31-Lokman
1- Elif, lam, mim.
2- Bunlar, hikmetli Kitab'ın
ayetleridir.
3- Bunlar güzel davrananlara yol
gösterici ve rahmettir.
4- İşte onlar ki, namaz kılarlar,
zekât verirler, ahirete de kesin olarak inanırlar.
5- İşte onlar Rabb'lerinin göstermiş
olduğu doğru bir yol üzeredirler ve kurtuluşa erenlerdir.
Açılışın "Elif, lam, mim"den oluşan kopuk harflerle
olması ve bunların "Bunlar, hikmetli Kitab'ın ayetleridir" olarak
tanıtılması -harflerle başlayan surelerde ki, gibi- Kitab'ın ayetlerinin bu
harflerin türünden oluştuğuna dikkat çekmek içindir. Kitab'ın hikmetle
nitelendirilmesinin seçilmesi ise; hikmet konusunun bu surede yinelenir
olmasıdır. Dolayısıyla da, Kitab'ın Kur'an-ı Kerim'in yöntemine uygun
atmosferi içindeki niteliklerinden bu niteliğin seçilmesi uygun düşmektedir.
Yine Kitab'ın hikmetle nitelendirilmesi ona canlılık ve iradelilik kimliği
vermektedir. Sanki o, söz ve yöneliminde hikmetlilikle nitelenen,
söylediğini kasıtlı söyleyen ve hedeflediğini isteyen canlı bir varlıktır.
Doğrusu o, gerçeği açısından da öyledir. O ruh, hayat ve hareket içerir. O
özgün üstün kimlik sahibidir. O yabancılığı hemen aradan kaldırır. O'nun,
onunla yaşayan, gölgesinde canlanan, ona içtenlikle özlem duyup canlı ile
canlı, dostla dost arasındaki etkileşim gibi bir etkileşim duyanların
algıladığı bir arkadaşlığı vardır!..
Bu hikmetli kitap veya ayetleri "bunlar güzel
davrananlara yol gösterici ve rahmettir." İşte sürekli ve özgün özelliği.
Güzel davrananlara yol gösterici ve rahmet olması. Onları uyanların
sapıtmadığı yola ileten bir rehber ve hidayetin kalbe döktüğü, kuşkudan
kurtulma, gönül rahatlığı, kararlığa kavuşma ve ulaştırdığı kazanım, hayır
ve kurtuluş ile namaz ve onunla (Kur'an'la) doğru yolu bulan kalpler, bu
kalplerle içinde yaşadıkları evrenin kanunları, doğru yolda olan kalplerle
bozulmamış fıtratın tanıdıkları değerler, durumları ve olayları
bağlantılaması açısından da rahmettir...
İyilik edenler: "İşte onlar ki, namaz kılarlar,
zekât verirler, ahirete de kesin olarak inanırlar." Namazın hikmeti, bilinç
ve davranışlara etkisi, gerekleri yerine getirilerek zamanında ve eksiksizce
kılınmasıyla gerçekleşir. Rabb'le kalp arasındaki o güçlü bağın oluşması ve
Allah'a yakınlık duygusunun olgunlaşmasını sağlayan da aynı etken olup
kalpleri namaza bağlayan tatlılık da ancak o zaman algılanmaktadır...
Zekâtın verilmesi, nefsin yapısal cimriliğine üstünlük kurması ve toplumsal
hayat için insanların birbirlerine karşı sorumlu ve yardımlaşır olmalarına
dayanan bir sistem oluşturulmasını sağlamaktadır. O sistemde zenginler ve
yoksullar güven, iç rahatlığı, lüks yaşantı ve yoksulluğun dejenere etmediği
kalplerin sevecenliğini bulurlar. İnsan kalbinin uyanıklığı, Allah'ın
katındakini ön plana alması, toprağın çelmelerine üstünlük sağlaması, dünya
hayatının çıkarının üstüne yükselmesi, gizli açık, büyük-küçük her şeyde
Allah'ın kontrolünü hissetmesidir. Peygamberimize sorulduğunda "Allah'a O'nu
görür gibi kulluk etmendir. Sen O'nu görmüyor olsan da, O seni görmektedir."
(Buhari) Bu sözlerle tanımlanan "ihsan" düzeyine ulaşılması ise ahirete
kesin iman ile sağlanmaktadır.
Kitab'ın yol gösterici ve rahmet olduğu kişiler,
işte bu iyilik edenlerdir. Çünkü onlar kalplerindeki açılım ve duyarlık
sayesinde, bu Kitap'la birliktelikte rahatlık, gönül huzuru buluyor,
yapısındaki yol göstericilik ve ışığa ulaşıyor, hikmetli hedeflerini
kavrıyor, gönülleri, aralarındaki pürüzleri temizleyerek onunla paralellik,
uyum, yönelim birliği içinde olduklarını ve yolun aydınlık olduğunu
algılıyor. Bu Kur'an kalplere, içerdikleri duyarlılık, açılım Ve O'ndan
geleni sevgi,istek ve saygı ile Karşılamalarına göre bir şey vermektedir. O
dost kalplere şefkat gösteren, titreyerek özlemle O'na yönelen duygulara
karşılık veren canlı bir varlıktır.
Namazı kılan, zekât veren ve ahirete kesin
inananlar... "İşte onlar Rabb'lerinin göstermiş olduğu doğru bir yol
üzeredirler ve kurtuluşa erenlerdir." Kime hidayet edilmişse kuşkusuz o
kurtulmuştur. Artık o aydınlıkta yürümektedir, amaca ulaşacak, dünyada ve
ahirette sapıklığın cezasından kurtulacaktır. Bu gezegen üzerindeki
yolculuğunda içi rahattır. Adımları, gezegenlerin dönmeleriyle, varlığın
kanunlarıyla uyum içindedir. Dolayısıyla varlıktaki her oluşumla; karşılıklı
anlayış, birbirlerinden eminlik ve yakınlık duymaktadır.
İNSANLARDAN GERÇEĞE KARŞI SAĞIR
OLANLAR
Bunlar, Kitap ve ayetleriyle doğru yolu bulan,
iyilik eden, namaz kılan, zekât veren, ahirete kesin inanan, dünya ve
ahirette kurtuluşa erenler... Bunlar bir grup... Karşılarında da başka bir
grup var:
6- İnsanlardan öyleleri var ki,
herhangi bir bilgiye dayanmadan insanları Allah'ın yolundan saptırmak ve
onunla alay etmek için gerçeği boş sözlerle değişirler. İşte alçaltıcı azap
bunlar içindir.
7- Ayetlerimiz o sapık kimseye
okunduğu zaman sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış
gibi büyüklenerek sırt çevirir. İşte onu can yakıcı azapla müjdele!
Ayetteki "Gerçeği boş sözlere değişirler"
tanımlamasıyla kalbi eğlenceye yönelten, vakti yiyip hayır getirmeyen ve
yeryüzünde hayır ve adaletle onun kalkındırılması için görevlendirilen
insanın islâmın yapısı, sınırları ve araçlarını belirleyip yol çizdiği
görevine yakışır bir ürün vermeyen, her tür söz kastedilmektedir. Nas, her
zaman ve her yerde bulunan insanlardan herhangi bir örnek için geneldir.
Kimi rivayetler, ayetin ilk islâm toplumunda cereyan eden belirli bir olayı
tasvir ettiğine işaret etmekteler. Nadir b. Haris: Farslar'ın malları,
kahramanları ve savaşlarını içeren kitaplarını alıyor, Resulullah'dan Kur'an
dinlemeye gidenlerin yoluna oturarak, onları bu masalları dinlemeye çekmeğe
ve onlarla Kur'an-ı Kerim'in kıssalarını dinleme ihtiyaçlarını duymamalarını
sağlamaya çalışıyordu. Fakat, ayet bu özel olaydan daha kapsamlıdır. Şayet
rivayet doğru ise, o da nasın kapsamında kalır. O, insanlardan her çağda
varolan nitelikleri açık bir grubu tasvir etmektedir. Nitekim ilk davet
dönemi olan bu ayetlerin indiği Mekke dönemi ortamında da bu tür insanlar
bulunuyorlardı.
"İnsanlardan öyleleri var ki, gerçeği boş sözlerle
değişirler." Onu, malı, zamanı, hayatı karşılığında satın alır. Bu yüksek
ücretleri ucuz bir eğlence için öder. Geri gelmez döndürülmez sınırlı ömrünü
onda tüketir. Bu geçici eğlencelikleri "Herhangi bir bilgiye dayanmadan
insanları Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için" satın alır.
O artık bilgi yolları kapatılmış bir cahil olup, girişimlerinde bilgiye
dayanmamakta, hikmetten yararlanmamaktadır. O kötü niyetli ve kötü
amaçlıdır. Allah'ın yolundan saptırma arzusu içindedir. Hayatın tükettiği bu
geçici eğlenceliklerle kendisini ve başkalarını doğru yoldan saptırmaktadır.
O Allah'ın yolunu eğlence edinen ve Allah'ın hayat ve insanlar için çizdiği
programı alaya alan bir edepsizdir. Burada Kur'an bu gruba, hallerinin
tasvirini tamamlamadan önce düşecekleri rüsvalıkla tehdit ederek yaklaşıyor.
"İşte alçaltıcı azap bunlar içindir." Burada azabın küçük düşürücülükle
nitelenmesi, edepsizlik ve Allah'ın yaşama düsturu ile dengeli yolunu alaya
almaya, karşılık vermeye yöneliktir.
Sonra bu grubun "Ayetlerimizi o sapık kimseye
okunduğu zaman sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış
gibi büyüklenerek sırt çevirir." İçinde haktan yüz çeviren, onu küçümseyerek
böbürlenen kişinin görünüşünü çizen, bir hareket gözlemlenen sahne. Burada
ona, bu görüşünü aşağılamaya çağıran onun durumuna uygun düşen aşağılayıcı
bir eleştiri yöneltiliyor. Sanki kulaklarında ağırlık var." Sanki onu
Allah'ın saygın ayetlerini dinlemekten alıkoyan kulaklarındaki bu ağır
işitme kusurudur. Yoksa işitebilen bir insan onları işitmeyip, böyle çirkin
biçimde neden onlardan yüz çevirsin. Bu aşağılayıcı tanıtımı somut bir
küçümseme ile tamamlıyor: "Onu can yakıcı azapla müjdele." Burada müjdeleme
alaycı müstekbirlerin davranışına uygun düşen küçümsemeden başka bir şey
değildir.
MÜ'MİNLERİN MÜKAFATI
Haktan yüz çeviren, büyüklenen kâfirlerin
görecekleri karşılığa ilişkin geçen konunun ilintisi dolayısıyla, surenin
başında geçen, görevlerini yerine getiren mü'minlerin görecekleri
karşılıktan söz açarak, başlangıçta kısaca değindiği kurtuluşlarının nasıl
olacağına biraz açıklık getiriyor:
8- İnanıp yararlı iyi işler yapanlar
için nimeti bol cennetler vardır.
9- Orada ebedi olarak kalacaklardır.
Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. O güçlüdür, hakimdir.
Kur'an'da nerede ahirette görülecek karşılık
hatırlatılsa, onun öncesinde imanla birlikte salih amel hatırlatılır. Bu
inanç sisteminin yapısı, imanın gizli, işlevsiz, durgun, soyut bir gerçek
olarak kalpte varlığını sürdürmemesini gerektirir. O canlı, aktif, hareketli
bir gerçek olup; neredeyse eylem, hareket ve davranışla kendisini ispatlamak
ve iç dünyada olanı haber veren, açık olgu dünyasında etkinliklerle yapısını
ortaya koymak için harekete geçinceye kadar kalpte yer edinemez, oluşumunu
tamamlayamaz.
İnanıp salih amelle imanlarını ispatlayanlara
``İnanıp yararlı iyi işler yapanlar için nimeti bol cennetler vardır."
Allah'ın hak vaadinin gerçekleşmesi olarak bu cennetler ve bu sonsuz yaşayış
onların olacak. "Bu Allah'ın gerçek vaadidir." Görüldüğü gibi, yaratanın
kullarına lütfu; onların eksikliklerden biri olan, O'na değil kendilerine
iyiliklerine karşılık olarak onlara ihsanı kendisine gerekli kılma ölçüsüne
ulaşmaktadır. Onların iyiliği yaratana değil, kendilerinedir. Çünkü O'nun
hiçbir şeye ihtiyacı yoktur."O güçlüdür, hakimdir." O vaadini
gerçekleştirmeye kadirdir. O yaratma, vadetme ve hedeflediğini
gerçekleştirme konusunda yaptığına tam egemendir. Allah'ın kudretinin ve
hikmetinin alameti ve surenin akışı içinde geçen meselelerin delili,
kimsenin ne kendisinin ne Allah'dan başka birinin yarattığını iddia etmediği
bu görkemli büyük evrendir. O görünüşü uyumlu, sistemi duyarlı, görkemli ve
büyük olduğundan, insanın benliğini yakalayıp aklına üstünlük sağlayarak
insan yapısının karşısına göz alıcı biçimde dikildiğinden, insan yapısı
ondan kaçamamakta veya yüz çevirememekte, eşsiz yaratıcının birliği ve açık
gerçeği çiğneyerek O'na başka ortaklar koşanın sapıklığını kabul etmekten
başka bir şey yapamamaktadır:
10- Allah, gökleri gördüğünüz gibi
direksiz yarattı. Sizi sarsmasın diye yere sabit dağlar yerleştirdi ve orada
her çeşit canlıyı yaydı. Gökten su indirip orada her güzel çifti bitirdik.
11- İşte bunlar Allah'ın
yarattıklarıdır. O'ndan başkası ne yarattı? Doğrusu o zalimler, açık bir
sapıklık içindedirler.
Gökler, bilimsel veya herhangi bir araştırma
yapılmaksızın, yüksek geniş görkemli dış görünüşüyle bakış ve hisle
yüzyüzedir. Sözü edilen göklerden kanıt ister, ne olduğunu kesin olarak
kimsenin bilmediği, gözün gördüğü bu kubbenin, insan için taşıdığı anlam
değişmez. Gökler bu veya diğeri olsun, onda insanların gece-gündüz
görebildikleri her yerde, direğe dayanmaksızın asılı duran görkemli büyük
yaratıklar mevcuttur. İnsanlar gezegenleri üzerinde, onlardan ne ölçüde uzak
kalırlarsa kalsınlar; onların baş döndüren büyüklüklerinin gerçeği
kavranılmadan sadece çıplak gözle irdelenmeleri bile tek başına insan
yapısının sarsılmasına, sonu, sınırı olmayan görkemli büyüklük, bu
yaratıkları bu denli uyum içinde tutan ilginç sistem, gözü bakmaya, kalbi
düşünmeye cezbedip, onların da bakmak ve düşünmekten usanıp yorulmadıkları
ve duyguyu bürüyüp onun da neredeyse, uzayıp giden bu uzun düşünüşten geri
dönmediği, kusursuz güzellik önünde titremesine yeterlidir. Çıplak göze
irdeleme bu sonucu doğurduğuna göre; insan, bu görkemli uzayda ışık saçarak
yüzen noktaların her birinin kütlelerin yerin kütlesinden kat kat büyük
olduğunu anladığında durum nasıl olur?
"Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz yarattı."
Anlatım insan kalbini, bu kısa değininin
çağrıştırımı dolayısıyla uzay içlerindeki bu görkemli geziden, oraya
tutunması için dünyaya çeviriyor. Yalnız devasa evrenin kütlesi içinde, bir
toz taneciği olma ölçüsüne ulaşamayan zerreye, küçük dünyaya değil, bir
kişinin ömrünü bu küçük gezegen üzerinde sürekli bir yolculukta geçirmiş de
olsa, kısa ömründe her yerini dolaşamayacağı, insanın geniş gördüğü dünyaya!
Kalbi dünyaya, açık uyanık bir duyumla onu yeniden gözden geçirmesi ve bu
ilginç dünyanın görünümlerine olan alışkanlık ve yinelenme bıkkınlığını
üzerinden atması için dönderiyor.
"Sizi sarsmasın diye yere sabit dağlar yerleştirdi."
Jeoloji bilginleri, dağlar; yerkürenin içinin
soğuması sonucu oradaki gazların donması ve hacimlerinin eksilmesinden
kaynaklanan yerkabuğu çıkıntılarıdır derler. Gazların donup hacimlerinin
azalmasına bağlı olarak yerkabuğu büzülerek kıvrımlanmaktadır. Gazlar
soğuyup orada burada hacimleri küçüldüğünde içteki büzülmelere uygun olarak
kabukta girintiler çıkıntılar oluşmaktadır diyorlar. Bu teorinin doğru veya
yanlış olması fark etmez. İşte Allah'ın Kitab'ı, dağların varlığının yerin
dengesini koruduğunu, bu nedenle yerin sarsılıp sallanmadığını belirtiyor.
Bilginlerin teorileri mantıki görünüyor. Gazların büzülmesi ve yerkabuğunun
oradan buradan kasılması durumunda, böyle dağlar oluşması yerin dengesini
koruyacak, bir yanda dağların çıkıntı oluşturması yerkabuğunun diğer
yanındaki çöküntüyü dengeleyecektir. Her durumda üstün olan Allah'ın
sözüdür. Doğru söyleyen Allah'dır.
"Orada her çeşit canlıyı yaydı."
Bütün varlığın ilginçliklerinden biri de budur.
Yeryüzünde hayatın varlığı, günümüze kadar kimsenin ne kavradığını ne de
açıkladığını iddia etmediği bir sırdır. Küçük basit tek hücrede
özelliklerinin ortaya çıkışı döneminde de hayat sırdır. Hayatın basit
başlangıç döneminde durum bu ise; çeşitlenip kompleksleşen ve cinsleri,
türleri, familyaları ve sınıflarının sayısı insanın bildiği sınırı aşan
çokluğa ulaşan hayatın sırrının büyüklüğü ne ölçüdedir? Bununla birlikte
insanların çoğu; cismi, yüzlerce ilginç kimyevi değişik fabrikası, koruma ve
dağıtım için yüzlerce depo gönderme ve karşılama için yüzlerce telsiz
istasyonu ve sırrını her şeyi bilen ve haber alandan başkasının bilmediği
yüzlerce karmaşık görev yürüten merkez içeren insana ek olarak karmaşık
canlılar da bir yana bırakılarak, canlı hücrelerden bir tek hücre ve duyarlı
sistematik ilginç işleyişi ile karşılaştırıldığında; görünüşü basit, kendisi
küçük ve yetersiz olarak karşımıza çıkan insan yapısı bir aygıt önünde
kendilerinden geçerek şaşkınlık içinde durup onunla ilgilenirken; hayatın
sergilediği ilginçliklerin yanından sanki hiç ilgi çekmez önemsiz şeylerin
yanından geçer gibi kapalı gözler, kör kalplerle geçip gitmektedirler! ..
"Gökten su indirip orada her güzel çifti bitirdik."
Suyun gökten indirilmesi de, farkında olmadan
yaşadığımız ilginçliklerden biridir. Nehir yataklarında akan, göllere dolan,
gözelerden kaynayan su... İşte bunların hepsi; göklerle yerin düzeni ve
aralarındaki bağlantılar, boyutlar, yapı ve biçim bağlantılı duyarlı bir
sisteme göre gökten inmektedir... Suyun inişinin ardından yerde bitkilerin
bitmesi de; canlılık, çeşitlenme ve küçük bir otsu veya büyük bir ağaç da
kendisini yinelemek üzere, küçük bir çekirdekte gizlenen kalıtımı gibi sonu
gelmez ilginçlikleri içeren başka bir ilginçliktir. Bir tek otsu bitkinin,
bir tek çiçeğindeki renklerin dağılımının araştırılması, açık kalbi, hayatın
ve bu hayatın yaratıcısına imanın derinliklerine götürecektir.
Kur'an'ın metni, Allah'ın bitkileri çift yarattığını
belirtiyor. "Her güzel çifti" bu bilimin araştırmayla çok yakınlarda
ulaştığı bir gerçektir. Her bitkinin, ya aynı çiçekte ya aynı bitkide, ayrı
çiçeklerde veya aynı cinsten iki ayrı bitkide, eril ve dişil hücreleri
vardır. İnsan ve hayvanlarda olduğu gibi, eşeysel hücrelerin döllenmesi
olmadan hiçbir bitki üremez.
Bu noktada eşeyselliğin güzel (saygın) olarak
nitelendirilmesi, onun "Allah'ın yarattıklarıdır" olmasına yaraşır olması,
"İşte bunlar, Allah'ın yarattıklarıdır" değinişiyle ön plana çıkarması;
O'ndan başkası ne yarattı? biçiminde onunla, karşıdakilere ve tutarsız
iddialarına meydan okuması ve bu meydan okumanın en uygun zamanda "Doğrusu o
zalimler, açık bir sapıklık içindedirler" ayıplaması, anlatıma büyük bir güç
kazandırmaktadır. Bu güçlü vurgunun yapıldığı noktaya gelindiğinde, suredeki
ilk gezi bu derin etki bırakan sonla bitiyor.
Bundan sonra ikinci gezi başlıyor. Onu hikâye ve
dolaysız yönlendirme üslubuyla sunuyor. Yalnız Allah'a şükretme ve O'nun
ortaktan beri görülmesi meselesi ile ahiret, amel ve amelin karşılığı
meselelerini öykü diliyle işliyor.
12- Andolsun ki, biz Lokman'a hikmet
verdik. "Allah'a şükret" dedik, kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim
nankörlük ederse bilsin ki, Allah zengindir, övülmeye lâyık olandır.
13- Lokman oğluna öğüt vererek; "Ey
oğulcuğum! Allah'a ortak koşma, çünkü ortak koşmak, büyük bir zulümdür. "
Kur'an'ın tevhid ve ahiret meselelerini diliyle
sunmak için seçtiği Lokman'ın kimliğine ilişkin bilgiler çeşitlidir.
Kimileri O'nun peygamber, kimileriyse salih bir kul olduğunu söylemiş olup,
çoğunluk ikinci görüşü benimsemiştir. O'nun İsrailoğulları'nın
yargıçlarından olduğu söylendiği gibi, Habeşistanlı veya Sudanlı bir köle
olduğu da söylenmiştir. Lokman söylenenlerin hangisi olursa olsun, Kur'an
ona içeriği Allah'a şükür olan hikmeti verdiğini belirtiyor. "Andolsun ki,
biz Lokman'a hikmet verdik. Allah'a şükret dedik." Bu, sözü ve kıssası
sunulan bu seçilmiş hikmet sahibi kişi örnek alınmak suretiyle dolaylı
olarak Allah'a şükre Kur'ani bir yönlendirmedir. Bu dolaylı yönlendirmenin
yanında başka bir yönlendirme yer alıyor. Allah'a şükür, şükredenin
biriktirdiği erzak olup, ona yarar sağlamaktadır. Allah'ın ona ihtiyacı
yoktur, yaratıklardan hiçbiri O'nu yüceltmese de O kendi özü gereği yücedir.
"Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim nankörlük
ederse bilsin ki Allah zengindir, övülmeye lâyık olandır." Öyle ise, ahmağın
ahmağı, hikmetin gereğini yerine getirmeyen ve kendisi için böyle bir erzak
biriktirmeyendir. Sonra hikmet sahibi Lokman'dan oğluna öğüt görünümünde
tevhid meselesi geliyor.
"Lokman oğluna öğüt vererek; "Ey oğulcuğum! Allah'a
ortak koşma, çünkü ortak koşmak, büyük bir zulümdür."
Kuşkusuz bu içtenlikle verilen bir öğüttür. Çünkü
baba çocuğuna iyilikten başka bir şey dilemez ve baba çocuğuna karşı ancak
yol gösterir bir tavırda olabilir. İşte hikmet sahibi Lokman çocuğuna
Allah'a ortak koşmamasını söylüyor ve sözünü Allah'a ortak koşmanın büyük
zulüm olduğu ile nedenlendiriyor. Metinde Allah'a ortak koşmanın büyük bir
zulüm olduğu gerçeği iki kere vurgulanıyor. Biri: Allah'a ortak koşmayı
yasaklayan emrin öne alınıp, dayandığı nedenin ondan ayrılması. Diğeri:
Allah'a ortak koşmanın zulüm olduğunun "inne" ve "lam" edatlarıyla
pekiştirilmesi. İşte Muhammed'in kavmine sunup, onların ne olduğu konusunda
O'nunla çekişmeye girdikleri, O'nun onu sunmasının ardındaki amacı konusunda
serzenişte bulundukları ve sunuşun arkasında egemenliğin onlardan alınıp
onlara üstünlük kurma amacının olacağından korktukları gerçek budur!..
Hikmet sahibi Lokman'ın oğluna açıklayıp emrettiği ve her türlü art niyetten
uzak, içtenliğinden kuşku duyulmaz, babanın oğluna öğüdü olan söz nedir?
Dikkat edilsin o, Allah'ın insanlardan hikmet verdiklerinin tümünün diliyle
akıp gelen, salt hayırdan başka bir şey gözetilmeyen ezeli gerçektir...
Ayette gözetilen psikolojik etkenler bunlardır.
AİLE VE İNANÇ İLİŞKİSİ
Babanın oğluna öğüdünün iniltisi dolayısıyla ayet,
zarif bir anlatım içinde; ana-baba ve çocuklar arasındaki ilişkiyi gündeme
getiriyor ve bu ilişkiyi ince duygu dolu ilham verici bir görünümle sunuyor.
Bununla birlikte inanç bağı bu güçlü bağdan önceliklidir:
14- Biz insana, ana-babasına iyi
davranmasını tavsiye etmişizdir. Anası onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek
karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. Bana ve
ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Allah'adır.
15- Eğer onlar seni körü-körüne bana
ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme; dünya işlerinde onlarla
iyi geçin, Allah'a yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz banadır. O
zaman size yaptıklarınızı haber vereceğim.
Çocuğa, ana-babasına ilişkin tavsiyeler, Kur'an-ı
Kerim ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- öğütlerinde
yinelenmektedir. Ana-babaya, çocuklarına ilişkin tavsiyeler ise pek az
görülür. Onun da çoğunluğu özel şartlarda, özel bir durum olan çocukların
diri diri toprağa gömülmesi olayına ilişkindir. Bunun nedeni, salt insan
yapısının çocuğun korunup kollanmasını üstlenmiş olmasıdır. Fıtrat, insan
varlığının, Allah'ın dilediği yönde sürekliliğinin sağlanması için doğmakta
olan kuşağı gözetip koruyacak biçimde kurulmuştur. Ana-baba çocuklarına
cisimleri, psikolojik varlıkları, ömürleri ve sahip oldukları tüm değerli
varlıklarını usanç belirtisi ve serzeniş göstermeksizin cömertçe verirler.
Verdiklerinin bilincine bile varmazlar. Dahası, sanki alan onlarmış gibi,
sevinç, coşku, gayretle verirler! .. Fıtrat, ana-babanın çocuklar konusunda
uyarılmaları işinde tek başına yeterlidir. Çocuk ise; o, ömrü ruhu ve
psikolojik güçlerini gelecek hayata hazırlanan kuşak için kurban verdikten
sonra artık dünyaya sırtını dönmüş olarak hayatın sonlarını yaşayan kuşakla
ilgilenmesi için yinelenen uyarılara ihtiyaç duyar. Çocuk, tüm ömrünü adamış
da olsa, ana babasının ortaya koydukları özverinin bir kısmını bile
karşılayacak olanaktan yoksundur. İşte durumu ortaya koyan tasvir: "Anası
onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek karnında taşımıştır. Onun sütten
kesilmesi de iki yıl içinde olur." Büyük özverinin ana çatısını çiziyor...
Durumun doğasının gereği anne yükün büyük payını yüklenmekte ve onu, daha
toleranslı, daha şefkatli ve daha derin ve etkin duygusallık içinde yerine
getirmektedir... Hafız Ebu Bekr Bezzar Müsnedinde -taşıma zinciri de
vererek- babası kanalıyla Bureyd'ten şu hadisi vermiş: Bir kişi, tavafta
annesini kucağına alarak ona tavaf ettiriyordu. Peygamberimize -salât ve
selâm üzerine olsun- "Hakkını ödedim mi" diye sordu. Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- "Hayır, tek bir nefes verimindekini bile değil" dedi.
İşte böyle bir nefes verimindekini bile değil... Hamileliği veya doğum
anındaki, zira o onu güçsüzlükler içinde taşırdı.
Bu duygulandırıcı sahne aracılığıyla ilk nimet
verene, ardından da ikinci nimet veren ana-babaya şükrana yönlendirerek
görevleri sisteme koyuyor. Buna göre; önce Allah'a şükür geliyor, onu
ana-babaya teşekkür izliyor... "Bana ve ana-babana şükret diye tavsiyede
bulunmuşuzdur." Bu gerçeği edilmiş şükrün yarar sağlayacağı ahiret gerçeği
ile bağlıyor. "Dönüş Allah'adır."
Fakat, tüm bu duygululuk ve yüceliğine rağmen
çocukla ana-baba arasındaki bağ, inanç bağından sonra gelir. İşte insanın
ana babası ile olan ilişkisine ilişkin buyruğun geri kalan bölümü "Eğer
onlar seni körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat
etme." İşte bu noktaya ulaşıldığında itaat etme görevi düşüyor, inanç bağı
tüm bağların üstüne çıkıyor. Ana-baba, Allah'a ortak koşma, uluhiyetini
inkâr etmekle onu yoldan çıkarmak için; ikna yolu ile olsun, fiili üstünlük
kurma ile olsun, ne ölçüde çaba ve gayret gösterirlerse göstersinler, o
sözüne uyulmada öncelikli hak sahibince onların sözüne uymamakla
emrolunmuştur.
Fakat, inançta ters düşme ve buyruk inançla
çeliştiği durumda buyruğa uymama emri; ana-babanın, onlara iyi muamelede
bulunma ve güzel birliktelik konusundaki hakkını düşürmez: "Dünya işlerinde
onlarla iyi geçin." O yeryüzünde kısa bir yolculuk olup, temel gerçeği
etkilemez: "Allah'a yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz Bana'dır."
Sınırlı dünya yolculuğunun ardından "O zaman size yaptıklarınızı haber
vereceğim." Herkese şükür, nankörlük, şirk, tevhid türünden yaptığının
karşılığı verilecektir orada.
Yirminci cüzde, Ankebut suresini açıklarken
belirttiğimiz gibi, bu Ankebut ve Ahkaf'taki benzer ayetlerin Sa'd b. Ebi
Vakkas ve annesi hakkında indiği rivayet edilmiştir. Sa'd b. Malik'e ilişkin
indikleri de söylenmiş olup, bu yöndeki haberi Taberani taşıma zinciriyle
birlikte `Kitab el İşra'da Davud b. Ebi Hind'e duyurarak vermiştir.
Ayetlerin Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında indiği biçimdeki bilgiyi Müslim'den
öğreniyoruz. Tercih edilen de bu hadistir. Ayetlerin delaleti ise, tüm
benzer durumları kapsar, aynı zamanda görev ve yükümlülükleri
sistemleştirdiği gibi bağlılıkları da sistemleştirir. İşte onların
(ayetlerin) delaletleri gereği, Allah'la olan bağlantıdır öncelikli olan
bağlantı ve Allah'ın hakkına ilişkin yükümlülüğün yerine getirilmesidir
öncelikli görev. Kur'an-ı Kerim bu kuralı bildirmekte, mü'minin vicdanında
kuşku ve kapalılığa yer bırakmayan açık ve kesin biçimde yer etmesi için bir
ilinti dolayısıyla onu çeşitli görünümler içinde gözler önüne getirerek
vurgulamaktadır.
Lokman'ın oğluna nasihatının akışı içinde yer alan
bu uzunca konu değiştiriminin ardından, ahiret ve orada yaşanacak duyarlı
yargılanım ve adil karşılık görme meselelerini işleyen öğütteki ikinci bölüm
geliyor. Fakat bu gerçek, soyut bir anlatımla değil, insanın vicdanını
titreten etkin bir görünüm içinde, geniş evrensel sahnede sunuluyor.
Evrensel sahnedeki o görünümü izleyen insan, adım adım Allah'ın ürperti
veren duyarlı ve kapsamlı bilgisinin farkına varıyor
16- Lokman: "Oğulcuğum! Yaptığın iyi
veya kötü iş, bir hardal tanesi ağırlığınca olsa ve bu bir kayanın içinde,
göklerde veya yerde bulunsa, yine de Allah onu karşına getirir. Doğrusu
Allah lâtiftir, haberdardır.
17- Oğulcuğum namazı kıl, iyiliği
emret, kötülükten vazgeçmeye çalış ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar
yapılması gereken işlerdir.
Allah'ın bilgisinin duyarlılığı ve kapsamı, kudreti
ve ahiretteki yargılamanın duyarlılığı ile oradaki değerlendirimin
adilliğinin soyut olarak tanımlanması, bu somut tanımlamanın ulaştığı
etkinliğe ulaşamamaktadır. Kur'an'ın derin vurgulu, görevini yumuşakça
yerine getiren erişilmez yönteminin üstünlüğü işte budur. "Bir hardal
tanesi" küçük önemsiz ve ne ağırlığı var, ne de değeri: "Bir kayanın içinde"
sert bir yığın içinde, ne görünür ne ulaşılır: "Göklerde" büyük yıldızların,
yüzen bir nokta veya şaşkın bir zerre olarak göründükleri, şu geniş ürperti
veren yapıda veya taşı toprağı arasında kaybolmuş görünmez durumda "veya
yerde bulunsa, yine de Allah onu karşına getirir." Bilgisi ona ulaşır,
kudreti onu başıboş bırakmaz... "Doğrusu Allah lâtiftir, haberdardır."
İnceliklere ulaşan konuyu dolaylı olarak veren,
sahneye uygun bir değerlendirme.
İnsan hayali, Allah'ın bilgisinin rahatça izlediği
bu hardal tanesini o geniş derin gizlenme yerlerinde, kalbi huşu içinde,
erişilmezlerin gizliliklerini haber alan lâtif Allah'a dönünceye kadar
kavuşturmayı sürdürüyor. Sonuçta bu inanç yöntemi sayesinde Kur'an'ın kalbe
yerleşmesini istediği gerçek yerine yerleşiyor.
Konu Lokman'ın oğluna öğüt verirken söylediklerinin
aktarımında ilerlerken, bir de bakıyoruz ortaksız Allah'a iman yaşanacağı
konusunda aklın kuşku duymadığı ahirete kesin inanç ve hardal tanesi
ağırlığında da olsa hiçbir şeyi gözden kaçırılmadan hesaplanıp verilecek
ahiretteki karşılığın adilliğine güvenin insanın iç dünyasında yer etmesinin
ardından, ara ara inancın gerektirdiği adımları da atmaktadır... Bir sonraki
adım ise; namazla Allah'a yönelme, Allah'a çağırmak için insanlara yönelme
ve davetin geçireceği, karşılaşılması kaçınılmaz olan sorumluluk ve
zorluklara sabırdır!
"Oğulcuğum namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten
vazgeçmeye çalış ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar yapılması gereken
işlerdir."
Akidenin çizilmiş yolu işte budur... Allah'ın bir
bilinmesi, gözetiminin hissedilmesi, O'nun katındakinin istenmesi, adaletine
güvenme, cezasından korkma ve ardından insanları davete, durumlarının
düzeltilmesine ve iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya geçiş. Tüm
bunlardan önce kötülükle savaş için özgün azıkla azıklanma. Allah'a kulluk
ve namazla O'na yönelme azığıyla. Ardından, nefislerin eğilip bükülmesi
(kaypaklığı) kalplerin yoldan çıkışı ve yüz çevirmesi ellerin, dillerin
kötülükle uzanması ve gerektiğinde mal ve canla denenme türünden Allah a
çağıranın karşılaşacağı durumlara karşı direnme..." "Çünkü bunlar yapılması
gereken işlerdir." Ayette yer alan "azm el-umur" yapılması
kararlaştırıldıktan sonra, kendileri konusunda tereddüde götürecek yolların
kapatıldığı işler anlamınadır.
Bu noktada Lokman Kur'an'ın verdiği vasiyetinde,
Allah'a davet edenin edebine geçiyor. Hayra çağırma; insanlara üstünlük
taslamayı ve hayra yönlendirme adına onlara tepeden bakmayı geçerli kılmaz.
Hayra çağırmada durum bu olunca, hayra çağırmadan onlara üstünlük taslama,
tepeden bakma, doğal olarak daha çirkin olacaktır:
18- İnsanları küçümseyip yüz çevirme
yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Allah, kendini beğenmiş övünen kimseyi
sevmez.
19- Yürüyüşünde tabii ol (ölçülü
hareket et) sesini de kıs. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.
Ayetin orijinalindeki sözcüğü "El-Sa'r" develere
isabet edip boyunlarını bir yana eğrilten bir hastalık. Kur'an yöntemi,
"şar"ka benzeyen büyüklenme, sapıklık ve böbürlenerek dudak bükme
davranışından kaçındırmak için bu deyimi kullanıyor.
Kur'an'ın "marahan" deyimi ile dile getirdiği yürüme
biçimi, başkalarına önem vermeden kasıla kasıla böbürlenerek yürümedir. O
Allah ve insanlarca kötü görülen bir davranıştır. Esasen hasta psikolojinin
dışa yansıması olup, böbürlenerek yürüme biçiminde kendini gösterir. "Allah
kendini beğenmiş övünen kimseyi sevmez."
Böbürlenerek yürümenin yasaklanması ile birlikte,
aşırı tavırlardan arındırılmış doğal yürüyüşün açıklanması da geliyor:
"Yürüyüşünde tabii ol." Burada `doğru ol'la aşırılık göstermeme ve
böbürlenme, sağa sola ağız ayırma ve sallanmayla enerji kaybına yol açmama
kastedilmektedir, yürüyüşe doğru olmak da aynı anlama gelir. Çünkü bir
hedefe yönelen doğal yürüyüş, oyalanma, böbürlenme içermez, rahat tavırlarla
sadece doğrultusunda ilerler.
Alçak sesle konuşma; terbiye, kendine güven, sözün
doğruluğu ve gücü konusunda iç rahatlığını yansıtır. Terbiyesiz veya sözü ve
kendi değerinden kuşkuda olandan başkası kabalık etmez, bağırıp çağırmaz.
Evet!.. Sadece onlar hiddet, kabalık ve bağırtı ile bu kuşkularını gizlemeye
çalışırlar.
Kur'an yöntemi, anlatımı şu ifade ile sürdürerek bu
davranışın çirkinliğini vurgulamaktadır: "Çünkü seslerin en çirkini
eşeklerin sesidir." Görüldüğü gibi, tiksindiricilik ve çirkinlikle birlikte,
insanı alaya almaya çağıran gülünç bir sahne çiziyor. Ayetteki, düşünceyi
uyandıran ifade aracılığıyla kafasında bu gülünç sahneyi canlandırabilen
duygu sahibi birinin sonra kalkıp, bu eşeklerin sesine özenmesi
düşünülemez...
İkinci gezi, birinci meseleyi sunuşdaki bu
çeşitlenme ve yöntemdeki yenilenmeyle işledikten sonra işte böyle sona
eriyor...
Üçüncü gezi, yeni bir tertiple başlıyor. İnsanların;
çıkarları, hayatları, geçimlilikleri, Allah'ın onlara verip onlardan
yararlandıkları halde, nimetlendirici yücelik bahşeden ve bağışlayıcı Allah
konusunda çekişmeye girmekten sıkılmadıkları gizli-açık nimetleriyle
bağlantılı olarak evrensel kanıtın sunuşu ile başlıyor. Ardından birinci ve
ikinci gezilerde çözümlediği birinci meselenin pekiştirilmesi yönünde bu
yeni tertip çerçevesinde ilerliyor.
20- Allah, göklerde ve yerde
bulunanları emrinize açık ve gizli olarak nimetlerini bol bol verdiğini
görmediniz mi? Yine de insanlardan bazıları ne bilgisi ne yol göstereni ne
de aydınlatıcı bir Kitab'ı olmadan Allah hakkında tartışır.
21- Onlara; "Allah'ın indirdiğine
uyun!" dense; "Hayır biz babalarımızın üzerinde bulduğumuz yola uyarız"
derler. Şeytan babalarınızı alevli ateşin azabına çağırmış olsa da mı?
Kur'an'da çeşitli yöntemlerle yinelenen bu tablo her
karesinde yeni olarak görünür. Çünkü bu evren, kalbin ona her bakışı ve
sırları ile tükenmez ilginçliklerini her düşünüşünde algıda sürekli
yinelenmektedir. İnsan sınırlı ömründe o ilginçlikleri araştırıp tüketemez.
O her bakışta yeni bir renk yeni bir vurgu ile görünür.
Sözün akışı tabloyu burada yeryüzündeki insanın
ihtiyaçları ile bu evrenin yapısı arasındaki uyumluluk açısından sunuyor. Bu
uyumluluğun ne kendiliğinden, ne de rastlantı sonucu olmasının imkânsızlığı
ve bu görkemli evrenin yapısı ile bu küçük gezegen üzerindeki insanın
ihtiyaçlarını uyumlu kılan planlayıcı iradeye teslimden kaçış olmadığı,
dolayısıyla muhatabı söz edemez kılan bir kanıt oluşturduğuna parmak
basılıyor.
Dünya tümüyle evren çatısında küçük bir noktacık
oluşturmaya bile yetersiz. İnsansa, bu dünya içinde, boyutları ve içerdiği
güçler canlı-cansız yaratıklara oranı, hacmi, ağırlığı, maddi gücü açısından
çevresindekilerin yanında kaale alınmaz, zayıf küçük bir yaratıktır. Fakat,
Allah'ın insana ihsanı, ondaki ruhundan koyduğu soluğu ve onu yaratıkların
çoğundan saygın kılması, işte sadece bu ihsanlar; evrenin düzeninde bu
yaratığın bir ağırlığı olması, değerlendirmeye alınması ve Allah'ın ona bu
evrenin güçleri, enerjileri, potansiyelleri ve hayırlarından birçoğunu
kullanabileceği güçleri uyarlamasını gerektirmiştir. Ayette, Allah'ın yer ve
göktekileri insanın hizmetine sunmasından daha genel içerikli olan
açık-gizli nimetlerinin sayımında değinilen hizmete verme işte budur. İşin
Allah'ın ihsanına dayandığı apaçık ortadadır. Baştan insanın varolması
Allah'ın bir nimet ve bağışıdır, onu güçler, yetenekler, bağışlarla
donatması Allah'dan nimet ve bağıştır. Peygamberlerini göndermesi,
kitaplarını indirmesi en büyük bağış ve en üstün nimettir. Tüm bunlardan
önce onun Allah'ın ruhu ile bağlantılanması Allah'dan bir nimet ve
bağıştır;. alıp verdiği her nefesi ve her kalp atışı, gözünün aldığı her
sahne, kulağının duyduğu her ses, içinde gezinen her hatıra, aklının
işlediği her düşünce bunların hepsi insanın Allah'ın bağışı olmadan
ulaşamayacağı birer nimettirler.
Gerçekten Allah göklerde olanları, insan denen bu
canlının hizmetine sunmuştur. İşte, güneşin ayın ışığı, yıldızların yol
göstericiliği, yağmur, hava ve onda gezinen kuşlardan yararlanmayı onun
erişebileceği çerçeveye koymuştur. Yerde bulunan varlıkları da onun
hizmetine vermiştir. Yerdeki durum daha açık, gözlemlenmesi ve kontrolü daha
kolaydır. Onu bu geniş mülkte temsilci ve yerin içerdiği hazineleri elde
edebilir kılmıştır. O hazinelerin kimi gizli, kimi açıktır, kimini insan
biliyor, kimini etkilerinin dışında özünü kavrayamıyor, anlamadan
yararlandığı güçlerin sırları gibi onlardan kimini de hiç bilmiyor. Kuşkusuz
insan gece ve gündüzün her anında Allah'ın ne ölçüde kavranılmaz türleri
sayılıp bitirilemez nimeti ile kuşatılmış durumdadır. Tüm bunlara karşın
insanların bir kısmı ne şükrediyor ne Allah'ı anıyor, ne çevresindeki
olayları düşünüyor ve ne de karşılıksız iyilikte bulunan, nimet verene kesin
inanıyorlar.
"Yine de insanlardan bazıları ne bilgisi, ne yol
göstereni, ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır."
Evrenin yapısının oluşturduğu bu kanıtın söz götürmezliği ve mükemmel nimet
karşısında bu çekişme, garip çirkin, Allah'ın varlığını inkâr ise, insan
fıtratının nefretini çeken, vicdanı titreten bir iğrençlik olarak beliriyor.
Allah'ın hakikati ve bu hakikatin yaratıklarla ilişkisi konusunda çekişmeye
girişen grup da; çevresindeki tüm varlığın çağrısına uymayan, bu ölçüsüz
nimeti veren konusunda çekişmeye girmekten sıkılmayan nankör ve fıtratı
bozulmuş olarak beliriyor. Bu çekişmede bilgiye dayanmamaları, yardımı ile
yol bulacakları bir rehberden yoksun olmaları ve kendilerine meseleyi
aydınlatacak ve kanıt sunacak bir kitaba dayanmamaları da tutumlarının
olumsuzluğunu artırıyor.
"Onlara; `Allah'ın indirdiğine uyun!' dense, `Hayır
biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler." İşte tek
dayanakları ve tuhaf kanıtları bu! Ne düşünceye ne de bilgiye dayanmayan
donmuş taşlaşmış taklit. İslâmın onları kurtarmak ve düşünce için akıllarını
özgür bırakmak istediği fakat buna karşılık taklit. Kur'an onların düşünce
yapılarına uyanıklık, hareketlilik ve ışık şırınga ediyor, onlarsa geçmişin
sapıklık zincirinden boşanmayı kötümseyerek zincirlere sımsıkı yapışıyorlar.
İslâm iç dünyada özgürlük, bilinçte hareket, ışığa
açılma ve taklit, donukluk zincirinden arınmış hayat için yeni bir
programdır. Buna karşın bu grup onu kötümsüyor, ruhları onun hidayetinden
alıkoyuyor, bilgi, yol gösterici, aydınlatıcı kitaba dayanmadan Allah
konusunda çekişmeye giriyor.
Bu noktada Kur'an onları alaya almakta ve dolaylı
olarak bu güvensiz tutumun nereye varacağına işaret etmektedir:
"Şeytan babalarınızı alevli ateşin azabına çağırmış
olsa da mı?"
Bu tutum, alevli azaba götürmek için şeytanın
önerdiğinden başka şey değildir. Onlar, kendilerini bu sonuca götürecek olsa
da, aynı tutumu sürdürmeye kararlı mıdırlar? Psikolojiyi derinden etkileyen
bu eşsiz evrensel kanıtın ardından uyarıcı ve etkin bir dokunuş.
Bilgiye dayanmayan, yolunu bir rehber aracılığı ile
bulmayan ve aydınlatıcı bir kitaptan yararlanmayan buna karşılık kusur
aramaya dayanan çekişmenin ilintisi dolayısıyla, evrensel kanıt ve eksiksiz
nimet karşısında, gereken tutuma işaret ediyor:
22- Kim güzel davranarak kendini
Allah'a teslim ederse, o en sağlam kulba yapışmıştır. Sonunda bütün işler
Allah'a döner.
Sözü edilen, iyi amel ve davranış içinde Allah'a
mutlak teslimiyettir. Tam anlamı ile teslimiyet. Allah'ın kaderinin hak
olduğu konusunda iç rahatlığı içinde olma. Allah'ın rahmetine güven duyarak,
gözetileceği inancıyla sevinerek, sevinç ve esenlik veren gönül hoşluğuyla
Allah'ın buyrukları ve direktiflerine esnemeksizin icabet... Bu tutumların
hepsi kişinin yüzünü Allah'a teslim ettiğini belirtir. Yüz ise insanın en
saygın organıdır. "Kim güzel davranarak kendini Allah'a teslim ederse, o en
sağlam kulba yapışmıştır." Sevinçli veya sıkıntılı durumlarda tutunan
yüzüstü bırakmayan, fırtınalar, dalgalar arasında karanlık gecede zorlu
korkulu yolda tutunanın yolunu kaybetmediği kopmayan güçsüzleşmeyen kulp!
O sağlam kulp; Allah'a teslim olmuş mü'minlerle
Rabb'leri arasındaki kararlı sağlam sarsılmaz bağlantı olup Allah'ın takdiri
ile gelen karşısında yaşanan iç rahatlığıdır. O iç rahatlığı ki, olayları
göğüslemede nefsin dizginliğini ve kararlılığını korur; sevinç anında
şımarmayıp sevinci hazmetmesini, sıkıntı anında küçülmemesini, beklenmedik
anlarda ve iman yolundaki zorluklarla oraya buraya serpilmiş engeller
karşısında sarsılmamasını sağlar.
Kuşkusuz yolculuk uzun, meşakkatli ve tehlikelerle
doludur. Onda varlıklılığın tehlikesi, yoksulluk ve sıkıntıya düşmenin
tehlikesinden daha az, sevinçliliğin tehlikesi de sıkıntılılığın
tehlikesinden daha önemsiz değildir. Güçsüzleşmez dayanak ve kopmaz kulba
olan ihtiyaç sürekli ve önemli bir ihtiyaçtır. Güçlü kulp, islâmın Allah'a
bağlayan kulbu olup ona ihsan ve teslimiyetle tutunulur: "Sonunda bütün
işler Allah'a döner." Dönüş ve varış O'nadır. Dolayısıyla doğru olan,
insanın başlangıçtan itibaren özünü Allah'a teslim etmesi, güven, hidayet,
ışık içeren, O'na giden bir yol tutmasıdır...
23- Kim de inkâr ederse onun inkârı
seni üzmesin; onların dönüşü bizedir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber
veririz. Allah kalplerde olanı şüphesiz bilir.
24- Onlara biraz geçim sağlar, sonra
ağır bir azaba sürükleriz.
Özünü Allah'a teslim edip iyilik işleyenin akibeti,
o nankörlük eden ve hayatın zevklerinin aldattığının akibeti de bu. Onun
dünyada ulaşabileceği son nokta, Resulullah ve mü'minlerin gözünde
önemsizlik sınırını aşmayacaktır. "Kim de inkâr ederse onun inkârı seni
üzmesin." Onun durumunun senin üzülmeni, gamlanmanı gerektirecek kadar önemi
yoktur. Diğer konularda da onun ulaşabileceği durumunu önemsizleştirmenin
ötesine geçmez. O ettiğiyle yakalanmış, Allah'ın kabzası içindedir.
Kurtulası değildir. Allah onun ettiğini ve göğsünde gizlediği niyetlerini
bilmektedir: "Onların dönüşü bizedir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber
veririz. Allah kalplerde olanı şüphesiz bilir. Onlara biraz geçim sağlar."
Ardından gelen cezalandırma korkunçtur. O, cezaya itilmiş, korunacak güçten
de yoksundur: "Sonra ağır bir azaba sürükleriz." Azabın kabalıkla
nitelenmesi onu devleştiriyor, zorla sürme deyimi de, kâfirin savunamazlık
veya mazeret gösteremezlik içinde karşılaşmaya çalıştığı korkunç azabın
etkinliğini ortaya koymaktadır. Bu duruma düşen nerede, özünü Allah'a teslim
edip en sağlam kulba tutunan ve sonunda iç rahatlığı, dingin psikolojik
içinde Rabb'ine varacak olan nerede.
MÜŞRİKLERE YİNE SOR
Ardından onları, varlıkla karşı karşıya geldiğinde
varlık ve aynı ölçüde varlığın fıtratında saklı gerçeği itiraftan kaçış
bulamayan yapılarının mantığı önünde durduruyor. Fakat onlar fıtratının
gösterdiği yoldan sapıyor, onun dengeli sağlam mantığını görmezlikten
geliyorlar.
25- Andolsun ki onlara; "Gökleri ve
yeri kim yarattı " diye sorsan "Allah" derler. Hamd Allah'a mahsustur. Hayr
onların çoğu bilmiyor.
26- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. Şüphesiz Allah müstağnidir, övülmeye lâyık olandır.
İnsan yapısına danışır, vicdanını dinlerse, bu
konuşan açık gerçeği inkâr edemez. İşte gökler ve yer, konumları, hacimleri,
hareketleri, boyutları, özellikleri ve nitelikleri kurulmuş olarak
varlıklarını sürdürüyorlar. Öyle bir kurgu ki, onda düzen görüldüğü gibi
amaç da görülmektedir. Onlar bu durumlarından önce, kimsenin yarattığını
iddia etmediği ve kimsenin de Allah'ın dışında başka bir yaratıcının onların
yaratılmasında ortaklık ettiğini iddia etmediği yaratıklar olup kendi
kendilerine varolmaları da mümkün değildir. Yine düzenleme ve düzenleyici
olmadan, düzene girmesi ve varlığını sürdürmesi de mümkün değildir. Onların
kendi kendilerine veya başıboş ya da rastlantı sonucu varoldukları görüşü
ise, insan fıtratının kökünden inkâr ettiğinin yanında bir de üzerinde
konuşmaya değer değildir.
Allah'ı bir tanıma inancı karşısında, Allah'ın ortak
koşma inancıyla dikilenler ve Resulullah'ın çağrısına sert çekişmeyle
karşılık verenler; göklerin, yerin varlığı ve salt bakmaktan öte bir şey
gerektirmeyen varlıklarını sürdürmelerinde temsil edilen, varlığın
oluşturduğu kanıtla karşı karşıya geldiğinde, fıtratlarının mantığını alt
etmeye güç yetirememektedirler!
Diğer yandan sorulduğunda ikilemiyor, cevapları
"Allah" oluyordu. Bunun için Allah, Resulünü onları Allah'ı övme konusundaki
kusurları ile ayıplamaya yöneltiyor. "Hamd Allah'a mahsustur de." Fıtratta
hakkın belirgin oluşundan ötürü `hamd Allah'a mahsustur.' Varlığın
oluşturduğu kanıt önünde kaçınılamayan itiraftan ötürü `hamd Allah'a
özgüdür' her ne göz önüne alınırsa `hamdın Allah'a özgü olduğu' görülür.
Sonra tartışma noktalanıyor, başka bir kusurlarına parmak basarak kusurları
belirtmeyi sürdürüyor. "Hayır onların çoğu bilmiyor" Bilmedikleri için Allah
konusunda çekişmeye giriyor, fıtratın mantığını ve bu varlığın ulu
yaratıcısına delaletini görmezlikten geliyorlar.
Onların fıtratlarının göklerin ve yerin
yaratıcısının Allah olduğunu itiraflarının ilintisi dolayısıyla; göklerde ve
yerde insanın yararına sunulan, sunulmayan her şeyin mutlak anlamda
sahibinin Allah olduğu belirtiliyor. Buna rağmen O'nun yerde ve göklerde
olanlara ihtiyacı olmayıp insanlar O'na övgü ile yönelmeseler de O kendi
varlığının mahiyeti açısından övülmüştür. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. Şüphesiz Allah müstağnidir, övülmeye lâyık olandır."
Gezi, bu noktada Allah'ın tükenmez zenginliği,
sınırsız bilgisi, sürekli yenilenen yaratma gücü ve dilediğinin ne
olabileceği konusunda sınır düşünülmez kayıtsız dilemesine işaret eden
evrensel bir sahne ile sona eriyor.
27- Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem
olsa, denizlerde mürekkep olsa ve yedi deniz daha eklense, yine Allah'ın
sözleri yazmakla tükenmez. Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir.
28- Ey insanlar! Sizin yaratılmanız
ve tekrar dirilmeniz tek bir kişinin yaratılması ve tekrar diriltilmesi
gibidir. Şüphesiz Allah, işitendir. görendir.
Bu, Allah'ın sınırsız dilemesinin tekrarlanması,
anlamını insanların tasavvurlarına yaklaştırmak için, onların bilgileri ve
sınırlı gözlemlerinden çıkarılmış bir tablodur. Çünkü neredeyse, onların
beşeri tasavvurları bu somutlaştırma ve örnekleme olmaksızın Allah'ın
sınırsız dilemesinin anlamını kavrayamayacak durumdadır.
İnsanlar bilgilerini, yazma, sözlerini not etme ve
emirlerini imzalama işini, ağaçlardan edindikleri kalemlerle
gerçekleştirirler. Yazma işinde mürekkep de kullanırlar ki, kullandıkları
mürekkep bir hokka dolusu veya bir şişe dolusunu geçmez. Burada insanlar
için canlandırılan örnekte ise yeryüzündeki tüm ağaçlar kaleme, denizler
mürekkebe dönüşüyor, dahası denizler yedi kat artırılıyor ve yazıcılar
oturup Allah'ın yenilenir bilgisine delalet eden ve dilemesine açıklık
getiren kelimelerini yazmaya koyuluyorlar... Peki sonuç ne oluyor? Kalemler,
mürekkepler, ağaçlar ve denizler tükenirken Allah'ın kelimeleri tükenmiyor,
onların sonu gelmiyor... Durum sınırlı ile sınırsızın karşı karşıya gelmesi
durumudur. Ne ölçüde çok olursa olsun sınırlı tükenecek, sınırsız bir şey
eksilmeden sınırsız olarak kalacaktır... Allah'ın kelimeleri, bilgisi
sınırsız, iradesi engellenmez ve dilemesi kayıtsız olarak yerine gelir
olmasının mantıksal gereği olarak tükenmezdirler.
Verilen örneğin sağladığı değerlendirme sonucu;
ağaçlar denizler ortadan kalkıyor, canlılar cansızlar bir köşeye çekiliyor,
biçimler durumları gözden kayboluyor ve insan güçlü, düzenleyen, yön veren,
yaptığına tam egemen, değişik dönüşüm göstermeyen, gözden uzak olmayan ebedi
yaratıcının gücü ve yüceliği önünde baş eğerek duruyor. "Doğrusu Allah
güçlüdür, hakimdir."
Bu baş eğmiş görünüm önünde, bu görünümden, yaratma
ve ölümden sonra dirilmenin kolaylığına ilişkin bir kanıt edinerek gezideki
son vurguyu indiriyor. "Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz
tek bir kişinin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah,
işitendir, görendir."` Dilemenin salt yaratılacak nesneye yönelimi ile
yaratmayı gerçekleştiren irade açısından bir veya birden fazla nesnenin
yaratılması aynıdır. O ferdin yaratılmasında sınırlı bir emek harcamadığı
gibi, her ferdin yaratılmasında emek yinelemez de. Ona göre bir tek kişinin
yaratılması ile milyonların yaratılması ve bir ferdin diriltilmesi ile
milyonların diriltilmesi birdir. Yaratma işi bir `kelime' dilemedir, sadece
"Bir şey dilediği zaman O'nun buyruğu sadece o şeye ol' demektir, hemen
olur." (Yasin Suresi 82)
Yaratma ve ölümden sonra dirilme işinde, bîlgi ve
güç birlikte rol aldıkları gibi, onların ötesinde duyarlı programlama ve
kontrol da söz konusudur. "Şüphesiz Allah, işitendir, görendir."
Burada önceki üç gezinin işlediği meseleyi işleyen
sonuncu gezi başlıyor. Gezi hemen, Allah'ın `hak' O'nun dışında
yalvarılanların `batıl' olduğu, kulluğun yalnız Allah'a özgü kılınması
gerektiği ve babanın oğul, oğlun babadan bir şey savamayacağı ahiret günü
meselesini gündeme alıyor. Onlara çeşitli etkenler ekleyerek geniş evrensel
alanda sunuyor...
29- Görmedin mi Allah, geceyi
gündüzün içine; gündüzü gecenin içine sokuyor. Güneş ve ayı emrine boyun
eğdirmiştir. Her biri belirli bir süreye kadar hareket eder. Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.
30- Bu, Allah'ın hak olmasından ve
O'ndan başka taptıklarının batıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedir,
büyüktür.
Böyledir, çünkü Allah haktır, O'ndan başka
yalvardıkları batıldır. Gerçekten yüce ve büyük olan yalnız Allah'dır.
Gecenin gündüze gündüzün geceye girişi ve onların
mevsimlerin değişimi ile uzanıp kısalmalarının oluşturduğu görünüm,
gerçekten ilginç bir görünümdür. Fakat uzun birliktelik ve yinelenmeden
ötürü insanların çoğu bu olguya karşı duyarlılığını yitirdiğinden, duyarlı
bir düzenle yinelenen, bir kere olsun sarsılmayan, işlevinden geri kalmayan
bu ilginçliği algılamıyorlar. Yorulmayan, hedefinden şaşmayan, işlevinde
gevşeklik göstermeyen bu dönüşün dengesini de asla kaybetmemektedir... Bu
sistemin oluşması ve korunmasını sağlayabilecek sadece Allah'dır. Bu
gerçeğin kavranması, yorulmayan, hedefinden şaşmayan, işlevinde gevşeklik
göstermeyen bu dönüşümün gözlenmesinden öte bir şey gerektirmemektedir.
Bu dönüşümün, güneş, ay ve hareketleriyle olan
bağlantısı açıktır. Güneş ve ay baş eğdirilmesi geceden, gündüz ve bunların
uzayıp kısalmalarının ilginçliğinden daha etkin bir ilginçlik sergiler. Her
şeye gücü yetiren, işinde mahir olandan başkası bu baş eğdirmeye güç
yetiremez. O aynı zamanda güneş ve ayın yolculuklarının ne kadar olacağını
da bilmekte ve belirlemektedir. Gecenin gündüze ve gündüzün geceye
sokulmalarının ve güneşle aya baş eğdirmenin gerçeği -ki bunlar açık iki
evrensel gerçektirler- ile birlikte onların benzeri bir gerçek daha yer
alıyor ayette: "Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Varlığa ilişkin
gerçekler yanında, duyularla ulaşamayacak gerçeklerden olan bu gerçeği işte
böyle açıklığa kavuşuyor. Varlığa ilişkin gerçeklerin benzeri ve onlarla
güçlü biçimde bağlantılı bir gerçek.
Bu üç gerçeğin ardından, tüm gerçeklerin dayandığı
en büyük gerçeği gündeme getiriyor. Tüm gerçeklerin dayandığı ilk gerçek. Bu
gezinin işlediği ve ne olduğuna açıklık getirmek için şu kanıtı verdiği
gerçek.
"Bu, Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka
taptıklarının batıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür."
Bu; duyarlı, uyumlu, sürekli değişmez bir evrensel
düzen. Bu düzen, Allah'ın hak, O'nun dışında çağırdıklarının batıl
olduğundan ötürü yaşıyor. Her gerçeğin dayandığı ve bu varlığın üzerinde
oturduğu, bu en büyük gerçek yaşıyor, öyle ise, gerçek olan Allah'ın
varolduğudur. O olumsuzluklardan uzak olup, bu evreni O yaratmakta, O
korumakta, O programlamakta ve evren için dilediği biçimde uyum, denge,
bütünlük ve sürekliliği o sağlamaktadır.
"Bu Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka
taptıklarının batıl olmasındandır." O'nun dışında her şey dönüşür-değişir,
O'nun dışında her şey azalır çoğalır, O'nun dışında her şey güçlülük,
zayıflık, gelişme, çöküntü, ilerleme, gerileme gösterir. Varken yok olurlar.
Değişmez, başkalaşmaz, dönüşmez, zail olmaz, ebedi, sürekli olan
-olumsuzluklardan beri olan- yalnız O'dur...
Sonra, Allah'ın "Bu Allah'ın hak olmasından ve
O'ndan başka taptıklarının batıl olmasındandır" sözünden insanda özellikli
bir etki kalıyor... O'nu sözler dile getiremiyor, sahip olduğum beşeri
anlatım O'na güç yetiremiyor. O'nu kalp özümlüyor, vicdan şifreli bir yolla
alıyor, insan yapısı tümüyle algılıyor, fakat dil yetersiz kalıyor! .. Şu
cümlede de aynı durumla karşılaşıyoruz: "Doğrusu Allah yücedir, büyüktür."
Yani O'nun dışında ne `yüce' var ne de `büyük'... Görüyorsun, ilginç Kur'anî
anlatım önünde, yapının tümüyle sarsılmasına açıklık getiren bir şey
söyleyebiliyor muyum? Bu gibi yüce gerçeklere ilişkin her insanî anlatımın
onları eksilttiğini onlara bir şey eklemediğini ve yalnız Kur'anî anlatımın
-olduğu gibi- eşsiz ilham veren anlatım olduğunu algılıyorum!..
Ayetlerin akışı konuyu, bu evrensel sahneyi ve
ardından gelen o vicdani değiniyi, insanlığın tanışık olduğu başka bir sahne
ile sürdürüyor. Allah'ın vergisi sayesinde denizde yüzen gemilerin
oluşturduğu sahne. Bu sahnede insanları, gurur ve güçten yoksun olarak
denizin korkutuculuğu ve tehlikeleriyle yüzyüze geldikleri andaki
fıtratlarının mantığı ile karşı karşıya getiriyor:
31- Allah size, bir kısım
delillerini göstersin diye, Allah'ın izniyle gemilerin denizde akıp
gittiğini görmediniz mi?Şüphesiz bunda çok sabreden çok şükreden herkes için
ibretler vardır.
32- Dağlar gibi dalgalar
insanları kuşattığı zaman dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar.
Allah onları karaya çıkarıp kurtardığı zaman, içlerinden bir kısmı Allah'a
olan gevşeme gösterirler. Zaten bizim ayetlerimizi nankör gaddarlardan
başkası inkâr etmez.
Gemiler denizde Allah'ın deniz, gemi, rüzgâr, yer ve
göğe koyduğu yasalar uyarınca yürürler. Gemileri, denizde batmadan veya
dikilip kalmadan yürür kılan, bu yaratıkların bu özellikleriyle
yaratılmalarıdır. Eğer bu özellikler herhangi bir yönde değişecek olsa,
gemiler denizde yüzmez. Suyun veya geminin yapıldığı maddenin yoğunluğunun
değişmesi, deniz yüzeyine hava basıncı oranının değişmesi, hava ve su
akıntılarının değişmesi suyun su kalma sınırı ve hava ile su akıntıların
uygun sınırlarını aşacak ölçüde ısının değişmesi gibi... Eğer bu oranlardan
hangi yönde olursa olsun bir teki değişecek, gemiler suda yürümez. Tüm bu
elverişli şartların varolduğu durumda da, fırtınada dalgalar arasında,
Allah'dan başka tutunacakları bir şeyin olmadığı yerde, gemilerin
koruyucusu, gözeteni yine Allah'dır. Dolayısıyla onlar her durumda Allah'ın
nimeti olan maddeleri yük olarak taşıyorlar, aynı zamanda. Kur'an'ın ifadesi
bu anlamların her ikisini de kapsıyor: Onlar görüşe sunulmuşlardır. Onları
görmek isteyen görüyor. Onların ne kapalılık ne de gizliliği yoktur.
"Şüphesiz bunda çok sabreden çok şükreden herkes için ibretler vardır."
Zorluk anında sabreden, sevinçli anlarda şükreden. Sabırla sevinç insanı
nöbetleşe elden ele alan iki. psikolojik durumdurlar.
Fakat insanlar ne sabrediyor ne de şükrediyor,
yalnız sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarıyor, Allah onları sıkıntıdan
kurtardığında ise çok azı dışındakiler şükretmiyor:
"Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman,
dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar."
Bu gibi tehlikeler karşısında -ki onları gölgeler
gibi dalgalar sarmış, korkunç denizde gemi şaşkın bir tüye dönüşmüştür-
nefisler, sıkıntıdan uzak anlarda kendilerine fıtratlarının gerçeğini
gizleyen ve bu fıtratlarla yaratıcı arasındaki bağı koparan aldatıcı güç
yetirebilme kuruntusundan soyutlanırlar. Bu engeller ortadan kalkıp fıtrat
tüm örtülerden sıyrıldığında Rabb'ine yönelir, dini O'na özgü kılar, O'nun
yanında her türlü ortağı reddeder ve her türlü yabancıyı dışlar. İşte bu
durumda, insanlar dini kendisine özgü kılarak Allah'a yalvarırlar.
"Allah onları karaya çıkarıp kurtardığı zaman
içlerinden bir kısmı Allah'a olan azgınlıklarında gevşeme gösterirler."
Emniyet ve rahatlık onu tümüyle unutkanlık ve
umursamazlığa götürmez. Şükür ve zikir konusunda Allah'ın hakkını tam olarak
ödemese de şükrederek Allah'ı anarak yaşar. Zaten Allah'a şükreden ve O'nu
ananın görevi yerine getirme konusunda ulaşabileceğinin en fazlası, orta bir
düzeyde olmasıdır, yoksa görevin tam olarak yerine getirilmesi insanın güç
yetireceği şey değildir.
Onlardan kimileri, salı tehlikenin geçici ve
rahatlığa kavuşmayla Allah'ın ayetlerini inkâra dönerler: "Zaten bizim
ayetlerimizi nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez."
"Hattar" gaddarlıkta aşırı giden "kafur" aşırı
nankör anlamındadır. Allah'ın koyduğu insan yapısının açık mantığı ve bu
oluşa ilişkin sahneleri gördükten sonra, Allah'ın ayetlerini görmezlikten
gelenlerin nitelendirilmesinde etkili kiplerin kullanılması yerindedir.
Nefisleri, güçlülük, bilgililik yanılgısından
kurtarıp, sarılı oldukları engellerden arındırarak fıtratı mantığıyla
yüzyüze getiren denizin korkutuculuğu ve tehlikeliliğinin ilintisi
dolayısıyla onların yanında denizin korkutuculuğunun küçük önemsiz kaldığı
en büyük korkutucu durumu hatırlatıyor. Soy ve akrabalık bağlarını koparan
çocukla baba arasına giren her ferdin her türlü yardım ve dayanaktan yoksun,
tüm akrabalık bağlantılarından soyutlanmış olarak tek başına kaldığı günün
korkutuculuğunu:
33- Ey insanlar, Rabb'inizden korkun
ve babanın, çocuğuna yaptığından ceza görmeyeceği, çocuğun da babasının
yaptığından ceza görmeyeceği bir günden çekinin. Allah'ın vaadi gerçektir.
Dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi
kandırmasın.
Burada dile getirilen, kalp ve duygulardaki
etkinliği ile ölçülen psikolojik dehşet oluşturan bir durum. Öyle ki,
akrabalık ve kan bağlarını koparıyor, baba ile oğul, oğulla baba arasındaki
soy ve rahim ilişkilerini geçersizleştiriyor. Herkes kendi derdine
düştüğünden, kimse kimseden bir şey savamıyor. Kimseye de ameli ve
kazandığının dışında hiçbir şey yarar sağlamıyor. Bunların tümü insanların
alışık oldukları benzeri görülmeyen bir korkudan başka bir şey değildir.
Burada Allah korkusuna davet, icabet edilen yerinde geliyor. Bu her tarafı
saran korkulu durumun etkinliği içinde sunulan ahiret meselesine kalpler
eğilecektir.
"Allah'ın vaadi gerçektir." Gecikmez, yanlış çıkmaz.
Bu zor durumla karşılaşmaktan kaçış yoktur. Babanın oğula ve oğulun babaya
yararı dokunmayacak duyarlı yargı ve adil karşılıktan da kaçış yoktur.
"Dünya hayatı sizi aldatmasın." İçerdiği geçimlilik,
eğlendirici ve kendine bağlayıcı uğraşlarla sizi aldatmasın. O sınırlı bir
süre içinde denenme ve ahirette görülecek karşılığı kazanma yeridir.
"Şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi
kandırmasın." Kendine bağlayıcı geçimlik, Allah'ı unutturan uğraşı veya
kalplere vesvese veren şeytan sizi aldatmasın. Şeytanlar çoktur. Malla
gururlanmak bir şeytandır, bilgi ile gururlanmak bir şeytandır, uzun ömürle
gururlanmak bir şeytandır, güçle gururlanmak bir şeytandır, buyruk sahipliği
ile gururlanmak bir şeytandır, arzunun dürtüsü bir şeytandır, şehvetin
taşkınlığı bir şeytandır. Tüm aldatıcılardan koruyan Allah korkusu ve ahiret
düşüncesidir.
Surenin dördüncü gezinin sonunda, bu korku saçan
sahnenin ışığında suredeki son vurgu, güçlü, derin ve korku veren bir
görünümle gelerek, Allah'ın kapsamlı bilgisi ve gayb sırlarına ulaşması
engellenmiş insanın yetersizliğini tasvir ediyor. Surenin tüm bölümlerinde
işlediği meseleyi pekiştiriyor ve bunları ilgi çekici Kur'ani tasvir
tablolarından bir tabloda ortaya koyuyor.
34- Kıyamet vakti hakkındaki bilgi
ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç
kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez.
Her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan yalnız Allah'dır.
Allah insanların sürekli uyanıklık, beklenti ve
hazırlık çabası içinde olmaları için kıyametin zamanını, kendisinden
başkasının bilmediği gayblerden kılmıştır. Dolayısıyla insanlar onun ne
zaman geleceğini bilmiyorlar. Belki de onlara, herhangi bir anda azık
edinmek ve kıyamet hazırlığı için zaman kalmaksızın ansızın gelecektir.
Yağmuru istediği ölçüde ve hikmeti uyarınca Allah
indirir. İnsanlar deneyim ve aletlerle bazen inişinin yakın olduğunu
bilebilirler. Fakat onlar, onun kaynaklandığı nedenleri yaratmaya güç
yetiremezler. Bu ayet yağmuru, indirenin Allah olduğunu vurguluyor. Çünkü
yağmuru oluşturan, düzenleyen evrensel nedenlerin yaratıcısı yüce Allah'dır.
Buna göre yağmur konusunda Allah'ın tekelinde olan, metinden anlaşıldığı
gibi yaratmaya güç yetirebilme tekelidir. Yağmurun iniş zamanının bilgisini
Allah'ın yalnız kendisinin bildiği sırlardan sayanlar yanılmışlardır.
Aslında her iş ve her durumda bilgi yegâne Allah'ın bilgisidir. Yalnız O,
artıp eksilmeyen sürekli kapsamlı eksiksiz doğru bilgidir.
"Rahimlerde olanı O bilir." Kıyamet konusunda olduğu
gibi, bu konuda da bilme Allah'ın tekelindedir, rahimlerde olanı her açıdan
kesin olarak yalnız O biliyor. Her an, her aşamada rahimlerde olanın durumu
nedir? Baştan rahimlerin kendilerinin eksiklik fazlalık durumları, döl,
hacim ve gövdeye kavuşmadan dölün durumu, yumurta ve spermanın
birleşmelerinin ilk anında kimsenin henüz bir şey öğrenmeye yol bulamadığı
zaman, erkeklik dişilik açısından dölün türünün ne olduğu, çocuğun kime
çekeceği, özellikleri, durumları ve yetenekleri... Bunların tümü Allah'ın
bilgisine özgüdür.
"Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez..." Hayır
şer, yarar-zarar, kolaylık-zorluk, sağlık-hastalık, Allah'ın emirlerini
yerine getirme veya onlara ters düşme açılarından ne kazanacaktır? Kimse
bilmez. Görüldüğü gibi kazanma teriminin kapsamı, ticari kazanç anlamıyla
sınırlı olmayıp, ondan daha genel bir anlam içeriyor. O kişinin yarın
karşılaşabileceği her şeyi kapsıyor. O kapalı ve bilinmezdir. Üzerinde
örtüler vardır. İnsan nefsi gayb karanlığı önünde durur, örtüler arkasından
bir şey görecek gücü yoktur.
Aynı şekilde; "Hiç kimse nerede öleceğini bilmez..."
Bu, gözlerin kulakların nüfuz edemediği kalın örtüler arkasında kalan bir
durumdur.
İnsan nefsi bu örtüler önünde çaresiz baş eğerek
durur. Onlar önünde sınırlı bilgisinin hakikatini ve açıkça ortaya çıkmış
olan güçsüzlüğünü kavrar, üzerinden bilgililik gururu dökülür. Uzun gayb
örtüsü önünde, insanlara bilgiden çok az şey verildiğini, örtüler arkasında
insanların bilmediği çok şey olduğunu ve tüm başka şeyleri yapmış olsalar
bile, bu örtüler önünde yarın ne olacağını, dahası hemen bir sonraki anda ne
olacağını bilmeden dikilip kalmak zorunda olduklarını anlar. İşte bu
noktada, insan nefsi büyüklenmeyi bırakarak Allah'a boyun eğer.
Kur'ani anlatım, insan kalbinde derin etkiler
bırakan bu etkenleri insana ürperti veren ölçüde geniş bir alanda sunuyor...
Yaşanan an, beklenen gelecek, uzak gaybı kapsamak
üzere her mekân; uzak erimli kıyamet, kaynağı uzak yağmur, gözlere gizli
rahimler, zaman yönünden yakın olmasına karşın bilinmezlik içinde kaybolan
yarınki kazanç ve tahminlerin derinine dalıp gittikleri ölüm ve defin yeri
arasındaki hayalin sıçrayışları ve kalpte hareketlenen düşünceler açısından
geniş bir alan.
Kuşkusuz o boyutları ve çevreleri geniş bir alandır.
Fakat geniş tasvirsel değiniler, onun alanını taradıktan sonra, çevrelerini
yoklamaya başlıyor ve sonunda bu çevreler hepsi bilinmeyen gayb noktasında
bir noktada düğümleniyorlar ve biz küçük kapalı bir deliğin önünde dikilip
kalıyoruz. Eğer orada iğne deliği kadar bir delik açılsa, arkasında yakınla
uzak bir olacak, uzağı yakından ayıramayacağız. Fakat o insanın yüzüne
kapalı kalacak. Çünkü o insanın güç yetirebileceğinin üstünde ve insanın
bilgisinin ötesindedir. Allah'a özgü olarak kalacak, O'nun izni ile ve bir
ölçü dahilinde olmanın dışında onu kimse bilmeyecek. "Kuşkusuz Allah bilen
haber alandır..." O'nun dışındakiler ne bilir ne de haber alır anlamına.
Sure boyutları, derinlikleri, ufukları ve amaçları
geniş kapsamlı insanı ürperten bir gezide olduğu gibi işte böyle sona
eriyor. Kalp geniş kapsamlı bu uzun geziden; çok dolaştığı, çok şey
yüklendiği ve bu alemler, sahneler ve canlı türleri konusunda uzun uzun
düşünceye daldığından dolayı sendeleyerek dönüyor. Bütün bunların yanında
süre otuzdört ayetlik kısa bir süredir.
İşte otuzdört ayeti geçmeyen surenin içerdikleri.
Kalplerin yaratıcısı ve bu Kur'an'ı kalplerdeki hastalıklara şifa,
mü'minlere yol gösterici ve rahmet olarak indiren Allah ne kadar yücedir.
LOKMAN SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
|