bir örneği
ile karşı karşıya kaldığı zaman teorik düşünceden farklı bir realite
karşısında bulunduğunu farkeder. Çünkü pratik deneyimin soyut düşünceden
farklı bir tadı vardır. İşte Musa önceden, sebeplerini kavrayamadığı
olaylara katlanamayacağı uyarısında bulunulmuş, ama o sabretmeye karar
vermiş, yüce Allah'dan yardım dilemiş, sabredeceğine söz vermiş, ileri
sürülen şartı kabul etmişti. Fakat o, bu adamın uygulamalarındaki pratik
deneyimle karşı karşıya kalınca tepki gösteriyor, karşı çıkıyor.
Evet, Hz. Musa'nın tepkisel ve heyecanlı bir
karaktere sahip olduğu doğrudur. Bu karakterin özelliklerini hayatın tüm
devrelerindeki uygulamalarında gözlemlemek mümkündür. Örneğin bir yahudi ile
kavga ettiğini görünce bir Mısırlı'yı yumruklamış, bilinen o kızgınlığı ile
adamı öldürmüştü. Daha sonra yaptığına pişman olmuş, özür dileyerek
Rabbi'nden affedilmesini istemişti. Ama ikinci gün yahudinin bir başka
Mısırlı ile kavga ettiğini görünce tekrar saldırmıştı.
Evet. Hz. Musa işte böyle bir karaktere sahiptir. Bu
yüzden adamın davranışı karşısında sabredemiyor, işin tuhaflığı karşısında
verdiği sözü yerine getiremiyor. Ne var ki, pratik deneyimden, teorik
düşünceden farklı bir tat alma ve apayrı bir gerçekle karşılaşma bütün
insanların ortak özellikleridir. İnsanlar fiilen tatmadıkça, pratik olarak
denemedikçe meseleleri gereği gibi kavrayamazlar.
İşte bu yüzden Hz. Musa kızıyor, adamın yaptığına
karşı çıkıyor:
"Musa,ona "İçindekileri boğmak için mi gemiyi
deldin? Gerçekten çok çirkin bir iş yaptın" dedi.
O bilge kul büyük bir sabır ve yumuşaklıkla,
yolculuğa çıkmadan önceki sözlerini hatırlatıyor:
72- O kulumuz
Musa'ya "Ben sana, benimle beraber olmaya katlanamazsın dememiş miydim?"
dedi.
Hz. Musa unutkanlığını ileri sürerek özür diliyor;
adamdan özrünü kabul etmesini, hemen azarlayıp vazgeçmemesini, verdiği sözü
hatırlatmamasını istiyor:
73- Musa; '
`Unutkanlığım yüzünden beni azarlama ve bilginden yararlanma konusunda bana
zorluk çıkarma" dedi.
Adam Hz. Musa'nın özürünü kabul ediyor. Böylece
kendimizi ikinci sahnenin karşısında buluyoruz:
74- Yine yola
koyuldular. Bir .süre sonra bir genç ile karşılaştılar. O kulumuz,
delikanlıyı öldürdü. Musa; "Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı
kıydın? Gerçekten çok kötü bir iş yaptın " dedi.
Birinci davranışı; gemide delik açması, dolayısıyla
yolcuların boğulma ihtimali idi. Bu ise düpedüz adam öldürmektir. Hem de
bilerek öldürmek, sadece bir ihtimal değil... Kuşkusuz bu, büyük bir
cürümdür. Söz vermiş olduğu hatırlatılmasına rağmen Hz. Musa, bu olay
karşısında da kendisini tutamıyor, sabredemiyor:
"Musa; "Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana
mı kıydın? Gerçekten çok kötü bir iş yaptın" dedi."
Bu sefer unutmuş ya da söz verdiğini bilmiyor
değildir. Bilinçli davranıyor, meydana gelişine katlanamadığı ve hiçbir
sebeple izah edemediği bu kötü işe karşı çıkıyor. Çünkü ona göre delikanlı
suçsuzdur. Öldürülmesini gerektirecek bir suç işlemiş değildir. Kaldı ki
henüz erginlik çağına erişmediği için yaptıklarından sorumlu da tutulamazdı.
Bir kez daha o bilge kul, Hz. Musa'ya koştuğu şartı,
verdiği sözü ve birincisinde söylediği; üstüste deneyimlerin doğruladığı
sözü hatırlatıyor:
75- O kulumuz
Musa`ya; "Ben sana benimle beraber olmaya katlanamazsın dememiş miydim?'
dedi.
Bu sefer özellikle belirterek "Sana dememiş miydim"
diyor. "Sàna" yani açık-seçik ve kesin bir ifadeyle sana söyledim. Buna
rağmen ikna olmadın, beraberliğimizi sürdürmemizi istedin, ileri sürdüğüm
şartı kabul ettin.
Musa kendine geliyor ve iki kere sözünü tutmadığını,
yapılan uyarılardan, etraflıca düşünüp ona göre davranmasına ilişkin
hatırlatmalardan sonra vaadini unutmuş olduğunu hatırlıyor. Bu yüzden kendi
kendine kızıyor, bağlayıcı bir karar olarak önündeki yolları kapatıyor ve
bunu kendisi için son fırsat olarak değerlendiriyor:
76- Musa; "Eğer sana
bir daha bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme, o zaman seni mazur
görürüm " dedi.
Surenin akışı devam ediyor ve bu kez kendimizi
hikâyenin üçüncü sahnesinin karşısında buluyoruz:
77- Yine yola
koyuldular. Bir süre sonra bir köye vardılar. Köylüden yemek istediler,
fakat ağırlanma istekleri reddedildi. Az sonra yıkılmaya yüz tutmuş bir
duvarla karşılaştılar. O kulumuz, eğri duvarı doğrulttu. Musa ona `Eğer
isteseydin bu yaptığın işe karşılık bir ücret alabilirdin' dedi.
İkisi de acıkmış. Bu sırada açları doyurmayan,
misafir kabul etmeyen cimri bir köyden geçiyorlardı. Bir süre sonra yıkılmak
üzere olan eğik bir duvarla karşılaşırlar. Ayet, duvara canlılar gibi irade
ve hayat özelliklerini yakıştırıyor ve "yıkılmak istiyor" anlamında
"yıkılmaya yüz tutmuş" ifadesini kullanıyor. İşte bu tuhaf adam, hiçbir
karşılık beklemeden yıkılmaya yüz tutmuş bu duvarı doğrultmakla uğraşıyor.
Hz. Musa, adamın tavrındaki çelişkiyi farkediyor. Aç
oldukları halde kendilerine yiyecek vermeyen, kendilerini misafir etmekten
kaçınan bir köyde, bu adamı yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı doğrultmaya iten
etken ne olabilir? En azından buna karşılık yiyecek almalarını sağlayacak
bir ücret istemesi gerekmez miydi?
"Musa ona; `Eğer isteseydin bu yaptığın işe karşılık
bir ücret alabilirdin' dedi."
Musa'nın bu sözü beraberliğin sonu oluyor. Artık
Musa'nın ileri sürebilecek bir mazereti, dolayısıyla da adamla arkadaşlığını
sürdürmesine imkân kalmıyor:
78- O kulumuz,
Musa'ya dedi ki; "Bu olay, birbirimizden ayrılmamızın sebebidir. Şimdi sana
sabırla karşılayamadığın olayların nedenlerini açıklayacağım.
Buraya kadar Hz. Musa ve surenin akışı içinde
hikâyeyi izleyen bizler, kendimizi izleyen ve sırrını bilmediğimiz sürpriz
gelişmeler karşısında buluyoruz. Hikâyeyi izleyen bizlerin durumu tıpkı Hz.
Musa'nın durumu gibidir. Üstelik biz bu tür garip davranışlarda bulunan
adamın kim olduğunu bile bilmiyoruz. Bizi saran kapalı havayı tamamlamak
için Kur'an-ı Kerim adamın ismini açıklamıyor. Hem ismin ne önemi var ki. Bu
adamın yüce ilahi hikmeti temsil etmesi isteniyor. İlahi hikmette ise, yakın
sonuçlara, bilinen önermelere yer yoktur. Tam tersine ortaya çıkan sonuçlar,
görme kapasitesi sınırlı olan gözlerin göremediği uzak hedeflere göre
değerlendirilir. Bu yüzden adamın adının anılmış olmaması, temsil ettiği
manevi kişiliğe uygun düşmektedir. Daha baştan itibaren görünmez, gaybi
güçler hikâyede etkin rol oynuyorlar. Örneğin Hz. Musa kendisi ile
görüştürüleceği vadedilen bu adamla buluşmak amacı ile yoluna devam ediyor.
Ama genç arkadaşı azıklarını kayalıklı yerde unutuyor. Sanki geri dönmeleri
için unutmuş gibi. Geri döndüklerinde sözü edilen adamla karşılaşıyorlar.
Şayet yollarına devam etselerdi; eğer ilahi takdir tekrar geri dönmelerini
öngörmeseydi adamla karşılaşamayacaklardı. Görüldüğü gibi hikâyeye egemen
olan hava bütünüyle kapalı ve bilinmezliklerle dolu bir havadır. Bu yüzden
ayetlerin akışı içinde adamın adı da gizli ve kapalı kalıyor.
Sonra yavaş yavaş sır ortaya çıkıyor...
79- O gemi var ya,
yoksul deniz işçilerinin malı idi. Onda bir kusur meydana getirmek istedim.
Çünkü bu denizcileri, rastladığı her sağlam gemiye zorla el koyan bir
hükümdar kovalıyordu.
Bu kusur sayesinde gemi zalim hükümdarın eline
geçmekten kurtuldu. Gemiye verilen bu küçük zarar; sağlam kalması durumunda
başına gelecek olan ve gaybın perdesi altında saklı bulunan büyük zarara
karşı koruyuculuk işlevi görmüştür.
80- O delikanlıya gelince,
onun ana-babası mü'min kimselerdi. Onları azgınlığa ve kâfirliğe
sürüklemesinden çekindik.
81- İstedik ki,
Rabb'leri onlara o delikanlıdan daha temiz ve daha iyiliksever bir evlat
bağışlasın.
Şu anda ve görüldüğü kadarıyla öldürülmeyi
haketmeyen bu delikanlının gerçek karakteri üzerindeki gayb perdesi kalkıyor
ve her yönüyle bu bilge kulun gözlerinin önüne seriliyor. Delikanlının özü
itibariyle kâfir ve azgın bir karaktere sahip olduğu ortaya çıkıyor. Küfür
ve azgınlığın tohumları içine ekilmiştir. Bu tohumlar gün geçtikçe
kökleşiyor, davranışlarına yansıyor... Şayet yaşasaydı, kâfirliği ve
azgınlığı ile mü'min ana-babasını zor durumda bırakacaktı. Kendisine yönelik
sevgilerinin etkisiyle onları, kendi yolunu izlemeye zorlayacaktı. İşte bu
yüzden yüce Allah, kâfir ve azgın bir karaktere sahip olan bu delikanlımın
öldürülmesini, ayrıca onun yerine daha iyi ve anne-babasına karşı daha
merhametli bir evladın bahşedilmesini diledi. Ve bu bilge kulunun da o
delikanlıyı öldürmesini istedi.
Şayet mesele, dış görünüşe göre değerlendirme yapan
insanın bilgisine bırakılmış olsaydı, sadece çocuğun o durumu onu
ilgilendirecekti. Dolayısıyla yasal olarak öldürülmesini gerektirecek bir
suç işlemediği için elinde çocuğun aleyhinde kullanabileceği bir gerekçe
olmayacaktı. Yüce Allah'dan ve yüce Allah'ın kendi tekelinde olan gayba
ilişkin bir kısım bilgi öğrettiği kimi kullarından başka hiçbir kimse,
herhangi bir insanın gaybın bilinmezlikleri arasında yeralan bir özelliği
hakkında karar veremez. Yine hiçbir kimse bu bilgiye dayanarak şeriatın
verdiği hükümden farklı bir hüküm ortaya koyamaz. Şu kadarı var ki, yüce
Allah'ın emri, sonsuz gayba ilişkin bilgisine dayanır.
82- O duvar var ya,
o şehirde yaşayan iki yetim çocuğun malı idi ve duvarın altında bu yetimlere
miras kalmış bir hazine vardı. Babaları iyi bir insandı. Rabb'in istedi ki,
o yetimler, erginlik çağına erdikten sonra Rabb'lerinin bir merhameti olan
hazinelerini kendi elleri ile duvarın altından çıkarsınlar. Yoksa ben bu
işleri kendi kafamdan yapmadım. İşte sabırla karşılayamadığın olaylara
ilişkin açıklamam budur.
Her ikisi de aç oldukları, üstelik köylüler
tarafından misafir edilmedikleri halde, bu adamın köylülerden herhangi bir
ücret istemeden doğrultmaya çalıştığı bu duvarın altında bir hazine
gizliydi, duvarın dibinde şehirde bulunan yetim ve güçsüz iki delikanlıya
ait bir servet saklıydı. Şayet duvar yıkılmaya terk edilseydi, altındaki
hazine ortaya çıkacaktı. Bu durumda çocuklar kendilerine ait bu hazineyi
koruyamayacaktı. Babaları iyi bir insan olduğu için yüce Allah bu iyilikten
onları zayıflıklarında, küçüklüklerinde yararlandırmak istedi. Büyümelerini,
erginlik çağına erişmelerini, mallarını koruyabilecekleri bir durumdayken
hazineyi çıkarmalarını diledi.
Ardından adam bu meseleden elini çekiyor. Çünkü bu
tür davranışlarda bulunmasını öngören, yüce Allah'ın rahmetidir. Gerek bu
meseleye gerekse bundan önceki meselelere ilişkin gaybtan onu haberdar eden,
sonra da bu bilgi doğrultusunda onu bu tür uygulamalara yönelten yüce
Allah'dır: Bunları Rabb'inin rahmeti sonucu yapıyorum, yoksa ben bu işleri
kendi kafamdan yapmadım."
Şu anda yüce Allah'ın hoşnut olduğu kullarından
başka hiçbir kimseye bildirmediği gayb üzerindeki perde aralandığı gibi, bu
adamın uygulamalarının hikmeti üzerindeki perde de kalkmış bulunuyor.
Ortaya çıkan sırrın ve açılan perdenin dehşetinden o
adam ayetlerin akışı içinde ilk kez göründüğü gibi gözlerden kayboluyor.
Meçhulden geldiği gibi tekrar meçhule doğru yol alıyor. Hikâye evrende
yeralan en büyük hikmeti temsil ediyor. Bu hikmet, ancak belli oranlarda
ortaya çıkar. Gerisi yüce Allah'ın bilgisi kapsamında, perdelerin ötesinde
bir gayb olarak varlığını sürdürür.
Böylece surenin akışı içinde, Hz. Musa ve bilge bir
kulun hikâyesi ile Eshab-ı Kehf hikâyesi; gayba ilişkin meselelerin yüce
Allah'a özgü kılma noktasında birleşiyor. Kuşkusuz yüce Allah, olayları
sonsuz bilgisi uyarınca bir hikmete göre planlar. İnsanlar ise bu plânı
kavrayamazlar. Gaybın üzerine gerili perdelerin önünde dikilip dururlar.
Perdelerin ötesindeki sırları da ancak belli oranlarda öğrenebilirler.
ONBEŞİNCİ CÜZ'ÜN
SONU-ONALTINCI CÜZ'ÜN BAŞLANGICI
Kehf suresinin bu son dersinin ana konusu,
Zülkarneyn hikâyesidir. Onun yeryüzünün doğusuna, batısına ve orta bölgesine
yaptığı üç yolculuk, bir de Ye'cuc ve Me'cuc saldırılarına karşı yaptığı
setin anlatılmasıdır.
Ayetlerin akışı setin yapımını tamamladıktan sonra
Zülkarneyn'in söylediği şu sözü aktarıyor: "Zülkarneyn; `Bu set, Rabb'imin
rahmetidir. Fakat Rabb'im belirlediği an gelince onu yerle bir eder. Hiç
kuşkusuz Rabb'imin sözü gerçektir." Sonra sura üfleme ve bir kıyamet sahnesi
ile bu sözün gerçekliği üzerine bir değerlendirme yapılıyor. Ardından sure
üç kısa bölümle son buluyor. Bu bölümlerin her biri "de ki" ifadesi ile
başlıyor.
Bu bölümler surenin belli başlı konularını ve genel
yönlendirmelerini özetliyor. Sanki bunlar, son derece ahenkli bir nağme
halinde seslendirilen etkileyici son melodilerdir.
Zülkarneyn hikâyesi şöyle başlıyor!
83- Ey Muhammed,
sana Zülkarneyn hakkında soru sorarlar. Onlara de ki; ' `Size onun hakkında
bazı düşündürücü bilgiler vereceğim. "
Muhammed b. İshak, bu surenin indiriliş sebebine
ilişkin olarak unları anlatıyor: "Bize, kırk küsür seneden beri yanımıza
gidip gelen Mısırlı bir ihtiyar anlattı, o da İkrime den, o da İbn-i
Abbas'tan dinlemiş: Kureyşliler, Nadr b. Haris ve Ukbe b. Ebu Muayt'ı
Medine'ye yahudi hahamlarının yanına göndererek şöyle dediler: "Onlara
Muhammed hakkında bazı şeyler sorun, onun niteliklerini ve söylediklerini
anlatın. Çünkü yahudiler kendilerine kitap gönderilen ilk toplumdurlar,
onlar, peygamberler hakkında bizim bilmediğimiz bilgilere sahiptirler."
Bunun üzerine bu şahıslar çıkıp Medine'ye gittiler. Onlara Peygamber
Efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- ilişkin birtakım sorular sordular.
Onun durumunu anlatıp bazı sözlerini aktardılar. Ardından şunları
söylediler;
Siz Tevrat a bağlı kimselersiniz, bu arkadaşımız
hakkında bize fikir verirsiniz diye geldik." Bunun üzerine hahamlar şöyle
dediler. "Size söyleyeceğimiz üç şeyi sorun. Eğer bu konularda size bilgi
verirse Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Aksi taktirde yalancı
birisidir, artık ona karşı nasıl isterseniz öyle davranın. İlk çağlarda
kaybolan gençlerin başına ne geldiğini sorun. Çünkü bu gençlerin hikâyeleri
oldukça ilginçtir. Sonra yeryüzünün doğusuna, batısına ulaşan gezgin adamın
durumunu anlatmasını isteyin. Bir de O'na ruhun ne olduğunu sorun. Eğer
bunlardan size bilgi verirse, O bir peygamberdir, O'na uymalısınız. Yok eğer
gerekli bilgiyi veremezse yalan uyduran birisidir. Bu durumda O'na karşı
neyi uygun görürseniz onu yapın"... Nadr ve Ukbe Kureyşliler'in yanına dönüp
şöyle dediler: "Ey Kureyşliler, sizinle Muhammed arasında başgösteren sorunu
çözüme bağlayacak bazı bilgiler getirdik. Yahudi hahamları, O'na bazı
meseleleri sormamızı tavsiye ettiler." Sonra da hahamların dediklerini
onlara anlattılar. Bunun üzerine Kureyşliler kalkıp Peygamberimizin yanma
gelerek: "Ya Muhammed, bize bilgi ver" diye hahamların dediklerini sordular.
Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Sorduğunuz
konular hakkında yarın size açıklamada bulunacağım" dedi. Fakat "inşaallah"
demedi. Kureyşliler geri dönüp gittiler. Peygamberimiz onbeş gece beklediği
halde yüce Allah bu konuda kendisine vahiy indirmedi. Cebrail de gelmedi.
Öyle ki Mekkeliler "Muhammed bize yarın demişti, ama bugün onbeşinci gündür,
henüz sorularımıza bir cevap vermiş değildir" diye yaygara kopardılar.
Valıyin gecikmesi, Peygamberimizi üzüyor ve Mekkeliler'in söyledikleri,
zoruna gidiyordu. Sonra Cebrail -selâm üzerine olsun- yüce Allah katından
ona Eshab-ı Kehf suresini getirdi. Bu sure, müşriklerin tutumlarına üzülen
Peygamberimize yönelik serzeniş niteliğindeki ayetleri içeriyordu. Ayrıca bu
sure, gençler ve gezgin adam hakkında sorulan sorulara ilişkin bilgileri
ihtiva ediyordu. Bir de şu ayet inmişti: "Sâna ruh hakkında soru sorarlar.
De ki; "Ruh Rabb'imin tekelinde olan bir olgudur. Size bilginin çok az bir
bölümü verilmiştir." (İsra, 85)
Bu bir rivayettir. Özel olarak "Ruh" ayetinin
indiriliş sebebine ilişkin İbni Abbas'tan bir başka rivayet nakledilmiştir.
Avfi bu rivayetten söz eder. Rivayete göre yahudiler, Peygamber Efendimize
şöyle demişler: "Bize ruhtan söz et. Cesetteki ruh nasıl azap görür, halbuki
ruh doğrudan doğruya Allah vergisidir." Bu konuda Peygamberimize herhangi
bir vahiy inmedi. Onlara herhangi bir açıklamada da bulunamadı. Daha sonra
Cebrail geldi ve ona şu ayeti indirdi: "Sana ruh hakkında soru sorarlar. De
ki; "Ruh Rabb'imin tekelinde olan bir olgudur. Size bilginin çok az bir
bölümü verilmiştir."
Ayetlerin indiriliş sebepleri ile ilgili çeşitli
rivayetler vardır. Ancak biz, doğruluğunda kuşkuya yer bulunmayan Kur'an
ayetinin sınırları içinde kalmayı tercih ediyoruz. Bu ayetten anlıyoruz ki,
Zülkarneyn hakkında bir soru sorulmuş ama kesin olarak kimin sorduğunu
bilmiyoruz. Soruyu kimin sorduğunu bilmek, hikâyenin ifade ettiği anlama bir
katkıda bulunmayacaktır. Bu yüzden biz hikâyeye herhangi bir eklemede
bulunmadan Kur'an ayetini ele alıyoruz.
Ayet, Zülkarneyn'in şahsı, yaşadığı dönemi ve yeri
hakkında herhangi bir açıklamada bulunmuyor. Bu belirsizlik, Kur'an'da
yeralan hikâyelerin değişmez özelliğidir. Çünkü Kur'an'da yeralan
hikâyelerin asıl amacı, tarihi tespit değildir. Amaç, hikâyeden yararlı
sonuç çıkarmaktır. Çoğu zamanda yer ve zaman tespitine gerek kalmadan
hikâyelerden istenen sonuç çıkarılabilir.
Yazılı tarih, İskender-i Zülkarneyn adlı bir kraldan
söz eder. Ancak bu kralın Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen Zülkarneyn olmadığı
kesin. Çünkü Yunan Kralı İskender putperestti. Oysa Kur'an'da sözü edilen
Zülkarneyn Allah'ın birliğine inanan bir mü'mindir, ölümden sonra dirilişe
ve ahirete inanan birisidir.
Astronomi bilgini Ebu Reyhan el-Biruni "Geçmiş
yüzyıllardan geride kalan izler" adlı eserinde şöyle der: "Kur'an-ı Kerim'de
sözü edilen Zülkarneyn, bu isimle anılan bir Himyer kralı idi. Çünkü Himyer
kralları, isimlerinin başına "zi" eki bitiştirilerek anılırlardı. "Zinüvas,
Ziyezn" gibi. Sözünü ettiğimiz kralın da adı Ebubekir b. İfrikaş idi. Bu
kral, orduları ile birlikte Akdeniz sahillerine kadar gitmiş, Tunus ve
Merakeş gibi yerlere uğramıştı. Orada İfrikiye şehrini kurmuştu. Daha sonra
tüm kıta, bu adı (Afrika) almıştı. Güneşin doğduğu ve battığı yerlere
ulaştığı için Zülkarneyn adını almıştı."
Bu sözler doğru olabilir. Ancak bu sözlerin doğru
olup olmadığını kesin şekilde belirleme imkânına sahip değiliz. Çünkü
hayatının bir bölümü Kur'an'da anlatılan Zülkarneyn'le ilgili olarak yazılı
tarihte bir araştırma yapmak mümkün değildir. Bu hikâyenin durumu, tıpkı
Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Nuh, Hud, Salih kavimleri gibi diğer hikâyelerin
durumuna benzer. Çünkü insanlığın ömrüne oranla tarih ilminin doğuşu çok
yeni bir olaydır. Kuşkusuz yazılı tarihten önce hakkında hiçbir şey
bilinmeyen çok olaylar yaşanmıştır. Dolayısıyla bu tür olaylar hakkında,
henüz yeni doğmuş olan tarih ilminden açıklama beklenemez.
Şayet Tevrat bozulmuşluktan ve eklemelerden
kurtulabilmiş olsaydı, bu tür olaylar hakkında güvenilir bir kaynak
olacaktı. Ne var ki Tevrat; efsane olduğundan şüphe götürmeyen yığınla
hurafeyle doludur. Allah tarafından vahyedilmiş olan asıl Tevrat'a
eklendiklerinden kuşku duyulmayan birçok rivayet yeralmaktadır. Şu halde
Tevrat içindeki tarihi hikâyeler, güvenilir bir kaynak kabul edilemez.
Bu durumda, bozulma ve değiştirilmeden korunmuş
bulunan Kur'an'dan başka kaynak kalmıyor. İçindeki tarihi hikâyelerin tek
kaynağı odur.
İki açık nedenden dolayı Kur'an'da yeralan
hikâyeleri tarih ilmine göre değerlendirmeye tabi tutmanın doğru olmayacağı
kesindir.
Birincisi, tarih ilmi yeni doğmuştur. Tarih ilmi
doğmadan önce insanlık tarihinde, hakkında herhangi bir şey bilinmeyen
sayısız olaylar yaşanmıştır. Kur'an-ı Kerim'de tarihte izine rastlanmayan bu
tür olayları zaman zaman anlatır.
İkincisi; tarih -bu olayların bazısını kapsamına
alsa bile- her yönüyle yetersiz bir varlık olan insanoğlunun ürünüdür. Bu
yüzden insanın ortaya koyduğu her üründe kendini gösteren eksiklik,
yanlışlık ve tahrif ona da yansıyacaktır. İletişim araçlarının ve araştırma
yöntemlerinin bunca gelişme kaydettiği günümüzde bile bir tek haber ya da
olayın değişik şekillerde anlatıldığına tanık olabiliyoruz. Bu bir tek haber
ya da olaya farklı açılardan bakıldığını, hakkında birbiriyle çelişen
yorumlar yapıldığını görebiliyoruz. İşte tarih dediğimiz ilim bu
dedikodulardan, birbiriyle uyuşmayan çelişkili bilgilerden meydana
gelmiştir. Bundan sonra incelemeye ve ayıklamaya tabi tutulduğu söylense de.
Kur'an-ı Kerim'de yeralan hikâyeler hakkında tarih ilminin görüşüne baş
vurmaktan sözetmek, Kur'anın her konuda gerçek ve kesin hükmü belirlediğini
vurgulayan inanç sisteminden önce, insanların kabul ettikleri bilimsel
kurallara da ters düşmektedir. Dolayısıyla Kur'ana inanan aynı şekilde
bilimsel araştırma yöntemlerine inanan birisi böyle saçma bir söz
söyleyemez.
Bazıları Zülkarneyn hakkında Peygamberimizden -salât
ve selâm üzerine olsun- soru sormuş, yüce Allah da Zülkarneyn'in hayatının
burada anlatılan kısmın vahyetmişti. Zülkarneyn'in hayatını ele alan Kur'an
dışında bir başka kaynak da yok elimizde. Bu yüzden bir bilgiye dayanarak
hikâyeyi daha geniş boyutlarda ele alma imkânından yoksunuz. Tefsirlerde bu
hikâyeye ilişkin çeşitli söylentiler vardır. Ancak biz bu söylentilere
kesinlikle güvenemiyoruz. İçindeki israiliyat ve hurafelerden dolayı bu
söylentilerden uzak durulmasının gerekliliğine inanıyoruz.
Kur'anın akışında, Zülkarneyn'in çıktığı üç
yolculuktan söz ediliyor: Birincisi; yeryüzünün batısına, ikincisi;
doğusuna, üçüncüsü de; iki set arasındaki bölgeye yapılmıştır. Şu halde
ayetlerin akışı içinde bu üç yolculukta olup bitenleri izleyelim.
Zülkarneyn hikâyesi önce onunla ilgili bir açıklama
ile başlıyor.
84- Biz onu
yeryüzünde egemen kıldık ve her amaca ulaştıracak sebebi buyruğuna sunduk.
Yüce Allah onu yeryüzünde egemen kılmış, ona sağlam
dayanaklı bir iktidar bahşetmişti. Hakimiyet kurmasını, ülkeler
fethetmesini, yeryüzünü imar edip bayındır hale getirmesini, iktidar ve
nimet elde etmesini sağlayacak sebepleri buyruğuna sunmuştu. Kısacası dünya
hayatında insanın egemenlik kurmasını sağlayacak her türlü imkânı eline
vermişti.
85- O da bir sebebe
sarılarak yola koyuldu.
86- Sonunda güneşin
battığı yere varınca güneşi, çamurlu bir su pınarında batarken buldu. Orada
rastladığı bir toplum ile ilgili olarak kendisine "Ey Zülkarneyn, onlara
istersen ceza ver, istersen kendilerine iyi davran" dedik.
87- Zülkarneyn o
topluma dedi ki; "Aranızdaki zalimleri cezaya çarptıracağız. Onlar, ilerde
Rabb'lerinin huzuruna vardıklarında eşi görülmemiş, ağır bir azaba
uğrayacaklardır.
88- İman edip iyi
ameller işleyenlere gelince onları, ödüllerin en güzeli beklemektedir.
Böylelerine kolay işler buyuracağız.
Güneşin battığı yer, bakanların ufkun ötesinde
güneşin battığını gördükleri yerdir. Bu ise bulunulan yere göre değişir.
Çünkü bazı yerlerde bakanlar, güneşin bir dağın arkasında battığını
görürler. Büyük okyanuslarda ve denizlerde olduğu gibi bazı yerlerde de
güneşin "su"da battığı görülür. Gözün görebildiği kadar uzanan uçsuz
bucaksız çöllerde de güneşin kumlara battığı görülür.
Ayetten öyle anlaşılıyor ki Zülkarneyn Atlas
Okyanusu'nun sahillerinde bir yere ulaşana kadar batıya doğru yol almıştı.
-Atlas Okyanusu karanlıklar denizi olarak anılırdı. Çünkü karaların burada
bittiği sanılırdı- Bu sırada güneşin okyanusta battığını görmüştü.
Tercih edilen görüşe göre Zülkarneyn'in sahile
ulaştığı nokta bir nehrin denize döküldüğü yerdi. Böyle yerlerde yeşil
ot:ar, sazlıklar çok olur. Çevresinde bataklıklar, çamur deryaları olur. Bu
bataklıklarda oluşan su birikintileri, su kaynağı gibi görülür. İşte
Zülkarneyn güneşin burada battığını görmüş "Güneşi çamurlu bir su pınarında
batarken buldu." Ancak bizim, güneşin battığı bu yeri belirlememiz çok
güçtür. Çünkü Kur'an ayeti yer tespitinde bulunmuyor. Ayrıca yer tespitinde,
dayanabileceğimiz güvenilir bir diğer kaynak da yok elimizde. Bunun dışında
bu konuda söylenen tüm sözler güvenilir olmaktan uzaktırlar. Çünkü doğruluğu
tartışmasız bir kaynağa dayanmazlar.
İşte Zülkarneyn, bu çamurlu su kaynağının çevresinde
yaşamakta olan bir topluma rastlar:
"Ey Zülkarneyn, onlara istersen ceza ver, istersen
kendilerine iyi davran" dedik.
Yüce Allah bunu Zülkarneyn'e nasıl söylemiştir?
Acaba yüce Allah ona vahiy mi indirmiştir? Yoksa bu söz durumu anlatma
amacına mı yöneliktir? Çünkü yüce Allah onu bu toplum üzerine egemen kılmış
ve onlar üzerinde tasarrufta bulunma yetkisini ona vermiştir. Bununla sanki:
"Onlara dilediğini yapabilirsin. İstersen onları cezaya çarptırabilirsin ya
da onlara iyi davranabilirsin" demek istemiştir. Her ikisi de mümkündür.
Çünkü ayeti hem öyle, hem de böyle anlamamızda herhangi bir engel yoktur.
Önemli olan Zülkarneyn'in fethettiği ve yüce Allah'ın izniyle halklarının
kendisine boyun eğdiği ülkelere yönelik uygulamalarda kabul ettiği
prensiptir.
"Zülkarneyn, o topluma dedi ki; `Aranızdaki
zalimleri cezaya çarptıracağız. Onlar ilerde Rabb"lerinin huzuruna
vardıklarında eşi görülmemiş ağır bir azaba uğrayacaklardır."
"İman edip iyi ameller işleyenlere gelince, onları
ödüllerin en güzeli beklemektedir. Böylelerine kolay işler buyuracağız."
Saldırgan zalimleri dünyada ağır bir cezaya
çarptıracağını, bundan sonra onların Rabb'lerinin huzuruna döneceklerini ve
orada insanların bundan önce hiç görmedikleri eşi görülmemiş bir azaba
çarptırılacaklarını duyuruyor. İyi işler yapan mü'minleri, güzel bir ödülün,
temiz bir karşılamanın, saygın bir yerin, yardım ve kolaylaştırmanın
beklediğini bildiriyor.
İşte doğru ve iyi nitelikli bir egemenliğin temel
prensibi budur. Çünkü iyi işler yapan bir mü'min, yönetici kimsenin yanında
değer bulmalıdır. Kendisine kolaylık gösterilmelidir ve iyi bir ödül
almalıdır. Haksızlık yapan zalimse cezaya çarptırılmalıdır, eziyet
görmelidir. İyilik severleri, toplumda iyiliklerinin karşılığı olarak güzel
bir ödüle, saygın bir yere yetiştirecek, onlara destek ve kolaylık
sağlanmalıdır. Haksızlık yapanlar da kötülüğün cezasının verildiği,
aşağılanma ve dışlanma ile karşılandığı bir toplumda kendilerini, iyi işler
yaparak üretici olmak zorunda hissederler. Fakat ölçüler karıştığı zaman,
bozguncular ve haksızlık yapanlar yöneticilere yakın oldukları, devlet
kademelerinde önemli bir yer işgal ettikleri zaman, çalışanlar, iyi işler
yapanlar dışlandıkları ya da sürekli baskı altında yaşadıkları bir ortamda
yöneticilerin elindeki iktidar, insanlığın bozulmasına neden olan bir araca,
zalimin elindeki bir kırbaca dönüşür. Toplumsal düzen yerini anarşizme,
bozgunculuğa bırakır.
Sonra Zülkarneyn yeryüzüne egemen olmuş ve her türlü
imkâna sahip olarak yeryüzünün batısına yaptığı seferden dönüyor ve bu defa
yeryüzünün doğusuna doğru yolculuğa çıkıyor.
89- Arkasından yine
bir sebebe sarılarak yola koyuldu.
90- Sonunda güneşin
doğduğu yere varınca güneşi, öyle bir toplumun üzerine doğarken buldu ki, bu
adamlar ile güneşin ışınları arasında hiçbir engel, hiçbir sütre
koymamıştık.
91- İşte böyle, onun
serüveni, bütün ayrıntıları ile bilgimizin kapsamı içindedir.
Güneşin battığı yer hakkında söylenenler, doğduğu
yer için de geçerlidir. Zaten burada maksat, güneşin doğu ufkundan doğduğu
zamanki görünüşüdür. Kur'an-ı Kerim Zülkarneyn'in vardığı ve güneşin
doğuşunu gördüğü bu yeri belirlemiyor. Sadece bu yerin özelliğini ve orada
bulduğu toplumun durumunu anlatıyor. "Sorunda güneşin doğduğu yere varınca
güneşi, öyle bir toplumun üzerine doğarken buldu ki, bu adamlar ile güneşin
ışınları arasında hiçbir engel, hiçbir sütre koymamıştık." Yani dümdüz bir
araziye ulaşmıştı. Bu arazide güneş ışınlarının yansımasını önleyecek
herhangi bir tepe ya da orman gibi bir şey yok. Bu yüzden güneş doğar doğmaz
buradaki insanların üzerine doğuyordu. Bu nitelikler çölleri ve geniş
ovaları andırıyor. Çünkü surenin akışı kesin şekilde yer tespitinde
bulunmuyor. Bütün söyleyebileceğimiz buranın uzak doğuda herhangi bir yer
olabileceğidir. Güneş hiçbir engelle karşılaşmadan direkt bu düz ve
engebesiz araziye doğar. Burada kastedilen yerin Afrika'nın doğu
sahillerindeki bir yer de olabilir. Aynı şekilde "Bu adamlar ile güneşin
ışınları arasına hiçbir engel, hiçbir sütre koymamıştık." ifadesi ile, bu
adamların çıplak dolaştıkları, güneşten korunmak için elbise giymedikleri de
kastedilmiş olabilir.
Bilindiği gibi Zülkarneyn bundan önce yönetimde
uyacağı prensibi açıklamıştı. Burada bu prensibin tekrar açıklanmasına gerek
duyulmuyor. Aynı şekilde Zülkarneyn'in doğu seferindeki uygulamaları da
açıklanmıyor. Çünkü bundan evvel yaptığı yolculuğundaki uygulamalardan bunu
kestirmek mümkündür. Kuşkusuz yüce Allah, onun sahip olduğu bütün fikirleri
ve gerçekleştirmek istediği bütün hedefleri çok iyi biliyordu.
Bu hikâyenin sunuş tarzındaki edebi ahenk üzerinde
kısaca durmak istiyoruz. Surenin akışı içinde sunulan sahne her şeyi ile
açık ve ortada olan bir tabiat sahnesidir. Güneş hiçbir engelle, hiçbir
sütre ile karşılaşmadan bu toplumun üzerine doğuyor ve öylece yükseliyor.
Aynı şekilde Zülkarneyn'in vicdanı ve içinde sakladığı niyetleri bütünüyle
Allah'ın kapsamlı bilgisine açıktır. Böylece Kur'ana özgü o incelikli ahenk
yöntemi uyarınca tabiat sahnesi ile Zülkarneyn'in vicdanı arasında uyum
sağlanıyor.
92- Arkasından yine
bir sebebe sarılarak yola koyuldu.
93- Sonunda iki
seddin arasına varınca setlerin berisinde nerede ise hiç söz anlamayan bir
toplumla karşılaştı.
94- Bu adamlar "Ey
Zülkarneyn, Ye'cuc ile Me'cuc bu yörede sürekli kargaşa çıkaran
topluluklardır. Sana bir miktar mal versek, karşılığında onlar ile aramızda
bir set yapar mısın?" dediler.
95- Zülkarneyn
onlara dedi ki; "Rabb'imin bana bağışladığı güç, sizin bana vereceğiniz
maldan daha hayırlıdır. Siz bana beden gücünüzle yardımcı olunuz da onlar
ile aranıza aşılmaz bir sat çekeyim. "
96- "Bana demir
parçaları getiriniz. " Getirdikleri demir parçalarının oluşturduğu yığını
yanlardaki setlerin tepeleri ile aynı düzeye çıkarınca adamlara ' `körükleri
çalıştırınız " dedi. Demir yığınını ateş haline getirince ' `Bana biraz
erimiş bakır getiriniz de üzerine dökeyim " dedi.
97- Ye'cuc ile
Me'cuc, bu setin ne üzerinden aşabildiler ve ne de bir yerinde delik
açabildiler.
98- Zülkarneyn "Bu
set, Rabb'imin rahmetidir. Fakat Rabb'imin belirlediği an gelince onu yerle
bir eder. Hiç kuşkusuz Rabb'imin sözü gerçektir" dedi.
Biz, ne Zülkarneyn'in "iki set" arasında vardığı yer
hakkında ne de bu iki setin nerede oldukları hakkında kesin bir şey
söyleyemiyoruz. Ayetten bütün anladığımız, onun aralarında bir boşluk veya
geçiş yeri bulunan iki doğal engel ya da sonradan yapılmış iki set
arasındaki bir bölgeye vardığı ve orada "nerede ise hiç söz anlamayan" ilkel
bir toplumla karşılaştığıdır. .
Onun güçlü bir fatih olduğunu görüp, gücünü yapıcı
yönden kullanan iyiliksever biri olduğunu anladılar. İki engelin ötesinden
üzerlerine saldıran, geçiş yerinden girip yurtlarını talan eden, aralarında
bozgunculuğun yaygınlaşmasına neden olan, bu arada kendilerini savunarak
engel de olamadıkları Ye'cuc ve Me'cuc'a karşı, aralarında topladıkları bir
miktar mal karşılığında bir set yapmasını önerdiler.
Yeryüzünde bozgunculuğa karşı savaş açmış bulunan bu
iyilik taraftarı hükümdar, daha önce açıkça duyurduğu iyiliği ve yapıcılığı
öngören hayat sistemi uyarınca kendisine sunulan malı reddetti ve
karşılıksız olarak seti yapmaya karar verdi. Bu arada seti yapmanın en kolay
yolu iki doğal engel arasındaki geçidi kapatmak olduğunu düşündü. Bu amaçla,
bu ilkel toplumdan maddi ve bedensel güçleriyle kendisine yardımcı
olmalarını istedi: "Siz bana beden gücünüzle yardımcı olunuz da onlar ile
aranızda aşılmaz bir set çekeyim", "Bana demir parçaları getiriniz." Onlar
da demir parçalarını toplayıp iki engel arasındaki açıklığa yığdılar.
Böylece iki doğal tepecik aralarına yığılan demir parçaları sayesinde
birbiri ile bitişmiş gibi oldular. "Getirdikleri demir parçalarının
oluşturduğu yığın yanlardaki setlerin tepeleri ile aynı düzeye çıktı." Bu
yığın iki tepenin zirveleri ile aynı düzeye kadar yükseldi. Daha sonra
Zülkarneyn demiri eritmek amacı ile tutuşturulmuş ateşe doğru "Adamlara
`körükleri çalıştırınız' dedi." Demir yığını şiddetli alevin ve kızgınlığın
etkisi ile "ateş haline gelince", "Bana biraz erimiş bakır getirin de
üzerine dökeyim dedi." Yani demir ile kaynaşıp karışması, böylece daha
dayanıklı hale getirmesi için erimiş bakır getirin.
Bu yöntem demirin daha dayanıklı hale getirilmesi
için yeni yeni kullanılıyor. Çünkü son dönemlerde belli oranlarda bakır
katıldığında demirin daha sağlam ve daha dayanıklı olacağı ortaya
çıkarılmıştı. İşte bu yöntemi yüce Allah Zülkarneyn'e göstermiş ve Allah'dan
başka hiç kimsenin sayısını bilemediği yüzyıllar önce kullanılan bu yöntemi,
modern beşeri bilimlerden çok önce ebedi kitabında tescil etmiştir.
Böylece iki doğal engel bitişti. Ye'cuc ile
Me'cuc'un saldırı için kullandıkları yol da kapanmış oldu.
"Ye'cuc ile Me'cuc, bu setin ne üzerinden
aşabildiler" yani tırmanamadılar. "Ne de bir yerinde delik açabildiler."
Yani bir açıklık bulup içeri sızamadılar. Artık bu güçsüz ve ilkel topluma
saldırmalarına imkân kalmamıştır. Onlar da kendilerini güvenlikte hissedip
huzura kavuştular. (Tirmizi şehri yakınlarında `Demir kapı' adı ile bilinen
bir set ortaya çıkarıldı. Onbeşinci yüzyıl başlarında Alman bilgini (Sıld
Berger) buraya uğramış ve kitabında ondan sözetmişti. Aynı şekilde İspanyol
tarihçi (Glawjo) 1403 yılındaki yolculuğunda buradan sözederek "Şehrin demir
kapı olarak bilinen seti Semerkant ve Hindistan yolu üzerindedir" der.
Zülkarneyn'in yaptığı set bu olabilir.)
Zülkarneyn kendi elleriyle gerçekleştirdiği bu büyük
işe baktığında şımarmıyor, büyüklüğe kapılmıyor. Güç ve bilginin verdiği
coşkuyla kendinden geçmiyor, zaferiyle sarhoş olmuyor. Tam tersine yüce
Allah'ı anıyor, ona şükrediyor. Yüce Allah'ın başarmasını sağladığı bu iyi
işi, ona bağlıyor. Allah'ın gücü adına kendi gücünü görmezlikten geliyor.
İşi bütünüyle ona bırakıyor. Kıyamet gününden önce tüm dağların, engellerin
ve setlerin un ufak olacağına, yeryüzünün engebesiz dümdüz bir yüzeye
dönüşeceğine ilişkin inancını duyuruyor.
"Zülkarneyn `Bu set, Rabbimin rahmetidir. Fakat
Rabb'imin belirlediği an gelince onu yerle bir eder. Hiç kuşkusuz Rabb'imin
sözü gerçektir' dedi."
Bununla Zülkarneyn'in hayatından aktarılan bu bölüm
son buluyor. Kuşkusuz Zülkarneyn, iktidarını iyi işler uğruna, yapıcı yönde
kullanan hükümdarın güzel bir örneğidir. Yüce Allah, onu yeryüzüne egemen
kılmış, her türlü sebebe sarılma imkânını eline vermişti. O da yeryüzünün
doğusuna ve batısına seferler düzenlemiş ama zorbalık yapmamış, büyüklük
taslamamıştı. Elindeki iktidarı kullanarak azgınlaşmamış, şımarmamıştı.
Gerçekleştirdiği fetihleri, maddi kazanç için bir araç olarak kullanmamıştı.
Fertleri, toplumları ve ülkeleri sömürmemişti. Fethettiği ülkelerde yaşayan
insanlara köle muamelesi yapmamıştı. O ülkelerin halklarını, kendi amaçları
ve ihtirasları uğruna kullanmamıştı. Gittiği her yerde adalet dağıtmıştı.
Geri kalmış ilkel toplumlara yardımcı olmuş, hiçbir karşılık beklemeden
düşmanlarını kovmuştu. Yüce Allah'ın kendisine bahşettiği güç ve iktidarı,
yeryüzünün kalkınması, insanların ıslahı, haksızlığın bertaraf edilmesi ve
hakkın gerçekleşmesi uğruna kullanmıştı. Sonra yüce Allah'ın kendi elleriyle
gerçekleştirdiği bütün iyilikleri yüce Allah'ın rahmetine ve lütfuna
bağlamıştı. Gücünün zirvesinde olduğu bir sırada bile yüce Allah'ın gücünü,
ululuğunu en sonunda O'na döneceğini unutmamıştı.
Şimdi... Peki kimdir bu Ye'cuc ile Me'cuc? Şu anda
nerdedirler? Durumları neydi, bundan sonra ne olacak?
Bu sorulara kesin bir cevap vermek güçtür. Çünkü
Kur'anda ve bazı sahih hadislerde onlarla ilgili yeralan açıklamaların
dışında herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Kur'an-ı Kerim bu konuda Zülkarneyn'in diliyle şu
açıklamada bulunuyor: "Rabb'imin belirlediği an gelince onu yerle bir eder.
Hiç kuşkusuz Rabb'imin sözü gerçektir."
Bu ayet, herhangi bir zaman belirtmiyor. Yüce
Allah'ın vaadi seddi yerle bir etmesi anlamındadır. Bu da Tatar saldırıları,
yeryüzünü istila edip devletleri yıkmaları ile birlikte gerçekleşmiş
olabilir.
Bu konuyla ilgili Enbiya suresinde ise şöyle
buyurulmaktadır:
"Sonunda Ye'cuc ile Me'cuc'un önündeki set
yıkıldığında bunlar bütün tepelerden akarak her tarafa yayılırlar." "Gerçek
vaadin (kıyamet gününün) eşiğine gelindiğinde kâfirlerin bakışları dehşetten
donakalır ve `Eyvah halimize! Biz bu anın geleceğinden gafil yaşadık, biz
gerçekten zalimlerden olduk' derler." (Enbiya, 96-97)
Bu ayette Ye'cuc ile Me'cuc'un harekete geçmesi ile
ilgili herhangi bir zaman belirlemiyor. Gerçek vaadin yaklaşması ise
kıyametin yaklaşması anlamındadır. Bu da Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- döneminden itibaren gerçekleşmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de
şöyle bir ifade vardır: "Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı" (Kamer 1) Yüce
Allah'ın hesabındaki zaman insanlarınkinden farklıdır. Dolayısıyla kıyamet
yaklaşması ile kopması arasında milyonlarca yıl ya da asır geçebilir.
İnsanlar bunu çok uzun bir süre olarak görürler. Ama yüce Allah'a göre çok
kısa bir süredir.
Şu halde bu setin "Kıyamet yaklaştı" denildiği an
ile günümüz arasındaki zaman diliminde açılmış olması, dolayısıyla doğudan
saldırıya geçen Moğol ve Tatar istilalarının Ye'cuc ile Me'cuc'un yayılması
şeklinde yorumlanması mümkündür.
Bir de İmam Ahmed'in Süfyan es-Sevri'den, onun da
Urve'den, onun da Zeynep binti Ebu Selemeden, onun da Habibe binti Ümmi
Habibe binti Ebu Süfyan'dan, onun da annesinden, onun da Peygamberimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- eşi Zeynep binti Cahş'tan rivayet ettiği
sahih bir hadis var. Hz. Zeynep diyor ki: Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- bir gün uykudan uyandığında yüzü kıpkırmızı olmuş ve şöyle
diyordu: "Yaklaşan tehlikeden vay Araplar'ın haline, bugün (başparmağı ile
şehadet parmağını halka yaparak) tıpkı bunun gibi Ye'cuc ile Mec'cuc'un
önündeki set açıldı. "Ya Resulullah içimizdeki iyi insanlar olduğu halde
yokolur muyuz?" dedim. "Evet kötü insanlar çoğalırsa" dedi.
Bu rüya onüç buçuk asır önce görülmüştür. Ondan
sonra Tatar saldırıları baş göstermiş, Hülağu tarafından son Abbasi
hükümdarı Mutasım'ın devrilmesi sonucu Abbasi halifeliğinin yıkılması ile
birlikte Araplar'ın egemenlikleri yerle bir olmuştu. Peygamberimizin -salât
ve selâm üzerine olsun- gördüğü rüyanın yorumu bu olabilir. Hiç kuşkusuz
bunu en iyi bilen yüce Allah'dır. Bütün söylediklerimiz görüşler arasından
birini gerçeğe daha yakın bulmaktan ibarettir. Yoksa kesin bir şey söylüyor
değiliz.
Ardından surenin akışına döndüğümüzde Zülkarneyn'in
dile getirdiği Rabbinin gerçek sözü üzerine bir kıyamet sahnesi ile
değerlendirme yapıldığını görüyoruz.
99- O gün biz insan
yığınlarını önce dalgalanmaya bırakırız. Sonra Sur'a üflenince hepsini
biraraya toplarız.
100- O gün
cehennemi, kâfirlerin gözleri önüne dikeriz.
101- Dünyada onların
gözlerini, bizi hatırlarına getirmelerini engelleyen bir perde örtmüştü ve
kulakları da işitme yeteneğini yitirmişti.
Bu her renkten, her cinsten, her bölgeden, her
kuşaktan ve her çağdan dirilip koşuşan insanların biraraya gelmesi ile
meydana gelen hareketi gözler önüne seren bir sahnedir. Bu sahnede insanlar
düzensiz ve özensiz olarak birbirlerine karışmışlar. Topluluğun itişip
kakışması, tıpkı deniz dalgalarının üstüste binmesi gibidir. Birbirlerine
girip karışmaları, deniz dalgalarının birbirine karışmasına benziyor. Sonra
birden toplanıp düzene girmeleri için bir boru çalınıyor. "Sonra Sur'a
üflenince hepsini biraraya toplarız." Ve işte hepsi sıraya girmiş, düzenli
bir görünüm almışlar.
Sonra, gözlerinin önünde perde varmış, kulakları
sağırmış gibi Allah'ın katından yüz çeviren kâfirlere cehennem sunuluyor.
Ama bu sefer Allah'ın kitabından yüz çevirdikleri gibi cehennemden yüz
çeviremiyorlar. Bugün cehennemden kaçamıyorlar. Yüce Allah gözlerinin
önündeki perdeyi çekip kaldırmıştır. Dolayısıyla Allah'ın kitabından yüz
çevirmelerinin, onun içerdiği gerçeği görmeyişlerinin tam karşılığı olan
cezayı, olanca dehşetiyle görüyorlar!
Ayet, Kur'anın edebi ahenk yöntemi uyarınca hem
sahnede hem de harekette Allah'ın kitabından yüz çevirme eylemi ile
cehennemin sunuluşu arasında bir uyum oluşturuyor.
Bu karşılıklı eylemler acı veren bir azarlama,
yakıcı bir alayla değerlendiriyor yapılıyor.
102- Kâfirler, beni
bir yana bırakarak bazı kullarını önder edine
bileceklerini mi sandılar? Biz cehennemi, kâfirlere
konaklama yeri olarak hazırladık.
Kâfirler Allah'ı bir yana bırakarak, onun kulu olan
bazı yaratıkları yardımcı edinebileceklerini, bunların Allah'a karşı
kendilerine yardım edebileceklerini, kendilerini Allah'ın azabına karşı
savunabileceklerini mi sandılar? Şu halde bu sanılarının akıbetine
katlansınlar. "Biz cehennemi kâfirlere konaklama yeri olarak hazırladık."
Gelecek için hazırlanan bu konaklama yeri, ne dehşet vericidir. Çaba sarf
etmeye ve beklemeye gerek yok. Hazırdır burası, konaklayacak kâfirleri
bekliyor.
Şimdi bu surenin son melodilerine gelmiş
bulunuyoruz. Burada surenin temel çizgilerinin çoğu özetleniyor. Surenin
farklı ahenklere sahip melodileri birarada, topluca sunuluyor.
Bu melodilerin verdiği ilk mesaj; sapıkların
alışageldikleri geçici değer ve ölçülerle, gerçekte benimsenmesi gereken,
yapılan işlere ve şahıslara ilişkin değer ve ölçüleri içeriyor:
103- Ey Muhammed,
dedi ki; "Çalışmalarında en ağır kayba uğrayanları size haber verelim mi?"
104- "Dünya
hayatında bütün emekleri boşa gittiği halde çok iyi işler yaptıklarını
sananların kimler olduğunu size söyleyelim mi?"
105- Bunlar,
Rabb'lerinin ayetlerini ve O'nun huzuruna çıkaracaklarını inkâr edenlerdir.
Bu yüzden onların iyi işleri geçersiz olmuştur. Kıyamet günü onların
yaptıkları işleri tartıya almayız, kendilerine değer vermeyiz.
De ki; `Çalışmalarında en ağır kayba uğrayanları
size haber verelim mi?' Onlardan daha ağır, daha etkili kayba uğrayan
yoktur." "Dünya hayatında onların bütün emekleri boşa gitmiştir." Bu
emekleri onları doğru yola iletmemiş, onlara bir kazanç elde etmelerini, bir
hedefe varmalarını sağlayamamıştır. Buna rağmen "Onlar çok iyi işler
yaptıklarını sanmaktadırlar." Çünkü onlar gerçeklerden o kadar
habersizdirler ki, emeklerinin boşa gittiğinin, çabalarının kaybolduğunun
bile farkında değildirler. Boşa giden, kaybolan, kendilerine hiçbir yarar
sağlamayan bu çabalarını sürdürüyorlar, ömürlerini bu uğurda boşu boşuna
tüketiyorlar.
De ki, bunların kimler olduklarını ize haber verelim
mi?
Onların kimler olduğuna ilişkin öğrenme isteği ve
beklentisi bu noktaya varınca ayet onların kimler olduğunu açıklıyor. Onlar:
"Rabb'lerinin ayetlerini ve O'nun huzuruna
çıkacaklarını inkâr edenlerdir. Bu yüzden onların iyi işleri geçersiz
olmuştur."
Ayetlerin orjinalinde geçen "Habita" kelimesi, bir
hayvanın zehiri bir bitki yemesi sonucu karnının şişmesi, sonra da patlayıp
ölmesi anlamına gelir. Bu kelime onların yaptıkları iyi işlere son derece
uygun düşmektedir. Çünkü bu işler parlak ve şişkin görünürler, onlar da bu
işlerin iyi, başarılı ve kârlı olduklarını sanırlar. Ama çok geçmeden
yokolup giderler!
"Bunlar, Rabb'lerinin ayetlerini ve O'nun huzuruna
çıkacaklarını inkâr edenlerdir. Bu yüzden onların iyi işleri geçersi
olmuştur." "Kıyamet günü onların yaptıkları işleri tartıya almayız,
kendilerine değer vermeyiz."
Onlar ihmal edilirler. "Kıyamet günü" ortaya konacak
gerçek ve yanılmaz terazide onlar bir değer ifade etmezler, yaptıkları iyi
işler tartıya alınmaz. Bundan başka bir de cezaya çarptırılırlar:
106- İşte onların
cezası cehennemdir. Bu ceza onların inkârcı tutumlarının, ayetlerimi ve
peygamberimi alaya almalarının karşılığıdır.
Sahnedeki bütünlük atmosferi, mü'minlerin terazideki
kefelerinin ve değerlerinin sunulması ile tamamlanıyor:
107 İman edip iyi
ameller işleyenlere gelince onlar, Firdevs cennetlerinde ağırlanacaklardır.
108- Orada sonsuza
dek kalacaklar, başka bir yere taşınmak istemeyeceklerdir.
Mü'minlerin Firdevs cennetlerinde ağırlanmaları,
kâfirlerin cehennemde ağırlanışlarına karşılık olarak yer alıyor. Her iki
grubun ağırlandığı yer arasında ne korkunç bir fark vardır!
Bir de "başka yere taşınmak istemeyeceklerdir"
cümlesinde ifadesini bulan insan ruhunun özelliğine ve zevk alma
duyarlılığına yönelik şu derin ve incelikli yaklaşıma dikkat çekmek
istiyoruz. Bu psikolojik yaklaşımın derinliği ve incelikliliği karşısında
durup bir miktar düşünme gereğini duyuyoruz.
Evet mü'minler Firdevs cennetlerinde sonsuza kadar
kalacaklardır. Ama insan ruhu, değişikliğe ve farklı ortamlara eğilimlidir.
Monotonluktan sıkılır. Sürekli bir durumda hep aynı yerde kalmak ona
bıkkınlık verir. Nimetin değişmeyeceğini, tükenmeyeceğini anlayınca ona
karşı duyduğu derin arzu kaybolur. Uzun süre bir tempoda hareket etmek
sonunda onu bıktırır. Hatta sıkılır, ondan kaçıp kurtulmaya çalışır.
Bu, yüce bir hikmeti gerçekleştirmesi amacı ile
yaratılan insanın değişmez özelliğidir, fıtratıdır. İnsanın psikolojik
yapısında yeralan bu değişmez özellik onun üstlendiği yeryüzü halifeliğine
ve bu görevde oynadığı role uygun düşmektedir. İşte insanın yeryüzü
halifeliğinde üstlendiği bu rol, yüce Allah'ın bilgisinin kapsamında olan
planlanmış olgunluk düzeyine erişene kadar hayatın sürekli değişmesini,
gelişmesini öngörür. Bu yüzden insanın fıtratına değişme, farklılaşma
sevgisi, ortaya çıkarma, yeni şeyler öğrenme istediği, bu durumdan diğer bir
manzaraya, bir düzenden diğer bir düzene geçme arzusu yerleştirilmiştir. bir
manzaraya, bir düzenden diğer bir düzene geçme arzusu yerleştirilmiştir.
Amaç, insanın; hayatın realitesini değiştirmek, dünyada gizli kalmış,
bilinmeyen şeyleri ortaya çıkarmak, toplumsal düzende ve maddenin biçiminde
yenilikler gerçekleştirmek üzere harekete geçmesi, bu yolda ilerleme
kaydetmesidir. Böylece değişikliklerin, buluşmaların ve yeniliklerin
ardından hayat düzeyi yükselir, gelişir, adım adım yüce Allah'ın bilgisinin
kapsamında planlanan olgunluk düzeyine erişir.
Evet, bunun yanısıra, insan fıtratında eskiye
alışma, alışkanlığa bağlanma ve geleneği koruma duygusunun da köklü bir yere
sahip olduğu doğrudur. Ancak bütün bunlar, gelişme ve yenilenme eylemlerine
köstek olmayacak, hayatı ilerlemeden ve yükselmeden alıkoymayacak;
fikirlerin ve rejimlerin donuklaşmasına, hantallaşmasına neden olmayacak bir
dereceye kadar olur. Aslında insanın fıtratında yeralan bu direnme özelliği,
atılganlık özelliğini dengelemektedir. Ne zaman bu denge bozulur ve herhangi
bir topluma donukluk egemen olursa, o zaman hayat çarkını hızla döndüren,
gelişme ve ilerleme eğilimlerinin normal sınırlarını aşan devrimler patlak
verir. Bu yüzden insanlık hayatının en iyi, en yararlı dönemleri itici ve
çekici güçlerin aynı düzeyde tutulduğu ve hayat mekanizmasındaki sürükleyici
ve tutucu unsurlar arasında denge sağlandığı dönemlerdi.
Ancak donukluk ve durgunluk egemen olursa bu,
hayatın sürükleyici, itici unsurlarının frenlenmesinin, fert ve toplum
hayatının ölüme mahkûm edilmesinin ilanıdır.
Bu fıtrat, insanın yapısında yeralan bu özellik,
onun yeryüzünde üstlendiği halifelik görevine uygundur. Şu halde kesin
olgunluk yurdu olan cennette durum ne olacak? Çünkü orada bu fıtrata, bu
özelliğe iş düşmez. Şayet insan ruhu dünyadaki özelliğini koruyacaksa,
tükenme endişesi bulunmayan kalıcı nimetler içinde bu özelliğini koruyarak
yaşayacaksa, bununla beraber kendisi ve de bu nimet hiç değişmeyecekse, hiç
kuşkusuz bir süre sonra bu nimet dünya hayatı için uygun olan özelliklere
sahip insan ruhu için cehenneme dönüşecektir. Cennet, konaklayanlar için bir
zindan olacaktır. Cehenneme gitme pahasına da olsa biz süre sonra onu
terketmek isteyeceklerdir. Değişimin, farklı ortamlara geçişin kargaşasına,
zahmetine razı olacaklardı.
Ne var ki, insan ruhunu yaratan yüce Allah -onun
durumunu herkesten iyi bildiği için- bu tür eğilimlerini değiştiriyor ve
cennetten taşınma isteğini ortadan kaldırıyor. Hiç kuşkusuz insan ruhunun
özelliklerinde yapılan bu değişiklik, cennetteki değişmeyen ve tükenmeyen
sonsuzluk hayatını karşılar niteliktedir.
Bu derste yeralan ikinci melodinin, dinleyicilere
verdiği mesajlar ise sınırsız ilahi bilgiye karşılık, son derece sınırlı
olan insan bilgisini tasvir ediyor. Kur'anın ifade ve tasvir yöntemi
uyarınca ilahi ilmi, somut bir örnek aracılığı ile insanın yetersiz düşünme
yeteneğine yaklaştırıyor:
109- De ki;
"Rabb'imin sözlerini yazmak için, denizler mürekkep olsa da onlara bir o
kadarını daha katsak, Rabb'imin sözleri bitmeden önce denizler biterdi. "
İnsanların bildiği en geniş ve en bol şey denizdir.
Ayrıca insanlar yazacakları şeyleri ve geniş olduğuna inandıkları
bilgilerini mürekkeple yazarlar, onunla kaydederler.
Bu yüzden surenin akışı, olanca genişliği ve
derinliği ile denizi yüce Allah'ın bilgisinin delili olan sözlerinin
yazıldığı mürekkep şeklinde sunuyor. Bir de bakıyoruz, deniz tükeniyor ama
yüce Allah'ın sözleri bitmiyor. Sonra bu denize bir diğeri daha katılıyor,
sonra bu deniz de tükeniyor ve Allah'ın sözleri halâ yazılmak için mürekkep
bekliyor.
Bu somut tasvir ve belirgin hareket aracılığı ile
sınırlı düşünme yeteneği ile aralarındaki oran çok büyük ve geniş de olsa,
sınırsız bir anlam insanını sınırlı düşüncesine yaklaştırılıyor.
Somut bir şekilde örneklenmediği sürece, soyut genel
bir anlam insan düşüncesinde yer etmez, çabucak silinir gider. İnsan aklı
her ne kadar soyutlandırma gücüne, yeteneğine sahip olsa da yine de soyut
anlamların tablolar, şekiller, özellikler ve örnekler halinde
somutlaştırılmasına ihtiyaç duyar. İnsan aklının sınırlılığa örnek
oluşturan, soyut anlamlar karşısındaki durumu bu..: Ya sınırsız anlamlar
karşısındaki durumu nasıldır?
Bunun için Kur'an-ı Kerim insanlara birtakım
örnekler gösteriyor. Burada olduğu gibi birtakım örnekler vererek insanlara
sunmak istediği en büyük anlamları, birtakım belirtileri, özellikleri ve
şekilleri, somut tablolar ve sahneler halinde onların duygularına
yaklaştırarak algılamalarını sağlar.
Bu örnekte deniz, insanın son derece geniş ve derin
sandığı bilgisini temsil ediyor. Oysa deniz genişliğine ve derinliğine
rağmen sınırlıdır. Allah'ın sözleri ise O'nun sınırsız bilgisini temsil
ediyor. İnsanlar bu bilginin sonuna ulaşamazlar. Daha doğrusu insanların bu
bilgiyi dile getirmesi bir yana, onu algılayıp kaydedemezler.
İnsanlar, kendi iç ve dış alemlerinde ortaya
çıkardıkları bazı sırlardan dolayı gurura kapılıyorlar. Bu bilimsel zafer
karşısında kendilerinden geçiyorlar. Her şeyi öğrendiklerini, en azından her
şeyi öğrenmek üzere olduklarını sanıyorlar!
Ne var ki, dipsiz ve sınırsız ufukları ile
bilinmezlik dünyası çıkar karşılarına. O zaman henüz kıyılarda
dolaştıklarını, karşılarındaki okyanusun gözleri ile gördükleri ufuktan çok
daha engin, çok daha sınırsız olduğunu anlarlar!
Yüce Allah'ın bilgisinden insanın algılayıp
kaydettiği şeyler çok az ve önemsizdir. Çünkü bu bilgi sınırlı bir varlıkla
sınırsız bir varlık arasındaki oranı temsil ediyor.
Şu halde insanoğlu istediğini öğrenebilir, varlıklar
aleminde birtakım sırlar ortaya çıkarabilir. Ama ilmi gururunu
frenlemelidir. Çünkü onun bilgisinin ulaşabileceği son nokta denizin elinde
mürekkep olmasıdır. Deniz tükenir fakat yüce Allah'ın sözleri tükenmez. Yüce
Allah bu denize bir diğerini de katsa o da tükenir, ama yüce Allah'ın
sözleri tükenmek nedir bilmez.
İnsanoğlunun sahip olduğu bilginin önemsizliğini,
küçüklüğünü gözler önüne seren bu sahnenin oluşturduğu havada, surenin
üçüncü ve son melodisi seslendiriliyor. Burada insanlığın en yüce ufku
canlandırılıyor. Eksiksiz ve tüm insanlığa yönelik,kapsamlı peygamberlik
ufkudur bu. Bu ufukda bakışların yetersiz kaldığı, gözlerin uzanamadığı o en
yüce ufuk karşısında son derece sınırlı ve yakın olarak beliriyor.
110-De ki; "Ben de
tıpkı sizin gibi bir insanım, yanız bana vahiy yolu ile ilahınızın tek Allah
olduğu bildiriliyor. Buna göre kim açık alınla Rabb'inin huzuruna çıkmayı
istiyorsa, iyi ameller işlesin ve kulluk görevlerinde hiç kimseyi Rabb'ine
ortak koşmasın. "
İşte bu her şeyden ulu, her şeyden yüce ilahlık
ufkudur. Bu ufuk nerde, peygamberlik ufku nerde? Çünkü peygamberlik ne de
olsa insanlığa özgü bir ufuktur...
"De ki, `ben de sizin gibi bir insanım. Yalnız bana
vahyediliyor."
Bu ulu ufuktan mesaj alan bir insan... Kuruması
sözkonusu olmayan bu kaynaktan bilgisini alan bir insan... Dostundan ve
önderinden aldığı yol gösterici vahyin belirlediği sınırları aşmayan bir
insan... Öğretilen, öğrenen ve öğreten bir insan... Şu halde bu aydınlık
ufkun yakınına uzanmak isteyenler, en yüce ufuktan mesaj alan peygamberden
öğrendiği şeylerden yararlansınlar. O yüce ufka ulaşmak için bu yolu
izlesinler. Çünkü başka yol yoktur:
"Buna göre kim açık alınla Rabb'inin huzuruna
çıkmayı istiyorsa, iyi ameller işlesin ve kulluk görevlerinde hiç kimseyi
Rabb'ine ortak koşmasın."
İşte ulu buluşmaya gitmek için, gerekli olan geçiş
vizesi budur.
Böylece vahiy ve Allah'ın tek ilah olduğu ilkesi ile
başlayan Kehf suresi, basamak basamak derinleşen, gittikçe daha kapsamlı
hale gelen bu melodilerle son buluyor. En sonunda yeralan bu kapsamlı ve
derin melodi ise, büyük inanç korosundaki diğer nağmelerin etrafında
yoğunlaştığı asıl mesaj işlevini görüyor.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.