75-Kıyamet
1 Yoo, andolsun
kıyàmet gününe.
2- Yoo andolsun,
özünü eleştiren, kendini kınayan nefse.
3- İnsan,
kemiklerini biraraya toplayamayız mı sanıyor?
4- Hayır, onun
parmak uçlarını bile yeniden yapılandırmaya gücümüz yeter.
5- Aslında insan
günahkârlığı önüne, geleceğine yaymak istiyor.
6- Bu yüzden
"Kıyamet günü ne zaman?" diye soruyor.
7- Gözler korkudan
fıldır fıldır döndükleri zaman,
8- Ay karardığı
zaman,
9- Güneş ile ay
biraraya getirildiği zaman,
10- İnsan o gün
"Nereye kaçmalı? " der.
11- Hayır hayır!
Sığınılacak bir yer yok.
12- O gün tek
varılacak yer Rabbinin huzurudur.
13- O gün insanın
gerek yapıp önünden gönderdiği, gerekse arkasında izleri kalan tüm işleri
kendisine bildirilir.
14- Aslında insan
kendi kendinin denetleyicisidir.
15- Birtakım
mazeretler ileri sürse de.
Olumsuzluk edatının arkasından gelen bu
pekiştirilmiş yeminler normal, dolaysız yeminlerden daha etkili, daha
uyarıcıdırlar. Zaten bu ifadenin amacı da budur. Bu amaç Kur'an'ın başka
bazı ayetlerinde de tekrarlanan bu kendine özgü üslup aracılığı ile en güzel
biçimde gerçekleştiriliyor. Yeminlerin arkasından "kıyamet"in ve "özünü
eleştiren nefs"in mahiyeti açıklanıyor.
Surenin akışı içinde kıyamet konusu sık sık
karşımıza çıkacaktır. Şimdi "özünü eleştiren nefis" kavramını ele alalım.
Elimizde klasik tefsir bilginlerinin bu kavram hakkında yaptıkları çeşitli
yorumlar ve açıklamalar vardır.
Mesela Hasan-ı Basri bu konuda şu açıklamayı
yapıyor: "Vallahi, müminin her zaman özünü eleştirdiğini, nefsini kınadığını
görürsün. `Şu sözü ne amaçla söyledim? Şu lokmayı niçin yedim? içimden
geçirdiğim şu düşüncenin amacı neydi?' der sürekli olarak. Günahkâr kimse
ise tutturduğu yolda ilerler, özünü eleştirmek hiç aklına gelmez." Yine
Hasan-ı Basri başka bir açıklamasında "Kıyamet günü göktekilerden
(meleklerden) ve yeryüzündekilerden (insanlardan cinlerden) kendini
kınamayan bir tek kişi bile bulamazsın" diyor. İkrime bu kavramı açıklarken
"insan `keşke şöyle şöyle yapsaydım' diyerek kendini hem iyilikleri
konusunda hem kötülükleri konusunda kınar" diyor Said b. Cübeyr de buna
yakın bir açıklama yapıyor. Abdullah b. Abbas bu kavram hakkında "Burada
kendini kıyasıya eleştiren nefis kastedilmiştir. `Kıyasıya eleştirmeyi
`kötülemek, kınamak' anlamında algılamak gerekir" diyor. Mücahid bu kavramı
"Kaçırılan fırsatlar konusunda pişmanlık duyarak özünü eleştiren nefis"
biçiminde yorumluyor. Katade "Kendini eleştiren nefisten maksat, günahkâr
nefis'tir" diyor. ibn-i Cerir ise aynı konuda şunları söylüyor: "Bütün bu
görüşler anlamca birbirine yakındırlar. Ayetten ilk bakışta anladığımıza
göre bu kavram `iyilikler konusunda da kötülükler konusunda da sahibini
kınayan, kaçırılan fırsatlar için pişmanlık duyan nefis' demektir."
Bize göre bu açıklamaların en doyurucusu, en
tutarlısı Hasan-ı Basri'nin açıklamasıdır. Bilindiği gibi o "sözünü kınayan
nefis" kavramını şöyle yorumlamıştı; "Vallahi, müminin her zaman özünü
eleştirdiğini, nefsini kınadığını görürsün. `Şu sözü ne amaçla söyledim?'
`Şu lokmayı niçin yedim?', `içimden geçirdiğim şu düşüncenin amâcı nedir?'
der sürekli olarak. Günahkâr kimse ise tutturduğu yolda ilerler, özünü
eleştirmek hiç aklına gelmez."
İşte Allah katında üstün ve değerli nefis bu özünü
eleştiren, uyanık, çekingen, sıkılgan, iç konuşmalarla kendini denetleyen,
hesaba çeken, çevresini gözetleyen, arzularının iç yüzünü belirlemeye özen
gösteren, kendi kendini aldatmaktan kaçınan nefistir. Yüce Allah'ın kıyamet
günü ile yanyana koyarak değer yüklediği nefis türü budur. Bunun karşı
kutbunda günaha batmış nefis yer Alır. Bu günah işlemekten kaçınmayan,
tutturduğu günahkârlık yolunda ısrarla ilerleyen, Allah'ın mesajını
yalanlayan, islam çağrısına sırt çeviren, çalım satarak yakınlarının arasına
dönen, kendini hesaba çekmeyen, kınamayan, eleştirmeyen, umursamaz ve küstah
nefistir.
Evet "Yoo, andolsun kıyamet gününe; yoo, andolsun
özünü eleştiren, kendini kınayan nefse" ki kıyamet günü mutlaka
gerçekleşecektir. Ayetlerin anlamı, aslında budur, ama nasıl yemin edilirken
olumsuzluk edatı ile söze başlayan dolaylı ifade biçimi tercih edilmiş ise
üzerine yemin edilen konu olan kıyamet gününün kesinliği de açık açık
söylenmeyerek belirsiz bırakılmıştır. Fakat Kıyamet gününün geleceği
gerçeği, bu uyarıcı girişin arkasından sanki yeni bir konuya giriliyormuş
gibi bağımsız bir biçimde gündeme getirilmiştir. Okuyalım:
"İnsan, kemiklerini biraraya toplayamayız mı
sanıyor? Hayır, onun parmak uçlarını bile yeniden yapılandırmaya gücümüz
yeter."
Yeniden diriliş gerçeği konusunda müşriklerin
kafasını en çok kurcalayan mesele yere gömülmüş, çürümüş, toprağa karışmış
olan insan kemiklerinin nasıl biraraya getirileceği idi. Bunun olabileceğini
bir türlü akılları almıyordu. Bu gün bile böyle bir şeyi imkansız sanan,
kafalarına sığdıramayan kimseler vardır. İşte Kur'an bu kuşkuyu, çürümüş
insan kemiklerinin biraraya getirilemeyeceğine ilişkin ön yargıyı
zihinlerden silmeye çalışıyor bu olayın meydana geleceğini kesinlikle dile
getirerek "Hayır, onun parmak uçlarını bile yeniden yapılandırmaya gücümüz
yeter" diyor.
Ayetin orjinalinde geçen "benan" sözcüğü "parmak
uçları" anlamına gelir. Ayet çürümüş kemikleri biraraya getirme işleminin
kesinliğini, bundan daha üst düzeyde, daha karmaşık bir işlemin
gerçekleştirileceği gerçeğine, yani parmak uçlarını yeniden yapılandırma,
parçalarını yerine koyup onları eski durumlarına getirme işleminin
gerçekleştirileceği gerçeğine bağlıyor. Bu kinayeli bir ifadedir. Anlatmak
istediği şudur: İnsan organizması, en küçük parçasına varıncaya kadar eski
bütünlüğü ile yeniden diriltilecektir; öyle ki, parmak uçları bile eksik
bırakılmayacaktır; ayrıca organizmanın hiçbir parçasının yeri
değiştirilmeyecek, düzenli biçimde yeniden yapılandırılacak; küçük büyük
hiçbir organ ne ihmal edilecek ve ne biçim değişikliğine uğratılacaktır.
Burada bu pekiştirilmiş açıklama ile yetiniliyor.
Surenin sonunda ilk yaratılış gerçeğine ilişkin yeni bir kanıtla
karşılaşacağız. Burada bu pekiştirilmiş açıklamanın arkasından bir de
yeniden dirilişe yönelik kuşkunun insan kemiklerinin biraraya
getirilemeyeceğine ilişkin ön yargının psikolojik sebeplerine parmak
basılıyor. Sebep şu: insanoğlu kötülük yapmak istiyor, tutturduğu kötü yolda
ilerlemek istiyor, kötü yoldaki ilerleyişini hiçbir şeyin engellememesini
istiyor, hesap verme ve azaba çarptırılma gibi yaptırımlar önüne çıkmasın
istiyor, bundan dolayıdır ki, yeniden dirilmeyi, kıyamet gününü zayıf bir
ihtimal olarak görüyor. Okuyoruz:
"Aslında insan günahkârlığı önüne, geleceğine yaymak
istiyor. Bu yüzden `kıyamet günü ne zaman?' diye soruyor."
Soruda uzun sesli bir soru edatı olan "eyyane"
kullanılıyor. Bu da soruyu soranın o günün geleceğine zayıf bir ihtimal gözü
ile baktığını kanıtlar. Bu soru biçimi ile insanın kötülük yapmaya ve
günahkârlığı sürdürmeye ilişkin arzusu arasında sıkı bir bağlantı vardır. Bu
insan kötü yolunda dolu-dizgin ilerlerken önüne yeniden dirilme ve ahiret
hayaleti dikilsin istemiyor. Ahiret, kötülüğe düşkün nefsin dizgini, günah
tutkunu kalbin engelidir. Bu yüzden günahkârlığı sürdürmek isteyen insan bu
engele yolundan kaldırmaya, bu dizginden kurtulmaya kalkıyor. Amacı
hesaplaşma günü endişesi taşımadan kötülük ve günah işlemeye devam etmektir.
Böyle olduğu içindir ki, kıyamet günü ile alay eden,
onun geleceğini zayıf bir ihtimal olarak gören bu soruya hemen ve
bekletmeden, şimşek hızı ile cevap veriliyor. Bu hızlılık ve çabukluk hem
kullanılan sözcüklerin ses yapılarına hem de ifadenin mesaj özelliğine
yansıyor. Çünkü soruya bir kıyamet sahnesi ile cevap veriliyor ve sahnede
duyu organları, duygular ve evrensel görüntüler birlikte karşımıza
getiriliyor. Okuyalım:
"Gözler korkudan fıldır fıldır döndükleri zaman, Ay
karardığı zaman, Güneş ile ay biraraya getirildiği zaman, İnsan o gün
`Nereye kaçmalı?' der."
O gün gözler seğirir, yuvalarında şimşek hızı ile
bir o yana, bir bu yana dönerler. Ay kararır, ışığı kaybolur. Daha önce ayrı
ayrı yörüngelerde dönen güneş ile ay biraraya gelir. Böylece gök
cisimlerinin o eşsiz ve ince düzeni bozulmuş olur. Bu korku ve panik içinde
paniğe tutulan insan "Nereye kaçmalı?" diye sorar. Bu soru, onun duyduğu
dehşetin ve korkunun boyutlarını ortaya koyar. Sanki her yanına bakıyor ve
sonunda önünün kapalı olduğunu, kapana sıkıştırıldığını görüyor gibi bir
imaj canlanıyor bu soruda.
O gün bir sığınak, bir koruyan bulunamaz. Yüce
Allah'ın ezici pençesinden ve yakaya yapışmasından kurtuluş yoktur.
Dönülecek, durulacak tek yer O'nun huzurudur, başka bir varılacak
konaklanacak yer bulunamaz. Okuyalım:
Hayır hayır! Sığınılacak bir yer yok.
O gün tek varılacak yer Rabbinin huzurudur."
İnsan dünyada hiç hesaba çekilmeden, davranışlarına
uygun karşılıklar biçilmeden günah işlemeye devam etmek isterdi ya. O gün bu
arzuya yer yok. Tersine o gün yaptıklarının bir bir hesabını verecek,
unuttuğu davranışları kendisine tattırılacak; yaptıkları kendisine
hatırlatıldıktan, hatta bunlar önüne getirildikten sonra onların
sorumlulukları ile yüzyüze getirilecektir. Okuyalım:
"O gün insanın gerek yapıp önünden gönderdiği,
gerekse arkasında izleri kalan tüm işleri kendisine bildirilir: '
Yani insanın hem ölmeden önce işlediği bütün
davranışlar, hem de bu davranışların öldükten sonra geride kalan izleri
-iyilik olsun, kötülük olsun- kendisine bildirilir. Dünyada iz bırakan bazı
davranış türleri vardır ki, bunlar hesaplaşma işleminin sonunda sahiplerinin
puan hanelerine eklenirler.
Bu sırada insan davranışlarına çeşitli mazeretler,
çeşitli bahaneler gösterebilir. Fakat bu mazeretlere kulak asılmaz. Çünkü
insan ile nefsi arasında sıkı bir sorumluluk bağı öngörülmüştür. insan,
nefsini iyiliğe iletmekle, bu yolda ona rehberlik etmekle yükümlüdür. Madem
ki, bunun tersini yaparak onu kötülüğe sürüklemiştir, şimdi onun yükünü
taşıyacak, hatta onun aleyhine tanıklık yapacaktır. Okuyalım:
"Aslında insan kendi kendisinin denetleyicisidir.
Birtakım mazeretler ileri sürse de."
O güne ilişkin her şeyin hızlılığı ve kısalığı
gözümüzden kaçmıyor. Ayetler, duraklar, müziğin havası ve ritmi,
gözlerimizin önünde yıldırım hızı ile akıp giden görüntüler, hatta
hesaplaşma işlemi bile son derece çabuk ve kısadır; "O gün insanın gerek
yapıp önünden gönderdiği, gerekse arkasında izleri kalan tüm işleri
kendisine bildirilir." İşte böyle, son derece çabuk ve özet olarak. Bu
çabukluk yaşama sürelerini uzun bularak yapay bir sabırsızlık gösteren ve
aslında hesaplaşma gününü hafife alan kâfirlerin tutumlarına uygun düşen bir
karşılıktır.
Bunun arkasından Peygamberimize vahiy ve Kur'an'ı
algılama konusunda özel direktif niteliğindeki dört ayete sıra geliyor.
Okuyalım:
16- Ey Muhammed,
Cebrail sana Kur'an'ı okurken, acele edip onun söylediklerini tekrarlama.
17- Bu Kur'an'ı
senin hafızanda toplamak ve sana okumak bize düşen bir iştir.
18- Sana onu
okuduğumuzda, onun okunuşunu izle.
19- Sonra onu sana
açıklamak da bize düşen bir iştir.
Surenin girişinde bu ayetler hakkında
söylediklerimize şimdi şunları eklemek istiyoruz. Bu ayetlerin vicdanlara
aşıladıkları mesaja göre Kur'an'ın işi vahiy, koruma, toplama ve açıklama
bakımından bütünüyle yüce Allah'a bağlanıyor O konuda Peygamberimize sadece
onu taşıyıp insanlara duyurmak düşüyor. Bu ayetlerde dikkatimizi çeken bir
diğer nokta da Peygamberimizin kendisine indirilen vahyi kavrama konusunda
ne kadar titiz davrandığı, bu görevini ne kadar ciddiye aldığı ve kendisine
sunulan sözlerin bir cümlesini, hatta bir kelimesini unutmaktan ne kadar
büyük bir korku duyduğudur. İşte bu korkunun dürtüsü ile kendisine Kur'an
okuyan Cebrail'i ayet ayet, kelime kelime izliyor, böylece ilahi mesajın
hiçbir sözcüğünü kaçırmadığından emin olmak istiyor, sonraki ezberinin
eksizliğini güvenceye almaya çalışıyor.
Bu olayın elimizdeki Kur'an'da yerini alarak
"Tescil" edilmesi gerek şimdi burada, gerekse daha önce surenin girişinde
değindiğimiz mesajların kökleştirilmesi bakımından son derece önemlidir.
İNSAN FITRATI
Daha sonraki ayetlerde kıyamet sahnelerinin
sunulmasına ve orada "kendini kınayan nefs"in başına geleceklerin
anlatılmasına devam ediliyor. insanlara nefislerinin iç yüzü tanıtılıyor,
orada egemen olan dünya sevgisine, dünyaya dalıp ahireti gözardı etme, ya da
yeterince umursamamaya parmak basılıyor. Bu gafletin arkasından insanların
ahirette nasıl bir durumla karşılaşacakları, orada başlarına nelerin
geleceği vurgulanıyor. Bu durum canlı, güçlü mesajlı ve derin etkili bir
sahnede gözler önüne seriliyor. Okuyoruz:
20- Hayır hayır! Ey
insanlar, sizler şu kısa süreli dünyayı seviyorsunuz.
21- Ahireti gözardı
ediyorsunuz.
22- O gün birtakım
yüzler ışıl ışıl parlar.
23- Onlar Rabblerine
bakar.
24- O gün birtakım
suratlar da asıktır.
25- Bel kırıcı bir
belaya uğrayacakları kaygısını taşırlar.
Bu ayetlerde sözcük ve anlam arası uyum açısından
dikkatimizi ilk çeken özellik dünya "acile" diye adlandırılmasıdır. Bu
sözcük arz harfli oluşu yüzün-den dünya hayatının kısalığını ve çabuk gelip
geçtiğini anlatmasının yanısıra -ki burada verilmek istenen asıl mesaj
budur- bu sözcükle daha önce sunulan ahiret tablosu arasında, ayrıca yine bu
sözcük ile yüce Allah'ın, Peygamberimize yönelik "Ey Muhammed, Cebrail sana
Kur'an'ı okurken acele edip onun söylediklerini tekrarlama, bu amaçla dilini
hareket ettirme" biçimindeki buyruk arasında uyum vardır. Çünkü bu buyrukta
yeralan "hareket ettirme" ve "acele etme" kavramları dünya hayatında insanın
özelliğini simgeleyen başlıca eylemlerdir. Bu çağrışım Kur'an'ın, hızlı
akışı içinde gözardı etmediği ince ve anlamlı bir uyumdur.
Daha sonra gözlerimizin önünde eşsiz bir tablo
canlandırılıyor. Şimdi bu tablo ile başbaşa kalalım:
"O gün birtakım yüzler ışıl ışıl parıldar. Onlar
Rabblerine bakarlar."
Bu ayetlerde sözcüklerin anlatamayacağı ve aklın
mahiyetini kavrayamaya-cağı bir duruma hızlı bir şekilde işaret ediliyor. Bu
hal, mutlu cennetliklerin kendilerine vaadedilen benzersiz bir mutluluğa
hazırlandıkları andır. Bu mutluluk karşısında içerdiği bütün nimet türleri
ile cennet bile sönük kalır.
İşte ışıl ışıl parıldayan yüzler. Bu parıltıyı
Rabblerine bakmaktan alıyorlar. Rabblerine, ha! Bu ne yüksek düzeyli bir
mertebe! Bu ne erişilmez bir mutluluk!
İnsan ruhu zaman zaman yüce Allah'ın yaratma
sanatının evrende ya da insanın kendisinde beliren bir pırıltısının göz
kırpmasının hazzını yaşar. Bu parıltı kimi zaman mehtaplı bir gecede, kimi
zaman zifiri karanlıklarda, kimi zaman ışıyan tanyerinde, kimi zaman uzayıp
giden gölgede, kimi zaman dalgalı denizde, kimi zaman engin çöller
ortasında, kimi zaman gönül okşayan bir bahçede, kimi zaman iç açıcı bir
tomurcukta, kimi zaman soylu bir kalpte, kimi zaman güven yüklü bir inançta,
kimi zaman onurlu bir sabırda, kimi zaman da başka bir varlık kesitinde
insana göz kırparda kalbi neşeye boğar, gönlü mutlulukla doldurup taşırır,
ruha ışıktan kanatlar takarak onun engin ve özgür alemlerde süzülmesini
sağlar. O anda hayatın dikenleri, acıları, çirkinlikleri, toprağın çekimi,
etin ve kanın ağırlığı, arzuların ve ihtirasların çatışmaları yokoluverir.
Peki, eğer insan yüce Allah'ın sanatının pırıltılı
bir örneğine değil de doğrudan doğruya yüce Allah'ın kendi "cemal"ine
bakarsa durum nice olur?! Hey, bu öyle bir makamdır ki, önce yüce Allah'ın
lütfuna, sonra da O'nun vereceği dayanma gücüne muhtaçtır. Çünkü bu dayanma
gücü olacak ki, insan kendine hakim olabilsin, böyle bir şok karşısında
kendini kaybetmesin de bu tarife sığmaz ve akıl tarafından özü kavranmaz
mutluluğun tadını duyabilsin. Evet;
"O gün birtakım yüzler ışıl ışıl parıldar."
Nasıl parıldamasınlar ki, mutlu gözler, doğrudan
doğruya Rabblerinin "Cemal"ine bakıyorlar.
İnsan, yüce Allah'ın yeryüzündeki bir sanat eseri
ile, mesela göz kamaştırıcı bir tomurcukla, gönül okşayıcı bir çiçekle,
süzülen bir kuş kanadı ile soylu bir insan ruhu ile, onurlu bir davranışla
göz göze gelince mutlu olur, bu mutluluk kalbinden taşarak yüz hatlarına
yansır, çehresinde parlaklık ve gülümseme belirir. Peki, bir de bu insanın
güzelliğin uyandıracağı mutluluğu gölgeleyebilecek bütün engellerden arınmış
olarak doğrudan doğruya yüce Allah'ın "Cemal'ine baktığını düşünelim. Acaba
o zaman durum nasıl olur? insan varlığı, normal olarak böylesine yüce bir
mertebeye eremez. Erebilmesi için bu hayale sığmaz doruğa yükselmesini
önleyebilecek her türlü engelden, her türlü gölgeden kurtulmuş olması
gerekir. Sadece çevresini saran dış engellerden ve gölgelerden kurtulmuş
olması yetmez. Bunun yanısıra özünde varolabilecek Allah'a bakma dışındaki
bütün gereksinimlerden ve eksiklik duygularından da arınmış olmalıdır.
Peki, insan yüce Allah'ın "Cemal"ini nasıl, hangi
organı ile ve hangi yöntemle görür? bunlar bu ayetin sunduğu sevinçle, coşku
ile, mutlulukla, kabına sığmaz uçarılıkla, özgürlükle ve heyecanla iletişim
kuran mümin bir kalbi hiç ilgilendirmeyen boş sözler, anlamsız
tartışmalardır.
Niye bazı insanlar, ruhlarını bu sevinç ve mutluluk
kaynağı nurla öpüşmek-ten yoksun bırakarak, alışılmış kavramlara bağımlı
insan aklı aracılığı ile kavranması mümkün olmayan bu sınırsız gerçeği
tartışma konusu yaparlar? insan varlığının o gün böyle bir sınırsız gerçeğin
doruğuna tırmanmasının beklenebilmesi için toprak kaynaklı ve sınırlı
yapısının kayıtlarından arınması gerekir. Bu arınmada olmaksızın böyle bir
yüzleşmenin gerçekleşmesini umması bir yana, onun hayalini bile kafasında
canlandıramaz.
Buna göre cennette yüce Allah'ın görülüp
görülemeyeceğine ilişkin gerek mutezile mezhebinin, gerek ehl-i sünnet
karşıtlarının ve gerekse kelâm bilginlerinin giriştikleri uzun ve bıktırıcı
tartışmalar boş ve anlamsızdır.
Bu tartışmanın tarafları bu büyük gerçeği yeryüzü
kaynaklı kriterle değerlendiriyorlar, yeryüzü çekimli kavramlara bağımlı
aklın baskısı altındaki insandan sözediyorlar, bu sınırsız gerçeği sınırlı
kavrama güçlerinin kapasitesine sığdırmaya çalışıyorlar.
Kullandığımız sözcüklerin anlamları bile aklımızın
sınırlı kavrama kapasitesine ve hayal ufkumuzun sınırlarına bağlıdır.
Sözcükler kafanızdaki kavramların bağımlılığından kurtulup özgürleşince
nitelikleri değişir. Sözcükler, anlam kapasiteleri insan kafasındaki
kavramlara bağlı olarak değişen birer sembolden başka birşey değildirler.
Eğer insanın kavrama kapasitesi değişirse bu kapasite ile birlikte
kafasındaki kavram birikimi de değişir. O zaman bu değişimin doğal bir
sonucu olarak sözcüklerin anlamları da değişir. Bizler yeryüzünde düşünme
kapasitemizin elverdiği oranda bu semboller aracılığı ile düşünür, iletişim
kurarız. O halde kelimelerinin anlamlarını bile değişmez bir zemine
oturtamadığımız sınırsız bir gerçeği nasıl tartışma konusu yapabiliriz?
Buna göre sırf bu gerçeği hayal etmemizin sağladığı
uçsuz-bucaksız mutluluğu ve kutsal sevinci beklemeye koyulalım. Ruhlarımız
bu beklentinin coşkunluğu ile meşgul olsun. Çünkü bu beklenti başlıbaşına
öyle büyük bir nimettir ki, ancak doğrudan doğruya yüce Allah'ı görme nimeti
onun üzerine çıkabilir. Devam edelim:
"O gün birtakım suratlar da asıktır.
Bel kırıcı bir belaya uğrayacakları kanısını
taşırlar."
Bu yüzler kara, asık ve mutsuzdurlar. Yüce Allah'ı
görmekten, hatta böyle bir umudu taşımaktan uzaktırlar. Sebep günahları,
geriye doğru gitmeleri, kirlilikleri ve körelmişlikleridir. Bu yüzden bel
bükücü, omurgayı kırıcı bir felâkete uğramanın beklentisi içinde endişeli,
hüzünlü, karamsar ve gergin mimiklidirler. Suratlarının, somurtuk
ifadelerinin, gergin çizgilerinin ve kırışık alınlarının kaynağı bu kaygılı
bekleyiştir.
Çünkü onlar bu ahireti gözardı ediyorlar,
umursamıyorlar. Sadece geçici dünyaya önem veriyorlar, sırf onu seviyorlar.
Oysa önlerinde "o gün" vardır. O gün akıbetlerin değişeceği gibi yüzler de
farklı olacaktır. Bu fark öylesine büyük olacak ki, kimi yüzler Rabblerine
bakarken ışıl ışıl parıldarken kimi çehreler de bel kırıcı bir felakete
uğramanın kaygılı beklentisi içinde asık ve gergin olacaklardır.
ÖLÜM
Yukardaki ayetlerde çarpıcı kıyamet sahneleri ile
yüzyüze geldik. Bu sahnelerde gözlerin yuvalarında fıldır fıldır döndüğünü,
ayın karardığını, ay ile güneşin üstüste kapaklandıklarını, o gün
insanoğlunun "nereye kaçmalı?" diye sormasına rağmen kaçacak bir delik
bulamadığını, birbirinden alabildiğine farklı akıbetlerin ve çehrelerin
ortaya çıktığını, Rabblerine bakarken ışıl ışıl parıldayan yüzler yanında,
ağır ve bel kırıcı bir felaketle karşılaşmanın kaygılı beklentisi içinde
asık ve donuk çehrelerin ortalıkta dolaştığını gördük.
Bu sahnelerin duygulara yönelik etkileyici gücü
içerdikleri gerçeğin gücünün yanısıra Kur'an'ın somut ve canlı üslubundan
kaynaklanmıştı. Sure, bu sahnelerin ardından başka bir sahne sunuyor.
Dinleyicilerin sanki elleri ile dokunabilecekleri biçimde somut olan bu
sahne yeryüzünde her an tekrarlandığı için gücünü, ağırlığını ve
belirginliğini herkese hissettiren bir olguyu gözler önüne seriyor. Sahne
ölüm sahnesidir. Her canlının son durağı olan ölüm. Hiçbir canlının ne kendi
başından ne de başkalarının başlarından savamayacağı ölüm. Sevgilileri
birbirinden ayıran, duraklamadan, sağa-sola bakmadan yoluna devam eden;
yaşlıların çığlıklarına, ayrı düşenlerin yakınmalarına, sevenlerin
sevgilerine ve korkanların korkularına kulak vermeyen ölüm. Sıradan
zavallıları yere serdiği kolaylıkla zorbaları da yere seren, ezilenlere
pençe attığı şiddetle ezenlere de pençe atabilen ölüm. İnsanların karşısında
hiçbir kurtuluş çaresi bulamadıkları, buna rağmen ezici gücüne karşı önlem
almadıkları ölüm. Okuyoruz:
26- Hayır hayır, can
köprücük kemiğine dayandığı zaman.
27- "Bu hastayı
iyileştirecek biri yok mu?" diye sorarlar.
28- Adam, ayrılma
zamanının geldiğini anlar.
29- Çırpınırken
ayakları birbirine dolaşır.
30- O gün Rabbine
doğru yolculuk vardır.
Bu sahne can çekişmesi sahnesidir. Ayet bu sahneyi
somut biçimde okuyucuların gözleri önüne seriyor. Sanki olay şu anda
oluyormuş, sanki ruh, sözcükler arasından fırlayarak hareket ediyormuş gibi
bir izlenim bırakıyor. Tıpkı fırça darbeleri altında tablonun hatlarının
belirmesi gibi. Evet;
"Hayır hayır, can köprücük kemiğine dayandığı zaman:
'
Can köprücük kemiğine dayanınca son nefes verilmek
üzere demektir. Bu sahne, ölüm adayı için koma sahnesi, gözleri faltaşı gibi
açtıran çırpınma sahnesidir. O sırada ölüm adayının çevresini saran
yakınları çırpınan ruhun ızdırabını dindirmek için çare, son umutla bir
çıkar yol aramaya koyulurlar. İşte;
"Bu hastayı iyileştirecek var mı?' diye sorarlar."
Ölüm adayı son nefes savaşının ve koma halinin
çırpıntılarını yaşıyor. Öyle ki;
"Çırpınırken ayakları birbirine dolaşır."
Artık çare yok. Hiç bir kurtuluş ümidi kalmadı. Son
aşamada her canlının çıkacağı yolculuğun son yolu belirmiştir artık.
Okuyoruz:
"O gün Rabbine doğru yolculuk vardır."
Sahne harekete geçecek ve konuşacak kadar canlıdır.
Her ayet bir başka hareketi somutlaştırıyor. Her cümle, tabloya yeni bir
çizgi katıyor. Böylece can çekişme anı donduruluyor; onunla birlikte yaş,
şaşkınlık, çaresizlik, çığlıklar ve acı gerçekle yüzyüze gelmişlik de
somutlaşıyor. Öyle bir acı ve buruk gerçek ki, baştan savılması, geriye
çevrilmesi sözkonusu bile değil. Sonra kaçınılmaz son ile yüzyüze geliniyor.
Evet;
"O gün Rabbine doğru yolculuk vardır."
Bu buruk sahnenin perdesi ansızın iniveriyor. Ama
gözlerde görüntüsü, duyu organlarında sarsıcı etkisi, çevredeki havada
tüyler ürpertici suskunluğu vardır. Bu ciddi, gerçeği yansıtıcı, çırpıntılı
ve acıklı sahneyi gerçeği yalanlayanların, umursamazların sahnesi izliyor.
Bu adamlar ölüm ve sonrası için hiçbir hazırlık yapmazlar. Tersine günah ve
yüz çevirme biriktirirler. Zamanlarını oyunla, eğlence ile öldürürler.
Üstelik bu günahkâr ve gerçeğe yüz çevirici tutumları ile çalım satarlar.
Okuyoruz:
31- Adam ne inandı,
ne namaz kıldı.
32- Tersine inkâr
etti ve sırt çevirdi.
33- Sonra çalım
satarak ailesinin yanına döndü.
Elimizdeki bilgilere göre bu ayetlerde belirli bir
kişi kasdedilmiştir. Söylendiğine göre bu kişi "Ebu Cehil" lâkabı ile
tanınan Amr b. Hişam'dır. Mekkeli müşriklerin bu azılı elebaşısı zaman zaman
Peygamberimizin yanına giderek O'nun okuduğu Kur'an'ı dinler, sonra çekip
giderdi. Ne iman eder, ne gerçeğe boyun eğmeye yanaşır, ne haddini bilir, ne
Allah'tan korkardı. Tersine Peygamberimize ağır sözlerle sataşır, insanların
Allah'ın yoluna girmesine engel olurdu. Sonra da iyi bir iş yapmış gibi
çalım satarak, yaptığı kötülüklerle övünerek yakınlarının yanına koşardı.
Ayetler adamı alaya Alıyor, kendisi ile gırgır
geçiyorlar. Durumu gerçekten komiktir. Çalım satışı, omuz kabartma, çirkin
ve abartılı bir hava atma pozu ile tasvir ediliyor.
Aslında Allah'a çağrı tarihi boyunca nice Ebu
Cehiller görülmüştür. Bunlar gerçeği işitirler, fakat bu sese yüz
çevirirler. Son derece maharetle insanları Allah yolundan alıkoyarlar, dava
adamlarına eziyet ederler, kalleşçe tuzaklar kurarlar ve gerçeğe sırt
çevirirler. Böyle yaparken kalleşlikleri ile, puştlukları ile, kötülükleri
ile, bozgunculukları ile, insanları Allah yoluna girmekten alıkoyan
zorbalıkları ile, yüce Allah'ın dini ve inanç sistemi önünde kurdukları
tuzaklar ile övünürler.
İşte okuduğumuz ayetler bu burnu büyük bozguncuların
şımarıklıklarına şu sert bir tehditle karşılık veriyor:
34- Vay başına
geleceklere!
35- Yine vay başına
geleceklere!
Bu ifade tehdit ve yıldırma içerikli bir halk
deyimidir. Nitekim bir defasında Peygamberimiz, Ebu Cehil'i gırtlağından
tutup sarsarak kendisine "Vay başına geleceklere! Yine vay başına
geleceklere!" dedi. O Allah'ın düşmanı ise Peygamberimize "Vallahi, ne sen
ve ne de senin Allah'ın bana hiçbir şey yapamazsınız. Ben şu iki dağ
arasında yürüyenlerin en büyüğüyüm" diye karşılık vermişti. Peki sonra ne
oldu? Yüce Allah, Bedir savaşında Peygamberimize ve güçlü, ezici, yüce
Allah'a inananların eli ile bu şımarık zorbayı yakalayıp tepeleyiverdi. Daha
önce de Firavun, soydaşlarına şöyle demişti:
"Ey ileri gelen soydaşlarım, sizin için benden başka
bir ilah tanımıyorum."(Kassas 30)
"Mısır ülkesinin egemenliği ve şu ayaklarımın
altından akan nehirler benim değil mi?"(Zuhruf 51)
Fakat yüce Allah, sonunda onu da yakalayıp tepeledi.
Allah'a yönelik çağrı tarihi boyunca soyunun
kalabalıklığı ile, kaba gücü ile ve saltanatı ile övünen, bunları birşey
sanarak yüce Allah'ı ve O'nun zalimleri kıskıvrak yakalayan güçlü elini
unutan nice Firavunlar görülmüştür. Sonunda Allah sivrisinek, karasinek
önemsizliği ile onları tutup haklayıvermiştir. Evet, ne diyorduk. insanın bu
son anı, daha önce bildirilen "ecel" anıdır. O an ne önceye alınabilir ve ne
de ertelenebilir.
İNSAN BAŞIBOŞ
BIRAKILACAĞINI MI SANIYOR?
Surenin sonunda kalplere, insan hayatının pratiğini
köklü biçimde etkileyen başka bir gerçeğin fiskesi ile dokunuluyor. Bu
gerçek yüce Allah'ın insan hayatını önceden tasarladığını ayrıntılı bir
plâna bağladığını gösterdiği gibi kafirlerin şiddetle inkar ettikleri
yeniden dirilişe de kanıt oluşturur. Fakat ne bu gerçek ile yüzyüze
gelmekten kaçabilirler ve ne de onun kanıtlayıcı fonksiyonunu, anlamını
gözardı edebilirler. Okuyalım:
36- İnsanoğlu,
başıboş bırakılacağını mı sanıyor?
37- O fışkıran
meniden oluşmuş bir sperma değil miydi?
38- Sonra embriyoya
dönüştü, sonra Allah onu yaratıp biçimlendirdi.
39- Sonra ondan
erkek ve dişi çiftler türetti.
40- Bunları yapan
Allah, ölüleri diriltemez mi?
Derin anlamlı mesajlarla yüklü olan bu son kesit,
Kur'an'ın o günkü ilk muhataplarının akıllarının ucundan bile geçmeyen
birkaç köklü anlamlı gerçeğe dikkatimizi çeker. Bu gerçeklerin ilki, insan
hayatının önceden tasarlandığı, kesin bir plana bağlı olduğu gerçeğidir.
Okuyoruz:
"İnsanoğlu, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"
Kur'an'ın o ilk muhataplarının anlayışlarına göre
hayat, sebebi, amacı ve ideali olmayan birtakım hareketler zinciri idi.
insanlar rahimler tarafından dışarıya atılıyorlar ve mezarlar tarafından
yutuluyorlardı. Bu iki aşamanın arası oyundan, eğlenceden,
süsten-gösterişten, övünme yarışından, hayvana özgü kısa vadeli zevklerden
ibaretti. Tüm evrene egemen olan bir yasalar sistemi varmış, bu yasaların
gerisinde bir amaç ve o amacın gerisinde de bir hikmet yatıyormuş. İnsan bu
hayata belirli bir plân uyarınca gelmişmiş. Bu hayat bir hesaplaşma ve
ödül-ceza işlemi ile noktalanacakmış, insan şu yeryüzündeki serüveni,
sözkonusu hesaplaşma ve ödül-ceza aşamasında sonuçlanacak bir sınav
sürecinden ibaretmiş. Bütün bu ayrıntılı ve birbirine bağlı düşünceler ve bu
düşüncelerin gerisindeki güçlü, plânlayıcı, hikmet sahibi, herşeyi bir
ön-tasarıya göre yapan ve herşeyi belirli bir sonuca ulaştıran ve "Allah"
bilinci o günkü insanların zihniyetlerine ve kafa yapılarına uzak ve yabancı
kavramlardı.
İnsanı hayvandan ayıran özellik, insanın olaylara,
zamana ve amaçlara bağlılık bilinci, gerek kendi soyunun ve gerekse
çevresindeki tüm varlıkların bir amacı, bir maksadı yolundaki misyonudur.
Bunlar da yetmez. insanın, insan sayılabilmesi için bu bilince ve ufuk
genişliğine bağlı olarak insanlık merdivenlerinin basamaklarında sürekli bir
tempo ile yükselmelidir, evrende işleyen yasal sistemin varlığına ilişkin
duyarlı bir düşünce taşımalıdır, olaylar ve nesneler ile bu yasalar
arasındaki sıkı bağı farketmelidir. Ömrünü birbirinden kopuk olaylar ve
zaman dilimleri biçiminde algılayarak yaşamamalıdır. Zaman, yer, geçmiş,
şimdiki zaman ve gelecek arasında kafasında bağ olmalıdır. Sonra bütün
bunlar ile evren bütünü ve onun yasaları arasında bağ kurmalıdır. Son aşama
da bu saydıklarımızın bütünü ile yoktan var edici, planlayıcısı, hiçbir şeyi
boşuna yaratmayan, yarattıklarını başıboş bırakmayan yüce irade arasında bağ
kurmalıdır.
Kur'an'ın sağladığı ufuk genişliği sayesinde o eski
çağda insanların kaydettikleri bu düşünce aşaması, o günün yaygın
düşünceleri ile karşılaştırma yaptığımız takdirde müthiş bir aşamadır. Bu
aşama insanlığın tanıdığı, evrene ilişkin klâsik ve modern felsefelere göre
bu gün de müthiş bir transformasyon olma özelliğini halâ korumaktadır.
"İnsanoğlu başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"
Kur'an'ın bu yoldà insan kalbine yönelttiği
dokunuşlardan biridir. Amacı insanın sağına-soluna dikkatli bakarak kendi
varlığını tüm evrene ve evren bütününü planlayan yüce iradeye bağlayan
bağların, irtibat kanallarının, hedeflerin, amaçların, gerekçelerin ve
sebeplerin farkına varmasını sağlamaktır.
Bu ayetin arkasından insanın başıboş
bırakılmayacağını kanıtlayan somut ve yalın bir gerçeğe ışık tutuluyor. Sade
ve duru bir dille anlatılan bu somut gerçek insanın ilk yaratılış
gerçeğidir. Okuyalım:
"O, fışkıran meniden oluşmuş bir sperma değil miydi?
Sonra embriyoya dönüştü, sonra Allah onu yaratıp
biçimlendirdi. Sonra ondan erkek ve dişi çiftler türetti."
Şu "insan" denen varlık nedir? Neden yaratıldı?
Başta nasıl bir şeydi? Sonra nasıl oluştu? Dünyaya gözünü açıncaya kadar ki
büyük yolculuğunu nasıl geçirdi? O ilk defa tamla su, fışkırtılan, ana
rahmine atılan bir meni damlası değilmiydi? Bu meni damlacığı, küçücük tek
bir hücreden ana rahminde kendine özgü konumdaki bir embriyoya dönüşmedi mi?
Rahmin çeperlerine asılarak yaşayan ve besinini sağlayan bir embriyo
aşamasına geçmedi mi? Bu hareketi ona kim ilham etti? Ona bu gücü kim verdi?
Onu bu yöne kim yöneltti?
Daha sonra kim onu dengeli yapılı, uyumlu organlı,
ilk başta yumurtalı bir tek hücreden ibaretken milyarlarca hücreden oluşmuş
organizmalı aşamaya geçirdi? insan yavrusunun tek hücre aşamasından
biçimlenmiş "cenin" aşamasına varıncaya kadar aldığı mesafe ve yolculuğunun
cenin aşamasında geçirdiği değişmeler doğumundan ölümüne kadar yaşadığı
olayların tümünden ve aştığı mesafelerin toplamından daha uzun ve daha geniş
çaplıdır. bu uzun yolculukta kim ona rehberlik etti? Çünkü o küçücük ve
güçsüz bir yaratıktır. Ne aklı ne kavrama yeteneği ve ne de deneyimi vardı.
O tek hücreden son aşamada erkek ile dişiyi kim
türetti? Hangi irade bu hücreye dişi olmasını empoze ederken, şu hücreye
erkek olmasını empoze etti? Yoksa biri bu işe el attı da ana rahminin
karanlıkları içinde bu hücreleri bu yolda tercih yapmaya mı iletti?
Bunları düşünürken plânlayıcı, fakat fark edilmez
bir elin varlığını kabul etmek kaçınılmaz olur. İşte bu farkedilmez el, ana
rahmine atılmış meni damlacığına uzun yolculuğunda rehberlik etmiş ve
sonunda onu belirttiğimiz aşamaya erdirmiştir; yani "Sonra ondan erkek ve
dişi çiftler türetmiştir: '
Kendini insana ister-istemez kabul ettiren bu
gerçeği, surenin işlediği gerçeğin bir çoğunu içeren şu geniş kapsamlı mesaj
izliyor. Okuyoruz:
"Bunları yapan Allah, ölüleri diriltemez mi?"
Hayır hayır! Her türlü noksanlıktan tenzih ederiz
O'nu. O ölüleri diriltebilir. Hayır hayır! Her türlü noksanlıktan tenzih
ederiz O'nu. O yeniden dirilişi gerçekleştirecek güce sahiptir.
Hayır hayır! Her türlü noksanlıktan tenzih ederiz
O'nu. Kendini ister-istemez kabul ettiren bu gerçek karşısında insanın
yapabileceği tek şey titreyip aklını başına toplamaktır.
İşte sure bu kesin, bu net, bu derin etkili, bu
güçlü, bu insan kafaları insan varoluşu ve bu varoluşun gerisindeki ilahi
plân ve tasarı bilinci ile doldurup taşıran mesajla noktalanıyor.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.