5-Maide
1- İhramlı iken avlanmayı
helal saymamanız şartı ile ilerde sayılacak olanlar dışında kalan bütün
hayvanlar size helal kılındı, Allah dilediği hükmü verir.
2- Ey müminler Allah 'ın
ibadet amaçlı sembollerine, içinde savaşılması yasak olan aya, Kâbe'ye
armağan edilen kurbanlığa, gerdanlıklı kurbanlık hayvanlara, Rabblerinin
bağışını ve rızasını kazanmak amacı
ile Kâbe yi ziyaret etmeğe gelenlere sakın
saygısızlık etmeyiniz. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Vaktiyle sizi Kâbe
ye sokmadılar diye bir guruba karşı beslediğiniz kin sakın sizi bu ölçüleri
aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında aranızda işbirliği yapınız,
günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah'tan
korkunuz, hiç kuşkusuz, Allah'ın azabı ağırdır.
3- Leş, kan, domuz eti,
Allah'tan başkası adına boğazlanmış hayvanlar; son anda boğazlama fırsatı
bulamadığınız boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvanın darbesi
altında can vermiş, canavar tarafından parçalanmış, anıt taşları üzerinede
kesilmiş hayvanlar ve fal okları aracılığı ile şans aramanız size haram
kılındı. Bunlar fasıklık belirtileridir.
Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan
umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün
sizin hesabınıza dininizi bütünledim. Size yönelik nimetimi tamama erdirdim
ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.
Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkırda
günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda
kalırsa, kuşku yok ki Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.
Kurban edilecek hayvanların cinsleri, kurban
yerleri ve zamanları konusundaki tüm bu helâl ve haramlar "sözleşmeler"
kapsamına girmekte ve tümü "İman anlaşması"na bağlanmaktadır. Bu "İman
anlaşması", müslümanların helâl ve haramları, sadece Allah'tan almalarını,
bu hususta başkasından hiçbir şey kabul etmemelerini gerekli kılmaktadır. Bu
yüzden, sözün başında onlara "Ey müminler" diye seslenilmiş ve peşi sıra
helâl ve haramın açıklanmasına geçilmiştir. "İlerde sayılacak olanlar
dışında kalan bütün hayvanlar size helâl kılındı." Başkaca bir kaynağa veya
başkaca bir temele dayanmaksızın, sadece Allah'ın helâl kılmaya ilişkin
hükmü ve izni gereğince "haram kılındıkları ilerde bize açıklanacaklar"
dışında kalan ve "bütün hayvanlar" ifadesinin kapsamına giren av ve kurban
hayvanlarının herhangi birini yemeniz size helal ve mubah olmuştur.
"Haram kılınanlar"dan hemen aşağıda
bahsedilmektedir. Bunların kimi belirli yer ve zaman olarak, kimi de her yer
ve her zamanda haram kılınmıştır. "Behimet'ül en'am", deve, inek ve koyunu
içermekte ve bunların -vahşi, inek, yabani eşek ve ceylanlar gibi-
vahşilerini de kapsamaktadır.
Sonra bu genel ifadeden bazı istisnalar
yapılıyor. İlk istisna, ihramlı iken avlanma ile ortaya konuyor: "...İhramlı
iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile..."
Burada haram, ilkin bizzat avcının durumu ile
çakışmaktadır. Hac veya Umre için ihrama girerken, hayatın sıradanlığından
ve alışkanlıklardan soyutlanarak, Allah'ın emin yurt kıldığı, harem beytinde
O'na yönelinmektedir. Bu yüzden, orada herhangi bir canlıya el uzatmaktan
vazgeçilmelidir. Bu durum, insanlık ruhunun gerektirdiği bir fıtrattır.
Orada, hayatı bağışlayan karşısında tüm canlılar arasındaki hayâ hissedilir.
Herkes bütün düşmanlardan güvencede olur. Kuşların ve diğer hayvanların
avlanıp, yenilmesinin helâl kılınma sebebi olan geçim zorlukları orada
hafifler. Amaç o zaman diliminde hayatın alışkanlık ve bayağılıklarından
soyunup bu parlak ve engin ufka doğru yükselmektir.
Surenin akışı, genel helâl hükmünün
istisnalarını açıklamaya geçmeden önce bu "sözleşme"yi en büyük "sözleşmeye"
bağlıyor ve iman edenlere bu "söz"ün kaynağını hatırlatıyor: "Allah,
dilediği hükmü verir" dilemesi hür, iradesi hükümdür. Dileği ile hükmetme
yetkisine sahiptir. Bu noktadan, dileğine ortak biri yoktur. O'ndan başka
hükmedecek de, hükmünü iptal edecek de yoktur. Bu O'nun dilediğini helal,
dilediğini de haram kılma hürriyetine ilişkin hükmüdür.
Ardından, iman edenleri, Allah'ın haramlarını
helal kılmaktan sakındıran bir sesleniş geliyor: "Ey müminler, Allah'ın
ibadet amaçlı sebeblerine, yasak olan aya, Kâbe'ye armağan edilen
kurbanlığa, gerdanlık kurbanlık hayvanlara, Rablerinin bağışını ve rızasını
kazanmak amacı ile Kâbe'yi ziyaret etmeye gelenlere sakın saygısızlık
etmeyiniz, ihramdan çıkınca avlanabilirsiniz..."
Burada "Allah'ın ibadet amaçlı sembolleri"
ifadesinin hemen akla gelen en yakın anlamı, Hac ve Umre ibadetleri ile Hac
ya da Umre için ihrama girmiş kişiye Beytü'l Haram'a getirdiği kurbanlığı
kesene değin, haram olan şeyleri içermektedir. İhramlı, ihram süresi içinde
bunları ihlal edemez. Çünkü bu sırada onları ihlal etmek, bu "sembolleri"
koyan Allah'ın haram kılmasını küçümsemektir. Çünkü Kur'an'ın konusal
sıralanışı, bunları önemseyip ihlalinden sakındırarak bu kuralların tümünü
Allah'a bağlıyor.
Haram aylar, Receb, Zilkâde, Zilhicce ve
Muharrem'dir. Allah bu aylarda savaşmayı haram kılmıştır. Araplar İslâm
öncesinde de bu ayları haram bilirler, fakat zaman zaman kimi kahinlerinin
ya da kimi kuvvetli kabile şeflerinin isteği üzerine bu ayları başka bir
yıla ertelerlerdiler.
İslâm gelince, Allah bunların haramlığına
hükmetti ve bu haramlığı Tevbe suresinin aşağıdaki ayetinde belirtildiği
gibi Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün verdiği emirle temellendirdi:
"Allah katında ayların sayısı gökleri ve yeri
yarattığı günden beri onikidir. Bunlardan dördü haramdır. İşte bu, dosdoğru
dindir." (Tevbe Suresi, 36)
Ardından İslâm, ayların ertelenmesinin
küfürde ileri gitme olduğunu ilan etti. Böylece haram aylar konusundaki
hüküm, Allah'ın emri doğrultusunda yerleşti. Bu ayların haramlığını
gözetmeyen düşmanların, bu zaman süresinde saldırıya heveslenmemeleri ve
onları müslümanlara karşı kolayca zafer kazanacağı uygun bir ortam elde
etmemeleri için, o aylarda düşmanları müslümanlara saldırdığında,
müslümanların da karşı koyma hakları vardır. Bu yüzden Allah bu aylarda
savaşın hükmünü Bakara suresinde yukarda geçtiği şekilde açıklamıştır.
"Kurbanlık"; Kâbe'yi ziyaret edenlerin Hacc ve Umresini bitirdiğinde kesmek
üzere yanında getirdiği hayvanlardır. Hacc veya Umre, kurbanı kesmekle sona
erer. Kurbanlık, inek deve veya koyun olabilir. Helâl sayılmamasının anlamı,
henüz vakti gelmeden başka bir amaç için kesilmemesidir. Kurbanlık "Hacc"da
kurban günü, "Umre"de ise, Umrenin bitiminde kesilebilir. Kurban eden,
derisinden, yününden ve diğer uzuvlarından hiçbir şekilde faydalanamaz,
tamamını fakirlere dağıtır.
"Gerdanlıkları (kelaid), sahipleri tarafından
Allah'a adandıklarının bir belirtisi olarak, boyunlarına işaretler takılan
hayvanlardır. Bunlar adandıkları yerde ve adandıkları vakitte kesilene kadar
otlağa salınır. Allah'a sunulduklarının belirtisini taşıyan ve kesilecekleri
vakte kadar serbest bırakılan hediye kurbanlıklar bu sınıfa girer.
Bu işaretli adakları belirlendikten sonra,
amacı dışında kullanmak haramdır. Adandıkları amaç dışında kesilemezler.
Kimine göre ise kelaid, düşman saldırısı ve herhangi bir tehlikeden korunmak
isteyen kişinin kendisine taktığı işaretlere denir. Bu işaretler, haram
bölgesinin ağaçlarından yapılır. Bu kişiler hiçbir düşman saldırısının
olmayacağından güvencede olarak yeryüzünde dolaşırlar. Bu görüşün
taraftarları bunun, daha sonra gelen "Başka birtakım insanlar da
bulacaksınız ki, hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak
isterler. Ama ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine baş aşağı
atılırlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak
istemezler, ellerini (savaştan) çekmezlerse onları yakalayın ve nerede
bulursanız öldürün! İşte öylelerine karşı Allah size açık bir yetki
vermiştir." (Nisa Suresi, 91)
"Ey inananlar, (Allah'a) ortak koşanlar
pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer
(onların hacca gelmemeleri sonucu iktisadi hayatınız bozulup) yoksulluğa
düşmekten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse yakında sizi kendi lütfundan
zengin edecektir. Şüphesiz Allah, bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe
Suresi, 28) ayetler ile neshedildiğini söylemişlerdir.
"Gerdanlıklar" Allah'a adak olarak
işaretlenen hayvanlardır" şeklindeki ilk görüş daha doğrudur. Çünkü bu
mesele aralarındaki bağlantı sebebiyle, Hacc ve Umrede kesmek için
belirlenen armağan kurbanlardan bahsedildikten sonra söz konusu
edilmektedir. Böylece yüce Allah, Hacda veya başka zamanlarda helâl ticaret
ve Allah'ın hoşnutluğunu isteyerek Beytü'l Haram'a yönelen, Rablerinin
nimetini ve hoşnutluğunu arayarak Haram'ın güvenliği altına almış ve Beytü'l
Haram'da onlara "Eman" vermiştir. Daha sonra, ihramdan çıkıldığında ve haram
bölgesi dışında avlanma helal kılınıyor. Beytü'l Haram'da avlanma ise
yasaktır. "İhram'dan çıkınca avlanabilirsiniz" Allah haram ayları "Güvenlik
süresi" yaptığı gibi, Beytü'l Haram'ı da "Güvenli yer" kılmıştır. Orası,
insanların, hayvanların, kuşların ve ağaçların zarara uğramaktan ve düşman
korkusundan güvencede oldukları bir bölgedir. Mutlak bir güven olan bu eman,
bu ümmetin babası Hz. İbrahim'in duasının karşılığı olarak, Beytullah'ın
etrafını kuşatır. Her yılın tam dört ayı, insanların tadım, doygunluğunu ve
güvenliğini hissettiği bir barış dönemi olarak İslâm'ın gölgesindeki tüm
yeryüzünü bu "mutlak güven ortamı" kaplar. Bu; güven ortamını gerçekleştiren
şartların sağlanmasına istekli olunsun, Allah'ın söz ve anlaşması her yıl
periyodik olarak korunsun ve hayatın bütününde ve her yerde bunun
uygulanması gerçekleşsin diye böyledir. Allah bu haremde ve güvenlik
bölgesinde, iman edenleri ve kendisiyle anlaşma yapanları anlaşmalarını
yerine getirmeye ve onlara yüklediği görevi, yaşama ilişkin kişisel duygu ve
düşünceler ile tereddütlerin etkisinde kalmadan insanlığa hakimiyyet rolünü
yüklenmeye çağırıyor. Dahası onları, daha önce Hudeybiye yılında Mescid-i
Haram'dan alıkoyanlara karşı -bu engelleme müslümanların ruhlarında derin
yara ve acılar bırakmış ve kalplerinde kin ve nefret uyandırmış olmasına
rağmen- düşmanlık etmemeye, haddi aşmamaya çağırıyor. Çünkü müslüman ümmetin
görevi bunlardan tamamen farklıdır. Onun görevi, kendi büyüklüğüne yaraşır
bir görevdir.
İSLAM VE CAHİLİYYET
"Vaktiyle sizi Kâbe'ye sokmadılar diye bir
gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri aşmaya sürüklemesin.
İyilik ve takva alanlarında aranızda işbirliği yapın, günah ve aşırılığa
dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah tan korkunuz, hiç kuşkusuz
Allah'ın azabı ağırdır."
Çünkü bu ümmete Rabbi tarafından, kendisinin
tırmanması yanısıra insanlığı da çıkarması ve bu aydınlık ufku oluşturması
görevi de yüklenmişti.
İşte bu, insanlara önderliğinin, otoritenin
ve şahitlik görevinin sorumluluğudur. Bu sorumluluğu İslâm'ın uygun gördüğü
ve gerçekleştirdiği şerefli yöntemle, insanlara birer örnek olma uğrundaki
mü'minlerin karşılaşacakları güçlükleri sebebiyle göz ardı etmemeleri
gerekir.
Böylece insanların ilgi duyacakları ve
sevecekleri İslam'ın güzel bir- tanıklığı yapılmış olur. Bu zor bir
yükümlülüktür. Fakat, bu şekliyle insanların nefsine ağır gelmez. Zaten
onlara güçlerinin üzerinde bir şey yüklememiştir.
İslam insanın kızma ve gazaplanma hakkına
sahip olduğunu kabul eder. Fakat onun, kızgınlık ve düşmanlık sebebiyle
saldırıya geçme hakkını tanımaz. Daha sonra ayetler, günah ve düşmanlıkta
değil, iyilik ve sakınmada yardımlaşılmasını emrediyor. Allah'ın azabı ile
korkutuluyor ve sadece O'ndan sakınılmasını emrediyor. Çünkü kişi baskı ve
denetime, merhamet ve hoşgörüye karşı bu duygular ile -Allah'tan sakınıp,
hoşnutluğunu dileyerek- yardım isteyecektir.
Allah'ın koyduğu yöntemi isteyen İslâm
terbiyesi Arapların gönüllerini, bu sağlam prensiplere yönlendirmeyi bilmiş
ve onların yüce yola girmelerini sağlamıştır. Halbuki onlar bu seviyeden ve
onu başarmaktan çok uzak idiler. Arabın yöneldiği dünya görüşü ve edindiği
prensip "Zalim de olsa mazlum da kardeşine yardım et" cümlesinde
özetlenebilirdi. Araplar, kabilelik ve tarafgirlik içindeydiler. Onlara göre
kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşma, iyilik ve sakınmadakinden daha üstün
idi. Yardım anlaşmaları, haktan daha çok haksızlık üzerine yapılırdı.
Cahiliye devrinde hak üzere yeminleşme pek azdır.
Bu Allah'a bağlı olmayan ve gelenekleri ve
ahlâkları Allah'ın sistem ve ölçüsüne dayanmayan bir ortamda olağan bir
durumdur. Tüm bunlar, şu meşhur cahiliye prensibinde özetlenmiştir:
"Zulmeden de, zulmedilen de olsa
Zalimde, mazlumda kardeşine yardım et."
Bu prensibi bir cahiliye şairi bir başka
şekilde şöyle dile getirmektedir:
"Ben cahiliye kabilesinin bir ferdiyim,
Kabilem isyan ederse ben de isyan ederim.
O doğru davranırsa ben de doğru davranırım."
Daha sonra müslümanlara "Vaktiyle sizi
Kâbe'ye sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu
ölçüleri aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında işbirliği yapınız,
günah ve aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız, Allah'tan
korkunuz, hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır." (Maide Suresi, 7) diye
seslenmek ve onları eğitmek için Allah'ın belirlediği bir sistem olan
"İslâm" geldi.
Bu ilahi sistem, kalpleri Allah'a bağlamak,
ahlâk ve değer ölçülerini O'nun ölçüsüne uydurmak için değil, Arap ve Arap
olmayan tüm insanlığı cahiliyye kabileciliği ve tarafgirliğinden kurtarıp,
dost ve düşmanlar karşısındaki davranışları düzenlerken ortaya çıkacak
kişisel reaksiyonları, ailevî ve kabilevî his ve tepkileri ortadan kaldırmak
için geldi. Böylece "insan" Arap yarımadasında yeniden doğmuş oldu. Allah'ın
ahlâkı ile ahlâklanan "insan" doğdu. İşte bu, yeryüzünün dört bir yanında
"insan"ın yeniden doğuşu olduğu gibi, Arabın da yeni dirilişidir. İslâm
öncesi Arap yarımadasında yalnızca "Zulmeden de olsa, zulmedilen de,
kardeşine yardımcı ol" şeklindeki fanatik cahiliyye taraftarlığı vardı.
Yeryüzünün geri kalan bölgesinde de fanatik cahiliyye taraftarlığından
başkaca bir şey yoktu.
Bu cahiliyye çizgisi ile İslâmî ufuk
arasındaki geniş mesafe, cahiliyyenin "yerleşik" zulmeden de olsa zulmedilen
de, kardeşinin tarafını tut" prensibi ile Allah'ın "Vaktiyle sizi Kâbe'ye
sokmadılar diye bir gruba karşı beslediğiniz kin, sakın sizi bu ölçüleri
aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva alanlarında işbirliği yapınız, günah ve
aşırılığa dalma alanlarında işbirliği yapmayınız. Allah'tan korkunuz, hiç
kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır." ayeti arasındaki mesafe kadardır. Bu ne
büyük bir farktır!
DİNİNİZİ BÜTÜNLEDİM
Ayetlerin akış sırası karşımıza, surenin
başındaki "Behimetü'l en'am"ın helal oluşundan istisna edilenlerin dökümünü
çıkarıyor.
"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına
boğazlanmış hayvanlar, son anda boğazlama fırsatı bulamadığınız boğulmuş,
vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvanın darbesi altında can vermiş,
canavar tarafından parçalanmış, anıt taşları üzerinde kesilmiş hayvanlar ve
fal okları aracılığı ile şans aramanız size haram kılındı. Bunlar fasıklık
belirtileridir.
Bugün kâfirler dininizi ortadan kaldırmaktan
umut kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün
sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim
ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim.
Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkır da
günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda
kalırsa, kuşku yok ki, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Leş, kan ve domuz etinin hükmü ve bu hükmü
insan ilminin ulaşabildiği sınırlar içinde Allah'ın hüküm koymadaki hikmeti
ve sebeplerinin belirlenmesi yukarıdaki bu haramlara ait Bakara suresinin
173. ayeti tefsirinde geçmişti. Şimdi insan ilminin bu haramların hikmetini
anlayıp, anlayamamasını bir yana koyarsak ilahi ilim bu yiyeceklerin temiz
olmadığını tesbit etmiştir. Bu tek başına yeterlidir. Allah ancak pis
(habis) olanları ve insan hayatının herhangi bir yönüne zarar veren şeyleri
haram kılar. İnsan bilgisinin bu zararı keşfetmiş olmaması ise ayrı bir
olaydır. Zaten insan bilgisi, bütün zararlı ve faydalı şeyleri kapsamakta
mıdır acaba?
Allah'tan başkası için kesilenler ise,
öncelikle, imanın gereklerine temelden aykırı oldukları için haramdırlar.
İman, Allah'ı bir sayma, ilahlıkta tek kabul etme ve imanın gereklerini bu
tevhid anlayışı ile temellendirmedir.
İmanın bu gereklerinin ilki şudur: Niyet ve
fiillerin hepsinin sadece Allah'a bağlanması, bütün iş ve hareketlerin
sadece O'nun adıyla yapılması ve bunlarda yalnızca O'nun adının anılmasıdır.
Allah'tan başkası adına kesilen ve Allah'tan başkasının adı anılan şeyler
haram olduğu gibi, başkalarının adı anılmasa da Allah'ın adı anılmayan
kurbanlar da haramdır. Çünkü bu, imanı temelinden sarsar. Böylece yapılanlar
da imandan kaynaklanmamıştır. Bu yüzden o da pistir, leş, kan ve domuz eti
gibi pislikler arasına dahil edilir.
Boğulmuş, vurularak öldürülmüş, düşüp
yuvarlanmış, süzülmüş ve yırtıcı bir hayvan tarafından yenmiş hayvanlar da
-canlı iken yetişilip kesilmedikleri taktirde leş sınıfına girerler ve onun
hükmünü alırlar. Bunların ayrı bir hükmü olabileceği şeklindeki bir şüpheye
fırsat tanımamak için, ayette açıklanmışlardır. Bu konudaki ayrıntılı bilgi
fıkıh kitaplarındadır. Kesme, hayvanın ne zaman "kesilmiş" sayılacağı gibi
problemler öne sürülmüştür. Kimi hemen ölümüne neden olacak veya hükmen ölü
sayılmasını gerektirecek şekilde yaralanan hayvanın "kesim"ini bu hükümün
dışına çıkarmıştır. Bunun anlamı bu tür hayvanların ölmeden önce
"kesilseler" bile "arındırılmış" sayılmamalarıdır.
Kimi de, yarasının şekline bakmadan can
taşırken yetişilip kesildiğinde hayvanı "arındırılmış" sayar. Geniş bilgi
için, fıkıh kitaplarının ilgili konularına bakılabilir.
Dikili taşlarda (Bunlar, müşriklerin
cahiliyye döneminde Kabe'de yanlarında kurban kestikleri ve kurbanın kanına
buladıkları putlar ve benzeri taşlardır.) kesilen hayvanlar, putlara kurban
edilmeleri sebebiyle, kesilirken Allah'ın adı anılsa bile haramdırlar. Çünkü
bu durum, .Allah'a şirk koşma kapsamına girmektedir.
Son olarak (fal okları) oklarla fal bakma
meselesine gelince; müşriklerin bir işe başlarken veya bitirirken
danıştıkları oklardır. Üç veya yedi tane oldukları söylenir. Bunlar,
Arapların yaygın adeti olan kumar oynama işlevini de görürlerdi. Deve
üzerinde kumar oynarlardı. Ortada kumarbazlardan her biri için bir ok
bulunur, bu oklardan birini o, okun temsil ettiği budur der ve deveye sahip
olurdu. Allah oklarla fal bakmayı haram kılmıştır, bu yolla hayvan kesimini
de -bu tür kumar olduğu için- yasaklamıştır.
"Kim ölüme ramak kalacak derecede acıkırda
günah işleme eğilimine kapılmaksızın bu haram etlerden yemek zorunda
kalırsa, kuşku yok ki Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir."
Ölesiye aç kalan kimse, günah işlemeyi ve
harama girmeyi amaçlamadığı taktirde, haram kılman bu yiyeceklerden
yiyebilir. Yenilecek miktar, fıkıh bilginleri arasında ihtilâflıdır. Bu
miktar, ölümden korunacak kadar mıdır? Yoksa doyasıya yenilebilir mi? Yine
yiyeceksiz kalınacağından korkulduğunda başka öğünler için de saklanabilir
mi?
Bunların ayrıntısına girmiyoruz. Bu noktada,
bu dinin sağladığı bir kolaylığı daha bilmemiz bize yeter. O, zor
durumlarda, günaha veya çaresizliğe düşülmemesi için ayrıntılı hükümler
koymuştur. Ayrıca her emrini, kalpteki niyete ve Allah'tan tam sakınmaya
bağlamıştır. Zor durumda kalana, harama dalmayı amaçlamadıktan sonra ne
günah ne de ceza vardır. "Şüphesiz ki yüce Allah bağışlayıcıdır,
merhametlidir". Haram olan yiyecekleri incelemeyi burada noktalıyor ve bu
konudaki ayetlerin arasına yerleştirilen şu cümlenin üzerinde özellikle
durmak istiyoruz: "Bugün kafirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut
kesmişlerdir. O halde onlardan korkmayınız, benden korkunuz. Bugün sizin
hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve
sizin için din olarak İslâm'ı beğendim". Bu ayet, yüce Kur'an'ın indirilen
son ayetidir. Çünkü risaletin olgunlaştığı ve nimetin tamamlandığını ilan
etmektedir. Hz. Ömer uzak görüşlülüğü ve açık kalpliliği ile Hz. Peygamberin
yeryüzündeki son günlerini geçirdiğini hissetmiştir. Hz. Peygamber emaneti
yerine getirmiş ve risaleti tebliğ etmiştir. Artık geriye sadece Allah'a
hesap verme kalmıştır. Ve Hz. Ömer'in kalbi ayrılık gününün yaklaştığını
hissederek ağlamaktadır.
Konusu kesimlik hayvanların helal ve haram
olanları bildirmek olan ayetlerin arasını ayıran yukarıda da açıkladığımız
amaçları içeren surenin genel akışındaki bu sözler neyi göstermektedir?
Bu sözler önce, yüce Allah'ın şeriatının
hiçbir şekilde bölünemiyeceğini gösterir. İster düşünce ve inanca ister
ibadetlere, helâl ve harama ya da toplum ve devletlerarası hukuka ilişkin
olsun tamamı mükemmeldir. İşte tüm bunlar, yüce Allah'ın bu ayette mükemmel
kıldığını bildirdiği "din"dir. Ve iman edenlere tamamladığını bildirdiği
"nimeti"dir. Bu dinde düşünce ve inanca ilişkin olanlar ile ibadete, helâl
ve haramlara ilişkin olanlar ya da toplum devletlerarası hukuka ait hükümler
arasında hiçbir ayrım yapılmamıştır. Bunların tamamı, Allah'ın müslümanlara
seçtiği İlâhî sistemi oluşturmaktadır. Bu sistemin bir kısmından sapma,
tamamını terk anlamına gelir. Bu "din"e karşı gelme, dolayısıyla bu "din"den
çıkma anlamını taşır.
Mesele, belirttiğimiz şekildedir. Allah'ın
müslümanlara seçtiği bu sistemden bir şeyi atmak ve onun yerine insan yapısı
bir şey eklemek açıkça Allah'ın ilahlığını kabul etmemektir. Bu
özelliklerden bazısını bir insana yakıştırmak Allah'ın yeryüzündeki
otoritesine isyan ve böylece ilahlık özelliklerinin en büyüğü olan
"hakimiyet" iddiası ile ilahlık taslama anlamına gelmektedir. Bu da, açıkça
bu dine isyan ve doğal olarak, bu dinden çıkmaktır. "Bugün kafirler dininizi
ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir.."
Kafirler onu iptal etmekten, ortadan
kaldırmaktan ya da tahrif etmekten ümitlerini kestiler. Çünkü Allah, onu
mükemmel kıldı ve kıyamete değin sürmesine hükmetti. Onlar, harpte zor
durumdaki müslümanları yenebilirler, fakat bu dine üstünlük sağlayamazlar.
Onu tahrife kalkışanların çok olmasına tuzak kuranların kuvvetine ve bu
dönemlerde mensuplarının kara cahilliğine rağmen bu din, lekelenemeyen ve
tahrif edilemiyen -kıyamete değin korunmuş tek dindir. Allah, yeryüzünde bu
dini, bilen ve onu gelecek nesle teslim edene değin, tamamen anlayıp koruyan
bir topluluktan yoksun bırakmayacaktır. Kafirlerin bu dinden ümitlerini
kestikleri şeklindeki Allah'ın vaadi gerçektir.
"O halde onlardan korkmayın, benden
korkunuz."
Kafirler bu dine hiçbir şekilde el
uzatamazlar. Taraftarlarına da, bu dinin canlı bir tercümanı oldukları,
yükümlülük ve sorumluluklarını yerine getirdikleri, hayatlarında hükümlerini
ve hedeflerini gerçekleştirdikleri ve ondan yüz çevirmedikleri sürece hiçbir
zarar veremezler.
Yüce Allah'ın, Medine'deki İslâm toplumuna
yönelik bu teklifi o kuşağa has değildir. Bu hitap, bütün zamanlardaki ve
yerdeki tüm iman edenlere seslenmektedir. "İman edenlere" diyoruz. Çünkü
Allah'ın kendilerine seçtiği bu dinden tamamen hoşnut olanlar, bu dini dünya
görüşleri olarak benimseyenler işte bunlar -yalnızca bunlar- "müminler"dir.
"Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama
erdirdim ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim."
Bugün yani bu ayetin indiği "Veda haccı günü"
Allah bu dini noksansız kılmıştır. Ona birşey eklemek isteyen, artık ne
ilave edebilir ki? Müminlere olan en büyük nimeti, bu mükemmel ve kapsamlı
sistemle yerine gelmiş ve onlara din olarak "İslâm"ı seçmiştir. Dünya görüşü
olarak bu sistemi benimsemeyen ise, Allah'ın müminlere seçtiği şeyi tepmiş
olur.
Müslüman, bu sarsıcı sözler karşısında
duruyor. İçerdiği bu büyük köklü yönlendirmeler, yükümlülük ve görevler peşi
sıra gözü önünden geçiyor.
Müslüman önce, bu dinin tamamlanması
noktasında duruyor. İlk insanın doğuşundan, ilk Peygamber'den bu son risalet
olan tüm insanlara gönderilen Ümmî Peygamber'in risaletine değin aynen iman
kervanı, geçit resmi yapıyor. Ne görüyor? Birbirine bağlı bir şekilde uzayıp
giden, bu hidayet ve nur kervanını görüyor. Uzun yol üzerindeki işaretlerini
görüyor. Fakat son Peygamber'in önceki tüm peygamberlerin, sadece belirli
bir zaman periyodu için, özel bir görevle ve sadece belirli bir topluma
gönderildiklerini görüyor. Bu yüzden tüm bu peygamberler bu çerçeve ile
sınırlanmış ve bu zaman parçasına -mahkum olmuşlardır. Onların tümü, tek bir
ilaha -ki bu tevhittir- çağırmışlar, sadece bu tek ilaha kulluk edilmesini
istemişlerdir -bu da dindir-. Hepsi herşeyi bu tek ilahtan almaya ve bu tek
ilaha boyun eğmeye çağırmışlardır -bu da İslâm'dır-. Fakat her biri,
toplumun, çevrenin, zaman ve ortamın durumuna uygun hayat gerçeklerine
ilişkin farklı bir şeriat getirmiştir.
Ve nihayet Allah, insanlığa gönderdiği
risaleti sona erdirmeyi dilediği zaman, tüm insanlara özel bir zaman ve
mekan ile ve belirli bir toplumla sınırlandırmaksızın bütün "insan"ları
muhatap alan risalet ile peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'i
gönderdi. Mekan, çevre ve zaman faktörlerinin ötesinde, tüm "insan"ı muhatap
alan bir risalet. Çünkü bu risalet, değişmez, bozulmaz ve iptal edilmez
"insan fıtratı"nı muhatap almaktadır. "Allah'ın yaratma kanununa uygun olan
dine dön ki insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması
değiştirilemez. İşte dosdoğru din budur." (Rum Suresi, 30)
Bu din, insanın hayatını her yönüyle ve bütün
kapsamıyla kuşatan bir şeriattır. Bu şeriat herşeyi ayrıntılarıyla
açıklanmış, hayatın zaman ve mekan değişkenlerine bağlı ve dönemsel olarak
ortaya çıkan sorunları için genel prensipler ve temel kurallar koymuştur.
Zaman ve mekan faktörleriyle değişmeyen ve sürekliliğini koruyan sorunların
herbiri için ayrı ve ayrıntılı kurallar getirmiştir. Genel prensipleri ve
ayrıntılı bölümleri sayesinde bu din, kıyamete değin bu merkez etrafında ve
bu çerçeve içerisinde gelişip, değişmesi ve yenilenmesi için "insan
hayatı"nın ihtiyaç duyacağı bütün kurallar, yönergeler, hükümler ve
nizamnameler içermektedir. Yüce Allah müminlere şöyle buyurmuştur: "Bugün
sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim
ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim". Onlara hem inanç hem de şeriatın
eksiksiz tamamlandığını ilan etmiştir. İşte din budur.
Bir müminin, bu dinin eksik olduğu vehmine
kapılarak, onu tamamlamaya kalkışması, bir kusur bularak onu gidermeye
çalışması zaman ve mekana uygun olarak değiştirmeye veya geliştirmeye
yönelmesi mümkün değildir. Böylesi bir durumda, o, Allah'ın doğru
sözlülüğünü kabul etmemiş ve müslümanlar için seçtiğini beğenmemiş
olduğundan bir mümin olamaz.
Kur'an'ın indirildiği dönemdeki bu şeriat her
zaman için geçerli olan dindir. Çünkü o, Allah'ın da tanıklığı ile "insan"a
her zaman ve mekan için gelmiş olan dinin "şeriati"dir. Daha önceki
peygamberler gibi, sadece belirli bir topluma, belirli bir nesle ya da
mekana özel değildir.
Ayrıntılı hükümler, olduğu gibi kalsınlar
diye gelmişlerdir. Genel prensipler ise, kıyamete değin insan hayatına,
izinde geliştiği bir çerçeve çizmek için gelmişlerdir. Onlara karşı çıkmak,
imanın çerçevesi dışına taşmaktır.
"İnsan"ı yaratan Allah, yarattığını da en iyi
bilendir. Allah insanı yaratmış -ki O ne yarattığını çok iyi bilir- ve ona
bu şeriatı içeren bu dini seçmiştir. "Dünkü şeriat, bu günkü şeriat
değildir" denemez. Çünkü bu durumda kişi, insanın ihtiyaçlarını ve
durumlarını Allah'tan daha iyi bildiğini iddia etmiş olur.
Müslüman, ikinci olarak "Allah'ın bu dini
mükemmel kılarak, müminlere olan nimetini tamamlaması" olayı karşısında
duruyor. Bu nimet, insanın yetişip olgunlaştığını gösterdiği gibi, gerçek
"insan"ın duygusunu gösteren müthiş bir nimettir. Bu "insan", ilahını bu
dinin kendisine gösterdiği şekilde tanımadan önce Rabbinin hoşnut olduğu bu
dinin bütünün tanıttığı şekilde evreni, varlığını, bu bedendeki
fonksiyonunun ve Rabbinin ikramlarını tanımadan önce mevcut değildi. Bu
"insan", sırf Allah'a kulluk ederek kullara kulluktan vazgeçmeden önce,
herhangi birinin yaratma ve otoritesini değil, Allah'ın yapısı olan ve O'nun
otoritesinin oluşturduğu şeriat sayesinde "eşitliğe" ulaşmadan önce, mevcud
değildi.
İnsan bilgisi, bu dinin ortaya koyduğu büyük
gerçekler sayesinde, bu "insan"ın doğuşunu gerçekleştirdi. Eğer insan
bilgisi, bu seviyede olmasaydı, onun oluş sırasında "hayvan" ya da "robot
insan" olması mümkündür.
Fakat o, ancak Kur'an'ın ortaya koyduğu
şekliyle bu gerçekleri bilmesi sayesinde tam anlamıyla bir "insan"
olabilmiştir. Bu şekil ile insanın her dönemde kendisine yakıştırdığı diğer
şekiller arasında büyük fark vardır.
Eğer insanoğlunun hayatında bu şekil
gerçekleştirilirse "insan"ın insanlığı tam olarak ortaya konmuş olur.
Böylece Allah, melekler, kitaplar, peygamberler ve kıyamet günü hakkındaki
itikadî düşünce sayesinde, duyu organları ile algılanan dışında bir şey
idrak etmeyen "hayvanî hisler"den çıkıp, hem algılananları, hem de
algılanamıyanları, görünür ve görünmez alemi, madde ve madde ötesini idrak
edebilen "insanî düşünce" dairesine geçmesi gerçekleşir ve onu sınırlı
"hayvanî duyu organları"nın dar çerçevesinden kurtarır.
Tevhid sayesinde, kullara kulluktan sırf
Allah'a kulluğa yönelerek bütün düşmanları karşısında eşitlik, bağımsızlık
ve üstünlük sağlar. O, kullukta sadece Allah'a yönelir, dünya görüşünü,
şeriat ve düzeni sırf Allah'tan alır ve yalnız O'na dayanıp, yalnız O'ndan
korkar.
İlgilerini geliştirip, eğilimlerini
paklaştırır; gücünü, hayvanî içgüdülerini ve aşağı arzularını dizginleyip,
hayra ve yüceliğe yöneltmek için toplar ve ilahi sistemi gerçekleştirmiş
olur.
Cahiliyye gerçeğini tanımayan ve
felaketlerini tatmayan kimse, Allah'ın bu din ile gönderdiği nimetin
gerçeğine eremez. Cahiliye her dönem ve mekanda Allah'ın uygun bulmadığı
şekilde hayat sürmektir. Cahiliyeyi tanıyan ve inançdaki, düşüncedeki,
yaşamdaki belalarına uğrayan kimse, Allah'ın bu dinle gönderdiği nimetin
gerçeğini bilir, idrak eder ve onun tadına varır. Bütün zaman ve
mekanlardaki cahiliyyetin, inanış ve düşüncedeki sapıklık ve körlük
felaketlerini, hayret ve şaşkınlık belalarını, boşluk ve kirli musibetlerini
tanıyıp anlayanlar, yalnızca, İslâm düzeni sayesinde imanın gölgesinde
sürdürülen hayatın nimetini tadan ve tanıyan kimselerdir.
Cahiliyenin hayatı düzenleyen sistemlerin
bütün disiplinlerinde varolan isyan ve arzuların felaketlerini, anarşi ve
karışıklıkların belalarını, ifrat ve tefritin musibetlerini bilip,
anlayanlar, yalnızca İslâm sistemi imanın gölgesi altında gelişen hayat
nimetini tanıyıp, tadan kimselerdir.
Bu Kur'an'a ilk kez muhatap olan Araplar, bu
sözleri anlıyor, tanıyor ve gerçeğini idrak ediyorlardı. Çünkü bu sözlerin
içeriği, bu Kitab'a muhatap olan neslin bizzat yaşamında somutlaşıyordu.
Cahiliyeyi ve onun inanca ilişkin düşünce
sistemini ve toplumsal yapısını, kişisel ve toplumsal ahlâkını, tatmışlardı.
Yanısıra onlar Allah'ın bu din ile kendilerine verdiği nimetin gerçeğini,
Allah'ın sözlerindeki rahmetini ve İslâm'la verdiği nimetin gerçeğini
anlayarak cahiliyenin bütün unsurlarından yüz çevirmişlerdir.
İslam onları, cahiliyye bataklığında bulmuş,
zirveye giden dosdoğru yola çıkarmıştır. ( Bu mesele Nisa Suresinin giriş
kısmında açıklanmıştır.) Zirveye ulaştıkları zaman o yüce yerden yeryüzünde
çevrelerinde bulunan diğer milletlere, şimdi kendi cahiliye dönemlerindeki
geçmiş yaşamlarına baktıkları gözle baktılar.
İslâm onları, putları, melekleri, cinleri,
yıldızları ve ataları rab edinme gibi efsane ve hurafelerle çevrelenmiş
hurafe inançlara dayalı düşünce ile temellenmiş cahiliyenin bataklığında
buldu. Onları buradan kurtarıp, dikkatlerini tevhid ufkuna, tek ilaha...
herşeye güç yetiren, merhametli, her şeyi gören, bilen ve haberdar olan,
adaletli, mükemmel, kendisine yakın ve yardımına koşan kimsenin aracılığına
yer vermeyen herkesin kendisine kul olduğu ve kulluk ettiği tek ilaha iman
ufkuna çevirdi. İslâm onları vehim ve hurafelerden kurtardığı gün, aynı
zamanda kahin ve reislerinin sultasından da özgürlüğe kavuşturdu.
İslâm onları, kimilerinin iddia ettiği gibi
cahiliye demokrasisinden değil, cahiliyenin ana çerçevesi, sınıf farkları,
çirkin gelenekler ve otoriteyi ele geçiren herkesin kalkıştığı
despotluklardan ibaret olan "aşağılık toplumsal düzeni"nden kurtardı.
"Zulmetme kudreti", ta kuzeyden güneye kadar
tüm Arap yarımadasının önderleri, kabile reisleri ve idarecilerinin yerleşik
geleneğine göre güç ve etkinlikle aynı anlamı taşıyordu. Necaşi'nin şairi,
saldırdığı kişiyi küçük düşünmek için şöyle hicvederek kötülüyordu: "Onun
kabilesi, ne zimmetini (anlaşmasını) bozar, ne de kalben zerre kadar
zulmeder". "Bir Arap meliki olan, Hacer b. Haris, Beni Esed'i sopa ile
kendisine itaate zorladığı zaman Şairleri Ubeyde b. Ebras şu şiiri ile ona
yakardı:
"Sen onların içinde hükümdarsın,
Onlar ise kıyamete değin köledir,
Onlar senin kamçına boyun eğmişlerdir.
Huzae'nin uysal yarış atı gibi..."
"Ömer b. Hind, halkı kendisiyle perde
arkasından konuşmaya zorlayan, kabile reislerinin annelerini, sarayında
hizmetçi olmaları için zorlayan bir Arap hükümdarı idi." Yine bir Arap
meliki olan Numan b. Menzir, terörde o kadar ileri gitti ki, kendisine iki
gün belirledi: kendisini ziyârete gelen herkesi hesapsız nimete boğduğu
hoşnutluk günü ve sabahtan akşama değin kim gelirse öldürdüğü "öfke günü".
Kuleyb Vail'in otoritesi hakkında anlatılır
ki O bu ismi, avdan başladığı yerde, nara attığı için almıştır. Narasını
işiten hiç kimse ona yaklaşmaya cesaret edemezdi.
Yine anlatılır ki: "Avf vadisinde hiç özgür
yoktur". Çünkü onun otoritesinin delili olarak oraya ve çevresine hiçbir hür
yaklaşamazdı. Oradaki hürlerin tamamı, köle konumunda idi."
İslam onları, âdetler, gelenekler, toplumsal
ilişkiler ve ahlâk konusunda da cahiliye bataklığı içinde buldu... Onları,
kız çocuklarını diri diri gömme, perişan haldeki kadınlar, içki, kumar,
serbest cinsel ilişki, hakir görülen ve aşağılanan kadınlarla karışım ve
ihtilaf, dışardan gelecek ciddi bir saldırı karşısında ne ittifakları ne de
güçleri bulunmadığı gibi kan davaları, baskınlar, yağmalamalar ve soygunlar
sebebiyle birbirlerine düşmüş halde bulunan bir toplum yapısına sahip halde
iken buldu. (Bakınız, Fil Suresi tefsiri) Öyle ki Fil yılında Habeşlilerin
Kabe'ye saldırısı gerçekleşmiş kendi aralarında müthiş sert olan kabilelerin
tümü bu saldırı karşısında aciz ve perişan olmuşlardı.
Onlar bu durumda iken, İslâm onları bir ümmet
yaptı. İnsanlığın tamamı yaşamın her alanında düşük bir halde iken, onları
zirveye ulaştırdı. Tek bir nesilde, hem en çukuru hem en zirveyi, hem
cahiliyyeyi hem de İslâm'ı tanıtıp gösterdi. Bu yüzden onlar, yüce Allah'ın
şu ayetini idrak ediyor, tadına varıyorlardı: "Bugün sizin hesabınıza
dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din
olarak İslâm'ı beğendim."
Müslüman bu kez Allah'ın müminlere İslam'ı
din seçmesi karşısında duruyor. Yüce Allah bu ümmeti kavraması ve gözetmesi
karşısında... Öyle ki onun için İslam dinini seçmiş ve beğenmiştir. Bu
Allah'ın bu ümmete sevgisini ve hoşnutluğunu da ifade etmektedir. Öyle ki
onun için bir dünya görüşü ve sistemi seçmiştir.
Bu müthiş sözler bu ümmetin omuzlarına pek
ağır bir yük bindirmektedir. O yüce gözetime denk gelecek bir yükü Allah
affetsin! Bu ümmetin, peşi sıra gelecek bütün nesillerinin sahip olacağı
nesneler, yüce Allah'ın bu şerefli korumasına tabii ki denk gelmez.
O'nun yayabileceği tek şey, gücü nisbetinde
nimete şükretmeye ve nimet vereni tanımaya ilişkin ayrıca gerekli olanı
anlayıp, gücü nisbetinde onu yerine getirmek ve kusur ve hatalardan dolayı
da avf ve bağışlama dilemekten ibarettir.
Allah'ın bu ümmete İslâm'ı din belirlemesi
ilkin, bu seçimin kıymetini bilmesini, sonra da gücü nisbetinde bu din
doğrultusunda olmak için çabalamasını gerektirmektedir. Aksi takdirde,
kendisine Allah'ın seçtiğinden başkasını tercih ederek Allah'ın hoşnut
olduğunu ihmal eden kimse ne kadar zavallı ne kadar aptaldır.
O halde cezasız bırakılmaması gereken büyük
bir suçtur. Allah'ın kendisi için seçtiğini terk eden serbest
bırakılmamalıdır. Fakat Allah İslâm dinini tercih etmeyerek dilediklerini
işleyenleri bırakıyor ve onlara süre veriyor. Bu dini tanıyıp, sonra terk
eden veya ondan ayrılanların kendilerine Allah'ın onlara seçtiği dünya
görüşünden başka bir dünya görüşü edineni Allah asla cezasız bırakmıyor ve
ona asla süre tanımıyor. Sonuçta onlara hakkettikleri cezayı veriyor.
Bu müthiş sözler önündeki bu duruşlardan daha
çoğuna gücümüz yetmiyor. Daha fazla uzatmadan, "Fî zılâl"de bu kadarla
yetiniyor, surenin akışıyla birlikte gelen yeni bölüme geçiyoruz:
4- Sana kendilerine nelerin
helal kılındığını soruyorlar. onlara de ki "Size temiz yiyecekler helal
kılındı. Allah'ın size sağladığı bilgileri öğreterek yetiştirdiğiniz
eğitimli ev hayvanları sizin için avladıkları hayvanları da yiyiniz ve
üzerlerine Allah'ın adını anınız. Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah'ın
hesaplaşması çok çabuktur. "
5- Bugün size temiz olan
yiyecekler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size ve
sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. İffetli ve hür mümin kadınları
-zinaya ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın- namuslu biçimde mehirlerini
verdiğiniz takdirde size helâldir. Kim iman etmeyi reddederse yaptığı
ameller boşa gitmiştir, o kimse ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.
Bu seçkin toplumun psikolojik durumunu tasvir
ediyor: İlkin yüce Allah'ın hitabıyla karşılaşmanın mutluluğuyla
şereflenmeleri, sonra da, haram kılınmasından korkarak kendilerine şüpheli
görünen cahiliye dönemindeki tüm davranışlardan kaçınıp, uzaklaşma
titizlikleri. Onlar bu yüzden bu yeni sistemin kabul ettiği herşeyi
öğrenebilmek için sorulara gerek duyuyorlar. Bu dönemin tarihini
inceleyenler, İslâm'ın Arapların psikolojisinde gerçekleştirdiği bu büyük
değişikliği göreceklerdir. İslâm onları şiddetle sarsıyor ve bütün cahili
pisliklerden arındırıyor.
Cahiliyye bataklığında bulup zirvelere
ulaştırdığı müslümanlara yeniden doğduklarını bildiriyor. Bunun yanısıra bu
dini yaymanın güçlüğünü, dirilişin büyüklüğünü, kaydedilen aşamanın
şahaneliğini ve nimetin bolluğunu hissettiriyor. Böylece amaçları,
kendilerine bu bol lütufları veren ilahî sisteme uygun olsun ve ona aykırı
davranmaktan kaçınsınlar. Bütün cahiliye dönemindeki alışkanlıklarına
yönelik bu duyarlılık ve çekingenlik, bu derin bilincin ve bu güçlü
sarsıntının ürünüdür. Bu yüzden, (haramları bildiren) ayeti işittikten hemen
sonra, Allah Rasulüne "... kendilerine neyin haram kılındığını" soruyorlar.
Bunu henüz işlemeden önce, helal olduklarını
kesin olarak bilsinler diye soruyorlar. Onlara şu cevap geliyor: "De ki;
size temiz olan yiyecekler helal kılındı."
Bu üzerinde düşünmeyi hakeden bir cevap. Bu
cevap, onların duygularına şu gerçeği nakşediyor: Onlara temiz şeyler haram
kılınmaz ve temiz şeylerden alıkoymazlar. Çünkü tüm temiz şeyler onlara
helaldir. Kendilerine yalnızca pis şeyler haram kılınmıştır.
Gerçekten, Allah'ın haram kıldığı herşey,
bozulmamış fıtratın psikolojik olarak iğrendiği leş, kan, domuz eti gibi
şeyler yada mümin kalbin nefret ettiği, Allah'tan başkası adına veya putlara
kesilen adaklar veya onların yanında bir çeşit kumar olan ok ve çekme gibi
şeylerdir.
Bu genellemenin ardından gelen bir ifade
olan; "temiz yiyecekler"e, özellikle bambaşka temiz türleri daha
eklenmektedir. Bunlar için eğitilip-yetiştirilmiş, sahipleri tarafından avı
nasıl yakalıyacağı öğretilmiş, yırtıcılardan doğan, şahin, pars, arslan ve
köpek benzeri av hayvanlarının tuttukları avlardır:
"Allah'ın size söylediği bilgileri öğreterek
yetiştirdiğiniz eğitimli av hayvanlarının sizin için avladıkları hayvanları
da yiyiniz ve üzerine Allah'ın adını anınız. Allah'tan korkunuz. Hiç
kuşkusuz Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."
Bu av için eğitilip-yetiştirilmiş avcı
hayvanların yakaladıkları avların helal olabilmesi; avcı hayvanların,
avlarını, sahipleri için tutmaları yani -açken ve sahipleri yanlarında
yokken kendileri için tuttukları dışında- avlandığı sırada tuttuğu avını
iyice koruyup, ondan yememeleri şarttır. Eğer av sırasında tuttuğu avın
etinden yerse, eğitilmemiş demektir. Bu durumda yakaladıkları av,
sahiplerinin değil kendilerinindir, dolayısıyla bu avları, sahiplerine helal
olmaz. Eğer yakaladığı ve yediği avın büyük bir kısmını bırakıp, henüz canlı
iken sahibine getirse -söz konusu av, kesilmesi ile helal olan bir hayvan
bile olsa kesim ile temiz olmaz.
Allah, müminlere, av hayvanlar ile onlara
olan nimetini hatırlatıyor. Onları, Allah'ın kendilerine sağladığı bilgileri
öğreterek yetiştirmişlerdir. Allah, bu hayvanları, onlara boyun eğdirmiş,
kendilerine onları eğitme gücü vermiştir. Ve nasıl eğiteceklerini de
öğretmiştir.
Bu, Kur'an'ın eğitim yöntemini örnek alan;
bahsetmedik bir nokta, ortaya koymadık bir ayrıntı bırakmayan hikmetli
metodun özelliğini ifade eden bir bölümdür.
Hatta insanın gönlünde şu gerçeğin hissini
uyandırıyor. Bu, Allah'ın, herşeyi; evreni yaratan, öğreten, onları
insanlara boyun eğdiren olduğu ve bütün erdemli davranışların, kazançların
nerede olursa olsun O'na döneceği gerçeğidir. Mümin Allah'tan geldiğini,
O'na döneceğini bir an bile unutmaz. Herşey O'nun varlığı sebebiyle vardır.
Bütün nesneler ve olaylar O'nun gücündedir.
Mümin biran bile her güç durumunda, her ruhi
bunalımında ve kalkıştığı her işte Allah'ın, ihsan ve yardımını göreceğinden
şüpheye düşmez. Bunların tümü, aslında Allah'ın "terbiyeci" oluşu gerçeğine
dayanır.
Allah, müminlere, avcı hayvanların
yakaladıkları avlar üzerine Allah'ın ismini anmalarını, avcı hayvanları
salarken bunu söylemelerini, bu hayvanların avını pençeleri veya dişleri ile
öldürdüklerinde, onun kesilmiş gibi olacağını, Allah'ın ismini, av keserken
veya avcı hayvanı avın üzerine salarken anmanın yeterli olduğunu öğretiyor.
Sonra ayetin bitiminde onlara, Allah'tan ve
çabuk hesaplaşmasından korkmaları uyarısı yapıyor. Haram ve helalın tümünü,
mümini hayatındaki tüm niyet ve amellerinin ekseni olan bu bilince bağlıyor.
Hayatın tümünü, Allah'ın, yüceliğini idrak etmeye, gizli ve açıkta O'nun
gözetiminde olduğunu bilmeye dayandırıyor. "Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz
Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."
Helal olan yiyecekler açıklanırken, araya
evlenilmesi helal olan kadınlar konusu da ekleniyor.
"Bugün size temiz olan yiyecekler helal
kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size ve sizin
yiyecekleriniz de onlara helaldir. İffetli ve hür mümin kadınlar ile sizden
önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli ve hür mümin kadınlar ile
sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları -zinaya
ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın- namuslu biçimde mehirlerini
verdiğiniz takdirde size helâldir..."
Böylece helal yiyecek çeşitlerine, bir kez
daha, ayet ile de değiniliyor:
"Bugün size temiz olan yiyecekler helâl
kılındı..."
İşaret ettiğimiz anlam teyit ediliyor ve
öncekiler ile yeni bahsedilen helal yiyecekler, temiz olmaları noktasında
birbirine bağlanıyor.
Burada, "İslâm yurdunda", müslüman toplum
arasında yaşıyan veya onlara zimmet ve ahd bağı ile bağlanan Kitap Ehli'nden
olan gayri müslimler ile ilişkiler hakkında, İslâm hoşgörüsünün
aşamalarından biriyle daha karşılaşmaktayız.
İslâm onlara, "dini hürriyet" verip, (izale
etmiyor) bırakmıyor.
İslâm onlara, "dini hürriyet" vermekle
yetinmiyor, İslâm toplumunda, köşesine çekilmiş terk edilmiş olarak
bırakmıyor. Onları, sevgi, güzel muamele ve birlikte yaşama gibi sosyal
ortaklık havası ile kucaklıyor. Onların yiyeceklerini müslümanlara, aynı
şekilde müslümanların yiyeceklerini de onlara helal kılıyor. (Birbirlerini
ziyaret edip konukları, birbirleriyle yiyip-içmeleri için. Sevgi ve musamaha
gölgesi altında gölgelenmesi için.) İffetli kadınlarını müslümanlara helal
(temiz) kılıyor. Onların kadınlarını da, müslüman iffetli kadınlar ile
birlikte anıyor.
Bu, diğer din ve millet mensupları arasında,
sadece İslâm'ın mensuplarının hissettiği musamahadır. Hristiyan katolikler,
yine hristiyan olan ortodoks protestan yada Maruni'lerle nikahlanmada güçlük
çıkarırlar. Onlara göre inancı gevşek olanlardan başkası buna yeltenmez.
Böylece, İslâm'ın evrensel bir toplum
oluşturma yolunda müsamahakar davranan tek sistem olduğu, müslümanlar ile
kitap sahibi dinlerin mensupları arasında bir tecride başvurulmadığı, İslâm
toplumunun bayrağı altında yaşayan değişik inanç mensupları arasına
-özellikle ilişkiler ve gidişattan- engeller konulmadığı ortaya çıkmaktadır.
(Dostluk ve yardımlaşma meselesinin hükmü ise, -sûrenin akışı içerisinde
geleceği gibi- ayrıdır.) Ehl-i Kitab'ın iffetli kadınların helal olma şartı,
iffetli mümin kadınlarla evlenme şartıyla aynıdır.
"Sizden önce kendilerine kitap verilenlerin
hür ve iffetli kadınları, zinaya ve metreslik ilişkisine başvurmaksızın
namuslu biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde size helaldir."
Bu şart ise, -kocanın karısını o sayede
koruyup, gözettiği- dini nikah yapma amacıyla mehir verilmesinden ibarettir.
Bu mal (mehir), fuhuş ve metres tutma yolunda verilmiş değildir.
Fuhuş, kadının her erkeğin olması, metres
tutma ise, özel bir erkeğin kadından nikahsız faydalanmasıdır. Bu her iki
yol da (İslâm, onları temizleyip-paklamadan, bataklıklardan zirvelere
ulaştırmadan önce) cahiliye araplarında yaygın olup, cahili toplumun
benimsediği şeylerdi.
Bu hükümleri şiddetli bir tehdit
izlemektedir: "... Kim iman etmeyi reddederse yaptığı ameller boşa
gitmiştir. O kimse ahirette hüsrana uğrayanlardan olur."
Tüm bu hükümler, iman ile
ilişkilendirilmekte, imanın kendisi veya delili oldukları sonucuna
varılmaktadır.
Onlardan döneklik edenler, imanı inkar etmiş,
`perdelemiş', örtmüş olur. İmanı inkar edenin ise, ameli, boşa gider ve
kabul edilmeyerek geri çevrilir. Ayetteki "boşa gider" (Habate) kelimesi,
hayvanın zehirli otlakta otlayıp ölmesini ifade eder. O, batıl amelin
gerçeklerini somutlaştırmaktadır. Zehirlenip şişerek telef olan hayvan gibi,
amel de, telef olur, izi bile kalmaz. Dünyadaki amelinin boşa gitmesi ve
batıl olması ötesinde ahirette de perişan olur.
Bu şiddetli ve korkunç tehdit, yiyecekler ve
nikah konusundaki helal ve haramlara ilişkin şer'î hükmün peşi sıra
gelmektedir. Bu da, bu sistemin parçalarının birbirine bağlılığına ve her
parçasının kendisine aykırı davranmasının hoş görülmediği ve küçük-büyük
hiçbir muhalefetinin kabul edilmediği "din" olduğunu göstermektedir.
Yiyecek ve kadınların temiz olanlarından söz
edildikten hemen sonra, namaz ve namaz için temizlenme hükümleri
gelmektedir.
TEMİZLENME HÜKÜMLÉRİ
6- Ey müminler, namaza durmak
istediğiniz zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız.
Başınızı meshediniz, topuklara kadar ayaklarınızı da.
Eğer cünüpseniz iyice yıkanınız. Fakat eğer
hasta yada yolcu iseniz veya içinizden biri heladan gelmiş ise, yada
kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir
toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzlerinize ve ellerinize sürünüz.
Allah'ın istediği siz zor koşmak değildir.
Fâkat O, sizi temizlemek ve size yönelik nimetini tamamlamak ister ki,
şükredesiniz diye. "
Temiz yiyeceklerden ve pak kadınlardan
bahseden ayetlerin yanısıra; namaz ve temizlenmeden bahsedilmesi, av, ihram
ve Mescid-i Haram'da müslümanların yaptığı işlerin hükümlerinin yanısıra;
temizliğin hükmünden bahseden ayetin gelmesi, sırf tesadüf eseri yada söz
akışının genel havasından uzak birşey değildir. Bu ancak, konu bütünlüğünün
ve Kur'an düzeninin hikmeti gereği olarak gelmiştir.
Ayetler; İlk olarak temizliğin farklı bir
türünden bahsediyor:
Pak ruh temizliğinin yanısıra, yiyecek ve
kadınların temiz olanlarından. Mümin kalp burada, diğer nimetlerde
bulamadığı bütünü bulmaktadır. Bu, temiz pak ve huşu içerisinde Allah'a
ulaşma nimetidir. Yiyecek ve kadınlardan söz edilmesi biter bitmez temizlik
ve namaz nimetine geçiliyor. (İnsan hayatındaki tüm temiz nimet türleri
tamamlansın diye, "insan"ın varlığını tekamül etti.
İkincisi ise, temizlik ve namaza ilişkin
hükümler; yiyecek ve evlenme hükümleri, haremin içinde ve dışında avlanma
hükümleri, savaş ve barışta insanlara karşı olan tavırlara ilişkin hükümler
ve sûrenin geri kalanında bahsedilen tüm hükümler; Allah'a kulluktur, tamamı
Allah'ın dinidir. Bu "din" de; fıkıhta, "ibadet hükümleri" ismini alanlar
ile, "muamelat hükümleri" ismini alanların birbiriyle bağlantısı
koparılamaz.
Meseleleri konularına göre ve bir düzen
içerisinde incelemek zorunluluğundan doğan bu ayrımın; Rabbani sistemin
temelinde ve İslâm şeriatının aslında hiçbir yeri yoktur. Bu sistem, hem
ona, hem de buna eşit olarak birleştirmektedir. Her ikisi hakkındaki hüküm
aynıdır: Onlar Allah'ın dinini, şeriatını ve sistemini oluşturmaktadır.
İtaat ve bağlılık noktasında, birbirinin diğerine bir üstünlüğü yoktur. Her
iki parça da, ancak diğeri ile ayakta durabilir. Din ancak müslüman toplumun
hayatında, her ikisi de aynı seviyede gerçekleştirildiğinde ayakta
durabilir.
Tümü, Allah'ın, müminlere yerine
getirmelerini emrettiği "sözleşme"lerdir. Hepsi, müslümanın, Allah'a
yakınlık niyeti ile gerçekleştirdiği `ibadetler'dir.
Tamamı, müslümanın, Allah'ın kulluğa tek
layık olan merci olduğunun ilanıdır. Ortada "ibadetler" ve "muameleler"
şeklinde iki ayrı kategori yoktur. Bu ayrım, yalnızca bir "ıstılah"
sorunudur ve ancak fıkıh ilminde kullanıla gelen bir sıralama sorunudur.
Yoksa bunların tümü, hem "ibadet", hem "farzlar" hem de, Allah ile yapılan
`sözleşmelerdir. Onlardan herhangi birini ihlâl etmek, Allah ile yapılan
`iman' sözleşmesini ihlâl etmek demektir.
Tüm bunlar, Kur'an'ın değindiği
inceliklerdir. Konuların akışı içerisinde gelen bu değişik hükümleri
anlatmayı sürdürüyoruz...
"Ey müminler namaza durmak istediğiniz zaman
yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız, başınızı meshediniz,
topuklara kadar ayaklarınızı da.
Eğer cünüpseniz iyice yıkanınız. Fakat eğer
hasta yada yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise, yada
kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir
toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzlerinize ve ellerinize sürünüz."
Namaz, Allah ile buluşma, huzurunda durma,
gizlice ve fısıltı ile O'na dua etmektir. Şüphesiz bu duruş için hazırlık
gereklidir. Ruhun hazırlanması yanısıra vücudun da temiz olması gereklidir.
Sanırım bu yüzden abdest alınır. Doğrusunu Allah bilir. İşte ayette sözü
edilen abdestin farzları şunlardır:
1- Yüzü yıkamak
2- Dirseklere kadar kolları yıkamak,
3- Başı meshetmek,
4- Bileklere kadar ayakları yıkamak.
Bu farzlar çerçevesinde önemsiz kimi fikir
ayrılıkları söz konusudur. Bunların en önemlisi, "Sözü edilen sıralama farz
mıdır? Yoksa bu sıralamaya uymamak caiz midir?" şeklindeki tartışmadır. Bu
konuda iki farklı görüş vardır...
Bu, abdest almanın şeklidir. Cünüblükte
-ister cinsel ilişki, isterse ihtilam sebebiyle olsun- tüm vücudu yıkamak
farzdır.
Ayet, abdest ve guslün farzlarını
açıkladıktan sonra, teyemmümün hükmünü izaha geçiyor. Teyemmüm, aşağıdaki
durumlarda söz konusu olur:
1- Abdestsiz kişinin su bulamayacağı durumda.
2- Yıkanması veya abdest alması gerektiği
halde, kişinin sudan zarar görecek şekilde hasta olması durumunda.
3- Yıkanması veya abdest alması gerektiği
halde, kişinin yolculukta olması durumunda.
Ayet, abdestin gerektiği duruma "biriniz
helâdan geldiğinde" ifadesi ile işaret ediyor. Helâ, insanların tabii
ihtiyaçlarını giderdikleri mekandır. "Helâdan gelmek" sözü, büyük veya küçük
ihtiyacı gidermekten kinayedir.
Ayet, guslün gerektiği duruma ise, "veya
kadınlara dokunduğunda" ifadesi ile, işaret ediyor. Çünkü bu ince ifade,
"cinsel ilişkiyi" kinaye yoluyla anlatmada yeterlidir.
Bu durumlarda abdestsiz veya gusülsüz kişi,
-teyemmüm yapmadan- namaz kılamaz. Teyemmümü ise, -hayvanın sırtında veya
duvarda bulunan tozlar bile olsa- temiz toprak adı verilebilen şeyler ile
yapılır. Eller toprağa vurulur, sonra silkelenir, sonra eller yüze sürülür
ve kollar dirseklere kadar sıvazlanır. Yüz ve eller için bir veya iki vuruş
gerekir. Bu konu ihtilaflıdır.
Burada "kadınlara dokunduğunuzda" ayetinin
kastettiği anlam çevresinde, fıkhî ihtilaflar söz konusudur. Bu mutlak
olarak "dokunma" mıdır yoksa, "cinsel ilişki" midir?
Şehvetle veya şehvet duymadan yapılan bütün
dokunmalar buna dahil midir? Bu sorularda fikir ayrılığına düşülmüştür. Her
hasta teyemmüm eder mi yoksa, sudan zarar görecek hasta mı teyemmüm eder?
sorusu da ihtilaflıdır. Soğuk su varsa hastalık ve eziyet korkusu ile
teyemmüm olur mu? Tercih edilen görüşe göre "evet".
Ayetin sonunda şu ifade yer alıyor:
"Allah'ın istediği sizi zora koşmak değildir.
Fakat O sizi temizlemek ve size yönelik nimetini tamamlamak ister ki,
şükredesiniz diye.."
Temizlenmek -daha önce de belirttiğimiz gibi-
Allah ile buluşmada gerekli bir durumdur. Bu ruh ve beden düzeyinde, abdest
ve gusül gerçekleşir. Teyemmüm ise, sadece bu temizliği sağlar. Su
bulunmaması veya suyun kullanılmasında zarara uğranılması durumlarında,
teyemmüm ile temizlenme caizdir. Görüldüğü gibi, Allah, insanları günaha
sürüklemek onlara, zorluk yüklemek ve güç gelen şeyleri teklif etmek
istemez. O ancak, onları temizlemek, bu temizlik ile üzerlerindeki nimetini
tamamlamak onları, nimetine şükretmeye -daha çok arttırması için- yöneltmek
diler. Bunlar, bu sağlam ve kolay sistemdeki fayda, üstünlük, kolaylık ve
gerçekliktir, pratikliktir.
Ardından, ayetin önümüze serdiği abdest,
gusül ve teyemmümün hikmeti ile karşılaşıyoruz:
"Size yönelik nimetini tamamlamak ister ki,
şükredesiniz diye..."
Ayet bizi, İslâm'ın duygular ve konularda
aynı derecede gerçekleştirdiği bütünlüğe götürüyor. Abdest ve gusül, sırf
vücudun temizlenmesi değildir. Çünkü böyle olsaydı; "Bedevi arapları gibi
bizim de bu işlemleri yapmamıza gerek yoktur. Çünkü biz medeniyetin gereği
olarak, banyoya giriyor ve organlarımızı temizliyoruz" diyenler haklı
olurdu.
Bu işlemler, müslümanın Rabbine yöneldiği tek
bir ibadetde ve amelde (ruh ve beden temizliğini) birleştirmek amacıyla,
hizmet etmektedir. Ruh temizliği daha ağır basmaktadır. Çünkü su
kullanılması mahzurlu olduğunda, sadece daha ağır basan -yani ruh temizliği
için- bu yanının gerçekleştiği teyemmüm yapılır. Bütün bunlardan öte bu din,
her durumu, tasvir ve şartlarda sağlam bir sisteme yönelten ve hikmetini
bütün bu durumlarda gerçekleştiren genel yöntemi sebebiyle böyledir. Bu
hikmeti, (herhangi bir durumda) ortadan kalkar ve de değişikliğe uğrar.
Biz ilimsiz, kılavuzsuz ve aydınlık bir kitap
olmaksızın fetva vermeden önce, bu inancın gizliliklerini anlamaya ve
Allah'a karşı bildiklerimiz ve bilmediklerimizde aynı derecede edebli olmaya
yönelelim. (Bu durum, zekat ve mali vergilerde de böyledir. Mesele uzundur,
doyurucu tafsilat veremiyoruz. Bu konu ilerde yine gelecektir.)
Abdest veya gusül ile temizlenmek mahsurlu
olduğu, yada diğer zararlar söz konusu olduğu zaman, namaz kılmak için
teyemmüm almak olayı, bizi, İslâm sisteminin namazın önündeki tüm engelleri
kaldırarak onun ikamesine ne kadar istekli olduğunu göstermektedir.
Bu yargımız, korku halinde kılınan namaz,
hastalık halinde imkan nisbetinde oturarak veya yatarak kılınan namaz gibi,
diğer hükümler de bağlantılıdır. Tüm bu hükümler, namazın kılınmasına
yönelik isteğin derecesini ve sistemin insan üzerindeki eğitsel amaçlarını
gerçekleştirmek için, bu ibadete yüklediği görevin sınırlarını ortaya
koymaktadır. Çünkü, Allah ile buluşmak ve huzurunda durmak; derin tesirler
yapmakta, en zor şartlarda. bile ihmal edilmemekte ve müslüman bu duruşu, bu
buluşması sonucu, Rabbi ile olan buluşması arasına hiçbir engel
sokulmamaktadır. Hiçbir sebeple ertelenmemektedir. Çünkü namaz, kalbin
yakarışı, gölgelikte istirahat ve buluşma sevincidir.
ADALETİN DAYANDIĞI TEMEL
NOKTA
Temizlenme hükümleri ve daha önce geçen
hükümlerin ardından iman edenler; Allah'ın kendilerine olan iman nimeti ve
onlarla yaptığı dinleyip itaat etmek -İslâm'a bu `sözleşme' ile girilir-
sözleşmesi hatırlatılmakta. Yanısıra Allah'tan korkmaları ve O'nun
gönüllerde olanı bildiği belirtilmekte:
7- Allah'ın size yönelik
nimeti ile "Duyduk ve uyduk " dediğiniz zaman, O'na verdiğiniz bağlayıcı
sözü hatırlayınız. Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah, kalplerinizin
özünü bilir.
Bu Kur'an'a ilk kez muhatap olanlar, -yukarda
da belirttiğimiz gibi Allah'ın bu din ile kendilerine verdiği nimetin
değerini anlıyorlardı. Çünkü onlar,nimetin gerçeğini; varlıklarına,
hayatlarına, toplumlarına ve tüm insanlar arasındaki konumlarına sevk
ediyorlardı.
Bu yüzden bu nimete değinmek ve sadece işaret
etmek, yeterli oluyordu. Çünkü kalplerinin yönelişleri ve hayatlarındaki
yüce gerçeğe bakışları somut tu.
Yanısıra, dinleyip itaat etmek üzere söz
verdikleri konusunda, Allah'ın sözüne değiniliyor ve onlara tanıdıkları
bildikleri gerçekle hatırlatılıyor.
Bir taraftan da, Allah ile yaptıkları
`sözleşmeleri' karşısında Allah'ın huzurunda durmanın, duyguda uyandıracağı
yüce hislerin tesirinde bırakıyor.
Bu konum, gerçeğine sarılıp, tam anlamıyla
düşünüldüğünde anlaşılacağı gibi, müminin duygularında büyük etkiler yapan
bir durumdur. Bu yüzden AI!ah aynı ayette onları, takvaya ve kalplerinde ve
ortaya dökülmemiş düşüncelerinde bile O'nun gözetimini hissetmeye
yöneltiyor.
"...Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah
kalplerinizin özünü bilir."
"Kalplerin özünü bilir" ifadesi Kur'an'da
karşılaştığımız canlı ve duygulandırıcı bir ifadedir. Taşıdığı incelik,
güzellik ve ibretlere değinmek yerinde olacaktır.
"Kalplerin özünü bilir" gönüllerin sahibi,
arkadaşı, ayrılmaz yoldaşı anlamında olup; gizli hisler, düşünceler ve
sırlardan kinayedir. Kalbin, sürekli ve devamlı yanında olma özelliğini
taşıdığını ifadelendiren bu sözler, gizlilik ve sırlarının Allah'ın ilminde
apaçık ortada olduğunu ve Allah'ın "Kalplerin özünü" bilmekte olduğunu
ortaya koymaktadır.
Allah'ın müslüman ümmetten aldığı söz;
"insanlara adaletle davranma"yı da içermektedir. Dengesi, sevgi veya
düşmanlık sebebiyle bozulmayan hısımlık, çıkar veya şahsi arzular gibi
herhangi bir olgunun etkisinde kalmayan "katıksız adalet". Diğer tüm
sebeplerden öte, yalnızca Allah için ayakta tutulan, Allah'ın gözetimi ve
kalplerin gizlediklerini bildiğinin şuuruna varılmasından kaynaklanan
adalet.. Bundan dolayı şöyle sesleniliyor:
8- Ey müminler, her
davranışınızda Allah'ı sıkı sıkıya gözeten ve adalete bağlı şahitlik eden
kimseler olunuz. .Sakın herhangi bir gruba karşı duyduğunuz kin, sizi
adaletsiz davranmaya sevk etmesin. Adil olunuz, tak raya en yakın tutum
budur. Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah, bütün yaptıklarınızdan
haberdardır.
Allah iman edenleri; vaktiyle onları Mescid-i
Haram'a sokmamış olanlara karşı duydukları kinlerinin kendilerini
adaletsizliğe sürüklemesinden sakındırıyor. İşte bu, sağlam ilahî eğitim
metodu sayesinde kendilerini Allah'a yükselten, nefis hakimiyeti ve
hoşgörünün ulaştığı, en doruk noktadır. Onlar, kinleri yüzünden adaletten
sapmaları men edilen kimselerdir.
Bu, ulaşılan zirve noktasıdır. Ayrıca nefse
ağır ve zor gelen bir görevdir. Bu, hiç düşmanlık etmemek veya kendini
zaptetmenin de ötesinde bir aşamadır. Varolan tüm hoşnutsuzluk ve kine
rağmen, şuurlu olarak adaleti yerine getirmeye yönelmek! İlk teklif daha
kolaydır. Çünkü bu, düşmanlık etmeyip kendini zaptetmekle yerine getirilen
pasif bir tutumdur. İkinci teklif ise daha güçtür. Çünkü kişiyi tüm kin ve
düşmanlığına rağmen, adaleti ve dengeyi sağlamaya yönelten aktif bir
davranıştır. Hikmetli eğitim metodu, bu güçlükleri aşmaya muktedirdir.
Ardından bu husustaki yardımları sıralıyor:
"Ey müminler, her davranışınızda Allah'ı
gözetin.."
Bunu başka bir yardım izliyor:
"Allah'tan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah bütün
yaptıklarınızdan haberdardır."
İnsan vicdanı, bu zirveye; Allah ile direkt
bağlantı kurup bu konuda gayret sarf etmeden, bunu da Allah'ın dışındaki
herşeyden uzaklaşıp ve herşeyi yalnızca O'nun için yerine getirmeden, O'ndan
sakınmanın bilincine varıp, gizliliklerin ve kalplerin özünün O'nun
gözetiminde olduğunu duymadan, kesinlikle ulaşamaz. Kendini Allah'a adamak
ve O'nun gözetiminde eylemlerde bulunmak, tüm diğer değerlerden soyutlanmak
dışında; yeryüzü kaynaklı hiçbir değer yargısı, insan vicdanını, bu zirveye
ulaştırıp yükseltmeye güç yetiremez. Yalnızca yukarda bahsettiklerimiz, bu
vicdanı, o zirveye ulaştırmaya yeteneklidir.
Yeryüzündeki hiçbir inanç veya sistem,
taraftarlarına, kin besledikleri düşmanlarına karşı, "katıksız adalet" ile
davranmaya sorumlu tutmamıştır. Yalnızca bu din, müminlere, bu emri Allah
için yerine getirmelerini, O'nun gözetiminde amele koyulmalarını ve diğer
tüm bakış açılarından uzaklaşmalarını öğütlediğinden onlara, bu sorumluluğu
yüklemiştir.
Benimsesin benimsemesin, tüm insanları,
adalet gölgesi altında yaşatmayı üstlenmiş ve taraftarlarına -kin ve
düşmanlık duydukları insanlara karşı bile bu adaleti, Allah için uygulamayı
farz kılmış olan bu din, bu prensipleri sebebiyle tüm insanlığa gönderilen
evrensel son dindir.
Bu, güç ve gayret isteyen bir iş olmasına
rağmen, bu ümmetin insanlara karşı yerine getirmesi zorunlu bir görevdir.
Bu ümmet, İslâm'a göre yaşadığı günlerde,
prensipleri yerine getirmiş ve sorumluluğunu yüklenmiştir. Bu, soyut bir
tavsiye ve sırf bir yüce örnek değildir. Aksine, günlük hayatta uygulanan
bir realite, insanlığın gerek daha önce ve gerek daha sonra benzerini
göremediği bir gerçektir. Bu aydınlık İslâm devirleri dışında, böylesi bir
seviyeye ulaşılmamıştır.
Bu konudaki pek çok örnek, tarih sayfalarında
yer almaktadır. Bu örnekler şuna tanıklık etmektedir:
Bu ilahî öğütler ve farzlar; bu ümmetin
hayatında ve gerçeklik dünyasında rahatlıkla uygulanabilen dolayısıyla bu
ümmetin günlük yaşamında somutlaşan bir sisteme dönüşmüştür. O, ne ulaşılmaz
hayalî bir örnektir, ne de ferdi bir misaldir. Bu noktada o, insanların ona
denk başkaca bir yol bulamadıkları hayat realitesidir.
Bu yüce zirvenin, her yerde ve her dönemde
-Modern cahiliyet de dahil bütün cahiliye türlerine olan üstünlüğü göz önüne
alınca; Allah'ın insanlık için ortaya koyduğu sistem ile, insanın insan için
icad ettiği sistem arasındaki büyük farklılık ortaya çıkıyor. Bu sistemin
sonuçları ile o sistemin sonuçları arasında; hem realitede hem de,
zihinlerde kat edilemez mesafeyi görüyoruz.
İnsanlar bu prensipleri biliyorlar ve
onlardan övgüyle söz ediyorlar. Fakat bu ayrı, onları gerçeklik dünyasında
yürürlüğe koymak ise daha ayrı bir şey. İnsanın, bu insanlarla, öğütlediği
bu prensiplerin gerçeklik aleminde uygulanamaması tabiidir. Çünkü önemli
olan, insanları, bu prensiplere çağırmak değildir. Fakat asıl önemli olan,
kimin onları bu prensiplere çağırdığı ve bu çağrıyı seslendiren kaynağın
kimliğidir. Bu çağrının vicdanların ve zihnin üzerindeki otoritesi
önemlidir. Yine önemli olan, insanların, bu prensipleri gerçekleştirmek için
ısrar ve gayretle başvurdukları kaynaktır.
Bu prensiplere yönelik dini çağrının önemi;
otoritesinin Allah'a dayanmasındadır. Falanın ve filanın söylediklerinin
dayanağı nedir? Yani gönüller ve vicdanlar üzerinde bir otoritesi var mı?
İnsanlar bu prensipleri kabul edip onları gerçekleştirmek uğrunda tüm
gayretlerini ısrarla ortaya koyduklarında, bu otorite onlara ne karşılık
verebilecektir. Binlerce davetçi adalete, temizliğe, hürriyete, hoşgörüye,
onura, sevgiye ve fedakarlığa çağırabilir. Fakat onların bu çağrılarının,
insanların vicdanında bir etkisi olmuyor, titreşim meydana getirmiyor ve
gönüllerde yer etmiyor. Çünkü bu çağrıları, Allah, hiçbir delille
desteklememiştir.. Söz önemli değildir. Önemli olan, bu sözlerin arkasında
kimin olduğudur. İnsanlar, kendileri gibi herhangi bir insan olan
davetçiden, Allah'ın desteğinden yoksun olan bu prensiplerin, örneklerin ve
kuralların benzerlerini duymaktadır. Fakat bunların etkisi nedir? Onların
fıtratı, bu direktiflerin kendileri gibi insandan kaynaklandığını idrak
ediyor ve insanın damgasını taşıyan herşeyi; cahillik, acizlik, arzu ve
kusur ile damgalıyorlar. İnsan fıtratı bu direktifleri temelde böyle
algılamaktadır. Bunların insanların fıtratlarında bir yetkisi, varlıklarında
bir coşkusu ve yaşamlarında -bazı istisnalar dışında- bir etkisi yoktur.
Sonra, dindeki bu "tavsiyeler"in değeri; hayatın şeklini "icraatlar" ile
birlikte tekamül ettirmesindedir.
Bunlar boş yere tavsiye edilmemişlerdir. Din
sırf tavsiyeler ve prensipler koymakla yetinseydi, bu tavsiyeler ne
uygulanır, ne de gerçeğe uygun düşerdi. Zaten şu sıralarda bu durumu, her
yerde görmekteyiz.
Hayatın tamamı için dinin yöntemine uygun bir
sistem gereklidir. Ancak bu sistemin gölgesinde, dinin tavsiyeleri
uygulanabilir. Gerçekliğin ışığında uygulandığında, tavsiyeler ve
"icraatlar" bütünleşir. İşte -başkasında değil ancak İslâmî anlayışta "din"
budur. Yaşamın her alanında, ortaya koyduğu sistem ile somutlaşan din. Bu
anlamıyla din, müslüman toplumun yaşamında uygulandığı zaman, tüm insanlık
bu yüce zirveden haberdar olacak, Arap cahiliyesi yada diğer cahiliyelerin
de bataklığından kurtulacak ve bu yüce zirveye tırmanacaktır. Din,
minberlerdeki tavsiyeler ve camilerdeki vaazlara dönüşüp, hayatı
düzenlemekten uzaklaştırıldığında, dinin realitede asıl şekliyle var olduğu
iddia edilemez.
Allah'ın, davranışlarında sırf kendisini
gözeten müslümanlara, bir müeyyide ve mükafat belirlemesi, önderlik
sorumluluğunu üstlenmeye ve "sözleşmeyi" yerine getirmeye teşvik etmesi
zorunlu idi. Gerçekten de, Allah katında kafir olup yalanlayanlar ile; iman
edip, salih amel işleyenlerin akıbeti arasında bir fark olacaktır:
9- Allah, iman edip iyi
ameller işleyenleri bağışlayacağını ve kendilerine büyük mükafat vereceğini
vaad etmiştir.
10- Küfre sapıp ayetlerimizi
yalanlayanlar ise cehennemliktirler.
Bu, yüce sorumlulukları yüklenen iyilik
taraftarlarına, dünya hayatından mahrumiyetine karşılık verilen bir ödüldür.
Bunlar ile karşılaştırılan -yeryüzündeki insanların inad arzu ve ısrarlarına
rağmen- önderlik sorumluluğunu üstlenmek, çok basit bir iş olmaktadır.
Bu böyle bir ilahî adalettir ki, iyilik
taraftarlarının ödülü ile, kötülük taraftarlarının ezası denk kılınmamıştır.
Bu adalete ve bu cezaya, müminlerin kalplerini ve bakışlarını çevirmek
gereklidir. Bu, hayatın olumsuz şartlarından soyutlanıp, sırf Allah'a
bağlanmak için şarttır. Bu konuda kalplerin, Allah'ın rızasını duyması ve bu
hoşnutluğun tadını tatması yeterlidir. Nitekim sözleşmeyi yerine getirmenin
tadına varmak da böyledir. Fakat sistem, bütün insanları insanın doğasıyla
birlikte değerlendiriyor. Allah, böylelerinin,bağışlanmaya ve büyük ödüle
olan arzusunu bilmekte ayrıca, yalanlayan kafirlerin de cezasını bilmeye,
ihtiyaç duyduklarını bilmektedir.
Bu iki bilgi, insanın tabiatını hoşnut eder;
akıbetine ve cezasına karşı tatmin eder ve kötülerin tavırları karşısında
öfkesini yatıştırır. Özellikle hile ve tuzaklarını gördükten sonra bile,
bunlara karşı tüm nefretine rağmen, adaleti uygulanmakla yükümlü olduğu
hesaba katılırsa! İlahî sistem, insan tabiatını, onu her yönüyle bilen
Allah'ın bilgisi ile ele alıyor, duygularına nüfuz edecek ve varlığıyla bu
davete uyacak şekilde ona sesleniyor.
Bu, Allah'ın hoşnutluğunu gösteren, büyük
ödül ve bağışlanmanın ötesinde bir şeydir. Allah'ın ödül ve bağışlamasındaki
hoşnutluğunun tadı, nimetlerinin tadından daha üstündür.
Sûrenin akışı, İslâm toplumunda adalet,
dürüstlük ve hoşgörü ruhunu (ortamını) kuvvetlendirmeyi ve düşmanlık,
adaletsizlik ve öç almak duygularını zayıflatmaya geçiyor. Müslümanlara,
Hudeybiye yılında olduğu gibi, müşriklerin düşmanlıkla kendilerine uzanan
elleri engellendiği zaman, Allah'ın üzerlerindeki nimeti hatırlatılıyor:
11- Ey müminler, Allah'ın
size yönelik nimetini hatırlayınız. Hani bir grup size el uzatmaya
yeltenmişti de Allah onların size el uzatmalarına engel olmuştu. Allah'tan
korkunuz. Müminler Allah'a dayansınlar.
Bu ayetin kimin hakkında indiğini
belirlenmesinde farklı görüşler vardır. Fakat tercih edilen görüşe göre bu
ayet, Hudeybiye günü Hz. Peygambere ve müslümanlara olan sözlerini bozmaya
ve onları ani boşlukta yakalamaya niyetlenen yahudi topluluğuna işaret
etmektedir.
Fetih sûresinde ayrıntılı olarak
incelediğimiz gibi, Allah, "onları müslümanların eline esir düşürmüştür."
Olay ne olursa olsun, bu eşsiz eğitim
metodunda vurgulanan ve özendirilen şey; bunun taşıdığı ibret dersidir ki, o
da, müslümanların gönüllerinde bu topluma karşı yerleşmiş bulunan kin ve
nefreti dindirmektir. Müslümanlar, Allah'ın kendilerinin koruyucusu ve
gözeticisi olduğunu bilerek, huzur ve güven ortamında yaşamışlardır. Bu
huzur ve güven ortamında, nefislerine hakim olmaları; kalplerinin yumuşaması
ve adaleti kolaylıkla yerine getirmeleri amaçlanmaktadır. Böylece
müslümanlar, Allah'ın kendilerini koruyup gözetmesini ve onlara uzanan
elleri engellemesini düşünüp, O'na olan ahidlerini yerine getirmemekten
çekinsinler.
Kur'an'ın resmettiği ifadeler karşısında
biran durmayı da unutmayalım:
"Hani bir grup size el uzatmaya yeltenmişti
de, Allah onların size el uzatmalarına engel olmuştu..."
Ellerin uzatılması ve engellenmesi
hareketinin tasviri, diğer soyut ifadelerden daha canlıdır. Kur'an'ın
açıklaması, tasvir ve hareket metodunu izliyor. çünkü bu yöntem,
açıklamalara mükemmellik ve duruluk vermekte.
Sanki bu ifade, ifadelendirdiği soyut gerçeği
ortaya koymak, onun hareketli ve canlı bir resmini apaçık ortaya koymak
için, ilk kez kullanılıyor.. İşte kur'an yolu...
Yukardaki dersimizin son bölümünde, Allah
müslümanlara, onlarla yaptığı sözleşmeyi ve bu sözleşme ile kendilerine
verdiği nimeti hatırlatmıştı.
Bu, Allah ile yaptıkları sözleşmeyi
korumaları ve onu bozmaktan kaçınmaları içindi.
KİTAP EHLİNİN ANLAŞMAYI
BOZMASI
Şimdi, Kitap Ehli'nin `antlaşmalarına' karşı
durumu ve bu `sözleşmelerini' bozmaları sonucu hakkettikleri azabtan söz
ederek, derse başlıyor. Bu da müslüman topluma tarihi bir örneği hatırlatmak
ve Allah'ın değişmeyen ve kimsenin aykırı hareket edemiyeceği sünnetini
ortaya çıkarmak, bunun yanısıra üçüncü bir neden olarak da Kitap Ehli'nin ve
kanunlarının gerçek durumunu açıklamak, hedeflerini gütmektedir. Bu ise,
Kitap Ehli'nin müslümanların saflarında kurdukları tuzakları bozmak ve
gerçekte, daha önce bu dini tahrif etmiş olmalarına ve Allah'ın ahdini
bozmalarına rağmen, sanki dinlerine sımsıkı bağlılarmış gibi göstererek
gizledikleri tavsiye ve danışmalarını boşa çıkarmak içindir. Bu ders,
Allah'ın onları Mısır'da ezilmiş halden kurtardığı sırada, Musa'nın
toplumuyla yaptığı antlaşmayı sonra, bu antlaşmayı bozmalarını, dolayısıyla
hidayet ve nimet ortamından lanetli ve kovulmuş durumuna düşmeleri
konularını içermekte. Bunun yanında Allah'ın, "Biz hristiyanız" diyenlerle
yaptığı antlaşma, onların bunu bozmaları sonucu, ayrıldıkları mezhepler
arasındaki düşmanlığın kıyamete değin süreceği anlatılmakta. Daha sonra
yahudilerin, o mukaddes beldeye girmek konusunda, Allah'a verdikleri söze
rağmen geri dönmeleri ve Allah'ın kendileri ile yaptığı "sözleşmenin"
sorumluluğundan kaçınmaları ve Hz. Musa'ya, "Sen ve Rabbin gidip savaşın.
Biz işte burada bekliyoruz." demelerinden söz edilmekte.
Yahudi ve hristiyanların antlaşmalarına ve bu
antlaşma karşısındaki konumlarına ilişkin bu değinilere ara veriliyor,
kendilerine verilen nimet ve iktidar karşılığında Allah ile olan
antlaşmaları uyarınca, O'nu bir saymak ve müslümanlardan olmak üzere
yaptıkları antlaşmayı bozmaları ve tüm bunlardan yüz çevirmeleri sonucunda
lanetlenmişlik, bölünmüşlük ve perişanlık ile karşılaşmalarının adından da
yahudi ve hristiyanların inançlarındaki sapmalar ortaya konmakta.
Böylece ayet, onların yeniden hidayete -son
dinin getirdiği ve son peygamberin ilettiği hidayete- çağrılmasını da
içeriyor. Daha önce çağrıldıkları "hüccet" üzerinden uzun süre geçmesi, en
son gelen peygamberlerinden bu yana uzun bir ara geçmesi nedeniyle kavram
kargaşalığına düştüler. İşte onlara korkutucu ve müjdeci geldi. Eski
"hüccet"in hükmü kalktı ve "delil" ortaya kondu.
Bu çağrı esnasında, Allah'ın dininin temelde
bir olduğu ve tüm kulları ile yaptığı, O'na iman edeceklerine, O'nu bir
bileceklerine, ayrım yapmaksızın peygamberlerine iman edip
destekleyeceklerine, namaz kılıp, zekat vereceklerine ve Allah yolunda
Allah'ın verdiği nimetlerden infak edeceklerine ilişkin ahdin de aynı olduğu
belirtilmekte, bu ahde olan sağlam inanç ve doğru bir şekilde yapılan
kulluğu ve doğru toplumsal sistemin esaslarını belirlediği ortaya
konmaktadır.
12- Allah, İsrailoğullarından
kesin söz almış başlarına kendi aralarından on iki önder göndermiştik. Allah
onlara demişti ki; "Ben sizinle beraberim. Eğer namazı kılar, zekatı verir,
peygamberime inanır, onların tarafını tutar ve dünyada karşılığını
beklemeksizin Allah'a borç verirseniz, kesinlikle kötülüklerinizi siler,
sizleri altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştiririm. Bu sözleşmeden
sonra içinizden kim kâfir olursa doğru yoldan sapmış olur.
13- Verdikleri sözlerden
caydıkları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar
kelimelerin anlamlarını değiştirirler, kendilerine verilen öğütlerin
başlıcalarını unuturlar. Pek azı dışında, onlardan sürekli ihanet görürsün.
Yine de onları bağışla, yaptıklarına aldırış etme. Hiç şüphesiz Allah iyi
davrananları sever.
14- "Biz hristiyanız"
diyenlerden de kesin söz almıştık. Fakat onlar da kendilerine verilen
öğütlerin başlıcalarını unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına
düşmanlık ve kin .saldık. Allah şimdi yaptıklarını ilerde onlara tek tek
bildirecektir.
Allah'ın yahudilerle yaptığı sözleşme, şartı
ve sonucu olan iki taraflı bir antlaşma idi. Bu ayet, antlaşmanın bağlanması
ve hangi şartlar altında yapıldığını anlattıktan sonra, bu antlaşmanın
maddelerini, şartını ve sonucunu tesbit ediyor. Antlaşma, İsrail denilen Hz.
Yakub'un oğullarından türeyen tüm kabileleri temsil eden 12 yahudi reisle
yapılmıştır. Antlaşmanın metni şöyledir:
"Allah, İsrailoğullarından kesin söz almış
başlarına kendi aralarından on iki önder göndermiştik. Allah onlara demişti
ki; "Ben sizinle beraberim. Eğer namazı kılar, zekatı verir, peygamberime
inanır, onların tarafını tutar ve dünyada karşılığını beklemeksizin Allah'a
borç verirseniz, kesinlikle kötülüklerinizi siler, sizleri altlarından
ırmaklar akan cennetlere yerleştiririm. Bu sözleşmeden sonra içinizden kim
kafir olursa doğru yoldan sapmış olur."
"Ben sizinle beraberim". Bu büyük bir söz.
Allah'ın beraber olduğu kimseye -bu halde- kim karışabilir. Biri ona karşı
koymaya bile, o gerçekte ne bir varlığa, ne de bir olan toz zerresinden
ibarettir. Allah'ın yanında olduğu kişi, yolunu şaşırmaz.
Allah'ın birlikteliği yeterli olduğu gibi
doğru yolu da kılavuzlar. Allah'ın yanında olduğu kimse, asla üzülmez ve
hiçbir sorunu olmaz. Çünkü Allah'ın yakınlığı gönlünü rahatlatır ve onu
mutlu kılar. Özetle Allah'ın beraber olduğu kişi, garantidedir ve amacına da
ulaşmıştır.
Artık bu yüce konumunu yükseltmesine gerek
kalmamıştır. Fakat yüce Allah, bu birlikteliği sebep ve şartlardan kopuk
bırakmadığı gibi, bir onur bahşetme olayı da kılmamıştır. O yalnızca,
şartları ve sonuçları olan bir antlaşmadır. '
1- Bu antlaşma ilkin, "namaz kılmak"
yükümlülüğünü getiriyor. Bunu sıradan bir şekilde kılmak değil, kul ile
ilahı arasında gerçek irtibatı sağlayan usulüne uyarak kılmak. Sağlam ilahi
sisteme uygun eğitim ve arındırma unsuru olması ve kötülük ve aşırılıktan
uzaklaştıran bir özellik taşıması sebebiyle Allah'ın huzurunda verdiği bir
utanma duygusu ile kötülük ve günahtan uzaklaşmayı unutmamalıdır.
2- Zekat vermek... Böylece Allah'ın rızıktaki
nimetine, malın ilk sahibi olduğu ve o gerçek -hükümdar ve insanlar O'nun
vekilleri olduğu için- şartlarına uygun tasarruflarda bulunarak O'na itaati
kabullenmek müslüman toplumun hayatını temellendirdiği esaslara dayanan
toplumsal yükümlülükleri yerine getirmek ve ekonomik hayatı ise, malın küçük
bir azınlık arasında el değiştiren bir imtiyaz olmaması büyük bir çoğunluğun
yeteri kadar alım satıma ve tüketimden acizlikleri yüzünden genel bir
durgunluk olmaması ve üretim tüketim dengesinin bozulmaması ve işlemez hale
gelmemesini üstlenen sisteme göre düzenlenmesi sağlanır. Aksi halde bir
yanda bolluk, diğer yanda ise sefalet olması ve toplumda her türlü bozulma
ve karışıklıklara sürüklenmesi demektir. Tüm bu kötülükler ekonomik düzenin
ve malın paylaşımının Allah'ın sistemine göre yapılması ile ve ayrıca zekat
sayesinde önlenir.
3- Allah'ın peygamberlerine ayırım
yapmaksızın inanmaktır. Hepsi Allah katından gönderilmiş, tümü Allah'ın
dinini getirmiştir. Bunlardan birine bile inanmamak tümünü reddetmek ,
tümünü reddetmek ise Allah'ı inkardır...
İslâm sadece pasif-kuru bir imandan ibaret
değildir. O, peygamberleri destekleyen, Allah'ın görevlendirdiği ve onları
gerçekleştirmek için bütün hayatları adadıkları hususlarda onlara arka
çıkarak yerine getirilen aktif bir davranıştır.
Allah'ın dinine iman; müslümanın inandığının
muzaffer olması, yeryüzünde değerlenmesi ve insan hayatında uygulanması için
çalışmayı gerektirmektedir. Allah'ın dini sırf inanca dayalı düşünce ne de
sadece ibadetlerden ibarettir. O, hayatta uygulanan bir dünya görüşü ve
hayatı tüm yönleriyle düzenleyen bir sistemdir.
Tatbiki için desteklenmeye, omuz verilmeye,
gayret ve cihada ve tatbike konulduktan sonra da korunmaya gerek duyan dünya
görüşü ve sistemidir. Aksi halde mümin sözünü yerine getirmemiş olur.
4- Zekattan başka genel infak yükümlülüğü,
yüce Allah bu konuda -O herşeyin sahibi olduğu halde- `Bağışlayıcı olan
Allah'a borç vermek' deyimini kullanıyor. O'nu ihsan ettiği şeylerden Allah
için infak etmeyi, "Allah'a borç vermek" olarak isimlendirmek, O'nun
katmerli bir lütfudur.
İşte bunlar şartlar ve yükümlülüklerdir.
Sonuçları ile şunlardır:
1- Günahları bağışlamak... İnsan hata eder.
Ne kadar iyilikte yapsa, günaha düşmekten kurtulamaz. Buna göre, onun
günahlarını bağışlamak; onun zayıflığını, acizliğini ve kusurlarını gideren
geniş bir nimettir.
2- Altından ırmaklar akan cennet!... Bu,
Allah'ın büyük bir lütfudur. İnsanın ameli ile ulaşamıyacağı, ancak insanın
malından infak etmesi ve gücü yettiğince çaba sarf etmesi üzerine, Allah'ın
fazlı ile ulaşabileceği şeydir...
Yapılan antlaşmanın bir de zorunlu karşılığı
olan bir şartı vardır:
"... Bu sözleşmeden sonra içinden kim kafir
olursa doğru yoldan sapmış olur."
Hidayet kendisine belirtildikten, ahdinin
sınırları gösterildikten, yol apaçık ortaya konduktan ve karşılığı
kesinleştikten sonra ne küfreden kimse artık hidayete ulaştırılır ne de
sapıklıktan kurtarılır.
Bu Allah'ın yahudilerin -tümü adına- reisleri
ile yaptığı antlaşmadır. Hepsi bunu kabul etmişler, böylece ahid de herbiri
ile yapılmış ve ümmetin tümüne mal olmuştur. Peki yahudiler ne yaptı? Allah
ile yaptıkları antlaşmayı bozdular, sebepsiz yere peygamberlerini
öldürdüler. Yahudiler Hz. İsa'yı öldürmek ve çarmıha germek için tuzaklar
kurdular. Kitapları Tevrat'ı değiştirdiler ve hükümlerini yerine getirmeyip
unuttular. Peygamberlerin sonuncusuna da inadla ve alçakça karşı durdular.
O'na ve aralarındaki antlaşmalara ihanet ettiler. Allah'ın hidayetinden
kovulmayı hakkettiler ve kalpleri -artık bir daha bu hidayete
yönelmemecesine- kaskatı oldu.
"Verdikleri sözlerden caydıkları için onları
lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin anlamlarını
değiştirirler, kendilerine verilen öğütlerin başlıcalarını unuturlar..."
Allah doğru söylemiştir... Bu, yahudinin
değişmez karakteridir. Lanet yüzlerinden okunmakta. Çünkü hidayetten
kovulmuşluk ve lanetlenmişlik cibilliyetlerine sinmiştir.
Katılık, rahmet ve sevecenlikten uzak
karanlık bakışlarında ve insanı duygulardan uzak ilişkilerinde
belirmektedir. Korktuklarında ve bir çıkar gördüklerinde yada bir meydan
okuma ve direnç ile karşılaştıklarında ise, -riyakarca- yumuşak sözler
etmeye başlarlar. Görünüşleri ve bakışlarındaki kabalık yayılmış ve kalpleri
ile gönüllerinin sertliğini yansıtan bir gösterge olmuştur. Onların asıl
tabiatı, sözlerin anlamını bozmak ve Musa'ya indirilen kitabın ilk şeklini
tahrif etmektir. Bunu da; ya kitaba, kaypakça hedefleri doğrultusunda çok
şey eklemeleri ve bunları -Allah'a iftira ile- kitabın ayetleri kabul ederek
yada, geri kalan temel ayetleri de çıkar ve pis amaçları doğrultusunda tevil
ederek yaparlar.
Dini emir ve hükümleri özel hayatlarında ve
toplumlarında uygulamayarak ihmal ederler ve unuturlar. Çünkü bunları
uygulamak onlara, Allah'ın sağlam ve temiz sistemi doğrultusunda olma
sorumluluğu yüklüyor:
"... Pek azı dışında onlardan sürekli ihanet
görürsün..."
Medine'de, İslâm toplumundaki yahudilerin
durumunu tasvir eden bu ayet, peygambere seslenmektedir. Onlar öteden beri
bilinen taraflarına uygun olarak, peygamberlere tuzak kurmaktan geri
durmuyorlardı.
Bu durumları, Medine'de, daha sonra Arap
yarımadasında kaldıkları sürece devam etti. Dahası, İslâm toplumu; onları
barındıran, açlarını doyuran, güzellikle muamele eden ve refahlandıran,
onları faydalandıran tek toplum olmasına rağmen, bu tavırları sürüp gitti.
Her zaman, -Peygamber döneminde olduğu
şekilde- hile ve hiyanetliklerini sürdürerek akrepler, yılanlar, tilkiler ve
kurtlar gibi, hile ve hiyanetlerine devam ettiler ve antlaşmalarına
uymadılar. Müslümanların başına açıkça bela açmaya güç yetirdikleri nadir
zamanlarda, tuzaklarını kurdular ve ağlarını yaydılar. Her fırsatta
müslümanların üstün düşmanlarıyla güç birliği yaptılar, antlaşmalarını
bozdular, ne sözlerine uydular ne de zulmettikleri müslümanlara acıdılar.
Yahudilerin çoğunluğu böyledir. Nitekim yüce Allah da Kitap'da onları böyle
vasıflandırmış ve öteden beri, Allah'ın sözleşmesini bozan, tevarüs
ettikleri cibilliyetlerinden haber vermiştir.
Kur'an'ın, yahudilerin Medine'de peygambere
karşı konumlarına dair özel ifadeleri çok nüktelidir:
"Pek azı dışında, onlardan sürekli ihanet
görürsün..."
Her ince bir davranışın altından alçakça bir
niyet, melûn sözler ve namert bakışlar. Ayet, ihanetlerini tek başına
tebarüz ettirmek, ihanet havasını oluşturmak ve bütün toplumu bu sıfatın
kapladığını belirtmek için, nitelenenden söz etmeyip yalnızca "ihanet"
sıfatından bahsediyor, işte bu, cibilliyetlerinin ve Hz. Peygamber ile İslâm
toplumuna karşı konumlarının özünü oluşturmaktadır. Şüphe yok ki, bu Kur'an,
bu ümmetin öğreticisi, mürşidi, gözeticisi ve tüm yol boyunca kılavuzudur...
O, düşmanlarının konumları ile Allah'ın hidayeti karşısında atalarının ve
tarihlerinin durumunu ortaya koyar. Eğer bu ümmet, Kur'an'a danışırsa,
direktiflerini dinlerse, kanunlarını ve hükümlerini hayatında uygularsa,
düşmanları hiçbir zaman kendisine bir zarar veremez. Fakat Allah ile olan
sözleşmelerini bozarsalar, Kur'an'ı yürürlükten kaldırıp onu, vaaz, nasihat
ve dualarda kullanırsalar, onu güzel sesle okumalarının yanında hayattan
uzaklaştırsalar hep bilinen belalar başlarına gelir. Geldide.
Yüce Allah, yahudilerin kendisi ile
yaptıkları antlaşmayı bozmaları üzerine, Allah ile yapılan antlaşmayı
bozmaktan kaçındırmak için, onların melûn kovulmuş ve katı kalpli oluşlarını
ve kelimelerin anlamlarını tahrif edişlerini anlatıyor ve sözünde durmayan
herkesin başına gelenlerin onların da başına gelmesinden sakındırıyor. Bu
uyarıya aldırış etmedikleri ve diğer yollara saptıkları takdirde Allah,
onlardan insanlığa önderlik yetkisini aldı ve onları şu andaki aşağılık
durumlarıyla baş başa bıraktı. Eğer onlar, Allah'a döner, sözlerine sarılır
ve antlaşmalarını yerine getirirlerse, Allah ta, onları yeryüzünde
egemenlik,insanlara önderlik ve şahidlik konumuna tekrar getireceğine
ilişkin vaadini tutar.. Yoksa, İnsanlar arasındaki bu ezilmişlikleri devam
edip gider. Bu Allah'ın bir sözüdür. Allah ise sözünden dönmez.
Ayetin indiği sırada Allah'ın peygambere bu
konudaki tenbihi şöyledir: "...
Yine de onları bağışla, yaptıklarına aldırış
etme.."
Yahudilerin kötülüklerinin bağışlanması,
iyiliktir. İhanetlerinin affedilmesi, iyiliktir. Fakat bir daha affedilip
bağışlanmıyacakları bir zaman geldi. Ve Allah, peygamberine onlar:
Medine'den çıkarmasını emretti. Sonra bütün Arap yarımadasından
çıkarılmaları emredildi. Bu da yerine getirildi.
Bunun yanısıra Allah, peygamberine ve İslâm
toplumuna, "Biz hristiyanız" diyen Kitap Ehli'nden de "söz" aldığını, fakat
onların da sözlerini bozduklarını ve sözlerini bozmalarının cezasını
çektiklerini anlatıyor:
"Biz hristiyanız" diyenlerden de kesin söz
almıştık. Fakat onlar da kendilerine verilen öğütlerin başlıcalarını
unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık.
Allah şimdi yaptıklarını ilerde onlara tek tek bildirecektir."
Burada özel bir anlama gelen hususi bir
tanımlama kullanılıyor:
"Biz hristiyanız" diyenlerden de..."
Bu tanımlama, "onların, hayatlarında
gerçekliği olmayan bir iddia" ileri sürdüklerini göstermektedir. Ayette
geçen sözün anlamı, Allah'ın "bir" kabul edilmesidir. Bu ise, hristiyanların
tarihlerindeki köklü sapma noktasıdır. Bu kendilerine hatırlatıldığı halde
unuttukları hisseleridir. Bu unutkanlıkları, daha sonraki bütün sapmalarına
da sebep olmuştur. Nitekim -az ileride genel olarak açıklayacağımız gibi-
tarihte ve günümüzde sürüp giden gruplara, menkıbeler ve fırkalar arasındaki
ayrılıklar ve Allah'ın kendisi ile olan sözleşmelerini bozmaları ve onlara
hatırlatılmış olan hisselerini unutmalarının cezası olarak, kıyamete değin
aralarında sürüp gideceğini bildirdiği düşmanlık ve kinleri; bu
unutkanlıktan doğmuştur.
Allah'ın yaptıklarının karşılığı olarak
bildirdiği ve yaptıklarına uygun düşen cezalarını içeren ahiret cezası ise
bunlardan ayrıdır.
"Biz hristiyanız" diyenler arasında gerek
eski, gerekse modern tarihleri boyunca, Allah'ın Kitab'ında anlattığını
doğrular şekilde; ayrılık kin ve düşmanlık sürüp gitmiştir. Bütün tarihleri
boyunca başkaları ile yaptıkları savaşlarda akıttıklarından daha fazla kanı,
birbirlerinin eliyle akıtılmışlardır. Bu, onların ister inanç çevresindeki
dini tartışmaları sonucunda isterse dini liderlik çevresindeki ayrılıklardan
kaynaklansın yada siyasi, ekonomik ve sosyal çatışmalar nedeniyle olsun,
aynıdır. Uzun yıllar boyunca bu düşmanlık ve ayrılıklar dinmemiş, bu
savaşlar ve karşılıklı saldırılar son bulmamıştır. Bu durum, en doğru sözlü
olan yüce Allah'ın buyurduğu gibi, sözleşmelerini bozmaları ve kendilerine
hatırlatılan Allah'ın ahdinin gereğini yerine getirmeyi unutmalarının cezası
olarak kıyamete değin sürecektir.
İlk madde Hz. İsa'nın ölümünün ardından, bir
müddet geçtikten sonra saptıkları; Allah'ın `Bir bilinmesi' maddesidir.
Diğer sebepleri burada uzunca saymaya yerimiz müsait değildir.
VE SON ÇAĞRIYA KİTAP EHLİNİN
TUTUMU
Ayetlerin akışı, yahudi ve hristiyanların
Allah ile yaptıkları "sözleşmeleri" karşısında konumlarını ortaya koyduktan
sonra hitabı, peygamberlerin sonuncusunun risaletini ve O'nun ümmi
(okuma-yazmasız) Araplara geldiği gibi, tüm insanlara da geldiğini
kendilerine bildirmek için hem yahudileri hem de hristiyanları içerecek
şekilde bütün Kitap Ehli'ne yöneltiyor. Onlar buna muhataptırlar ve son
peygambere uymakla emr olunmuşlardır. Daha önce söylediğimiz gibi bu da
Allah ile yaptıkları sözleşmenin bir maddesidir. Son peygamber, bu konudaki
Allah ile olan sözleşmelerini bozarak ellerindeki Kitap'tan gizlediklerinden
pek çoğunu onlara açıklamak, onların kimini de şeriatte zorunlulukları
kılmadığı için ortadan kaldırmak üzere gelmiştir. Şimdi, hristiyanların,
"İsa-Mesih, Allah'tır" sözleri ile yahudilerin "Bir Allah'ın oğulları ve
sevgilileriyiz" şeklindeki sözlerle saldırıldığı gibi son peygamberin
düzeltmek için geldiği sapık inançlarına da saldırılıyor. Bu hitab, herşeyi
apaçık ortaya koyan risalet sonrasında, Allah katında bir delillerinin
kalmadığını ve "peygamberlerin ardından uzun süre, unuttular ve işi
karıştırdılar" asla hakları olmadığı belirtilerek son buluyor:
15- Ey Kitap Ehli, size bizim
peygamberimiz geldi. Bu peygamber, elinizdeki kitabın öteden beri gizli
tuttuğunuz bir hükmünü açıklıyor, bir çoğuna da değinmiyor. Gerçekten size
Allah tarafından bir ışık, bir açıklayıcı kitap geldi.
16- Allah, rızası peşinde
koşanları, bu kitap sayesinde selamet yollarına erdirir, onları, kendi izni
ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır, doğru yola iletir.
17 Allah Meryemoğlu Mesih'dir
diyen/er kesinlikle kafir olmuş/ardır. Onlara de ki; Eğer Meryemoğlu İsa'yı
annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek istese O'na kim
engel olabilir? Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar
Allah'ın egemenlik tekelindedir. O di/ediğini yaratır. Allah'ın gücü herşeye
yeter.
18- Yahudiler ve hristiyan/ar
"Biz Allah'ın evladları ve sevdikleriyiz" dediler. Onlara de ki; o halde O,
niçin günahlarınızın yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O'nun yarattığı
birer insansınız. O dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır. Gökler,
yeryüzünün ve ikisi arasında bulunan tüm varlıkların Allah'ın egemenlik
tekelindedir. Dönüş O'nadır.
19- Ey Kitap Ehli, "Bize bir
müjdeci, bir uyarıcı gelmedi " demeyesiniz diye peygambersiz geçen bir ara
dönemin arkasından size gerçekleri açıklayan peygamberimiz geldi. İşte size
müjdeleyici, uyarıcı geldi. Allah'ın gücü her şeye yeter.
Kitap Ehli, kendilerinden olmayan ve daha
önce onlara karşı üstünlük ve bilgiçlik tasladıkları ümmî (okuma-yazma
bilmez) toplumdan olan bir peygamberin kendilerini İslâm'a çağırmasını çok
gördüler. Çünkü onlar Kitap Ehli, diğerleri ise ümmî idi. Allah bu ümmileri
onurlandırmak istediği zaman son peygamberi içlerinden gönderdi. Tüm
insanları kuşatan son risaleti onlara sundu. Ve kendilerine ilim verdi.
Böylece onlar, yeryüzündekilerin en bilgilisi, düşünce ve inancı en sağlam
yol, şeriat ve sistemi en üstünü, toplum ve ahlâkı en olgunu oldular. Tüm
bunlar, Allah'ın onlara karşı lütfu, bu din ile nimetlendirmesi ve onlardan
hoşnut olmasıdır. Diğer bu nimet olmasaydı, ümitlerin tüm insanlara "vasi"
olmaları ve bu din olmasaydı, insanların "önder" olmaları mümkün olmazdı.
Kitap Ehli'ne yönelik bu ilahî seslenişte kendilerinden söz alındığı gibi
onların İslâm'a, bu peygambere ve O'na yardıma, desteklemeye çağrıldıkları
tescil ediliyor. Yüce Allah, ümmi peygamberlerin araplara ve tüm insanlara
gönderildiği gibi onlara da gönderildiğine şahitlik ederek, tescil ediyor.
Onların, O'nun risaletini Allah katında inkara güçleri olmadığı gibi,
peygamberliğinin araplara has olduğu yada Kitap Ehli'ne yönelik olmadığını
iddaya da güçleri yoktur.
"Ey Kitap Ehli, size bizim peygamberimiz
geldi. Bu peygamber elinizdeki kitabın öteden beri gizli tuttuğunuz bir
hükmünü açıklıyor, bir çoğuna da değinmiyor.."
O, görevi Allah'ın yanınızda bulunan
Kitab'ından gizlediklerinize uygun gerçekleri açıklamak; ortaya koymak ve
izah etmek olan sizlere gönderilmiş bir peygamberdir. Bu hususta yahudi ve
hristiyanlar aynı durumdadır. (Hristiyanlar dinin en temel prensibi olan
"tevhid"i gizlediler. (Yahudiler ise zina edenin recm edilmesi, bütünüyle
haramlığı gibi pek çok şer'i hükümleri gizlediler.) Ayrıca hem yahudiler hem
de hristiyanlar ellerinde bulunan Tevrat ve İncil'de buldukları "ümmî
peygamberin gönderileceği" haberini gizlediler.
Nitekim Hz. Peygamber, onların gizledikleri
yada tahrif ettikleri şeylerin kendi şeriatinde bulunmayan pek çoğunu
bağışladı. Allah, sürekli ve kapsayıcı risalet gelmeden önce, geçmiş
kitapların ve şeriatlerin içerdiği, peygamber gönderilen küçük toplumlarda
sınırlı işlevleri olan ve Allah'ın ilminde de bir zaman parçasıyla
kayıdlanmış bulunan hükümlerden, insan toplumlarında uygulanmaz hale
gelenleri neshetti. Böylece Allah'ın bütünlediği, nimetini tamamladığı ve
insanlara din seçtiği İslâm, son şeklini almış oldu.
Artık onda ne nesih, ne değiştirme ne de
düzeltme söz konusu olamaz. onlara, bu peygamberin getirdiği şeyin
tabiatını, insanların yaşamındaki fonksiyonunu, Allah'ın insan yaşamında
görevini yapmasını takdir ettiği etkilerini, açıklamaktadır.
"Ey Kitap Ehli, size bizim peygamberimiz
geldi. Bu peygamber elinizdeki kitabın öteden beri gizli tuttuğunuz bir
hükmünü açıklıyor, bir çoğuna da değinmiyor. Gerçekten size Allah tarafından
bir ışık, bir açıklayıcı kitap geldi.
"Allah, rızası peşinde koşanları, bu kitap
sayesinde selamet yollarına erdirir, onları kendi izni ile, karanlıklardan
aydınlığa çıkarır, doğru yola iletir."
Bu kitabın -Kur'an'ın- tabiatına ve bu
sistemin -İslâm'ın- tabiatına, onun "nur" olmasından daha ince, daha doğru
bir delil yoktur.
Mümin bu gerçeği kalbinde tüm varlığında,
yaşamında ve zihninde hisseder ve nesneleri, olayları ve kişileri onunla
değerlendirir. Onu sırf imanın hakikatını kalbinde duyması sebebiyle
hisseder. Bu "nur", müminin varlığını aydınlatan, hafifleştiren, parlatan
bir nurdur. Önündeki herşeyi aydınlatır, açıklar, ortaya koyar ve ona doğru
yola iletir.
Varlığında, çamurun değeri, toprağın
karanlığı, et ve kanın yoğunluğu, istek ve arzuların coşkunluğu vardır. Tüm
bunlar, aydınlatır, ışıklandırır ve parlatır. Ağırlığını hafifletiyor,
karanlığını aydınlatıyor, yoğunluğunu inceltiyor ve coşkunluğunu
dizginliyor.
Bakış açısındaki kapalılık ve karanlık,
adımlarındaki yavaşlık ve tereddüt, prensipleri bulunmayan aşağılık yol ve
hedefteki şaşkınlık... İşte tüm bunlar aydınlanıyor, ışıklanıyor ve yol
üzerindeki nefis doğru yola iletiliyor..
"...Bir ışık ve bir aydınlatıcı kitap..."
Yüce peygamberin getirdiği, tek bir kitabın
iki ayrı özelliği.
"Allah rızası peşinde koşanları, bu kitap
sayesinde selamet yollarına erdirir, onları kendi izni ile karanlıklardan
aydınlığa çıkarır, doğru yola iletir."
Allah İslâm'ı din seçmiştir. O, bu
hoşnutluğuna uyan ve Allah'ın ona seçtiği gibi onu kendisine seçen kimseyi
hidayete ulaştırır, "selamet yollarına" iletir.
Bu tanımlamadan daha ince ve daha doğru ne
olabilir? "Selamet" (barış) bu dinin, hayatın tümüne yaydığı, ferdin,
toplumun ve herşeyin; kurtuluşun ve barışın, vicdan, akıl ve organların
kurtuluşu, toplumun, ümmetin insanın ve insanlığın kurtuluşu... Hayatla,
varlıkla, hayat ve varlığın Rabbi Allah ile birliktelik kurtuluşu.
İnsanlığın sadece bu dinde vé ancak onun yönetiminde, sisteminde, hukukunda
ve inanç kanunlarına göre düzenlenmiş toplumunda bulabildiği bir "kurtuluş".
Gerçek şu ki, Allah hoşnut olduğu bu din ile,
Allah'ın hoşnutluğuna uyanları "selamet yolları"na iletir... Tüm bu
alanlardaki bütün "selamet yolları"na... Bu gerçeği, eski veya çağdaş
cahiliyede harb yollarının acısını tatmış olanlar gibi hiç kimse idrak
edemez. Bu gerçeği, vicdanların derinliklerindeki cahiliye inançlarından
kaynaklanan dur-durak bilmez harbin ve cahiliyenin kanunlarından ve
düzenlerinden kaynaklanan, hayatı tümüyle perişan eden anarşik çatışmaların
acı neticelerini görmüş kimseler gibi anlayamaz.
Bu sözler ile ilk kez muhatap olanlar,
cahiliye tecrübeleri sebebiyle bu kurtuluşun ve barışın anlamını
biliyorlardı. Çünkü onlar, bunu bizzat tatmışlar ve bundan büyük bir haz
duymuşlardı.
Bizi kuşatan ve içimize işleyen cahiliye,
asırlar boyu vicdanlarda ve toplumlarda çatışmanın her türlüsünü insanlara
şimdi bu gerçeği idrake ne kadar muhtacız.
Tarihimizin bir aralığında bu "kurtuluş ve
barış" içerisinde yaşamış olan sonra, bu "selamet"den çıkıp ruhlarımızı ve
kalplerimizi ahlâkımızı ve gidişatımızı, toplumumuzu ve halklarımızı, parça
parça eden bir çatışmaya dalan bizler, şimdi ona ne kadar ihtiyaç duyuyoruz!
Allah'ın bizim için seçtiğini, kendimize seçtiğimiz ve O'nun hoşnutluğuna
uyduğumuzda, Allah'ın bize bağışladığı "selamet"e girmeye yetkin olacağız.
Bu cahiliyetin belalarına esir olmuşuz. İslam
ise bize yakındır. İslam barışı, eğer istersek elimizi uzatabileceğimiz
kadar yakın iken, cahiliye anarşisine dalmışız. Değersiz şeye karşılık
değerliyi veren bu alış-veriş ne zararlı bir ticaret! Hidayete karşılık
sapıklığı satın alıyoruz? Savaşı barışa tercih ediyoruz.
Biz insanlığı cahiliyenin her türlü renk ve
şekildeki bu musibetlerinden kurtarabiliriz. Fakat kendimizi kurtarmadan,
"selamet" gölgesine önce kendimiz girmeden ve Allah'ın hoşnutluğuna sığınıp,
olduğuna uymadan önce, insanlığı kurtaramayız. Ancak bunları yaptığında,
Allah'ın "selamet yollarına" erdirdiğini buyurduğu kimselerden oluruz.
"... Onları kendi izni ile, karanlıklardan
aydınlığa çıkarır.."
Şüphe, hurafe, hikayeler ve masallar
karanlığı... Arzular, tartışmalar ve uçsuz bucaksız çöllerde kalmak
karanlığı... Sempatik ve emin yerlerden, vahşet endişe ve şaşkınlık üzüntü
ve hidayetsizlik karanlığına.
Diğer ölçülerinin, hükümlerin ve dengelerin
bozukluğundan kaynaklanan karanlık... Nur ise aydınlıktır. Önce sözünü
ettiğimiz vicdan, akıl, varlık, hayat ve her işteki aydınlık nurdur.
"...Doğru yola iletir.."
Ruhun fıtratına ve ona hükmeden yasalara
uygun olan "dosdoğru" yaratılış fıtratı ve onu yönlendiren evrensel yasalara
uyan, "dosdoğru" öyle ki, şaşırıp gerçekleri, prensipleri ve hedefleri
karıştırmadan Allah'a yönelik olan "dosdoğru".
Allah insanı ve fıtratını, evreni ve
yasalarını yarattı. İnsana bu sistemi gönderdi. Müminlere bu dini seçti.
Aciz, cahil ve fani insanın yapısı olan başka bir sistemin onlara hidayet
etmiyeceği ve ancak bu sistemin onları dosdoğru yola ileteceği apaçık ve
tabiidir. Yüce Allah doğru söylemiştir. Alemlere muhtaç değildir. Onların
hidayet veya sapıklıkları, O'na fayda vermez; fakat O, onlara çok
merhametlidir. İşte bu, dosdoğru yoldur. Meryem oğlu İsa'nın Allah olduğu
sözü küfürdür. Yahudi ve hristiyanların Allah'ın oğulları ve sevdikleri
olduğu sözü de küfürdür. Bunlar hiçbir delile dayandırılmayan iftiralardır.
Tüm bunlar, son peygamberin gerçekliliğini
açıklamak için getirdiği "tevhid"in sadeliğini gizleyen ve hakikati tahrif
eden yahudi ve hristiyanların palavralarıdır.
"Allah, Meryemoğlu Mesih'dir diyenler,
kesinlikle kafir olmuşlardır. Onlara de ki; "Eğer Meryemoğlu İsa'yı,
annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek isterse O'na kim
engel olabilir? Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar
Allah'ın egemenlik tekelin-dedir. O dilediğini yaratır. Allah'ın gücü
herşeye yeter."
Hz. İsa'nın Rabbi katından getirdiği de bütün
peygamberlerin getirmiş olduğu "Tevhid" idi.
HRİSTİYANLARIN HZ. İSA
HAKKINDAKİ SAPIK GÖRÜŞLERİ
Allah'ın katıksız, tek kulluk sunmaya layık
olduğunun kabulü, bütün peygamberlerin tavrıydı. Fakat putperestlerin
hristiyanlığa girmeleri ve onların beraberinde getirdiği tevhid inancıyla
karıştırdıkları putperestlik tortularına isteklilikleri sebebiyle, bu pak
inanca bozukluklar girdi. Öyle ki, artık onu bu bozukluklardan ayıklamak ve
temizlemek, bu inancın özünü ortaya koymak imkansız hale geldi.
Bu sapmaların tümü bir defada meydana
gelmedi. Ardından gelen toplumlar da belirli zaman aralıkları ile bu imana
girdiler. Sonunda akılların hatta o dine inanan bozuk inancı şerh eden
alimlerin akıllarının bile şaşa kaldığı efsane ve masallarla örülü bir
acayip karışım meydana çıktı.
Tevhid inancı, Mesih İsa'dan sonra da
öğrencileri ve tabileri arasında bir müddet yaşadı. Yazılan pek çok
İncil'den biri olan Barnaba İncili, Hz. İsa'dan Allah'ın gönderdiği bir
peygamber olarak söz ediyor. Sonra Hz. İsa'nın izleyicileri arasında fikir
ayrılıkları meydana geldi. Kimi; "Mesih, diğer peygamberler gibi Allah'ın
gönderdiği bir peygamberdir" dedi. Kimi "O evet peygamberdir. Fakat Allah
ile özel bir bağı vardır" dedi. Kimi "O, Allah'ın oğludur. Çünkü babasız
yaratılmıştır. Fakat buna rağmen Allah'ın yaratığıdır." dedi. Kimi de: "O,
Allah'ın oğludur. Yaratılmış değildir. Aksine babası gibi "kadim" sıfatını
taşır." dedi.
Bu ayrılıkları ortadan kaldırmak için M.S.
325 yılında İznik'de 48.000 patrik ve piskoposun katılımıyla "İznik Konsülü"
toplandı. içlerinden hristiyan tarihçi İbn-i Patrik şöyle demiştir:
"Katılanların görüşleri ve mezhepleri farklı
idi. Kimi, "İsa ve annesi Allah'ın dışında iki ilahtır." diyordu. Bunlar
"Raymatiler" diye isimlendirilen berberiler idi.
Kimi: "İsa, babasından ateşten ayrılan alev
gibi ayrılmıştır, ikinci parçanın ayrılması ile birinci bölümde bir azalma
olmaz" diyordu. Bunlar "Sabliyus" ve taraftarları idi. Kimi: "Hz. Meryem,
Hz. İsa'yı dokuz ay taşımadı. O, karnından suyun borudan geçtiği gibi geçti.
Çünkü o söz (kelime) kulağından girdi. Aynı anda çocuğun çıktığı yerden de
çıktı" diyordu. Bu da, "İlyan" ve taraftarlarının görüşüdür. Kimi: "Hz. İsa
özde bizden biri olmasına rağmen, ilahî bir özellikle yaratılmış bir
insandır. Öncelikle Meryem'in oğludur. O'nu insanı özünün katıksız olması
sebebiyle göndermiş, ilahî nimeti beraberinde kılmış ve O'nda sevgi ve
iradeyi birleştirmiştir.
Bu yüzden "Allah'ın oğlu" denilmiştir. Kimi
de: "Allah kadîm biricik cevher ve biricik unsurdur. Üç isimle
isimlendirilir" derler ve ne "kelime"ye ne de "Ruhu'l Kudüs"e inanırlar. Bu,
Antakya patriği "Paulus" ve taraftarlarının görüşüdür.
Kimi de: "Onlar üç ilahtır. Birisi iyilik,
diğeri kötülük tanrısıdır. üçüncüsü ise, aralarında adaleti sağlar"
demiştir. Bu, lânetli "markyun"un havarilerinin başı olduğunu öne sürdüler
ve "Petrus"u inkar ettiler.
Kimi ise, Hz. İsa'nın ilah olduğunu söyledi.
Bu da "Aziz Paulus" ve 318 delegenin görüşü idi.
Putperestlikten hristiyanlığa geçmiş ve
hristiyanlık hakkında birşey bilmeyen Roma İmparatoru "Kostantin" bu son
görüşü tercih etti ve bu görüş taraftarlarını muhaliflerine musallat etti.
Diğer mezheplerin taraftarlarını -özellikle
de sadece Baba'nın ilah ve Mesih'in insan olduğu görüşünde olanları- ise
kovdu.
"Kıptî Ulus Tarihi" adlı kitap bu karardan
şöyle bahsetmektedir:
Kutsal cemaat ve elçiler kilisesi, "Allah'ın
oğlunun bulunmadığı bir zamanın mevcut olduğunu, O'nun doğmadan önce mevcut
olmadığını ve O'nun yoktan var olduğunu" söyleyen herkesi veya "oğul, baba
Allah'ın cevheri dışında bir usul veya cevherden meydana gelmiştir" diyeni
yada "Onun yaratılmış olduğuna" inanan herkesi yahut ta "Değişmesinin,
zamanın geçmesi ile bozulmasının mümkün olduğunu" söyleyen herkesi aforoz
eder.
Fakat bu konsülün kararları, Aryusün
izleyicilerinin Allah'ı birleyen inançlarını bozamamış ve fakat İstanbul,
Antakya, Babil, İskenderiye ve Mısır'da egemen haline gelmiştir.
Sonra "Ruhul Kudüs" kavramı çevresinde yeni
bir tartışma başladı. Kimileri "O ilahtır" dedi, diğerleri ise "İlah
değildir" görüşünü ileri sürdü. Bu konudaki fikir ayrılığını gidermek için
M.S. 381 yılında I. İstanbul Konsülü toplandı.
Hristiyan tarihçisi İbni Patrik,
İskenderiye'yi delegelerinin sözlerine dayanarak bu konsülde alınan
kararları şöyle nakletmektedir:
İskenderiye patriği "şöyle demiştir: "Bizce
`Ruhu'l Kudüs' Allah'ın ruhu dışında bir anlama gelmemektedir. Allah'ın ruhu
ise, O'nun hayatından ayrı bir şey değildir. Biz, `Ruhu'l Kudüs',
yaratılmıştır dediğimiz zaman, "Allah'ın nuru yaratılmıştır" demiş oluruz.
`Allah'ın ruhu mahluktur' dediğimiz de ise, `O'nun hayatı mahluktur' demiş
oluyoruz. `Hayatı mahluktur' demek ise, O'nun diri olmadığını ileri
sürmektir. Biz O'nun diri olmadığını ileri sürersek, O'na küfretmiş oluruz.
O'nu inkar eden ise, laneti hak eder!
Böylece İznik Konsülü'nde Mesih'in ilahlığı
karar altına alındığı gibi, bu konsülde `Ruhu'l Kudüs'ün ilahlığı da karara
bağlandı. Baba, oğul ve Ruhul Kudüs şeklindeki "üçleme" tamamlanmış oldu.
Sonra, Mesih'in hem insanı hem de ilahî
tabiatı bir arada bulundurduğu çevresinde ve onların deyimi ile ilahlığı ve
insanlığı konusunda, başka bir tartışma meydana çıktı. (Kostantiniyye)
İstanbul patriği "Nastur"un görüşü Uknum ve tabiatın bir arada bulunduğu
şeklinde idi. İlahlık uknumu, babaya nisbetinden dolayı, insan tabiatı ise,
Meryem'den doğmuş olmasından kaynaklanıyordu. Meryem, ilahın annesi değil,
insanın annesi idi! İbni Patrik'in naklettiği gibi, O, insanlar arasında
ortaya çıkan ve onlara seslenen Mesih hakkında şöyle demiştir:
"Ona Mesih" diyenler, bunu oğul kavramına
bağımlı bir sevgi ile ileri sürüyorlar. Başkaları ise ona, Allah veya
Allah'ın oğlu diyorlar. Bu da gerçek anlamda değil, Allah'ın lütfu
anlamındadır. Sonra şöyle demiştir:
Nastur; "Rabbimiz, Mesihi aslında ilah olarak
değil, hareket ve nimetle yada Allah'tan ilham alan bir insan olarak
yeryüzüne bıraktı. Hata işlemez ve kötü birşey yapmaz görüşünü ileri sürdü.
Rum delegeleri, İskenderiye patriği ve
Antakya delegeleri bu görüşe karşı çıktılar ve 4. Konsülü toplamayı
kararlaştırdılar. M.S. 431 yılında "Efes Konsülü" toplandı. Bu konsül de
İbni Patrik'in de söylediği gibi "Bakire Meryem, Allah'ın anasıdır. Mesih
gerçekte hem ilah hem de insandır. İki tabiatlı olduğu bilinmektedir.
Uknumda ise birdir" kararına vardılar. Nastur'u lanetlediler.
Sonra İskenderiye Kilisesi yeni bir görüş
ortaya attı ve bunun için 2. Efes Konsülü" toplandı. Bu konsülde:
"Mesih tek tabiatlıdır. O'nda ilahlık,
insanlık ile birleşmiştir" kararına varıldı .
Fakat bu görüş kabul edilmedi, tartışmalar
sürüp gitti. Bunun üzerine M.S. 451 yılında "Kadıköy Konsülü" toplandı ve
"Mesih'in bir değil iki tabiatı vardır. ilahlık bir tabiatı, insanlık ise
diğer tabiatıdır. Her ikisi de Mesih'de birleşmiştir" kararına vardılar ve
2. Efes Konsülünü lanetlediler. Mısırlılar bu konsülün kararlarını kabul
etmediler. Mısırlılar arasında "Menafis" mezhebi ile Roma İmparatorluğunun
kurduğu mezhebi arasında Al-i İmran sûresinin tefsirinin girişinde Sör. T.V.
Arnold'un, "İntişar-ı İslâm Tarihi" adlı kitabındaki sözlerine dayanarak
naklettiğimiz sürekli görüş ayrılığı ortaya çıktı.
Mesih'in ilahlığı çevresindeki sapıklık
düşüncelerini, sürekli ihtilaflarını, düşmanlıklarını ve kinlerini (bu
sebeple gruplar arasında meydana gelen ve şu güne kadar devam eden
kinlerini) bu kadarlık bir özetle tasvir etmekle yetiniyoruz..
Bu konudaki gerçeği ortaya koymak ve ayırd
edici sözü söylemek için, bu son risalet geldi. Ve sahih inancın gerçeğini
Kitap Ehli'ne açıklamak için son peygamber geldi:
"Allah Meryemoğlu Mesih'tir diyenler
kesinlikle kafir olmuşlardır."
"Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle
kafir olmuşlardır."
"Onlara de ki: Eğer Meryemoğlu İsa'yı,
annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek isterse O'na,
kim engel olabilir?"
Böylece yüce Allah'ın zatı, aslı, iradesi ve
otoritesi ile, İsa'nın annesinin ve diğer tüm varlıkların zatları arasındaki
tartışmayı ortadan kaldıracak kesinlikle mutlak ayrım ortaya kondu. Yüce
Allah'ın zatı tektir, dileği bağımsızdır ve hakimiyeti biriciktir. Hiç kimse
dilediğinden birşeyi geri çevirmeye (Eğer Mesih e Meryem'i veya annesini
yada yeryüzündekilerin tümünü yok etmeyi dilerse) ve otoritesini geçersiz
kılmaya güç yetiremez.
O, herşeyin hükümdarı ve herşeyin
yaratıcısıdır. O, yaratılmışlardan ayrı ve her mahlûkun var edenidir:
"Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında
bulunan tüm varlıklar Allah'ın egemenlik tekelindedir. O, dilediğini
yaratır. Allah'ın gücü herşeye yeter."
Böylece İslâm inancının netliği, açıklığı ve
yalınlığı ortaya çıkmaktadır. Kitap Ehli gruplarının inançları ile karışan
putperestlik, hikayeler, hayaller ve sapmalar yığını karşısında İslâm
inancının parlaklığı artmakta ve orjinalliği belirginleşmektedir. İlahlığı
gerçeği ile, kulluk sunmaya layık oluş gerçeği ve bu iki gerçek arasındaki
keskin ve tam ayırım hiçbir şüphe, tereddüt ve karışıklığa yol açmayacak
şekilde ortaya konmaktadır.
Yahudi ve hristiyanlar kendilerinin, Allah'ın
oğulları ve sevdikleri olduklarını söylüyorlar:
"Yahudiler ve hristiyanlar, "Biz Allah'ın
evladları ve sevdikleriyiz" dediler."
Onlar, kendi düşüncelerine dayanarak yüce
Allah'a, babalık yakıştırıyorlar, cesed babalığı değil, ruh babalığı iddia
ediyorlardı. Bu tevhid inancına ve ilahlık ile kulluk arasındaki kesin
ayrıma gölge düşürmektedir. Bu ayrım kabullenilmeden ne düşünce doğru yolu
bulur, ne de hayat doğru yöne yönelir. Böylece bütün kulların kulluk ile
kendisine yöneldiği bir olsun. İnsanlara yasalar koyan, onlara değerler,
ölçüler, kanunlar, hükümler, sistem ve prensipler var eden merciin bir
olması sonucu; özellikler birbirine karıştırılmasın sıfatlar ile özellikler
birleştirilmesin ve ilahlık ile kulluk alanları karıştırılmasını.
Burada temel sorun, sadece inançtaki sapma
değildir. Sorun aynı zamanda, tümüyle bu sapmaya dayalı hayat tarzı
yozlaşmasıdır. Yahudi ve hristiyanlar, Allah'ın oğulları ve sevdikleri
olduklarına dair iddialarının peşi sıra, "Allah'ın onlara günahları yüzünden
asla affetmeyeceğini" "onları asla cehenneme sokmayacağına, girseler bile
orada, sadece bir kaç gün kalacaklarını" söylüyorlar. Bu ise; Allah'ın
adaletinin yerine gelmeyeceği, O'nun kullarından bir grubu kayırdığı, onları
yeryüzünde bozgunculuk yapmaya bıraktığı sonra da, diğer bozgunculara
vereceği azabı onlara vermeyeceği anlamına gelir. Hayattaki hangi şey, bu
düşünceler kadar fesat kaynağı olabilir? Hayattaki hangi şey bu sapma kadar
kargaşalık ve ızdırap kaynağı olabilir?
Bu noktada İslâm, düşüncedeki bu bozukluğa ve
hayatta fesat çıkarması mümkün olan herşeye kesin bir darbe vuruyor. Bu
iddianın asılsız olduğunu ilan ettiği gibi, Allah'ın kimseyi kayırmayan
adaletini de ortaya koyuyor:
"Onlara de ki; "O halde O, niçin günahlarınız
yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O'nun yarattığı birer insansınız. O,
dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır."
Böylece, inancın kesin gerçeği ilan ediliyor,
oğulluk iddiasının asılsız olduğu ve Kitap Ehli'nin de yaratılmış insanlar
oldukları ortaya konuyor. Allah'ın adaleti; bağışlama ve azabının katında
aynı temele dayandığı ilan ediliyor. Bağışlaması ve azab etmesinin her
birinin kendine has sebepleri kabul edilerek bunlar O'nun yüce dileğine
(oğulluk veya şahsi ilişkiye değil) dayandırılıyor.
Sadece Allah'ın herşeyin hükümdarı olduğu ve
herşeyin kendisine döneceği tekrar ediliyor:
"Yahudiler ve hristiyanlar "Biz Allah'ın
evladları ve sevdikleriyiz" dediler. Onlara de ki; "O halde O, niçin
günahlarınız yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O'nun yarattığı birer
insansınız. O, dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır. Gökler,
yeryüzünün ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah'ın egemenlik
tekelindedir. Dönüş O'nadır."
O, teba değil, hükümdardır. Zatı da
biriciktir, dilemesi de biriciktir. Her şey kendisine döner.
Bu açıklama, Kitap Ehline yönelik bu sesleniş
ile son buluyor; bu sesleniş ise, onların bütün bahanelerini özürlerini
ortadan kaldırıyor ve kapalılık, mazeret ve gizlilik bulunmaksızın bir yol
ayrımı ile bir akıbetle karşı karşıya bırakıyor.
"Ey Kitap Ehli, ilerde, "Bize bir müjdeci,
bir uyarıcı gelmedi" demeyesiniz diye, peygambersiz geçen bir ara dönemin
arkasından size gerçekleri açıklayan peygamberimiz geldi. İşte size
müjdeleyici, uyarıcı geldi. Allah'ın gücü her şeye yeter."
Bu keskin karşılama ile, bütün Kitap Ehli'ne
hiçbir bahane kılınıyor. Bu ümmi peygamberin kendilerine gönderilmediğine
dair hiçbir delilleri kalmıyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey kitap Ehli, size peygamberimiz geldi..."
Onların uzun süre uyarılmadıkları,
müjdelenip, korkutulmadıklarına (ve bu yüzden de unutup saptıklarına) dair
hiçbir özürleri kalmıyor.
Şimdi onlara müjdeleyici ve korkutucu
gelmiştir...
Sonra onlara, Allah için hiçbir şeyin
imkansız olmadığı, ümmi bir peygamber göndermesinin engellenemeyeceği bunun
yanısıra O'nun, Kitap Ehli'ni yaptıklarından dolayı hesaba çekmeye de
muktedir olduğu ifade ediliyor:
"...Allah'ın gücü herşeye yeter."
Kitap Ehli ile olan bu hesaplaşma son
buluyor. Daha önce kendilerine peygamberlerinin getirdikleri Allah'ın
dosdoğru dininden saptıkları ortaya konuyor. Allah'ın müminlere seçtiği
inancın gerçeği açıkça ortaya konuyor. Ümmi peygamber karşısındaki
konumlarına ilişkin bahaneleri, asılsız olduğu için reddediliyor ve kıyamet
günü ileri sürebilecekleri tüm yolları kapatılıyor.
YAHUDİI,ERİN DÖNEKLİĞİ
Bütün bunlarla, bir yandan hidayete
çağrılırken, diğer yandan müslümanlara karşı kurdukları tuzakların etkisi
azaltılıyor. Müslüman toplum ile hidayet isteklileri için, sırat-ı müstakime
giden yol aydınlatılıyor.
Dersin sonunda, yahudilerin peygamberleri ve
Allah'ın vaadettiği kutsal toprakların kapılarını kendilerine açan Hz.
Musa'ya karşı konumları, Rableriyle yaptıkları "sözleşme"ye karşı tutumları,
onu nasıl bozdukları ve verdikleri sözlerini bozmaları üzerine hak ettikleri
cezanın ne olduğu meselesine değiniliyor.
20- Hani Musa kavmine demişti
ki, ey kavmim, Allah'ın size verdiği nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden
peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı, size dünyada hiç kimseye
vermediğini verdi.
21- Ey kavmim, Allah'ın sizin
için yurt olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri
dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.
22- Dediler ki, "Ya Musa,
orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle
girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.
23- Allah'tan korkan ve O'nun
nimetine ermiş iki kişi dedi ki; "Onların üzerine şehrin kapısından
yürüyünüz. Kapıda içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer müminseniz
sırf Allah'a dayanınız.
24- Dediler ki, "Ey Musa,
onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlïkle girmeyiz. Git sen Rabbin ile
birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.
25- Musa dedi ki; "Ya Rabbi,
kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan
çıkmış kavimden ayır.
26- Allah dedi ki; "Kırk yıl
boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada burada şaşkın şaşkın
dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme.
Bu ayetler, Kur'an'ın ayrıntılı biçimde
açıkladığı yahudilere ait kıssanın bir bölümüdür. Bunun böyle bölümlere
ayrılmasının pek çok hikmeti vardır.
Bu hikmetin bir yönü, yahudilerin Medine ve
tüm Arap yarımadasında İslâm davetine karşı düşmanlık, tuzak ve savaşta öncü
olmalarıdır. İlk günden itibaren müslüman topluma karşı savaş ilan ettiler.
Medine'de münafıklığı ve münafıkları himaye ettiler ve hem bu inanç
sistemine hem de müslümanlara karşı her vesile ile tuzak kurdular.
Müşrikleri vaadlerle müslüman cemaate karşı teşvik ettiler ve onlara karşı
ortak komplolar kurdular.
İnanç ve liderlik çevresinde şüphe, tereddüt
ve tahrifler oluşturmaya yöneldikleri gibi, müslüman toplumun saflarında
harb, hile ve casusluğa da kalkıştılar. Tüm bunları, apaçık ilan edilmiş bir
harbte yüzyüze savaşmadan yapıyorlardı. Onların düşmanlıklarının
öğrenilebilmesi için, tabiatlarının, tarihlerinin, mücadele yöntemlerinin ve
kalkıştıkları hareketlerin gerçeğinin ne olduğunun bilinmesi ve müslüman
topluma gösterilmesi gerekiyordu.
Allah, onların geçmişlerinde Allah'ın
kılavuzluğuna karşı düşmanlık gösterdikleri gibi, bütün tarihleri boyunca bu
ümmete de düşman olacaklarını bilmektedir. Bu gerekçe ile bu ümmete, onların
tüm durumları ve her türlü düşmanlık yöntemlerini uygun gördü.
Bu hikmetin diğer bir yönü de yahudilerin,
Allah'ın son dini gelmeden önce, başka bir dinin mensupları olmalarıdır.
İslâm'dan önceki tarihleri, tarihin uzun bir dönemini kaplamaktadır.
İnançlarından sapmalar olmuş, Allah'la yaptıkları "sözleşme"yi pek çok kez
bozmuşlardı. Bu sapma ve bu sözde durmamaların etkisi; ahlâk ve
geleneklerine yerleştiği gibi, hayatlarına da yansımıştır. Geçmiş bütün
peygamberlerin ve ilahî inanç birikiminin varisleri olan müslüman ümmetin;
bu kavmin tarihini, bu tarihin dönemlerini, bu yolun kaygan yerlerini ve
yahudilerin yaşamlarında ve ahlâklarında somutlaşan tehlikeleri öğrenmesi
gerekmektedir. İnanç ve hayat alanındaki bu tecrübeleri de tecrübelerine
eklemesi, asırlar boyu süren bu sözleşmelerden faydalanması ve yoldaki
tuzaklara düşmemesi, şeytanın müdahalelerine kapılmaması ve inançdaki
sapmalara ve sürçmelere kapılmaması için, bu tecrübelerin kılavuzluğuna
gerek duymaktadır.
Yahudilerin tecrübeleri uzun dönemler boyunca
çeşitli sahneler arz ediyor. Allah, ümmetlerin üzerinden uzun zaman
geçtiğinde, kalplerinin katılaştığını ve nesillerin saptığını, müslüman
ümmetin de tarihlerinin kıyamete dek süreceğini ve yahudilerin hayatlarında
örnekleri olan dönemlerin müslümanların başına da gelebileceğini
bilmektedir. Bu yüzden bu ümmetin nesiller boyu gelecek, imamlarının,
önderlerinin ve davetçilerinin önüne diğer milletlerin başına gelen
akıbetlerden örnekler koymakta ve teşhis ettikten sonra problemlerini nasıl
çözeceklerini bunlardan öğrenmelerini sağlamaktadır. Şöyle ki, hidayet ve
doğruluğa baş kaldırmak isteyen kalplerin en şiddetlisi, doğruyu bilipte
ondan sapan kalptir. Hem bu gerçekten habersiz kalpler, daveti kabule daha
yakındır. Çünkü bu kalpler, kendilerini coşturan yeni bir davetle
karşılaştıklarında, üzerinde ciddiyetle dururlar ve fıtratlarına seslenen bu
yeni davete hemen kulak verirler. Kendilerine daha önce de seslenilmiş
kalpler ise, ikinci seslenişi ciddiye almazlar, onunla sarsılmazlar,
büyüklük ve önemini hissetmezler. Bu yüzden daha fazla gayrete ve uzun boylu
sabıra gerek vardır. Allah'ın yahudilerin kıssalarını böylesine uzun
açıklamasında ve dine inanan varisleri, tüm insanların önderleri olan
müslüman ümmete uzun boylu sunmasında pek çok hikmetli yönler vardır.
Burada, bu kısa değinilerin ötesinde, daha fazlasını gösteremeyeceğimiz pek
çok yönleri vardır. Bu sûrede, bu derste, bahsettiğimiz bu meseleye tekrar
dönelim.
"Ey kavmim, Allah'ın sizin için yurt. olarak
belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana
uğrayanlardan olursunuz."
Hz. Musa'nın bu sözlerine göz attığımızda,
Hz. Musa'nın kavminin tereddütleri ve geri dönmeleri karşısındaki şefkatini
anlarız. Daha önce uzun yol boyunca pek çok yerde onları denedi: Mısır'dan
çıkarıldıklarında, ezilmişlik ve perişanlıktan hürriyete kavuştuklarında,
Allah'ın adı ve otoritesiyle nehir onlar için yarıldığında ve Firavun ve
ordusunu boğduğunda onları denemişti. Onlar, putlarının çevresinde toplanmış
bir topluluğa rastlayınca, "Ey Musa, onların ilahları gibi bize de bir ilah
yap" dediler. Musa, Allah ile sözleşmesi gereği onları bir süre yalnız
bıraktığında ise, Samiri, Mısırlı kadınlardan çaldıkları altınlardan böğüren
bir buzağı yaptı. Sonra, onun çevresinde toplandıklarında, "Hz. Musa'nın
buluşmaya gittiği ilah budur", iddiasını ileri sürdüler.
Hz. Musa onları sahranın ortasında kayayı
yararak kendilerine su çıkardığında ve üzerlerine iştah açıcı bir yiyecek
olarak kudret helvası ile bıldırcın yağdırdığında da denemişti. Onlar ise
aşağılandıkları ülke Mısır'ın alışkın oldukları yiyeceklerini arzu etmişler;
baklasını, kabağını, sarımsağını, mercimeğini ve soğanını istemişler ve
kendileri şaşkın halde yollarını kaybetmişken Hz. Musa'nın yönelttiği yüce
hedef, üstünlük ve kurtuluş yolunda yaşamaya ve ulaştıkları yiyeceklerden
ayrılmaya dayanamamışlardı!
Hz. Musa onları, kesmekle emr olundukları
inek olayında da denemişti. Onlar, Allah'ın emri karşısında duraksadılar ve
boyun eğip emri yerine getirmekte tereddüt ettiler.
"İneği kestiler, ama nerede ise,
kesemeyeceklerdi!"
Hz. Musa, Allah ile buluşmasından sonra,
içinde Allah ile yaptıkları sözleşme ve anlaşmanın yer aldığı levhalar ile
döndüğünde de onları denemişti. Tüm bu lütuflara ve bütün hatalarının
bağışlanmasına rağmen sözleşmeyi kabulden ve Allah ile anlaşmaktan
kaçındılar. Büyük bir kayayı, "Sanki üzerlerine düşecekmiş sandıkları"
şekilde başları üzerinde sallanır bulunana kadar "söz" vermediler.
Hz. Musa onları uzun yol boyunca pek çok
yerde denemişti. İşte, mukaddes toprakların kapılarda yahudilerle olan
durumu... Uğrunda Mısır'dan çıktıkları vaad edilmiş topraklar... Allah'ın
orada hakimiyet kurmalarını vaadettiği ve Allah'ın gözetiminde ve önderliği
altında yaşamaları için orada aralarından peygamberler gönderdiği
topraklar...
Hz. Musa Yahudileri denedi ve onlara şefkatli
davranmaktan başka çıkar yol görmedi. Onları son bir kez daha çağırdı. Bu
çağrı, en parlak hatırlatmaları, en büyük müjdelemeleri en güzel
yüreklendirmeleri ve en şiddetli sakındırmaları içermekte idi:
"Hani Musa kavmine demişti ki, ey kavmim,
Allah'ın size verdiği nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden peygamberler
çıkardı, sizleri hükümdar yaptı, size dünyada hiç kimseye vermediğini
verdi."
"Ey kavmim, Allah'ın sizin için yurt olarak
belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana
uğrayanlardan olursunuz." Allah'ın nimeti ve aralarından peygamberler
göndereceği ve onları hükümdar yapacağı şeklindeki vaadi gerçektir. Onlara
verdiği bu nimet ve vaadi yeryüzünde şu ana değin hiçbir kimseye
vermemiştir. Girmeye çağırıldıkları kutsal topraklar, Allah'ın vaadi ile
kendilerine verilmiştir. Bu kesindir. Allah'ın vaadinde nasıl durduğunu daha
önce görmüşlerdi. İşte şu vaade dilen yere ayak basmak zordur.
Gerisin geriye dönmeleri ise, açık bir
hüsrandır.
Fakat yahudiler... Şu yahudiler... Korkak,
sahtekar dönek ve sözde durmaz yahudiler.
"Dediler ki, "Ya Musa, orada zorba bir kavim
var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa
o zaman oraya gireriz.'
Yahudinin cahiliyeti, burada gerçek şekliyle
beliriyor ve apaçık ortaya çıkıyor. Nezaketle karışık bir inceliğin arkasına
saklanmış olsa bile... Çünkü onlar bir tehlike ile karşı karşıyalar. Şu anda
onlarda, incelikten de bir eser kalmamıştır. Bu durumda ne cesaretlendirmeye
kalkışmanın, ne de teşvik etmenin bir anlamı kalmamıştır. Çünkü tehlike, çok
yakındır. Bu yüzden bu topraklara sahip olmalarına dair, Allah'ın onlara
verdiği söz bile onları kurtaramaz. Allah, bu toprakları onlara yazmıştı.
Ama onlar ucuz ve değersiz ve emeksiz bir zafer kazanmayı umuyorlardı,
üzerlerine bıldırcın ve kudret yağıyormuş gibi bir zafer!
"Orada zorba bir kavim var... Onlar oradan
çıkmadıkça, biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya
gireriz.
Fakat zafere ulaşma yolunda katlanacak
zorluklar; kalpleri imandan yoksun yahudilerin sanıldığı gibi az değildi.
"Allah'tan korkan ve O'nun nimetine ermiş iki
kişi dedi ki; "Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri
girince onları yendiniz demektir. Eğer mümin iseniz sırf Allah'a dayanınız."
Burada, Allah'a iman ve O'ndan korkmanın
değeri karşımıza çıkmaktadır. Bu, Allah'tan korkan iki adamın kalplerinde
taşıdıkları Allah korkusu; zorbaları küçümsemelerini sağlıyordu. Muhtemel
tüm tehlikeler karşısında bile cesaretle doluydular. Bu iki adamın sözleri,
zorluk anlarında imanın önemine insanlardan korkulan yerlerde Allah
korkusunun değerine tanıklık etmektedir. Yüce Allah, bir gönülde iki
korkuyu, "Allah'tan korkma ile insanlardan korkmayı" birleştirmez. Allah'tan
korkan kimse, O'ndan başka hiç kimseden hiçbir şeyden korkmaz.
" ..Onların üzerine şehrin kapısından
yürüyünüz. Kapıdan içeri girince, onları yendiniz demektir."
Gönüller savaşlarla ilgili ilmin ortaya
koyduğu bir kuraldır bu. İleri atılın ve (hiç bir şeye aldırmayın)... Kavmin
yurtlarının merkezine girdiğiniz zaman, kalplerin sizin gönüllerinizin
sağlamlığı nisbetinde sarsılır, bozguncu ruhlarında duyarlar. Artık onlara
karşı zaferin kesinleşti demektir.
"... Eğer mümin iseniz, sırf Allah'a
dayanınız."
Mümin, yalnızca Allah'a dayanır. Bu, imanın
karakteristiğidir. Bu, imanın zorunlu neticesidir.
Fakat bu iki adam bu sözü kime söylüyorlar?
Yahudilere mi?
"Dediler ki; Ey Musa, onlar orada olduğu
sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen, Rabbin ile birlikte savaş,
biz burada kalıyoruz."
Böylece korkaklar belirlendi. Utanmıyorlardı.
Önlerindeki tehlikeden korktular ve merkepler gibi ayak direterek, bir adım
bile ilerlemediler. Korkaklık ve utanmazlık birbirine zıt ve yek diğerinden
uzak hasletler değildir. Aksine bunlar, ikiz kardeştirlerdir. Korkak bir
göreve kalkışır! Yüreğini korku bürür. Görevini bırakıp, gider ve bu göreve
sayıp döker. İstemediği halde omuzlarına yüklenen davaya karşı da küstahca
bir tavır takınır.
"... Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz
burada kalıyoruz."
İşte böyledir acizin küstahlığı... Dil
küstahlığı, ona dille sataşmadan başka bir yükümlülük getirmez. Fakat görevi
yerine getirmeye kalkışmak, aynı zamanda dili tutmayı da gerektirir.
"Git sen Rabbin ile birlikte..."
Allah, ilâhlığı gereği olarak, onları savaşla
yükümlü kıldığı zaman, onların Rabbi değilmiş gibi davranıyorlar.
"... Biz burada kalıyoruz."
Biz ne hükümranlık istiyoruz ne şeref ne de
vaad edilmiş toprakları istiyoruz. Çünkü bunların ucunda zorbalarla
karşılaşma var.
Bu Hz. Musa'nın yolculuğunun sonu. Büyük
gayretlerinin uzun seferinin ve yahidilerden gördüğü kötülükten sapıklıklara
ve dönekliklere karşı gösterdiği sabrın sonu! Evet, işte onlarla kapısına
kadar geldiği halde, mukaddes topraklardan geri dönmek ve Allah'ın yahudiler
ile yaptığı anlaşmasını bozmak. Bu kadar dolaşıp durmalarını sonunda elde
ettiği netice.. Hz. Musa ne yapacak, kime dert yanacak?
"Musa dedi ki; "Ya Rabbi, kendimden ve
kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış
kavimden ayır."
Elem dolu, sığınma ve teslimiyet dolu bir
dua. Bunların yanısıra yahudilerle ilişki kesme, azim ve kararlılık içeren
bir dua!
O, kendisi ve kardeşi dışında kimseye söz
geçiremediğini Allah'ın da biliyor olduğunu bilmektedir. Fakat Musa da bir
insandır ve çaresiz bir insanın zaafı içerisindedir. Allah ile konuşabilen
bir peygamberin imanı ve dosdoğru bir müminin azmine sahipken Allah'tan
başka yönelecek bir mercii bulamamaktadır. Fısıltı ve yakarışla Allah'a
şikayette bulunuyor, kendisiyle yoldan çıkmış kavmin arasının tamamen
ayrılmasını istiyor. Artık Allah'ın sağlam anlaşmasını bozduktan sonra
onlarla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Hz. Musa'yı yahudilere ne soy
bağlayabilir ne tarih ortaklığı, ne de geçmiş çabası. Onu yahudilere sadece
Allah'a davet ve Allah ile anlaşma bağı bağlamaktadır. Yahudiler bu bağı
koparınca Hz. Musa ile aralarına derin bir uçurum girdi. Yahudilerle
ilişkisini sağlayan hiç bir bağ kalmadı. Çünkü yahudiler yoldan çıkmışlardı.
Hz. Musa, Allah'ın anlaşmasına dosdoğru uymuş, yahudiler yan çizmiş iken,
Hz. Musa Allah'ın sözleşmesine sımsıkı sarıldı.
İşte bu peygamber ahlâkıdır. Bu, mümin
çizgisidir. Bu, müminlerin ayrılma ve birleşme kararlarına gerekçe olan bir
bağdır. Artık ne cinsiyet, ne ırk, ne millet, ne dil, ne tarih ne de yöre
bağlarından herhangi biri, inanç bağı koptuğunda, sistem ve yöntemler
değiştiğinde bu bağın yerini tutabilir. Allah peygamberinin davasını kabul
etti ve sapıklar aleyhine adil bir ceza hükmetti.
"Allah dedi ki; "Kırk yıl boyunca orası
onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada-burada şaşkın şaşkın
dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme."
Böylece Allah onları, -mukaddes toprakların
kapılarına geldikleri halde çöle saldı ve onları vaadettiği topraklardan
yasakladı. Tercihine göre Allah orayı bu nesile yasakladı. Böylece yeni bir
nesil türesin, bu nesilden farklı bir nesil oluşsun bu durumdan dersler
çıkaran ve çölün sert ve sıcak havasından zorluğa alışmış olarak yetişen bir
nesil..
Mısırda aşağılık, kölelik ve zulüm altında
bozulmuş bu nesilden farklı olan ve bu yüce görevi yerine getirmekten
caymayacak bir nesil. Aşağılanma, kölelik ve zulüm hem kişilerin, hem de
milletlerin fıtratını yozlaştırır.
Ayetlerin akışı onları çölün perişanlığı
içerisinde bırakıyor ve sözü burada kesiyor. Edebi güzellikleri, mükemmel
ibretleri içeren bu sahne Kur'an'ın ifade üslubuna uygundur.
Müslümanlar -Allah'ın kendilerine anlattığı
kıssalardan- gerekli dersleri çıkarmışlar ve Bedir savaşında Kureyş ordusu
karşısında az olmalarına rağmen zor olanı tercih ederek peygamberlerine
şöyle demişler:
"Şu halde "Ey peygamber, biz sana yahudilerin
peygamberlerine söylediği gibi, "Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz
burada kalıyoruz" demiyoruz. Fakat git sen, Rabbin ile savaş biz de seninle
birlikte savaşacağız" diyoruz.
İşte bunlar, Kur'an'ın genelde kıssalar ile
terbiye metodunun kimi sonuçları ve Allah'ın yahudilerin kıssasını ayrıntılı
olarak anlatmadaki kimi hikmetleridir.
Önümüzdeki ders, insanların hayatında temelli
yere sahip bazı şer'i hükümleri açıklamaya başlıyor. Bunlar, Allah'ın
sistemine ve kanunlarına göre hükmedilen müslüman toplumda kişinin ve
hayatın korunmasına, düzeninin himayesine, Allah'ın kanunları gölgesindeki
kamu düzenine ve onu Allah'ın emriyle yürütmeye çalışan otoriteye ve İslâm
şeriatı ve kanunları altında yaşayan müslüman topluma karşı yapılan
ayaklanmaların önlenmesine, yanısıra toplumsal nizamın tamamen Âllah'ın
kanunlarına uygun olarak yürütüldüğü bu toplumdaki herhangi bir kişinin
malının ve mülkiyetinin dokunulmazlığına dair hükümlerdir.
Bu ders, toplum hayatındaki bu temel işlere
ilişkin bu hükümleri incelemeye geçiyor. Suçun tabiatı ve insan ruhunda
meydana getiren sebepleri ortaya koyan, yanısıra suçun çirkinliği ve
bozgunculuğu, ona karşı ona karşı durmanın gerekliliği, suçluların
cezalandırılmasının ve nefsi suç işlemeye yücelten sebeplere karşı
direnmenin zorunluluğunu açıklayan "Adem'in iki oğlu" ile ilgili kıssaya
ilişkin bu hükümler ile giriliyor.
Kıssa ve içerdiği öğütler, Kur'an ayetlerinin
akışı içerisinde, onu izleyen diğer hükümlerle kuvvetli bir şekilde
kaynaştırılıyor.
Ayetlerin sıralamasını düşünen okuyucu, bu
kıssanın buradaki fonksiyonunu, ruhuna işleyen ve yerleşen ikna edici
öğütlerin derinliğini, gönlünde ve aklında, hisseder. Allah'ın hükümleri ile
hükmedilen ve sistemin uygulandığı İslâm toplumunda, cana, hayata ve toplum
düzenine yönelik tecavüzlerin mala ve ferdi mülkiyete yönelen saldırıların,
oluşturduğu suçlara getirdiği şiddetli hükümleri kabullenecek bir
kabiliyetin oluştuğunu far keder. İslâm toplumu, her yönüyle hayatı Allah'ın
sistemine ve hukukuna göre düzenler. Bütün işlerini ve ilişkilerini bu
sistemin temellerine ve bu hukukun kanunlarına göre tanzim eder... Bu
yüzden, her toplumda olduğu gibi ve her ferde de adaleti, güvenliği
istikrarı ve huzuru her yönüyle sağlamayı üstlenir. Baskı ve eziyetlerin tüm
çeşitlerini korku ve anarşinin bütün sebeplerini zulüm ve düşmanlığın bütün
yollarını, yokluk ve güçlüklerin bütün etkilerini, ondan uzaklaştırır.
Böylece -erdemli, adaletli, dengeli ve sorumluluk taşıyan bu toplumun bir
benzerinde cana, hayata ve kamu düzenine, ferdi mülkiyete yönelik saldırılar
kabul edilemez ve genel özelliğiyle hiçbir hafifletici sebep tanımaz.
Bu durum sorunsuz insanlara normal olmak
yolunda uygun şartlar sunduğu ve hem ferd, hem de toplum hayatında suça
yönelten tüm sebepleri ortadan kaldırdıktan sonra, İslâm'ın suç ve suçlulara
yönelik sertliğini anlaşılır kılmaktadır. Tüm bunların yanında, İslâm
nizamı, bir de iyi bir kavuşturma ve sağlıklı bir hüküm için, kural tanıma
suçlulara bütün garantileri sağlamayı üstleniyor ve en ufak bir şüphe
sebebiyle hadleri uygulamaktan vazgeçer. Yanısıra, suçluya dünya da bazı
hallerde, ahirette ise her suçun bağışlanmasına yarayan tevbe kapısını
sonuna kadar açıyor. Yukarıdaki hükümleri içeren bu derste, bahsettiğimiz
tüm bu durumlar için birer örnek göreceğiz:
Fakat ayetlerin akışıyla birlikte konuyu ve
içerdiği bu hükümleri ele almadan önce bu hükümlerin uygulanacağı ortamdan
ve yürütme gücü sağlayan şartlardan genel olarak söz etmemiz gerekmektedir.
Bu derste sözü geçen gerek cana karşı,
yapılan saldırılar ve gerekse kamu düzenine ve mala yönelik saldırılara
ilişkin hükümlerin durumu da şeriatın koyduğu, kısas ve ta'zir gibi diğer
hükümler ile aynıdır. Hepsi de, sadece "daru'l İslâm"da kurulan "İslam
toplumu"nda yürütme gücü ile uygulanabilirler. Bu yüzden şeriatın
"daru'l-İslâm" kavramı ile neyi amaçladığını açıklamamız gerekmektedir.
Bütün dünya İslâm nizamına ve müslümanların değer yargılarına göre sadece
iki kısma ayrılmaktadır:
1- İslam yurdu
(dar'ul-İslâm):
İslâm kanunlarının uygulandığı ve İslâm
hukukuna göre hüküm verilen bütün toplumları kapsamaktadır. İdarecileri
İslâm kanunlarını uygular ve İslâm hukukuna göre hüküm verirlerse, halkının
tamamının müslüman olması veya hem müslüman hem de gayri müslimlerden
(zımmî) olması ya da tamamının zımmî olması durumlar aynıdır. Halkı tamamen
müslüman veya hem müslüman hem de zımmîlerden oluşmakta olan bir beldeyi
savaşla ele geçirmişler ve bununla birlikte aralarında İslâm hukukuna göre
hükmediyor ve İslâm kanunlarını uyguluyorlarsa, hüküm yine aynıdır. Bir
beldenin, "Dar'ul-İslâm" olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde,
orada, İslâm kanunlarının uygulanması ve yasamanın. İslâm şeriatına göre
yapılması yer almaktadır.
2- "Dar'ul-Harb" (Savaş
Yurdu): İslâm kanunlarının uygulanmadığı ve İslâm hukukuna göre hüküm
verilmeyen bütün beldeleri kapsamaktadır. Halkı ne olursa olsun, ister
müslüman oldukları ister ehli kitap oldukları ya da kafir olduklarını
söylesinler fark etmez. Bir beldenin "Savaş Yurdu" olabilmesi için
değerlendirmelerin temel ekseninde, orada İslâm kanunlarının uygulanmaması
ve yasamanın İslâm hukukuna göre yapılmaması yer almaktadır. Böyle bir belde
gerek müslüman gerekse İslâm toplumu açısından "Savaş Yurdu" sayılır. Tüm bu
tanımlamalara göre İslâm toplumu "İslâm Yurdu"nda yaşayan bir toplumdur. Bu
toplum Allah'ın sistemine göre düzenlemiştir ve O'nun hukuku
uygulanmaktadır. Bu toplumda canlar, mallar ve kamu düzeni korunmayı
haketmiştir. Can ve mallara saldıranlara, İslâm hukukunda haklarında hüküm
bulunan bu derste ve diğer bölümlerde bahsedilen cezaların uygulanması
gerekmektedir. Çünkü bu toplum, gerek güçlüler, gerekse güçsüzler için
çalışma güvenliği ile can güvenliğini garanti eden yüce, erdemli, bağımsız
ve adil bir toplumdur. Ayrıca -her yönüyle- iyiliğe özendiren etkenleri bol
olarak barındırma, kötülüğe teşvik eden etkenleri ise en aza indiren bir
toplumdur. Şu halde, bu toplumda yaşayan her bireyin bu sistemin kendisine
sağladığı bu bol nimetleri muhafazası, bütün diğer bireylerin de haklarını
can, mal, namus ve ahlâklarını gözetmesi tüm hakları garanti altına alınmış
olarak güven, huzur ve refah içerisinde yaşadıkları "İslâm Yurdu"nun
selametini koruması hakkıdır. Çünkü bu toplum, onun lehine olarak tüm insanî
değerleri ve bütün sosyal hakları kabul etmekte bu değerleri ve hakları
korumayı da üstlenmektedir. Tüm bunlardan sonra, bu İslâm yurdundaki düzene
karşı ayaklanan kimseler, en şiddetli cezaya çarptırılmayı hakeden asi ve
günahkar saldırganlardır. Buna rağmen İslâm , bu saldırganlara, bile zan
yüzünden ceza vermeyerek ve şüpheler sebebiyle hadleri kaldırarak her türlü
garantiyi sağlamıştır. "Daru'l-Harb"e gelince... Tanımı yukarıdaki
şekildedir. Ne oranın, ne de halkının İslâm şeriatının cezalarını
uygulayarak esenliğinden faydalanmaya hakları yoktur. Çünkü onlar, öncelikle
İslâm şeriatını uygulamıyorlar ve İslâm'ın hakimiyetini tanımıyorlar. Onlar,
Dar'ul-İslâm'da yaşayan ve hayatlarında İslâm şeriatını uygulayan
müslümanlara oranla, güvenlik altında değillerdir. Canları ve malları
İslâm'a göre -müslümanlarla anlaşmaları, Dar'ul-İslâm ile aralarında
sözleşme bulunması durumu dışında- dokunulmaz değildir. Bu anlaşmazlıkların
yanısıra İslâm hukuku dar'ul-harp'ten gelip eman ahdi ile dar'ul İslâm'a
giren her ferdine bu eman süresince ve müslüman devlet başkanının otoritesi
dahilindeki "daru'l İslâm" sınırları içerisinde yukardaki garantileri
vermektedir.
27- Ey Muhammed, onlara
Adem'in iki oğlunun gerçeğe dayalı hikayesini anlat. Hani ikisi birer kurban
sunmuşlardı da birinin kurbanı kabul edilmiş öbürününki kabul edilmemişti.
Kurbanı kabul edilmeyen kardeşine "yemin ederim ki seni öldüreceğim" deyince
öbür kardeş şöyle dedi; "Allah sadece takva sahiplerinin ibadetlerini kabul
eder.
28- Eğer sen öldürmek amacı
ile elini bana doğru uzatacak olursan ben öldürmek amacı ile elimi sana
doğru uzatacak değilim. Çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.
29- İstiyorum ki,hem kendi
günahını hem de benim günahımı yüklenerek cehennemliklerden olasın.
Zalimlerin cezası budur.
30- Buna rağmen öbür kardeş
ihtiraslarına boyun eğerek kardeşini öldürdü ve böylece hüsrana
uğrayanlardan oldu.
31- Bunun üzerine Allah,
kardeşinin ölüsünü nasıl gözlerden saklayacağını göstermek üzere ona toprağı
eşeleyen bir karga gönderdi. "Kardeş katili, eşinen kargayı görünce "Yazık
bana, şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömemiyor muyum?" dedi ve
arkasından ettiğine pişman olanlardan oldu. "
Bu kıssa düşmanlık ve kötülüğün fıtratını ve
yardım bekleyen düşmanın durumunu örnek olarak bize bildiriyor. Çünkü iyilik
ve hoşgörü fıtratın ve gönülden dostluğun en güzel örneğidir. Şu bir gerçek
ki bunlar daima yüz yüzedir. İyi veya kötü kendi yapısına uygun davranışta
bulunurlar. Suç tiksindiricidir, kötü insan tarafından ilgi uyandırır.
Yardım isteyen insanın çığlıkları diğer insanların vicdanlarında büyük çapta
etkili ve tesirli olur. Şuur adil bir kısası emreden kanunun varlığına büyük
ihtiyaç duyar. Bundan dolayı kötü insan bu yaptırımdan dolayı suçu işlemeye
korkar. Buna rağmen suçu işlerse, işlediği suç oranında cezaya çarptırılır.
İyi insan daima masumdur ve yaşaması gerekir. Adil bir nizamın gölgesi
altında huzur içinde korunması gerekir.
Hz. Adem (selâm üzerine olsun) oğullarının
kıssası ne zamanla ne mekanla ne de o iki insanla sınırlıdır. Bu örnek
hakkında birçok rivayetler vardır. Fakat biz ayet-i kerimenin bildirdiği
sınırlar çerçevesinde kalmayı benimsiyoruz. Çünkü ileri sürülen tüm
rivayetler şüphelidir. Kıssa Tevrat'ta geçmektedir ve isimleri, zamanı,
mekanı sabittir. Sahih hadislerde ise fazla bilgi verilmemiştir. İbn-i Mesut
Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Zulme uğrayıp bir insan
öldürülürse, onun kanında Adem'in.-ilk oğluna bir pay düşmemesi imkansızdır.
Çünkü adam öldürmeyi ilk icad eden odur."
Bu hususta söyleyebileceğimiz yegane söz
şudur: Bu olay insanlığın ilk çağında meydana gelmiştir ve kasten adam
öldürmenin ilk örneğidir. Katil cesetlerin nasıl gömüleceğini bile
bilmiyordu. Kapsamlı öğütlere, yer verilmiş, fakat bu temel hedeflere fazla
bir şey ilan edilmemiştir... Bu yüzden, bu genel ayet karşısında duruyor ve
onu ne özelleştiriyor ne de fazla izaha kalkışıyoruz..
"Ey Muhammed onlara Adem'in iki oğlunun
gerçeğe dayalı hikayesini anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da
birinin kurbanı kabul edilmiş, öbürünün ki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul
edilmeyen kardeşine, "Yemin ederim ki, seni öldüreceğim" deyince öbür
kardeşi şöyle dedi: "Allah sadece takva sahiplerinin ibadetini kabul eder."
Yahudilerin Hz. Musa ile başlarından geçen
kıssayı okuduktan sonra, insanlığa birer numune olan şu iki kişinin
hikayesini anlat; Onlara gerçeği anlat. Bu hikayenin, rivayeti gerçek ve
doğrudur. O insan fıtratını gerçek şekliyle bildirmekte ve caydırıcı adil
şeriatın zorunluluğunu doğru bir şekilde ortaya koymaktadır. Adem'in bu iki
oğlu, temiz bir ruhun saldırganlık hissine kapılmak için bahane bulamayacağı
bir konumdalar. Çünkü onlar, Allah'ın huzurunda itaat etmek ve kendisiyle
Allah'a yaklaşacakları kurban sunmak üzereler:
"Hani ikisi birer kurban sunmuştu.."
"Birinin kurbanı kabul edilmiş öbürününki
kabul edilmemişti."
Ayetteki fiil, kabul edilme ve edilmeme
işinin gizli bir kuvvete dayandığı ve gizli bir şekilde olduğuna işaret
etmek için edilgen çatı kurmuştur. Bu sorgu ile bize iki durum
hatırlatılıyor:
1- Bu kabul edişin nasıl olduğundan
bahsetmememiz ve Tevrat'ın hikayelerinden alındığı görüşünde olduğumuz,
rivayetlere tefsir kitaplarının daldığı gibi dalmamamız hatırlatılıyor.
2- Kurbanı kabul edilenin, kin duyulmasını
gerektiren ve öldürülmesine gerekçe olacak bir suçu olmadığı hatırlatılıyor.
Çünkü kurban kabulünde, onun bir rolü yok. Onu ancak meçhul bir kuvvet,
bilinmeyen bir şekilde kabul etmiş ve olay her ikisinin de kavrayış alanı ve
iradesi dışında gerçekleşmiştir. Burada bir kardeşin kardeşini öldürmesi ve
kişinin ruhunda adam öldürecek derecede kin oluşması için hiçbir neden
yoktur. Öldürme fikri bu noktada... İbadet ve Allah'a yakınlık noktasında,
kardeşinin iradesinin hiçbir müdahalede bulunmadığı gizli-meçhul bir kudret
karşısında böylesi bir sahada dosdoğru birinin düşünebileceği en uzak
şeydir.
"... Yemin ederim seni öldüreceğim.." dedi.
Böylece -kararlılığını gösteren- bu sözler,
nefreti körükleyen bir davranışı ortaya çıkarıyor. Çünkü bu sözler, yere
söylenmiştir. Yalnız şu ne pis ve inkarcı duygu, kör bir kıskançlık duygusu.
Onun hiçbir vicdanda yeri yoktur. Böylece sözün akışı henüz tamamlanmadığı
halde, ayetin sayesinde, kendimizi daha ilk andan itibaren bir
saldırganlığın karşısında buluyoruz. Fakat sözün akışı, ikinci bir örnek
olan diğer kardeşin cevabını, duasını ve temiz kalbini tasvir ederek
saldırganlığı daha bir iğrenç ve daha bir korkunç hale sokarak devam ediyor.
" ..Öbür kardeşi şöyle dedi: Allah sadece
takva sahiplerinin ibadetini kabul eder."
Böylece, bu adağın kabulünün sebeplerini
anlayabilecek bir iman ve bağışlanma ortamında ve saldırıya kalkışan
kardeşini Allah'tan korkmaya ve ibadetlerini kalbe götüren yola girmeye
teşvik eden direktifler arasında işin aslı ortaya konuyor. Üstelik ayet
bunları ince bir sanatla ve kulakları tırmalayan bir sesleniş ile ifade
ediyor:
"Bunun üzerine Allah, kardeşinin ölüsünü
nasıl gözlerden saklayacağını göstermek üzere ona toprağı eşeleyen bir karga
gönderdi. Kardeş katili, eşinen kargayı görünce `Yazık bana, şu karga kadar
olup kardeşimin cesedini gömemiyor muyum?" dedi ve arkasından ettiğine
pişman olanlardan oldu."
Sonra imanlı, takva sahibi müslüman kardeş,
kötü kardeşinin ruhundaki kini ve kötü niyetleri yumuşatıp gidermeye
çalışıyor:
"..Eğer sen öldürmek amacı ile elini bana
doğru uzatacak olursan ben öldürmek amacı ile elimi sana doğru uzatacak
değilim. çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."
İnsanın vicdanını etkileyen çok güç bir
durumda bile saldırının karşısında saldırıya uğrayanın yiğitliği,
saldırganın korkutması karşısında şaşılacak şekilde güven ve huzur içinde
olması, kalbinin sadece alemlerin Rabbi Allah'tan korkup sakınması... İşte
tüm bunlar, huzur, güven ve takva örneğinin vasıfları olarak tasvir
ediliyor..
Bu pek yumuşak sözler, kinleri dağıtmakta,
kıskançlığı kaldırmakta, kötülüğe direnmekte, kabarmış sinirleri teskin
etmekte muhatabına kardeşlik bağını, iman neşesine ve takva duyarlılığına
yöneltmektedir.
Evet bu sözler yeterli idi. Fakat salih
kardeş, yanı sıra korkutup, sakındırmayı da unutmuyor:
"İstiyorum ki, hem kendi günahını hem de
benim günahımı yüklenerek cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası
budur."
Sen öldürmek amacı ile elini bana uzattığın
zaman, benim de senin yaptığın bu fiili işlemem ne durumuna ne de tabiatına
uygundur. Bu fikir -öldürmek fikri- kesinlikle aklına gelmemiş, fikrimi
hiçbir şekilde çelmemiştir. Çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan
korkarım. Yoksa bu cinayeti işleyemem. Ben seni, Allah'ın kurbanını kabul
etmemesine sebep olan günahına ek olarak beni öldürme günahını da yüklenmiş
halde bırakıyorum. Böylece günahın da azabın da kat kat artar. "Zalimlerin
cezası budur..."
Buna rağmen müslüman kardeş kendine karşı
aklına gelen bu fikirden utanç duyması ve yeltendiği şeyden vazgeçmesi için,
cinayet suçunu işlemeye kalkışan kardeşine acıyor.
Nefret etmesi için bu günahını ona gösteriyor
ve alemlerin Rabbi Allah korkusuyla katmerli günahtan kurtulmasını
göstermeye çalışıyor. Böylece bir insanın kalbini kötülükten çevirip,
engelleyebilmek için harcanacak bütün çabayı sarf ediyor. "Buna rağmen öbür
kardeş ihtiraslarına boyun eğerek kardeşini öldürdü ve böylece hüsrana
uğrayanlardan oldu."
Fakat kötü kardeş -onun nasıl bir tepki
gösterdiğini öğrenmemizi de sağlayacak şekilde- kötü örnekliğinin tablosunu
tamamlıyor.
Tüm bunlardan sonra... Bu hatırlatma,
nasihat, barışma teklifleri ve sakındırmalardan sonra... Tüm bunlardan sonra
bile, bu kötü nefis saldırdı ve suçu işledi, işledi ve nefsi onu bütün
neticeleri ile rezil etti. Bütün engelleri aşmasını teşvik etti.. Cinayeti
kendisine güzel gösterip onu özendirdi. Kimi öldürdü? Kardeşini öldürdü...
Ve cezayı hakketti..
"... Ve hüsrana uğrayanlardan oldu."
Hüsrana uğradı ve kendini perişanlık
yollarına saldı. Kardeşini kaybetti ve bir yardımcı, bir dosttan oldu.
Dünyası perişan oldu. Çünkü katillik hakkı yoktur. ahireti de perişan oldu.
Çünkü önceki günahı ve son günahını taşıyarak geçip gitti.
İşlediği suçun cesedi, onu somut bir biçimde
hayattan ayrılmış, bozulmaya başlayan bir et ve kemik yığını haline gelmiş
ve hiç kimsenin tahammül edemeyeceği şekilde kokmaya başlamış bir ceset
olarak gösterildi. Allah'ın takdiri onun kardeşinin cesetini gözlerden
saklamaktan acziyeti karşısında saldırgan bir katil olarak kala kalmasını
diledi. Kuşların en değersiz sayılan bir karga gibi olamamanın acziyet
içerisinde:
Bunun üzerine Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl
gözlerden saklayacağını göstermek üzere ona toprağı eşeleyen bir karga
gönderdi. Kardeş katili, eşinen kargayı görünce "Yazık bana, şu karga kadar
olup, kardeşimin cesedini gömemiyor muyum? dedi ve arkasından ettiğine
pişman olanlardan oldu."
Kimi rivayetlerde: "Karga, başka bir kargayı
öldürdü, veya bir karga ölüsü buldu ya da bir karga ölüsü getirdi. Yere bir
çukur açtı. Sonra kargayı oraya gömdü. Bunun üzerine katil yukarıdaki sözü
söyledi ve kargadan gördüklerinin aynısını yaptı" denilmektedir.
Açıktır ki, katil daha önce bir cesedin
gömülüşünü görmemişti. Görseydi bunu yapabilirdi. Bu cesedin yeryüzünde Adem
oğullarından ölen ilk kişi olması veya bu katilin daha önce bir ölünün
gömülmesini hiç görmemesi şeklinde iki ihtimalin birinden kaynaklanmaktadır.
Açıktır ki, katilin pişmanlığı tevbe pişmanlığı değildir. Öyle olsaydı Allah
tevbesini kabul ederdi. Pişmanlığı ancak işlediği cinayetin gerekçesiz
oluşundan ve karşılaşacağı eziyet, yorgunluk ve üzüntüden kaynaklanmaktaydı.
Karganın kendi cinsi kargayı gömmesine gelince... Kimi bunun kargalar
arasında bir adet olduğunu kimi de Allah'ın icra ettiği fevkalade bir olay
olduğunu söylemiştir. Her iki şekilde de durum değişmez. Canlılara
tabiatlarını veren Allah, onlara istediğini yaptırabilir. Bu O'nun gücü
dahilindedir. Burada ayetlerin dizilişi, ruhlarda yaptığı derinlemesine
etkileri bırakarak, bir haberin ardarda nakline geçiyor. Bizde, bu
zincirleme içinde olayı nakletmenin ve vicdanlarda bıraktığı izleri
birleştirerek duygusal bir gerekçe oluşturuyor. Bu sayede de, kendisini
bekleyen kısasın acılarının suçu onu işlediğinden dolayı, suçlunun ruhunda
bilinçte, suçun karşılığını bulması ve adilce bir kısasın yapılması için
gerekli gördüğü hükümleri duygusal bir ağırlık noktası oluşturmayı
amaçlıyor.
32- İşte bu olaydan dolayı
İsrailoğullarına şu yazılı direktifî gönderdik. kim öldürülmüş bir insana ya
da yeryüzünde çıkarılmış kargaşaya, bozguncuya eyleme karşılık olmaksızın
bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanı
ölümden kurtaran ise bütün insanlara hayat sunmuş gibïdir.
Peygamberlerimiz İsrailoğullarına açık
belgeler getirdiler. Fàkat buna rağmen onların çoğu yeryüzünde bozgunculuğa
ve kargaşaya çıkarmaya devam ediyorlar.
Bunun için... Bu örnek insanlar arasında
bulunduğu için... Şerefli, hayırlı, temiz ne kötülük ne de düşmanlık amaç
güden müslümanlara saldırdığı için... Öğüt ve nasihatlerin,cibilliyeti
kötülükle damgalanmış kimi insanlara hiçbir etki yapmadığı şeref ve sulhun
kötülük, ruhun en derinliklerine işlemiş olduğunda şeref ve barış ortamı
teklifi saldırıya engel olmadığı için... Bunun için, bu bir cana kıyma
suçunu bütün insanları öldürme suçuna denk olan çok büyük bir suç saydık.
Cinayete engel olma ve bir canı ölümden kurtarmayı ise, tüm insanları
kurtarmaya denk olan büyük bir iş saydık... Kendilerine şeriat kıldığımız
hukukta bunları yahudilere de yönelik (Surede az ilerde gelecek olan derste
bu özel emri, geniş olarak incelenecektir) Öldürülmüş bir insan yada
yeryüzünde çıkarılmış bir kargaşaya karşılık olmadığı halde bir cana kıymak,
bütün insanları öldürmeye denktir. Çünkü her bir can bütün canlar gibidir.
Her bir can aynı derecede hayat hakkına sahiptir. Bu canlardan birini
öldürmek, hayat hakkının özüne saldırmaktır. Bir cinayete engel olmak ve bu
sayede bir hayatına devamını sağlamak da böyledir. Bu durum hayatta iken ona
yapılan saldırıyı engellemek veya başka birinin daha öldürülmesini önlemek
için bir cana yapılan saldırıyı kısasla cezalandırmak şeklinde bile olsa,
tüm canlıların hayatını kurtarmak gibidir. Çünkü o, tüm canlıların ortak
olduğu "hayat hakkı"nı koruma altına almalıdır. Bu hükümlerle ilgili olarak
yukardaki açıklamamıza bakılırsa, bunların -yalnızca- İslâm yurdunda bulunan
müslüman. Zımmî ve eman ehline uygulandığı görülecektir. "Savaş Yurdu"nda
bulunanların kanı ise "İslâm yurdun"dakiler ile aralarındaki bir anlaşma
yapılmamışsa -mubahtır- malları da böyledir. Bu şer'î kuralı daima akılda
tutmamız iyi olacaktır. Onu burada tekrar hatırlatıyoruz: "İslâm yurdu"
İslâm hukukunun uygulanan ve bu şeriate göre hüküm verilen bölgedir. "Savaş
Yurdu" ise Allah'ın hukuku uygulanmayan ve bu hukuk ile hüküm verilmeyen
bölgedir. Allah, bu prensibi yahudilere de yazmıştı. Çünkü onlar -o sırada-
kitab ehli idiler. Aralarında değiştirilip bozulmamış Tevrat şeriatını
uyguladıkları sürece "İslâm yurdu"nu temsil ediyorlardı. Fakat bu
kendilerine peygamberler apaçık deliller getirdikleri halde şeriatlerinin
kurallarını çiğnemişlerdi. Peygamberimiz zamanında, aralarından
şeriatlarının kurallarını çiğnemeyi sürdürüyorlardı. Kur'an'ın onların
gerekçesiz olarak yaptıkları bu aşırılık, tecavüz ve saldırganlıklarını
belgeliyor. Yanı sıra, kendilerine peygamberler gelmesini ve şeriatlerini
kendilerine açıklamaları sebebiyle Allah'a karşı hiçbir bahanelerinin
kalmadığı da belgeleniyor:
Peygamberlerimiz İsrailoğullarına açık
belgeler getirdiler. Fakat buna rağmen onların çoğu yeryüzünde bozgunculuğa
ve kargaşa çıkarmaya devam ediyorlar.
Allah'ın şeriatını ihmal ederek veya
değiştirerek saldırmak ve sınırlarını çiğnemekten daha büyük bir aşırılık
düşünülebilirmi? Yukarıdaki ayet de Allah, insan öldürme ile yeryüzünde
bozgunculuk yapmayı birlikte anıyor. Her ikisinin de öldürülme (kısas)
nedeni olduğunu bunların yaşama hakkını dışında yer aldıklarını ve cana
kıymanın kötülüğünü belirtiyor... Böylece, "İslam yurdu"ndaki müslüman
toplumu güvencede olur, emniyet içerisinde gelişen kamu düzeni korunur ve
güvenlik içerisinde iyilikler yapılmaya devam eder. Tüm bunlar da fertlerin
güvenliği gibi gereklidir. Hatta daha zaruridir. Çünkü fertlerin güvenliği
ancak bunlarla sağlanabilir. Erdemli örneği korunmasından öte, bu fertlerin
toplumda hayırlar işlemesi ve insan hayatının onun gölgesinde gelişip
ürünler oluşturması ve o ortamda iyiliğin erdemliliğin gelişme ve
verimliliğin filizlerinin oluşması için onu her türlü yerleşik garantilerle
donatır. Özellikle bu toplumun tüm insanlarına, hayatın her alanında
garantiler verir ve onları hayır tohumlarını yeşertecek ve şer tohumlarını
yok edecek bir ortam ile kuşatır. İlaçlar tedavi öncesinde, koruyucu
hakimliği uygular. Buna rağmen koruma tedbirleri yetersizse ilâca
başvurulur. Normal bir insana, kötülüğe ve saldırıya kalkışması için ne bir
gerekçe ne de bir bahane bırakır... Tüm bunlardan sonra, toplumun
güvenliğini tehdit eden kişi, doğru yola dönüp, islah olmadığı takdirde yok
edilmesi gereken habis bir mikroptur. Şimdi bu habis unsurun akıbeti
belirleniyor. Bu ceza İslâm hukukunda "terörist, anarşistin" cezası olarak
bilinmektedir.
TERÖR VE ANARŞİ
33- Allah'a ve peygambere
savaş açanların ve yeryüzünde kargaşa çıkaranları onlara ya öldürmeleri ya
idam etmeleri ya sağlı-sollu birer el ve ayaklarının kesilmesi ya da
yaşadıkları yerlerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki
perişanlıklarıdır. Ahirette ise, kendilerini ağır bir azap beklemektedir.
34- Yalnız bunların içinde
tarafınızdan yakalanmadan önce tevbe edenler olursa biliniz ki Allah
affedicidir ve merhametlidir.
Ayette sözü edilen bu suç müslüman hükümdara
karşı ayaklanma, bu hükümdarın otoritesine karşı çıkma "İslâm yurdu" halkını
yıldırmak, mallarına ve namuslarına saldırmak için örgüt oluşturmaktadır.
Kimi fıkıh bilginleri, bunun hükümdarın otoritesinin dışında gerek merkezde
gerekse taşrada olsun bu tür bir örgütün "İslam yurdu" halkına karşı kuvvet
kullanarak saldırıya geçmesini yeterli bulur ve ayetin bu eylemlerle uyum
içerisinde olduğu fikrini ileri sürerler.
Allah'ın şeriatı ile hükmeden hükümdara karşı
ayaklanan ve şeriatın uygulandığı İslâm yurdunun müslüman zımmî veya
anlaşmalı olan halkına saldıran bu kişilere, sadece hükümdara veya yalnızca
halka karşı ayaklanıyorlar. Onlar aynı zamanda Allah ve peygamberi ile
savaşıyorlar. Çünkü onlar, O'nun şeriatıyla savaşıyorlar, bu şeriatı
uygulayan ümmete saldırıyorlar ve bu şeriat ile hükmedilen İslâm yurdunu
tehdit ediyorlar. Allah peygamberi ile savaştıkları ve Allah'ın şeriatı, onu
uygulayan toplum ve uygulandığı yurda karşı savaştıkları gibi, yeryüzünde
kargaşa çıkarmaya çalışıyorlar. Allah'ın şeriatını yürürlükten kaldırmaya
kalkışma ve bu şeriatın uygulandığı yurda saldırmaktan daha büyük bir
bozgunculuk olamaz. Sadece müslüman toplum ve müslüman hükümdara karşı
savaşmış olsalar bile, aslında Allah ve peygamberi ile savaşmaktadırlar.
Gerçi onlar Allah ile kılıçla savaşmazlar. -Vefat ettikten sonra
peygamberine şahsı ile de savaşmaktan Allah ve peygamberi ile savaşları
Allah'ın peygamberinin şeriatine Allah ve peygamberinin emirlerini uygulayan
bir topluma karşı ve Allah peygamberinin şeriatı uygulanan yurda karşı
savaşmalar ile gerçekleşmektedir.
Bu şekliyle ayet bu anlama geldiği gibi,
başka bir anlamı daha içermektedir.
Hükümdar, kendisine karşı ayaklanmalara,
suçlarına karşılık belirlenen bu cezaları verme yetkisini taşır. Fakat bu
hükümdar, Allah'ın ve peygamberinin kanunlarını uygulayan ve Allah'ın ve
peygamberinin şeriatı uygulanan İslâm yurdunda yerleşen bir hükümdar olması
gerekmektedir. Yoksa bu özellikleri barındırmayan herhangi bir hükümdar, bu
yetkiyi de taşımaz. Bu gerçeği açıkça vurgulamamız zorunludur. Çünkü her
dönemde müslüman olduklarını iddia etseler bile otoriteleri Allah'ın
şeriatına dayanmayan, otoriteleri bu şeriatı uygulamayan ve yurtlarında
İslâm yurdunun varlığını gerçekleştirmeyen kimi sultanların zalim
efendilerinin de bu yetkiye sahip olduklarına dair fetvalar verirler.
Ayaklananlar Allah ve peygamberi ile savaşmadığı, aksine Allah ve
peygamberinden kaynaklanmayan bir otorite ile savaşa giriştikleri halde
kendilerine karşı ayaklananlar -Allah'ın şeriatı adına- bu cezaları
uygularlar. İslâm yurdunda Allah'ın şeriatını uygulamayan bir otoritenin
kendisine karşı ayaklananlara Allah'ın şeriatı adına bu cezaları uygulama
yetkisi kesinlikle yoktur. Böyle bir otoritenin Allah'ın şeriatına sığınması
boşunadır. O ancak ilahlık hakkını gasba kalkışana ve onu iddia eden bir
otoritedir. Bunların Allah'ın kanununa uygulamaya ve bu iddiada bulunmaya ne
hakları var?
Allah'ın şeriatını uygulayan müslüman
hükümdarın otoritesine karşı ayaklanan Allah'ın İslâm yurdunda yaşayan
kullarına korku salan ve mallarına, canlarına ve ırzlarına saldıran bu
silahlı örgüt mensuplarının cezası:
1- Ya normal bir şekilde öldürülmeli.
2- Veya asılarak öldürülmelidir.
(Kimi fıkıh bilginleri ayeti ibret olması ve
korku salması için öldürdükten sonra asılmalı şeklinde yorumlamışlardır.)
3- Ya da sağlı-sollu el ve ayaklarının
kesilmesidir. Fıkıh bilginleri bu ayet çevresindeki hükümdar, bu cezalardan
birini tercihe yetkilimidir yoksa ayaklananlar belirli suçlarına karşılık
buradaki cezaların herhangi birinin mi uygulayacaktır? Sorununda geniş çaplı
fikir ayrılıklarına düşmüşlerdir. İmam Ebu Hanife,İmam Şafii ve İmam
Ahmed'in (Allah onlardan razı olsun) mezhebindeki fıkıh bilginleri işlenilen
cinayete göre bir yol izlemektedir. Ve adam öldüren fakat hırsızlık yapmayan
öldürülür. Mal çalan fakat cinayet işlemeyen sağlı-sollu el ve ayakları
kesilir, hem cinayet işleyen hem de hırsızlık yapan öldürülür ve asılır.
Yollarda terör yapan fakat cinayet işlemiyen ve de hırsızlık yapan ise
sürülür.
"İmam Malik ise asi, cinayet işlediğinde
öldürülmesi gerekir. Hükümdarın kesme veya sürgüne gönderme cezalarını
tercih yetkisi yoktur. Tercih etme hakkı, öldürme veya asma arasındadır.
Hırsızlık yapması fakat cinayet işlemez ise, sürgün cezasını tercih yetkisi
yoktur. Öldürme, asma veya sağlı-sollu el ayak kesme cezaları arasında
tercih etme yetkisine sahiptir.
Eğer anarşist sadece yollarda terör
estirirken hükümdar öldürme, asma, el ve ayak kesme ve sürgün etme
cezalarından herhangi birini uygulama yetkisine sahiptir.
İmam Malike göre cezalardan birini tercih
etme hakkı, bu işin hükümdarın içtihadına bırakılması anlamına gelmektedir.
Eğer anarşist akıllı ve tecrübeli biri ise, içtihadı onu öldürmek veya asmak
şeklinde olur. Çünkü el ayak kesme onun zararını engellemez. Eğer akıllı
biri değilse de yalnızca kuvvetli ve çevik biri ise, el ayak kesme cezasını
uygular. Eğer bu iki özelliği de taşımıyorsa, o zaman sürgün ya da ta'zir
cezasını uygular.
Biz, İmam Malik'in son paragrafta yer alan
görüşünü tercih ediyoruz. Daha sonra cezalar, uygulananlar ve ayaklanmaya
uygulananlar yollar terör salmaya olmak üzere iki kısma ayrılır. Çünkü ceza
öncelikle, suçun meydana gelmesini önlemek amacı güden korunmaya yönelik bir
uygulamadır. Bu yüzden, İslâm yurdunda dehşet saçan, yeryüzünde bozgunculuk
çıkaranlar şiddetle cezalandırılır ve yurda yerleşip Allah'ın şeriatını
uygulayan müslüman topluma korku salamaz. çünkü bu toplum ve bu yurt, huzur
ve emniyete en layık toplum ve yurttur. Fıkıh bilginleri, sürgün cezasının
anlamında fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bu suçu işlediği yerden sürülmesi
midir? Yoksa hapse atılmak anlamında mıdır? Hürriyetini elinden almak
(hapsedilmesi) demek midir? Ya da bütün yeryüzünden sürülmek, yani
öldürülmek anlamına mı gelmektedir? Biz bunlardan, suç işlediği yerden
gurbet, ayrılık, perişanlık duygularını tadacağı bir yere sürülmesini
görüşünü tercih ediyoruz. Bu, insanlara yaptığı kötülük, saldığı korku ve
gösterdiği zorbalığın cezasıdır. O sürüldüğü yerlerde psikolojik durumun
zayıf olması veya taraftarlarından ayrı düşmesi sebebiyle aynı suçu tekrar
işleyecek yeterli gücü bulamaz.
"Bu onların dünyadaki perişanlıklarıdır.
Ahirette ise kendilerini ağır bir azap beklemektedir."
Dünyada başlarına gelen bu ceza, ahiretteki
azap kendilerinden uzaklaştırmıyor, diğer bazı hadlerde olduğu gibi suçun
birini temizlemiyor. Bu cezanın büyüklüğü ve suçun şiddeti sebebiyle
böyledir. Çünkü, müslüman toplumun İslâm yurdunda güvenlik içerisinde
yaşaması gerekmektedir. Allah'ın şeriatını uygulayan müslüman hükümdarda
itaat etmek gereklidir. Gelişmesi için bütün güvencelerini sağlanması
gereken, yüce ve hayırlı bir çözümdür. Onu kemirecek şeylerden korunması
gereken olgun adil bir sistemdir. Bu terörist, anarşistlerin, suçlarının
kötülüğünün bilincine varmaları ve doğru yola dönerek henüz güçlerini
korudukları ve hükümdarın eline esir düşmedikleri bir durumda iken, Allah'a
tevbe etmeleri sonucunda vazgeçerlerse hem suçları, hem de cezaları düşer.
Artık hükümdarların onları cezalandırma yetkisi yoktur. Allah ahirette de
onlara karşı affedici ve merhametlidir.
"Yalnız bunların içinde tarafınızdan
yakalanmadan önce tevbe edenler olursa biliniz ki Allah affedici ve
merhametlidir."
Bu durumda iken, onlardan suç ve cezasının
kalkmasının iki açık gerekçesi (hikmeti) vardır.
1- Saldırılarını sürdürebilecekleri halde,
tevbe etmeleri ve bunun islah olup, doğru yola girdikleri delil kabul
edilmesi.
2- Tevbeye teşvik edilmeleri, böylece onlarla
savaşmak için gereken yardımın en kolay yoldan sağlanması.
İslâm sistemi, insan tabiatını, bütün
duyguları, bütün gizliliklerini ve bütün ihtimallerini göz önünde
bulundurarak değerlendirir. Bu sistemi müslümanlara seçen Allah, bu tabiatı
yaratan ondan haberdar olan ve onu düzelten ve bilendir. Herşeyden haberdar
olan, yarattığı şeyi bilmez mi?
İlahi sistem, insanları sadece kanun
karşısında sorumlu tutmaktadır. O, kanun kılıcını yalnızca, kılıcını
başkasının kendilerine engel olamayan kimselere karşı kullanmaktadır.
Gerçekte ise, bu sistemin temel dayanağı, gönül eğitimi, huy güzelliği ve
ruhlara doğru yolu iletmektir. Yanısıra hayır toplumlarının gelişip sapık
bileceği şer tohumlarının ise koruyup çürüyebileceği bir toplumu
kurmaktadır.
Kur'an üslubu bu cezalarla korkutmayı bitirir
bitirmez, gönüllerde, vicdanlarda ve ruhlarda takva duygularını coşturuyor.
Kurtuluş umuduyla Allah'a ulaştıran vesileler
aramaya ve yolunda cihada teşvik ediyor. Kafirlerin ahiretteki durumlarını
ibret ve korku duygularını güzel bir şekilde tasvir ediyor.
35- Ey müminler, Allah'tan
korkunuz, sizi ona yakınlaştırabilecek her yolu arayınız, onun yolunda cihad
ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.
36- Kafirlere gelince eğer
yeryüzünün tüm varlıkları bir kat fazlası ile birlikte kendilerinin olsa da
bu servetlerini kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye olarak
verseler bu fidyelere kabul edilmez. Onları acıklı bir azap beklemektedir.
37- Onlar cehennemden çıkmak
isteyecekler, fakat kesinlikle dışarı çıkamayacaklardır. Onlar için sürekli
azap vardır.
Bu mükemmel sistem, insan ruhunu, her yönden
ele alıp, onun beşeri varlığına bütün yönlerden seslenmekte ve onu günahtan
alıkoyup, itaate yöneltecek, duyarlı noktalarını aramaktadır. Sistemin ilk
hedefi, insan nefsini doğrultarak, saptırmaktan kurtarmaktır. Ceza bu
yollardan sadece biridir. O, ne temel hedef ne de yegane yöntemdir.
Burada da, Adem'in iki oğlunun kıssası
-çıkarılması gereken derslerle başlamaktadır. Daha sonra gönülleri
hoplatacak bir cezalandırmadan söz edilmekte ve bunu Allah'tan sakınmaya,
çekinmeye ve azabından korkmaya çağrı, cezayla korkutmayı içeren bir davet
izlemektedir.
Ey müminler Allah'tan korkunuz. Korku sadece
Allah'tan olmalıdır. İşte insanlık onuruna yakışan korku budur. Kılıçta,
kırbaçtan korkmak ise düşüklüktür. Düşüklük ise, ancak aşağılık kimselere
yaraşır. Allah'tan korkmak, daha öncelikle, daha onurlu ve daha
arındırıcıdır. Zira, gizlide ve açıkta vicdana eşlik eden,insanların
bilmedikleri durumlarla bile kötülük yapmaya engel olan Allah korkusudur.
Halbuki bunun kuvveti, bu durumlarda işlemez. Gerekli olmasına rağmen, tek
başına uygulanamaz. Çünkü kanun kuvvetinin ulaşamadığı durumlar vardır.
Vicdanlarının sakınacağı ilahî bir otorite ve görünmez bir gözetim
olmaksızın yalnızca kanun gücünün etkin olduğu bir toplumun veya ferdin
kurtuluşu söz konusu olamaz.
"... Sizi ona yakınlaştırabilecek her yolu
arayınız."
Allah'tan korkun, sizi O'na yakınlaştıracak
her yolu deneyin ve o doğrultuya yöneltecek her nedene sarılın. Bir
rivayette İbn-i Abbas şöyle demiştir:
"O'na yaklaştıracak bir yol arayın" ayeti
"ihtiyaçlarınızı ondan isteyin" anlamındadır. Gerçekten insan, Allah'a
muhtaç olduğunu hissettiği anda ihtiyacını istediği, ne zaman onun ilahlığı
karşısında kuluna yaraşır bir konumda bulunur. Böylece kurtuluşa en yakın
olan doğru bir konumda olur. Her iki yorum da, ayetteki ibareyi uygundur.
Ayet, kalbin kurtuluşunu ve vicdanın canlanışını ifade etmekte ve beklenilen
kurtuluş ile son bulmaktadır:
"... Ki kurtuluşa eresiniz."
Diğer tarafta ise Allah'tan sakınıp O'na
yakınlaştıracak yol ve kurtuluşa eremeyen kafirlerin tablosu yer almaktadır.
Bu canlı ve somut bir gerçektir. Nitelikler ve detaylı bilgiler verme yoluna
gidilmekte, fakat, kıyamet sahnelerini ve diğer büyük amaçlarını ortaya
koyarken işlediği yönteme uygunu olarak hareketleri ve heyecan verici
olayları anlatmaktadır:
"Kafirlere gelince eğer yeryüzünün tüm
varlıkları bir kat fazlası ile birlikte kendilerinin olsa da bu servetlerini
kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye olarak verseler bu fidyeleri
kabul edilmez. onları acıklı bir azap beklemektedir."
İnsan hayalinin tasavvur edebileceği en uç
nokta kâfirlerin dünyada bulunan her şeye sahip olmaları varsayımıdır.
Fakat, Kur'an'ın üslubu, varsayımlar dünyasında ulaşılabilecek bu hayalden
daha fazlasını var saymaktadır. Evet onlara, dünyadakilerin tümünün bir kat
fazlası ile onların olduğunu varsaymakta ve kıyamet günü azaptan kurtuluş
fidyesi olarak bunları vermeyi dileyeceklerini tasvir etmektedir. Onlar
ateşten çıkmak için çabalamalarını bu hedefe ulaşmamalarını ve sürekli
eziyet veren bir azap içinde kala kalışlarının manzarasını çizmektedir.
Gerçekten bu somut ve hareketli bir manzaradır. Bu manzaradan onlar
yanlarında dünyadaki herşeyi ve bir o kadarı daha bulunur haldedirler.
Allah'a kurtuluş akçesi vermek isterken ki o halleri... Umduklarını
bulamamış istekleri reddedilmiş durumdayken cehenneme girişleri sırasındaki
halleri... Ve oradan çıkmak isterlerken orada kalmaya zorlanırken ki
manzaraları...
SOSYAL ADALET
38- Erkek ve kadın
hırsızların ellerini kesiniz. Bu onların suçlarına karşılık Allah tarafından
belirlenmiş caydırıcı bir cezadır. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve
hikmet sahibidir.
39- Fakat işlediği zulümden
sonra tevbe edip islah olan kimse bilsin ki, Allah onun tevbesini kabul
eder. Hiç şüphesiz Allah affedicidir ve merhametlidir.
40- Göklerin ve yeryüzünün
egemenliğinin Allah'ın tekelinde olduğunu bilmiyor musun? O dilediğini azaba
çarptırır ve dilediğini affeder. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter.
İslâm toplumu, İslâm yurdunda yaşayan normal
insanların -farklı inançlarına göre- her ferdi hırsızlık illetini uzak
tutacak tedbirleri alır. onlara yaşama ve korunma güvenliğini eğitim ve
doğru yapma güvenliğini ve adaletin eşit dağıtımı güvencesini sağlar. Her
türlü özel mülkiyetin helal yoldan kazanılmasını sağlar ve bunun topluma
zarar veren değil, yarar sağlayan toplumsal bir hak olduğunu belirtir. Tüm
bunlar sayesinde, bütün normal insanlar, hırsızlık illetinden kurtarılır. Bu
durumda İslâm hırsızlar ve özel mülkiyet ile toplum güvenliğine saldıranlara
şiddetli bir ceza vermek hakkına sahiptir.
Tüm bunların yanısıra, şüphe halinde haddi
kaldırmakta ve -kuvvetli bir delil olmadıkça- sanığı cezalandırmadığı gibi
ona tam bir güvenlik de sağlamaktadır.
Herhalde bu özet bilgiyi, biraz daha açmamız
uygun olacaktır. İslâm sistemi, eksiksiz bir bütündür. Kanunları teker teker
ele alındığında -sistemin yapısı, dayanakları, kalkış noktaları, amaçları
incelenmedikçe- gerektiği şekilde anlaşılamaz. Bu sistemdeki parçalar bir
bütün olarak uygulanmadığı takdirde işlevlerini tam olarak yerine getiremez.
İslâm'ın hükümlerinden veya prensiplerinden herhangi birini, tamamı
İslâm'dan kaynaklanmayan bir sistemde uygulanmaya kalkışılırsa boş yere çaba
harcanmış olur. Bütündür, koparılmış tek bir parçanın uygulanması, İslâm'ın
yürürlüğe konması demek değildir. Çünkü İslâm, parçalar ve bölümler değildir
ve bölünemez. İslâm, hayatın her yönüne ilişkin uygulamaları içeren,
eksiksiz bir sistemdir.
Bu söylediklerimiz, genel bir özelliğidir bir
niteliktir. Hırsızlık konusuyla ilgisi de, bundan farklı olmayacaktır.
İslâm yurdunda yerleşen İslâm toplumundaki
her bireyin hayat hakkını ve hayatını koruması için gereken tüm
ihtiyaçlarını sağlama hakkını tanımakla işe başlar. Yemesi, içmesi,
giyinmesi, oturacağı rahat ve huzur bulacağı bir ev edinmesi, her bireyin
hakkıdır.
Her bireyin söz konusu zaruri ihtiyaçlarının
temini, toplumun -veya onu temsil eden devletin- üzerindeki bir hakkıdır. Bu
ferdin, -çalışmaya gücü olduğu sürece- kendisine öncelikle çalışma imkanı
sağlanması, (ferde nasıl çalışacağının öğretilmesi, çalışma şartlarının
kolay hale getirilmesi ve ona iş ve araç gereçlerinin sağlanması) toplumdan
-ve onu temsilen devletten- beklediği bir haktır.
Ferdin geçici bir süre veya ölene değin,
kısmen veya tamamen çalışmaya güç yetiremediği ya da iş veya araç ve
gereçlerini bulamadığı ya da çalışması zaruri ihtiyaçlarını karşılamadığı
zaman, bireyin bu zaruri ihtiyaçlarının herhangi bir yoldan karşılaması da
hakkıdır. Onun bu ihtiyacı şu yollarla giderilebilir:
1- Ailesinde maddi imkanı iyi olan kimselerin
şer'an helal olan nafakayı sağlamaları.
2- Mahalle halkından maddi imkanı olan
kimselerin şer'an helal olan imkanlar sağlamaları.
3- Müslümanların hazinesinden (beytu'l mal)
zekattaki payını alması.
Eğer zekat yeterli değilse, İslâm yurdunda
İslâm hukukunu bütünüyle uygulayan İslâm devletinin muhtaçların
ihtiyaçlarını zenginlerin mallarından giderme haklarını yerine getirmesi
farz olur. Bunu yapanlar da, bu sınırları taşmamalı zaruret dışına taşmamalı
ve helal yoldan sağlanan özel mülkün haklarını mülkiyet çiğnenmemelidir.
İslâm, böylece kazanç belirlemeye özen
göstermekte yollarını sınırlandırmada şiddetli özel mülkiyet sadece helal
yoldan sağlanabilmektedir. Daha önemlisi bu yüzden, İslâm toplumundaki özel
mülkiyet ona sahip olmayanların duygularını tahrik etmemekte ve başkalarının
elinde bulunan şeyleri almak için ihtiraslarını kabartmamaktadır. Sistem,
özellikle, onların ihtiyaçlarını garanti altına almakta ve onları mahrum
etmemektedir. İslâm insanların vicdanlarını ve ahlâklarını terbiye eder.
Fikirlerini çalışmaya ve bu yolla kazanmaya yöneltir. Haram yoldan çalmaya
ve bu yoldan kazanca değil. Fertler iş bulamaz ve kazancı zaruri
ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez ise, haklarını temiz ve onurlu yollarla
kendilerine verir.
O halde bu sistemin gölgesinde yaşayan biri
niçin hırsızlık yapsın? Halbuki hırsız ihtiyaçlarını gidermek için
çalmamaktadır.
Halbuki zenginlik İslâm yurdunda müslüman
toplumun caydırıldığı böyle bir yoldan sağlanamaz. Hırsızlık ise hem
toplumun hakkı olan güvenlik ortamını yok eder hem de helal yoldan zengin
olanları, helal mal(arının güvenliğinden mahrum eder.
Böyle bir toplum da, her bireyin ne faizden,
ne hile yoldan ne stokculuktan ne işçilerin ücretleri sırtından kazanç
sağlama hakkı yoktur. Sadece helal yoldan mal kazanma hakkına sahiptir. Daha
sonra malından zekatını ve zekattan ayrı olarak da toplumun ihtiyaç duyduğu
miktarı verecektir. Yine, böyle bir sistemde her bireyin özel mülkünün
güvende olması ve gerek hırsızların, gerekse başkalarının bu malı almasının
önlenmesi hakkıdır. Tüm bunlara rağmen, biri hırsızlık yaparsa.. ihtiyacını
giderdiği, bu suçun haram olduğunu bildiği ve başkalarının (ki onlar bu
mallarını ne çalmışlar ne de haram yoldan biriktirmişlerdir) sahip olduğu
mala muhtaç olmadığı halde çalarsa...
Bu durumda iken, hırsızlık yaparsa, onun
hiçbir özrü kalmamıştır ve suçu isbat edildiği zaman ona kimsenin acımaması
gerekir.
İhtiyaç ve benzeri bir şüphe bulunması
durumuna gelince; İslam'da genel kural haddin şüphe durumunda
kaldırılmasıdır. Bu yüzden Hz. Ömer bir kıtlık döneminde, hırsızlık suçu
toplumda yaygınlaşmasına rağmen el kesme cezasını uygulamamıştır. Yine özel
bir olayda, İbnu Hatib b. Ebu Deltea'nın köleleri birinden bir deve
çaldığında da el kesme cezasını uygulamamıştır. Önce onların ellerinin
kesilmesini emretmiş daha sonra efendilerinin onları aç bıraktığı ortaya
çıkınca, onlara had uygulamaktan vazgeçmiş ve efendilerini bedel olarak bir
kaç deve değerini paylaştırarak ödeme cezasına çarptırmıştır.
İslâm'ın had cezalarını ancak toplumun bir
kesiminin bir diğer kesimden üstün olduğu mantığına dayandırmayan koruma
yöntemlerini onurlandırma yöntemlerine başvurmaktan daha öncelikli kabul
eden, sadece hiçbir gerekçesi bulunmayan saldırganları cezalandıran eksiksiz
sistemin gölgesinde anlamaya çalışmalıyız.
Bu genel gerçeği açıkladıktan sonra,
hırsızlığın cezası ile ilgili konuya devam edebiliriz.
Hırsızlık başkasının saklı malını gizlice
almaktır. Çalınan malın bir sahip olması gerekir. Müslüman fıkıh bilginleri
başkasının saklanmış ve gizlice çalınan malının, en az çeyrek dinar
değerinde olması gerektiğinde fikir birliğine varmışlardır. Şu anki
paramızla bu, yirmi beş Mısır (Bu değer Mısır parasına göre) etmektedir. Bu
malın, gizlenmiş olması ve hırsızın onu gizlendiği yerden çalması Örneğin
kendisine mal teslim edilen emanetçinin eli kesilmez. Eve girmeye izinli
olan hizmetçi, evden bir şey çalsa yine eli kesilmez. Çünkü bu mal saklanmış
değildir. Emanetçinin, emanet malı inkar etmesi tarladaki ürünün ambara
götürülmeden çalınması ve ev veya sandık dışındaki bir malın çalınması
durumlarında da el kesme cezası uygulanmaz. Malın, başkasından saklanmış
olması gereklidir. Ortaklardan biri, diğer ortağının malını çaldığında, da
el kesilmez. Çünkü bu malda payı vardır, başkasına ait değildir.
Müslümanların hazinesinden (beytü'l mal) çalan kimsenin de eli kesilmez.
Çünkü bunda onun da bir payı vardır. Bu da tamamen başkasına ait bir mal
değildir. Bu gibi durumlarda uygulanacak, el kesme cezası olmayıp, yalnızca
ta'zir cezasıdır. (Tazir, had cezasından daha hafif olan ve hakimin görüş
veya toplumun geleneklerine göre değişik durumlarda dövme, hapsetme azarlama
ve nasihat etme şeklindeki cezalardır.)
El kesme cezası sağ bilekten kesilerek
uygulanır. Tekrar hırsızlık yaparsa, sol ayağı bilekten kesilir. Bunlar el
kesme cezasında fikir birliğine varılan ölçülerdir. Fıkıh bilginleri, üçüncü
ve dördüncü ne yapılacağını fikir ayrılığına düşmüşlerdir.
Kuşku hadleri düşürür...Açlık ve ihtiyaç
bulunduğu şüphesi, hadleri düşürür. Malda ortaklık bulunduğu kuşkusu da
haddi kaldırır. Suçunu itiraf eden kimsenin, ifadesinden vazgeçmesi eğer
şahid yoksa yine haddi kaldıran bir şüphe sayılır.
Fıkıh bilginleri, neyin şüphe kabul
edileceğinde fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Örneğin İmam Ebu hanife, aslında
mubah olan şeylerin -saklanmış olsalar bile- çalınmasında haddi
kaldırmıştır. Saklanmış ve yakalanmış avın çalınması gibi. Çünkü bunların
her ikisi de aslen mubahtır ve aslı mubah olan şeyin saklandıktan sonra bile
mubahlığını sürdürdüğü şüphesi vardır. imamı Malik, İmamı Şafii ve İmamı
Ahmed ise, bu gibi durumlarda haddi kaldırmazlar. İmam Ebu Hanife yiyecek,
meyva, sebze, et, ekmek vb. gibi bütün çabuk bozulan şeyleri çalmada el
kesme haddini kaldırır. İmam Ebu Yusuf, Ebu Hanife'den farklı olarak üç
imamın görüşünü kabul etmiştir.
Fıkıh bilginlerinin bu konudaki farklı
görüşlerini uzun boylu anlatmaya girişecek değiliz. Ayrıntılı bilgi için
fıkıh kitaplarına bakılsın.
İslâm'ın insanların kuşkuları sebebiyle
cezalandırılmamalarına yönelik istekliliğine ve hoş görüşüne dair bir
gösterge alması için bu örnekleri verdik. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Şüpheler sebebiyle (cezaları) kaldırın."
Hz. Ömer de şöyle buyurmuştur: Şüphe
sebebiyle cezaları kaldırmam bana hayır yönünden onu uygulamaktan daha hoş
geliyor.
Bununla beraber, İslâm yurdunda yerleşen bir
müslüman toplumda tüm korunma yolları ve adalet garantilerinin sağlanmasına
rağmen, hırsızlık yapana, hadle sert cezalar vermesinin gerekçeleri
açıklandıktan sonra, hırsızlığa verilen el kesme cezasının uygunluğu
hakkında bir kaç söz söylememiz yerinde olacaktır:
"Hırsızlık cezasının" el kesme olarak
belirlenmesinin sebebi şudur: Hırsız, hırsızlığa niyetlendiği zaman,
kazancını başkasının kazancıyla arttırmayı düşünür. O, helal yoldan kazanç
küçümsemektedir. Haram yoldan malını arttırmayı ister. Çalışmasının
karşılığı ile yetinmez, başkasının çalışmasının karşılığına da göz diker.
Bunu da ya harcamalarını arttırmak ve
üstünlük sağlamak için veya çalışmanın ve inek peşinde koşmanın
yoruculuğundan kurtulmak; ya da geleceğini güvenceye almak niyetiyle yapar.
Onu hırsızlığa yönelten ve bu yola sürükleyen temel neden, kazancını artırma
veya servetini çoğaltma düşüncesidir. İslâm hukuku el kesme cezasını ilan
ederek, insan ruhundaki bu iç güdülerine engel olmaya çalışmıştır. Çünkü el
veya ayak kesme cezası kanunun anlaşılmasına, azalmasına neden olur. Nitekim
el ve ayak her halükârda çalışma vasıtalarıdır. Kanunun unutulması ise,
servetin azalmasına neden olur. Bu da, harcama gücünden ve üstünlüğün
azalması sonucunu doğurur. Böylece de kişiyi daha çok çalışıp, çabalamaya ve
gelecekten daha fazla endişelenmeye sürükler.
İslam hukuku, el kesme cezasını kabul ederek
insanı suç işlemeye sürükleyen psikolojik faktörleri ortadan kaldırmış ve
yerlerine hırsızlık suçundan alıkoyan faktörleri yerleştirmiştir.
Suça sürükleyen faktörlerin ağır bastığı ve
insanı suç işleyip cezasını bir defa gördüğü zaman, artık insanı suçtan
alıkoyan psikolojik faktörler ağır basar ve bundan böyle ikinci kez bu suçu
işlemeye kalkışmaz.
İşte bu, İslâm hukukunun hırsızlık cezasının
üzerine yerleştirildiği temeli oluşturmaktadır. Gerçekten bu ceza kainatın
yaratılışından günümüze değin hırsızlık cezasının oturtulduğu en hayırlı
temeldir.
"Beşeri kanunlar hırsızlık cezası olarak
hapsi öngörmektedirler. Bu ceza, genelde suçlarla, özelde de hırsızlık suçu
ile mücadele de etkisiz kalan bir cezadır. Bu etkisizliğin sebebi, hapis
cezasının hırsızın ruhunda onu, hırsızlık suçunu işlemekten alıkoyacak
güdüleri harekete geçirememesidir. Çünkü hâpis cezasında, hırsızla eylemi
arasına sadece hapis süresince engel konulmaktadır. Hapiste iken ihtiyaçları
karşılanıp istekleri yerine getirildiği halde korunmaya ne ihtiyacı vardır?
Hapisten çıktığında ise, çalışmaya ve
kazanmaya kudretli durumdadır. Ona göre tüm yollar açıktır, servetini
arttırmak ve geçimini sağlamak için gerek helal, gerekse haram tüm yollar
aynıdır. İnsanları kandırmaya ve şerefli biri gibi çıkmaya yetenekli
durumdadır. Onlar da onu severler ve kendisiyle işbirliği yaparlar.
Eğer sonuçta emeline ulaşırsa, zaten bu
istediği şeydir. Emeline ulaşamazsa da, hiçbir şey kaybetmemekte ve hiçbir
önemli çıkarı zedelenmemektedir.
El kesme cezası ise, hırsız ile eylemi
arasına engel olarak girer veya çalışma ve kazanma gücü büyük oranda azalır.
Daha çok kazanma fırsatı ise artık elden gidecektir. Kazancı pek çok
durumda, hiç yoktan iyi olmasına rağmen, çok azalmış ve yok sınırına kadar
düşmüştür Artık o insanları bir daha ne kandırabilecek ne de güvenlerini ve
işbirliklerini istismar edebilecek bir yeteneği elde edemeyecek şekilde,
işlediği suçun izini vücudunda taşıyan bir adamdır. Kesik eli onun kirli
geçmişini haykıracaktır. Hatası kesin olarak şudur: El kesme cezası
uygulandığında, tahribat o kadar azalmakta, hapis cezası uygulandığında ise,
hırsızlığın kazancı tercih edilmektedir. Yalnızca hırsızın değil tüm
insanların doğasında çıkar sağlayan işleri tercih etme ve tahribat doğuran
eylemlerden ise kaçınma eğilimi vardır.
Tüm bunlardan sonra "el kesme cezası,
asrımızda çağdaş medeniyetin ve insanlığın ulaştığı seviye ile uygun
düşmemektedir." diyenlere hayret doğrusu. Sanki insanlık ve medeniyet hırsız
suçuna karşılık ödüllendirmek, yaptığı eylemleri cesaretlendirmek, korku ve
ızdırab içerisinde yaşamak ve tüm çalışmamızın kazancı aylak ve soygunculara
peşkeş çekerek güçlük ve zorluklar içerisinde kalmamız anlamına gelmektedir.
Tüm bunlara rağmen, tekrar "El kesme cezası,
insanlık ve medeniyetin ulaştığı seviye ile uyuşmaz" lafını ileri sürenlere
hayret doğrusu! Sanki medeniyet ve insanlık; sözlerine sapıklıktan başka
hiçbir delili bulunmayan (bu adamın sözlerini kabul ederek) çağdaş ilmi ve
sağlam mantığı inkar etmemiz, insan doğasını unutmamız -geçmiş milletlerin
tecrübelerinden bihaber kalmamız ve aklımızı bir kenara koyarak,
düşüncemizin ulaştığı sonuçları yok saymamız anlamına gelmektedir. Uygun
ceza gerçekte medeniyet ve insanlıkla uyum içerisinde olan cezadır. Hapis
cezası, kaldırılmayı, el kesme cezası ise ebediyen yürürlüğe konmayı
haketmiştir. Çünkü, ceza, psikolojinin sağlam temellerine dayanmaktadır.
Hapis cezası ise, ne ilmi bir temele ne de tecrübeye dayanmakta ve ne akıl
ve mantıkla ne de nesnelerin tabiatı ile uyuşmaktadır.
El kesme cezası, insanın gerek ruhu gerekse
aklı ile uyum içerisindedir. Şu halde o, bireylere uygun gelen ve toplumu
islaha yönelten bir cezadır. Çünkü o, suçların azalmasına ve toplumun
güvencede olmasına neden olur. Ceza bireylerin ve toplumun yararına olduğu
sürece, cezaların en üstünü ve en adilidir.
Ne var ki, bütün bu gerekçeler, bazılarına
göre el kesme cezasını haklı göstermeye yetmemektedir. çünkü onları, el
kesme cezasının çağdaş medeniyetin ulaştığı seviye ile uyuşmayacağı
görüşündedirler.
Bu onların ilk ve son gerekçeleridir. Ne var
ki, hiç de sağlam bir delil değildir. Çünkü o, adı üzerinde "misliyle
mukabele" anlamındaki "ikub" dan türemektedir. Etkisiz ve zayıf olduğundan
ceza olmaz. aksine oyun ve eğlence türü birşey olur. Bu isimle
isimlenmesinin doğru olabilmesi için cezanın sertlik içermesi gerekir.
Merhametlilerin en merhametlisi olan ve
hırsızlığa sert bir ceza veren yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Suçlarına karşılık Allah tarafından
belirlenmiş caydırıcı bir ceza olarak onların ellerini kesiniz."
Bu Allah tarafından belirlenmiş caydırıcı bir
cezadır. Bir suçun işlenmesini önlemek onu işleyecek olan kişiye karşı bir
acımadır. Çünkü bu ceza, o şahsın suç işlemesini önleyecektir. Kalbi
kararmış ve ruhu körlenmiş kimseden başkası, insanları yaratan Allah'tan
daha çok insanlara karşı merhamet hissi beslediğini ileri sürmez.
Uygulamalar, el kesme cezasını, İslâm'ın ilk bir asırlık döneminde sadece
bir kaç kişiye verildiğini göstermektedir. Çünkü topluma düzenli cezalar
sert ve güvenceler yeterli olduğu için sadece birkaç kişiye uygulamak
ihtiyacı doğmuştur. Sonra Allah tevbe etmek isteyen, pişman olup, dönen ve
vazgeçen daha sonra da bu olumsuz sınırları aşmayan, aksine salih amel
işleyen ve olumlu hayırlara yönelen kimseye tevbe kapısını açar.
"Fakat işlediği zulümden sonra tevbe edip,
ıslah olan kimse bilsin ki, Allah onun tevbesini kabul eder. Hiç şüphesiz
Allah affedicidir ve merhametlidir."
Zulüm ne kötü bir fiildir ve zalimi zulümden
sakındırıp oturmak yeterli değildir. Aksine, onun yeri, iyi ve uygun bir
fiil ile doldurulmalıdır. ilahi sistemde durum, bundan daha hassastır.
İnsanın ruhu, harekete geçirilmelidir. O kötülük ve bozgunculuktan
alıkonulduğu halde iyi ve salih amele yöneltilmez ise, yerinde bir boşluk
kalacak ve bu boşluk tekrar kötülük ve bozgunculukla doldurabilecektir.
İyilik ve ıslaha yöneltildiğinde ise, bu
olumlu hareket ve bu faaliyet sayesinde tekrar kötülük ve bozgunculuğa
dönmeyeceğinden güvencede olunur. Bu yöntem ile insanları terbiye eden
Allah'dır. Yaratan ve yarattığını en iyi bilen Allah'tır.
Suç ve cezadan tevbe ve bağıştan söz
edildikten sonra Kur'an ayetleri dünya ve ahiretteki ceza kanunlarının
temellendiği şu genel prensibe geçmektedir. Bu evrenin yaratanı ve sahibi
aynı zamanda oradaki en yüksek iradenin sahibi ve evren hakkında tam bir
yetki sahibidir. Gerek evrenin gerekse içindeki varlıkların (ne olacağına) o
karar verir. Buna bağlı olarak insanlara hayatlarında uygulayacakları
kanunları koyan, sonra dünya ve ahirette onları amellerine göre
mükafatlandıran ve cezalandıran da O'dur.
"Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin
Allah'ın tekelinde olduğunu bilmiyor musun? O dilediğini azaba çarptırır ve
dilediğini affeder. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü her şeye yeter."
O biricik egemendir. Tüm mülkün hükümdarıdır.
O, dünyada yaşamının kaynağı, ahirette ise ceza ve mükafatın
belirleyicisidir. O ne ortak ne bölünme ne de ayrılık kabul eder. İnsanların
işleri ancak dünyada ve ahirette yasama yetkisi ve ceza yetkisinin aynı
buyruktan alınması ile bir düzene girer.
"... Eğer yerde ve gökte birden çok ilah
olsaydı, bunlar kargaşaya koyulurdu." (Enbiya Suresi, 22)
"Gökte de ilah, yerde de ilah O'dur." (Zuhruf
Suresi, 84)
ULUHİYET GERÇEĞİ
Burada, İslâm inancı, İslâmî metod, İslâm'ın
yönetim ve yaşam sistemine ilişkin en önemli meselelerden biri ele alınıyor.
Bu meseleye daha önce, Al-i İmran ve Nisa surelerinde de değinilmişti. Ancak
söz konusu mesele, buradaki ayetlerde, çok daha net ve kesin bir biçimde
kazanıyor. Buradaki nasslar, mefhum ve çağrışım olarak değil, bizzat lafız
ve anlam bakımından bu temel meseleye dikkat çekiyor.
Bu da, yasama, yürütme ve yargı -ardından,
ilahlık, tevhid ve iman meselesidir. Meselenin özü, şu sorulara verilecek
cevaplarla özetlenebilir: Yasama, yürütme ve yargı, peş peşe gelen semavi
dinlerce muhafaza edilen, peygamberlere ve onların yolundan yürüyebilmeleri
için daha sonraki yöneticilere farz kılınan Allah'ın misaklarına, akitlerine
ve koyduğu kurallara göre mi olacak? Yoksa, değişken arzulara, Allah'ın
koyduğu kurallardan hiç biriyle teyellendirilemeyen çıkarlara, bir nesil ya
da değişik kuşaklarca benimsenen geleneğe göre mi olacak? Bir başka deyişle,
yeryüzünde ve insanların yaşamlarında, ilahlık, Rablik ve hakimiyet, Allah'a
mı ait olacak? Yoksa tüm bu saydıklarımız ya da bunlardan biri, insanlardan,
Allah'ın izin vermediği kanunlar koyan birine mi ait olacak?
Yüce Allah, "O Allah ki O'ndan başka ilah
yoktur" buyuruyor. Allah'ın insanlar için koyduğu kurallar, O'nun insanların
ilahı, insanların da O'nun kulu olmasını gerektirmektedir. Allah, insanları,
söz konusu kurallarla, bunları uygulamakla yükümlü kılınıştır. Yeryüzünde
egemen olması gereken kurallar bunlardır. İnsanların aralarında hüküm
verecekleri kurallar bunlardır. Peygamberlerin ve onlardan sonra iş başına
geçecek yöneticilerin uymaları gereken kurallar bunlardır.
Yüce Allah, bu noktada savsaklamaya yer
yoktur buyuruyor. Bu noktada ödün verilemez. Küçük çapta da olsa herhangi
bir açıdan sapmaya yer verilemez. Allah'ın izin vermediği bir meselede, şu
veya bu biçimde bir kuşağın benimsediklerine yada bir toplumun
kabullendiklerine itibar edilemez.
Yüce Allah, -tüm bu hususlarda- meselenin,
iman yada küfür, İslâm yada cahiliyye, şeriat yada beşerî kökenli sistemler
meselesi olduğunu ifade ediyor. Bu bağlamda, bir uzlaşma söz konusu olamaz!
Mü'minler, Allah'ın indirdiklerini, tek bir harf bile eksiltmeksizin,
herhangi bir değişikliğe yeltenmeksizin, aynen yürürlüğe koyanlardır.
Kafirlere, zalimlere, fasıklara gelince
onlar, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerdir. Dolayısıyla yöneticiler,
ya Allah'ın şeriatını bütünüyle uygulayarak iman çerçevesinin içerisinde
kalacaklar ya da Allah'ın izin vermediği başka bir şeriatı tatbik ederek,
kafirler, zalimler, fasıklar sınıfına dahil olacaklardır. İnsanlar da
yöneticilerden ve yargıçlardan, kendilerine ilişkin meselelerde, Allah'ın
hükmünün uygulanmasını kabul etmek suretiyle mü'min olacaklardır. Aksi
taktirde, mümin olamayacaklardır. Bu iki uç arasında, bir orta yol yoktur.
Bu bağlamda, bir akıl yürütme, bir mazeret, ya da çıkar gözeticiliği diye
bir şey ileri sürülemez. Zira Allah, insanların Rabbidir. İnsanlar için
neyin uygun olduğunu bilendir. İnsanlar için en uygun olanların
gerçekleşmesi için de onlar için bir şeriat belirlemektedir. Allah'ın
kullarından hiç kimse, "Ben Allah'ın şeriatını kabul etmiyorum" ya da
"İnsanların menfaatlerini ben, Allah'tan daha iyi bilirim" diyemez. Diliyle
ya da davranışlarıyla böyle birşey diyecek olursa, o kimse iman çerçevesinin
dışına çıkmıştır.
İşte burada, son derece açık ve net
nasslarla, çok ama çok önemli olan bu meseleye temas ediliyor. Bir yandan
da, Medine'deki yahudilerin durumları, münafıklarla birlikte
gerçekleştirdikleri manevralar ve hazırladıkları komplolar, ayrıca, İslâm'ın
Medine'de devlet oluşundan itibaren sürekli kurdukları tuzaklara karşı
peygamberimizin nasıl bir tavır takındığı dile getiriliyor.
Burada ayetlerin akışı içerisinde önce şu
tesbit yapılıyor: Allah katından gelen tüm dinler, Allah'ın indirdikleriyle
hükmetmenin mutlak gerekliliğinin, tüm yaşamın Allah'ın şeriatına göre
düzenlenmesinin, bu meselenin iman ile küfür, İslâm ile cahiliyye, şeriat
ile beşerî sistemler arasında bir yol ayrımı olarak algılanmasının
zorunluluğunu ifade eder... Tevrat'ı Allah, bir yol gösterici, bir
aydınlatıcı olarak indirmiştir: "Gerek İslâm'a bağlı peygamberler ve gerekse
Allah'a bağlı bilginler ile din adamları, Allah'ın bu kitabının görevli
koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna
göre hüküm verirler."
"Onların yanlarında, Allah'ın hükmünü içeren
Tevrat vardır"
"Tevrat'ta yahudilere yazılı olarak bildirdik
ki canın karşılığı candır."
"Allah Meryem oğlu İsa'ya da, "kendinden
önceki Tevrat'ı onaylayan, takvalılar için yol gösterici ve öğüt olan"
İncil'i indirmiştir. "İncil ümmeti, Allah'ın bu kitapta indirdiklerine göre
büküm versin". Yine Allah peygamberimize de "daha önceki kutsal kitabı
onaylayıcı ve içeriğini koruyucu olan bu hak kitab" Kur'an'ı indirmiş ve ona
"Onlar arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre büküm ver, sana gelen
gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma!" buyurmuştur. "Allah'ın
indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, kâfirlerin ta kendileridir."
"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, zalimlerin ta
kendileridir".. "Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler
fasıkların ta kendileridir." "Yoksa istedikleri cahiliye düzeni midir? Kesin
inançlılara göre, Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi
düşünülebilir mi hiç?" Görüldüğü gibi tüm dinler, bu meseleye dikkat
çekmekte,dolayısıyla gerek yöneticiler gerekse yönetilenler için, imanın
tanımının ve İslâm'ın şartının ne olduğu tespit edilmektedir. Bu da
yönetenlerin Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi, yönetilenlerin bu hükmü
kabul etmesi ya da Allah'ın şeriatı dışındaki şeriatların ve hükümlerin
istenilmemesidir.
Meseleyi bu şekilde ortaya koymak, son derece
önemlidir. Bu çerçeve içerisinde, söz konusu meselede titizlenmenin
temelinde, son derece önemli nedenler vardır. Bu nedenler nelerdir acaba?
İşte bizler, gerek buradaki nasslarda, gerekse Kur'an'ın genel akışı
içerisinde, bu sorunun cevabını aradığımızda, söz konusu nedenlerin son
derece açık ve net bir biçimde ortada olduğunu görüyoruz.
Bu meselede karşımıza çıkan en önemli
noktalardan ilki, Allah'ın İlahlığını, Rabbliğini ve insanlar üzerinde
-hiçbir ortağı olmaksızın- egemenliğini kabul emek ya da bunu
reddetmektedir. İşte bu bağlamda, mesele iman ya da küfür, İslâm ya da
cahiliyye meselesidir.
Kur'an'ın her yerinde bu gerçek
vurgulanmaktadır...
Allah, yaratandır... Bu evrenin
yaratıcısıdır. Bu insanın yaratıcısıdır. Yerlerde ve göklerde ne varsa
tümünü, bu insanın hizmetine vermiştir. Allah, yaratmada tektir. Bu konuda,
öyle ya da böyle, hiç bir ortağı söz konusu değildir.
Allah, yaratıcı olduğu gibi, aynı zamanda
rızık verendir. Hiç kimse, ne kendi si ne de bir başkası için, rızık
noktasında, öyle ya da böyle, hiç bir güce sahip değildir.
Evren ve insanlar üzerinde egemen olan
biricik güç, Allah'tır. O, yaratandır,her şeyin sahibidir, rızık verendir.
Gücün gerçek sahibi O'dur. O'nun gücü olmaksızın, ne yaratmaktan söz
edilebilir, ne rızıktan, ne yarardan, ne de zarardan... Bu varlık aleminde
salt egemen olan Allah'tır.
İman, Allah'ı tüm bu nitelikleriyle birlikte
kabul etmektir. İlahlık, egemenlik konularında O'na, -kesinlikle hiçbir
ortak koşmaksızın- boyun eğmektir. İslam, teslim olmak ve söz konusu
niteliklerin gerektirdiklerine itaat etmektir. İlahlık, Rabblik, -insanların
yaşamı da dahil olmak üzere- tüm varlıklara egemenlik noktalarında, Allah'ı
birlemek demektir. O'nun, gerek yazgıda, gerekse şeriatında son derece
belirgin olan egemenliğini tanımak demektir. Allah'ın şeriatına teslim
olmanın anlamı, -herşeyden önce- O'nun İlahlığını, Rabbliğini ve
egemenliğini kabullenmek demektir. Söz konusu şeriata teslim olmayıp,
yaşamın hangi alanında olursa olsun başka bir şeriatı benimsemenin anlamı
ise, -herşeyden önce- Allah'ın ilahlığını, rabbliğini ve egemenliğini
kabullenmeyi reddetmek demektir. Teslimiyetin ya da inkârın, sözle ya da
davranışla olması birşey değiştirmez. Bu, küfür ya da iman, cahiliyye ya da
İslâm meselesidir. Bu nedenle de Allah şöyle buyuruyor: "kim Allah'ın
indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar, kâfirlerin ta
kendileridir.", "zalimlerin ta kendileridir", "fasıkların ta kendileridir."
Bu meselede ikinci önemli nokta ise, Allah'ın
şeriatının, insanların koyduğu şeriatlar karşısında kaçınılmaz bir biçimde
ve kesinkes üstün olduğunu kabul emektir. Burada ele aldığımız ayetlerin
sonuncusunda, bu üstünlük şöyle dile getiriliyor: "Kesin inançlılara göre
Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi
hiç?"
Her türlü sosyal davranışta, her türlü sosyal
durumda, Allah'ın şeriatının üstünlüğünü, mutlak biçimde kabul etmek de yine
küfür ve iman meselesine girmektedir. İnsanların sosyal davranışları ve
durumları ne olursa olsun hiç kimse, herhangi bir insan tarafından
belirlenmiş bir şeriatın üstünlüğünü ya da onun Allah'ın şeriatına
eşdeğerliğini öne süremez. Buna yeltenen bir kimsenin, aynı zamanda mümin ya
da müslüman olduğunu öne sürmesi ise asla olası değildir. Çünkü bu görüşü
ileri süren kimse, insanların durumlarını Allah'tan daha iyi bilebileceği,
onların sorunlarını çözümlemede Allah'tan daha iyi hükümler koyabileceği
iddiasındadır. Söz konusu kişi bu tutumuyla, insanların yaşamları süresince
karşılaşabilecekleri durumları ve onların gereksinimlerini Allah'ın
bilemediğini, bu nedenle de şeriatında bir hüküm belirlemediğini ya da
bilmesine karşın herhangi bir hüküm belirlemediğini savlamaktadır. Böylesi
bir iddiada bulunan kişi her ne kadar müminim dese de onun bu tutumu, iman
ve İslâm ile asla bağdaştırılamaz.
Allah'ın şeriatının diğer şeriatlar
karşısındaki üstünlüğünün tezahürlerine gelince, bunları tümüyle
kavrayabilmek güçtür. Zira, Allah'ın şeriatının hikmeti, herhangi bir nesil
için bütünüyle ortaya çıkmış değildir. Allah'ın şeriatının ortaya çıkmış
olan kimi hikmetlerini ise burada ayrıntılarıyla verebilmemiz güçtür. Bu
nedenle, konuya çok kısa değinmekle yetineceğiz:
Allah'ın şeriatı, insanların yaşamına ilişkin
kapsamlı, bütüncül bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor. Bu şeriatta, yaşam
biçimleri nasıl ve hangi düzeyde olursa olsun insanların yaşamlarının her
yönünü geliştirme, yönlendirme ve düzenleme söz konusudur.
Bu sistem, insanın varlığı, insanlığın
gereksinimleri ve insanın üzerinde yaşadığı evrene ilişkin gerçekliğe,
ayrıca evrende ve insanlığın oluşumunda egemen olan doğa yasalarının
yapısına ilişkin mutlak bilgiye dayanmaktadır. Bu sistem, yaşama ilişkin hiç
bir meseleyi es geçmemiştir. Dolayısıyla bu sistem, insanların etkinlik
biçimleri arasında yıkıcı bir çatışmaya yol açmadığı gibi, söz konusu
etkinlikler ile doğa yasaları arasında da yıkıcı bir çatışmaya yol
açmamaktadır. Tam tersine bu sistem, bir denge, bir uyum ve bir bütünlük
sağlamaktadır. Salt dış tezahürlere ve salt belirli bir zaman diliminde
ortaya çıkmış şeylere göre bilgilenmiş bir insanın ürünü olan bir sistem
ise, yukarıda söylediğimiz mükemmelliği sağlayamayacaktır. İnsan tarafından
belirlenmiş bir sistem, beşerî bilgisizliğin olumsuz etkilerinden
kurtulamayacaktır. Dolayısıyla böyle bir sistemin, insanların etkinlik
biçimleri arasında yıkıcı bir çatışmaya yol açması ve bunun da şiddetli
sarsıntıları beraberinde getirmesi kaçınılmazdır.
Allah'ın şeriatı, mutlak adalet üzerine
kurulmuş bir sistemdir. Zira Allah, mutlak adaletin ne ile ve nasıl
gerçekleşeceğini herkesten iyi bilmektedir. Yine O, tüm varlıkların rabbi
olması dolayısıyla, varlıklar arasında adaleti sağlama, geçici arzu, eğilim,
zayıflık, bilgisizlik, eksiklik, aşırılık ve ihmalkarlık gibi olumsuz
niteliklerden uzak bir biçimde, kendi sistemini ve şeriatını belirleme
gücüne sahiptir. Oysa, şehvetlerle, tutkularla, zaafla, geçici arzularla
donatılan, üstüne üstlük bilgisizlik ve eksiklikten kurtulamayan insanın
üreteceği bir sistem mükemmel olamayacaktır. Bu bağlamda söz konusu beşerî
sistemin, bir birey, bir sınıf, bir ulus ya da bir kuşak tarafından
üretilmiş olması gerçeği değiştirmez. Her ne olursa olsun beşerî bir sistem,
geçici arzular, değişken istemler, tutkular ve bunlara ek olarak
bilgisizlik, eksiklik, tek bir kuşakta bile olsa belirli bir meseleye
bütüncül bir çözüm sunmadaki acizlik nedeniyle, kendini yetersizlikten
kurtaramayacaktır.
Allah'ın şeriatı, tüm doğa yasalarıyla uyum
içerisindedir. Çünkü bu şeriatın sahibi, evrenin de sahibidir. Evreni de
insanı da yaratan O'dur. Dolayısıyla insana ilişkin bir şeriat belirlerken,
onu evrendeki öğelerden biri olarak görmektedir. İnsan, Allah tarafından,
doğru yolda yürümek ve evrendeki yasaları bilmek koşuluyla, kendi hizmetine
sunulan bu evrene belirli oranda da olsa yön verebilme gücüyle
donatılmıştır. Dolayısıyla bu noktada, insanın hareketi ile içinde yaşamakta
olduğu evrenin hareketi arasında, bir uyum sağlanabilmektedir. Bu şeriatta
insan yaşamına, evrenle uyum içinde en doğal düzen sağlanmaktadır. Ve insan,
salt kendisine ve hemcinslerine karşı değil, aynı zamanda evrendeki canlı
cansız tüm varlıklara karşı nasıl davranacağını bu şeriata göre belirlemek
durumundadır. İnsanın bu evrenden soyutlanabilmesi mümkün olmayacağına göre,
onunla olan ilişkisini sağlam ve doğru bir yönteme uygun biçimde belirlemesi
de kaçınılmazdır.
Yine, insanı insana kölelikten kurtaran
biricik sistem de Allah'ın şeriatıdır. İslâm sistemi dışındaki tüm
sistemlerde, insan insanın kölesi kılınmakta ve insan insana tapmaktadır.
İnsanı, kullara kölelikten kurtararak, hiç bir ortağı söz konusu olmayan
Allah'a ibadet eder hale getirmek, sadece ve sadece İslâm sistemine ait bir
özelliktir.
Daha önce de açıkladığımız üzere, ilahlık
konusundaki niteliklerin en önemlisi, egemenliktir. Bu durumda, bir grup
insan için kanun koyan bir kişi kendisini, o insanlar nezdinde ilahlık
mertebesine yükseltmekte ve ilahlığa ilişkin nitelikleri kullanmış
olmaktadır. Böyle bir durumda söz konusu insanlar, o kanun koyucunun
kuludurlar, Allah'ın kulu değil. Yine söz konusu insanlar bu durumda,
Allah'ın dinine değil, o kanun koyucunun dinine mensup olmuş demektirler.
İslâm, şeriat belirleme hakkını sadece
Allah'a vermekle insanı, kula kulluktan kurtarmış, onun sadece Allah'a
ibadet eder hale gelmesini sağlamıştır. Bu nedenle İslâm, insanın
özgürlüğünü, insanın yeniden doğuşunu muştulayan bir dindir... Zira insanın,
kendisini bir başka insanın hegemonyasından kurtaramadıkça, bu noktada tüm
insanlarla Allah önünde eşit bir konumda olmadıkça, kendisini
yenileyebilmesi ya da varlığını koruyabilmesi olası değildir.
Buradaki ayetlerde üzerinde durulan mesele
gerçekten, İslâm inancındaki en önemli meselelerden biridir. Bu, ilahlık ve
kulluk, adalet ve doğruluk, özgürlük ve eşitlik, ayrıca insanın özgürlüğü
-hatta yeniden doğuşu- ile doğrudan ilintili olması sebebiyle, küfür ya da
iman, cahiliyye ya da İslâm meselesidir.
Cahiliyye, belirli bir tarihsel süreçten
ibaret değildir. Herhangi bir sistemde cahiliyye prensipleri mevcutsa, bu
olgu halâ yaşanıyor demektir. Cahiliyye, en özlü tanımıyla, Allah'ın
sistemini ve insanlara gönderdiği şeriatını değil de, insanlarca geçici
arzular doğrultusunda belirlenmiş bir şeriatı benimsemektir. Bu geçici ve
değişken arzuların, bir bireyin, bir sınıfın, bir ulusun ya da belirli bir
kuşaktaki tüm insanların ürünü olması hiç birşeyi değiştirmez. Bu arzular ve
istemler Allah'ın şeriatından kaynaklanmadıkça, değişken ve geçici arzular
olmaktan öteye geçemeyecektir.
Bir insan, insanlar için kanun koyucu
durumundaysa bu, cahiliyyenin ta kendisidir. Çünkü bu durumda yasaların
kaynağında, o insanın arzuları ve görüşleri bulunmaktadır. Dolayısıyla
farklılık sadece sözcüklerdedir.
Bir sınıf, diğer sınıflar için kanun koyucu
durumundaysa bu, cahiliyyenin ta kendisidir. Çünkü bu durumda yasalar, söz
konusu sınıfın çıkarları ya da parlamenter çoğunluğun görüşü doğrultusunda
belirlenmektedir. Dolayısıyla farklılık yine, sadece sözcüklerdedir.
Bir ulustaki tüm sınıfların, tüm sektörlerin
temsilcileri kendileri için kanun koyucu konumundaysa bu, cahiliyyenin ta
kendisidir. Çünkü bu durumda kanun, yanıltıcı tutkulardan kesinlikle
kurtulamayan, bilgisizlikten kesinlikle soyutlanamayan insanların arzularına
ya da halkın görüşlerine göre belirlenmektedir. Dolayısıyla farklılık yine
sadece sözcüklerdedir.
Bir grup ulus, insanlık adına kanun koyucu
durumundaysa, bu, cahiliyyenin ta kendisidir. Çünkü bu durumda kanun, söz
konusu ulusların ulusal amaçları ya da devletler topluluğunun görüşü
doğrultusunda belirlenmektedir. Dolayısıyla burada da farklılık sadece
sözcüklerdedir.
Ancak, kanun koyucu, insanların yaratıcısı,
toplumların yaratıcısı, ulusların ve kuşakların yaratıcısı ise, bu durumda
söz konusu olan, Allah'ın şeriatıdır. Bu şeriatta, hiç kimse bir başkasına
karşı kayırılmamaktadır.. Hiç bir birey, hiçbir toplum, hiçbir devlet,
hiçbir nesil, bir diğerine karşı kollanıp kayırılmamaktadır. Zira Allah,
herkesin Rabbidir. O'nun önünde herkes eşittir. Zira Allah, herkesin gerçek
durumunu ve herkes için neyin uygun olduğunu çok iyi bilmektedir. Hiçbir
aşırılığa ya da savsaklamaya düşmeksizin insanların yararını gözetme ve
gereksinimlerine yanıt verme noktasında, hiç kimse Allah'tan daha üstün bir
konumda olamaz.
Kanun koyucu Allah'ın dışında biriyse
insanlar, söz konusu kanun koyucunun kulu durumundadır. Bu bağlamda kanun
koyucunun, bir birey, bir sınıf, bir ulus ya da bir devletler topluluğu
olması hiç bir şeyi değiştirmez.
Ancak, kanun koyucu Allah ise, herkes özgür
ve eşit demektir. Herkes sadece Allah'a boyun eğecek, sadece Allah'a ibadet
edecek demektir. İnsanoğlunun yaşamında ve evrenin mevcut düzeninde söz
konusu meselenin bu denli önemli oluşunun nedeni, burada yatmaktadır: "Eğer
gerçek, onların değişken istemlerine ve arzularına göre belirlenseydi,
gökler ve yeryüzü ve oralarda bulunanlar bozulup giderlerdi." (Müminun
Suresi, 71)
Allah'ın indirdikleri dışında yasalarla
hükmetmenin sonucu, kötülük, bozgun ve nihayet iman çerçevesinin dışına
çıkmaktır.
YAHUDİLER VE MÜNAFİKLAR
41- Ey peygamber, kalpleri
iman etmediği halde ağızdan "inandık" diyenler ile yahudilerden oluşmuş
küfür yarışçılarının tutumu seni üzmesin. Bunlar körü körüne yalana kanarlar
ve senin karşına çıkmayan bir grubun sözlerini tutarlar. Onlar da
kelimelerin anlamlarını çarpıtan ve "size şöyle bir fetva verilerse ona
uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın " diyen kimselerdir.
Eğer Allah birini saptırmayı dilerse sen Allah'a karşı onun için hiç bir şey
yapamazsın. İşte bunlar, Allah'ın kalplerini arıtmayı dilememiştir. Onlar
için dünyada perişanlık vardır, ahirette de onları ağır bir azap
beklemektedir.
42- Onlar körü körüne yalana
kanarlar ve ısrarla haram yerler. Eğer sana gelirlerse istersen aralarında
hüküm ver, istersen kendilerine yüz çevir. Eğer onlara yüz çevirirsen sana
hiç bir zarar dokunduramazlar. Eğer aralarında hüküm verirsen adalet
uyarınca hüküm ver. Çünkü Allah adalete bağlı olanları sever.
43- Onlar Allah'ın hükmünü
içeren Tevrat ellerindeyken niçin senin hakemliğine başvuruyorlar ve sonra
da verdiğin hükme yan çiziyorlar? Onlar kesinlikle imansızdırlar.
Bu ayetlerin, hicretin ilk yıllarında indiği
daha ilk bakışta anlaşılıyor. (Bu ayetler en azından, Ahzab Savaşı ve Benî
Kurayza yahudilerinin sürülmesinden önce inmiş olmalıdır. Daha önce
Medine'de Benî Nadir ve Benî Kaynuka yahudileri de bulunuyordu. Ancak
bunlardan önce Benî Nadir, ardından da Benî Kaynuka, Medine'den
sürülmüşlerdi.) O dönemde yahudiler birtakım entrikalar peşindeydiler.
Münafıklar da, tıpkı yılanın deliğine sığınması gibi, yahudilere
sığınmaktaydılar. Her ne kadar münafıklar, dillerinin ucu la "biz iman
ettik" deseler de, münafığı da yahudisi de küfür kulvarında adeta birbiriyle
yarış içindeydiler. Onların bu durumları peygamberimizin, üzülmesine ve acı
çekmesine yol açıyordu.
Allah bu noktada, peygamberi teselli ediyor.
Onun yüreğini ferahlatıyor. İnsanların tutumlarındaki arka-planı, onun
gözleri önüne seriyor. Gerek münafıklardan gerek yahudilerden küfürde
birbiriyle yarışanlara ilişkin gerçeği, müslümanlar için açıkça ortaya
koyuyor. Peygambere, onların kendisine gelmezden önce planladıkları
entrikaları, çevirdikleri dolapları bildirmesinin ardından, söz konusu
kişiler kendisine aralarında hüküm vermesi için başvurduklarında, nasıl bir
yöntem izleyeceğini gösteriyor:
"Ey peygamber! Kalpleri iman etmediği halde
ağızdan, `inandık' diyenler ile yahudilerden oluşmuş küfür yarışçılarının
tutumu seni üzmesin. Bunlar körü körüne yalana kanarlar ve senin karşına
çıkmayan bir grubun sözlerini tutarlar. Onlar da kelimelerin anlamlarını
çarpıtan ve `size şöyle bir fetva verilirse uyun, eğer başka bir fetva
verilirse ona kulak asmayın' diyen kimselerdir."
Bu ayetlerin, zina, hırsızlık vb. türden
-niteliklerine ilişkin farklı rivayetler bulunan- birtakım suçlar işlemiş
olan kimi yahudiler hakkında indiği söylenmektedir. Bu suçların cezası,
Tevrat'ta bellidir. Ancak yahudiler başlangıçta, bu cezaları aralarındaki
aristokratlara uygulamak istemedikleri için, Tevrat'ın hükümlerini değil de,
kafalarına göre kimi hükümler belirlemişlerdi. Yahudiler bir süre sonra,
çemberi daha da genişleterek tüm yahudileri bu uygulama kapsamına aldılar ve
Tevrat'taki tazir cezalarının yerine kendilerinin belirledikleri birtakım
cezalar ikame ettiler. (Aslında çağımızda, kendilerini müslüman olarak
yaftalayan kimi insanların bu bağlamda yaptıkları da, söz konusu yahudilerin
tutumlarından farksızdır.) İşte o dönemde yahudiler bu tür suçları
işlediklerinde, içlerindeki art niyetleriyle birlikte, fetva almak için
peygamberimize gelirlerdi. Eğer peygamberimiz fazla ağır bir ceza vermezse,
uygulamayı düşünüyorlardı. Hem böylece Allah katında kendilerine bir gerekçe
de hazırlamış olacaklardı! Bu karar bir peygamber tarafından verilmiştir
diyeceklerdi! Ancak peygamberimiz, Tevrat'takine benzer bir hüküm verecek
olursa, bunu uygulamayacaklardı. Onlardan kimileri bu düşünceler içinde
fetva arıyorlardı. Bunun içindir ki şöyle diyorlardı:
"Size şöyle bir fetva verilirse ona uyun,
eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın."
Saçmalık, anlamsızlık, ayrıca Allah'a ve
peygamberine karşı yükümlülüklerinde umursamazlık konusunda bu denli ileri
gitmişlerdi. Aslında bu, belirli bir zaman sonra yürekleri taşlaşan,
yüreklerinde imanın sıcaklığı kaybolan, yüreklerindeki iman ışığı sönen her
"kitap ehli"ne genellenebilecek bir tablodur. Bu duruma gelenler için,
inançlarından, şeriatlarından ve getirilen yükümlülüklerden kurtulabilmek,
bir amaç haline dönüşür. Söz konusu kimseler artık, bu amaçlarını
gerçekleştirebilmek için çeşitli yollara başvururlar. Kendileri için bir
çıkış yolu, bir hile bulabilme umuduyla, fetva aramaya koyulurlar. Nitekim
günümüzde de, "dudaklarının ucuyla inandık diyen, ama yürekleri iman etmemiş
olan"müslüman yaftalı kişilerin tutumlarında da aynı durum göze çarpmıyor
mu? Dini uygulamak değil de, sadece bir kılıf bulabilmek için fetva peşine
düşmüyor mu onlar da? Yine onlar da, kendi istemlerini sabitleştirebilmek,
onları onaylayabilmek için, gerektiğinde dini bir kalemde silip bir kenara
atmıyorlar mı? Dinin, gerçeği dile getirmesi, en doğru hükmü vermiş olması,
aslında bu tür insanlar için bir anlam ifade etmektedir.
Bugün de yaşanan, aynı olgudur. Yüce
Allah'ın, İsrailoğulları'nın durumunu bu denli geniş, bu denli ayrıntılı bir
biçimde anlatmasının nedeni de bu olmalıdır. Yüce Allah, tüm bu
anlattıklarıyla "müslüman" kuşakları uyarmak istemektedir. Uyanık
müslümanların, doğru yoldan sapmalarına neden olabilecek tutumlar konusunda
gözlerini dört açmaları için, özenle dikkat çekmektedir.
Yüce Allah, küfürde birbirleriyle yarışan,
binbir türlü entrika ve komplo peşinde olan söz konusu kimseler hakkında,
peygamberimize şöyle buyuruyor: Onların küfürde yarışmaları, seni üzmesin.
Onlar bozgunculuk peşindedirler. Aslında içinde bulundukları durum, bozgunun
ta kendisidir. Bu durumda, senin yapabileceğin bir şey yoktur. Onlar
bozgunculuk peşinde koştukları ve bu doğrultuda hareket etmekte direttikleri
sürece senin, onları bu durumdan alıkoyman imkansızdır:
"Eğer Allah, birini saptırmayı dilerse sen,
Allah'a karşı, onun için hiçbir şey yapamazsın."
Onların yürekleri kir bağlamıştır. Ve Allah
onların yüreklerini, bu pislikten arıtmak istememektedir. Onların
yardakçıları da, bu pisliğe batmayı yeğlemiştir:
"Allah, bunların kalplerini arıtmayı
dilememiştir."
Allah onları, dünyada rezil olmakla, ahirette
de çetin bir azapla cezalandıracaktır:
"Onlar için dünyada perişanlık vardır,
ahirette de onları ağır bir azap beklemektedir."
Sen onlardan sorumlu değilsin. Onların küfrü
yeğlemeleri seni üzmesin. Onların bu durumlarına, aldırma sen. Bu meselenin,
defteri kapatılmıştır artık.
Yüce Allah daha sonra peygamberimize, söz
konusu kimseler aralarında hüküm vermesi için kendisine başvurduklarında
onlara karşı nasıl davranacağını açıklıyor. Yalnız, bu açıklamadan önce, söz
konusu insanların durumları, ahlâk ve davranışları bakımından sonuçta düşmüş
oldukları aşağılık düzey dile getiriliyor:
"Onlar, körü körüne yalana kanarlar ve
ısrarla haram yerler. Eğer sana gelirlerse aralarında hüküm ver, istersen
kendilerinden yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiç bir zarar
dokunduramazlar. Eğer aralarında hüküm verirsen adalet uyarınca hüküm ver.
Çünkü Allah adalete bağlı olanları sever."
Yüce Allah onların, körü körüne yalana
kandıklarını vurguluyor. Bunu öylesine çok yapmaktadırlar ki söz konusu
olgu, onların değişmez niteliği haline gelmiştir. Yalan ve batıl söz konusu
olduğunda kulaklarını dört açmakta, gerçek ve doğrular söz konusu olduğunda
ise kulaklarını ısrarla tıkamaktadırlar... Bozulan yüreklerin durumu,
parlaklığını yitirmiş ruhların hâli budur işte... Sapıtmış toplumlarda,
yalan ve batıl sözler ne kadar da ilgi görmektedir. Yine bu toplumlarda,
gerçek ve doğru sözler ne kadar da dayanılmaz bir şeydir. Bu çağda, ne kadar
da revaçta batıl! Yaşadığımız şu iğrenç dönemde, hakkın destekçileri ne
kadar da kesat!
Bunlar; körü körüne yalana kanarlar...
Israrla haram yerler...Buradaki haram; faiz, rüşvet, ısmarlama konuşmalar ve
fetvalar için alınan karşılık da dahil olmak üzere, her türlü haram malı
kapsamaktadır. Bunlar, onların ve de her dönemde Allah'ın çizdiği yolun
dışına çıkmış toplumların, yemekte oldukları haramların belli başlılarıdır.
Bu ayette haram için "suht" sözcüğü kullanıldı. Çünkü bu, bereketin kökünü
kurutmaktadır. Sapıtmış toplumlarda betin bereketin kalmadığı ne kadar da
belirgindir. Bugün bunu, Allah'ın sisteminden, şeriatından uzaklaşmış olan
her toplumda, kendi gözlerimizle de görmüyor muyuz?
Yüce Allah, söz konusu kişiler arasında hüküm
verip vermeme konusunda peygamberimizi serbest bırakıyor. Ona gelip hüküm
vermesini istediklerinde peygamberimiz dilerse, onlardan yüz çevirecektir.
Böyle yaptığında onlar, peygamberimize hiçbir zarar dokunduramayacaklardır.
Peygamberimiz isterse, onlar arasında hüküm verecektir. Ancak, hüküm vermeyi
yeğlerse, -onların arzularına kapılmaksızın, yarışırcasına küfre
koşmalarından, çevirdikleri dolaplardan, entrikalardan etkilenmeksizin-
adalet uyarınca hüküm verecektir.
"Çünkü Allah, adalete bağlı olanları sever."
Bu meselede, peygamber de, müslüman devlet
başkanı da, müslüman yargıç da, Allah'ın buyruğu doğrultusunda hareket
etmekle, adaletin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür. Çünkü Allah,
adalete bağlı olanları sever. İnsanlar zulmetmiş, ihanet etmiş, sapıtmış
olsalar bile adalet, onların bu yaptıklarından doğabilecek her türlü
etkilerine kapalı tutulmalıdır. Çünkü buradaki adalet, insanların
durumlarına göre değil, Allah'ın buyruğu doğrultusunda belirlenmiştir...
İşte bu, her yerde ve her çağda geçerli olan İslâm şeriatı ve İslâm'ın yargı
sistemindeki kesin güvencenin göstergesidir.
Burada, peygamberimizin yahudiler arasında
hüküm verme konusunda serbest bırakılmış olması bizlere, bu hükmün ilk
dönemlerde indirilmiş olduğunu gösteriyor. Zira daha sonraları, İslâm
şeriatına göre hüküm verme ve yargılama zorunlu kılınmıştır.
"Daru'l-İslâm"da sadece Allah'ın şeriatı uygulanır. Orada yaşayan herkes,
Allah'ın şeriatına göre yargılanmak durumundadır. Bununla birlikte, İslâm
devletinde, İslâm toplumu arasında yaşayan "Kitap Ehli" için İslâm'ın özel
bir prensibi vardır. Bu prensibe göre "Kitap Ehli", kendi şeriatlarında
bulunan hükümler ve kamu düzenine ilişkin esaslar dışında, hiçbir konuda
zorlanamaz. Onlar için, kendi şeriatlarında serbest bırakılmış herşey,
serbesttir. Domuz beslemek, domuz eti yemek, -müslümanlara. satmamak
koşuluyla- içki imal etmek ve içmek, bunlara örnek olarak gösterilebilir.
Ancak faiz, onlar için de yasaktır. Zira bu, onların kitabında da haram
kılınmıştır. Yine, zina ve hırsızlık suçlarına ilişkin cezalar, -onların
kitabında da bulunmasından ötürü- onlara da uygulanır. Ayrıca, devlete baş
kaldırmak ve ülkede bozgunculuk yapmak gibi suçlar işleyecek olurlarsa,
-tıpkı müslüman yurttaşlar gibi, onlar da- gereken cezaya çarptırılırlar.
Çünkü bu, İslâm devletinin ve onun sınırları dahilinde yaşayan, müslüman
olsun ya da olmasın her yurttaşın güvenliğini sağlama bakımından bir
zorunluluktur. Zaten bu noktada, İslâm devletinin sınırları dahilindeki
hiçbir yurttaşa, hiçbir şekilde göz yumulamaz.
Peygamberin, hüküm verip vermeme konusunda
serbest bırakılmış olduğu dönemde yahudiler, kimi davalarını, halletmesi
için peygamberimize getirirlerdi. Mâlik'in, Nâfi' ve Abdullah bin Ömer'den
naklen bizlere aktarmış olduğu bir olay, bu konuda bir örnek olarak
gösterilebilir: "Yahudiler, peygamberimize gelerek, kendilerinden bir erkek
ile bir kadının zina ettiğini söylediler. Bunun üzerine peygamberimiz
onlara:"Recm konusunda Tevrat'tan nasıl bir hüküm çıkarıyorsunuz?" diye
sordu. Onlar: "Kendilerini teşhir ederiz ve de kırbaçlanırlar" şeklinde
yanıtladılar. Bu yanıt üzerine Abdullah bin Selâm: "yalan söylediniz!
Tevrat'ta recm cezası var!" dedi. Buna karşılık yahudiler, Tevrat'ı getirip
açtılar. Aralarından biri, parmağıyla recm ayetini kapatarak, söz konusu
ayetin öncesini ve sonrasını okudu. Abdullah bin Selâm: "Parmağını kaldır
oradan" dedi. Adam parmağını kaldırınca, recm ortaya çıktı.. Bunun üzerine
yahudiler: "Muhammed doğru söylemiş! Tevrat'ta gerçekten recm ayeti varmış!"
dediler. Peygamberimiz, ilgili hükmün uygulanmasına karar verdi ve ikisi de
recm edildiler. Ben adamın, taşlardan koruyabilmek için kadının üstüne
kapandığını görmüştüm." (Buhari ve Müslim)
Yine aynı konuda bir başka örnek olarak, İmam
Ahmed'in Müsned'inde İbn Abbas'tan aktardığı bir rivayeti görelim: "Bu ayet,
yahudilerden iki grup hakkında indirilmiştir. Bu iki gruptan biri, cahiliyye
döneminde, diğerini yenilgiye uğratmıştı. Sonunda iki grup, oturup anlaşmaya
varmışlardı. Anlaşma gereğince, yenen grup yenilen gruptan öldürdüğü her
kişi için elli ve yenilen grup da yenen gruptan öldürdüğü her kişi için yüz
vesak fidye ödemeye razı olmuştu. Bu arlaşma peygamberimiz Medine'ye
geldiğinde de halen yürürlükteydi. Derken yine, yenilen gruptan biri, yenen
gruptan birini öldürmüştü. Bunun üzerine yenenler, yenilmiş olanlar bir elçi
göndererek, kendilerine yüz vesak fidye ödenmesini istediler. Ancak
yenilenler, kendilerine gönderilen elçiye şu karşılığı verdiler: "İki
tarafın da, dinleri, soyları ve yurtları aynı olmasına karşın, taraflardan
birinin ödeyeceği diyet tutarının, diğer tarafın ödeyeceği diyet tutarının
tam iki katı olması doğru mu? Sizlere daha önceleri fidye ödemiştik ama bu
durum aslında, bizlere açıkça zulmettiğinizi ve ayrımcılık yaptığınızı
gösteriyor. Artık, Muhammed geldi. Bundan böyle size fidye falan
ödemeyeceğiz!" Bu tartışma, iki grup arasında neredeyse yeniden bir savaşın
patlamasına neden olacaktı. Sonuçta her iki grup da peygamberimizi
aralarında hakem tayin etme noktasında görüş birliğine vardılar. Bu kararın
alınmasının ardından, yenen grubun içinden birisi, çevresindekilere: "Yemin
ederim ki Muhammed onların bizlere, bizim onlara ödediğimiz tutarda fidye
vermelerine karar verecek. Aslında onlar doğru söylediler. Bugüne kadar
bizlere fazla fidye vermelerinin nedeni, bizim karşımızda ezilmeleri ve
yenilgiye uğramalarıydı. İyisi mi siz, bir adam gönderip Muhammed'in
kararını önceden öğrenmeye çalışın. Baktınız ki sizin beklediğiniz
doğrultuda karar verecek o zaman, gider onun hakemliğine başvurursunuz.
Baktınız ki sizin beklediğiniz doğrultuda karar vermeyecek,bu durumda,
aldığınız karardan cayar ve onun hakemliğine başvurmazsınız." Bu sözler
üzerine yenen grup, kimi münafıkları, peygamberimize gidip, onun bu konuda
vereceği kararı önceden öğrenmekle görevlendirdiler. Söz konusu münafıklar
peygamberimizin yanına geldiklerinde Allah, peygamberimize onların gerçek
niyetlerini ve neyin peşinde olduklarını haber verdi. Bu olay üzerine Allah,
"Ey peygamber! Küfürde yarışanlar seni üzmesin..." diye başlayan ve
"...fasıktırlar" diye son bulan ayetleri indirdi. Söz konusu ayetler,
yukarıdaki kimseler hakkında inmiştir. Allah, burada o kimseleri
kastetmektedir." (Ebu Davud) İbn Cerîr'den aktarılan bir başka rivayette
ise, yenen grubun Benî Nadir, yenilen grubun da Benî Kurayza olduğu
belirtilmektedir. Buda, -daha önce de belirttiğimiz gibi- bu ayetlerin,
yahudiler Medine'den sürülmezden önce, ilk dönemlerde indirilmiş olduğunu
doğrulamaktadır.
Yahudilerin asla onaylanamayacak bu
tutumları, artık genelleşmiş bir tavır haline gelmişti. Ve söz konusu
ayetlerin akışı içerisinde, yahudilerin bu bağlamdaki tutumlarına karşılık
olarak, kınayıcı bir soru yöneltiliyor:
"Onlar, Allah'ın hükmünü içeren Tevrat
ellerindeyken, niçin senin hakemliğine başvuruyorlar ve sonra da verdiğin
hükme yan çiziyorlar.?"
Yahudilerin, Allah'ın şeriatını ve hükmünü
içeren Tevrat ellerindeyken, -Allah'ın şeriatına göre hükmetmekte olan-
peygamberimizin hakemliğine başvurmaları, gerçekten kınanacak bir tutumdur.
Üstelik, peygamberimizin vereceği hüküm, onların elinde bulunan Tevrat'taki
hükümden farkı olacak değildir. Zira Kur'an, Tevrat'ı onaylayıcı ve onun
içeriğini koruyucu olarak indirilmiştir. Üstelik yahudiler, peygamberimizi
hakem tayin etmeye yeltenmeleri yetmiyor gibi, onun verdiği hükmü
benimsemeyerek, onun verdiği hükme razı olmayarak, tam tersine onun verdiği
hükme yan çizmektedirler.
Bunun için de Kur'an onlara kınayıcı bir soru
yöneltmekle yetinmiyor. Bunun da ötesine geçerek, onların söz konusu
tutumlarına ilişkin İslâm'ın hükmünün ne olduğunu kesin bir dille ifade
ediyor:
"Onlar, kesinlikle imansızdırlar."
Hem iman etmek, hem de Allah'ın şeriatındaki
hükmü terk etmek ya da söz konusu hükmü kabul etmemek...Bu iki olgunun bir
arada olabileceğini düşünmek, kesinlikle olası değildir. Kendilerinin ya da
başkalarının "mümin" olduklarını ileri süren, ancak yaşamlarında Allah'ın
şeriatına göre hüküm vermeyen ya da kendilerine söz konusu şeriatın
hükümlerinin uygulanmasını kabul etmeyen insanlar vardır. Bu tür insanların
yaptığı, sadece bir aldatmacadır. İşte böylesi aldatmacılara yeltenenler,
sonuçta Kur'an'ın şu ayetine toslamaktadırlar: "Onlar, kesinlikle
imansızdırlar." Bu mesele, sadece, yöneticilerin Allah'ın şeriatına göre
hükmetmemeleri ile değil, aynı zamanda yönetilenlerin, Allah'ın hükümlerine
rıza göstermemeleri ile de doğrudan ilintilidir. Çünkü böyle bir durumda
yönetilenler de, her ne kadar dilleriyle inanmış olduklarını söyleseler de
sonuçta, iman çerçevesinin dışına çıkacaklardır.
Buradaki ayet, Nisâ suresindeki bir başka
ayetle de paralellik arz ediyor:
"Hayır! Rabbine and olsun ki onlar,
aralarında doğan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça, sonra da
vereceğin karara gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın kesin bir
teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar." (Nisa Suresi, 65) Her iki ayet de,
yöneticilere değil, yönetilenlere ilişkindir. Her iki ayette de, Allah'ın ve
peygamberin hükmünü kabul etmeyen, peygamberden yüz çeviren, onun verdiği
hükme yan çizen kimselerin iman çerçevesinin dışına çıkmış olacakları
vurgulanıyor.
Konunun başında da söylediğimiz gibi,
görülüyor ki mesele temelde, Allah'ın ilahlığını, rabbliğini ve insanlar
üzerïndeki egemenliğini kabul edip etmemekle ilgilidir. Allah'ın şeriatına
boyun eğmek ve söz konusu şeriatın hükümlerine razı olmak, O'nun ilahlığına,
Rabliğine ve egemenliğine ilişkin kabulün yaşama yansımasıdır. Allah'ın
şeriatını reddetmek ve ondan yüz çevirmek ise, O'nun ilahlığının, Rabliğinin
ve egemenliğinin kabul edilmediğinin göstergesidir.
KUR'AN'LA HÜKMETMEYEN
KAFİRLER
Yönetilenlerden, yaşamlarında Allah'ın
şeriatındaki hükümleri kabule yanaşmayan kimseler hakkında, Allah'ın vermiş
olduğu hüküm budur... Şimdi ise sıra Allah'ın, Allah katından gönderilmiş
tüm semavî dinlerde mevcut olan hükümler ile, "Allah'ın indirdikleri ile
hükmetmeyen" yöneticilere ilişkin verdiği hükme geliyor:
44- Gerçekten Tevrat'ı biz
indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve ışık içerir. Gerek İslâm'a bağlı
peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları Allah'ın bu
kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile
yahudiler arasında buna göre hüküm verirler. buna göre insanlardan değil,
benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim
Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta
kendileridir.
45- Tevrat'ta, yahudilere
yazılı olarak bildirdik ki, canın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burnun
karşılığı burun, kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve
yaralamalarda da karşılıklılık (kısas) ilkesi geçerlidir. Kim kısas hakkını
bağışlarsa bu onun günahlarına kefaret olur. Allah'ın indirdiği ayetlere
göre hüküm vermeyenler ise zalimlerin ta kendileridirler.
Allah katından gönderilmiş her dinle
amaçlanan, yaşama yön vermektir. Pratik, gerçekçi bir yaşam biçimi
belirlemekdir. Allah'ın dine yüklediği misyon, insanların yaşam biçimlerini
belirlemek, düzenlemek, yönlendirmek ve koruma altına almaktır. Dinler
insanların, heykellerin, ikonların ya da mihrapların karşısına geçerek
tapınmalarını sağlamak üzere, kişinin salt iç dünyasına yönelik olarak
indirilmemiştir. İnsanların yaşamlarında ve onların iç dünyalarının
eğitiminde bunların hiçbir önemi yoktur demiyoruz. Ancak bunlar, insanların
yaşam biçimlerini belirleme, düzenleme, yönlendirme ve koruma altına alma
konularında tek başına yeterli olamaz. İnsanların yaşamlarında pratik bir
karşılığı olması gereken bir şeriat, bir düzen, bir sistem salt bunlar
üzerine ikame edilemez. Bu saydıklarımızı insanlar, yasalar ve otorite
çerçevesinde belirlerler. Yasalara ve otoriteye ters bir davranışta
bulunduklarında bundan sorumlu tutulurlar ve belirli cezalara
çarptırılırlar.
İnsanların yaşamlarını en düzgün bir biçimde
sürdürebilmeleri ancak, inanç, idealler ve yasaların tek bir kaynağa
dayanması durumunda mümkün olabilir. Allah, insanların hareketlerine ve
davranışlarına egemen olduğu gibi, onların yüreklerine ve içlerinde
sakladıkları her türlü sırra da egemendir. O, insanların davranışlarının ve
tutumlarının karşılığını, dünya hayatında, gönderdiği şeriata göre, ahiret
hayatında ise yapacağı sorgulamaya göre en adil biçimde verecektir.
Ancak otorite parçalanacak olursa...
Anlayışlar farklı kaynaklarla temellendirilecek olursa... Allah'ın otoritesi
sadece vicdanlara ve insanların iç dünyalarına indirgenerek, rejim ve
yasalar konusundaki otorite Allah'ın dışında birine verilecek olursa...
Ahiretteki ceza ve mükafatlar konusundaki otorite Allah'ın, dünyadaki
cezalar konusundaki otorite ise bir başkasına ait kabul edilirse... İşte o
zaman, insanlığın ruhu, farklı iki otorite, farklı iki yönelim, farklı iki
yöntem arasında parçalanmış demektir. İşte bu durumda insanların
yaşamlarında aksaklıklar, bozukluklar ortaya çıkmaya başlar. Nitekim,
Kur'an'da çeşitli vesilelerle bu bağlamdaki aksaklıklara ve bozukluklara
işaret edilmektedir: "Eğer yerle gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı ikisi
de bozulurdu" (Enbiya Suresi, 22) "Eğer gerçek, onların keyfi arzularına
göre belirlenseydi, gökler, yer ve oralarda bulunanlar bozulup giderdi."
(Müminun Suresi, 71) "(Ey Muhammed!) Seni de din konusunda bir şeriat sahibi
kıldık, ona uy; bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma."(Casiye Suresi, 18)
Bu nedenledir ki her din, insanlar için bir
yaşam düzeni olmak üzere gönderilmiştir. Dinin, belirli bir yöreye, bir
ulusa ya da tüm insanlığa gönderilmiş olması, söz konusu olguyu değiştirmez.
Her dinde, yaşama en doğru yaklaşımı sağlayacak bir inanç sistemi,
insanların yürekleriyle Allah arasında bir bağ oluşturacak ibadet esasları
ve bunların yanısıra, yaşamı biçimlendirecek bir şeriat söz konusudur. Bu üç
açı, Allah'ın dininin temel direkleri konumundadır. Allah katından gelen her
dinde bu saydıklarımız mevcuttur. Zira, insanlığın yaşamının sağlıklı ve
düzgün bir biçimde olması, ancak yaşam düzeninin Allah'ın dinine göre
belirlenmesi durumunda mümkündür.
Kur'an-ı Kerim'de ilk dinlerin içeriklerine
ilişkin çeşitli göstergeler vardır. Belirli bir yörenin ya da ulusun mevcut
düzeyiyle uyum içerisinde, belirli bir yöreye ya da bir ulusa gönderilmiş
olan ilk dinler, yukarıda sözünü ettiğimiz bütünlüğü tam anlamıyla
sağlamıştır. Buradaki ayetlerde, üç büyük dinde de yani yahudilik,
hristiyanlık ve İslâm'da da söz konusu bütünlüğün tam anlamıyla mevcut
olduğu dile getiriliyor.
Ayetlerde önce, bu bölümde ele almakta
olduğumuz Tevrat'tan söz ediliyor:
"Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik; bu kitap
doğru yol kılavuzluğu ve ışık içerir."
Tevrat, -Allah'ın indirdiği biçimiyle-
yahudileri doğru yola iletmek, Allah'a ulaştıran yol ve yaşam süresince
izlenmesi gereken yol konularında onları aydınlatmak üzere indirilmiş bir
ilahî kitaptır. Bu kitap, tevhid inancını içermektedir. Kapsamlı bir ibadet
sistemi içermektedir. Ve aynı zamanda bir şeriat içermektedir:
"Gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler ve
gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları, Allah'ın bu kitabının
görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında
buna göre hüküm verirler."
Bir inanç ve ibadet sistemini de beraberinde
getirmiş olan Tevrat'ı Allah, insanların salt vicdanları ve yürekleri için
doğru yol kılavuzu ve ışık olsun diye indirmedi. Onu, bundan da öte aynı
zamanda, pratik hayata Allah'ın sistemi doğrultusunda yön verecek ve yaşamı
bu sistem çerçevesinde korumaya alacak bir şeriat içermesi hasebiyle, bu
bağlamda da bir doğru yol kılavuzu ve ışık olması için indirdi. Kendilerini
Allah'a teslim etmiş peygamberler, Tevrat'la hüküm verirler. Onlar ona,
kendilerinden birşey eklemezler. O kitap tümüyle Allah'a aittir. İlahlık
niteliklerine ilişkin herhangi bir nitelik konusunda, peygamberlerin bir
istemi, bir otoritesi ya da bir iddiası asla yoktur. -İslâm'ın özgün anlamı
da budur zaten- O peygamberler, yahudilere Tevrat'a göre hüküm veriyorlardı.
-Tevrat, sadece yahudilere ilişkin indirilmiş bir şeriattı- onların din
adamları yani yargıçları ve bilginleri de yine Tevrat'a göre hüküm
verïyorlardı. Zira onlar, Allah'ın kitabını korumakla ve onun doğruluğuna
tanıklık etmekle yükümlüydüler. Nitekim, kendi yaşamlarını Tevrat'ın
buyrukları doğrultusunda düzenleyerek, dindaşları arasında Allah'ın
şeriatını hakim kılarak, söz konusu tanıklıklarının gereğini de yerine
getirmekteydiler.
Burada, Tevrat'a ilişkin ayetler
noktalanmadan önce, Allah'ın kitabıyla hüküm verilmesi ve de söz konusu
hükümleri verirken insanların arzularından, diretmelerinden, savaşlarından
etkilenilmemesi için gereken özeni göstermeleri için müslümanların
dikkatleri çekiliyor. Allah'ın kitabına sahip çıkan herkes, bu noktada özen
göstermek zorundadır. Bunun aksini yapanlara ya da bu konuda çekingen
davrananlara gelince:
"İnsanlardan değil, benden korkunuz da
ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği
ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta kendileridirler."
Yüce Allah, -her zaman ve her ulustan- kimi
insanların, Allah'ın indirdikleri ile hüküm verilmesine karşı çıkacaklarını
biliyordu. Bu tür insanların öz benlikleri, Allah'ın hükümlerine razı olmaya
ve söz konusu hükümlere boyun eğmeye kesinlikle yanaşmayacaktır. Burjuvalar,
tağutlar, tahtları ve üst makamları ellerinde bulunduran mirasyediler,
Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesine kesinkes karşı çıkacaklardır. Zira
Allah'ın indirdiği hükümler uygulandığında, onların yüzlerine geçirmiş
olduğu ilahlık maskesi yere düşecek ve ilahlık sadece Allah'a ait olacaktır.
Böylece, insanlar için Allah'ın izin vermediği kanunlar koyan söz konusu
kimselerin elindeki egemenlik, yasama ve yürütme yetkisi çekilip alınmış
olacaktır. Sömürü, zulüm ve haram üzerine kurdukları düzene kendilerine
maddi ve ekonomik çıkar sağlamakta olan söz konusu kimseler elbette ki
Allah'ın indirdiği hükümlerin uygulanmaması için yırtınacaklardır. Çünkü
Allah'ın şeriatı, onların zulüm üzerine kurulu çıkar mekanizmalarının kökünü
kazıyacaktır. Şehvetlerinin, tutkularının, yarmaladıkları malların esiri
olanlar, ahlâkî çözülmeyi yaşayanlar, Allah'ın indirdiği hükümlerin
yürürlüğe konmaması için elbette ki direneceklerdir. Çünkü Allah'ın dini,
onları bu niteliklerinden arınmaya zorlayacak, bunu yapmamaları durumunda
ise onları cezalandıracaktır. Söz konusu kimseler, yeryüzünde iyiliğin,
adaletin, barışın yaygınlaşmasından rahatsız olduklarından dolayı, her türlü
yola başvurarak, Allah'ın hükümlerinin yürürlüğe konmasını engellemek için
çabalayacaklardır.
Allah, indirdiği hükümler yürürlüğe konmak
istendiğinde, her cephede bu tür direnişlerle karşılaşılacağını biliyordu.
Bu durumda, Allah'ın dinini sahiplenenlerin ve dinin doğruluğuna tanıklık
edenlerin yapacağı iş, karşıt-güçlere karşı direnmek, onları göğüslemek, mal
ve can pahasına da olsa mücadele etmektir. Allah, onlara hitaben diyor ki:
"İnsanlardan değil, benden korkunuz!"
Onların, Allah'ın şeriatını uygulamaları
dışında bir korkuları olamaz insanlardan. Bu insanlar ister, Allah'ın
şeriatına boyun eğmemekte direten ve ilahlığın sadece ama sadece Allah'a ait
olduğunu kabullenmeye yanaşmayan tağutlar olsun... İster, Allah'a isyan
içerisinde olmakla birlikte, O'nun şeriatını kendi kişisel çıkarlarını
korumak için kullanmakta olan kimseler olsun... İster, Allah'ın şeriatındaki
hükümleri ağırlaştıran ve çarpıtan sapık güruhlar olsun... Her halukârda,
durum değişmemektedir. Ayette kendilerine hitap edilenlerin, sözünü
ettiğimiz kimselerden ve onların dışındaki insanlardan, yaşamda Allah'ın
şeriatını hakim kılmak için didinme dışında korkmaları söz konusu olamaz.
Asıl korkulması gerekenin, Allah olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır. Allah
dışında hiç kimseden korkulmamalıdır.
Yine Allah, kitabının koruyucuları ve
kitabının doğruluğunun tanıkları durumundaki din bilginlerinden kimilerinin,
dünya hayatının çekiciliğine kapılıp baştan çıkabileceklerini de biliyordu.
Bu tür din bilginlerinden, Allah'ın hükümlerini istemeyen devlet
yetkilileri, zenginler ve şehvet düşkünleri ile diyalog içinde bulunanlar ve
de dünya hayatının cazibesine kapılarak onların yaptıklarına hiç ses
çıkarmamayı yeğleyenler de olacaktır. Zaten bu tür yoldan çıkmış din
adamlarına her zaman, her toplumda rastlayabilmek mümkündür. Nitekim bu tür
din adamları yahudiler arasında da vardı. İşte Allah, böylesi bir tutum
içerisine girmiş din bilginlerine diyor ki:
"Ayetlerimi birkaç paralık çıkarlarınız
uğruna satmayınız."
Burada suskun kalanlara, ayetleri
çarpıtanlara, yamama fetvalar ürete bilmek için çaba harcayanlara
sesleniliyor!
Gerçekten de bu tür kimselerin, yaptıklarına
karşılık olarak alacakları para ya da sağlayacakları çıkar ne olursa olsun,
neticede bir "hiç"tir. Maaş, görev, makam, unvan, titır ya da birtakım
çıkarlar uğruna, dini satıp bile bile cehennemi satın aldıkları düşünülürse,
kazançları gerçekten de bir hiç değil midir?
Bir emanet yüklenmiş kişinin, tutup ihanet
etmesinden daha kötü bir şey düşünülemez. koruyucu konumundaki birinin,
vurdumduymazlaşmasından daha korkunç birşey yoktur. Tanık konumundaki
birinin, gerçeği. saptırmasından daha iğrenç bir şey olamaz. Ne var ki "din
adamı" kisvesi altında pek çok kimse, dine ihanet etmekte, bu konuda
vurdumduymazlaşmakta ve gerçekleri saptırmaktadır. Allah'ın indirdikleriyle
hükmetmeleri gerekirken, suskun kalmayı yeğlemektedirler. Yöneticilere hoş
görünmeyi Allah'ın kitabına tercilı ederek, ayetleri çarpıtmaktadırlar...
"Allah'ın indirdikleri ayetlere göre hüküm
vermeyenler, kafirlerin ta kendileridirler."
Bu son derece kesin ve su götürmez bir
ifadedir. Gerek ayetin orijinalinde şart edatı olarak "men"in kullanılması
ve gerek cevap cümlesi, bu hükmün, herkesi kapsayabileceğinin göstergesidir.
Ayette herhangi bir kapaklık olmadığı gibi bu hüküm, zaman ve mekan
sınırlarını da aşmaktadır. Bu, hangi kuşakta ve hangi ulusta olursa olsun,
Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen herkesi kapsamına alan genel
bir hükümdür...
Bunun nedenini ise daha önce açıklamıştık.
Zira, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen, Allah'ın ilahlığını
reddediyor demektir. Oysa ilahlık zorunlu olarak, egemenliği ve yasamayı da
içermektedir. Allah'ın :ayetlerine göre hüküm vermeyen bir kimse ise bir
yandan, Allah'ın ilahlığını ve ilahlığının niteliklerini reddetmekte, diğer
yandan da ilahlık hakkını ve ilahlığın niteliklerini kendisine mal etmeye
kalkışmaktadır. Gerçekten de küfür bu değil de nedir? Pratik -ki bu teoriden
çok daha önemlidir- sırf küfür kokuyorsa, dil ile mümin ya da müslüman
olduğunu savlamanın anlamı nedir?
Son derece kesin olan bu hüküm konusunda
demagoji yapmak, gerçekten kaçmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Böylesi bir hükmü tevil etmeye Çabalamak, ayeti çarpıtmaktan başka bir şey
olamaz. Bu bağlamda yapılan demogojiler ya da teviller, söz konusu ayetin
muhatabı konumundaki kimseler hakkında Allah'ın koyduğu hükmü hiçbir biçimde
değiştiremez.
KISAS
Allah'ın tüm dinlerindeki bu temel prensibin
açıklanmasından sonra, Tevrat'taki şeriattan örnekler sıralanıyor. Ki Allah
Tevrat'ı gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler, gerekse Allah'a bağlı
bilginler ile din adamları -Allah'ın bu kitabının koruyucuları ve
doğruluğunun şahitleri sıfatıyla- yahudiler arasında ondaki ayetlere göre
hüküm versinler diye indirmişti:
"Tevrat'ta yahudilere yazılı olarak indirdik
ki, canın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burnun karşılığı burun,
kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve yaralanmalarda da
kârşılıklı (kısas) ilkesi geçerlidir."
Tevrat'ta belirtilen bu hükümler, İslâm
şeriatında da aynen muhafaza edilmiştir. Bu hükümler, kıyamete dek tüm
insanlığın şeriatı olmak üzere indirilmiş bulunan, müslümanların şeriatının
da bir parçası olmuştur. Gerçi bunlar, pratik zorunlulukların gereği olarak
sadece "daru'l-İslâm"da uygulanabilir. Zira, "daru'l-İslâm" olmayan
yerlerde, bu hükümleri uygulayabilecek bir İslâmî otorite yoktur. Ancak,
madem ki İslâm şeriatı Allah'ın iradesiyle her zaman ve tüm insanlar için
geçerli olacak bir şeriat olarak indirilmiştir, bu durumda her nerede olursa
olsun İslâmî bir yönetim iş başına geldiğinde, söz konusu hükümleri
yürürlüğe koymak ve uygulamakla yükümlüdür.
Tevrat'ta da geçen bu hükümlere İslâm, bir
hüküm daha ekliyor:
"Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun
günahlarına kefaret olur."
Tevrat'ta bu hüküm yer alınıyordu.
Tevrat'taki hükme göre kısas, mutlaka uygulanırdı. Bu konuda ödün vermek,
kısas hakkından vazgeçmek ve bu o kişinin günahlarına kefaret olması söz
konusu değildi.
Burada, kısas cezalarına bir parça da olsa
değinmekte yarar var.
Allah'ın şeriatında kısasla getirilen ilk
şey, eşitlik prensibidir. İslâm şeriatında, kanda ve cezada eşitlik prensibi
esastır. İnsanların makamları, sınıfları, soyları, ırkları ne olursa olsun,
onlar arasında cana canla ve yaralara da karşılıklı ödeşmeyi getirmek, can
konusunda tüm insanları eşit kabul etmek, Allah'ın şeriatı dışında hiç bir
şeriatta söz konusu değildir.
Allah'ın şeriatında canın karşılığı candır.
Gözün karşılığı gözdür. Burnun karşılığı burundur. Kulağın karşılığı
kulaktır. Dişin karşılığı diştir. Yaralamalarda da karşılıklılık ilkesi
geçerlidir. Bu hükümlerin uygulanmasında insanlar arasında hiçbir ayrım
yapılmaz. Kişi hangi ırka, hangi sınıfa mensup olursa olsun, ister yönetici,
ister yönetilen olsun, gerektiğinde bu hükümler kendisine uygulanacaktır.
Çünkü her insan, Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah'ın şeriatı önünde,
herkes eşittir.
Allah'ın şeriatında getirilen bu yüce
prensip, gerçekten de "insan"ın yeniden doğuşunu muştulamaktadır. Artık, her
insan eşittir. Çünkü bu şeriat sayesinde insanlar, birincisi aynı kanun ve
aynı yargı huzurunda mahkemeleşme, ikincisi ise aynı esasla ve aynı ölçüde
ödeşme imkanına kavuşmuş bulunmaktadırlar.
Bu prensibi ilk kez İslâm getirmiştir.
Asırlar boyunca beşer tarafından pek çok görece şeriatlar belirlenmişti. Bu
şeriatlarda, kanun bakımından teorik düzlemde oldukça iyi düzeyde bulunanlar
olduysa da, pratikte aynı düzeyin korunabilmesi mümkün olmadı.
Yahudiler, kendilerine indirilen Tevrat'ta da
bulunan bu yüce prensipten sapmışlardı. Kendileri ile diğer insanlar
arasında bu yüce prensibi bir kenara bırakmışlardı: "Ümmilere (kendi
dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur." (Ali İmran
Suresi, 75) diyorlardı. Hatta kendi aralarındaki ilişkilerde bile bu yüce
prensibi unutmuşlardı. Benî Kurayza ile Beni Nadir kabileleri arasında olup
bitenler bunun en güzel örneğiydi. Sonunda peygamberimiz geldi de onları
tekrar Allah'ın şeriatına eşitlik ilkesini getiren şeriata döndürdü ve de
perişan durumdaki Benî Kurayza ile üstün durumdaki Benî Nadir arasında tam
bir eşitlik sağladı.
Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -insanın
yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- bir insanı öldürmeye, yaralamaya ya
da onun bir organına zarar vermeye kalkışabilecek kişilere karşı, aynı
zamanda caydırıcı bir cezadır. Çünkü kısas söz konusuysa, bunları yapmaya
kalkışan kişi, böyle bir eylemi gerçekleştirmezden önce, olayı kendi
kendine, nedeniyle niçiniyle, defalarca düşünmek zorunda kalacaktır. Çünkü
bilir ki karşısındaki insanı öldürdüğünde; -görevi, soyu-sopu, sınıfı, ırkı
ne olursa olsun- kendisi de öldürülecektir. Karşısındaki insana ne yaparsa,
aynısı kendisine de yapılacaktır. Bilir ki karşısındaki insanın elini ya da
ayağını kesse, kendi eli ya da ayağı da kesilecektir. Karşısındakinin göz,
kulak, burun ya da dişine zarar verse, kendi organının da aynı şekilde
zarara uğramasına neden olacaktır. Ama kişi bu suçları işlediğinde, sadece
hapis cezasına çarptırılacağını biliyorsa, bu durumda cezanın caydırıcılığı
kısastakiyle hiç bir zaman eşdeğer olamaz. Hapis cezası uzun olmuş, kısa
olmuş birşey fark etmez. Bedende yaşanan acı ya da bir organın
yitirilmesiyle duyulan ıstırap ile hapiste yatmanın verdiği acı kesinlikle
eş değildir. Bunları, hırsızlığın cezasına ilişkin ayetin açıklanması
sırasında da açıklamıştık.
Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -yine
insanın yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- aynı zamanda, insanın öz
benliğini rahatlatan, iç dünyasındaki sarsıntıları ve yüreğindeki yaraları
gideren, gözü kör bir öfkeyle harekete geçen dayanılmaz intikam tutkusunu
yatıştıran bir hükümdür. Kimi insanlar bir yakınları öldürüldüğünde, diyet
almaya ya da yaralandıklarında sadece tazminat almaya razı olabilirler. Ama
kimi insanlar da acılarını, ancak aynı şeyin suçluya da yapılmasıyla, yani
kısasın uygulanmasıyla dindirebilirler.
Allah'ın İslâm'la belirlediği şeriat -tıpkı
Tevrat'la belirlediği şeriat gibi insanın doğasını gözeterek, kısas hakkını
garanti altına almıştır. Ancak, insanların vicdanlarına ve hoşgörülerine
seslenerek, kısas uygulanmasını isteme hakkına sahip olan kişileri, yine de
bağışlamaya özendirir:
"Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun
günahlarına kefaret olur.."
Kişinin kendi arzusuyla, kısas hakkını
bağışlamasında durum bu şekildedir. İster bir yakını öldürülen kan sahibi
olsun, (Bu durumda bağışlama, kan sahibinin, kısas yerine diyet alması ya da
hem kısas hem de diyet hakkından vazgeçmesiyle olur. Her ikisi de kan
sahibinin hakkıdır. Zira, cezayı uygulatmak ya da bağışlamak ona
bırakılmıştır. Onun bağışlaması durumunda hükümdara düşen, kâtil için uygun
bir tazir cezası belirlemektir.) isterse yaralanmış durumdaki hak sahibi
olsun, dilerlerse kısasın uygulanmasını istemeyebilirler. Kişinin, kısas
hakkını bağışlaması durumunda bu, onun günahlarına kefaret olur ve Allah,
onun günahlarını affeder.
Bu çağrı daha çok, insanları hoşgörü ve
bağışlamaya, özendirmeye ve yürekleri Allah'ın affına ve bağışlamasına,
eğitmeye yöneliktir. Çünkü öyle insanlar olabilir ki, yitirdikleri kişi ya
da uğradıkları zarar sonucu duydukları acıyı, ne aldıkları tazminat ne de
uygulattıkları kısas dindiremeyecektir... Öldürülen kişinin velisi, katili
öldürtse bile, giden geri gelecek midir? Yitirdiği kişi için tazminat alacak
olsa da bunun ne kıymeti olacaktır? Burada asıl amaç, yeryüzünde azami
düzeyde adaleti sağlayabilmek ve toplumu güvenlik altına almaktır. Bu durumu
yaşayan bir kişinin, yüreğinde elbette bir acı olacaktır. Ancak bu acıyı,
yüreğini, Allah katından gelecek karşılığa bağlamaktan başka hiçbir biçimde
dindiremez...
İmam Ahmed'in rivayetine göre: "Vekî' ve
Yunus bin Ebî İshak'ın aktardıklarına göre Ebû Sufr şöyle dedi: "Kureyşli
bir erkek, Ensar'dan bir erkeğin dişini kırınca, Muaviye'den yardım istedi.
Muaviye de: `Onu ikna ederiz' dedi. Ancak dişi kırılan kişi ikna olmuyordu.
Muaviye bunun üzerine: `Meseleni arkadaşınla hallet' dedi. O arada, orada
oturmakta olan Ebû Derdâ dedi ki; Peygamberimizin şöyle dediğini işitmiştim:
`Bedeni zarara uğratılan bir müslüman eğer hakkını bağışlayacak olursa,
Allah da onun derecesini yükseltir ya da bir günahını bağışlar'. Bunun
üzerine Ensardan olan kişi de: `Öyleyse bağışladım' dedi."
İşte, kendisine Muaviye'nin tazminat olarak
önerdiği karşılığı kabul etmeyip kısasta direten söz konusu kişi, bu hadisi
duyar duymaz rahatlamış ve hakkından vazgeçmeye razı olmuştu.
İşte, yaratıkların, onların iç dünyalarındakï
duyguları ve kımıltıları, yüreklerinin derinliklerinde neler olduğunu ve
nasıl huzur bulacağını en iyi biçimde bilen Allah'ın şeriatı budur. O,
belirlediği hükümleriyle, insanların yüreklerinde gerçek huzur ve güvenceyi
en iyi biçimde sağlamaktadır.
Aynı zamanda, Kur'an'ın da bir parçası haline
gelen, Tevrat'tan bu parçalar aktarıldıktan sonra, genel bir hüküm
belirtiliyor:
"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm
vermeyenler, zalimlerin ta kendileridirler."
Bu, genel bir ifadedir. Bunu özele
indirgeyebileceğimiz herhangi bir dayanak söz konusu değildir. Ancak burada,
"zalimler" diye yeni bir nitelik daha ekleniyor.
Bu yeni nitelik, daha önce geçen "kafirler"
biçimindeki nitelikten farklı bir durumun olduğu anlamında değildir. Bu,
Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye sadece yeni bir
niteliğin eklenmesinden ibarettir. Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm
vermeyen kişi, Allah'ın ilahlığını ve kullar üzerindeki yasama yetkisinin
ona özgü olduğunu reddetmesinden ve de insanlar üzerinde yasama yetkisini
kendisine mal ederek ilahlık iddiasına kalkışmasından ötürü kafirdir. Yine,
insanları, -onlar için en uygun olan- Allah'ın şeriatından koparıp başka bir
şeriata uymaya zorlamasından ötürü de zalimdir. Aslında bu tür bir kişi,
tehlikeli bir yola atılmakla, küfrün cezasına çarpılmayı haketmekle ve
-aralarında yaşadığı- insanların yaşamlarını kargaşaya, bozguna maruz
bırakmakla, bizzat kendisine de zulmetmektedir.
Gönderme yapılan nokta ve "Allah'ın indirdiği
ayetlere göre hüküm vermeyenler" biçimindeki şart cümlesi, ayeti böyle
anlamamızı gerektiriyor. İkinci şart cümlesinin cevabı, birinci şart
cümlesinin cevabına ekleniyor. Her ikisinde de, mutlaklık ve genellik ifade
eden şart edatı "men (kim ki...)" kullanılmış ve aynı noktaya gönderme
yapılmıştır.
46- Bu peygamberlerin
ardından kendisinden önce gelen Tevrat'ı onaylayıcı olarak Meryemoğlu İsa'yı
gönderdik; O'na doğru yol bilgisi ile ışık içeren, önündeki Tevrat'ı
onaylayan, takvalılar için yol gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik.
47- İncil ümmeti, Allah'ın bu
kitapta indirdiklerine göre hüküm versin. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere
göre hüküm vermez ise onlar fasıkların, doğru yoldan çıkmışların ta
kendileridir.
Meryemoğlu İsa, İncil'i bir yaşam düzeni,
hüküm verilecek bir şeriat olsun diye getirmişti. İncil'de, Tevrat
şeriatındaki bazı meselelerde küçük değişiklikler dışında yasamaya ilişkin
yeni esaslar bulunmuyordu. Ama İncil, önündeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak
indirilmişti. Söz konusu meselelerdeki küçük değişiklikler arasında, Tevrat
şeriatını da yine kabul ediyordu. İncil de, bir doğru yol kılavuzu, bir
aydınlatıcı, bir öğüt olarak indirilmişti. Ama kimlere? Elbette ki takvalı
insanlara... Takvalılar, Allah'ın kitaplarının birer doğru yol kılavuzu,
birer ışık, birer öğüt olduğunu kavrayanlardır. Onlar, yürekleri Allah'ın
kitabı sayesinde doğru yolu bulmuş, aydınlanmış kimselerdir. Onlar,
yürekleri bu kitaptaki doğru yolu ve ışığı algılayabilmiş kimselerdir.
Ancak, yürekleri taşlaşmış, körelmiş ve algılama gücünü yitirmiş kişilere
gelince... Onlar öğütten anlamazlar. Ayetlerin anlamını kavrayamazlar.
Ayetlerdeki buyrukların esprisini kavrayamazlar. İnancın ne denli güzel
olduğunu bilemezler. Kitabın doğru yol kılavuzu oluşundan,
aydınlatıcılığından faydalanamazlar. Doğru yolu bulamazlar. Gerçek bilgiye
kavuşamazlar. Kitab'ın çağrısına olumlu yanıt vermezler. Gerçi ışık,
önlerindedir. Ama, ışığı görebilmek için açık bir göz gerekir. Doğru yol,
önlerindedir. Ama onu kavrayabilmek için aydınlanmış bir ruh gerekir. Öğüt,
önlerindedir. Ama ondan yararlanabilmek için bilinçli bir kalp gerekir.
Allah, İncil'i bir doğru yol kılavuzu, bir
aydınlatıcı, takvalılar için bir öğüt, İncil ümmeti için bir yaşam düzeni,
hüküm verebilecekleri bir şeriat olsun diye indirmiştir. Bir başka deyişle
bu kitap sadece İncil ümmetine özgüdür. Tüm insanlığa gönderilmiş bir kitap
değildir. İslâm dininden önceki, her kitap, her peygamber için aynı olgu söz
konusudur. Ancak İncil'de -ki bu bir bakıma Tevrat'ta demektir- Kur'an'ın
hükmüne uyan şeriat esasları, yine İslâm şeriatı demektir. Nitekim, bunu
kısas cezasına ilişkin hükümlerde görmüştük.
Dolayısıyla İncil'e inananların, Allah'ın
İncil'de belirlediği ve Tevrat'taki şeriattan da onayladığı esaslar
doğrultusunda hüküm vermeleri gerekiyordu:
"İncil ümmeti, Allah'ın bu kitapta
indirdiklerine göre hüküm versin."
Bu konuda kural, sadece Allah'ın
indirdiklerine göre hüküm vermektir.
Hristiyanlar ve yahudiler -İslâm öncesinde-
Tevrat ve İncil'in gereklerini yerine getirmemişlerse ve -İslâm sonrasında-
Allah katından gönderilen Kur'an doğrultusunda harekât etmemişlerse,
neticede bir hiçtirler. Tüm bu kitaplarda tek bir şeriat söz konusudur.
Onlar bu şeriata uymakla yükümlüdürler. Allah'ın, tek bir harfi bile
olmaksızın korunmuş son şeriatı da İslâm'dır:
"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm
vermeyenler, fasıkların, doğru yoldan çıkanların ta kendileridirler."
Buradaki nassta da yine genel ve kesin bir
ifade kullanılıyor. Yalnız burada, daha önceki "kâfirler" ve "zalimler"
biçimindeki niteliklere, "fasıklar" diye bir yenisi daha ekleniyor. Bu, daha
önceki ayetlerde bahsedilenlerden farklı bir topluluk ya da değişik bir
durum söz konusu olduğu anlamında değildir. Durum yine aynıdır. Olay, bu
ayetle, hangi ulustan ve hangi kuşaktan olursa olsun Allah'ın indirdiği
ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye, daha önceki iki niteliğe ek olarak,
yeni bir niteliğin daha eklenmesinden ibarettir.
Küfür, Allah'ın şeriatını reddederek O'nun
ilahlığını inkâr ederek olur. Zulüm, insanları Allah'ın belirlediği şeriat
dışında bir şeriata uymaya zorlamak ve onların yaşamlarında kargaşaya,
bozguna neden olmakla işlenir. Fasıklık ise, Allah'ın sistemini bırakıp
başka bir sisteme tabi olmak demektir. İşte ilk fiil, bu niteliklerin her
üçünü de kapsamakta ve söz konusu fiili işleyen kişi her üç niteliği de
-aralarında hiçbir ayrım yapılmaksızın- bütünüyle haketmektedir.
NİHAİ MESAJ
Nihayet sıra, Allah'ın insanlığa gönderdiği
son mesaja, son şeriata gelmiştir. Bu şeriat insanlığa "İslâm"ı nihaî
biçimiyle sunmaktadır. İslâm, kendi şemsiyesi altında toplayan bir nihâî
kaynak olmak üzere gönderilmiştir. İnsanların yaşamında Allah'ın sistemini
egemen kılmak üzere indirilmiştir. Yaşamın her alanı bu sistem üzerine
oturtulacaktır. Yaşamda bu şeriat eksen kabul edilecek, onun buyrukları
doğrultusunda hareket edilecektir. İnanç esasları, sosyal düzen, bireysel ya
da toplumsal davranışların nasıl olacağı, bu şeriata göre belirlenecektir.
İslâm, sadece okunsun öğrenilsin ve sonuçta defterler ve kitaplar arasına
sıkışıp kalmış bir kültür olsun diye değil, tam tersine Kur'an'ın ayetlerine
göre hüküm verilsin diye gönderilmiştir. İslâm her şeyi dikkatle inceleyen,
kılı kırk yaran bir dindir. Yaşama ilişkin hiç bir meselede boşluk
bırakmamıştır. Yaşama ilişkin hiçbir meselede onun koyduğu hükümler, şu ya
da bu şekilde kesinlikle değiştirilemez... Bu konuda ya İslâm'ın hükmü
vardır, ya da keyfï arzular doğrultusunda belirlenen cahiliyye hükmü...
İnsanları uzlaştırabilmek, biraraya getirebilmek için dini kolaylaştırmak
yaftası altında da olsa hiç kimsenin İslâm'a aykırı davranmaya hakkı yoktur.
Allah, dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Ancak Allah, şeriatının
egemen olmasını istemektedir. Gerisi insanlara kalmış bir iştir:
48- Sana da daha önceki
kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu olan bu hak kitabı indirdik.
Buna göre onların arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm ver, sana
gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma.
Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir ana
yol belirledik. Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat
belirlediği yolda sizleri denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde
yarışınız. Çünkü hepiniz Allah'a döneceksiniz ve O anlaşmazlığa düştüğünüz
meselelerin içyüzünü size haber verecektir.
49- O halde onların arasında
Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma,
onların seni Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile
şaşırtmalarından sakın, eğer sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah,
günahlarının bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor. Kuşku yok ki,
insanların çoğu fasıktır.
50- Yoksa istedikleri
cahiliye düzeni midir? Kesin inançlılara göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın
verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?
Anlatımdaki bu netlik, ifadedeki kesinlik,
kimi durumlarda ve koşullarda kişiyi bu şeriattan -küçük çapta da olsa-
herhangi bir hükmü terk etmeye özendirebilecek aldatıcı gerekçeler
karşısında bu denli kesin önlemler alınmış olması, insanı ister istemez
duraksatıyor... Bu ayetler karşısında insan elinde olmaksızın oturup
düşünmek zorunda kalıyor. Kimi insanlar, koşullar ve durumlar bunu
gerektiriyor diyerek Allah'ın şeriatını tümüyle inkar etmelerine karşın,
hâlâ nasıl oluyor da müslümanlık iddiasında bulunabiliyorlar, şaşırmamak
elde değil!.. Kişi, Allah'ın şeriatını tümüyle terk etmesine karşın, nasıl
oluyor da hâlâ müslüman olduğunu iddia edebiliyor? Bu tür insanlar
kendilerini, nasıl oluyor da hâlâ "müslüman" olarak niteleyebiliyor?
İslâm'la hiçbir bağları kalmamasına karşın, Allah'ın şeriatını tamamen terk
etmelerine karşın, her koşulda her durumda geçerliliğini koruyan ve her
koşulda her durumda uygulanmak zorunda olan Allah'ın şeriatını reddederek
O'nun ilahlığını inkar etmiş olmalarına karşın, hâlâ nasıl "müslümanlık"
iddiasında bulunabiliyorlar? Bu tür insanlara, şaşırmamak, hayret etmemek
elde değil..
"Sana da bu hak kitab (Kur'an)'ı indirdik"..
Ayetteki "bak" kelimesine, ilahlık açısından
yani şeriat belirleme, kanunlar koyma yetkisinin Allah'a ait olacağının
belirtilmesi açısından bakmamız gerek. "Hak", Kur'an'ın içeriğinde, ondaki
inanç ve şeriat esaslarında, orada anlatılan her olayda ve verilen her
buyrukta somut bir biçimde ortadadır.
Kur'an, "daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı
ve içeriğini koruyucu" olarak indirilmiştir.
Kur'an, Allah'ın dininin, nihâî biçimidir.
Allah'ın dini ve de yaşam biçimi ile insanların uyacakları şeriat ve sistem
noktasında nihai kaynak, Kur'an'dır. Artık Allah'ın dininde hiç bir
değişikliğe gidilmeyecektir.
Semavi dinlere mensup insanlar arasında,
ister inanç esasları, isterse şeriat prensipleri noktasında bir anlaşmazlık
baş gösterdiğinde, bunu çözümleyebilmek için müracaat edilmesi gereken kitap
Kur'an'dır. Müslümanlar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa başvurulacak kitap
Kur'an'dır. Yaşama ilişkin herhangi bir meselede görüş ayrılıkları
olduğunda, müracaat edilmesi gereken kitap, Kur'an'dır. Bu noktalarda,
temelde söz konusu nihai kaynaktan beslenmeyen kişilerin sunacağı görüşlerin
hiçbir "kıymet-i harbiye"si yoktur.
Ayette hemen ardından, bu gerçeğin getirdiği
zorunluluklar ekleniyor:
"Buna göre onların arasında Allah'ın
indirdiği ayetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların
keyfi arzularına uyma!".
Bu buyruk, kendisine o dönemde aralarında
hüküm vermesi için başvurmakta olan hristiyanlar hakkında, öncelikle
peygamberimize yöneliktir. Ancak, ayeti salt bu olaya özgü kılmak doğru
değildir. Madem ki artık nihai kaynak olan Kur'an'ı değiştirmek üzere yeni
bir peygamber ya da yeni bir şeriat gönderilmeyecektir, öyleyse bu ayetteki
hüküm, kıyamete dek geçerliliğini koruyacak genel bir hükümdür.
Allah'ın dini Kur'an'la tamamlanmış
bulunmaktadır. Allah'ın bu noktada kendisine teslim olanlara verdiği nimet
Kur'an'la son bulmuştur. Allah, Kur'an'ın tüm insanlar için bir yaşam düzeni
olmasını uygun görmüş bulunmaktadır. Kur'an'ı değiştirmek, onun
hükümlerinden herhangi birini terk etmek, ya da başka bir şeriatı bu şeriata
yeğleyebilmek için, artık hiçbir gerekçe bırakılmamıştır. Allah bu dini
insanlara uygun gördüğünde, onun tüm insanları kapsayacağını biliyordu. Yine
Allah, bu kitabı nihai kaynak olarak uygun gördüğünde, bunun tüm insanların
yararına olacağını, kıyamete dek bütün insanları kapsayacağı biliyordu. Bu
kitaptan, değil uzaklaşmak, bir bölümünü değiştirmek bile, İslâm'a ilişkin
bu bilginin bulunması hasebiyle, kişiyi inkara götürür. Buna yeltenen bir
kişi, diliyle bin kez müslüman olduğunu söylese bile dinden çıkmış demektir.
Allah, bazı insanların, Allah'ın
indirdiklerinden ödün vermeye götürecek kimi mazeretler ileri süreceklerini
ve de yönetenlerin ya da yönetilenlerin keyfï arzularına kapılabileceklerini
biliyordu. Kitabında belirttiği hükümleri -hiçbir ödün vermeksizin-
yürürlüğe koymak, zorunlu olmasına karşın, bazı insanların kimi durumlarda
kendi duygularına kapılarak bu zorunluluğun gereğini ihmal edebileceklerini
biliyordu. Bu nedenle de söz konusu ayetlerde peygamberimizi, yönetilenlerin
keyfî arzularına kapılmaması için uyarıyor ve de kendisinden, insanların onu
Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından
sakınmasını istiyor...
İnsanları buna yeltenmeye iten faktörlerin
başında, aynı ülkedeki değişik grupları, fraksiyonları ve öğretileri
benimsemiş olan farklı kimselerin tümünü uzlaştırıp biraraya toplama
noktasında insanların içgüdüsü gelmektedir. Buna kapılan kimseler,
karşılarındaki insanların istemleriyle şeriatın hükümleri çatıştığında işi
basitleştirme ya da ayrıntı gibi görünen meselelerde –bunlar anladığımız
kadarıyla şeriatın temel meselelerinden değildir deyip- işi kolaylaştırma
yoluna başvururlar.
Rivayete göre yahudiler peygamberimize
gelerek, recm hükmü başta olmak üzere belirli hükümlerin uygulanmasında
kendilerine hoşgörülü davranacak olursa, iman edebileceklerini söylediler.
Peygamberimizi bu noktada uyaran ayet de, yahudilerin bu önerileri üzerine
indirilmişti.. Ama meseleye -açıkça görüldüğü üzere- daha genel bazda bakmak
gerekir. Zira bu şeriata inananlar da değişik vesilelerle her zaman için bu
meseleyle karşılaşabilirler. Bu nedenle Allah, meseleyi son derece net bir
biçimde ortaya koymayı ve de belirli koşulları göz önünde bulundurarak ya da
farklı istemlerle, farklı arzularla karşılaşıldığında bir orta yol bulup
insanları uzlaştıracağız diyerek ihmalkarlığa itebilecek beşerî içgüdülerin
yolunu kesinkes kapatmayı uygun görmüş ve peygamberimize şöyle buyurmuştur:
Allah, dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Ama O, onların her biri
için ayrı bir yol, ayrı bir yöntem belirledi. O, gönderdiği din ve şeriatla,
yaşam boyunca verdiği nimetlerle, insanları sınamayı diledi. Her insan kendi
seçtiği yolda yürüyecektir. Sonunda ise tüm insanlar Allah'a döneceklerdir.
Orada, gerçek, kendilerine bildirilecektir. Her biri dünyada seçtikleri yol
ve benimsedikleri sistem konusunda sorguya çekilecektir. Öyleyse, değişik
görüşlerdeki değişik düşüncelerdeki kimseleri birleştirebilmek için
şeriattaki herhangi bir hükmü kolaylaştırmayı düşünmek doğru değildir. Onlar
zaten birleşmezler:
"Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir
anayol belirledik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat
belirlediği yolda, sizleri denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde
yarışınız. Çünkü hepiniz Allah'a döneceksiniz ve O, anlaşmazlığa düştüğünüz
meselelerin içyüzünü size haber verecektir."
Allah'ın şeriatı bâkîdir, herşeyden daha
değerlidir. Onun bir bölümünü de olsa, Allah'ın uygun görmediği bir şey
uğruna kurban etmeye değmez! İnsanlar Allah tarafından yaratılmıştır. Her
birinin kendine göre bir yeteneği, mizacı, kafa yapısı ve seçtiği bir yol
vardır. İnsanlar, Allah'ın hikmeti gereği, birbirlerinden farklı yapılarda
yaratılmışlardır. Allah onlara doğru yolu göstermiş ve bu noktada onları
serbest bırakmıştır. Bu, onları sınamak istediğindendir. İnsanlar sonuçta
Allah'a döneceklerdir. Ve o gün dünyada benimsedikleri yola göre,
yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.
Öyleyse bir kimsenin, Allah'ın şeriatını
gözetme adına, bir başka deyişle insanların yararını ve kurtuluşunu gözetme
adına, tüm insanları aynı çatı altında birleştirebilmek için çırpınması,
boşa kürek çekmek demektir. Allah'ın şeriatından ödün vermek yada onda bazı
değişiklikler yapmak, neticede, yeryüzünde bozguna neden olmak, biricik
sapasağlam sistemi bırakıp sapıtmak, insanların yaşamında adaleti ortadan
kaldırmak, insanların birbirlerine köle olmalarına, Allah'ı bırakıp
birbirlerini rabb edinmelerine zemin hazırlamak dışında hiçbir işe
yaramayacaktır. Bu ise en büyük kötülük, en büyük yıkımdır..: Sonu
gelmeyecek, olmayacak girişimler peşinde koşmak, doğru değildir. Çünkü
insanın doğası için Allah, bu tür girişimleri uygun görmemiştir. Bu,
Allah'ın hikmeti gereği insanların farklı kafa yapılarına, farklı mizaçlara,
farklı görüşlere, farklı eğilimlere sahip olmalarına da terstir. İnsanları
yaratan Allah'tır. Onların geçmişlerini de geleceklerini de çok iyi
bilmektedir. Sonuçta herkes O'na dönecektir.
Böylesi bir amaçla, Allah'ın şeriatındaki
herhangi bir hükmü kolaylaştırmaya kalkışmak -bu ayetten anlaşıldığı ve de
yaşamın her noktasında- görüldüğü kadarıyla, boşa yorulmaktır. Böylesi bir
girişim, realiteyle bağdaşmamaktadır. Allah'ın iradesine de uymamaktadır.
Böyle bir girişimi, -Allah'ın isteklerini gerçekleştirmek için didinen-
müslümanlar da onaylayamaz. Bu durumda, kendilerini "müslüman" olarak
yaftalayan bazı kimseler, nasıl oluyor da örneğin şöyle laflar
edebiliyorlar: "Turistleri kaybetmek istemiyorsak,şeriatı tatbik etmeyi
düşünmemiz hiç de doğru olmaz" Abartmıyorum! Aynen böyle laflar eden
insanlar var bugün!
Burada, daha net bir biçimde, aynı gerçeğin
altı bir kez daha çiziliyor. Bu konudaki ilk ayette: "Buna göre onların
arasında Allah'ın indirdiği ayetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten
saparak onların keyfi arzularına uyma!" denilmiştir. Kısacası, Allah'ın
şeriatını bütünüyle onların keyfî arzusuna terk etmek yasaklanmıştı. Şimdi
ise peygamberimiz, insanların kendisini Allah'ın indirdiği hükümlerin bir
kısmından bile şaşırtmalarından sakınması için uyarılıyor:
"O halde onların arasında Allah'ın indirdiği
ayetlere göre hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma, onların seni
Allah'ın indirdiği bükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın!"
Buradaki uyarı, daha kesin ve daha
vurguludur. Burada mesele, tüm çıplaklığıyla ortaya koyuluyor. Bu fitneden,
böylesi şaşırtmacalara kanmaktan, özenle kaçınmak gerekir. Bu meselede iki
olay söz konusudur: Ya Allah'ın indirdiği hükmü aynen vermek ya da
insanların -Allah tarafından sakınılması istenen- keyfî arzularına ve
şaşırtmacalarına tâbî olmak.
Ayette daha sonra keyfî arzulara uyma
konusuna açıklık getirilerek, peygamberimizin, kendisine gelen yahudilerin
önerileri meselesini çözümleyebilmesi kolaylaştırılıyor. Artık söz konusu
yahudiler, bu şeriattaki küçük büyük herşeye bütünüyle bağlanmazlarsa,
İslâm'ı benimsemeyip sırt dönerlerse, Allah'ın şeriatıyla yargılanmaktan yüz
çevirirlerse, peygamberimizin yapacağı bellidir. (O dönemde, bu konuda
serbestlik vardı. Ancak daha sonra, "daru'l-İslâm"da İslâm şeriatıyla hüküm
vermek zorunlu kılındı):
"Eğer sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah,
günahların bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor. Kuşku yok ki,
insanların çoğu fasıktır."
Sana sırt çevirirlerse, yapabileceğin bir şey
yoktur. Onların bu tutumları seni, Allah'ın hükmüne ve şeriatına bütünüyle
sarılmaktan ödün vermeye itmesin. Onların getirdikleri öneri, senin gücünü
kırmasın, tavrını değiştirmesin. Onlar, sırtlarını dönüp yüz çevirmekteler.
Çünkü Allah onları, işledikleri kimi günahlardan ötürü cezalandırmak
istiyor. Bu tutumları nedeniyle başı derde girecek olanlar, onlardır.
Onların bu tavırları ne sana zarar getirir, ne Allah'ın şeriatına, ne
dinine; ne de dinlerine bağlı müslümanlara... İnsanın yapısı böyledir:
"İnsanların çoğu, fasıktır"..
Onlar dinden çıkarlar, sapıtırlar. Çünkü
yapıları böyledir. Bu noktada sen, onların bu durumuna bir çare bulamazsın.
Bunda şeriatın da günahı yoktur. Onların doğru yolu bulmaları da mümkün
değildir.
Böylece şeytanın, müslüman yüreğine
girebileceği tüm pencereler kapatılıyor. Hangi amaçla ve hangi durumda
olursa olsun, bu şeriatın hükümlerinden herhangi birini terk etmeye yol
açabilecek tüm gerekçeler, ortadan kaldırılmış bulunuyor.
Sonra insanlar, bu yol ayrımı üzerinde iyice
düşünmeye sevk ediliyor. Ya Allah'ın hükmü ya da cahiliyyenin hükmü... Bu
ikisinin ortası olamaz. Bu ikisi dışında başka bir alternatif yoktur. Ya,
yeryüzünde Allah'ın hükmü egemen olacak, insanların yaşamında Allah'ın hükmü
yürürlüğe konacak, insanların yaşamı Allah'ın sistemine göre yönlenecek...
Ya da, cahiliyye hükmü, keyfï arzulara göre belirlenmiş bir şeriat, kölelik
sistemi yürürlükte olacak... Bu iki alternatiften hangisini istiyorlar?
"Yoksa istedikleri, cahiliyye düzeni midir?
Kesin inançlılara göre Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha
iyisi düşünülebilir mi hiç?"
Cahiliyyenin anlamı bu ayette belirgin bir
biçimde ortaya konuluyor. Cahiliyye -Allah'ın belirttiği, Kur'an'da ifade
edildiği üzere- insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın insana
köle kılınması, Allah'a kulluğun bırakılması, Allah'ın ilahlığının
reddedilmesi ve de buna karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi ve
-Allah'a değil- onlara tapılmasıdır.
Olaya bu ayetin ışığında baktığımızda,
cahiliyyenin tarihsel bir süreçten ibaret olmadığını görüyoruz. Cahiliyye,
bir olgudur. Geçmişte yaşanmış olan bu olguyla, bugün de yarın da yine
karşılaşılacaktır. Cahiliyyenin niteliği, İslâm la çelişme, İslâm`a karşı
olmadır.
Nerede ve hangi zamanda olursa olsun eğer
insanlar, tek bir konuda bile ödün vermeksizin Allah'ın şeriatına göre
hükmediyorlarsa, bu şeriatı benimsiyorlar ve ona gerçek anlamda teslim
oluyorlarsa, Allah'ın dinine mensup olmuş demektirler. Yok eğer, beşer
aklının ürünü olan bir şeriat, bir öğretiye göre hüküm veriyorlarsa -hangi
şekilde olursa olsun- söz konusu öğretiyi benimsiyorlarsa, onlar cahiliyye
sınıfındadırlar. Onlar, öğretisi doğrultusunda hüküm verdikleri kişinin
dinini benimsemiş durumdadırlar, Allah'ın dinini değil! Allah'ın hükmünü
istemeyen, cahiliyye hükmünü istiyor demektir. Allah'ın şeriatını reddeden,
cahiliyye düzenini kabul ediyor, cahiliyyeyi yaşıyor demektir.
Bu, yolların ayrılış noktasıdır. Allah bu
noktada, insanlardan iyice düşünmelerini istiyor. Gerisi insanlara
kalmıştır. Diledikleri yolu seçmekte özgürdürler.
Ardından Allah bu tür insanlara, cahiliyye
düzenini istemelerinden ötürü kınayıcı bir soru yöneltmektedir. Yine bu
soru, Allah'ın hükmünün daha üstün olduğunu vurgulamaya yöneliktir:
"Kesin inançlılara göre Allah'ın düzeninden,
Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?"
Evet! Allah'tan daha iyi hüküm koyabilecek
olan kim vardır?
İnsanlar için Allah'ın şeriatından ve
hükmünden daha iyi bir şeriat ve hüküm belirleyebileceği iddiasında
bulunmaya kim kalkışabilir?
Böylesi büyük bir iddiaya kalkıştığında, bunu
hangi gerekçeyle açıklayabilir?
Bu iddiaya kalkışan, insanları, onların
yaratıcısından daha iyi tanıdığını söyleyebilir mi? İnsanlara karşı, onların
rabbinden daha hoşgörülü olduğunu ileri sürebilir mi? İnsanlar için en uygun
olanı, onların yararını Allah'tan daha iyi gözetiyorum diyebilir mi? Nihai
şeriatını gönderen, son peygamberini gönderen, onu peygamberlerin sonuncusu,
getirdiği mesajı kitapların sonuncusu kılan, İslâm şeriatını kıyamete dek
geçerli olarak niteleyen Allah'ın durumların değişebileceğini, yeni
gereksinimlerin ortaya çıkacağını, farklı koşullar söz konusu olabileceğini
bilemediğini iddia edebilir mi? Bir insan, Allah tüm bunları bilemediği için
şeriatında belirtmemişti, ancak bugün işte tüm bunlar bizler tarafından
kavranmıştır diyebilir mi?
Allah'ın şeriatını yaşamdan koparan, onun
yerine cahiliyye şeriatını, cahiliyye hükmünü ikame eden, kendi keyfî
arzusunu ya da herhangi bir halkın veya neslin keyfî arzularını Allah'ın
şeriatından, Allah'ın hükmünden üstün tutan kimseler, bu tür sözler söyleme
cüretini nasıl gösterebiliyorlar?
Özellikle de kendini müslüman olarak
adlandıran bir insan, bu türden sözler edebilir mi?
İçinde bulunduğumuz koşullarmış. Durum çok
değişmişmiş! İnsanların istememesiymiş! Düşmanlardan çekinmemiz gerekirmiş!
Allah müslümanlardan kendi aralarında şeriatını yürürlüğe koymalarını,
Kur'an doğrultusunda hayat sürmelerini, onlardan kimi insanların kendilerini
indirdiği şeriatından ufacık bir noktada bile şaşırtmalarından sakınmalarını
isterken, daha sonra olup bitecek herşeyi bilmiyor muydu?
Beklenmedik gereksinimler, yenilenen koşullar
ve görmezlikten gelinemeyecek durumları, Allah'ın şeriatı ihata edemeyecek
denli eksikmiş! Bu nasıl iddia edilebilir? Şeriatından ödün verilmemesi için
bu denli kesin bir ifade ' kullanan ve insanları özenle uyaran Allah, tüm
bunların olacağını bilmiyor muydu?
Bu konuda, müslüman olmayan bir kimse
dilediğince konuşabilir. Ama müslüman olan ya da müslüman olduğunu iddia
eden bir kimse bu türden sözler edebilirmi? Bu türden sözler edebiliyorsa
onun İslâm'la artık ne ilgisi kalmıştır? Tüm bunlardan sonra, onda İslâm'ın
en ufak bir izi görülebilir mi?
Bu, tam bir yol ayrımıdır. Kişi seçimini
yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur.
Ya İslâm, ya cahiliyye! Ya iman, ya küfür. Ya
Allah'ın hükmü ya cahiliyye düzeni.
Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm
vermeyenler, kafirlerin, zalimlerin, fasıkların ta kendileridirler.
Yönetilenlere karşı Allah'ın hükmüyle hükmetmeyenler, kesinlikle mümin
değildirler.
Bu meseleyi müslüman, kesin ve net bir
biçimde kafasına yerleştirmelidir. Yaşadığı çağda, insanlara karşı Allah'ın
hükmünü uygulama noktasında asla tereddüde düşmemelidir. Bu gerçeğin zorunlu
sonucu olarak, dosta da düşmana da Allah'ın şeriatını uygulamalı ve de bunun
neticesine katlanmalıdır.
Müslüman bu meseleyi kafasına net olarak
yerleştiremezse, bir türlü istikrara kavuşamayacak, kendini yöntem
kargaşasının içinde bulacak, hak ile batılı birbirinden ayıramayacak, doğru
yolda bir adım bile ilerleme kaydedemeyecektir... Bu meselenin sıradan
insanların kafasında bu denli netleştirilemeyeceği doğru kabul edilse bile,
"müslüman" olmayı isteyen, müslümanlığın gereklerini yerine getirmeye
azmeden insanların kafasında iyice netleştirmeyi savsaklamak asla doğru
değildir...
Buradaki ayetlerin tümü, surenin başında
belirttiklerimizi doğrulamaktadır. Orada da ifade ettiğimiz üzere, bu
suredeki ayetlerin tümü, hicretin altıncı yılında Hudeybiye'de indirilen
Fetih suresinden sonra indirilmiş olamaz. Tam tersine bu surenin pek çok
bölümü, -Uhud savaşının ardından Benî Nazîr, Bedr savaşının ardından da Benî
Kaynuka yahudilerinin sürülmelerinden önce indirilmemişse de- Fetih
suresinden -en azından- Ahzab savaşının meydana geldiği hicrî dördüncü yılda
Benî Kureyza yahudilerinin Medine'den sürülmelerinden önce indirilmiş
olmalıdır.
Buradaki ayetlerde, birtakım olaylara,
Medine'deki İslâm toplumunun tanık olduğu gelişmelere, ayrıca yahudilerin,
münafıkların tutumlarına ve konjonktürel durumlarına değiniliyor. Söz konusu
tutumlar ve konjonktürel durumlar, yahudilerin gücünün kırılmasıyla bertaraf
edilecekti. Bunun son örneği Beni Kureyza sorunuydu.
Bu ayet, yahudilerin ve hristiyanların dost
edinilmelerine ilişkindir. Ayetteki uyarıda -hatta tehditte- onları dost
edinenin onlardan biri olacağı vurgulanıyor. Bu vurgu, onlarla dostluk kuran
ve bunu başlarına bir bela geleceğinden korkmakla gerekçelendiren, kalpleri
hastalıklı kişilere yöneliktir. Yine ayette müslümanların, dinlerini hafife
alıp alay konusu yapan kimselerle dostluktan nefret etmeleri istenmektedir.
Bununla da, -müslümanlar namaza durduklarında- onların namaz kılmalarını
hafife alan ve alay konusu yapan kimselere işaret ediliyor. Tüm bu
olumsuzluklar, Medine'de yahudilerin güçlü, etkin ve çeşitli imkanlara sahip
oluşlarından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla, bu tür kargaşaların olması,
böylesi olayların yaşanması, ayrıca ayetlerde böylesine sert bir uyarı ve
tekrar tekrar tehdide gerek görülmesi, ardından yahudilerin gerçek
durumlarının açıklanması, teşhir edilip kınanmaları, bu bağlamdaki binbir
komplolarının, entrikalarının, manevralarının, her türlü kirli
çamaşırlarının ortaya dökülmesi son derece olağandır.
Buradaki ayetlerin iniş nedenlerine ilişkin
çeşitli rivayetler vardır. Bunların kimisinde bu ayetlerin, Bedir savaşından
sonra ortaya çıkan Benî Kaynuka sorunu, Abdullah bin Ubey bin Selûl'un tavrı
ve kendisi ile yahudiler arasındaki dostluk ilişkisini, "Doğrusu ben başımı
belaya sokmak istemiyorum, bu nedenle de onlarla dostluğumu kesemem" diyerek
aklamaya çalışması üzerine indiği belirtilir.
Aslında, bu rivayetler olmaksızın da,
ayetlerin yapısını ve içeriğini nesnel bir yaklaşımla incelemek ve de bu
ayetleri peygamberimizin Medine'deki yaşamında tanık olduğu olayların
kronolojik sırasına göre ele almak bile, söz konusu ayetlerin iniş zamanına
ilişkin bu surenin girişindeki tesbitlerimizi doğrulamaya yeterlidir.
İSLÂM TOPLUMUNUN ANA İLKELERİ
Buradaki ayetlerde, İslâm toplumunun
eğitimine ve bu toplumun, kendilerine Allah tarafından belirlenmiş misyonu
yerine getirmeye hazırlanmasına ilişkin Kur'an'ın öngördüğü metod dile
getiriliyor. Ayrıca söz konusu metodun, müslüman bireyin ve İslâm toplumunun
kimliğinde her zaman için kesinkes yarleşmesi istenen ana ilkeleri ve
prensipleri belirtiliyor. Bu ana ilkeler ve prensipler, sabittir. Bunlar,
sadece tek bir ulusa ya da tek bir kuşağa özgü değildir. Tam tersine bu ana
ilkeler ve prensipler, her kuşakta müslüman bireyin ve İslâm toplumunun
oluşumunun temeli niteliğindedir.
Kur'an'da müslüman bireyin eğitimine ilişkin
belirlenen metot temelde şöyledir: Müslüman, rabbine, peygamberine, inancına
ve İslâm toplumuna içtenlikle bağlanmalıdır. İçinde yer aldığı saftaki
insanlar ile Allah'ın sancağını taşımayan, peygamberimizi önder kabul
etmeyen, Allah'ın taraftarları konumundaki gruba katılmayan saftaki insanlar
arasında mutlaka kesinkes bir ayrım yapmalıdır. Müslüman, Allah'ın gücüne
bir örtü, ayrıca insanlığın yaşamı ve tarihsel olaylara ilişkin Allah
tarafından belirlenmiş yazgının gerçekleştirilmesi için bir araç olmak
üzere, Allah'ın seçtiği bir kimse konumunda bulunduğunu bilmelidir. Ona
böylesi bir konum belirlenmiş olması -tüm yükümlülüklerle birlikte- Allah'ın
dilediği kimselere verdiği bir lütfu, bir bağışıdır. Müslüman olmayan
kimselerle dost olmak, Allah'ın dininden dönüş, o yüce konumdan kaçış ve
Allah'ın o güzelim lütfunu bir kenara bırakış demektir..
Müslüman bireyin, yukarıda anlattığımız
doğrultuda yönlendirildiği, buradaki ayetlerin çoğunda açıkça görülüyor:
"Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları
dost edinmeyiniz. Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları
dost .edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola
iletmez."
"Ey müminler! İçinizden kim dinden dönerse
bilsin ki, yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları
sevdiği gibi onlar da O'nu severler. bunlar müminlere karşı alçakgönüllü,
kâfirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, biç
kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu
dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir."
"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi
ve namaz kılan, zekat veren, rükua varan müminlerdir."
"Kim Allah'ı, Peygamber'i ve müminleri dost
edinirse bilsin ki galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını
tutanların grubudur."
Sonra Kur'an, düşmanlara ilişkin gerçek,
kendisinin onlara ve onların da ona karşı verecekleri savaşa ilişkin gerçek
konusunda müslümanın bilincini kristalize ediyor. Bu savaş, bir inanç, bir
öğreti savaşıdır. Müslüman ile düşmanları arasındaki bitmeyen sorun,
inançtır. Karşısındakiler ona, her şeyden önce inancından ve dininden ötürü
düşmandır. Onların bu durmak bilmeyen düşmanlıkları, fasıklıklarından,
Allah'ın dininden sapmalarından, Allah'ın dinine uyup doğru yol üzere
yürüyenlerden hoşlanmamalarından kaynaklanıyor.
"De ki; Ey kitap ehli! Bizden hoşlanmamanızın
tek sebebi Allah'a, bize indirilen kitaba ve daha önce indirilmiş olan
kitaplara inanmamız değil mi? Gerçekten çoğunuz fasık, yoldan çıkmış
kimselersiniz."
İşte, meselenin düğüm noktası budur. İşte,
temel faktörler bunlardır! Bu metodun, bu temel direktiflerin değeri
gerçekten büyüktür. Bu doğrultuda Allah'a, dinine, peygamberine ve İslâm
toplumuna bağlılıktaki içtenlik ve de savaşın, ayrıca düşmanların niteliğini
kavramak, imanın gereğini yerine getirme, müslüman bireyin eğitme ve İslâmcı
grubun örgütsel etkinlikleri açılarından son derece önemlidir. İslâm
sancağını taşıyan kimseler, kendileri ile kendilerinin taşıdıkları sancağı
taşımayan karşıt komplolar arasında kesinkes bir ayrımı benliklerine
yerleştiremedikleri, sadece Allah'a, peygamberine ve kendi mümin liderlerine
bağlı kalamadıkları, düşmanlarının, bu düşmanlığı doğuran nedenlerin,
onlarla aralarındaki savaşın niteliğini kavrayamadıkları, onların tümünün
müslümanlara düşman, müslümanlara ve İslâm inancına karşı mücadele konusunda
ise birbirlerine dost olduklarını anlayamadıkları sürece, gerçekte iman
etmiş olamayacak, müslümanlıkları hiçbir değer ifade etmeyecek ve yeryüzünde
hiçbir şey gerçekleştiremeyeceklerdir.
Buradaki ayetlerde, İslâm düşmanlarını
müslümanlarla savaşa iten faktörlerin ortaya koyulmasıyla yetinilmiyor. Buna
ek olarak, müslümanın savaştığı kimseyi gerçek yüzüyle tanıması, gireceği
savaşta vicdanının rahat olması, vicdanında bu savaşın zorunluluğuna ve
kaçınılmazlığına ilişkin en küçük bir kuşku kalmaması için, söz konusu
düşmanların nitelikleri ve sapıklıklarının boyutları da dile getiriliyor:
"Ey müminler, yahudileri ve hristiyanları
dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar.." "Ey müminler, sakın
sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlar ile kâfirlerden dininizi
alaya alanları eğlence konusu yapanları dost edinmeyiniz. Eğer gerçekten
mümin iseniz, Allah'tan korkunuz. Birbirinizi namaza çağırmak için ezan
okuduğunuz zaman onlar, bu çağrınızı alaya alırlar, eğlence konusu yaparlar.
Bu davranış, onların aklı başında olmayan kimseler olmalarından
kaynaklanıyor."
"Onlar yanınıza geldiklerinde, "inandık"
dediler. Oysa yanınıza kâfir olarak girmiş ve yine kâfir olarak
çıkmışlardır. Allah onların gizli tuttukları duyguları herkesten iyi bilir.
Onlardan çoğunun günahta, ölçüleri aşmakta ve haram yemekte birbirleri ile
yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!".. "Yahudiler,
"Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın,
onlara lanet olsun! Tersine, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.
Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve
kafirliğini arttıracaktır."
İşte, söz konusu niteliklerinden, İslâm
toplumuna karşı takındıkları tavırlardan, müslümanlara karşı oluşlarından,
onların dinleriyle, namazlarıyla alay etmelerinden ötürü müslümana düşen,
vicdanı rahat bir biçimde onları kesinkes başından defetmektir...
Yine ayetlerde, müminler ile karşıt güçler
arasındaki savaşın sonucunun ne olacağı ve de -ahirette herkesin yaptığının
karşılığını görmesinden önceki bu dünya hayatında toplumların akıbetleri
açısından da imanın ne denli değerli olduğu ifade ediliyor: "Kim Allah'ı,
Peygamber'i ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar,
yalnız Allah'ın tarafını tutanların ruhudur." "Eğer kitap ehli, iman edip
kötülüklerden sakınsalar, günahlarını siler, onları nimetlerle dolu
cennetlere koyardık."... "Eğer onlar Tevrat'a, İncil'e ve Rabbleri
tarafından kendilerine indirilen Kur'an'a uygun yaşasalardı, başları
üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler yerlerdi..."
Buradaki ayetlerde, Allah'ın, kendi dini için
seçtiği, böylece yüce bir misyon yükleyerek büyük bir lütufta bulunduğu
müslümanın niteliği de dile getiriliyor: "Ey müminler, içinizden kim dinden
dönerse bilsin ki yakında Allah böyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah
onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı
alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad
ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu, Allah'ın
bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir."
51- Ey müminler yahudileri ve
hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden
kim onları dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri
doğru yola iletmez.
52- Kalpleri hasta olanların
"Başımıza bela gelir diye korkuyoruz " diyerek onlara koştuklarını görürsün.
Olur ki Allah yakında size fetih nasib eder ya da kendi tarafından süpriz
bir gelişme gösterir de o zaman bu kimseler kalplerinde gizli tuttukları
duygulardan pişman olurlar.
53- O zaman müminler onlara
"Bütün güçleri ile sizin yanınızda olacaklarına Allah adına yemin edenler
bunlar mı?" derler. Onların bütün çabaları boşa gitmiş ve hüsrana
uğrayanlardan olmuşlardır.
Öncelikle müminler ile yahudi ve hristiyanlar
arasında, Allah'ın yasaklamayı uygun gördüğü dostluğun neyi ifade ettiğine
değinmemiz yerinde olacaktır.
Bu dostluk, onların dinine tabi olmayı değil,
onlarla işbirliği ve dayanışmayı ifade etmektedir. Zaten, din konusunda
müslümanların, yahudilere ve hristiyanlara tabi olmaya eğilim duymaları
gerçekten çok uzak bir olasılıktır. Buradaki dostluktan kast olunan, karışık
bir meseleydi. Müslümanlar, çıkarların ve güçlüklerin giriftliği, gerek
İslâm öncesinde, gerekse Medine'de İslâm devletinin kuruluşunun ilk
yıllarında kimi yahudi gruplarla dostluk kurmuş olmaları gibi olgulardan
yola çıkarak, bu tür ilişkilerin kendileri için bir sakıncası olmayacağını
düşünüyorlardı. Ancak, Medine'de müslümanlar ile yahudiler arasında herhangi
bir dayanışma, işbirliği ve dostluğun olamayacağı apaçık ortaya çıkınca
Allah, müslümanları onlarla dostluktan men etti ve kendilerinden onlarla
dostluklarını kesmelerini istedi...
Kur'an'ın ifadelerinde bu anlam, son derece
belirgin ve net olarak ortadadır. Allah, Kur'an'da, Medine'deki müslümanlar
ile "daru'l-İslâm"a hicret etmemiş müslümanlar arasındaki ilişkiden söz
ederken şöyle buyuruyor: "(Ey müminler!) İnanıp hicret etmeyenlerle,
kendileri hicret edene dek hiçbir dostluğunuz olmaz." (Enfal Suresi, 72)
Doğal olarak burada kast olunan, din konusunda dostluk değildir. Zira
müslüman, din konusunda müslümanın her halûkarda dostudur. Burada kast
olunan dostluk, işbirliği ve yardımlaşma konusundadır. Buna göre,
"dâru'l-İslâm"daki müslümanlar ile "dâru'l-İslâm"a hicret etmeyen
müslümanlar arasında bu bağlamda bir dostluk kurulamaz. İşte burada ele
almakta olduğumuz ayetlerde, müslümanlar ile yahudi ve hristiyanlar arasında
-Medine'deki İslâm devletinin ilk yıllarında var olan, ancak sonradan-
yasaklanan dostluk da bu bağlamda, yani işbirliği ve dayanışma
bağlamındadır.
İslâm'ın kitap ehline karşı hoşgörüsü ayrı
bir şeydir. onlarla dost olmak ayrı bir şeydir. Ancak kimi müslümanlar bu
iki olguyu birbiriyle karıştırmaktadırlar. Bu da onların, metodolojik ve
gerçekçi bir yapıya sahip olan dinin özünü ve misyonunu net olarak
kavrayamamalarından kaynaklanmaktadır. Bu din, insanlığın tanık olduğu tüm
öğretilerden farklı bir yapıya sahip olan İslâmî anlayış doğrultusunda,
yeryüzünde yeni bir yapılanmanın sağlanması, insanların keyfî arzularının,
Allah'ın sisteminden sapmalarının, ayrıca dîne aykırı öğretiler ve
tutumların karşısında bir engel oluşturması, öngörülen bu yeni yapılanmanın
gerçekleştirilmesi için de hiç bir kıvırmaya yeltenilmeksizin, kaçınılmaz
olarak mücadele verilmesi, bu bağlamda insanların olumlu, etkin ve yapıcı
eylemlere girişebilmesi için gönderilmiştir.
Dostluk konusunda yukarıda sözünü ettiğimiz
iki olguyu birbirine karıştıranların eksiklikleri, inancın özüne ilişkin
sağduyudan ve de savaşın bu kitap ehline karşı izlenecek tutumun niteliğini
bilinçlice kavrayabilmekten yoksun oluşlarıdır. Onlar, Kur'an'ın bu konudaki
son derece net olan buyruklarından habersizdirler. Bu nedenle de İslâm'ın,
tüm hakları garanti altına alınmış olarak İslâm toplumunda yaşamakta olan
kitap ehline karşı hoşgörülü davranılmasını ve onlara iyilik yapılmasını
isteyen buyrukları ile dostluğun sadece Allah, peygamberi ve müslümanlara
özgü kılınmasını isteyen buyruklarını birbirine karıştırmaktadırlar. Onlar
Kur'an'da kitap ehline ilişkin yapılan tespitleri unutmaktadırlar. Onlar
Kur'an'da belirtildiği üzere, onlar İslâm toplumuna karşı savaşma noktasında
birbirlerinin dostudurlar. Bu, onlar için sabitleşmiş bir olgudur. Onlar, ne
müslümandan hoşlanırlar, ne de onun dini olan İslâm'dan. Müslümandan, kendi
dinini terk edip onların dinine geçmedikçe de hoşlanmayacaklardır. Onlar,
İslâm'a ve müslümanlara karşı savaşmakta son derece ısrarlıdırlar. Onların
bu noktada içlerinde gizledikleri öfke ve kin, ağızlarından çıkan
sözlerdekinden çok daha büyüktür... Burada ele aldığımız ayetlerin bitimine
dek, onların nitelikleri dile getirilmektedir.
Müslüman, kitap ehline hoşgörüyle
davranmaktan yanadır. Ancak onlarla, yardımlaşma ve işbirliği anlamında bir
dostluk kurmasının yasaklanmış olduğunun da bilincindedir. Onun yapacağı,
dinini pratize etmek ve İslâm'ın eşsiz sistemini gerçekleştirmektir. Bu
noktada onun yolu ile kitap ehlinin yolu kesinlikle aynı değildir. Müslüman
her ne kadar onlara hoşgörü ve sevgiyle davransa da bu, onların kendisinin
dinine bağlılığını sürdürüp İslâm sistemini gerçekleştirmesinden hoşnut
olmalarına, onların ona karşı savaşmak, komplolar hazırlamak noktasında
birbirlerinin dostu olmaktan vazgeçmelerine yetmeyecektir.
Kafirler ve ateistlere karşı, dini yayma
amacıyla bizler ile kitap ehlinin aynı kulvarda yürüyebilecekleri gibi bir
sanıya kapılmamız, ne kadar korkunç bir bilgisizlik, ne kadar büyük bir
budalalıktır. Kitap ehlinin, müslümanlarla savaşmak söz konusu olduğunda
kafirlerin ve ateistlerin safında yer aldıklarını bile bile, böylesi bir
sanıya nasıl kapılabiliriz?
Her çağda olduğu gibi bu çağda da aramızdaki
saf kişiler söz konusu uyarıcı gerçekleri kavrayamıyorlar. Kur'an'ın
buyruklarını, yaşanan tarihî olayları tümden unutarak, kitap ehliyle
-hepimiz dine inanıyoruz diyerek- elele tutup materyalizme ve ateizme karşı
birlikte mücadele verebileceğimizi ileri sürüyorlar. Oysa, kâfir olan
müşrikleri göstererek "Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur."
(Nisa Suresi, 51) diyenler kitap ehlinin ta kendileriydi. Medinedeki
müşrikleri destekleyip müslümanlara karşı kışkırtanlar, kitap ehlinin ta
kendileriydi. Yine ikiyüz yıl süren haçlı savaşlarıyla müslümanlara
saldıranlar kitap ehlinin ta kendileriydi. Endülüs'te yaşanan korkunç
trajedinin sorumluları onlar değil midir? Ateistlerin ve materyalistlerin de
yardımını alarak, Filistin'deki müslüman arapları perişan edenler, onların
yurdunu yahudilere verenler kitap ehlinin ta kendileri değil midir?
Habeşistan, Somali, Eritre ve Cezayir'de kısacası her yerde müslümanların
perişan olmalarının nedeni onlar değil midir? Yugoslavya, Çin, Türkistan ve
Hindistan'da, kısacası her yerde, ateistlerle, materyalistlerle ve
paganistlerle de işbirliği yaparak müslümanların başına binbir çorap örenler
kitap ehlinin ta kendileri değilmidir?
Tüm bunlara karşın bugün aramızdan kimileri
kalkıp, -Kur'an'daki kesin buyrukların tamamen tersine- müslümanlarla kitap
ehli arasında dostluk ve işbirliğinin mümkün olabileceğini ileri sürüyor!
Neymiş! Böylece materyalizme ve ateizme karşı dini korumuş olacakmışız!
Bunları söyleyenler, Kur'an'ı okumamış
olmalıdırlar. Okuduysalar bile, İslâm'ın özündeki hoşgörü çağrısını,
Kur'an'ın yasaklamakta olduğu dostluğa çağrı biçiminde yanlış anlamış
olmalıdırlar.
Bu tür kimseler İslâm'ın Allah katında kabul
görecek tek inanç olduğunu kavrayamamışlardır. İslâm'ın, yeryüzünde yeni bir
yapılanmayı hedefleyen, dün olduğu gibi, bugün de kitap ehlinin
düşmanlıklarına ve saldırılarına göğüs gerilmesini sağlayacak olan, yapıcı
bir hareket niteliği taşıdığını anlayamamışlardır. Kur'an'da kitap ehline
karşı takınılması istenen tutum, kesinlikle değiştirilemez. Çünkü bu son
derece doğal ve alternatifi olmayan bir tutumdur.
Biz, Kur'an'ın buyruklarını yanlış anlamış ve
kavrayamamış ve söz konusu kimseleri bir kenara bırakıp, Kur'an'a kulak
verelim:
"Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları
dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost
edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola
iletmez."
Bu çağrı Medine'deki İslam toplumuna
yöneliktir. Ama aynı zamanda bu, yeryüzünün hangi köşesinde olursa olsun,
kıyamete dek gelip geçecek olan tüm müslümanlara yönelik bir çağrıdır. "Ey
müminler!" hitabının muhatabı durumunda olan herkese yönelik bir çağrıdır.
Yeri gelmişken bu çağrının "iman eden
kimseler"e yönelik oluşunun nedenine de değinelim. Bu ayet indiği sırada,
Medine'deki kimi müslümanlar ile kitap ehline -özellikle de yahudilere-
mensup kimi insanlar arasındaki ilişkiler bütünüyle kopmuş değildi. Bu iki
kesim arasında, birtakım dostlu:. ve dayanışma ilişkileri, kimi ekonomik ve
karşılıklı ilişkiler, kimi de komşuluk ve arkadaşlık ilişkileri söz
konusuydu. Medine'de araplar ile özellikle yahudiler arasında bu tür
ilişkilerin bulunması, kentin İslâm öncesindeki tarihsel, ekonomik ve sosyal
durumu göz önüne alınacak olursa son derece doğaldı. Bu durum, yahudilerin
İslâm'a ve müslümanlara karşı komplolar hazırlayabilmelerini
kolaylaştırıyordu. Onların hazırladıkları bu komploların her biri
Kur'an'daki bir çok ayette (ki biz bunların kimisini bu kitabımızın daha
önceki bölümlerinde açıkladık) ortaya konulup sıralandığı gibi, buradaki
ayetlerde de bunlardan bir bölümü dile getirilmektedir.
Kur'an, yaşamda yeni bir düzeni
gerçekleştirebilmek için inancı uğruna vereceği mücadelede müslümana gerekli
bilinci kazandırmak, müslümanlar ile İslâm toplumundan olmayan, İslâm
sancağının altında toplanmayan diğer insanlar arasında kesinkes bir ayrım
gözetmeyi müslümanın benliğine yerleştirmek üzere indirilmiştir. Buradaki
ayrım gözetme, insanlara karşı hoşgörülü davranmayı engellemek anlamında
değildir. Hoşgörü, müslümanın sürekli sahip olacağı bir niteliktir. Buradaki
ayrım gözetme meselesi dostluk, bağlamındadır. Müslümanın yüreğindeki
dostluk duygusu, Allah'a, peygamberine ve müminlere tahsis edilmiştir.
Sözünü ettiğimiz bilinci kazanmak ve istenilen ayrımı gözetmek meselesi, her
yerde ve her kuşaktaki müslüman için mutlak bir gerekliliktir.
"Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları
dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost
edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola
iletmez."
Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar.. Bu,
çağlar üstü bir gerçektir. Çünkü bu, eşyanın doğasından kaynaklanan bir
gerçektir. Onlar, hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost
olmayacaklardır. Nitekim geride kalan bunca yüzyıllarda, Allah'ın bu şaşmaz
sözündeki doğruluğu perçinlemiştir. Onlar Medine'de peygamberimiz ve
müslümanlara karşı savaşma noktasında birbirlerinin dostlarıydılar. Bu
noktada, tarih boyunca da birbirlerinin dostları oldular. Bu kural, tarih
boyunca bir kez de olsa delinmemiştir. Yeryüzünde meydana gelen olayların
tümü, Kur'an'ı Kerim'in tek bir olay değil, sürekli bir nitelik biçiminde
ortaya koyduğu tespitler doğrultusundadır. Ayette, "Onlar birbirlerinin
dostlarıdırlar" biçiminde bir isim cümlesi kullanılması, sadece bir ifade
tarzı olarak görülmemelidir. İsim cümlesi kullanılmasının nedeni, ayetin
değişmez ve sürekli bir niteliği vurguladığını belirtmek içindir.
Bu temel gerçeğin ardından, bunun sonuçları
anlatılıyor... Yahudiler ve hıristiyanlar birbirlerinin dostları olduklarına
göre, ancak kendilerinden olan bir kimseyi dost edinirler. Müslümanların
safları arasındaki bir kimse yahudi ve hristiyanları dost edindiğinde,
müslümanların safını bırakmış, kendini "İslâm" niteliğinden soyutlamış ve
karşıt safa katılmış demektir. Böylesi bir davranışın, gerçek ve doğal
sonucu da budur:
"Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan
olur."
O bu tutumuyla, kendine, Allah'ın dinine ve
müslüman topluma zulmetmiştir. Bu zulümden ötürü de Allah onu, kendisine
dost bildiği yahudiler ve hristiyanlar kategorisine sokmuştur. Allah onu,
artık doğru yola iletmeyecek, yeniden müslümanların safına döndürmeyecektir:
"Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola
iletmez."
Bu Medine'deki İslâm toplumuna sert bir
uyarıydı. Ancak, abartılı bir uyarı değildi. Sert bir uyarıydı. Ancak
bütünüyle gerçeği dile getiren bir uyarıydı. Müslümanın, hem -birbirlerinin
dostları olan- yahudiler ve hıristiyanlarla dostluk kurması, hem de müslüman
ve mümin kalabilmesi, ayrıca -sadece Allah'ı, peygamberi ve müminleri dost
bilen- müslümanlar safındaki yerini kaybetmemesi mümkün değildir... Bu
mesele tam bir yol ayrımıdır...
Müslüman, kendisi ile İslâmî sistem dışında
başka bir sistem benimsemiş insanlar ya da kendisi ile İslâm sancağı dışında
başka bir sancak taşıyan insanlar arasında tam bir ayrım gözetme noktasında
gevşeklik gösterdiği sürece, -herşeyden öce yeryüzünde diğer tüm
sistemlerden farklı, eşsiz ve gerçekçi bir sistemi yerleştirmeyi amaçlamış
ve de diğer tüm görüşlerden, farklı, eşsiz bir anlayışı temel almış olan-
görkemli İslâmî hareket adına, kayda değer hiçbir eylem ortaya koyamaz...
Müslüman, -hiçbir kuşkuya, en küçük bir
tereddüte yer kalmayacak biçimde- şunlara kesinkes ve mutlak surette
kafasına yerleştirmek durumundadır: Allah'ın, Hz. Muhammed'i (salât ve selâm
üzerine olsun) peygamber olarak gönderdikten sonra, insanlar için kabul
edeceği tek din İslâm'dır. Allah'ın yaşamınızı kendisine göre belirlememizi
istediği İslâm sistemi, eşsiz bir sistemdir. Diğer sistemlerin hiçbiri
onunla eş düzey değildir. Başka bir sistemi alıp, onsuz yapabilmek mümkün
değildir. Onun yerine, başka bir sistemi ikame etmek olası değildir.
İnsanlığın yaşamı, sadece ve sadece İslâm'ın sistemi üzerine oturtulmadıkça,
bir türlü düzelmeyecek ve kesinlikle yola girmeyecektir. Müslüman tüm
çabasını, gerek öğretisel, gerek sosyal açılardan, kısacası tüm yönleriyle
İslâm sistemini yerleştirebilmek için harcamadıkça, Allah katında,
affedilmeyecek, bağışlanmayacak ve kabul görmeyecektir. Müslüman, bu uğurda
çaba harcama konusunda hiçbir gevşeklik göstermemelidir. En ufak bir noktada
bile olsa Allah'ın sistemi dışında hiçbir alternatif kabul etmemelidir. Ne
inanç esasları, ne sosyal düzen, ne de yaşamaya ilişkin hükümler konusunda
-Allah'ın kitap ehlinin bizden önceki şeriatlarından bizler için de geçerli
olmasını uygun gördüğü hükümler hariç- İslâm sistemi ile diğer sistemleri
birbirin;. karıştırmamalıdır.
Müslümanın tüm bunları kesinkes ve mutlak
biçimde kafasına yerleştirmesi sonuçta, her türlü amansız engellere, ağır
yükümlülüklere, ısrarlı bir direnişe, hazırlanan komplolara, çoğu kez
dayanılmaz bir noktaya varacak binbir acıya karşı onu, Allah'ın insanlara
uygun gördüğü sistemi gerçekleştirmek üzere gereken hazırlıkları yapmak için
harekete geçmeye itecektir. Ayetlerde, gerek şirk koşanların paganizmi,
gerek kitap ehlinin sapkınlığı, gerekse apaçık ateizm biçiminde olsun
cahiliyyenin, yeryüzünde halen varlığını koruyan türlerinden herhangi birine
mensup olan kimselerden hiç birinin gereksinim duymayacağı bir meseleden söz
edilmesinin anlamı ne olabilir ki? Yine, İslâm sistemi ile kitap ehlinin ya
da daha başka grupların sistemleri arasındaki farklar eğer gerçekten fazla
değilse ve de müslüman söz konusu kesimlerle barış ve uzlaşma yoluyla
belirli noktalarda anlaşmaya varabilecekse, İslâm'ın sistemini yerleştirmek
için didinmekten söz etmenin ne anlamı olabilir ki?
Semavi dinlere mensup insanlar arasında
yakınlaşma ve hoşgörü adına, Kur'an'ın belirlediği üzere, onlarla
ilişkilerin bütünüyle kesilmesi ilkesini yumuşatıp sulandırmaya kalkışanlar,
dinlerin anlamını kavrayamadıkları gibi, hoşgörünün anlamını da
bilmemektedirler. Zira Allah katında nihaî din sadece İslâm'dır. Kitap
ehline karşı hoşgörülü davranmak, inanç sistemi ve sosyal düzen
bağlamlarında değil, sadece günlük insanî ilişkiler bağlamındadır. Onlar,
müslümanın benliğine tamamen yerleştirdiği kimi gerçeklere ilişkin kesin
bilgiyi zayıflatmaya çalışıyorlar. Ancak müslüman bilir ki Allah din olarak
sadece İslâm'ı kabul edecektir. Kendisine düşen, Allah'ın İslam'la
belirlemiş olduğu sistemi yürürlüğe koymaktır. Allah'ın sisteminin hiç bir
alternatifi olamaz. Allah'ın sisteminde en küçük bir değişiklik bile söz
konusu olmayacaktır. Tüm bu kesin bilgiler Kur'an'dan kaynaklanmaktadır:
"Allah katında geçerli olan din İslâm'dır." (Al-i İmran Suresi, 19) "Kim
İslam'dan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilmez." (Al-i İmran
Suresi, 85) "Ey müminler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyiniz.
Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o,
onlardan olur." Bu konularda Kur'an, sözcüğün tam anlamıyla bir mihenk
taşıdır. Dolayısıyla müslümana düşen, kendisinde bu kesin bilgiye ilişkin
kuşku uyandırmak isteyenlerin bu bağlamdaki sözlerine kapılmamaktır.
Ayetlerin akışı içerisinde ayrıca, o gün
yaşanmakta olan bir olguya değiniliyor. Zaten bu ayetler de bu bağlamda bir
uyarı olmak üzere indirilmişti:
"Kalpleri hasta olanların, `Başımıza bela
gelir diye korkuyoruz' diyerek onlara koştuklarını görürsün"
Bu konuda İbn Cerîr'in rivayetine bakıyoruz:
"bizlere Ebû Kureyb ile İdris'in aktardıkları bir hadise göre, İdris şöyle
dedi: Babamın bana aktardığına göre Atıyye bin Said şu olayı anlatmıştır:
Hâris bin Hazrec oğullarından Ubade bin Sâmit peygamberimizin yanına
gelerek; "Ey Allah'ın Rasulü" dedi, "Benim çok sayıda yahudi dostum var. Ama
ben yahudilerle dost olmaktan Allah'a ve peygamberine sığınır ve de kendime
sadece Allah'ı ve peygamberini dost bilirim". (Münafıkların başını çeken)
Abdullah bin Ubeyy ise şöyle dedi: "Ben başıma bir bela gelmesinden korkan
bir kişiyim. Bu nedenle arkadaşlarımla mevcut dostluğumu bozamam." Bunun
üzerine peygamberimiz ise şöyle buyurdu: "Ey Abdullah bin Ubey! Ubade bin
Sâmit'e karşı cimrilik edip, yahudilerle dost olmayı tercih ediyorsun. Oysa
onların dostluğu senin için daha önemsizdir." Abdullah bin Ubey ise
peygamberimizin bu sözünü "Kabulümdür" diyerek yanıtladı. Allah da bu olay
üzerine, "Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz" ayetini
indirdi."
İbn Cerîr dedi ki: "Hannâd, Yunus bin Bukeyr
ve Osman bin Abdurrahman, el-Zuhrî'nin şöyle dediğini rivayet ettiler: Bedir
savaşına katılan müşrikler yenilgiye uğrayınca müslümanlar, yahudi
dostlarına; `'Bedir'in benzeri bir günü Allah size de tattırmazdan önce
müslüman olunuz.'" dediler. Bunun üzerine Malik bin Sayf şöyle dedi:
"Savaşmasını bilmeyen Kureyş topluluğunu yendik diye mi gururlanıyorsunuz?
Şu var ki, eğer bizler kesinkes karar vererek sizlere karşı kuvvet
toplayacak olursak, bizimle çarpışmaya gücünüz yetmez".. Ubade bin Samit de
dedi ki: "Ey Allâh'ın Resûlü! Gerçekten de yahudilerden olan dostlarım
kuvvet ve silah bakımından oldukça güçlüdürler. Ama ben yahudilerle dost
olmaktan uzaklaşıp Allah'a ve Resulüne sığınıyorum. Benim, Allah ve
Resulünden başka dostum olamaz" Abdullah bin Ubey ise; "Ama ben, yahudilerle
dost olmaktan uzak kalamam. Çünkü onlara ihtiyacım var" dedi. Bunun üzerine
peygamberimiz şöyle buyurdu: "Ey Abdullah bin Ubey! Yahudilerle olan
dostluğunu, Ubade bin Samit'e yeğlemekte olduğunu görüyor musun? Oysa
onların dostluğu senin için daha önemsizdir:" Buna karşılık Abdullah bin
Ubey de; "Öyleyse dediğini kabul ediyorum" dedi."
İbn İshak dedi ki: "Peygamberle yapmış
oldukları antlaşmayı ihlal eden ilk yahudi kabilesi Benî Kaynuka'dır. Asim
Bin Ömer Bin Katâde bana şunu rivayet etti: Rasulüllah onları kuşatma altına
aldı. Sonunda Resulullah'ın vereceği hükme razı oldular. Abdullah bin Ubey
bin Selûl ayağa kalkarak, -Allah kendisine, olar için imkan tanıyınca- dedi
ki: "Ey Muhammed! Dostlarına karşı iyi davran. Onlar Hazreç'le dayanışma
içindeydiler." Rasulullah onu, duymazlıktan geldi. O yine, "Ey Muhammed!
Dostlarıma karşı iyi davran!" dedi. Rasulüllah ondan yüz çevirdi. O da gelip
elini, Resulullah'ın zırhının yenine soktu. Bunun üzerine Resulullah: "Bırak
beni!" dedi ve öfkelendi. Çevresindekiler peygamberin öfkesinin yüzüne
yansıdığını gördüler. Ardından Rasulullah: "Yazıklar olsun sana! Bırak
beni!" dedi. Buna karşılık Abdullah bin Ubey şöyle dedi: "Allah'a yemin
olsun ki dostlarıma iyi davranana dek seni bırakmam. Beni, arabıyla acemiyle
herkese karşı korumuş olan dörtyüz zırhsız ve üçyüz zırhlı kişiyi, sen bir
gün doğumluk süre içinde biçip atıyorsun. Ben onların bana düşman
kesilınelerinden korkuyorum." Bunun üzerine Rasulullah da: "Onlar senindir"
buyurdu.
Muhammed bin İshak dedi ki: "Babam İshak bin
Yesar'ın Ubade'den naklen anlattığına göre Velid bin Ubade bin Samit şöyle
dedi: Beni Kaynuka, Rasulullah'a karşı savaş açınca Abdullah bin Ubey,
onların işleriyle ilgilenmek için girişimlere başladı. Ubade bin Samit ise
Rasulullah'ın yanına gitti. Avf bin Hazrec oğullarından olan Ubade'nin de
tıpkı Abdullah bin Ubey gibi yahudilerle antlaşması vardı. Ancak o,
yahudilerle olan antlaşmasına, Allah'ı ve Resulünü yeğleyerek: "Ey Allah'ın
Rasulü! Allah'ı ve seni, onlarla olan antlaşmama tercih ederim. Kendime dost
olarak Allah'ı, seni ve müminleri bilir. Kafilerle uzlaşmaktan, onları dost
edinmekten uzak dururum" dedi. İşte bu olay üzerine Ubade ile Abdullah bin
Ubey hakkında şu ayet indirildi: "Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları
dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostudurlar." Bu olay üzerine inen
ayetler, "kim Allah'ı, peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki,
zafer Allah'tan yana olanlarındır" ayetiyle noktalanmaktadır."
İmam Ahmed dedi ki: "Bize Kuteybe bin Said,
ona Yahya bin Zekeriyya bin Ebi Ziyade, ona Muhammed bin İshak, ona Zührî,
ona da Avde'nin naklettiğine göre Üsame bin Zeyd şöyle buyurdu:
"Rasulullah'la birlikte Abdullah bin Ubey'in yanına gittik. Peygamber ona;
"Seni yahudilerle olan dostluktan men etmiştim" dedi. Abdullah bin Ubey de:
"Esad bin Zurare onları kızdırmıştı ama, ölüverdi!" şeklinde karşılık
verdi." (Ebu Davud)
Bu belgelerin tümü, müslüman toplumdaki reel
duruma ve Medine'de İslâm öncesinde mevcut olan çeşitli koşullara işaret
etmekte ve aynı zamanda, müslümanlar ile yahudiler arasında belirli
ilişkilerin olup olamayacağı meselesine ilişkin kesin bir görüş
bulunmadığını göstermektedir. Buradaki ayetlerde tamamen yahudilerden
bahsedildiği, hristiyanlarla ilgili olaylardan ise söz edilmediği dikkat
çekiyor. Ancak buradaki nasslar, hem yahudileri hem de hristiyanları kapsar.
Zira burada, müslümanlar ile kitap ehli ve (ilerde geleceği üzere) müşrikler
de dahil olmak üzere diğer cemaatler arasında, sürekli bir anlayış, sürekli
bir ilişki ve sürekli bir davranış biçimi tesis edilmektedir. Gerçi
peygamber döneminde, hristiyanların müslümanlara karşı tutumları,
yahudilerin tutumlarından farklıydı. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bir başka
ayette bu farklılık şöyle dile getiriliyor: "İnsanlar arasında müminlerin en
yaman düşmanı olarak yahudileri ve (Allah'a) ortak koşanları bulacaksın.
İnananlara sevgice ve en yakın olanları ise, `Biz hristiyanız' diyenleri
bulacaksın." (Maide Suresi, 82) O günlerdeki bu tutum farklılığına karşın
buradaki ayette, yahudiler ile hristiyanlar aynı kategoriye sokulmaktadır.
Nitekim bir sonraki ayette de onlar ile kafirler yine aynı kategoriye
sokulacaktır. Bu durum, dostluk ve anlaşma bağlamındadır. Zira bu meselede,
temel bir prensip söz konusudur. Bu da, müslümanın ancak müslümanla dost
olabileceği, müslümanla anlaşabileceğidir. Müslüman sadece ve sadece
Allah'ı, peygamberi ve müslüman cemaati dost bilmelidir. Bu konuda, diğer
gruplar, müslümanlara karşı takındıkları tutumlarda farklılık olsa da
neticede tümü aynı kategoridedir.
Müslüman toplum için bu konuda böylesine
kesinkes ve son derece net bir kural koyan Allah'ın ilmi, sadece
Resulullah'ın yaşadığı dönemi ve o dönemdeki konjonktürel durumları değil,
tüm zamanları kuşatır niteliktedir. Tarihte, daha sonra yeryüzünün pek çok
yerinde yaşanan olaylar, İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık konusunda
hristiyanların da, yahudilerden aşağı kalmadıklarını göstermiştir. İslâm'ı
hoşgörüyle karşılayan Arap ve Mısır hristiyanlarını bir yana bırakırsak,
batıdaki hristiyan camiasının, tarih boyunca bu dine karşı kin ve düşmanlık
güttüklerini, -yahudilerin her zaman kurdukları komplolardan, açtıkları
savaşlardan hiç de farklılık arz etmeyecek biçimde onların da İslâm'a karşı
savaştıklarını, komplolar hazırladıklarını görüyoruz. Kralları müslüman
muhacirlere ve İslâm'a kucak açan Habeşistan'lıların bile, çok geçmeden,
yahudileri hiç de aratmayacak biçimde, İslâm'a ve müslümanlara karşı amansız
bir savaş başlattıklarını görüyoruz.
Yüce Allah, tüm bunları biliyordu. Bu nedenle
de, Kur'an'ın indiği dönemdeki olgulara ve o dönemin geçici konjonktürlerine
bakmaksızın, kıyamete dek şurada ya da burada yaşanabilecek muhtemel
olgulara önem vermeksizin, bu meselede müminler için genel bir kural
koyuyordu.
İslâm'ın ve -gerçekte pek ilintileri olmasa
bile- kendilerinden müslüman diye bahsedilen insanların bugün hâlâ,
yeryüzünün her yanında yahudiler ve hristiyanlarca tutuşturulan savaş
ateşine maruz kalmaya devam etmeleri, Allah'ın "Onlar birbirlerinin
dostudurlar" biçimindeki sözünün doğruluğunu perçinlemektedir. Bilinçli
müslümanlara düşen, rabblerinin bu öğüdünü iyice özümsemektir. Bunun da
ötesinde, emirdeki bağlayıcılığın ve yasaklamadaki kesinliğin gereği olarak,
Allah ve peygamberin dostları ile Allah ve resulünün sancağına sarılmayan
diğer kamplara mensup insanlar arasında dostluk, konusunda tam bir ayrım
gözetmektir.
İslâm, müslümanı, tüm insanlarla ilişkisini
inanç temeli üzerine oturtmakla yükümlü kılmıştır. Müslüman gerek
düşüncesinde gerekse pratikte, dostunu ve düşmanını inanç esasına göre
belirlemek durumundadır. Dolayısıyla müslüman ile müslüman olmayan bir kimse
arasında herhangi bir dostluk yardımlaşma söz konusu olamaz. Çünkü bu iki
kimsenin, inanç bazında yardımlaşabilmeleri olası değildir. Bu iki insanın,
-kimi ahmakların ve Kur'an'ı okumayanların ileri sürdükleri alternatifin tam
tersine- ateistlere karşı bile işbirliğine gidebilecekleri düşünülemez. Bu
iki insan arasında, ortak inanç esasları bulunmadığına göre, böylesi bir
işbirliğinin gerçekleşebileceği nasıl düşünülebilir?
Kur'an'ı okumamış, İslâm gerçeğini
kavrayamamış bazı insanlar ve kimi kandırılmış saf insanlar, şu türden
düşünceler üretiyorlar: "Din, dindir. Yani tüm dinler aynı kefededir.
Dinsizlikte, hangi ad altında olursa olsun dinsizliktir. Öyleyse dindarlar
dinsizliğe karşı birlikte mücadele verebilirler. Çünkü ateizm, tüm dinleri
reddetmekte ve tüm dindarlara savaş açmış bulunmaktadır!"
Oysa, İslâm düşüncesine ve de İslâm gerçeğini
özümsemiş bir müslümanın düşüncesine göre, kazın ayağı hiç de böyle
değildir. Bir kimse, İslâm'ı inanç olarak benimsemedikçe ve İslâm düzenini
kurmak için bu inanç doğrultusunda çabalamadıkça, İslâm'ın özünü kavrayamaz.
Bu mesele, gerek İslâm'da ve gerekse İslâm'ı
özümsemiş müslümanların kafasında, son derece net olarak ortadadır. Din,
sadece İslâm'dır. İslâm'ın tanıdığı başka bir din daha bulunmamaktadır.
Çünkü Allah: "Allah katında geçerli olan din İslâm'dır." (Al-i İmran Suresi,
19) buyuruyor. "kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o din ondan kabul
edilmez." (Al-i İmran Suresi, 85) buyuruyor. Peygamberimizin gönderilmesinin
ardından artık, Allah'ın İslâm dışında kabul edeceği, razı olacağı hiç bir
din yoktur. Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) İslâm üzere
gönderilmişti. Peygamber olduğu bildirilmezden önce hristiyanlığı kabul
etmediği gibi, peygamberliğini öğrendikten sonra da kabul edecek değildi.
Nitekim Hz. İsa'da da aynı olgu söz konusudur. O da, peygamber olduğunu
öğrendikten sonra yahudiliği kabul etmemiştir.
Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra da,
-ehl-i kitap olarak- yahudilerin ve hristiyanların hâlâ var olmaları, bu
onların dinlerinin Allah katında kabul göreceği ya da onların dinlerinin de
bir ilahî din olarak tanınması anlamına gelmez. Bunlar sadece Hz.
Muhammed'in peygamberlik öncesi dönemi için doğrudur. Ama, -İslâm düşüncesi
ve müslümanların anlayışına göre- Hz. Muhammed'in peygamberlikle
görevlendirilmesinin ardından, artık sadece bir tek din söz konusudur:
İslâm. Ayette, tevil götürmez bir biçimde bu gerçek ifade edilmektedir.
Kuşkusuz İslâm onları, inançlarını bırakıp
ille de İslâm'a gelmeleri için zorlamıyor. Çünkü "Dinde zorlama yoktur"
(Bakara Suresi, 256) Ancak bu, onların gittikleri yolun da bir "din" olarak
görülmesi, "din" olarak tanınması anlamında değildir.
Dolayısıyla, ateizme karşı İslâm'ın söz
konusu kimselerle din bağlamında ortak bir cephesi olamaz. Çünkü burada,
İslâm'ın dışında olanlar, "dine mensup olmayanlar" söz konusudur. Onların
din dedikleri, İslâm nazarında din değildir. Bu dinsizlik, ister kökeni
semavî olan saptırılmış bir inanç, ister putçuluk üzerine kurulmuş paganizm,
isterse dinleri yadsıyan ateizm biçiminde olsun hiçbir şey değişmemektedir.
Bu saydıklarımızın kendi aralarında birtakım görüş ayrılıklarının,
anlaşmazlıklarının olduğu doğrudur. Ancak aynı zamanda bunların tümü İslâm'a
terstir. Bu nedenle bunlar ile İslâm arasında ne bir dayanışma söz konusu
olabilir, ne de bir dostluk...
Müslüman, kendisine din konusunda eziyet
etmedikleri sürece, -daha önce geçtiği üzere- onlara iyi muamele etmesi
istendiği için ehl-i kitap olanlara karşı iyi davranır. Onlardan namuslu
kadınlarla evlenebilir. -Gerçi Hz. İsa'nın ilahlığına ve Allah'ın oğlu
olduğuna ya da teslise inanan bir kimsenin ehl-i kitabını yoksa müşrik mi
olduğu fıkıh bilginleri arasında tartışılır ama- genel hükme göre namuslu
ehl-i kitap kadınlarla nikahlanabilir. Onlara iyi muamele etme gereği ve
onlarla nikahlanmanın mümkün oluşu, din konusunda onlarla yardımlaşılacağı
ya da dostluk kurulacağı anlamına gelmez. Bu durum, müslümanlar nezdinde
Allah'ın -Hz. Muhammed'i peygamber olarak gönderdikten sonra- Hristiyanlığı
da bir din olarak onayladığının ve hristiyanlarla ortak bir cephe
oluşturarak ateizme karşı mücadele vermelerinin, mümkün olacağının
göstergesi olarak algılanamaz.
Kuşkusuz ki İslâm, gerek ehl-i kitabın, gerek
müşriklerin ve paganistlerin, putperestlerin inançlarını düzeltmek için
gelmiş ve onların tümünü müslüman olmaya çağırmıştır. Çünkü Allah katında
kabul görecek biricik ve tek "din", İslâm'dır. Yahudiler, İslâm'a,
çağrılmadıkları sanısına kapılacaklardır. Bu çağrı, onlara ağır gelecektir.
Bunun içindir ki Kur'an, onları çok açık bir biçimde İslâm'a çağırıyor. Bu
çağrıya kulak asmadıkları takdirde kafir durumundadırlar.
Müslüman ateistleri ve paganistleri İslâm'a
çağırmakla görevlendirilmiş olduğu gibi, aynı zamanda ehl-i kitabı da
İslâm'a davet etmekle yükümlüdür. Ama, ne ateistleri ve paganistleri, ne de
ehl-i kitabı İslâm'a girmeleri için zorlama yetkisi yoktur. Çünkü,
insanların kalplerinde inanç,zor kullanılarak oluşturulamaz. Din konusunda
zor kullanmak, -bırakınız yasaklanmış olmasını- hiç bir olumlu sonuç da
doğurmaz.
Müslümanın, ehl-i kitabın dininin -Hz.
Muhammed'in peygamberliğinden sonra- Allah katında yine kabul görecek bir
din olduğunu iddia etmesi ile ardından onları İslâm'a çağırması kesinlikle
bağdaştırılamaz. Onları İslâm'a çağırmakla yükümlü oluşu ancak, onların
benimsediği yolun din olmadığını ve de bu nedenle onları dine-İslam'a
çağırdığını düşünmesiyle mümkündür.
Bu gözle görülür gerçek tesbit edilirse,
müslümanın, yeryüzünde dini yaygınlaştırma adına İslâm'ı din olarak
benimsememiş kişilerle bir dostluk, bir dayanışma ilişkisine girmesinin
İslâm inancıyla mantıken de bağdaşamayacağı daha kolay anlaşılacaktır.
İslâm'da bu mesele, bir örgütlenme,
organizasyon meselesi olmasının yanısıra, bir iman, bir inanç meselesidir.
Bunun bir iman ve inanç meselesi olduğunu,
müslümanlar ile ehl-i kitap arasında dostluk olduğu da son derece açıktır.
Çünkü mümin tüm çabasını, -İslâm'ın belirlediği ve peygamberimizin
aracılığıyla bizlere iletilen- Allah'ın nizamını, tüm ayrıntılarıyla ve de
insanların her türlü davranışlarını kapsayacak biçimde yaşama aktarmak,
uygulamak için yoğunlaştırmalıdır. Bu durumda, bu konuda müslümanın, İslâm,
din, yöntem, sistem ve düzen olarak inanmamış bir kimseyle dayanışma
içerisine girip yardımlaşabileceği nasıl düşünülebilir? Bunun mümkün
olabileceğini söyleyenlerin amaçları başkadır. -Bu tür kimselerin
amaçlarının İslâm'a ve İslâm'ın hedeflerine zarar vermediklerini varsaysak
bile, onların bu düşünceleri İslâm'ın hedefleri arasında kesinlikle
yerleştirilemez.- Çünkü İslâm, inanç esasıyla temellendirilmemiş hiç bir
hedefi, hiçbir eylemi -başlangıç itibarıyla olumluymuş gibi bir izlenim
yaratsa da kesinlikle onaylamamaktadır. "Rabblerini inkar edenlerin iyi
işleri, fırtınalı bir günde, rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer."
(İbrahim Suresi, 18)
İslâm, müslümanı tüm çabasını İslâm için
harcamakla yükümlü tutmuştur. Müslümanın yaşamında, günlük faaliyetlerinde
en küçük bir noktada bile İslâm'dan kopukluk düşünülemez. Bunu ancak,
İslâm'ın özünü ve İslâm düzeninin esprisini kavrayamamış olanlar
düşünebilir. Müslümanın, hayatta İslâm nizamının dışında kalan (!) bazı
noktalarda İslâm düşmanlarıyla yardımlaşabileceği ya da İslâm düşmanlarının
müslümandan -dinini terk etmediği halde- hoşnut olabilecekleri düşünülemez.
Nitekim, yahudilerin ve hristiyanların müslümandan hoşnut olabilmeleri için
ondan ne isteyecekleri Kur'an'da da açıkça belirtilmiştir. Görülüyor ki
böylesi bir yardımlaşma ve işbirliği düşüncesi, gerek inanç bakımından,
gerekse pratik bakımından kesinlikle imkansızdır.
Kalplerinde hastalık bulunan kişilerden biri
olan Abdullah bin Ubey bin Selûl, yahudilerle dost kalma çabasına ve
sevgisine, ayrıca onlarla dayanışmasına mazeret olarak; "Bir insan olarak
ben başımı belaya sokmak istemekten korkarım" diyordu. Bunlar, kalpteki
hastalığın, imandaki zayıflığın göstergesidir. Dost, Allah'tır. Yardım
edecek olan Allah'tır. O'ndan başkasının yardımına bel bağlamak sapıklıktır,
boşa kürek çekmektir. Ne var ki İbn Selûl'ün ileriye sürdüğü mazeretler,
tarih boyunca pek çok kimse tarafından yinelenecektir. Kalplerinde hastalık
bulunan her münafığın düşüncesi, İbn Ubey'in düşüncesiyle aynı olacaktır.
Hiçbir münafık, iman gerçeğini kavrayamayacaktır. Ama öte yandan Ubade bin
Samit, yahudilerin yapıp ettiklerini görünce onlara dostluktan nefret
ediyor. Çünkü kalbinde iman vardır. Bunun için yahudilerle dostluğu tamamen
bıraktı. O kalbini Allah'ın' buyruklarına açarken Abdullah bin Ubey bin
Selul ise onun bu tutumuna tepki olarak öfkeyle dişlerini gıcırdatıyordu.
İşte iki farklı anlayıştan, iki farklı
duygudan kaynaklanan iki faklı tutum. İman eden kalpler ile imanı bilmeyen
kalpler arasında, bu iki olgu tarih boyunca sürgit yaşanacaktır.
Kur'an, dinlerine düşman olan kişilerle
yardımlaşanları, onlarla sıkı fıkı olanları, Allah'a içtenlikle inanıp,
bağlanıp güvenmeyen münafıkları tehdit ediyor. Onları fethin yaklaşmasıyla,
Allah'ın, onların tutumlarını ortaya koyacak, gizledikleri nifak tohumlarını
açığa vuracak buyruğuyla tehdit ediyor.
"Olur ki Allah yakında size fetih nasib eder
ya da kendi tarafından sürpriz bir gelişme gösterir de o zaman bu kimseler,
kalplerinde gizli tuttukları duygulardan pişman olurlar."
İşte o zaman (yani ister Mekke'nin fethi,
ister konumların açığa vurulması, isterse Allah katından gelen bir buyruk
anlamında olsun, "fetih" gerçekleştiği zaman, kalplerinde hastalık
bulunanlar, yahudilerle ve hristiyanlarla yarışırcasına dostluk kurabilmek
için çabalamalarından ve de bozgunculuklarının açığa çıkmasından ötürü
pişman olacaklardır. Müslümanların durumuna imrenecekler, yaptıkları
bozgunculuktan ve sonuçta içine düştükleri utanç verici durumdan ötürü
kendilerini kınayacaklardır!
"O zaman müminler onlara, `Bütün güçleriyle
sizin yanınızda olacaklarına Allah adına yemin edenler bunlar mı?' derler.
Onların bütün çabaları boşa gitmiş ve hüsrana uğrayanlardan olmuşlardır."
Nitekim Allah sonunda, fethi nasip etmiştir.
Onların niyetleri açığa çıkmış, amelleri boşa gitmiştir. Kaybedenler onlar
olmuştur. Allah'ın vaadi hâlâ geçerlidir. Sadece Allah'ın ipine sarılırsak,
sadece Allah'ı dost bilirsek, Allah'ın sistemini gözetir ve düşüncelerimizi,
tavırlarımızı ona göre belirlersek, Allah tarafından gösterilen doğru yol
üzere mücadeleye devam edersek Allah, bizlere de zaferi nasib edecektir.
Yeter ki Allah ve Rasulü ile iman eden kimseler dışında hiç kimseyi dost
bilmeyelim.
Ayetlerde iman edenlere yönelik ilk çağrı,
yahudiler ve hristiyanlarla dostluğun kesilmesi, bu dostluğu sürdürerek
-farkına varıp anlayamadan İslâm'dan çıkıp onlardan biri haline gelmekten
kaçınılması isteniyor. İkinci çağrıda ise, Allah'ın dininden -Bu tür bir
dostluk ya da başka bir nedenle dönenler, tüm amellerinin boşa çıkarılacağı
gerçeği ile tehdit ediliyor. Onların bu tutumlarıyla, Allah'ı aciz
bırakamayacakları, O'nun dinine bir zarar veremeyecekleri, çünkü Allah'ın
dini için -O'nun ezelî ilminde mahfuz- dostların ve yardımcıların
bulunacağı, dolayısıyla insanların dinden dönmeleri durumunda, onların
yerine başkalarının getirileceği belirtiliyor. Ardından, -Allah'ın ezelî
ilminde mahfuz- bu seçkin insanların, özelliklerinden söz ediliyor. Onlar,
sevimli, iyi ve pırıl pırıl özelliklere sahiptirler. Sonra, müslümanların
dostluklarını yöneltecekleri yegane yön açıklanıyor. Ve bu ikinci çağrının
sonunda, Allah'ın taraftarları ile karşıt güçler arasındaki savaşın
kaçınılmaz sonucu dile getiriliyor. Söz konusu savaşı kazananlar, Allah'ı,
Rasulünü ve müminleri içtenlikle dost bilenler olacaktır.
54- Ey müminler, içinizden
kim dininden dönerse bilsin ki, yakında Al!ah öyle bir grup ortaya çıkaracak
ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı
alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad
ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın
bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.
55- Sizin dostunuz ancak
Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren rükua varan müminlerdir.
56- kim Allah'ı, Peygamberi
ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın
tarafını tutanların grubudur.
İman eden kimselerden dinden dönenlere
burada, bu şekilde ve bu bağlamda yöneltilen tehdit, yahudiler ve
hristiyanlarla dostluk ile İslâm'dan dönmek arasında bir bağlantı olduğunu
gösteriyor. Daha önce, onları dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan
kopup, onlardan biri haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu
doğruluyor: "Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur." Buna göre,
ayetlerin akışı içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı vurgulamakta ve
kesinleştirmektedir. Yine aynı şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya
değiniliyor. Burada kafirler ile ehl-i kitap aynı kategoriye sokularak,
onlarla dost olunması yasaklanıyor. Ehl-i kitabla dostluk, kafirlerle
dostlukla aynı bağlamda değerlendiriliyor. İslâm'ın ehl-i kitab ile
kafirleri onlara karşı yapılması gereken muamele bakımından farklı
değerlendirmesinin, dostluk meselesiyle bir ilintisi yoktur. Ehl-i kitab ile
kafirler arasındaki söz konusu farklılık, dostluk bağlamında değil, daha
başka meselelerdedir.
"Ey müminler, içinizden kim dininden dönerse
bilsin ki yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları
sevdiği gibi onlar da O'nu severler, bunlar müminlere karşı alçakgönüllü,
kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç
kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah'ın bağışıdır, onu
dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir."
Allah'ın mümin grubu seçmesi, yeryüzünde
Allah'ın dininin yürürlüğe koyulması bağlamında "takdir-i ilahi"nin
gerçekleşmesine vesile olmaları, insanların yaşamlarında Allah'ın
otoritesini egemen kılmaları, tavır ve düzenleri O'nun sistemine göre
belirlemeleri, her meselede, her sorunda O'nun şeriatını uygulamaları ve de
bu sistem bu şeriat sayesinde yeryüzünde kurtuluşu, iyiliği, temizliği :e
gelişmeyi sağlamaları içindir. Bunları gerçekleştirmek üzere müminlerin
seçilmiş olması, Allah'ın bir lütfu, bir bağışıdır. Bir kişi bu lütfu
reddeder ve kendini bundan yoksun kılmayı dilerse, -her kim olursa olsun
Allah'ın ne ona ne de bir başkasına ihtiyacı olmadığını unutmamalıdır. Allah
kendilerinin bu yüce lütfa layık olduklarını bilen kullarını, elbette ki
seçecektir.
Ayet-i Kerime'nin burada çizdiği seçkin
topluluğun bu tablosu, karakteristik özellikleri son derece belirgin,
çizgileri de oldukça güçlü bir tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar,
kalplere de son derece sempatik gelmektedir.
" ..Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki,
Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu severler."
Karşılıklı sevgi ve hoşnutluk, onlarla
Rableri arasındaki bağı oluşturmaktadır. İşte bu topluluğu şefkatli
Rablerine bağlayan bu akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı duygudur.
Yüce Allah'ın, kullarından birini sevmesi;
O'nu, kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir
de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve
varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir.
Evet, bu lütfun gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatını bilen takdir
edebilir. Kimdir Allah? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir? Küçücük
bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim
yaratmıştır? Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir? Kimdir
tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir? Evet,
bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son,
açık ve gizli olan Allah'ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini
de bilir.
Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan
birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah'ın kullarından herhangi
birine yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol
bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah'ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini
sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz
lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir
lütuftur.
Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine
yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından
birinin O'na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde
örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir
olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak
bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen
bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye'nin şu beyitleri
hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularıma taşımaktadır!
Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,
Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm
yaratıklar dargın olsun.
Seninle aramız iyi olduktan sonra
Alemler bozuk olsa ne çıkar.
Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.
Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.
Ulu Allah'tan, kullarından birine ve bu
kuldan, nimetleri veren, lütuf sahibi Allah'a yönelik bu sevgi, varlık
alemini bürüyüp koca evrene yayılıyor. Her canlının, herşeyin özüne işliyor.
Hava ve gölge gibi varlık alemini seven, sevilen şu kul da somutlaşan insan
varlığını bürüyor adeta.
İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu
harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir kereye özgü geçici
bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede yer alan bir öz,
bir gerçek ve bir öğedir.
"İman edip salih ameller işleyenlere, Rahman;
onlara bir sevgi kılacaktır." (Meryem Suresi, 96)
"...Kuşkusuz Rabbim merhametlidir, sevendir."
(Hud Suresi, 90) "
O, bağışlayandır, sevendir" (Buruç Suresi,
14)
"Eğer kullarım sana benden sorarlarsa, onlara
de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince kabul
ederim." (Bakara Suresi, 186)
"...Müminler en çok Allah'ı severler."
(Bakara Suresi, 165)
"De ki; Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz
ki, Allah sizi sevsin." (Al-i İmran Suresi, 31) Benzeri ayetler çoktur.
Bütün bunları gördükleri halde, "İslâm
düşüncesi, kuru ve katı bir düşüncedir. Allah ile insan arasındaki ilişkiyi,
baskı, zor, azap, ceza, kabalık ve kopukluk şeklinde tasvir etmektedir.
İsa-Mesih'i Allah'ın ve tanrısal unsurlardan biri kabul eden ve böylece
sentezle Allah ile insanı birbirine bağlayan düşünce gibi değildir"
diyenlere şaşmamak elde değildir.
Kuşkusuz İslâm düşüncesinde, ilahlığın
gerçeği ile kulluğun gerçeğinin başkalığına ilişkin netlik, Allah ile kul
arasındaki sevimli yumuşaklığı kurutmaz. Bu, adalete dayalı bir ilişki
olduğu gibi merhamete dayalı bir ilişkidir. Bu şefkate dayalı ilişkidir,
soyutlanmaya dayalı olduğu gibi. Ve o sevgi ilişkisidir, Allah'ı tenzih
etmeye dayalı bir ilişki olduğu gibi.
İşte bu, insan bünyesinin alemlerin Rabb'iyle
ilişkisinde ihtiyaç duyduğu, herşeyi kapsayan eksiksiz bir düşüncedir.
Bu dine inanmış seçkin müminler topluluğunun
sıfatları sıralanırken, şu olağanüstü ifade yer almaktadır!
"Allah onları sevdiği gibi onlar da O'nu
severler."
Bu ifade, ağır yükün altında bükülen mümin
gönlün ihtiyaç duyduğu bir hava estiriyor. Artık, mümin nimetleri veren yüce
Allah tarafından seçildiğini, kendisine lütfedildiğini ve Rabbine
yaklaştırıldığını anlıyor.
Ardından ayetin akışı, müminlerin,
karakteristik özelliklerinden geri kalanlarını, sunmaya devam ediyor:
"...Bunlar müminlere karşı alçak
gönüllüdürler."
Bu itaatkarlıktan, uysallık ve yumuşaklıktan
kaynaklanan bir sıfattır. Buna göre mümin bir diğer mümine karşı, son derece
alçak gönüllüdür. Ona karşı serkeş değildir. Hiçbir zaman zorluk çıkarmaz.
Son derece rahat ve uysaldır. Kolaylaştırıcıdır, kardeşinin ihtiyacını
karşılamaya büyük özen gösterir. Oldukça hoşgörülü ve şefkatlidir. Müminlere
karşı alçak gönüllü olmanın anlamı budur.
Müminlere karşı alçak gönüllü olmada bir
alçaklık, bir aşağılanmışlık söz konusu değildir. Bu kardeşliktir.
Engellerin ortadan kalkması, zorlukların bertaraf edilmesidir. Gönül gönüle
karışır, artık başkasına karşı serkeşlik ve ayrılık duygularına yer
kalmamıştır.
Kişiyi inatçı, isyancı ve kardeşine karşı
cimri kılan, toplumdan uzak durmanın ve bağları koparmanın doğurduğu
bireyselliktir. Ancak gönlünü mümin topluluğun gönülleriyle birleştirince
artık, kendisini engelleyen ve isyan oluşturmasına neden olan duygulardan
kurtulur. Onlar hakkında başka bir duygu yer edebilir mi ki gönlünde?
Allah için kardeş olup bir araya gelmişler.
Allah onları seviyor, onlar da Allah'ı. Bu yüce sevgi aralarında yayılmış,
onu paylaşmışlardır.
"...Kafirlere karşı onurlu davranırlar."
Kafirlere karşı dirençli, yüz vermez ve üstün
bir konumdadırlar. Bu özelliklerinin burada ayrı bir yeri vardır. Bu
üstünlük kişisel onurdan kaynaklanmıyor. İnsanın kendi üstünlüğünü sağlama
amacına da yönelik değildir. Aksine bu, inancın onurudur. Kafirlere karşı,
altında birleştikleri sancağın üstünlüğüdür. Bu üstünlük, sahip oldukları
inancın tamamen iyilik olduğuna olan güvenlerinden kaynaklanmaktadır.
Görevlerinin, sahip oldukları iyiliğe! başkalarının boyun eğmesini sağlamak
olduğunu biliyorlar. Başkalarının kendilerine boyun eğmesini sağlamak ya da
kendilerinin başkalarına ve sapık inançlarına boyun eğmesine meydan vermek
değildir. Sonra bu üstünlük; Allah'ın dininin ihtirasların dinine, Allah'ın
gücünün onların gücüne ve Allah'ın hizbinin cahiliye hiziplerine galip
geleceğine olan sonsuz güvenlerinden kaynaklanmaktadır. O halde yol boyunca
kimi çarpışmalardan bozguna uğramış olsalar bile, her zaman üstündürler.
"...Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin
yergisinden ve kınamasından çekinmezler."
Allah'ın sistemini yeryüzüne yerleştirmek,
insanlar üzerinde Allah'ın otoritesini duyurmak ve insanlar adına iyilik,
doğruluk ve gelişme sağlamak için, O'nun şeriatını hayata egemen kılmak
uğruna yapılan Allah yolunda cihad; onlar aracılığıyla yeryüzünde dilediğini
gerçekleştirmek için, yüce Allah'ın seçtiği mümin topluluğun sıfatıdır.
Onlar Allah yolunda cihad ederler. Kendileri,
ulusları, ülkeleri ve ırkları uğruna değil, Allah yolunda, O'nun sistemini
gerçekleştirmek, O'nun otoritesini yerleştirmek, O'nun şeriatını uygulamak
ve bu yolla tüm insanlık adına iyiliği gerçekleştirmek için... Bu işte
kendileri için birşey yok. Kendilerine bir pay da çıkarmazlar. Herşey
tamamen Allah için ve hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O'nun yolunda
yapılmaktadır.
Onlar Allah yolunda cihad ederler, bu yüzden
kınayanın kınamasından korkmazlar. Hem sonra insanların kınamasından nasıl
korkarlar ki; onlar, insanların Rabbinin sevgisini garantilemişlerdir.
Allah'ın kanununa uydukları ve O'nun sistemini hayata egemen kıldıklarına
göre, insanların alışkanlıklarını, ulusal geleneklerini ve cahiliyenin genel
geçer törelerini dikkate alırlar mı hiç? Hayat ölçülerini ve hükümlerini
insanların arzularına dayandıranlar, yardım ve desteği insanlardan
bekleyenler, insanların yergisinden çekinirler. Ancak insanların arzularına,
ihtiras ve değer yargılarına hakim olması için Allah'ın terazisine, kriter
ve değerlerine başvuranları, gücünü ve onurunu Allah'ın gücünden ve O'nun
verdiği onurdan alanları, insanların ne söyledikleri ve ne yaptıkları hiç
ilgilendirmez. Bu insanların durumu ne olursa olsun, realiteleri ne olursa
olsun. Bu insanların uygarlıkları, bilim ve kültürleri ne düzeyde olursa
olsun, durum değişmeyecektir.
Biz insanların söylediklerini, yaptıklarını,
sahip oldukları üzerinde uzlaşma sağladıkları şeyleri, pratik hayatlarında
edindikleri değer ve ölçüleri, her zaman göz önünde bulundururuz. Çünkü biz;
ölçü, kriter ve değerlendirme konusunda baş vuracağımız temelden habersiz ya
da yanılgı içindeyiz. Bunun Allah'ın sistemi, şeriatı ve hükmü olduğundan
haberimiz yok. Oysa sadece O gerçektir. Ona karşıt olan herşey de batıldır,
boştur. İsterse milyarların geleneği olsun, onlarca asır boyunca gelip geçen
ulusların üzerinde birleştikleri birşey olsun.
Sırf şu anda mevcuttur, realite budur,
milyonlarca insan tarafından benimsemektedir. Ona göre yaşamakta ve
hayatları için bir temel edinmektedir diye, hiçbir kurum, gelenek ve görenek
ya da değer yargısı bir anlam ifade etmez. Bu ölçüyü, İslâm düşüncesi kabul
etmez. Herhangi bir durumun, gelenek ve göreneğin veya değer yargısının bir
anlam ifade etmesi için, Allah'ın sisteminden bir temele dayanması
gerekmektedir. Değer ve ölçülerin alındığı tek kaynak budur.
Bu yüzden, mümin topluluk, Allah yolunda
cihad ederken kınayanların kınamasından korkmaz. Bu, seçkin müminlerin
karakteristik özellikleridir.
Sonra, Allah tarafından seçilmeleri, O'nunla
seçkin müminler arasındaki karşılıklı sevgi, onların özellikleri ve
ünvanları haline getirdiği bu karakteristik çizgiler, onların gönlünde yer
eden Allah'a güven duygusu, cihada girişirken O'nun yol göstericiliğine göre
hareket etmeleri... Evet tüm bunlar Allah'ın lütfudur.
"Bu Allah'ın bağışıdır, onu dilediğine
verir."
Bu lütfundan ve sınırsız bilgisinden verir.
Yüce Allah'ın ilminden ve takdirinden dilediği için seçtiği bu bağıştan daha
bol ne olabilir ki?
Yüce Allah, iman sıfatına uygun düşen tek
dostluk yönünü de müminlere göstererek, dost olacakları kimseleri
açıklamaktadır:
"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi
ve namaz kılan, zekat veren, rukua varan müminlerdir."
Ayet bu şekilde kesin ifadelidir. Bir
demogojiye ve tevile imkan bırakmamaktadır. İslâmî hareketin ya da İslâm
düşüncesinin cıvıklaştırılmasına fırsat vermemektedir.
Gerçekte işin böyle olması zorunludur da.
Çünkü sorun -dediğimiz gibi özünde inanç sorunudur, bu inanca göre hareket
etme sorunudur. Dostluğun bütünüyle Allah'a özgü olması için, mutlak anlamda
O'na güvenilmesi için, "din" olarak İslâm'ın benimsenmesi için, sorunun
müslüman saf ile İslâm'ı din edinmeyen, onu hayat düzeni olarak
benimsemeyen, diğer sıfatların ayrılığı sorunu olarak algılanması için ve
İslâmî hareket, ciddiyet ve düzen bulunması için. Biricik önderlikten ve
yegane sancaktan başka kimsenin dostluğu söz konusu değildir. Mümin
topluluktan başkasıyla yardımlaşma mümkün değildir. Çünkü İslâm'ın hayat
düzeninde işbirliği, inançtan kaynaklanmaktadır.
İslâm'ın sırf isimden ibaret olmaması, bir
arma ve sembol olarak kalmaması, dille söylenen bir kelimeden, nesilden
nesile geçen bir kültür mirasından ya da herhangi bir bölgede oturanlara
özgü bir sıfattan ibaret olmaması için, ayetin akışı müminlerin belli başlı
karakteristik özelliklerini açıklamaktadır: v
"...Namaz kılan, zekat veren, rukua varan
müminler.."
Onların belirgin sıfatlarından biri namaz
kılmaktır. -Sırf eda etmek değil namaz kılmaktan, eksiksiz eda edilmesi
kastedilmektedir. Bu şekilde kılmaktan, yüce Allah'ın şu ayette belirlediği
sonuçlar doğmaktadır:
"Kuşkusuz namaz, insanı kötülükten ve çirkin
şeyleri yapmaktan alıkoyar." (Ankebut Suresi, 45)
Kıldığı namaz kişiyi kötülükten ve çirkin
şeyleri yapmaktan alıkoymuyorsa bu, namaz dosdoğru kılınmamış demektir.
Çünkü şayet Allah'ın söylediği şekilde kılınmış olsaydı, kuşkusuz onu
bunlardan alıkoyardı.
Bir diğer sıfatları da zekat vermektir. Yani
gönül hoşnutluğu ve isteğiyle Allah'ın emrine itaat etmek ve O'na yaklaşmak
amacıyla malın hakkını vermektir. Kuşkusuz zekat yalnızca mâli bir vergi
değildir. O, aynı zamanda ibrettir de. Ya da ibadettir. Bu da bir tarzda
değişik hedefleri gözeten İslâm düzeninin belirgin bir özelliğidir. Bir
hedefi gerçekleştirirken, birkaç hedefi göz ardı eden yeryüzü düzenlerinin
hiçbiri böyle değildir.
Toplumun durumunu düzeltmek için, uygar
anlamda ve malın vergisini toplamak veya devlet adına, ya da halk adına
yahut herhangi bir yeryüzü mercii adına zenginlerden alıp fakirlere vermek
yeterli değildir. Bu haliyle sadece bir tek hedef gerçekleştirilmiş olur;
ihtiyaç sahiplerine mal ulaştırmak.
Zekat ise; ismi ve anlamı, amacını
belirlemektir. Herşeyden önce zekat, temizlik ve gelişmedir. Allah'a yönelik
bir kulluk şekli olmakla ve beraberinde fakir kardeşlerine karşı insana
güzel duygular ilham ettirmekle, vicdan temizliğini sağlamaktadır. Allah
için açılan bir kulluk olmasından dolayı, bu eylemi gerçekleştirende
ahirette güzel bir mükafat alma ümidini doğurmaktadır. Bereketle ve
bereketli ekonomik düzenle, malının dünya hayatında artacağını ummasını
sağladığı gibi. Sonra, zekatı alan fakirlerin gönüllerinde güzel duygular
uyandırır. Zenginlerin mallarında kendileri için bir hak belirlemekle yüce
Allah'ın, kendilerine lütfettiğini anlarlar. Artık zengin kardeşlerine karşı
kin ve çekemezlik duygularına kapılamazlar. -Bununla beraber İslâm düzeninde
zenginlerin helal yollarla mal kazandığını, maldan paylarına düşeni
toplarken hiç kimseye haksızlık etmediklerini de hatırlatalım. Son olarak bu
hoşnut, iyi, güzel atmosferde; zekat, temizlik ve gelişme atmosferinde malî
bir vergiyi de yerine getirmiş oluyor.
Zekat vermek, müminlerin hayatî işlerde
Allah'ın şeriatına uyduklarını gösteren en belirgin özelliklerinden biridir.
Bu, aynı zamanda her işlerinde, yüce Allah'ın otoritesini kabul ettiklerini
de göstermektedir. İşte İslâm budur.
"...Rukua varan müminler.."
Bu onların karakteristik durumudur. Sanki
sürekli olarak asıl durumları budur. Bu nedenle, "namaz kılanlar" sıfatıyla
yekinilmemektedir. Bu yeni özellik, daha genel ve daha kapsayıcı bir
özelliktir. Çünkü bu gönüllerde sürekli durumları buymuş gibi bir düşünce
uyandırıyor. Onların en belirgin özellikleri ve onunla tanındıkları bu
özelliktir.
Bu tür münasebetlerle, Kur'an'ın ifade
tarzının uyandırdığı ilhamlar, ne kadar da etkileyicidir.
Yüce Allah, kendisine güvenmelerine, O'na
sığınmalarına, sırasıyla yalnızca O'na, peygamberine ve müminlere dost
olmalarına ve tamamen Allah için oluşmuş saffın dışında tüm saflardan
bütünüyle ayrılmalarına karşılık, müminlere yardım ve galibiyet vaad
etmektedir.
"Kim Allah'ı, peygamberi ve müminleri dost
edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını
tutanların grubudur."
Bu galibiyet sözü, imandan kaynaklanan bir
kuralın açıklanmasından sonra yer almaktadır. Bu kural Allah'a, peygamberine
ve müminlere yönelik dostluktur. Ayrıca bu, yahudi ve hristiyanları dost
edinmemeye, bunun müslüman saftan ayrılıp yahudi ve hristiyanların safına
katılmak olduğuna, aynı zamanda dinden dönmek anlamına geldiğine ilişkin bir
uyarıdır.
Burada Kur'an'ın genel bir yaklaşımı göze
çarpmaktadır. Yüce Allah, sadece İslâm daha iyidir diye teslim olmalarını
istemektedir müslümanlardan. İleride galip geleceği, yeryüzüne egemen
olacağı için değil. Bunlar zamanı gelince gerçekleşecek sonuçlardır. Sadece
yüce Allah'ın, bu dini yerleştirmesine ilişkin takdirini gerçekleştirmek
için meydana gelirler, insanları bu dine girmeye teşvik etmek için değil.
Müslümanların galip gelmelerinde kendileri için herhangi birşey söz konusu
değildir. Ne benlikleri ne de kişilikleri için bir pay çıkarmazlar. Bu,
sadece onların eliyle gerçekleşen Allah'ın kaderidir. Bunu, akideleri için
bahşetmiştir yüce Allah, şahıslardan dolayı değil. Elbette bu uğurda sarf
ettikleri çabanın mükafatını alacaklardır. Bu dinin yeryüzüne yerleşmesinin
ve bu yerleşmeden dolayı yeryüzünün ıslah olmasının doğurduğu sonuçların
sevabını alacaklardır.
Aynı şekilde yüce Allah, kalplerini
sağlamlaştırmak, onları karşılarına çıkan red engellerden kurtarmak için,
müslümanlara galibiyet vaad etmektedir. -Bunlar çoğu zaman son derece çürük
engellerdir- Sonuçtan emin olunca, sıkıntıları aşma ve zorlukları atlama
konusunda kalpleri daha bir güçlenir. Allah'ın müslüman ümmete vaadettiği
galibiyetin, kendi elleriyle gerçekleşmesini isterler. Böylece bu uğurda
yaptıkları cihadın, Allah'ın dinini yeryüzüne yerleştirmenin ve bu
yerleştirmenin doğurduğu sonuçların mükafatını hakketmiş olurlar.
Bu ayetin burada yer alması, o günkü müslüman
kitlenin durumunu ve Allah'ın taraftarlarının oluşturduğu grubun galip
geleceğine ilişkin kuralın hatırlatılması gibi müjdelere ne kadar ihtiyaç
duyduğunu göstermektedir. Bunu da sûrenin bu bölümünün indiriliş tarihine
ilişkin tercih ettiğimiz görüşten anlıyoruz.
Sonuçta zaman ve mekanla bir ilişkisi
bulunmayan şu kuralı öğrenmiş oluyoruz. Bu kuralın, Allah'ın değişmez
yasalarından biri olmasıyla güven duyuyoruz. Kimi çarpışmalarda ve bazı
konumlarda mümin topluluk bozguna uğramış olsa da, durum değişmeyecektir.
Hiçbir zaman değişmeyen yasa; Allah'ın hizbini (taraftarlarını)
oluşturanların galip olacaklarıdır. Kuşkusuz Allah'ın kesin vaadi, yolun
kimi aşamalarında beliren durumlardan daha doğrudur. Allah'ı, peygamberi ve
müminleri dost edinmek, yolun sonunda Allah'ın vaadinin yerine gelmesine bir
araç konumundadır.
Sonra... Kur'an'ın sunuş tarzı, müminleri
inançlarına karşı çıkan Kitap Ehli ve müşriklerin dostluğundan alıkoymak ve
bu imana dayalı kuralı, vicdanlarına, duygu ve akıllarına yerleştirmek için,
İslâm düşüncesinde ve İslâmî harekette, bu kuralın önemine işaret eden
çeşitli yöntemlere başvurmuştu.
Birinci çağrıda; doğrudan yasaklama ve yüce
Allah'ın katından bir fetih veya olayla münafıkları ortaya çıkarması
şeklindeki korkutma yöntemine başvurmuştu. İkinci çağrıda; Allah'ın,
peygamberinin ve müminlerin düşmanlarını dost edinmek suretiyle dinden
dönmekten (irtidat) sakındırma ve Allah tarafından sevilen ve Allah'ı
sevenlerin oluşturduğu seçkinler topluluğundan olmalarını teşvik etmek ve
Allah'ın her zaman galip hizbine yardım vaad etme yöntemlerine başvurmuştu.
Şimdi ise; Kur'an-ı Kerim'in bu derste
yeralan, müminlere yönelik üçüncü çağrıyla; gönüllerine, düşmanlarının
eğlence ve alaya aldıkları dinlerini, ibadetlerini ve namazlarını koruma
duygusunu serptiğini görüyoruz. Dostluklarından alıkoyma noktasında Ehli
Kitap ile diğer kafirleri de bir tuttuğunu, bunu Allah'tan korkmaya
bağladığını görüyoruz. Bu arada bu çağrıya kulak vermeyi, iman sıfatıyla
irtibatlandırdığını, kafirlerin ve Ehli Kitab'ın marifetlerini kınadığını,
onları akıl etmezler olarak nitelediğini görüyoruz:
57- Ey müminler, sakın sizden
önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kafirlerden dininizi alaya
alanları, eğlence konusu yapanları dost edinmeyiniz. Eğer gerçekten mümin
iseniz, Allah'tan korkunuz.
58- Birbirinizi namaza
çağırmak için ezan okuduğunuz zaman, onlar bu çağrınızı alaya alırlar,
eğlence konusu yaparlar. Bu davranış onların aklı başında olmayan kimseler
olmalarından kaynaklanıyor.
Bu, kendisinde müminin hamiyeti bulunan
herkesi etkileyen bir durumdur. Dini alaya alındığında ibadet ve namazı
eğlence konusu yapıldığında, Rabbinin huzurunda durduğu an, oyun ve eğlence
konusu yapıldığında, tüm onurunun kırıldığını gören müminin... Müminlerle,
bu tür çirkin bir davranışı yapanlarla, akılsızlıklarından ötürü böyle bir
suçu işleyenlerle dostluk yapmak mümkün müdür? Allah'ın dinini ve müminlerin
Allah'a yönelik ibadetlerini, aklı başında bir insan alaya alamaz. Çünkü
akıl, -sağlıklı ve doğru olduğu zaman- çevresindeki her şeyde Allah'a
inanmanın işaretlerini görür. Ancak bozulup sapıttığı an, bu işaretleri
göremez olur. Çünkü böyle bir durumda, onunla varlıklar arasındaki ilişki
bozulmuştur. Oysa tüm varlıklar, kulluk ve ululanmayı hakkeden bir ilahın
varlığına işaret etmektedir. Aynı zamanda akıl, sağlıklı, doğru olduğu
zaman, evrenin ilahına yönelik kulluğun güzelliğini ve üstünlüğünü
algılayacaktır. Eğer sağlıklı ve tutarlı ise, Allah'a yönelik kulluğu oyun
ve eğlence konusu yapmayacaktır.
Bu alaya alma ve eğlence konusu yapma,
Kur'an-ı Kerim'in peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) kalbine o
günkü müslüman kitle için indiği dönemde, kafirlerden, Ehli Kitap'tan da
özellikle yahudilerden kaynaklanıyordu. Peygamberimizin hayatında
hristiyanlardan böyle bir davranışın meydana geldiğine ilişkin bir belgeye
rastlamıyoruz. Ancak, yüce Allah, müslüman kitle için düşünce ve hayat
sistemini dayandıracağı sürekli bir kural belirliyor. Kuşkusuz yüce Allah,
tarih boyunca, müslüman nesillerin karşılaşacakları durumları biliyordu.
İşte biz, sayıca tüm kafirlerden, yahudilerden daha fazla olan ve
kendilerine hristiyan diyenlerden oluşan, bu dinin ve müslüman cemaatin
düşmanlarını gördük, görüyoruz. Bunlar da -onlar gibi- İslâm'a düşmanlıkta
paylarını almışlardır. Ardarda geçen asırlar boyu İslâm'a, tuzaklar
kurmuşlardır. Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Hz. Ömer (r.a) döneminde İslâm'ın Roma
Devleti ile çarpışmasından beri kesintisiz bir savaşa tutuşmuşlardır,
İslâm'a karşı. Bir süre "Haçlı seferleri, ardından hilafeti ortadan
kaldırmak için Haçlı devletlerinin yeryüzünün her tarafından saldırıya
geçtikleri "Doğu sorunu" şeklinde sürdü bu savaş. Bir ara, Haçlıların
içlerinde gizledikleri ancak, kimi zaman ağızlarından kaçırdıkları
sömürgeciliğe zemin hazırlayan ve ona dayanan "Misyonerlik" şeklinde sürdü.
Sonra bu kızgın savaş, yeryüzünün hangi bölgesinde olursa olsun ortaya çıkan
İslâmî diriliş hareketlerine karşı sürmektedir. Bu saldırıların tümünde
yahudiler, hristiyanlar, kafir ve putperestler birlikte hareket etmişlerdir.
Bu Kur'an, kıyamete kadar müslümanların yol
gösterici kitabı olması için gelmiştir. İtikadî düşüncelerini kurduğu gibi,
toplumsal düzenlerini de kurmaktadır bu kitap. Aynı zamanda hareket
stratejilerini de belirlemektedir. İşte bakın, Allah'tan, O'nun
peygamberinden ve müminlerden başkasını dost edinmemelerini öğretmektedir.
Yahudi, hristiyan ve kafirlerle dostluk kurmalarını yasaklamaktadır. Bu
sorun karşısında, en kesin tavrı takınmaktadır. Çeşitli yöntemlere
başvurarak, bu derece genişçe ele almaktadır.
Kuşkusuz bu din, taraftarlarına hoşgörülü
olmayı, Ehli Kitap'la, özellikle kendilerine hristiyan diyenlerle
ilişkilerinde, iyi davranmalarını emretmektedir. Ancak bunlarla dostluk
kurmalarını yasaklar. Çünkü hoşgörü ve iyi ilişkiler, ahlâk ve yaşam tarzı
sorunudur. Dostluk, yardım demektir. iki grubun yardımlaşması demektir.
Müslümanlarla Kitap Ehli -diğer tüm kafirlerde olduğu gibi- arasında
işbirliğinin bulunmasıdır. Daha önce de değindiğimiz gibi, müslümanın
hayatında yardımlaşma, din için ve onun sisteminin ve düzeninin insanların
hayatında kurulmasını sağlamak amacıyla yapılan cihad için geçerlidir. Bu
konuda, müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında bir işbirliği olabilir
mi? Nasıl olabilsin ki?
Bu, kesin ve net bir sorundur, cıvıklığı
kabul etmez. Bu konuda yüce Allah, kesin bir ciddiyetten, müslümanın dini
konusunda takınması gereken tavra yakışır bir ciddiyetten başkasını kabul
etmez.
Müminlere yönelik üç çağrı bitince hitap,
Ehli Kitab'a karşı şu soruları sorması için peygamberimize yönelmektedir:
Niçin müslümanları yadırgıyorlar? Allah'a inanmalarından, Ehli Kitab'a
indirilmiş olana ve Ehli Kitap'tan sonra müslümanlara indirilene
inanmalarından başka bir nedenden dolayı mı onlardan hoşlanmıyorlar?
Müslümanlar inandıklarından, onlar da -Ehli Kitap olarak- yoldan çıkmış
olmalarından başka bir nedenle mi nefret ediyorlar? Bu, utandırıcı bir
karşılamadır. Aynı zamanda düşmanlığın asıl nedenini ve yol ayırımını da
ortaya çıkarmakta, herşeyi açıklayıp kestirip atmaktadır:
59- De ki; "Ey Kitap Ehli,
bizden hoşlanmamanızın sebebi Allah'a, bize indirilen kitaba ve daha önce
indirilmiş olan kitaplara inanmamız ve de çoğunuzun fasık, yoldan çıkmış
kimseler olmanız değil midir?
60- De ki; "Allah katında
bundan daha kötü konumda olanları size bildireyim mi? Allah'ın lanet ettiği,
gazabına uğrattığı, aralarından bir bölümünü çarpıtarak maymuna ve domuza
dönüştürdüğü kimseler ile tağuta (şeytan) tapan kimselerdir. Bunlar
konumları en kötü ve doğru yoldan en sapmış olanlardır.
Yüce Allah'ın, peygamberinden Ehli Kitab'a
yöneltmesini istediği bu soru; bir yönden onların pratik durumunun tespiti
amacına yönelik açıklayıcı ve müslüman topluma, onların dinlerine ve
namazlarına karşı alaya alıcı bir tutum içinde olmalarına neden olan
etkenlerin gerçekliğini ortaya çıkarıcı bir sorudur. Diğer yönden;
realitelerini ve bunu işlemeye yönelten etkenleri kötülemek amacına yönelik
kınayıcı bir sorudur. Aynı zamanda bu müslümanları güçlendirmek, o kavmin
dostluğundan nefret ettirmek ve bu dostluktan alıkoymaya ve sakındırmaya
ilişkin geçen üç çağrıda yeralan gerçekleri bildirmek amacına yöneliktir.
Ehli Kitab'ın, Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) döneminde müslümanlardan, günümüzde de ortaya çıkan İslâmi
diriliş hareketlerinden nefret etmelerinin nedeni, müslümanların Allah'a ve
O'nun kendilerine indirdiği Kur'an'a ve Kur'an'ın doğruladığı, daha önce
Allah tarafından Kitap Ehli'ne indirilen kitaplara inanmalıdır.
Onlar, müslüman oldukları, yahudi ya da
hristiyan olmadıkları için, müslümanlara düşmanlık ediyorlar. Ehli Kitap,
Allah'ın indirdiklerinden sapmış fasıklar oldukları için, müslümanlara
düşmanlık besliyorlardı. Fasıklık ve sapıklıklarının kanıtı da, ellerinde
bulunanı -uydurup bozduklarını değil doğruladığı halde son mesaja ve
Allah'ın gönderdiği tüm peygamberleri doğrulayan ve onlara gereken saygıyı
gösteren son peygambere inanmamalarıdır.
Medine'de müslümanlara ait bir organik yapı
oluştuğundan, kişilikleri belirginleştikten, artık Allah'ın eşsiz sisteminin
gölgesinde bağımsız dinlerinden düşünce ve hayat düzenlerinden kaynaklanan
bağımsız bir varlığa sahip oldukları günden beri, 1400 sene boyunca
silahlarının susmadığı, kızgınlığın dinmediği bu sürekli savaşı başlatmışlar
müslümanlara karşı.
Onlar, -herşeyden önce- müslüman oldukları
için, müslümanlara karşı bu kızgın savaşa tutuşmuşlar. Müslümanlar
dinlerinden dönmedikçe, başka bir dine girmedikçe bu kızgın savaşı
durdurmaları mümkün değildir. Bunun nedeni, Ehli Kitap'tan çoğunun yoldan
çıkmış fasıklar olmasıdır. Bu yüzden doğru yolda hareket eden ve dinlerinin
gereklerini yerine getiren müslümanları sevmezler.
Yüce Allah, bu gerçeği kesin bir şekilde
yerleştirmektedir. Nitekim diğer bir sûrede, peygamberine şöyle
buyurmaktadır: "Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hristiyanlar
senden asla hoşlanmayacaklardır." (Bakara Suresi, 120) Bu sûrede de O'na,
Ehli Kitab'ı gerçek psikolojik etkenleri ve konumlarının özüyle yüzyüze
getirmesini buyurmaktadır.
"De ki; "Ey Kitab Ehli, bizden
hoşlanmamanızın sebebi Allah'a, bize indirilen kitaba ve daha önce
indirilmiş olan kitaplara inanmamız ve de çoğunuzun fasık, yoldan çıkmış
kimseler olmanız değil mi?"
Yüce Allah'ın doğru ve apaçık kitabında
çeşitli yerlerde belirttiği bu gerçeği; günümüzde Ehli Kitap'tan ve
kendilerini "müslüman" olarak isimlendirenlerden birçoğu, iddia ettikleri
gibi materyalizm ve dinsizliğe karşı "dindarların" dayanışması adına
sulandırmak, karıştırmak, örtmek ve inkar etmek istemektedirler.
Günümüzde Ehl-i Kitap, bu gerçeğin
sulandırılmasını hatta çarptırılmasını, örtbas edilmesini ve perdelenmesini
istemektedir. Çünkü onlar İslâm ülkesinde (daha doğru bir ifadeyle bir
zamanlar İslâm ülkesi olan beldelerde) yaşayanları aldatmak istemektedirler.
İslâm'ın tutarlı ilahi sistemiyle içlerine yerleştirdiği sağ duyuyu
köreltmek istemektedirler. Çünkü bu duyu, sağlıklı olduğu sürece haçlı
sömürgeciliğinin, İslâm yurdunu sömürmesi bir yana, İslâm karşısında
tutunması bile mümkün değildir. Açıktan açığa yapılan haçlı savaşlarındaki
ve misyoner faaliyetlerindeki yenilgilerden sonra, aldatma ve uyutma
yöntemine başvurmaları kaçınılmazdı. Çeşitli gösterişler yapıp,
müslümanların varislerinin arasında, din ve din adına yapılan savaşlar
sorununun bittiği düşüncesini yaymaya çalışıyorlar. Bunun yalnızca, tüm
ulusların yaşadığı karanlık bir tarihsel dönem olduğunu, şimdi ise dünyanın
aydınlandığını ve artık ilerlediğini söylüyorlar. İnanç esasına dayalı bir
çarpışmaya girişmenin doğru olmadığını, günümüz insanına yakışmadığını ve
uygun bir davranış olmadığını, günümüzde savaşın madde için yapıldığını,
sadece hammadde kaynaklarını ve pazarları elde edip sömürmek için
savaşıldığını söylüyorlar. O halde onlara göre müslümanların -ya da
müslümanların varislerinin- dini ve din uğruna savaşmayı düşünmeleri doğru
değildir.
İslâm ülkelerini sömüren Ehli Kitap, onların
bu uyuşturucuyla uyuduklarından emin olduklarında, bu sorun, vicdanlarında
gereken ciddiyetten uzak bir şekil aldığında, artık sömürgeciler
müslümanların Allah ve inanç uğruna taşıdıkları öfkeden güvencededirler. O
öfke ki, bir gün bile karşısında tutunamamışlardı. Bu uyutma ve
uyuşturmadan. sonra artık iş kolaylaşmıştır. Yalnızca inanç savaşını
kazanmakla kalmayıp, onun ötesinde soyacakları, çalıp çarpacakları,
ganimetler, koloniler ve hammadde kaynaklarını da kazanırlar. İnanç
savaşında galip geldikten sonra, madde savaşında da galip gelirler. Bunlar
ise birbirlerine çok yakındırlar.
Sömürgecilerin gizli, apaçık şuraya buraya
yerleştirdikleri İslâm ülkesindeki Ehli Kitab'ın işbirlikçileri de, aynı
sözü tekrarlıyorlar. Çünkü onlar, sınırların içinde görevlerini yerine
getirmek üzere sömürgecilerle işbirliği yapan kimselerdir. Bu adamlar,
"Haçlı savaşları"nın bile "Haçlı" olmadığından söz ediyorlar. İnanç sancağı
altında onlara karşı koyan müslümanlar için de, "müslüman" değil
"milliyetçi" idiler diyorlar.
Uyuşturulmuş, aldatılmış bir üçüncü grup daha
vardır. Emperyalist batıda, "Haçlılar"ın torunları bunlara seslenerek: "Bize
gelin, gelin, dost olup birleşelim. `Dinsizlik' hareketine karşı, `din'i
savunalım"diyorlar. Bu uyutulmuş aldatılmış grup da, bu Haçlıların
torunlarının her defasında müslümanlara karşı, dinsizlerle tek saf
olduklarını, asırlar boyu böyle yaptıkları gibi, hâlâ da böyle olduklarını
unutarak çağrılarına uyuyorlar. Aslında dinsiz materyalistlerle savaşmak,
müslümanlarla savaşmak kadar zor gelmez onlara. Onlar materyalist
dinsizliğin geçici bir akım, süreli bir düşman olduğunu çok iyi biliyorlar.
İslâm'ın da sağlam bir temel, kalıcı bir düşman olduğundan kuşku duymazlar.
Bu yaldızlı çağrı, İslâmî diriliş hareketinïn şaşmaz uyanıklığını etkisiz
hale getirmek, aynı zamanda, politik sömürülerinin düşmanı olan dinsizlerle
tutuştukları savaşta, bu uyutulmuş, aldatılmışların emeğinden yararlanmak,
onları bir yem olarak kullanmak amacına yöneliktir. Bunlar da onlar gibi,
İslâm ve müslümanlara karşı bir savaşa tutuşmuşlardır. Bu savaşta,
müslümanların tutarlı, ilahî hayat metodunun eğittiği sağduyudan başka bir
hazırlığı da yoktur.
Oyuna kamp doğruluk gösterilerine aldanan bu
adamlar, "din" adına "dinsizler"le savaşmak için, güven ve dostluğa
çağrılırlarken Ehli Kitab'ın samimi olduğunu sanıyorlar. Oysa, -istisnasız-
ondört asırlık realiteyi unutuyorlar, bu konuda bizzat Rabblerinin
direktifini unuttukları gibi. kişi de Allah'a karşı güven ve O'nun
söylediklerine inanma duygusu varsa, bu direktiften kaçmak ve kayıtsız
kalmak mümkün değildir.
Bu adamlar, sözlerinde kurnazca davranıyorlar
ve müslümanlara Ehli Kitap'la iyi ilişkiler kurmayı ve yaşayış ve davranışta
hoş görülü olmalarını emreden Kur'an ayetlerini, peygamber sözlerini
yazarlarken onlarla, dostluk kurmaya ilişkin kesin sakındırmaları, onların
etkenlerine karşı uyanık olmaya ilişkin hükümleri, İslâmî hareketin
yardımlaşma ve dostluğu yasaklayan İslâm düzeninin stratejisine ilişkin açık
direktifleri unutuyorlar. Çünkü yardımlaşma ve dostluk müslümanlar için din
konusunda ve onun sisteminin ve düzeninin pratik hayatta kurulması uğrunda
yapılabilir sadece. Her ne kadar bu dinlerin bozulmasından önce, bazı
temellerde birleşmeleri söz konusu olsa da, müslümanla Ehli kitab'ın din
konusunda, üzerinde birleştikleri ortak bir ilkeleri mevcut değildir. Çünkü
Ehli Kitap bu dine, inanmalarından dolayı onlardan nefret etmektedir ve yüce
Allah'ın dediği gibi, bu dinden dönmedikçe de onlardan hoşlanmazlar.
Kur'an'ı ikiye ayıran bu adamlar, onu bölüp
parçalamakta, ondan onay almak amacıyla dilediklerini ve şaşkın, saçma
iddialarına uyan kısmını almakta, şaşkın ve bozuk düşüncelerine uymayanı
ise, bir kenara atmaktadırlar.
Biz de, bu soruna ilişkin, aldatılmışların ya
da aldatıcıların sözlerine kulak vermektense, yüce Allah'ın sözünü dinlemeyi
tercih ediyoruz. Kuşkusuz bu konuda, yüce Allah'ın sözü son derece kesin,
net, belirgin ve açıktır.
Hoşlanmayışlarının sebebinin Allah'a, bize ve
bizden önce indirilene inanmak olduğu belirtildikten sonra, geriye kalan
sebebe ilişkin yüce Allah'ın şu sözünün üzerinde bu noktada kısaca duralım:
"...ve de çoğunuzun fasık, yoldan çıkmış
kimseler olmanız."
Fasıklar bu nedenin yarasını oluşturmaktadır.
Çünkü fasıklık, kişiyi doğruluktan hoşlanmamaya sürükler. İşte bu olağanüstü
Kur'anî yaklaşımın tespit ettiği realiteye uygun psikolojik bir kuraldır.
Çünkü yoldan çıkıp sapıtan biri, benimsenmiş bir sistem uyarınca dosdoğru
hareket eden birine tahammül edemez. Onun varlığı sürekli yoldan
çıkmışlığını, sapıklığını hatırlatmaktadır. Sapıklığına ve yoldan
çıkmışlığına somut bir kanıt oluşturmaktadır. Bu yüzden ondan nefret
etmekte, hoşlanmamaktadır. Onun doğruluğundan nefret etmekte,
sorumluluğundan hoşlanmamaktadır. Bu yüzden onu kendi yoluna çekmek için,
büyük çaba sarf eder. Ya da kendisine karşı çıktığında, ortadan kaldırmaya
uğraşır.
Bu sürekli bir kuraldır. Ehli Kitab'ın
Medine'deki müslüman cemaate karşı tutumlarını aşar. Her zamanki Ehli
Kitab'ın, her zamanki müslümanlara karşı tutumlarını yansıtır. Hatta samimi
ve doğru yolda hareket eden her topluluğa karşı, yoldan çıkmış hareket
edenlere karşı, yoldan çıkmışların toplumlarında samimilere karşı,
sapıkların toplumlarında başlatılmış şiddetli bir savaştır bu.
Bu savaş, şu olağanüstü Kur'an ayetinin
tasvir ettiği bu kurala dayanan doğal bir durumdur.
Kuşkusuz yüce Allah, iyiliğin, kötülüğün
nefretini çekmesinin kaçınılmaz olduğunu, hakkın, batılın düşmanlığıyla
karşılaşmasının zorunlu olduğunu, doğruluğun, mutlaka yoldan çıkmışlığın
öfkesini üzerine çekeceğini, samimiyetin, zorunlu olarak sapıklığın kinini
artıracağını biliyordu.
Aynı şekilde yüce Allah, iyiliğin, hakkın,
doğruluğun ve samimiyetin kendini savunmasının, kötülük, batıl, yoldan
çıkmışlık ve sapıklıkla zorunlu bir savaşa tutuşmasının kaçınılmaz olduğunu
da biliyordu. Bu isteğe bağlı bir savaş değildir. Hak, batıla karşı koymama
yetkisine sahip değildir. Çünkü batıl, mutlaka ona saldıracaktır. iyilik bir
kenara çekilmez. Çünkü kötülük, onu ortadan kaldırmaya çalışacaktır.
Hak, iyilik doğruluk ve samimiyet
taraftarlarının batıl, kötülük, yoldan çıkmışlık ve sapıklığın kendilerinden
vazgeçtiğini, bu yüzden savaştan uzak kalacaklarını ve bir barış ve
anlaşmanın mümkün olduğunu sanmaları gaflettir, hem de korkunç bir gaflet.
Oysa bu uyutmalara ve aldatmacalara konacaklarına tedbir ve kuvvet
bulundurmakla, zorunlu savaşa hazırlanmaları çok daha iyi olurdu. Yoksa
onlar yenilmeye ve yok olmaya mahkum olacaklardır.
Daha sonra, Kur'an'ın akışıyla birlikte, Ehli
Kitab'ın müslümanlardan hoşlanmayışlarının nedenleri belirtilip bunlar
kınandıktan sonra, Ehli Kitap karşısında yüce Allah'ın, peygamberine yönelik
direktifiyle yolumuza devam ediyoruz. Yüce Allah, eski tarihleri, Rabbleri
ile olan durumları ve hazırlanan acı azapla cevap vermektedir onlara:
"De ki; "Allah katında bundan daha kötü
konumda olanları size bildireyim mi? Allah'ın lanet ettiği, gazabına
uğrattığı, aralarından bir bölümünü çarpıtarak maymuna ve domuza
dönüştürdüğü kimseler ile Tağut'a (şeytana) tapan kimselerdir. Bunlar
konumları en kötü ve doğru yoldan en sapmış olanlardır."
Burada yahudilerin durumunu ve tarihlerini
öğreniyoruz.
Onlar, yüce Allah'ın lanetlediği, gazabına
uğrattığı, içlerinde kendisini maymuna ve domuza dönüştürdüğü kimselerdir.
Tağuta kulluk eden de onlardır.
Allah'ın, onları lanetlemesi ve gazabına
uğratması, aynı şekilde içlerinden kimisini maymuna ve domuza dönüştürmesi
konuları, Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde geçmektedir. Ancak Tağut'a
kulluk yapmaları sorununa gelince; burada açıklamayı gerektirmektedir. Çünkü
sûrenin akışı içinde özel bir anlamı olan bir yaklaşımdır bu.
Tağut; otoritesini Allah'tan almayan her
türlü yönetim, uygulamasını O'nun şeriatına dayandırmayan her iktidar, hakka
tecavüz eden her türlü düşmanlıktır. Allah'ın otoritesine, ilalılığına ve
hakimiyetine, tecavüz ise; düşmanlığın en iğrenci, azgınlığın en şiddetlisi,
anlam ve söz olarak da Tağut'un kapsamına en çok girenidir.
Ehli Kitab'a gelince; onlar, hahamlara ve
papazlara tapmazlardı. Ancak, Allah'ın şeriatını bırakıp, onların kanununa
uyarlardı. Yüce Allah da onları, Haham ve papazların kulları ve müşrikleri
olarak isimlendirdi. işte bu yaklaşımda şu ince anlam yatmaktadır. Evet
onlar Tağut'a kulluk yapıyorlardı. Yani azgın ve gerçeğe tecavüz eden
otoritelere uyarlardı. Kuşkusuz onlar, secde etmek, rükua varmak anlamında
kulluk yapmıyorlardı onlara. Fakat onlara uymak ve itaat etmek anlamında
ibadet ediyorlardı. İşte bu, kişiyi Allah'a kulluk dairesinden ve O'nun
dininden çıkaran bir kulluk şeklidir.
Yüce Allah, peygamberine, Ehli Kitab'ı bu
tarih ve bu tarihten dolayı hakkettikleri bu cezayla yüzyüze getirmesini
emrediyor. Sanki onlar, karakterleri değişmez tek bir nesildirler. Onlara
bunun en kötü bir ceza olduğunu bildirmesini buyuruyor:
"...De ki; Allah katında bundan daha kötü
konumda olanları size bildireyim mi?"
Yani, Ehli Kitab'ın müslümanlara yönelik
nefretlerinden, onlara kurdukları tuzaklardan ve imanlarından dolayı
çektirdikleri eziyetlerden daha kötüsünü... Zayıf insanların hoşlanmaması
nerede, Allah'ın hoşnutsuzluğu, azabı, bir de Ehli Kitab için kötülük ve
doğru yoldan çıkmış hükmünü vermesi nerede?
"Bunlar konumları en kötü ve doğru yoldan en
sapmış olanlardır."
EHLİ KİTABIN KARAKTERİ
Ayetin akışı tarihlerini ve buna karşılık
hakkettikleri cezayı gözler önüne serdikten sonra, dostluklarından nefret
ettirmek için niteliklerini ve karakteristik özelliklerini sunmaya devam
ediyor. Geceleri tasarladıkları komploları ortaya çıkarmakla,. müminlere
yönelik bir sakındırma ve dikkat çekme yer alıyor. Aynı şekilde çizilen
tabloda, yahudinin tipi iyice belirginleşiyor. Çünkü yaşanan olgudan söz
ediliyordu ve en çok da yahudilerden kaynaklanıyordu bu kötülük.
61- Bunlar yanınıza
geldiklerinde, "inandık " dediler. Oysa yanınıza, kafir olarak girmiş ve
yine kafir olarak çıkmışlardır. Allah onların gizli tuttukları duygu/arı
herkesten iyi bilir. "
62- Onlardan çoğunun günahta,
ölçüleri aşmakta ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün.
Yaptıkları şey ne kadar kötüdür.
63- Allah'a bağlı bilginler
ile din adamları bunları günah söz söylemekten ve haram mal yemekten
sakındırsalar ya! Yaptıkları şey ne kadar kötüdür.
64- Yahudiler "Allah'ın eli
sıkıdır" dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın. onlara lanet olsun!
Tersine O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbin tarafından
sana indirilen ayetler onların çoğunun azgınlığını ve kafirliğini
arttıracaktır. Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve
kin saldık. Ne zaman savaş ateşini körüklediler ise, Allah onu söndürmüştür.
Onlar yeryüzünde hep fesad, bozgunculuk peşinde koşarlar. Oysa Allah
bozguncuları sevmez.
Bu ibareler, Kur'an'ın eşsiz ifade tarzı
uyarınca hareketli tablolar ve canlı sahneler meydana getirmektedir. Bu
ayetleri okuyan, yüzyılların ötesinden -aynı düşünceyle- Kur'an'ın sözünü
ettiği bu topluluğu, -tercih edilen görüşe göre- yahudileri seyredebilir.
Çünkü ayetlerin akışı onlardan söz etmektedir. Bu arada Medine'deki bazı
münafıkların kastedildiği de düşünülebilir. Müslümanlara gelip "inandık"
demeleri göz önüne getirilebilir. Müslümanların yanına girerken ve çıkarken
dağarcıklarında taşıdıkları şeyin karşıtını dilleriyle söylemelerine rağmen,
dağarcıklarında "küfrü" sakladıkları, girerken, çıkarken onu taşıdıkları göz
önüne getirilebilir.
Belki de bunlar, geceleri komplolar kurup,
kimisi kimisine; "sabahleyin Kur'an'a inanın akşamleyin de inkar edin, belki
dönerler" diyen yahudilerdir. Bu kargaşa ve iğrenç olduğu kadar aşağılık
kuşkulandırma ile, müslümanları dinlerinden döndürebileceklerini
umuyorlardı.
"Allah onların gizli tuttukları duyguları
herkesten iyi bilir."
Bunu yüce Allah söylüyor, çünkü gerçektir.
Bir de müminlerin Allah'ın desteğine güvenmeleri, düşmanlarının
tuzaklarından koruyacağından emin olmaları ve O'nun ilmiyle bu gizli
tuzakları kuşattığını bilmeleri amaçlanmaktadır. Sonra vazgeçerler diye, bu
tür komploları kuranlar da tehdit edilmektedir.
Ayetin akışı, hareketlerini gözle görülebilir
biçimde çizmektedir. İfadede bunlar, açıkça seyredilebilir.
"Onlardan çoğunun günahta, ölçüleri aşmakta
ve haram yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne
kadar kötüdür."
"Musarea" işdeş kipindendir. Topluluğu günah,
düşmanlık ve haram yemekte yarışır olarak tasvir etmektedir. Bu, iğrendirmek
ve aşağılamak için çizilen bir tablodur. Ancak, fesat yaygınlaştığı,
değerler yok olduğu ve kötülük her tarafı kapladığı her zaman ki
toplumların, sosyo-psikolojik durumlarından birini tasvir etmektedir. Böyle
bir duruma gelmiş toplumlara baktığında insan, güçlüsüyle, zayıfıyla,
içindeki her ferdin kötülükte, günah ve düşmanlıkta yarıştığını görecektir.
Günah ve düşmanlık, bu tür aşağılık, bozulmuş toplumlarda sadece güçlülere
özgü bir davranış değildir. Güçsüzler de bu suçu işlerler. Bunlar da günah
akımına kapılırlar ve haksızlık yapabilirler. Doğal olarak güçlülere,
haksızlık yapamazlar. Bunlar da birbirlerine haksızlık yaparlar. Allah'ın
yasaklarını çiğnerler. Çünkü bozulmuş toplumlarda yöneten, yönetilen, hiç
kimsenin korumadığı serbest bölge burasıdır. Dolayısıyla bozulduğu zaman,
günah ve haksızlık, toplumun özelliği olur. Bu tür toplumların işi, günah ve
haksızlıkta yarışmaktır.
O günkü yahudi toplumu da böyleydi. Böyle
haram yiyorlardı. Nitekim haram yemek, yahudinin her zamanki özelliğidir.
"Yaptıkları şey ne kadar kötüdür."
Ayetlerin akışı, şeriatı uygulamayı üstlenen
Allah'a bağlı kimselerin ve dini bilimleri öğretmeyi üzerine almış
bilginlerin, tüm bunlara sessiz kalışlarını, kavmin günah ve haksızlıkta
yarışmalarına, haram yemelerine ses çıkarmayıp, kötülükte yarışmaktan
alıkoymamalarını kınarken, bozulmuş toplumlarının karakteristik
özelliklerinden bir diğerine işaret etmektedir:
"Allah'a bağlı bilginler ile din adamları
bunları, günah söz söylemekten ve haram mal yemekten sakındırsalar ya!"
Bu özellik, toplumda günah ve haksızlığın
yaygınlaşmasına, şeriat ve dini bilgileri üstlenen kimselerin ses
çıkarmayışı özelliği, yıkılmağa yüz tutmuş bozuk toplumların karakteristik
özelliğidir. İsrailoğulları da, Kur'an-ı Kerim'in haklarında buyurduğu gibi:
"İşledikleri kötülüklerde birbirlerini
sakındırmazlardı." (Maide Suresi, 74)
İyi, faziletli, canlı, güçlü ve dayanışmalı
toplumun özelliği; iyiliği emr, kötülüğü yasaklamanın yaygın oluşudur.
İçinde iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan kimselerin bulunmasıdır. Aynı
şekilde iyilik emrini ve kötülüğün yasaklanışını dinleyecek kişilerin de
bulunmasıdır. Ayrıca bu toplumun geleceği o kadar güçlüdür ki, içindeki
sapıklar, bu emir ve yasağı engellemeye ve iyiliği emredip, kötülüğü
sakındıran kimselere eziyet etmeye cesaret edemezler.
Nitekim yüce Allah, müslüman ümmeti
nitelendirirken şöyle buyurmaktadır: Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en
hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a
inanırsınız. (Al-i İmran Suresi, 110) İsrailoğullarını nitelendirirken şöyle
buyurmaktadır: İşledikleri kötülüklerde birbirlerini sakındırmazlardı (Maide
Suresi, 79) Bu iki özellik, toplumu ve iki grubu birbirinden ayıran
arakesittir.
Burada ise, günah ve haksızlıkta
yarışılmasına, haram yenmesine ses çıkarmayan dolayısıyla, korumak zorunda
oldukları Allah'ın kitabında yeralan, hakkı savunmamaları nedeniyle Allah'a
bağlı kimselere ve din bilginlerine yönelik bir kınama yer almaktadır.
Aslında bu, dine inanan herkese yapılan
uyarıcı bir çağrıdır. Çünkü toplumun dirliği ya da bozulması, şeriatın ve
din ilimlerinin korunmasına ve iyiliğin emredilmesi, kötülükten sakındırmak
görevinin yerine getirilmesine bağlıdır. Ancak bu iş, daha önce bu tefsirde
dediğimiz gibi, emredip yasaklama yetkisine sahip bir otoriteyi
gerektirmektedir. Çünkü emretmek ve yasaklamak, davet etmekten farklı bir
şeydir. Davet etmek açıklamaktır. Emredip yasaklama ise, egemenliktir. Buna
göre, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayanların, bu emir ve yasaklarının
toplum içinde bir değerinin olması için, otoriteyi ellerinde bulun-durmaları
gerekir. Yoksa bütün iş sözde kalır.
En iğrenç şekliyle günah olan sözlerine örnek
olarak, Kur'an-ı Kerim, ahmak ve melun yahudilerin şu sözlerini
anlatmaktadır:
"Yahudiler, "Allah'ın eli sıkıdır" dediler.
Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın, onlara lanet olsun. Tersine, O'nun
iki eli de açıktır, dilediği gibi verir."
Bu, yahudilerin yüce Allah'a ilişkin yanlış
düşünceleridir. Kur'an-ı Kerim, bu tür yanlış düşüncelerinden bir çoğunu
anlatmıştır. Allah yolunda harcama yapmaları istendiğinde, "Allah fakir biz
ise zenginiz" demişlerdi. Nitekim "Allah'ın eli sıkıdır" diyorlardı. Bunu
cimriliklerine neden gösteriyorlardı. İddialarına göre Allah, onlara ve
insanlara çok az mal veriyordu. O halde, nasıl hayır amaçlı harcama
yapsınlardı?
Duyguları o kadar yanılmış, kalpleri o denli
katılaşmış ki, kastettikleri bozuk ve yalancı anlam olan cimriliği, doğrudan
doğruya ifade etmeyip, daha çirkin, küstahça saldırgan ve kafirce bir söz
seçiyorlar: "Allah'ın eli sıkıdır" diyorlar.
Gelen cevapta onların, bu sıfatı
hakkettikleri belirtilmektedir. Söylediklerine karşılık lanetlendikleri,
Allah'ın rahmetinden kovuldukları bildirilmektedir.
"Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın,
onlara lanet olsun!"
Öyle de oldular. Allah'ın yarattıkları
arasında en cimri, en mal tutkunu kişilerdir.
Ardından bu bozuk ve hastalıklı düşünce
düzeltilmekte, yüce Allah üstün sıfatlarıyla vasfedilmektedir. O, kullarına
lütfundan hesapsız bağışlar:
"Tersine, O'nun iki eli de açıktır, dilediği
gibi verir.."
Yaratıklara yönelik bitmez tükenmez bağışı,
açıkça görülmektedir. Açık el, tükenmez lütuf ve bol bağış buna şahittir.
Her dil bunu söylemektedir. Ancak yahudi bunu görmez. Çünkü o, mal toplamak
ve arttırmak, cimrilik, nankörlük ve iğrenç sözler söylemekle meşguldür.
Allah hakkında bu tür sözler söylemekten çekinmez.
Yüce Allah, peygamberlik için seçilmesinden
dolayı ve bu peygamberliğin onların eski, yeni bazı kirli çamaşırlarını
ortaya çıkarmasından ötürü, kendisine duydukları kin ve öfke nedeniyle bu
kavmin ilerde sergileyeceği tavırları, peygamberine anlatmaktadır:
"Rabbin tarafından sana indirilen ayetler
onların çoğunun azgınlığını ve kafirliğini arttıracaktır."
Kin ve kıskançlık nedeniyle, yüce Allah'ın,
peygamberine indirdiği kitapta durumlarını ortaya çıkarması sebebiyle,
birçoklarının azgınlık ve küfrü artacaktır. Çünkü onlar, imandan yüz
çevirmişlerdir. Karşıt tarafta yer almaları kaçınılmazdır. Cimrilik ve
kötülüklerinin, küstahlıklarının ve küfürlerinin artması doğaldır.
Dolayısıyla peygamber, müminler için rahmet, inkarcılar için de bir
ağırlıktır.
Sonra yüce Allah, takdir edip aralarına
saldığı, düşmanlık ve öfkeleşmekten, son derece kızgın alevli tuzaklarını
boşa çıkarmasını ve müslüman cemaate karşı giriştikleri kızgın savaştan
yenilgiyle döneceklerini ant almaktadır peygamberine.
"Onların arasında kıyamet gününe kadar
sürecek bir düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş ateşini körüklediler
ise, Allah onu söndürmüştür."
Kuşkusuz, yahudi grupları birbirlerine
düşmandırlar. Her ne kadar günümüzde, dünya yahudilerinin dayanışma içinde
oldukları ve İslâm memleketlerine karşı savaş başlatıp başarıya ulaştıkları
görülse de, kısa bir zaman dilimini ve gerçeği tümüyle içermeyen görünüşü
dikkate almamamız gerekmektedir. Çünkü 1300 seneden beri, hatta İslâm
öncesinden beri yahudiler, düşmanlık, aşağılanmışlık ve parçalanmışlık
içinde hayat sürdürüyorlar. Çevrelerine ne kadar dayanak dikerlerse
diksinler, sonları yine böyle olacaktır. Ancak her konumun anahtarı yüce
Allah'ın, onlarla vaadini gerçekleştirdiği mümin topluluğun varlığına
bağlıdır. Allah'ın vaadini karşılayacak, O'nun kaderine perde olacak ve yüce
Allah'ın onlarla yeryüzünde dilediğini gerçekleştireceği günümüzün müslüman
topluluğu nerede?
Müslüman ümmet İslâm'a döndüğü, İslâm'a
gerçek anlamda inandığı, hayatını bütünüyle sistemine ve şeriatına
dayandırdığı gün, işte o gün, yüce Allah yaratıklarının en kötüleri
aleyhindeki müminlere yönelik vaadini gerçekleştirecektir. Yahudiler bunu
biliyorlar. Bu yüzden, yeryüzünün her karış toprağında ortaya çıkan İslâmî
diriliş hareketlerinin üzerine dağarcıklarındaki tüm kötülük ve hilelerle
çullanıyorlar, ellerindeki her zorbalık ve saldırganlığı devreye sokuyorlar.
Kendi elleriyle değil ancak, işbirlikçilerinin elleriyle vahşi ve iğrenç
darbeler vuruyorlar. Mümin topluluk hakkında bir sözleşme ve antlaşma
gözetmezler. Ancak Allah, karşı konulmaz egemenliğin sahibidir ve Allah'ın
vaadi kesinlikle gerçekleşecektir:
"Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek
bir düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş ateşini körüklediler ise, Allah
onu söndürmüştür."
Yüce Allah'ın, yahudide somutlaşan kötülük ve
bozgunculuğu durdurup ortadan kaldırıp göndermesi kaçınılmazdır. Çünkü
Allah, yeryüzünde bozgunculuk yapılmasını sevmez. Bu yüzden yüce Allah'ın
sevmediği şeyi ortadan kaldırıp süpürecek kullarını göndermesi bir
zorunluluktur:
"Onlar yeryüzünde hep fesad, bozgunculuk
peşinde koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez."
Dersin sonunda, büyük bir iman kuralı yer
almaktadır. Yeryüzünde Allah'ın dinini yerleştirmenin anlamının, müminin hem
dünya hem de ahiret hayatı, için dirlik, kazanç ve kurtuluş olduğuna ilişkin
bir kural yerleştirilmektedir. Din ile dünyayı ayırmak söz konusu değildir.
Dünya ile ahireti de ayırmak mümkün değildir. Çünkü İslâm, dünya ve ahiret
için, dünya ve din için gönderilmiş bir sistemdir. Bu büyük iman kuralı,
Kitap Ehli'nin Allah'ın dininden sapmalarından, haram yemelerinden ve şu
yeryüzü nimetlerinden herhangi birini elde etmek için, kelimeleri
yerlerinden oynatmalarından söz edilmesi münasebetiyle yer almaktadır. Şayet
onlar, Allah'ın yolunu seçselerdi, Allah'ın dinine uymak, yerde ve gökte,
dünya ve ahirette onlar için çok daha yararlıdır.
65- Eğer Kitap Ehli, iman
edip kötülüklerden sakınsalar, günahlarını siler, onları nimetlerle dolu
cennetlere koyardık.
66- Eğer onlar Tevrat'a,
İncil'e ve Rableri tarafından kendilerine indirilen Kur'an'a uygun
yaşasalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler
yerlerdi. Onların içinde ılımlı, aşırı davranışlardan sakınan bir kesim var.
Fakat çoğu ne fena işler yapıyor!
Şu iki ayet, İslâm düşüncesinin büyük
esaslarından birini dile getirmektedir. Dolayısıyla insanlık hayatı için,
son derece önemli bir gerçeği temsil etmektedir. Belki de günümüzde olduğu
kadar bu gerçeğin belirginleşmesine ve açıklanmasına hiçbir zaman ihtiyaç
duyulmamıştı. Çünkü insan aklı, insanlığın sahip olduğu ölçüler ve
kurumları, bu son derece önemli konuda çeşitlerin sisleri, düzenlerin
sapıklıkları arasında bocalamakta, sarsıntılar geçirmekte ve boşluğa doğru
sürüklenmektedir.
Yüce Allah Ehli Kitab'a diyor ki, -tüm Ehli
Kitab'ı kapsayan en doğru sözü söylüyor- şayet inanır Allah'tan korksalardı,
günahları siler onları bol nimetli cennetlere koyardı. Bu, onların ahiret
mükafatıydı. Aynı zamanda onlar, dünya hayatlarında, tevrat, incil ve yüce
Allah'ın kendilerine indirdiği diğer direktiflerde somutlaşan ilahî hayat
sistemini -Allah'ın indirdiği şekilde bozmadan, değiştirmeden-
uygulasalardı, dünya hayatları düzelecekti. Yaşama düzeyleri yükselecek, bol
rızıklar elde edeceklerdi. Başları üstünden ve ayakları altından fışkıran
rızıkları yiyeceklerdi. Geniş çaplı, bir üretim, güzel bir dağıtım ve
hayatın dirliği ile karşılaşacaklardı. Ancak uzun tarihleri boyunca, aşırı
davranışları olmayan, ılımlı bir azınlığın dışında hiçbiri iman etmemiş,
Allah'tan korkmanı ve O'nun hayat sistemini uygulamamıştır. "Fakat çoğu ne
fena işler yapıyor."
Böylece şu iki ayetten anlaşılıyor ki, iman
ve takva, bir de Allah'ın sistemini şu dünya hayatında insanların hayatına
egemen kılmak, Allah'ın şeriatını tatbik eden mümin takva sahiplerine sadece
ahiret mükafatını kazandırmakla kalmıyor, -Bu çok daha öncelikli ve sürekli
olmakla beraber- aynı zamanda dünya işlerinin dirliğini de garantiliyor ve
bu kişilere dünya mükafatın ı da kazandırıyor. Bolluk, gelişme, dengeli
servet bölüşümü ve yeterlilik... Nitelik şu sözde, bolluk ve genişliğin
anlamını somut bir şekilde çizmektedir:
"Başları üzerinden ve ayakları altından
kaynaklanan nimetler yerlerdi."
Böylece ahiretteki güzel mükafatı elde etmek
için ayrı, dünya dirliği için de ayrı bir yolun bulunmadığı da anlaşılmış
oluyor. Nem dünya hem de ahiret hayatını düzenleyen, tek bir yol vardır. Bu
yoldan şaşıldığı an, dünya hayatı bozulduğu gibi, ahiret hayatı da mahvolur.
Bu biricik yol; iman, takva ve dünyada ilahî hayat sistemini uygulamaktadır.
Bu sistem sırf, kalbi bir bilinç ve takvadan
ibaret değildir. Aynı zamanda o, -bunlara bağlı olarak- insanlığın pratik
hayatının dayandığı ve kendisinin de hayata egemen olduğu bir sistemdir.
İman ve takvayla beraber bu sistemi yeryüzüne yerleştirmek, dünya hayatının
düzelmesinin, bol rızkın, geniş çaplı üretimin ve dengeli dağıtımın
garantisidir. Öyle ki, -bu sistemin gölgesinde- tüm insanlar başlarının
üzerinden ve ayaklarının altından fışkıran nimetlerden yerler.
Kuşkusuz imana dayalı hayat sistemi, dini
dünyaya karşılık, ahiret mutluluğunu da dünya mutluluğuna karşılık olarak
öngörmez. Ahiret mükafatını elde etmek için, dünyada tutulan yoldan başka
bir yol edinmez. işte bu günümüz insanının düşüncesinde, akıllarında, vicdan
ve pratik konumlarında kapalı kalmış bir gerçektir.
İnsanların fikirlerinde, vicdanlarında ve
realitelerinde dünya ve ahiret yolları ayrılmıştır. Öyle ki, sıradan bir
insan -yolunu şaşırmış insanlığın genel görüşü de budur- iki yolu
birleştirmenin mümkün olacağı düşünülemez olmuştur. Aksine, dünya yolunu
seçtiği zaman kendi hesabına ahireti, ahiret yolunu tutmak istediğinde de
dünyayı gözden çıkarmak durumunda kalacağını sanmaktadır. Düşünce ve pratik
hayatta ikisinin birleşeceğinin mümkün olacağını düşünememektedir. Bu
zamanda, yeryüzünün ve insanların pratik durumu ve sistemi bunu
öngörmektedir, zannetmektedir.
Doğrusu; Allah'tan ve O'nun hayat sisteminde
uzak, sapık cahiliyenin hayatı yönlendiren kurumları, günümüzde dünyayı ve
ahiret yollarını birbirlerinden uzaklaştırmaktadır. Toplum içinde sivrilmek,
dünyevi menfaat kaynaklarını elde etmek isteyenlere, ahiret yolunu
bırakmalarını zorunlu kılmaktadır. Dini prensipleri, ahlak ilkelerini,
yüksek düşünceleri ve dinin özen gösterdiği temiz hayat tarzını feda
etmelerini istemektedir. Buna paralel olarak, ahirette kurtulmak
isteyenlere, bu dünyanın akıntısından, murdar kurumlarından ve toplum içinde
sivrilmek, menfaat kaynaklarını elde etmek için, bu kurumların benzeri
yöntemlerden uzak olmalarını zorunlu görmektedir. Çünkü bu yöntemlerin temiz
olmaları mümkün olduğu gibi, din ve ahlâkla uyuşmaları da imkansızdır.
Allah'ın bunlardan hoşnut olması da söz konusu değildir.
Ancak... Bunu içinden çıkılmaz bir durum
olarak görmektedirler. Bu yapışkan durumdan kurtulmanın mümkün olmadığını,
dünya ve ahiret yollarının birleşmesinin imkansız olduğunu düşünüyorlar.
Aksine... Bu içinden çıkılmaz bir durum
değildir. Dünya ve ahiret arasındaki bu karşıtlık, dünya ve ahiret
yollarının farklılığı, değişmez nihai gerçekler değildir. Aslında bu durum,
hayatın tabii özelliklerinden de değildir. Geçici sapıklıktan kaynaklanan ve
sonradan olma bir durumdur bu.
Aslında insan hayatının karakteristik
ilkesine göre dünya yolu ile ahiret yolu birdir, çakışıktır. Ahiret için
yararlı olan yol, aynı zamanda dünya için de yararlı olan yoldur. Üretim,
kalkınma, yeryüzü nimetlerini bollaştırma faaliyeti, dünya hayatında refah
sağlayıcı olduğu gibi ahiret sevabını da kazandıran bir faktördür. Bunun
yanısıra iman, takva ve iyi amel, gibi nitelikler yüce Allah'ın rızasını ve
ahiret sevabını kazandırıcı faktörler oldukları oranda aynı zamanda
dünyadaki maddi kalkınma sürecinin de sebeplerini oluştururlar.
Bu ilke, insan hayatının temel
karakteristiğidir. Fakat insan hayatı, yüce Allah'ın önerdiği sisteme
dayandırılmadıkça bu ilke gerçekleşemez. Çünkü çalışmayı ibadet sayan yüce
Allah şeriatı uyarınca yürütülecek yeryüzü halifeliğini farz kabul eden
sistem, bu sistemdir. Yeryüzü halifeliği, çalışmaktır, emektir, üretimdir,
gelişmedir, kalkınmadır. Yüce Allah'ın yukardaki ayette buyurduğu gibi
herkese, "başları üzerinden ve ayakları altından rızık akmasını" sağlayan,
sosyal adalettir.
İslâm düşüncesine göre insanın görevi, yüce
Allah'ın izni ve şartları uyarınca O'nun yeryüzündeki halifesi, temsilcisi
olmaktır. Buna göre her türlü üretici ve ortaya eser koyucu çalışma,
yeryüzünün, hatta evrenin tüm olanaklarını ve hammaddelerini kullanarak
maddi refah düzeyini yükseltmeye yönelik gayretler bu halifelik görevinin
kaçınılmaz gerekleridir. İnsan, yüce Allah'ın sistemi ve şeriatı uyarınca ve
halifelik misyonunun şartlarını gözetmek sureti ile bu görevi yerine
getirince yüce Allah'a itaat etmiş olur ki, bu itaat, kendisine ahiret
sevabını kazandırır. Bunun yanısıra eğer insan, bu görevi anlattığımız
biçimde yerine getirirse, yüce Allah'ın, yararına sunmuş bulunduğu yeryüzü
nimetlerini elde eder; yukarda okuduğumuz ayetin anlam yüklü deyimi
uyarınca, "başı üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan bol rızklara"
kavuşur.
Buna karşılık yeryüzünün kaynaklarını
işletmeye yönelmeyen, insanoğlunun yararına sunulmuş evrensel maddi
imkanları kullanmaya girişmeyen insan, İslâm düşüncesine göre, yüce Allah'a
karşı gelmiş uğrunda yaratıldığı temel göreve sırt çevirmiş sayılır. Çünkü
yüce Allah, insan hakkında bir ayetinde meleklere "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım" buyurmuş (Bakara Suresi, 30) ve başka bir ayetinde de,
insanlara, "Allah, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşeyi sizin yararınıza
sundu" diye, seslenmiştir. (Casiye Suresi, 14) Buna göre maddi kalkınma
çabasına yan çizen insan, yüce Allah'ın kullarına bağışladığı rızkı işe
yaramaz hale getirmiş, böylece dünyasını berbat ettiği için ahiretini de
hüsrana mahkûm etmiş olur.
İslâm sistemi, bu ilkesi ile, dünya ile
ahireti, uyumlu ve koordinasyonlu bir biçimde birleştiriyor. Bu uyum ve
koordinasyon içinde insan, ne ahireti elde etmek için dünyasını ve ne de
dünyasını elde etmek için ahiretini ihmal etmek, bir yana bırakmak zorunda
kalıyor. Neden derseniz; çünkü İslâm sistemine göre İslâm düşüncesine göre,
dünya ile ahiret ne birbirinin karşıtı ve ne de biri diğerinin
alternatifidir.
Gerçi bu ilke, genel anlamda insan soyu ve
yeryüzünde yüce Allah'ın sistemi uyarınca yaşayan insan toplulukları
içindir. Fakat tek tek fertler için de aynı ilke geçerlidir. Çünkü İslâm
sistemine göre fertlerin yolu ile toplumların yolu arasında çelişme, çatışma
ve bağdaşmazlık yoktur. Buna göre bu sistem, her ferde bütün aklî ve bedenî
yeteneklerini çalışma ve üretim uğrunda seferber etmesini emreder. Ona
çalışması ve üretimi sırasında yüce Allah'ın rızasını gözetmesini önerir.
Onu zalimlikten, gaddarlıktan, aldatıcılıktan, hıyanetten, haram yemekten,
yolsuzluktan, sahip olduğu imkanları toplumdaki yoksul kardeşleri ile
paylaşmaya yanaşmama bencilliğinden kaçınmaya çağırır. Onun, çalışarak
kazandığı meşru malı üzerindeki mülkiyet hakkını onayladığı gibi, bu ferdi
mülkiyete ilişkin yüce Allah'ın emirlerinden ve yasalarından kaynaklanan
toplumsal hakları da onaylar. Sistem, bu sınırlar içindeki, şartlar uyarınca
ortaya konan maddi çalışmaları, fert hesabına ibadet olarak kaydeder. Bu
çalışmaları, dünyada müreffeh bir hayat düzeyi ile, ahirette de cennetle
ödüllendirir. Ayrıca ferdi, Allah'ına daha sıkı şekilde bağlamak üzere ona
bir takım belirli ibadet görevleri yükler. Bu ibadet görevleri, periyodik
aralıklarla tekrarlandıkça onunla Allah'ı arasındaki bağı daha güçlü ve daha
dayanıklı hale getirirler. Yani, her gün beş kere namaz kılarak, yılda bir
ay oruç tutarak, ömründe bir kere hacca giderek ve her yıl sonunda malının
zekatını vererek, yüce Allah ile arasındaki bağı sürekli biçimde yenilenen
bir çaba ile kuvvetlendirme imkanına kavuşur.
İşte İslâm sisteminde bu farz ibadetlerin
değeri bu noktadan kaynaklanır. Bu ibadetler kulun, yüce Allah ile
arasındaki taahhüdü yenileme ve tazeleme girişimleridirler; yüce Allah'ın
hayata ilişkin kapsamlı sistemine karşı, kulun bağlılığını pekiştirirler.
Bunlar, hayatın bütün kesimlerini düzenleyen; maddi çalışmayı, üretimi,
servet bölüşümünü, insanlar arası ilişkileri ve halifeliğe ilişkin
görevlerini disipline bağlayan bu sistemin yükümlülüklerini yerine getirme
azmini bileyen Allah'a yaklaştırıcı faaliyetlerdir. Ayrıca bu ibadetler,
yüce Allah'ın yardımı ve desteği sayesinde, bu kapsamlı ve eksiksiz sistemi
hayata yansıtmanın gerektirdiği fedakarlıklara katlanma bilincini
geliştirirler. İnsanların, yolları üzerine dikilen ihtiraslarını, inatlarım,
sapık eğilimlerini ve keyfî arzularını bertaraf ederler.
Bu farz ibadetler maddi çalışma, üretim,
servet bölüşümü, insanlar arasında hüküm verme, yargılama, yüce Allah'ın
sistemini yeryüzünde yerleştirme ve bu sistemin insan hayatındaki
egemenliğini pekiştirme amacı ile girişilecek cihad gibi faaliyetlerden
kopuk görevler değildirler. Tersine iman, takva ve farz ibadetler, bu
sistemin ilk yarısını oluşturur ve bu ilk yarı; sistemin öbür yarısının
gereğinin yerine getirilmesini sağlayan bir itici güç oluşturur. Böylece,
yüce Allah'ın, yukarda okuduğumuz iki ayette insanlara vaadettiği gibi iman,
takva ve ilahî sistemin pratik hayata yansıtılması, maddi refaha ve rızık
bolluğuna ulaştıran bir yol oluşturur.
İslâm düşüncesi ve bu düşüncenin ürünü olan
İslâm sistemi ne ahireti, dünya hayatının ve ne de dünyayı, ahiret hayatının
alternatifi olarak sunmaz. Bunun yerine dünyayı da ahireti de, aynı yoldan
gidilerek ulaşılacak ve aynı çaba ile kazanılacak hedefler olarak sunar.
Fakat insan hayatında dünya ile ahiretin birleşebilmesi için insanın mutlaka
yüce Allah'ın hayat metoduna uyması gerekir. Bunun yanısıra insan hayatına
ilahî sistemden kaynaklanmayan herhangi bir yabancı unsur karıştırmamalı ya
da ilahî sistemle bağdaşmayan her bir şahsî düşünce kırıntısının bu hayatın
ahengini bozmasına meydan verilmemelidir. Çünkü dünya ile ahiret arasında
ancak, bu sistem sayesinde uyumlu bir bütünlük kurulabilir.
İslâm düşüncesi ve bu düşüncenin ürünü olan
İslâm sistemi imanı, ibadeti, iyi ahlâklılığı ve takvayı maddi çalışmanın,
emeğin, üretimin, kalkınmanın ve pratik hayat düzeyini geliştirmenin
alternatifi olarak sunmaz. Bu sistem, günümüzün bazı sığ akıllarının
sandıkları gibi, insanlara sadece ahiret cenneti vaad ederek bu cennete
nasıl varılacağını belirlemekle yetinen ve bunun yanısıra, dünya cennetine
nasıl varılacağı konusunda hiçbir şey söylemeyerek bu cennete götürecek yolu
benimseme işini insanlara bırakan bir sistem değildir. Tersine, İslâm
düşüncesine ve bu düşünceden kaynaklanan İslâm sistemine göre maddi çalışma,
emek, üretim, kalkınma ve pratik hayat düzeyini geliştirme faaliyeti,
yeryüzü halifeliğinin kaçınılmaz gereğini oluşturur. Bunun yanısıra iman,
ibadet, iyi ahlâklılık ve takva, söz konusu ilâhi sistemi pratik insan
hayatına yansıtmanın beslenme kanallarını, zorunlu kurallarını, itici gücünü
ve hızlandırıcı enerjisini oluştururlar.
Bu iki nitelik gruplarının her ikisi, hem
yeryüzü cennetini ve hem de ahiret cennetini birlikte kazandırırlar. Her iki
cennete giden yol aynı yoldur. Günümüzde yeryüzüne egemen olan tüm cahiliye
sistemlerinde görüldüğü gibi, din ile pratik maddi hayat arasında bir
kopukluk bir bağdaşmazlık yoktur. Bu kopukluk günümüz dünyasına egemen olan
cahiliye sistemlerinde vardır. Bu sistemlerin çoğu kafalara yerleştirdiği
asılsız saplantıya göre insanlar, ya dünyayı ya da ahireti seçmelidirler, bu
ikisini ne düşüncede ve ne de pratik hayatta biraraya getirmek mümkün
değildir. Çünkü bunlar, birbirleri ile bağdaşamazlar!
Evet cahiliye toplumlarında ve cahiliye
zihniyetlerinde insanların hayatında dünya yolu ve ahiret yolu arasında,
dünya işi ile ahiret işi arasında, insan ruhunu besleyen ibadet ile maddi
buluşlar arasında, dünya hayatına ilişkin başarı ile ahiret hayatına ilişkin
başarı arasında çelişki ve kopukluk görülür. Fakat bu uğursuz bedel,
insanlığa yüklenmiş kaçınılmaz bir kader hükmünün gereği değildir. Bu
uğursuz ve ağır ceremeyi, yüce Allah'ın sistemine sırt çevirerek, temelde ve
amaçta bu sisteme zıt başka uydurma sistemler benimsemekle insanlık, kendi
kendine yüklenmiştir. .
İnsanlar bu ağır ceremeyi, dünya hayatında
kanlarından ve sinirlerinden ödüyorlar. Tabii ki, asıl ceremeyi daha ağır ve
daha bel bükücü biçimde ahirette ödemek zorunda kalacaklardır.
İnsanlar maddi çalışmanın, üretimin, bilimin,
deneysel işlemler yapmanın, gerek fert ve gerekse toplum olarak hayat
mücadelesinde başarılı olmanın tek yolu budur, saplantısına kapılarak dini
tümü ile bir yana bıraktıklarında kalpleri, iman güveninden, iman
huzurundan, iman besininden ve iman doyumundan yana bomboş kalır. Bu
boşluğun sonucu olarak, sözünü ettiğimiz uğursuz kopukluğun faturasını,
ceremesini endişe, şaşkınlık, bunalım, gönül bedbahtlığı ve duygu
kargaşalığı olarak ödüyorlar. Bu durumda insanlar, kendi fıtratları ile
boğuşuyorlar, kalplerinin inanç sistemine karşı duyduğu fıtrî açlıkla
boğuşuyorlar, insan kalbi bu boşluğa, bu yoksunluğa katlanamaz. Öte yandan
bu öyle bir açlıktır ki, onu hiçbir sosyal akım, hiçbir felsefî doktrin,
hiçbir bilimsel teori asla gideremez. Çünkü bu açlık, ilahını arayan
insanoğlunun içgüdüsel açlığıdır.
Bir yandan insanlar, bir yandan sosyal
düzeni, kurumları, düşünceleri, maddi kazanç yöntemleri, başarılı olma
metodları tümü ile yüce Allah'ın sistemi ile çatışan günümüz toplumlarının
hayat anlayışına göre yaşamayı benimserken öte yandan, Allah inancını
gönüllerin bir köşesinde korumaya çalışınca da bu yüklü faturayı, bu ağır
ceremeyi yine endişe, bunalım, şaşkınlık, gönül mutsuzluğu ve duygusal
anarşi olarak ödemek zorunda kalıyorlar. Çünkü içinde yaşadıkları bu uğursuz
toplumlarda dini inanç, dine dayalı ahlâk ve dine bağlı davranış sistemi ile
egemen kurumlar, yasalar, değer yargıları ve ahlâkî normlar karşılıklı bir
çatışma halindedirler.
Gerek yüce Allah'ın varlığını kökünden inkâr
eden ateist-komünist ideolojilerin gölgesi altında ve gerekse dine pratik
hayatın düzeninden kopuk basit bir inanç olarak yer tanıyan, diğer maddi
ideolojilerin gölgesi altında yaşayan insanlar dinin Allah'a ve hayatın
insanlara ait olduğunu, dinin; inanç, duygu, ibadet ve ahlâk, buna karşılık
hayatın; düzen, yasal mevzuat, üretim ve çalışma olduğunu düşünen zavallı
insanlar, tümü ile bu mutsuzluğun ızdırabını yaşıyorlar.
İnsanlık bu ağır faturayı; bu mutsuzluk, bu
bunalım, bu şaşkınlık, bu ruh boşluğu faturasını ödemek zorunda kalıyor.
Çünkü dünya ile ahireti birbirinden ayırmayıp her ikisini bir kabul eden,
dünya refahı ile ahiret mutluluğu arasına çatışma koymayıp, bunların her
ikisi arasında uyum kuran ilahî sistemi benimseyip uygulamaya koymaya
girişmiyorlar.
Allah'a inanmadıkları, kalplerinde Allah
korkusu taşımadıkları ve hayatlarına yüce Allah'ın sistemini egemen
kılmadıkları halde bolluk içinde yüzen, bol maddi üretim gerçekleştiren ve
yüksek bir refah düzeyine erişen milletleri görünce, geçici bir zaman
dilimine özgü bu yalancı görüntülere aldanmamalıyız.
Bu geçici bir refah dönemidir. Ancak değişmez
ilahî yasalar etkilerini gösterinceye kadar varlığını sürdürebilir. Maddi
üretim ve gelişme ile ilahî sistem arasındaki kopukluk eninde-sonunda, tüm
sonuçlarını ortaya koyacaktır. Bu sonuçların bazıları, değişik biçimlerde,
daha şimdiden ortaya çıkmıştır bile.
Bu sonuçlar bu toplumlarda, dengesiz gelir
dağılımı biçiminde ortaya çıkıyor. Bu durum, bu toplumları mutsuzluklara ve
kinlere boğuyor. Toplumun iliklerine işleyen bu kinler sarsıcı devrim
beklentilerine ve kaygılarına yol açıyor. Bu durum, yüksek refah düzeyine
rağmen gündeme getirilmiş bir sosyal beladır.
Yine bu sonuçlar, belirli bir oranda gelir
dağılımı dengesi kurmak isteyen bazı toplumlarda baskı, terör ve yıldırma
biçiminde ortaya çıkıyor. Çünkü bu toplumlarda egemen olan siyasi
iktidarlar, milli gelirin nisbeten dengeli bölüşümünü sağlayabilmek için
zorlamacı, ezici, yıldırıcı ve sindirici yöntemlere başvuruyorlar. Bu da
insanları can güvenliğinden, huzurdan ve hatta gece olunca korkusuzca yatağa
girip rahat bir uyku uyuma garantisinden bile yoksun bırakan bir sosyal
belâdır.
Öte yandan bu sonuçlar psikolojik ve ahlâkî
çöküntüler biçiminde ortaya çıkıyor. Bu çöküntüler er ya da geç, maddi
hayatın da yıkımına yol açacaklardır. Çünkü çalışmak, üretmek ve servet
bölüşümü; bunların hepsi ahlâkî bir yaptırımın teminatına muhtaçtır. Tek
başına yeryüzü kaynaklı yasalar çalışma düzeninin güvenliğini sağlamakta
kesinlikle yetersizdir. Günümüz dünyasının her tarafında bu gerçeği açıkça
görüyoruz.
Yine bu sonuçlar sinirsel gerginlikler,
stresler ve şimdiye kadar adları duyulmamış değişik hastalıklar biçiminde
ortaya çıkıyorlar. Bu hastalıklar ve gerginlikler, başta en kalkınmış
toplumları olmak üzere günümüzün bütün milletlerini kasıp kavuruyorlar; önce
insandaki zekâyı ve dayanma gücünü zayıflatıyorlar, arkasından da çalışma ve
üretme düzeyini düşürüyorlar. Bu gidişin sonunda ekonomik bunalımın ve refah
düzeyi düşüklüğünün gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu belirtiler günümüz
toplumlarında her gözlemcinin dikkatini çekecek oranda net ve belirgindir.
Yine bu sonuçlar, günümüzün bunalımlı
dünyasında her an beklenen top yekün yok oluş kaygısında ortaya çıkıyor.
İnsanlık tümü ile soyunu yeryüzünden tamamen silebilecek bir dünya savaşı
çılgınlığının tehlike çemberi içinde yaşıyor. Bu kavganın sonucunda,
sinirleri yay gibi gerilen insanlar; olur-olmaz her şeyden korkuya kapılır,
paniğe tutulur hale gelmiştir. Bu panik çeşitli sinir hastalıklarına zemin
hazırlıyor. Öyle ki, günümüzün ekonomide kalkınmış ülkelerinde kalp
sektesinden, beyin kanamasından ya da intihar ederek ölenlerin oranı şimdiye
kadar hiçbir dönemde ve hiçbir toplumda rastlanmamış derecede yüksektir. Öte
yandan bu uğursuz sonuçlar bir bütün olarak, bazı milletlerde görülen
dağılma, soy kuruması ve günden güne sayıca azalma eğiliminde, daha belirgin
bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu eğilimin en çarpıcı örneğini Fransız milleti
oluşturuyor. Fakat Fransa, bu alanda diğer milletlerin akıbetini önceden
gösteren somut bir örnektir sadece. Bu tehlikeli gidiş maddi faaliyetler ile
ilahî sistemi, dünya ile ahireti, din ile pratik hayatı birbirinden ayırma
cürmünün ya da ahirete ilişkin sistemi ilahî kaynağa, dünyaya ilişkin
sistemi insanların keyfi arzularına dayandırarak ilahî sistem ile insanların
hayatı arasında uğursuz bir uçurum açan sapıklığın doğal bir cezasıdır.
Yukardaki ayette dile gelen büyük gerçeğe
ilişkin bu açıklamamızı noktalamadan önce ilahî sistemde iman, takva ve bu
sistemi pratik hayata yansıtma işlemi ile maddi çalışma, üretim ve yeryüzü
halifeliği görevini yerine getirme arasındaki umumun önemini bir kere daha
vurgulamak istiyoruz. Bu uyum yüce Allah'ın gerek Kitap Ehli'ne ve gerekse
bütün diğer toplumlara koştuğu bir şarttır. İnsanlar ancak bu temel şartı
yerine getirmekle dünyada, "Başları üzerinden ve ayakları altından
kaynaklanan nimetler" yeme imkânına kavuşabilirler, ancak bu temel şartın
gereğine uymakla ahirette, "Günahlarından arındırılarak bol nimetli
cennetlere girme" bahtiyarlığına erebilirler; ancak bu şartın gereğine sıkı
sıkıya bağlı kalmak suretiyle bolluk, yeterlik, barış ve güven içeren dünya
cenneti ile insana sayısız nimetler ve Allah rızası kazandıran ahiret
cennetine birlikte kavuşabilirler.
Fakat bu gerçeği vurgularken asla akıldan
çıkarılmaması gerektiğini istediğimiz şu temel kuralı, şu ana prensibi de
bir kere daha hatırlatmayı yerinde görüyoruz: İnsanın ana görevi ve hayatın
temel ekseni iman, takva ve ilahi sistemi pratik hayata yansıtma işlevidir.
Bu işlev maddi çalışmayı, üretimi, kalkınmayı ve hayatı geliştirme sürecini
de beraberinde taşır. Üstelik kulun yüce Allah ile sıkı ilişki içinde
olması, hayatın bütün değerlerine değer katan, bütün kriterlere anlam
kazandıran ve bütün hazların çeşnilerini değiştiren bambaşka bir haz, eşsiz
bir tad içerir. Bu ilke İslâm düşüncesinin ve İslâm sisteminin en temelli
prensibini oluşturur. Arkasından diğer her şey, bu temelli ilkeye bağlı
olarak, ondan kaynaklanarak ve onun doğal uzantısı olarak çorap sökülüşü
gibi ortaya çıkar. Böylece hem dünyaya ve hem de ahirete ilişkin herşey uyum
ve koordinasyon içinde yerine oturur.
Şunu hatırlatmalıyız ki, iman, Allah korkusu,
ibadet, yüce Allah ile ilişki halinde olmak ve yüce Allah'ın şeriatını
hayata egemen kılmak gibi nitelik ve faaliyetlerin meyvaları insanlar
içindir, insanların hayatlarına yansıyacaktır. Yoksa yüce Allah tüm
varlıklara karşı ihtiyaçsızdır, onların hiç birine ihtiyacı yoktur. Buna
göre eğer İslâm sistemi, bu temel nitelikler ve faaliyetler üzerinde ısrarla
duruyor, onları diğer bütün eylem ve faaliyetin ekseni sayıyorsa, bu ana
eksene bağlanmayan her tür eylem ve faaliyeti reddediyorsa; onu kabul
edilmeyecek bir batıl, yaşamaya hakkı olmayan bir siliklik ve havaya giden
sonuçsuz bir çaba olarak kabul ediyorsa bu demek değildir ki, kulların
ibadetlerinden, takvalarından, imanlarından ya da ilahî sistemi yeryüzünde
egemen kılma girişimlerinden yüce Allah'a bir pay gidiyor. Asla. Yüce Allah,
kulların iyilikleri ve kurtuluşa ermeleri bu yolda olduğu için, onları bu
niteliklere ve faaliyetlere sarılmaya çağırıyor.
Nitekim Hz. Ebu Hureyre'nin Peygamberimize
(salât ve selâm üzerine olsun) dayanarak naklettiği bir kutsi hadise göre
yüce Allah kullarına şöyle buyuruyor:
"Ey kullarım! Ben zulmü kendime nasıl haram
kıldım ise onu sizin aranızda da haram kıldım. Sakın birbirinize
zulmetmeyiniz.
Ey kullarım! Hepiniz sapıksınız, sadece benim
doğru yola ilettiklerim müstesna. Buna göre benden dileyiniz ki, sizi doğru
yola ileteyim. Ey kullarım! Hepiniz açsınız, sadece benim doyurduklarım
müstesna. O halde dileyiniz ki, sizi doyurayım. Ey kullarım! Hepiniz
çıplaksınız, sadece benim giyindirdiklerim müstesna. O halde dileyiniz de
sizi giyindireyim.
Ey kullarım! Siz gece-gündüz günah
işlersiniz, ben ise tüm günahları affederim. O halde dileyiniz de
günahlarınızı affediyim. Ey kullarım! Sizin gücünüz yetmez ki, bana zarar
dokundurasınız, yine gücünüz yetmez ki, bana fayda sağlayasınız.
Ey kullarım! Eğer sizin ilkinizin ve
sonuncunuzun, insanınız ve cinninizin tüm kalpleri, aranızdaki en iyi kulun
kalbi kadar takvalı olsa bu benim şanıma birşey katmaz. Ey kullarım! Eğer
sizin ilkinizin ve sonuncunuzun, insanınızın ve cinninizin tüm kalpleri
aranızdaki en günahkar insanın kalbi kadar bozuk olsa bu durum da benim
şanımdan bir şey eksiltmez. Ey kullarım! Eğer sizin ilkiniz ve sonuncunuz,
insanınız ve cinniniz bir meydanda toplanarak bana dileklerinizi sunsanız
da, ben her birinizin dileğini tek tek karşılasam hazinemden hiçbir şey
eksiltmez. Bu durum benim hazinem için, denize daldırılan bir iğnenin
boşaltabileceği deniz suyu gibi bir şeydir.
Ey kullarım! Bunlar tek tek hesabınıza yazıp
sonra eksiksiz karşılıklarını biçtiğim kendi amellerinizdir. Bana göre kim
iyilik bulursa Allah'a hamd etsin. Kim de bunun dışında bir karşılık bulursa
sadece kendini kınasın." (Sahih-i Müslim)
İşte iman, takva, ibadet, yüce Allah'ın
sistemini hayata egemen kılmak ve şeriata göre hüküm vermek gibi temel
görevlerimizi bu bakış açısının ışığı altında kavramalı, değerlendirmeliyiz.
Bu temel görevlerin sonuçları gerek dünyada gerekse ahirette bizim, yani tüm
insanlığın hesabına geçiyor ve bunlar insanlığın hem dünyaya hem de ahirete
ilişkin iyiliğinin vazgeçilmez gerekleri oldukları için bize
emredilmişlerdir.
Öyle umuyorum ki, bu ayette yüce Allah'ın
Kitap Ehli'ne koştuğu şartın sadece Kitap Ehli'ne özgü olmadığını söylemeye
bile gerek yoktur. Okuduğumuz ayette yüce Allah'ın Kitap Ehli'ne koştuğu
şart şu maddeleri içeriyor: Allah'a inanmak, O'nun yasaklarından sakınmak,
yüce Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu Tevrat'ta, İncil'de, doğal olarak
son Peygamberlik misyonu öncesinde kendilerine ulaşan kutsal mesajlarda
somutlaşan ilahî sistemi hayata yansıtmak.
Buna göre bu şart, kendilerine Kur'an
indirilenler için haydi haydi geçerlidir. Bu şart müslüman olduklarını
söyleyenler için öncelikle geçerlidir. Çünkü oların dini gerek kendilerine
indirilen Kur'an'a ve gerekse daha önceki peygamberlere indirilmiş tüm
'kutsal kitaplara inanmayı, gerek kendilerine indirilen Kur'an'ı ve gerekse
daha önceki şeriatlardan kalan ve yüce Allah tarafından kendi şeriatlerinin
kapsamına alınarak yürürlükte tutulan eski hükümleri uygulamayı açık bir
dille emrediyor. Onlar öyle bir dinin bağlılarıdırlar ki, yüce Allah ondan
başkasını din kabul etmiyor. Daha önceki bütün dinler ona düğümlenmiştir.
Yüce Allah'ın kabul edebileceği başka bir din yok artık ortada.
Buna göre yüce Allah'ın yukardaki şartı ve
taahhüdü, bu son dinin bağlıları için öncelikle geçerlidir. Başka bir
deyimle bu dinin bağlıları yüce Allah'ın tek hoşlandığı din olan dinlerine
herkesten coşkun bir sevgi ile sarılmalı ve bunun sonucu olarak yüce
Allah'ın ahirete ilişkin, "günahlardan arındırarak cennete yerleştirme" ve
dünyaya ilişkin, "başları üzerinden ve ayakları altından nimetleri yeme"
vaadlerinden yararlanmayı öncelikle hakketmektedirler.
Evet, bu dinin bağlıları, günümüzde İslâm
aleminin -ya da daha doğru bir deyimle, bir zamanlar müslümanların yaşadığı
ülkelerin- her köşesinde egemen olan açlığın, hastalıkların, korkunun,
güvensizliğin ve perişanlığın yerine, yüce Allah'ın bu vaadinden öncelikle
yararlanan kimseler olmalıdırlar. Yüce Allah'ın şartı ve vaadi her zaman
olduğu gibi şimdi de geçerlidir ve bu şarta, bu vaade giden yol bellidir.
Ama eğer müslümanlar akıllarını başlarına toplayabilseler! ..
Önümüzdeki derste yine Kitap Ehli'nin, yani
yahudiler ile hristiyanların tutumu ele alınıyor; onların inançlarının
sapıklıkları vurgulanıyor; özellikle yahudilerin tarihleri boyunca ortaya
koydukları çirkin davranışlar sergileniyor; arkasından Kitap Ehli ile
Peygamberimiz ve müslüman toplum arasındaki ilişkilerin bir yönüne ışık
tutuluyor; bu arada Peygamberimiz ile müslümanların onlara karşı nasıl
davranmaları gerektiği anlatılıyor. Bunların yanısıra sapık inançlara ve bu
sapık inançların taraftarlarına karşı müslüman toplumun nasıl bir hareket
stratejisi izleyeceği, İslâm düşüncesinin ilkeleri uyarınca nasıl bir tavır
takınacağı sorularına cevap veriliyor.
Yüce Allah, okuyacağımız dersin ayetlerinde
Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) seslenerek; O'nu, kendisine
indirilen kutsal mesajı, hiçbir noktasını atlamadan tümü ile ve olduğu gibi
insanlara duyurmakla yükümlü tutuyor. Bu duyuru görevini yaparken
karşılaştığı şartların özelliklerine aldırış etmemesini, "insanların keyfi
arzularına ya da toplumun pratiğine ters düşerim" endişesi ile duyurma
görevini ertelememesini, yoksa duyurma görevini yerine getirmemiş
sayılacağını tembihliyor.
Bu duyuru görevinin bir parçası olarak
Peygamberimizin Kitap Ehli'nin yüzlerine karşı şunları açık açık söylemesi
isteniyor: "Sizler Tevrat'ı, İncil'i ve yüce Allah'tan gelen mesajları
hayatlarınızda uygulamadığınız sürece birer hiçsiniz, anılmaya değer bir
varlığınız yoktur." Evet, bu gerçek onların yüzlerine karşı böylesine kesin
ve net bir dille, dobra dobra haykırılacaktır.
Ayrıca Peygamberimiz şu gerçekleri de ilân
etmeye çağrılıyor: yahudiler, yüce Allah'a verdikleri sözlerden döndükleri
ve peygamberlerini sebepsiz yere öldürdükleri için kafir olmuşlardır. Bunun
yanısıra hristiyanlar da "Allah, Meryemoğlu Mesih'tir" ve "Allah, üçün
üçüncüsüdür." dedikleri için aynı şekilde kâfir olmuşlardır. Ayrıca Hz.
İsa'nın, yahudileri müşrikliğin kötü akıbeti konusunda uyardığı, yüce
Allah'ın, müşriklere cenneti haram kıldığı, isyankarlıkları ve taşkınlıkları
yüzünden yahudilerin Hz. Davud'un ve Hz. İsa'nın dillerinden lânetlendikleri
ilan ediliyor.
Dersin sonunda Kitap Ehli'nin, müslümanlara
karşı müşriklerle (putperestlerle) işbirliği yaptıkları belirtiliyor ve bu
tutumun onların yüce Allah'a ve Peygamberimize inanmadıklarından
kaynaklandığı açıklanıyor, bunların Peygamberimizin getirdiği ilahî mesaja
çağrılı olduklarını ve eğer bu çağrıya olumlu karşılık vermedikleri takdirde
mümin sayılamayacakları ilan ediliyor.
İSLÂM'A İNANMANIN GEREĞİ
Bu kısa özetlemenin arkasından şimdi bu
dersin ayetlerinin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz. Okuyalım:
67- Ey Peygamber, Rabbin
tarafından sana indirilen mesajı duyur. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçisi
olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah
kafirleri doğru yola iletmez.
68- De ki; "Ey Kitap Ehli,
sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur'an'a
gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiçbir temele dayanmış değilsiniz. "
Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve
kâfirliğini arttıracaktır. O halde kâfirler için üzülme.
69- Yahudilerden sabiilerden
(yıldızlara tapanlardan) ve hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe
inanarak iyi ameller işleyenler için korku söz konusu değildir, onlar hiç
üzülmeyeceklerdir.
Burada Peygamberimize kesin ve kararlı bir
emir verildiğini görüyoruz. Ondan Rabbinin kendisine indirdiği mesajı olduğu
gibi duyurması, bu sırada doğru sözü haykırırken hiçbir yan endişenin
hesabını yapmaması isteniyor. Mesele bu kadar yalın ve kesin. Yoksa
Peygamber duyurma görevini gerektiği gibi yapmamış, iyilik yükümlülüğünün
gereğini yerine getirmemiş olur. O'nu insanlardan koruyacak olan, insanlara
karşı sakındıracak olan bizzat yüce Allah'tır. Koruyucusu Allah olana,
zavallı insanlar ne yapabilirler ki?
İnanca ilişkin doğru söz kekelenerek
söylenmemeli, evelenip gevelenmemelidir. Tersine açık açık, dobra dobra
söylenip duyurulmalıdır. Bu sözün karşıtları varsınlar, ne isterlerse
söylesinler. Bu sözün düşmanları varsınlar, ne dilerlerse yapsınlar. İnanca
ilişkin doğru söz, insanların keyiflerini pohpohlamayı, insanların
arzularını, hatırlarını gözetmeyi amaçlamaz. Onun tek gözettiği şey,
haykırılmak ve böylece tüm gücü ile kalplere işleyerek oralarda etkili
olmaktır.
İnanca ilişkin doğru söz haykırılınca,
hidayete yatkın kalplerin en ücra köşelerine kadar işler. Fakat eğer
kekelenerek, kem-küm edilerek söylenirse iman etme yeteneği taşımayan katı
kalpleri yumuşatamaz. Oysa kimi zaman hak davetçisi, gerçeği yumuşatarak, ya
da allandırıp pullandırarak bu katı kalplerden olumlu karşılık alabileceğini
umar. Okuyoruz:
"Allah, kâfirleri doğru yola iletmez."
O halde doğru söz kesin, kestirip atıcı,
kapsamlı ve eksiksiz söylenmelidir. Hidayet ve sapıklık, kalplerin bu doğru
söze açık olup olmamasına, bu sözü içlerine sindirmeye yetenekli olup
olmamalarına bağlıdır; yoksa hak sözün zararına ya da hak söz konusunda
yapılacak olan yumuşatmalara, yağcılıklara bağlı değildir.
İnanca ilişkin gerçeği kesin ve dobra dobra
haykırmak, sertlik ve kabalık anlamına gelmez. Bilindiği gibi
Peygamberimize, insanları Rabbinin yoluna çağırırken düşündürücü, etkileyici
ve tatlı öğüt verici bir dil kullanması emrediliyor. Kur'an-ı Kerim'in
farklı direktifleri arasında çelişki olmaz. Gerçeği açık ve kesin bir dille
haykırmak ile, etkileyici ve tatlı öğüt verici bir üslup kullanmak,
birbirleri ile bağdaşmaz şeyler değildir. Çünkü duyurma ve tanıtmanın yolu
ve yöntemi ile içeriği ve konusu ayrı ayrı şeylerdir. Amaç inanca ilişkin
gerçeği söylerken yağcılığa sapmamak, gerçeğin ortalarında buluşmaya razı
olan bir uzlaşmacılığa yeltenmemektir. Çünkü inanca ilişkin gerçekler
ortalamacı çözümlere elverişli değildirler.
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun)
çağrı ve duyurma çalışmalarının ilk günlerinden itibaren, her zaman
etkileyici ve öğüt verici bir dil kullanmayı prensip edinmişti. Bununla
birlikte inanç konusunda açık ve net konuşmayı da hiç ihmal etmemişti.
Nitekim kendisine karşısındakilere, "Ey kâfirler, ben sizin taptığınız
ilahlara tapmam" demesi emredilmişti (Kadirun Suresi, 1) Böylelikle
kafirlere gerçek sıfatları ile seslenme netliğini gösteriyor, inancını
açık-seçik bir dille ortaya koyuyor, kendisine önerilen uzlaşmacı çözümü
peşinen reddediyor, karşısındakilerin istediği gibi bir yağcılığa girişip
onların yağcı reaksiyonlarına muhatap olmaya tenezzül etmemiş oluyordu.
Onlara, "Eğer yolunuzda, inanç sisteminizde bir takım ufak-tefek
değişiklikler yaparsanız aramızda mesele kalmaz" demiyordu. Tersine onlara
yollarının katışıksız bir eğri yol olduğunu, kendisinin ise tam doğru yolu
temsil ettiğini söylüyordu. Başka bir deyimle gerçeği yüksek perdeden,
olduğu gibi ve kesinkes haykırıyor, fakat konuşurken kaba, kırıcı bir dil
kullanmaktan özenle kaçınıyordu.
İşte bu sûrede dile gelen ilahî sesleniş ve
ilahî emir. Okuyalım: '
"Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana
indirilen mesajı duyur. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçisi olma görevini
yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri
doğru yola iletmez."
Bu seslenişin öncesi ve sonrası açıkça
gösteriyor ki, amaç, Kitap Ehli'ne inanç sistemlerinin gerçek mahiyetini, bu
inanç sistemleri sebebi ile hak etmiş oldukları sıfatın ne olduğunu açıkça
duyurmaktır, din, inanç sistemi ve iman bakımından boşluğa yuvarlanmış birer
hiç olduklarını yüzlerine vurmaktır. Çünkü onlar, "Tevrat'ı, İncil'i ve
Rabbleri tarafından indirilmiş olan Kur'an'ı benimseyip pratik hayatlarına
yansıtmıyorlar. Bundan dolayı Kitap Ehli oldukları, belirli bir inanç
sistemine, belirli bir dine sahip oldukları biçimindeki iddiaları, realite
ile çelişen kuru bir davadan ibarettir. Okuyoruz:
"De ki; `Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat'a,
İncil'e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça
boşluktasınız, hiç bir temele dayanmış değilsiniz."
Burada Peygamberimiz, Kitap Ehli'nin din,
iman, inanç sistemi bakımından boşlukta olduklarını, hiçbir güvenilir temele
dayanmadıklarını yüzlerine vurmakla yükümlü tutuluyor. Oysa Peygamberimize
bu kesin ve yüzcülükten uzak direktif verilirken, bu adamlar kendi kutsal
kitaplarını okuyorlar, kendilerine yahudilik ve hristiyanlık yaftalarını
yakıştırarak aslında "mümin" kimseler olduklarını söylüyorlardı. Fakat
Peygamberimizin yüzlerine vurmakla yükümlü tutulduğu ilahî tebliğ, onların
kendilerine yakıştırdıkları bu sıfatların hiçbirini onaylamaya yanaşmıyordu.
Çünkü "din" dille söylenen birtakım kuru
sözler, okunan ve törenlere çeşni katan kitaplar, miras olarak devralınan ya
da yakıştırma yolu ile sahip çıkılan bir takım sıfatlar ve yaftalar demek
değildir. Din, hayat sistemidir, yaşama biçimidir. Kalplere işlemiş inancı,
ibadetlerde somutlaşmış bir kulluk yaklaşımını ve hayatın tüm yönlerine
yansıyan bir uygulama çabasını içeren bir hayat sistemidir. İşte Kitap Ehli,
dini, bu temel tabana oturtmamış oldukları için, Peygamberimize, herhangi
bir dine dayanmadıklarını, bu yönden tamamen boşlukta olduklarını yüzlerine
karşı haykırması direktifi verilmiştir. Çünkü "Tevrat'a, İncil'e ve yüce
Allah tarafından indirilen diğer mesajlara uymanın başta gelen gereği Kitap
Ehli'nin, Peygamberimiz tarafından getirilen dine girmeleri idi. Sebebine
gelince, bütün peygamberlere inanacaklarına, onları tutup
destekleyeceklerine dair kendilerinden söz alınmıştı. Peygamberimiz ile
müslümanlar hakkında, hem Tevrat'ta hem de İncil'de onlara tanıtıcı bilgiler
verilmişti. Bu gerçeği bize, en doğru sözlerin söyleyicisi olan yüce Allah
haber veriyor.
Buna göre Kitap Ehli "Tevrat'a, İncil'e ve
Rabbleri tarafından indirilmiş olan diğer mesajlara gereği gibi uymamış"
oluyorlardı. Acaba buradaki, "Rabbleri tarafından kendilerine indirilmiş
diğer mesajlar" ifadesinden maksat nedir? Bu ifade ile ister bazı tefsir
bilginlerinin dedikleri gibi, Kur'an-ı Kerim kasdedilmiş olsun, isterse
Davud'a indirilen Zebur gibi daha önce gelen diğer kutsal kitaplar
kasdedilmiş olsun fark etmez. Her iki durumda da şu sözümüz geçerlidir.
Onlar, ellerindeki kutsal kitabi onaylayan ve ana amacını bünyesinde içeren
bu yeni dine girmedikçe, "Tevrat'a, İncil'e ve Rabbleri tarafından indirilen
diğer mesajlara gereği gibi uymuş" olmayacaklardır. Onlar, bu son dine
girmedikçe bizzat yüce Allah'ın tanıklığı ile temelsiz, dayanaksız
kalacaklardır. Peygamberimiz burada onlar hakkındaki bu ilahî kararı
yüzlerine vurmakla, gerçek niteliklerini ve konumlarını kendilerine net bir
dille tebliğ etmekle yükümlü tutuluyor. Aksi halde Rabbinin elçisi olma
görevini yerine getirmemiş sayılacaktır. Aman Allah'ım! Ne ağır tehdit!
Hiç kuşkusuz yüce Allah, bu gerçeğin
yüzlerine vurulmasının, bu kesin söze muhatap olmalarının onların
kâfirliklerini, azgınlıklarını, inatlarını ve olumsuz reaksiyonlarını
artıracağını biliyordu. Fakat bu bilgisi peygamberimize, bu gerçeği
yüzlerine vurmasını emretmesine engel oluşturmadı: Ayrıca Peygamberimize, bu
açık bildirim sebebi ile, katmerleşecek olan kâfirlikleri, azgınlıkları,
sapıklıkları, ilahî çağrıya kulak asmamazlıkları yüzünden esefe
kapılmamasını, üzülmemesini telkin ediyor. çünkü yüce Allah'ın hikmeti,
doğru sözü mertçe haykırılmasını ve insanların vicdanlarını etkileme şansına
kavuşturulmasını gerektiriyor. Bundan sonra ise, doğru yola giren bile bile
girsin ve sapıtan da bile bile sapıtsın. Yüce Allah'ın deyimi ile "Mahvolan
bile bile mahvolsun, hayat bulan bile bile hayat bulsun" (Enfal Suresi, 42)
Ayetin devamını okuyalım:
"Allah tarafından sana indirilen ayetler,
onların çoğunun kâfirliğini ve azgınlığını arttıracaktır. Fakat sen kâfirler
için üzülme."
Yüce Allah bu direktifi ile İslâm
davetçilerinin uygulayacakları yöntemin ana hatlarını çiziyor, onlara bu
yöntemin içerdiği hikmeti açıklıyor, onlara doğru söz karşısında küplere
binerek, kafirliklerinin ve azgınlıklarının dozunu daha da arttıracak
nasipsizlerin içine düşecekleri çıkmazdan dolayı eseflememeleri teselli
üslubu ile söylüyor. Bu nasipsizler sözü edilen bedbaht akıbete
müstahaktırlar. Çünkü kalpleri doğru söze tahammül edemiyor. Bu kalplerin
derinliklerinde hayrın ve samimiyetin kırıntısı bile yoktur. Buna göre bu
kalpleri doğru sözle yüzyüze getirmek, yüce Allah'ın hikmetinin gereğidir.
Doğru sözle yüzyüze gelsinler de içlerinde saklı duygular açığa çıksın,
derinliklerinde barındırdıkları kâfirliği ve azgınlığı meydana vursunlar da
azgınların ve kafirlerin çarpılacakları cezaya çarpılmayı hakketsinler!
Şimdi yeniden müslümanlar ile Kitap Ehli
arasında dostluk, işbirliği ve yardımlaşma meselesine dönüyoruz. Yalnız
burada bu meseleyi, Peygamberimize yöneltilen yukardaki açık sözlü tebliğ
yükümlülüğünün ve bu kesin tavır yüzünden çoğu Ehli Kitap bağlıları arasında
görülen kâfirlik ve azgınlık tırmanmasının ışığı altında ele alacağız. Acaba
ne görüyoruz?
Gördüğümüz şu. Yüce Allah "Tevrat'a, İncil'e
ve Rabbleri tarafından indirilmiş olan diğer mesajlara gereği gibi
uymadıkça" ve bu uymuşluğun doğal sonucu olarak bu son dine girmedikçe,
yahudiler ile hristiyanların hiçbir temelli inanca sahip sayılamayacaklarını
belirtiyor. Onların yüce Allah tarafından böyle görüldükleri açık ve yalın
bir gerçektir. Nitekim bu gerekçe ile onlar, Kur'an'ın birçok yerlerinde
yüce Allah'a ve Peygamberimize inanmaya çağrılıyorlar. Demek ki onlar,
"Allah'ın dini"nin çerçevesi içinde değildirler. Demek ki onlar, yüce
Allah'ın onayladığı bir "din"in bağlıları sayılamazlar.
Gördüğümüz bir başka realite de şudur: Yüce
Allah, bu gerçeği onların yüzlerine vurulmasının, çoğunu daha koyu bir
kâfirliğe ve azgınlığa sürükleyeceğini biliyor. Buna rağmen Peygamberimize,
bu gerçeği hiç çekinmeden yüzlerine vurmayı emrediyor ve bu yüzden
çoğunluğunda meydana gelecek olan sapıklık artışı karşısında üzüntüye
kapılmamasını tembihliyor.
Şimdi eğer biz, bu konudaki Allah'ın sözünü
son söz olarak kabul edersek, -ki işin doğrusu ve olması gerekeni budur-
yahudiler ile hristiyanları "din"li insanlar olarak kabul etmenin hiçbir
gerekçesi kalmaz. Böyle olunca kimi aldanmışların ve aldatıcıların ileri
sürdükleri gibi "müslüman" dinsiz-ateistlere ve komunistlere karşı mücadele
etmek üzere onlar ile işbirliği yaparken hangi ortak temele dayanacaktır? Bu
adamlar, Tevrat'a, İncil'e ve Allah tarafından indirilen diğer mesajlara
uymadılar ki, müslüman, onları şu ya da bu oranda aslı-temeli olan bir
inancın sahibi saysın. Müslüman, yüce Allah'ın kararından başka bir karar
veremez ki!
"Allah ve Peygamberi bu konuda kesin hüküm
verdikten sonra mümin erkek ve kadınların artık o konuda hiçbir tercih
yetkileri kalmaz." (Ahzab Suresi, 36)
Yüce Allah'ın sözü her zaman geçerlidir.
Konjonktürel şartlar onun hükmünü ortadan kaldırmaz.
Eğer bu konuda yüce Allah'ın söylediği sözü,
son söz olarak kabul edersek -ki işin doğrusu ve yapılması gerekeni budur-
bu gerçeği yahudiler ile hristiyanların yüzlerine vurunca küplere
bineceklerini, bize karşı daha saldırgan kesileceklerini hesap etmeye
kalkışamayız. Bu tehlikeleri önlemek bahanesi ile sevgilerini, sempatilerini
kazanalım diye, "sizin dininiz doğru bir dindir, biz sizin dininizin
doğruluğunu onaylıyoruz. Geliniz, elele verelim de hem sizin dininizi hem de
bizim dinimizi ortak düşmanımız olan Allah tanımazlığa karşı savunalım"
diyemeyiz, böylece onların "asılsız" inançlarını, yüce Allah'ın tek kabul
ettiği din olan, kendi hak dinimiz ile eşdeğer saymaya yeltenemeyiz.
Yüce Allah, bize böyle bir direktif vermiyor,
böyle bir onaylamaya kalkışmamızı kabul etmiyor, böyle bir işbirliğine
girişmemizin günahını bize bağışlamıyor. Hatta böyle bir işbirliğine
kaynaklık eden düşüncemizin suçunu bile affetmiyor. Çünkü o takdirde biz,
yüce Allah'ın kararından başka bir karar vermiş, O'nun tercihine aykırı bir
tercih ortaya koymuş oluruz; bunun sonucunda, sapık bir inanç sistemini
"ilahî" bir din olarak tanıyarak onunla, ilahî din bazında ortak olduğumuzu
söylemiş oluruz. Oysa yüce Allah, yahudiler ile hristiyanların "Tevrat'a,
İncil'e ve Allah tarafından indirilmiş diğer mesajlara uymadıkça" hiçbir
gerçek kırıntısına dayanmış sayılamayacaklarını söylüyor. Yahudiler ile
hristiyanlar ise, Allah'ın bu şartını yerine getirmiyorlar. O'nun bu sözüne
kulak asmıyorlar.
Müslüman olduklarını söyledikleri halde yüce
Allah'ın indirmiş olduğu mesajların gereğine uymayanlar da tıpkı bu yahudi
ve hristiyanlar gibidirler, onlar da inanç bakımından boşluktadırlar,
gerçeklik temelinden yoksundurlar. Yüce Allah'ın yukardaki sözü,
kitaplarının hükümlerini benliklerinde ve hayatlarında uygulamaya koymayan
bütün kutsal kitap taraftarları için geçerlidir. Müslüman olmak isteyen
kimse, yüce Allah'ın kitabını benliğinde ve hayatında uygulamaya koyduktan
sonra bu kitabı uygulama dışı tutanlara karşı, bu kitabın hükümlerine
uymadıkça hiçbir gerçeğe dayanmadıklarını, dindar oldukları şeklindeki
iddialarının bizzat dinin sahibi olan yüce Allah tarafından reddedildiğini
açık açık haykırmakla görevlidir. Bu konuda net bir tavır ortaya koymak
zorunludur. Yüce Allah'ın kitabını benliğinde ve hayatında uygulamaya koyan
"müslüman"ın bundan sonraki görevi ilahî kitabın içeriğine yüz çevirmiş söz
konusu kişileri yeni baştan "İslam"a çağırmaktır. Çünkü insanın, sadece kuru
sözle ya da mirasçılık mantığı ile müslümanlık iddiasında bulunması onu,
müslüman yapmaz, kalbini imanla doldurmaz, yüce Allah'ın dinine bağlılık
sıfatı kazandırmaz. Böyle bir kimse hangi milletten olursa olsun, hangi
zamanda yaşarsa yaşasın fark etmez.
Gerek bu sözde müslümanlar ve gerekse
öbürleri, yani yahudiler ile hristiyanlar, ne zaman yüce Allah'ın kitabını
hayatlarında uygulamaya koyarlarsa işte o zaman, "müslüman" onlarla
işbirliği yapabilir; ancak o zaman onlarla elele vererek, Allah
tanımazlık-ateizm belâsına ve bu insanlık musibetinin taraftarlarına karşı
"din"in ve "dindar"ların savunmasına girişebilir. Ama bu ortak noktada
buluşulmadan önce böylesine bir işbirliği bos bir iştir, aldanmışların ya da
aldatıcıların ileri sürdükleri bir yutturmaca, iki yüzlü bir kandırmacadır!
Yüce Allah'ın dini, ne kuru bir yafta, ne içi
boş bir slogan ve ne de atalardan geçen bir miras değildir. Yüce Allah'ın
dini, vicdanlara yansıyan ve hayat tarzlarında, kalpleri donatan inanç
sisteminde, Allah'a sunulan ibadet amaçlı davranışlarda ve hayata yön veren
sosyal düzende somutlaşan bir realitedir. Yüce Allah'ın dini ancak, bu çok
boyutlu bütünlük içinde varolabilir. İnsanlar bu çok boyutlu bütünlüğü
vicdanlarında ve hayat tarzlarında gerçekleştirmedikçe, yüce Allah'ın dinine
koyulmuş sayılamazlar. Bunun dışındaki her görüş tarzı, inanç sistemini
sulandırmak ve gönül avutmaktır, dürüst bir "müslüman" böyle bir aldatmacaya
asla girişmez.
"Müslüman" bu gerçeği, sesinin olanca
yüksekliği ile haykırmalı, insanlar ile arasındaki uzaklığın ve yakınlığın
derecesini bu esasa göre ayarlamalıdır. Bu mesafe koyma işleminden doğacak
sonuçları düşünmek, onun üzerine vazife değildir. Koruyucu Allah'tır ve
"Allah kâfirleri doğru yola iletmez."
İslâm davetçisi, insanları benimsemeye
çağırdığı gerçeği bütün yönleri ile buyurmadıkça ve yağcılıksız, tavizsiz
bir dille karşısındakilerin inanç sistemlerindeki bozuklukları olduğu gibi
ortaya dökmedikçe, yüce Allah'ın mesajını insanlara duyurmuş ve böylece
insanların Allah karşısında ileri sürebilecekleri gerçeklerden habersizlik
bahanesinin yolunu tıkamış sayılamaz. Eğer davetçi, insanlara zarar
dokundurmaktan gerçekten kaçınmak istiyorsa ve onlara yararlı kalmayı
amaçlıyorsa şu yöntemi adım adım izlemelidir: Karşısındakilerin inanç
açısından boşlukta olduklarını, inandıkları ve hayatlarına yansıttıkları
yargıların kökten asılsız ve eğri olduğunu açık açık söylemelidir. Onları,
bağlı oldukları ve hayatlarında uyguladıkları düşüncelerden tamamen farklı
bir inanç ve düşünce sistemine çağırdığını belirtmelidir. Kendilerini köklü
bir değişime, uzak amaçlı bir dönüşüme, uzun bir yolculuğa; düşüncelerinde,
sosyal kurumlarında, düzenlerinde ve ahlâk sistemlerinde çok boyutlu bir
başkalaşıma çağırdığını peşinen açıklamalıdır. Böylece insanlar davetçilerin
aydınlatıcı açıklamaları sayesinde benimsemeye çağrıldıkları gerçekle
aralarındaki mesafenin boyunu net olarak öğrenmelidir. Ta ki, bu bilginin
ışığında, yüce Allah'ın deyimi ile: "Mahvolan bile bile mahvolsun, hayat
bulan da bile bile hayat bulsun."
Bazı davetçiler kimi zaman lâfı ağızlarında
eveleyip geveleyerek ve kem-küm ederek insanların inandıkları ve pratik
hayatlarında uyguladıkları batıl ile benimsenmesine çağırdıkları hak
arasındaki köklü farklılığı, savundukları gerçek ile karşılarındakilerin
uyduğu eğrinin arasındaki uçurumu belirtmekten kaçınırlar. Söz konusu
davetçiler ya içinde bulundukları özel şartların baskısı ile ya da
insanların hayat tarzlarının, düşüncelerinin ve inançlarının kendilerine
dikte ettiği pratik realiteye ters düşmekten çekindikleri için, bu tavizci
yola başvururlar. Fakat onlar iyi bilmelidirler ki, bu durumda
karşılarındaki insanları aldatmış, kayba uğratmış olurlar. Çünkü onlara,
kendilerinden ne yapmalarını istediklerini olduğu gibi anlatmamışlardır.
Üstelik yüce Allah'ın, kendilerini duyurmakla görevlendirdiği gerçekleri
insanlara duyurmamış olurlar.
İnsanları yüce Allah'a çağırırken
gösterilmesi gereken yumuşaklık davetçinin kullanacağı davet üslubunda
bulunmalıdır, yoksa duyurduğu gerçeğin içeriğini yumuşatması
düşünülmemelidir. Gerçek insanlara olduğu gibi, hiçbir kısıntıya
yeltenilmeksizin, insanlara duyurulmalıdır. Duyurmanın ve tanıtmanın
üslubuna gelince, temelde etkili olmaya ve tatlı öğüt vermeye önem vermesi
gereken bu faaliyet, uygulamaya konduğu çevrenin ve zamanın özel şartlarına
uyarlanarak yürütülür.
Günümüzde bazılarımız, dünyaya bakınca
yahudiler ile hristiyanlar (Kitap Ehli'nin) sayıca kalabalık ve maddi güç
bakımından üstün olduklarını görüyor. Arkasından çeşit çeşit putlara tapan
putperest toplumlara bakıyor, onların da sayıca, yüzlerce milyonlara
vardıklarını ve devletlerarası konularda sözleri dinlenen bir konuma sahip
olduklarını görüyor. Bu arada materyalist ideolojilerin taraftarlarına
bakıyor, onların da kalabalık nüfuslar oluşturduklarını, bunun yanında ölüm
kusan gelişmiş teknolojik silahlara sahip olduklarını görüyor. Bütün
bunlardan sonra müslüman olduklarını söyleyenlere bakınca, dünya siyasetinde
hiçbir ağırlıkları olmadığını görüyor. Çünkü bu kimseler yüce Allah'ın
kendilerine indirmiş olduğu kitabın hükümlerine göre yaşamıyorlar. Bu durum
sözünü ettiğimiz gözlemcilerin ağırına gidiyor. Bu yüzden, şu sapık
insanlığın tümü ile karşısına dikilip yüzlerine karşı kesin gerçeği yüksek
sesle haykırmak kendilerine ağır geliyor. Bütün insanlığa yanlış yolda
olduklarını, boş inançlara tutsak düştüklerini duyurmayı, arkasından
insanlara "hak din"i anlatmayı yararsız görüyorlar.
Oysa doğru yol bu değildir. Cahiliye, tüm
yeryüzünü kaplamış olsa da, yine cahiliyedir. Tüm insanların pratikleri,
yüce Allah'ın dinine dayanmadığı sürece hiçtir, temelsizdir. Davetçinin
görevi aynıdır, bu görevi ne sapıkların kalabalıklığı ve ne de eğrilik
(batıl) yanlılarının şişkin görünümü değiştiremez. Çünkü eğrilik kof bir
sistir. Bu davanın ilk çağrısı, nasıl o günün tüm yeryüzü halkına inanç ve
hayat biçimi bakımından bir hiç olduklarını haykırarak işe başladı ise,
bugün de bu misyon sesinin olanca gürlüğü ile ortalığı çınlatmaya devam
etmelidir. Zaman döndü dolaştı ve yüce Allah'ın Peygamberimizi duyurma
görevi ile gönderdiği, O'na şöyle seslendiği günün benzerine gelip dayandı.
Yüce Allah'ın bu çağrısını bir daha okuyoruz:
"Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana
indirilen mesajı insanlara duyur. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçisi olma
görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah
kâfirleri doğru yola iletmez."
"De ki; `Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat'a,
İncil'e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça
boşluktasınız, hiçbir temele dayanıyor değilsiniz."
Bu ayetlerin devamında yüce Allah'ın
insanlardan kabul edeceği "din"in ne olduğu, son kez vurgulanıyor. Evet,
insanların sıfatları, ünvanları ve Allah'ın sonuncu elçisi olan
Peygamberimizden önce bağlı oldukları inanç sistemleri ne olursa olsun,
acaba yüce Allah onlardan hangi dini kabul ediyor? Tarihin karanlık
dönemlerinden günümüze kadar ortaya çıkmış çeşitli dinlere ve mezheplere
bölünen insanlık, acaba hangi dinin ortak platformunda buluşmalı,
kaynaşmalıdır? Okuyalım:
"Müminlerden, yahudilerden, sabiilerden
(yıldıza tapanlardan) ve hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanarak
iyi ameller işleyenler için korku söz konusu değildir, onlar hiç
üzülmeyeceklerdir."
Buradaki "müminler"den maksat,
müslümanlardır; "yahudiler"den ise İsrailoğulları. "Sabiiler" ise çoğu
tefsir bilginlerinin ileri sürdüklerine göre, Peygamberimizin peygamber
olarak görevlendirilişinden önce, putperestliği bırakarak belirli bir dine
ya da mezhebe bağlanmaksızın tek ilaha kulluk etmeye yönelen bir insan
topluluğudur. Aralarında çok az sayıda Arap da vardır. "Hristiyanlar"dan
maksat da bilindiği gibi Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun) taraftarlarıdır.
Okuduğumuz ayet şu ilkeyi ortaya koyuyor: Kim
Allah'a, ahiret gününe inanır ve iyi ameller işlerse, kurtuluşa ermiştir.
Yalnız bu ayetten dolaylı olarak bir diğer bazı ayetlerden doğrudan doğruya
çıkardığımız anlama göre, kurtuluşa erecek bu kimseler burada söz konusu
edilen şartları, yüce Allah'ın sonuncu elçisi olan Peygamberimizin getirdiği
talimatlar uyarınca yerine getirmelidirler. Bu takdirde:
"Onlar için korku söz konusu değildir, onlar
biç üzülmeyeceklerdir."
Bunun yanısıra bu kimseler, artık ne daha
önceki sapık inançlarından dolayı ve ne de o güne kadar taşıdıkları çeşitli
ünvanlar ve adlardan ötürü sorumlu tutulmayacaklardır. Çünkü önemli olan en
son ünvandır.
Bu ayetten dolaylı olarak çıkardığımız bu
anlam aslında, "din" kavramının zaruri anlamıdır. Çünkü bu inanç sisteminin
yalın ve tartışma kaldırmaz ilkesine göre Peygamberimiz, peygamberlerin
sonuncusudur; O, bütün insanlığa gönderilmiştir; buna göre daha önceki
dinleri, mezhepleri, inançları, milliyetleri ve yurtları ne olursa olsun,
bütün insanlar O'nun getirdiği ilahi mesaja, bu mesajın hükümleri uyarınca
inanmaya çağrılıdırlar. İnsanlar, bu mesajın hem bütününe ve hem de
ayrıntılarına inanmakla yükümlüdürler. Kim Peygamberimizin peygamberliğine
ve getirdiği mesajın bütününe ya da ayrıntılarına inanmazsa sapıktır, doğru
yolun dışındadır. Yüce Allah, onun daha önceki dinini geçerli saymaz ve
böyle bir kimse bu ayetteki, "Onlar için korku söz konusu değildir, onlar
hiç üzülmeyeceklerdir." müjdesinin kapsamına girmez.
Bu ilke, "din" kavramından zorunlu ve
dolaysız olarak anlaşılan ve hiçbir gerçek müslümanın, günümüzün güçlü
görünümlü cahiliye realitesinin baskısı altında ağzında eveleyip
geveleyebileceği, kekemeli ve kem-kümlü ifadeler ile boğuntuya gelmesine
meydan vermeye razı olamayacağı kesin bir gerçektir. Bu ilke aynı zamanda
müslümanın, yeryüzünde yaşayan diğer insanlarla ilişki kurarken de ölçü
olarak tutacağı ve asla gözden kaçırmayacağı bir prensiptir. Müslüman, her
dinin ve her mezhebin taraftarına bu ilkenin ışığında not verecektir.
Günümüz cahiliye uygarlığının baskısı, müslümanı bu konuda kaypaklığa
zorlamamalı, onu söz konusu sapık dinlerin ve mezheplerin taraftarlarını
aklamaya, sözde dinlerini yüce Allah'ın kabul edebileceği gerçek bir "din"
saymaya; onları dost, yandaş ve müttefik edinmeye sürüklememelidir.
"Kim Allah'ı, Peygamber'i ve müminleri dost
edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını
tutanların grubudur." (Maide Suresi, 56)
Olayların görüntüsü ne olursa olsun, kesin
gerçek budur. Kim bu tek hak dinin esasları uyarınca yüce Allah'a ve ahiret
gününe inanır, aynı zamanda iyi ameller işlerse böyleleri için ne dünyada ve
ne de ahirette korku söz konusu değildir. Onlar ne kof bir sis tabakasını
andıran cahiliye uygarlığının batıl gücünden korkarlar ve ne de iyi ameller
işleyen mümin nefislerinden yana kaygılı olurlar. Ayrıca onlar hiç
üzülmeyeceklerdir de.
Daha sonraki ayetlerde tekrar yahudilerin
tarihlerine dönülüyor, onların inanç ve yaşama tarzı bakımından boşlukta
oldukları vurgulanıyor, bu yüzden onların İslâm'a çağrılmaları gerektiği, bu
dinin kendilerine duyurulmasının kaçınılmaz olduğu, ancak bu çağrıya uyunca
yüce Allah'ın dinine sığınmış olacakları belirtiliyor. Bu arada onların
değişmeyen karakterleri açığa vurgulanarak müslümanların gözleri önüne
seriliyor. Böylece müslümanların gözünden düşmeleri sağlanarak kalplerinin
onları dost edinmekten, kendileri ile işbirliği yapmaktan nefret etmesi
sağlanmaya çalışılıyor. Çünkü yahudilerin gerçek ve din karşısındaki
düşmanca tutumları eskiden olduğu gibi devam ediyor. Okuyoruz:
YAHUDİLERİN KİRLİ TARİHLERİ
70- Biz İsrailoğullarından
kesin söz aldık ve onlara çok sayıda peygamber gönderdik. Fakat peygamberler
kendilerine nefislerinin hoşuna gitmeyen bir mesaj getirdikçe kimisini
yalanlıyor, kimisini de öldürüyorlardı.
71- Bu cinayetleri hiçbir
fitneye, hiçbir kargaşaya yol açmayacak sandılar. Gözleri kör ve kulakları
sağır oldu. Sonra Allah tevbelerini kabul etti, fakat arkasından çoğu yine
kör ve sağır oldu. Hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görüyor.
Yahudilerin tarihleri pek eski ve geçmişleri
pek kirlidir. Başka bir deyimle, Peygamberimize karşı takınmış oldukları
olumsuz tutum, bu türden tutumlarının ne ilki ve ne sonuncusudur. Onlar
hakka karşı çıkmayı ve ona sırt dönmeyi, yüce Allah'a verdikleri sözlerden
dönmeyi, yüce Allah'ın dinini bir yana bırakarak nefislerinin arzularını
ilah edinmeyi, sürekli günah işlemeyi, hakka çağıranlara saldırmayı, hak
çağrısına düşmanca karşılık vermeyi huy ve gelenek haline getirmişlerdir.
İlk ayeti tekrarlıyoruz:
"Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve
onlara çok sayıda peygamber gönderdik. Fakat peygamberler kendilerine
nefislerinin hoşuna gitmeyen bir mesaj getirdikçe kimisini yalanlıyor,
kimisini de öldürüyorlardı."
Yahudilerin Peygamberlerine karşı neler
yaptıklarını içeren suç dosyası kabarıktır. Bu dosyanın sayfaları;
yalanlamalarla, dönekliklerle, yüz çevirmelerle, öldürmelerle, saldırılarla,
arzu ve ihtiras tutsaklıkları ile dopdoludur.
Belki de yüce Allah bu yüzden, yahudilerin
tarihini müslüman ümmete uzun uzun ve ayrıntılı olarak anlatıyor. Bu ümmet
yahudiler gibi olmasın, onların durumuna düşmesin, yolunun tökezlenme
noktalarında sürçmekten korunsun diye. Ya da bu tarihi anlatmanın amacı,
yüce Allah ile sıkı ilişki halinde olan bilinçli müslümanların yoldaki
tökezleme noktalarını önceden kavramalarıdır. Bir başka ihtimal de şu
olabilir: İlerde bazı müslüman kuşaklar yahudilerin içine düşmüş oldukları
sapıklığa düşebilirler. Uzun yıllar geçince onların da kalpleri kararıp,
ihtiraslarına tutsak düşebilirler. O zaman da tıpkı yahudi zorbalarının uzun
tarihleri boyunca yaptıkları gibi, bu sapık müslüman kuşaklar da gerçeğe yüz
dönebilirler ve hak davetçilerinin kimisini yalanlayıp kimisini de
öldürebilirler. İşte belki o zaman, bu bilinçli ve hakka bağlı müslümanların
yahudilere gelen peygamberleri örnek almaları istenmiştir.
Yahudiler bütün bu ağır suçları işlerken yüce
Allah'ın başlarına hiçbir belâ vermeyeceğini, kendilerini hiçbir cezaya
çarptırmayacağını sanıyorlardı. Bu yanılgıya kapılmalarının sebebi; yüce
Allah'ın değişmez kanunlarından habersiz olmaları ve "Allah'ın seçkin halkı"
oldukları şeklindeki asılsız iddialarına güvenmeleri idi. Okuyoruz:
"Bu cinayetleri hiçbir fitneye, hiçbir
kargaşaya yol açmayacak sandılar. Gözleri kör ve kulakları sağır oldu."
Yüce Allah gözlerinin görme gücünü giderdi.
Bu yüzden gördükleri şeylerden hiçbir şey anlayamıyorlardı. Yine Allah,
kulaklarının işitme gücünü giderdi. Bu yüzden kulaklarına gelen seslerden
hiçbir anlam çıkaramıyorlardı. Devam ediyoruz:
"Sonra tevbelerini kabul etti."
Yüce Allah onlara rahmetini eriştirdi. Fakat
onlar bu fırsatı kullanmadılar, ondan yararlanmasını bilemediler. Devam
ediyoruz:
"Fakat arkasından çoğu yine kör ve sağır
oldular. Hiç şüphesiz Allah, onların ne yaptıklarını görüyor."
Yüce Allah onları çok iyi gördüğü ve çok iyi
bildiği durumlarına göre cezalandıracaktır. Onların yaptıkları yanlarında
kalacak değildir.
Eğer müslümanlar bu eski yahudi tarihini iyi
bilirlerse, sırf bu yüzden bile yahudilere karşı nefret beslerler, bu
bilgileri yahudilerden uzak durmaları için varolan diğer gerekçelere
eklenmiş yeni bir itici faktör olur. Tıpkı sahabilerden Ubade b. Samit gibi,
onlardan iyice soğurlar. Bu durumda onları, sadece Abdullah b. Ubeyy b.
Selul gibi münafıklar dost edinebilirler!
Kitap Ehli'nin iki kolundan birini oluşturan
yahudilerin durumu bu. Kitap Ehli'nin öbür kolu olan hristiyanlara gelince
Kur'an-ı Kerim, onların da durumunu gerek bu surenin özelliği ve gerekse
sözün akışı ile uyuşacak bir kesinlikle vurgulayarak gözlerimizin önüne
seriyor.
Bu sûrenin daha önceki bir ayetinde, "Allah,
Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır" diyenler, kâfirlikle nitelenmişlerdi. (Maide
Suresi, 17) Şimdi ise bu nitelik, hem "Allah, üç kutsal unsurun üçüncüsüdür"
diyenlere ve hem de "Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dir" diyenlere yönelik
olarak tekrarlanıyor. Daha sonra Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun) söz
konusu kâfirlik hükmüne tanık olduğu, hristiyanları, yüce Allah'tan başka
hiç kimseye ilahlık niteliğini yakıştırmaktan vaktiyle sakındırdığı, yüce
Allah'ın hem kendisinin ve hem de hristiyanların Rabbi olduğunu vurguladığı
bildiriliyor. Okuyacağımız ayetlerin sonunda bizzat yüce Allah'ın bir
uyarısı yer alıyor. Bu uyarıda hristiyanlar, Allah'a ve Allah'ın hak dinine
inanan hiçbir kimsenin ağzına bile alamayacağı bu tür saçma sözlerden tehdit
içerikli bir dille sakındırılıyor. Şimdi ayetleri okuyoruz.
HRİSTİYANLARIN SAPIK
GÖRÜŞLERİ
72- "Allah, Meryemoğlu
Mesih'(İsa)dır" diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti
ki; "Ey israiloğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz.
Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun
varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur. "
73- "Allah üçün üçüncüsüdür"
diyenler de kesinlikle kâfir olmuşlardır. Tek Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur. Eğer onlar bu dediklerinden vazgeçmezler ise onların içinde
kafirleri başlarına acıklı bir azap gelecektir.
74- Onlar Allah'a tevbe
etseler, O'ndan af dileseler olmaz mı? Hiç kuşkusuz Allah affedicidir,
merhametlidir.
75- Meryemoğlu Mesih sadece
bir peygamberdir. Ondan önce de birçok peygamber gelip geçmiştir. Annesi de
özü-sözü doğru bir kadındı. Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek
yerlerdi. Bak biz onlara ayetlerimizi nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra
bak onlar bu ayetleri nerelerinden çarpıtıyorlar!
76- De ki; "Allah'ı bırakıp
size ne zarar ve ne de yarar dokundurmaya gücü yetmeyen nesnelere mi
tapıyorsunuz? Oysa Allah herşeyi işitir ve herşeyi bilir.
77- De ki; Ey Kitap Ehli,
dininiz konusunda gerçeğe aykırı aşırılıklara kapılmayınız, sizden önceki
dönemlerde sapıtmış, bir çoklarını saptırmış ve düz yolu şaşırmış kimselerin
keyfi arzularına uymayınız.
Daha önce, yüce Allah'ın bir peygamberi
sıfatı ile Hz. İsa'nın Allah katından getirdiği inanç sistemine, bu sapık
saçmalıkların Kilise konseyleri aracılığı ile nasıl sızdırıldıklarını kısaca
anlatmıştık. Dediğimiz gibi Hz. İsa, diğer peygamber kardeşleri gibi, içine
hiçbir müşriklik unsuru katılmamış, halis bir Tevhid inancı getirmişti.
Çünkü bütün peygamberler, müşrikliğin kökünü kazıyarak Tevhid inancını
yeryüzüne egemen kılmak üzere gelmişlerdir.
Şimdi de Teslis ve Hz. İsa'nın ilahlığı
konularında söz konusu kilise konseylerinde oluşturulan görüş birliği ve bu
görüş birliğinin arkasından meydana gelen düşünce farklılıklarına yine
kısaca değineceğiz. Bilindiği gibi bu çelişkili duruma daha önce de parmak
basmıştık.
Hristiyan yazar Nuvfel b. Nimetullah b.
Serkis, "Sevsenetü Süleyman" adlı eserinde bu konuda şunları yazar:
"Değişik kiliselere göre farklılık
göstermeyen ve İznik Konsülü tarafında belirlenen anayasada yeralan
hristiyanlık inancının ilkeleri şunlardır: Bir tek ilaha, baba ilaha
inanmak. Bu baba ilah herşeyi denetimi altında tutar, göklerin ve yerin,
görünür-görünmez herşeyin yaratıcısıdır. Ayrıca bir başka tek ilah olarak
Yasu(İsa)ya inanmak gerekir. Yasu, yüzyıllarca önce, Allah'ın nurundan, baba
Allah'tan doğmuş tek oğuldur. Hak ilahtan gelmiş hak bir ilahtır. Doğurulmuş
fakat yaratılmamıştır. Baba ilah ile aynı cevherdendir. Herşey onun
aracılığı ile varolmuştur. O biz insanlar için, bizim günahlarımızdan ötürü
gökten yere inerek cesede bürümüş bir Ruhul Kudüs olmuştur. Bakire Meryem'i
yoldaş edinmiş, Platus zamanında bizden koparılarak çarmıha gerilmiş,
ızdırap çektirilerek mezara konmuş ve kitapların yazdığına göre üçüncü gün
ölüler arasından doğrularak göğe çıkmış ve Rabbin sağına oturmuştur. İlerde
ölülere ve dirilere dinini aşılamak için şerefle geri gelecektir. Onun mülkü
hiç sona ermez. Bir de Ruhul Kudüs'e inanmak gerekir. O baba ilahtan meydana
gelmiştir. Oğul ilah ile birlikte baba ilaha secde eder, onu kutsar. O
peygamberler aracılığı ile konuşandır."
Öte yandan Dr. R. Bosset "Kitaba Mukaddes
Tarihi" adlı eserinde şunları yazar; "Allah'ın tabiatı üç kutsal unsurdan
(uknumdan) oluşmuştur bunlar birbirlerine eşittirler: Baba ilah, oğul ilah
ve Ruhul Kudüs ilah. Yaratma fonksiyonu oğul ilah aracılığı ile baba ilaha
aittir. Fedakarlık oğul ilaha ve günahlardan arındırma da, Ruhul Kudüs'e
aittir."
Üç kutsal unsuru bir tek ilahın yapısında
düşünmek, Tevhid ile Teslis ilkelerini birbirleri ile bağdaştırmak akıl için
son derece zordur. Bu yüzden hristiyan teologlar, aklın daha baştan
reddettiği bu mesele üzerinde düşünmeyi erteleme, geriye atma yolunu
seçmişlerdir. Nitekim Rahip Poertre'nin "İlkeler ve Ayrıntılar" adlı
broşüründen aldığımız şu parağraf sözünü ettiğimiz aklî değerlendirmeyi
geriye atma amacını dile getirir:
"Biz bu meseleyi aklımızın gücü oranında
anladık. Gelecekte, göklerde ve yerde bulunan herşeyin üzerindeki perdeler
kalktığı zaman, bu meseleyi daha iyi anlayabileceğimizi umuyoruz. Şimdi ise
anladığımız kadarı bizim için yeterlidir."
İşte yüce Allah "Bu saçma sözler, tümü ile
küfürdür" buyuruyor. Daha önce dediğimiz gibi hem Hz. İsa'nın Allah olduğu
ve hem de Allah'ın, üç kutsal unsurun üçüncüsü olduğu biçimindeki sözlerin
her ikisi bu kategoriye girer. Yüce Allah'ın sözünden sonra başka söz
yoktur. O doğruyu söyler ve doğruyu iletir. Okuyoruz:
"Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dir" diyenler
kesinlikle kafir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki; `Ey İsrailoğulları,
benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak
koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer
cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."
Görüldüğü gibi Hz. İsa, hristiyanları
vaktiyle uyardı fakat, bu uyarıya kulak asmayarak peygamberlerinin
aralarından ayrılışından sonra sakındırıldıkları sapıklığa düştüler. Hz.
İsa'nın sözlerini unutarak cennetten mahrum olmalarına ve cehennemi
boylamalarına yol açacak eğri bir yola girdiler. Okuyoruz:
"Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabbiniz
olan Allah'a kulluk ediniz."
Görüldüğü gibi Hz. İsa hristiyanlara, hiçbir
ortağı bulunmayan tek Allah'ın kulları olmaları bakımından kendisi ile onlar
aynı düzeyde olduklarını aynı konumu paylaştıklarını açıkça ilan ediyor.
Kur'an-ı Kerim, hristiyanların diğer saçma ve
inkarcı sözlerini de yukardaki hükmün kapsamına alıyor. Okuyoruz:
"Allah, üç kutsal unsurun üçüncüsüdür'
diyenler de kesinlikle kafir olmuşlardır."
Arkasından bütün peygamberlerin Allah
katından getirdikleri inanç sistemlerinin ortak dayanağını oluşturan temel
gerçeği vurguluyor. Okuyoruz:
"Tek Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur."
Ayetin devamında hristiyanlar, sözlerine
yansıyan ve inançlarına yerleşen bu kâfirliğin kötü akıbetine ilişkin olarak
tehdit ediliyorlar. Okuyoruz:
"Eğer onlar dediklerinden vazgeçmezlerse
içlerindeki kâfirlerin başlarına acıklı bir azap gelecektir."
Burada sözü edilen "kafirler"den maksat, yüce
Allah tarafından açıkça kafirlik sebebi olarak ilan edilen bu saçma
sözlerden vazgeçmeyenlerdir.
Bu tehdidi ve korkutucu ifadeyi, özendirici
ve umut aşılayıcı bir ifade izliyor. Okuyoruz:
"Onlar Allah'a tevbe etseler, O'ndan af
dileseler daha iyi olmaz mı? Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir."
Böylece tevbe kapısı önlerinde açık
tutuluyor. Henüz fırsat eldeyken, henüz iş işten geçmemişken yüce Allah'ın
bağışlayıcılığına ve rahmetine umutla sığınsınlar diye.
Arkasından, bu adamlar, realitenin somut ve
tutarlı mantığı ile karşı karşıya getiriliyorlar. Böylelikle fıtratlarının
dumura uğramış sağduyusu tekrar canlandırılmak isteniyor. Aynı zamanda bunca
ısrarlı açıklamalardan sonra yine de bu yalın mantıktan uzak kalmış
olmalarına hayret ediliyor. Okuyoruz:
"Oysa Meryemoğlu Mesih(İsa) sadece bir
peygamberdir. Ondan önce de birçok peygamberler gelip geçmiştir. Annesi de
özü-sözü doğru bir kadındı. Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek
yerlerdi. Bak biz onlara ayetlerimizi nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra
bak onlar bu ayetleri nasıl çarpıtıyorlar?"
Yemek yemek, gerek Hz. İsa'nın ve gerekse
özü-sözü doğru annesinin hayatlarında somut biçimde görülen bir realite idi.
Bu olgu sonradan yaratılmış (hadis) canlıların karakteristik özelliklerinden
biridir. Hz. İsa ile annesinin insan olduklarını, hristiyan teolojisinin
deyimi ile O'nun "Nasuti" niteliğe sahip olduğunu kanıtlar. Yemek yemek,
karşı konulmaz bir organik içgüdüye tatmin sağlar. Oysa yaşamak için yemek
yemek zorunda olan bir canlı ilah olamaz. Yüce Allah, kendinden kaynaklanan
öz bir güçle yaşıyor, varlığını sürdürüyor ve etkinliğini devam ettiriyor.
Bunların hiçbiri için hiçbir şeye muhtaç değildir. Onun özüne ne dıştan
birşey girer ve ne de ondan birşey dışarıya çıkar. Meselâ yemek gibi.
Burada yalın ve realist bir mantık
sergileniyor. Öyle ki, hiçbir aklı başında insan ona karşı çıkamaz. Bu
yüzden bu mantığın sergilenişinin ardından hristiyanların olumsuz tutumu
yeriliyor, bu açık mantığa sırt çevirmeleri hayretle karşılanıyor.
Tekrarlıyoruz:
"Bak biz onlara ayetlerimizi nasıl açık açık
anlatıyoruz ve sonra bak, onlar bu ayetleri nasıl çarpıtıyorlar?"
Evet, Hz. İsa'nın hayatı somut bir insan
hayatı idi. Bu durum, -O'nun aksi yöndeki bütün uyarılarına rağmen-
kendisini ilahlaştırmaya yeltenenleri zor duruma düşürüyor, çıkmaza
saplandırıyor. Bu yüzden yukarda kısaca anlattığımız gibi bu kimseler, O'nun
ilahlığı ve insanlığı (nasutiliği) konusunda sonu gelmez tartışmalara
dalmışlar, içinden çıkılmaz görüş ayrılıklarına gömülmüşlerdi. (Maide
Suresi, 15-16 ayetlerinin tefsirine bakınız.)
Ayetlerin akışı içinde sergilenmesine devam
edilen bu yalın Kur'an mantığı, başka bir açıdan kendini göstererek yine
şaşkınlık duygularımızı harekete geçirmeyi amaçlıyor. Okuyalım:
"De ki; `Allah'ı bırakıp ne zarar ve ne de
yarar dokundurmaya gücü yetmeyen nesnelere mi tapıyorsunuz?Oysa Allah
herşeyi işitir ve o herşeyi bilir. "
Bu ayette, sapıkların tapınmaya yeltendikleri
sahte ilâhlara değinilirken, kasıtlı bir şekilde akıl sahibi varlıklar için
kullanılan "men(o)" zamiri yerine , "ma(o)" zamiri kullanılıyor. Böylece
tapılan tüm "yaratıklar", akıl sahibi olanlar da dahil olmak üzere aynı
kategoriye konuyor. Amaç bu sahte ilahların, ilahlık özünden uzak olan
"sonradan yaratılmışlık" niteliklerine dikkatleri çekmektir. Bu ortak
nitelik Hz. İsa'yı da, Ruhul Kudüs'ü de , Hz. Meryem'i de kapsamına alır.
Çünkü bunların ortak özelliği yüce Allah'ın yaratıkları olmaları olgusudur.
Ayet bu noktada mesajının çapını daha da
genişleterek yüce Allah tarafından yaratılmış herhangi bir varlığın ilah
olma ihtimalinden asla söz edilemeyeceğini son derece kolay anlaşılır somut
bir gerekçeye bağlıyor. Çünkü bu sahte ilahlar insanlara yarar ve zarar
dokundurabilme gücünden yoksundurlar. Devam ediyoruz:
"Allah herşeyi işitir ve herşeyi bilir."
Yüce Allah işitir ve bilir, bu yüzden de hem
yarar hem de zarar dokundurma gücüne sahiptir. O kullarının kendisine
yönelttiği çağrıları ve ibadetleri işittiği gibi, bu duaların ve ibadetlerin
gerisindeki kalplerde saklı tutulan, açığa vurulmayan duyguları da bilir.
Onun dışındaki sahte ilahlar ise, böyle gizli sırları ne işitebilirler ne
bilebilirler ve ne de kendilerine yöneltilen çağrılara karşılık
verebilirler.
Yüce Allah bütün bu uyarıları ve direktifleri
geniş kapsamlı bir çağrı ile noktalıyor. Peygamberimizi bu çağrıyı Kitap
Ehli'ne yöneltmekle yükümlü tutuyor. Okuyoruz:
"De ki; `Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda
gerçeğe aykırı aşırılıklara kapılmayınız; sizden önceki dönemlerde sapıtmış,
bir çoklarını saptırmış ve düz yolu şaşırmış kimselerin keyfi arzularına
uymayınız."
Nitekim yukardan beri sözünü ettiğimiz
sapıklıklar Hz. İsa'ya saygı gösterme konusunda düşülen aşırılıktan
kaynaklanmıştır. Bunun yanısıra putperestlikten kalma inançlarını
hristiyanlığa aktaran Roma İmparatorlarının keyfi arzuları ile aslında
birbirlerinin amansız rakipleri olan kilise konsüllerinin keyfi yorumları
elele vererek, bu saçma sözleri yüce Allah'ın saf dinine sokuşturmuşlardır.
Oysa Hz. İsa, yüce Allah'tan alıp getirdiği bu dini peygambere yaraşır bir
güvenirlikle insanlara duyurmuş ve onlara şöyle demişti:
"Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabbiniz
olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti
kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir
yardım edeni yoktur."
Yukardaki sesleniş, Kitap Ehli'ni kurtarmaya
yönelik son çağrıdır. Bu çağrı onları sapıklıkların, çatışmaların, keyfi
arzuların ve ihtirasların bataklığından çıkarmayı amaçlıyor. Daha önce
sapmış, bir çoklarını saptırmış ve düz yolu şaşırmış kimselerin
gırtlaklarına kadar gömüldükleri sapıklıklardan, çatışmalardan, keyfi
arzulardan ve ihtiraslardan yakalarını kurtarmalarını öğütlüyor. Yukardaki
çağrı ile bağlanan bu noktada birazcık durarak şu üç önemli gerçeğe kısaca
değinmek istiyoruz:
Birinci gerçek: İslâm sistemi, inanca ilişkin
düşünceyi doğrultmak, düzeltmek için yoğun bir çaba harcıyor; bu düşünceyi;
Allah'ın kayıtsız-şartsız birliği temeline oturtmaya çalışıyor; bu tevhid
ilkesini, Kitap Ehli'nin inançlarını bozan paganizmin ve müşrikliğin
izlerinden, sızıntılarından arındırmaya özeniyor; insanlara, ilahlık
kavramının özünü tanıtmaya gayret ediyor; onları, ilahlığın karakteristik
özelliklerini yüce Allah'ın tekelinde görmeye, gerek bir takım insanları ve
gerekse başka yaratıkları bu karakteristik özelliklere ortak etmemeye
çağırıyor.
İnanca ilişkin düşünceyi berraklaştırmak
için, eksiksiz ve kesin tevhid temeline yönelten bu olağanüstü özen bize
açıkça gösterir ki, bu düzeltme işlemi son derece önemlidir, ayrıca inanca
ilişkin düşünce, insan hayatının gerek yapılanmasında ve gerekse sağlıklı
işleyişinde hayati bir fonksiyona sâhiptir; bunların yanısıra İslâm inancı,
bütün insan faaliyetlerinin ve bütün insanlar arası ilişkilerin temeli ve
ana ekseni saymaktadır.
İkinci gerçek: Kur'an-ı kerim "Allah,
Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır" ve "Allah, üç kutsal unsurun üçüncüsüdür"
diyenlerin kesinlikle kafir olduklarını belirtiyor. Yüce Allah'ın bu
sözünden sonra artık müslümana söylenecek başka söz düşmez. Yüce Allah, "bu
adamlar bu saçma sözleri gerekçesi ile kafirdirler" diye, buyururken bu
kimseleri, yani bu tür sözler söyleyen hristiyanları ilahî kaynaklı bir
dinin mensupları saymak, müslümana yakışmaz.
Gerçi İslâm daha önce dediğimiz gibi, hiç
kimseyi kendi inancını bırakarak İslâm'a girmeye zorlamaz, ama müslüman
olmayanların sapık inançlarına "Bunlar, yüce Allah'ın hoşlandığı türden
birer dindir" demez. Tersine, yukarda okuduğumuz ayetler bu sapıklıkların
kâfirlik gerekçesi olduğunu, kâfirliğin de asla yüce Allah'ı hoşnut edecek
bir din olamayacağını açık açık söylemektedirler.
Üçüncü gerçek: Bu gerçek, ilk iki gerçeğin
zorunlu sonucudur ve şudur: İslâm'ın insanlara öğrettiği biçimde Allah'ın
birliğini onaylayan ve Peygamberimizin getirdiği şekli ile İslâm'ın Allah
katından gelmiş tek "din" olduğuna inanan bir müslüman, sözünü ettiğimiz
Kitap Ehli'nden biri ile dostluk ve işbirliği ilişkisi kuramaz, bunun imkanı
yoktur.
Bundan dolayı inkarcı materyalizm ve ateizm
karşısında ortak bir mücadele cephesi oluşturmak amacı ile bütün sözde
"dinler"in işbirliği yapmasını söylemek, İslâm tarafından ciddiye alınması
düşünülemeyecek anlamsız, boş bir sözdür. Çünkü temel inanç ilkeleri
konusunda böylesine uçurum çapında ayrılıklar olunca, artık diğer konularda
uzlaşmaya imkan kalmaz. Sebebine gelince; İslâm'a göre hayattaki herşey en
başta inanç temeline dayanır.
İSRAİLOĞULLARININ TARİHİ
Son olarak İsrail oğullarına gönderilen
peygamberlerin tarih boyunca İsrailoğullarının kafirlerine karşı tutumlarını
ortaya koyan kapsamlı bir açıklama geliyor. Bu peygamberlerin (salat ve
selam üzerlerine olsun) tutumları Hz. Davud'un ve Hz. İsa'nın tutumları ile
somutlaştırılmıştır. Bu iki peygamber de İsrailoğullarının kafirlerini
lanetlemiştir. Allah da onların beddualarını kabul etmiştir. Çünkü
İsrailoğulları isyankardı, zalimdi. Sosyal açıdan çözülmüşlerdi. Kötülüğe
karşı susmayı tercih ediyor, içlerinde yayılan kötülüğe engel olmaya
çalışmıyorlardı. Kafirleri dost ediniyorlardı. Bu nedenle Allah'ın gazabına
ve lanetine uğradılar. Sonsuza dek cehennemlik oldular :
78- İsrailoğullarının
kafirleri, Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın dilinden lanetlenmiştir. Bu
lânetlenmelerinin sebebi, onların Allah'a karşı gelmeleri ve O'nun
sınırlarını çiğnemeleri idi.
79- Onlar işledikleri
kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları!
80- Onların çoğunun kâfirleri
dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları kendilerine, Allah'ın gazabına
uğramalarından ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü bir
gelecek hazırlanmıştır.
81- Eğer onlar Allah'a,
peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı, kâfirleri dost
edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış kimselerdir.
Böylece İsrailoğullarının küfür, isyan ve
lanet dolu köklü tarihleri olduğu ortaya çıkıyor. Onları doğru yola iletmek
ve kurtarmak için gönderilen peygamberlerinin, sonunda onları lanetlemekten
ve Allah'ın hidayetinden kovulmalarını dilemekten başka çare bulamadıkları,
Allah'ın da bu peygamberlerin beddualarını kabul edip İsrailoğullarını
gazabına ve lanetine uğrattığı anlaşılıyor.
"İsrailoğullarından kâfir olanlar"
kendilerine göre kitabı tahrif edenler -bu surenin bir çok yerinde ve başka
sûrelerde geçtiği gibi- Allah'ın şeriatını yürürlüğe koymayanlar (O'nun
hükmüne başvurmayanlar), tüm peygamberlere yardım edeceklerine, onları
destekleyeceklerine ve onlara uyacaklarına dair verdikleri sözlerinde
durmayanlardır.
"Bu lanetlenmelerinin sebebi, onların Allah'a
karşı gelmeleri ve O'nun sınırlarını çiğnemeleri idi."
Bu öyle bir isyankârlık ve zalimliktir ki,
hem akidelerinin hem de ahlâklarının her alanında somut biçimde
gözlenebilmektedir. Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerimde de ayetleri ile
açıkladığı gibi, İsrailoğullarının tarihi zulümler ve isyanlarla doludur.
İsrailoğulları toplumunda isyankârlık ve
zalimlik bireysel eylemlerden ibaret değildi. Bu sıfatlar sonunda, bu
topluluğun karakteri haline gelmiştir. Toplum bu kötülüklere karşı sessiz
kalmış onlardan tiksinmemiş ve engellemeye kalkmamıştır.
"Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini
sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları."
Sapık, bozguncu ve kötü insanlar tarafından
ortaya konan, isyankârlık ve zalimlik her toplumda gözlenebilir. Yeryüzü
kötülükten arındırılamaz. Ve anormallikler her toplumda gözlenebilir. Fakat
iyi bir toplumun karakteri, kötülük ve çirkin şeylerin orada hoş
karşılanabilen geleneklere dönüşmesine müsade etmez. Bu kötülüklerin her
isteyen kişinin rahatlıkla işleyebileceği normal hareketlere dönüşmesine
izin vermez... Herhangi bir toplumda kötülük yapmak iyilik yapmaktan daha
zor duruma gelince, kötülüğün cezası da toplumsal ve yıldırıcı olup toplumun
tamamı kötülüğün karşısında yer alınca yıldırıcı cezanın kesin uygulanacağı
kanısı yaygınlaşınca kötülük siner, kötülüğe iten sebepler kontrol altına
alınır. Bu durumda toplum birbiriyle kenetlenir. Toplumsal hastalıkların önü
alınır. Bu durumda bozgunculuk ancak toplum tarafından dışlanan bazı fertler
ve küçük gruplar tarafından işlenebilir. Ve toplum içinde hakimiyet kurması
önlenir. Bu durumda kötülükler yaygınlaşmaz ve toplumun karakterini
yansıtacak düzeye ulaşmaz.
İslâm sistemi yahudi toplumundaki bu olayı
çirkin bir şekilde gösterip onu eleştirmekle İslâm cemaatının sağlam, canlı,
derli-toplu bir yapıya sahip olmasını istemektedir. Zulmün ve isyankârlığın
her çeşidini genel bir nitelik kazanmadan bertaraf etmesi gerektiğini dile
getirmektedir. İslâm toplumunun hakkı savunmada sağlam olmasını, hakka
yöneltilen zulüm karşısında hassas olmasını istemekle, dini korumakla
yükümlü bulunanların yükümlülüklerini üstlendikleri emaneti gerçek anlamda
yerine getirmelerini, kötülüğe, bozgunculuğa, isyankârlığa ve zulme karşı
çıkmalarını bu konuda hiç kimsenin kınamasından korkmamalarını istemektedir.
Tabii ki kötülüğün idareyi ellerine geçiren iktidardan, malları ellerine
geçiren zenginlerden, gücü ellerine geçiren zorbalardan, arzu ve isteklerin
peşinden sürüklenen halk kitlelerinden gelmesi arasında fark yoktur.
Allah'ın sistemi Allah'ın sistemidir. Ona karşı çıkanlar da ister yüksek
tabakadan, ister aşağı tabakadan olsun fark etmez.
İslâm bu emanetin gereği yerine getirmeye
önem verir. Onun içindir ki toplum içinde meydana gelen kötülüklere sessiz
kalındığında bütün toplumu cezalandırır. Emaneti genel olarak cemaatın
sırtına yükledikten sonra tek tek her ferde de bu yükümlülüğü dağıtır.
İmam Ahmed, Abdullah ibni Mesut'tan
Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder; İsrailoğulları günahlara
daldıklarında bilginleri onları vazgeçirmek istediler. Fakat onların
vazgeçmediklerini gördüklerinde onlarla beraber oturup yediler içtiler.
Allah da onları birbirine benzetti. Bunun üzerine Hz. Davud ve Meryemoğlu
İsa'nın dili ile lanete uğradılar...
`Çünkü onlar Allah'a karşı gelmişler ve O'nun
ölçülerini çiğnemişlerdi."
Bu sözleri söylediğinde peygamberimiz (salât
ve selâm üzerine olsun) yaslanmış bulunuyordu, doğrularak oturdu ve şöyle
buyurdu:
"Canımı elimde tutan Allah'a yemin ederim ki
siz onları doğru yola geri çevirinceye kadar çalışacaksınız."
Ebu Davud Abdullah b. Mesud'dan peygamberin
şöyle buyurduğunu rivayet eder: "İsrailoğullarında ilk meydana gelen zaaf
şuydu; onlardan biri kötülük yapan birine rastladığında: Ey adam Allah'tan
kork ve yaptığın işi bırak çünkü bunu yapman sana helal değildir, dedi.
Fakat ertesi gün tekrar onunla karşılaştığında bu durum onu beraber yemek,
içmek ve oturmaktan alıkoymazdı, onlar böyle yaptıkları için Allah, onların
kalplerini birbirine benzetti." Sonra peygamber "İsrailoğullarının kafirleri
Davud ve İsa'nın diliyle lanetlendiler" diye başlayıp "onların çoğu yoldan
çıkmış (fasık) kimselerdir diye biten ayetleri okudu. Arkasından sözlerini
şöyle bağladı. "Allah'a yemin olsun ki, hayır siz iyiliği emredecek kötülüğe
engel olacaksınız. Zalimin elini tutup zulüm etmesine engel olacaksınız ve
siz onu doğru yola geri çevirene kadar mücadele edeceksiniz."
Burada müslümanın görevi sırf iyiyi emir ve
kötülükten sakındırmak değildir. Mesele bununla bitmez onun görevi bu
isteklerinde ısrar etmek, onlarla kesin tavır ortaya koymak kötülüğü,
bozgunculuğu, günahkarlığı ve zulmü kuvvetle engellemektir.
Müslim'de Ebu Said el-Hudrî'den peygamberin
şöyle buyurduğunu bildirir: "Sizden kim bir kötülük görürse ona eliyle engel
olsun. Eğer gücü yetmezse diliyle; ona da gücü yetmezse kalbiyle engel
olsun. Bu ise imanın en zayıf derecesidir."
İmam Ahmed, Adiy b. Ümeyre'den peygamberin
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Cenabı Allah halkın tümünü belirli
bir grubun yaptıkları yüzünden cezalandırmaz. Ne zaman ki halk arasında
kötülük işlenir, onlar da güçleri yettiği halde onu kınamazsa Allah onların
hepsini tümden cezalandırır.
Ebu Davud ve Tirmizi'de Ebu Said el-Hudrî'den
peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "En üstün cihad zalim bir devlet
başkanına karşı dile getirilen doğru sözdür."
Bir çok ayet ve hadiste bu konu sık sık
vurgulanır.
Çünkü cemaatın yapısındaki bu dayanışma öyle
sağlamdır ki; müslüman cemaate bağlı birisi başkasının yaptığı kötülüğü
gördüğü halde bana ne diyemez. Bu toplum bozgunculuğun karşısında öyle bir
hak tutkunluğu getiriyor ki; bozgunculuğun geliştiğini gördüğü halde ben ne
yapabilirim, bozgunculuğa karşı koymak, başımı belaya sokar diyemez.
Allah'ın kutsal kıldığı değerlere karşı beslenen tutku, onları korumak ve
savunmak için Allah'ın kendisine yüklediği doğrudan yükümlülüklerin
bilincinde olmak... Evet bunların hepsi müslüman cemaatın dayanaklarıdır.
Bunlar olmadan İslâm cemaati de olmaz.
Bunların hepsi de sağlıklı bir şekilde
Allah'a iman, bu imanın yükümlülüklerini en güzel şekilde öğrenmeyi
gerektirir. Allah'ın sistemini doğru bir şekilde anlamayı ve onun, hayatın
her tarafını kapsamına aldığını idrak etmeyi zorunlu kılar. Akideyi kuvvetle
desteklemenin ciddiyetini ve bu akideden coşup gelen toplumun tamamının
hayatına şekil verecek olan sistemi yürürlüğe koymak için harcanması gereken
çabanın kavramasını gerektirir. Hukuk sistemini Allah'ın şeriatından alan ve
hayatının tamamını Allah'ın sistemi üzerine kuran müslüman toplum,
müslümanın iyiliği emretme, kötülüğü engelleme görevini gerçekten yerine
getirmesine izin veren toplumdur. Böyle bir müslüman toplum olmadan iyiliğe
yapılan çağrının, kötülükten engelleme çabasının sonuç alınamayan bireysel
eylemlerden öteye geçmesi mümkün değildir. Bütün dünyanın her tarafında
egemen bulunan cahili toplumlarda iyiliği emretme, kötülüğü engelleme
çalışmaları çoğu zaman asla gerçekleştirilemez. Çünkü bu toplumlar,kendi
hayatlarını insanların birbirine müdahale etmesini dışlayan sosyal
terminolojik esaslara ve geleneklere dayandırmakta fasızlığı, kötülüğü ve
günahkarlığı "özel hayatım" şeklinde değerlendirmekte ve onlara kimsenin
müdahale etmesine izin vermemektedirler. Bunun yanısıra zulümden, baskıdan,
haksızlıktan ve azgınlıktan öyle korkunç bir kılıç yapmaktadırlar ki, ona
karşı ağızlara gemler vuruluyor, diller bağlanıyor ve zalimlere karşı
iyiliği, doğruyu savunanlar cezalandırılıyor.
Bu nedenle en köklü çalışmaların, en onurlu
fedakarlıkların her şeyden önce iyi bir toplumun kurulması üzerine
yoğunlaştırılması gerekmektedir. İyi toplum ise Allah'ın proğramı üzerine
kurulan toplumdur. İyiliği yaygınlaştırma kötülükten alıkoyma yoluyla dar
kapsamlı düzeltmelere, özel ve bireysel ıslahatlara yönelmeden önce
çabaların, çalışmaların ve fedakarlıkların bu noktada yoğunlaştırılması
gerekmektedir.
Toplumun bir bütün olarak bozulduğu,
cahiliyenin azgınlaştığı, toplumun Allah'ın sistemi dışındaki sistemlere
göre düzenlendiği ve Allah'ın şeriatı dışında başka bir hukuka boyun
eğildiği durumlarda dar kapsamlı çalışmalara yönelmenin yararı yoktur. Bu
durumlarda yapılan çalışmaların temelden başlaması, kökten yeşermesi
gerekir. Harcanan çabanın ve verilen mücadelenin yeryüzünde Allah'ın
hakimiyetini gerçekleştirmeye adanması lazımdır. Bu egemenlik meselesi
çözüme kavuşturulunca, iyiliği yaygınlaştırma ve kötülükten alıkoymanın
dayanabileceği bir temel oluşturulmuş demektir.
Bu da imana ihtiyaç gösterir ki bu imanın
gerçek yapısını kavramayı ve onun hayat düzeni üzerindeki fonksiyonunu
anlamayı gerektirir. İşte bu düzeydeki bir iman, güvenin tamamını Allah'a
yöneltebilir. Yol ne kadar uzarsa uzasın, Allah'ın iyiliği muzaffer
kılacağına tam olarak güvenir. Mükafatının Allah katında olduğundan şüpheye
düşmez. Bu görevi üstlenen kimse bu yeryüzünde herhangi bir mükafat
beklemez. Sapık toplumun kendisini takdir etmesini ve herhangi bir yerde
cahiliye taraftarlarının kendisine destek olmasını beklemez.
Kur'an-ı Kerim'in ve peygamberin iyiliği
yaygınlaştırma ve kötülüğü engellemeye ilişkin bütün direktifleri, müslüman
toplumda müslüman bireyin görevleriyle ilgilidir. Yani bazı durumlarda bir
takım idari zulümler, bazı zamanlarda kötülüklerin yaygınlaşmasına rağmen
temel ilke olarak, Allah'ın egemenliğini kabul eden ve onun şeriatını esas
alan bir toplumda yaşayan müslümanın görevini dile getirmektedir. İşte
böylece biz peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) "En üstün cihad
zalim bir imamın karşısında doğru sözü dile getirmektir" buyurduğunu
görmekteyiz. Yani karşısında hak söz dile getirilen "imamdır" (Hükümdardır).
Kişi Allah'ın egemenliğini ilke olarak kabul etmeyip onun şeriatını
yürürlüğe koymadıkça zaten İslâm devletinin hükümdarı, imam olamaz. Yani
Allah'ın şeriatıyla hükmetme ene "imam" adı verilmez, onu Cenab-ı Allah,
"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kafirlerin kendileridir" şeklinde
nitelemektedir." (Maide Suresi, 44)
Allah'ın şeriatını yürürlüğe koymayan cahili
toplumlarda ise en büyük ve en ciddi kötülük, tüm kötülüklere kaynaklık
eden, ana kötülük Allah'ın hayat için koymuş olduğu yasayı reddetmek
suretiyle Allah'ın ilahlığını reddetmektir. İşte dar kapsamlı kötülüklerle
mücadeleye girişmeden önce reddedilmesi gereken bu, her türlü kötülüğün
kaynağı olan temel ve köklü kötülüktür. Çünkü diğer kötülüklerin tamamı onun
peşinde gelmekte, onun bir dalı ve uzantısı olmaktan öteye geçmemektedir.
Allah'ın hükmüne karşı cüretkârlıktan,
ilahlık özelliklerini iddia etmekten, Allah'ın hayat için koymuş olduğu
yasayı reddetmek suretiyle Allah'ın ilahlığını reddetme kötülüğü, pek tabii
olarak diğer dar kapsamlı kötülüklerin anası durumunda iken çıkarılacak iyi
ve seçkin insanların çalışmalarını dar kapsamlı kötülüklerle mücadele
yolunda boşa harcamamalıdır. Ana kötülüğün uzantılarından ve uğursuz
ürünlerinden biri olduğunda kuşku bulunmayan dar kapsamlı mücadeleyle zaman
öldürmenin hiç bir yararı yoktur.
Sonra biz insanları işledikleri herhangi bir
kötülükten dolayı nasıl sorguya çekebiliriz? Onların davranışlarını hangi
ölçüyle ölçüp, bu yaptığınız iş kötüdür, ondan sakının diyebiliriz. Çünkü
biz bu iş kötüdür dediğimizde şuradan buradan onlarca insan karşımızda
duracak ve: "Hayır! Bu kötü bir şey değildir. Eskiden bu iş kötü
görünüyordu! Fakat dünya "gelişiyor", toplum "ilerliyor" ve değerler de
değişiyor" diyeceklerdir.
Öyleyse her şeyden önce tüm davranışları
kendisine göre değerlendirmemiz gereken, herkes tarafından onaylanmış bir
ölçü olmalıdır. İyiliği ve kötülüğü kendisine göre tayin edebileceğimiz
değerler olmalıdır. Peki bu değerleri nereden alabiliriz? Bu ölçüyü nereden
getireceğiz?
İnsanların bir şekilde durmayan, sürekli
değişen arzularından, ortak uzlaşmalarından, geleneklerinden,
ihtiraslarından mı? Bu durumda biz, içinden çıkılmayacak bir şaşkınlığa
düşer, uçsuz bucaksız bir çölde yolumuzu şaşırırız.
O halde her şeyden önce bir ölçü belirlemek
gerekiyor. Ayrıca bu ölçünün arzu ve isteklere göre değişmeyen sabit bir
ölçü olması da zorunlu oluyor.
İşte bu değişmez ölçü, Allah'ın ölçüsüdür.
Eğer toplum, ilke olarak Allah'ın
egemenliğini kabul etmiyorsa, Allah'ın şeriatını yürürlüğe koymuyorsa, hatta
kendisini Allah'ın proğramına çağıran insanları hafife ve alaya alıyor,
onları dışlıyor, cezalandırıyorsa, bu durumda ne yapılacaktır?
Değişik ölçüleri ve değerleri bulunan
görüşlerin ve arzuların birbiriyle çeliştiği bu tür toplumlarda, hayatın
detaylarına ilişkin konularda iyiliği emretmek kötülüklerden sakındırmak,
boşa kürek sallamak, eğlencelik abes bir iş değildir de nedir?
Herşeyden önce hükmün, ölçünün, egemenliğin,
görüş ve arzuların çeliştiği durumlarda başvurulacak kaynağın belirlenmesi
gerekir.
Herşeyden önce en büyük iyiliği; Allah'ın
egemenliğini ve hayat için belirlediği proğramı, kabul ettirmeye çalışmakla,
en büyük kötülüğü de; Allah'ın hayat için koyduğu yasayı reddetmekle
(Allah'ın ilahlığını reddetme kötülüğünü) ortadan kaldırmak gerekmektedir.
Çünkü ancak temel atıldıktan sonra binanın dikilmesine geçilebilir. Öyleyse
bölük pörçük çalışmalar bir noktada yoğunlaştırılmalı, hepsini tek bir
cephede toplamayı ve binanın temelini oluşturan biricik zeminin
hazırlanmasına ağırlık verilmelidir.
Bazan müslüman toplumun; hayatının temeli ve
iyiliği emretme kötülükten sakındırma eyleminin zeminini hazırlayan asıl
mesele ayak altına alınmışken insan, birtakım insanların detaylara ilişkin
iyiliği emretme kötülükten sakındırmak için ortaya koydukları çabaya
hayıflanıyor ve üzülüyor!
Ekonomisinin temeli faize dayanan ve malının
tamamı haram olan ve hiçbir ferdinin helal lokma yeme imkanına sahip
olamadığı bir toplumda, haram yemenin günahından bahsetmenin ne anlamı
olacaktır? Çünkü bu toplumun sosyal ve ekonomik düzeni bütünüyle Allah'ın
hayat için koyduğu yasayı reddetmekle her şeyden önce Allah'ın ilahlığını
reddetmiş bulunmaktadır!
Kanunları zorla ırza geçme dışında zinayı
yasak saymayan, hatta zorla ırza geçme halinde bile onu Allah'ın yasası ile
cezalandırmayan bir toplumda fuhşu engellemeye çalışmak ne işe yarar...
Çünkü bu toplum Allah'ın hayat için koyduğu şeriatı reddetmekle ilke olarak
Allah'ın ilahlığını reddetmiş bulunmaktadır?!
Kanunları içki içmeyi ve alış-verişini
serbest bırakan ve umuma ait yollarda apaçık sarhoşluk dışında kimseyi
cezalandırmayı öngörmeyen hatta bu durumlarda bile Àllah'ın hükmünü, sarhoşa
uygulamayan bir toplumda, sarhoşluğun zararlarını dile getirmenin, buna
engel olmaya çalışmanın ne gibi bir yararı olabilir? Çünkü bu toplum ilke
olarak Allah'ın egemenliğini kabul etmiş değildir. Allah'ın egemenliğini
kabul etmeyen ve içinde Allah'a değil, Allah'ın dışındaki ilahlara tapılan
bir toplumda, dine sövmeyi yasaklamak hangi meseleyi çözebilecektir? Çünkü
burada toplumun hukukunu, yasasını, düzenini, kurumlarını, değerlerini ve
ölçülerini belirleyen Allah'ın dışındaki ilahlardır. Söven de sövülen de
Allah'ın dininde değildir. Onların her ikisi ve toplumlarının kitleleri;
toptan onlara hukuklar, yasalar belirleyen, onlar için değerler ve ölçüler
koyan kimselerin dinindendir.
Bu durumlarda iyiliği emretme ve kötülüğü
yasaklamanın ne yararı olacaktır. Bu büyük kötülüklerin en büyüğü olan,
Allah'ın hayat için belirlediği hayat proğramını red etmek suretiyle,
Allah'ı inkar etme kötülüğü yasaklanmadığı müddetçe, değil küçük kötülükleri
engellemenin, büyük günahları engellemenin bile ne yararı olabilir?
Mesele bu saf insanların harcadığı çabaların,
güçlerin ve onun verdiklerinin çok üstünde bir büyüklüğe, genişliğe ve
derinliğe sahiptir. Bu aşamada ne kadar geniş kapsamlı olursa olsun hatta,
isterse bunlar Allah'ın sınırları olsun detaylara göre hareket edilmez.
Allah'ın koyduğu sınırlar her şeyden önce Allah'ın egemenliğini kabul etme
temeline dayanır. Başka bir temele değil. Eğer bu egemenlik, yaşanan bir
realite olarak kabul edilmiyorsa, Allah'ın yasası, yaşamanın biricik kaynağı
olarak alınmıyorsa, Allah'ın ilahlığı ve egemenliği siyasi otoritenin tek
kaynağı sayılmıyorsa o zaman detaylara ilişkin her çalışma boşunadır.
Ayrıntılarla ilgili her girişim abestir. En büyük kötülük diğer
kötülüklerden daha çok çalışmaya ve çaba sarf etmeye, engellemeye muhtaçtır.
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun)
diyor ki: "Sizden kim bir kötülük görürse ona eliyle engel olsun. Eğer gücü
yetmezse diliyle, yine gücü yetmezse kalbiyle engel olsun. Bu imanın en
zayıf derecesidir."
Müslümanların kendi elleriyle kötülükleri
engelleyebilecek güçlerinin olmadığı zamanlar olabilir. Bu kötülüğü
dilleriyle de engelleme gücünde olmayabilirler. Bu durumda imanın en zayıf
derecesi elde kalır. O da kalpleriyle ona engel olmaya çalışmalarıdır. Yani
ona antipati besleme çaresidir. Eğer onlar gerçek müslüman ise hiç kimse
onları bu içe dönük davranışlarından, eylemlerinden alıkoyma gücüne sahip
olamaz.
Son maddede sözü edilen kalp ile değiştirme
olayı kötülüğe karşı pasif bir tavır olarak gözükmektedir. Peygamberimizin
onu bir engelleme olarak göstermesi onun kendi yapısında olumlu bir eylem
olduğunu göstermektedir. Kötülüğe kalp ile karşı koymak, bu kalbin kötülüğe
karşı aktif bir tavır takındığı anlamına gelir. Bu kalbin kötülükten
tiksindiği, onu reddettiği ve ona teslim olmadığı anlamına gelir. Bu
kötülüğe boyun eğilmesi ve kabul edilmesi gereken meşru bir durum olarak
görmüyor demektir. Kalplerin herhangi bir duruma karşı tavır koyması, bu
kötü düzenin yıkılması yolunda harekete geçen aktif bir kuvvettir. "Meşru"
bir düzenin ele geçen ilk fırsatta ele geçirilinceye kadar o kötülüğe karşı
sürekli bir gözetim mekanizması oluşturulmuş demektir. Bu gelişmelerin hepsi
de değiştirme ve aktif bir eylemdir. Buna rağmen bu eylemlerin hepsi de
imanın en zayıf derecesidir. Artık müslümanın imanın en zayıfını korumaktan
daha aşağı bir duruma düşmemesi gerekir. Varlığının bir realite olarak kabul
edilmesi, bazan sindirici bir dikta rejimine sahip olması nedeniyle kötülüğe
teslim olmak ise, en son halkanın da dışına çıkmak, imanın en zayıf
derecesinden soyutlanmak demektir.
Bu durumda toplum yahudilerin uğradığı lanete
uğramayı hak etmiş demektir:
"İsrailoğullarının kafirleri, Davud'un ve
Meryemoğlu İsa'nın dilinden lanetlenmiştir. Bu lânetlenmelerinin sebebi,
onların Allah'a karşı gelmeleri ve O'nun sınırlarını çiğnemeleri idi.
"Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini
sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları!"
Sonra yahudilerle ilgili bu bölümün sonlarına
geliniyor. Bu aynı zamanda 6. cüzün de sonudur. Burada yahudilerin
peygamberimiz dönemindeki durumları tasvir ediliyor ki, bu onların her yer
ve her zamanki halleridir. Onlar kafirleri dost edinirler, müslüman kitleye
karşı onları desteklerler. Bunun sebebi de ehli kitap olmalarına rağmen
Allah'a ve peygamberimize iman etmemeleri ve Allah'ın son dinine
girmemeleridir. Yani onlar mümin değildir. Eğer mümin olsalardı kafirleri
dost edinmezlerdi.
"Onların çoğunun kafirleri dost edindiklerini
görürsün. Bu davranışları kendilerine, Allah'ın gazabına uğramalarından ve
sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü bir gelecek
hazırlamıştır."
"Eğer onlar Allah'a, peygambere ve O'na
indirilen Kur'an'a inansalardı, kafirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu
fasık, yoldan çıkmış kimselerdir."
Ayetlerin ortaya koyduğu bu tesbitler
peygamberimiz dönemindeki yahudilerin durumlarını ortaya koyduğu gibi
onların bu günkü, yarınki ve her zamanki durumlarını sembolize etmektedir.
Aynı şekilde bugün yeryüzünün büyük bir kısmında egemen olan ehli kitabın
diğer bir kolu olan hristiyanlar için de geçerlidir. Bu aynı zamanda
Kur'an'ın sırları ve her zamanki müslüman cemaat için verdiği tesbitler
üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir.
Müşriklerle dostluk ilişkilerini geliştiren
ve onları müslümanlara karşı kışkırtanlar yahudilerdir. "Kafir olanlara,
bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır, diyorlardı."
Kur'an onların bu sözlerini vermektedir.
Yahudilerin ve müşriklerin ortaklaşa gerçekleştirdiği Hendek savaşı da
onların bu tutumlarını ortaya koymuştur. Bundan önce ve bundan sonra
günümüze kadarki olaylar da onların tavırlarını net olarak ortaya
koymaktadır. Filistin toprağında kurulan İsrail devleti de ancak
Materyalist, şimdiki ateist kafirlerin dostluğu ve desteğiyle kurulmuştur.
Ehli Kitab'ın diğer grubu olan hristiyanlar
ise, müslümanlarla ilgili her konuda materyalist-ateistlerle (komünistlerle)
yardımlaşmaktadır. Yine müslümanlar söz konusu olduğunda onlar, putperest
müşriklerle de yardımlaşmaktadırlar! İsterse bu "müslümanlar", hiç bir şeyle
İslâm'ı temsil etmesin. Müslümanlıkları sadece ataları müslüman olan bir
milletin torunları olmaktan ibaret olsun. Bunlar, müslüman olduğunu söyleyen
herkesten bu müslümanlık iddiaları sözden öteye geçmese de bu dine
kinlerinden dolayı nefret ederler! Allah ne kadar doğru söylüyor:
"Onların çoğunun kafirleri dost edindiklerini
görürsün. Bu davranışları kendilerine Allah'ın gazabına uğramalarından ve
sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü bir gelecek
hazırlamıştır."
İşte kendi elleriyle kendilerine
hazırladıkları akıbet budur. Allah'ın gazabına uğramaları... Cehennemde
süresiz olarak kalmaları. Bu ne kötü bir akıbettir. Kendi elleriyle
kendilerine sundukları şey ne kötüdür! Aman Allah'ım! Bu ne acı bir
meyvedir, kafirlere dost olmalarının meyvesi!
bizden kim bu toplulukla ilgili Allah'ın
sözünü duymuşsa, Allah'ın izin vermediği birtakım bahaneler ileri sürüp
müslümanlarla kafirleri dost edinen düşmanları arasında dostluğu ve
işbirliği yapmaya kalkışmasın. Ve kafirleri dost edinen düşmanlarına
yanaşmasın.
Peki sebep ? Onları kâfirlerle dost olmaya
iten sebep nedir? Allah'a ve peygamberimize iman etmemeleridir.
"Eğer onlar Allah'a, peygambere ve O'na
indirilen Kur'an'a inansalardı, kafirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu
fasık, yoldan çıkmış kimselerdir."
İşte neden budur. Onlar Allah'a ve
peygamberimize iman etmemişlerdir. Onların çoğu fasıktır. Öyleyse onlar
bilinçte ve yönelişte kafirlerle aynı gruptandır. Bu nedenle müminleri dost
edinmeyip, kafirleri dost edinmelerinde bir gariplik yoktur. Kur'an'ın bu
değerlendirmesiyle üç gerçek ortaya çıkmaktadır:
Birinci gerçek: Peygamberimize (salât ve
selâm üzerine olsun) iman eden az bir grup dışında Ehli Kitab'ın tamamı
Allah'a inanmamıştır. Çünkü onlar Allah'ın son peygamberine inanmamışlardır.
Kur'an onların yalnız peygamberimize iman etmediklerini değil, Allah'a da
iman etmediklerini belirtmektedir.
"Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve O'na
indirilen Kur'an'a inansalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu
fasık, yoldan çıkmış kimselerdir."
Bu Allah'ın, saptırması mümkün olmayan açık
bir belirlemesidir. Onlar istediği kadar Allah'a iman ettiklerini iddia
etsinler, özellikle bu derste ve başka Kur'an ayetlerinde belirtildiği gibi,
onların ilahlık gerçeği hakkındaki düşüncelerinin sapıklığını göz önünde
bulundurduğumuzda bu gerçeği daha rahat kavrayabiliriz.
İkinci gerçek: Ehl-i Kitab'ın tamamı
peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından Allah'ın dinine
girmeye çağırılmıştır. Bu çağrıya kulak verenler iman etmiş ve Allah'ın
dinine girmiştir. Yüz çevirenler de Allah'ın kendilerini nitelediği sıfatı
hak etmişlerdir.
Üçüncü gerçek: Ehli Kitap ve müslümanlar
arasında herhangi bir alanda, dostluk ve yardımlaşma söz konusu olamaz.
Çünkü müslümana göre hayatın her alanı dinin emrine bağlı kalmak zorundadır.
Bununla beraber İslâm, müslümanlardan
İslâm'ın egemen olduğu bölgede (Dar'ul-İslâm) günlük hayatlarında,
ahlâklarında, canlarını, mallarını ve namuslarını korumada Ehl-i Kitaba iyi
davranmalarını ister. Onları her ne olursa olsun, kendi inançlarında serbest
bırakmalarını güzellikle İslâm'a çağırmalarını, güzellikle onlarla
tartışmalarını, müslümanlarla barış ve antlaşmalarına bağlı kaldıkları
müddetçe, müslümanların da bu antlaşmalara bağlı kalmalarını ister. Her ne
olursa olsun, onlar din konusunda hiçbir zorlama ile karşılaşmazlar... İşte
İslâm budur... Tüm açıklığı, bütün netliği, tüm güler yüzlülüğü ve bütün hoş
görüsü ile İslâm...
Allah doğruyu söyler ve O doğru yolu
gösterir.
YEDİNCİ CÜZ
Bu cüz, altıncı cüzde baş taraflarını
açıkladığımız Maide sûresinin son kısımları ve En'am suresinin baş
tarafından "Eğer biz onlara melekler göndermiş olsaydık" diye başlayan 111.
ayetine kadar olan bölümünden oluşmaktadır. Cüz'ün ikinci bölümünü oluşturan
kısımla ilgili açıklamayı En'am sûresinin baş tarafında vereceğiz. Şimdi biz
cüzün birinci bölümünü oluşturan Maide sûresinin geri kalan kısmını
açıklamaya devam edeceğiz.
Altıncı cüzde yer alan Maide sûresinin
tanıtılması ile ilgili olarak şunları söylemiştik:
"Bu Kur'an Hz. Peygamberin kalbine;
kendisiyle bir ümmet oluşturması, bir devlet kurması, bir toplum
düzenlemesi, bu toplumun fertleriyle, bu devletin diğer devletlerle ve bu
ümmetin diğer milletlerle olan ilişkilerinin belirlenmesi için
indirilmiştir. Yanısıra tüm bu ilişkilerin güçlü bir bağla bağlanması,
ayrılıkların birleştirilmesi, parçaların bütünleştirilmesi ve tamamının tek
bir buyruğa, tek bir otoriteye ve tek bir hedefe bağlanması için
indirilmiştir. İşte Allah katındaki gerçeği üzere müslümanların -gerçek
müslüman oldukları o günlerde- tanıdıkları şekliyle din budur.
Daha önce geçen üç uzun sûrede olduğu gibi,
bu sûrede de değişik konular yer almaktadır. Bu konuların tamamını birbirine
bağlayan bağ ise, Kur'an'ın bütününü gerçekleştirmek için geldiği şu temel
hedeftir: "Kendisine has inanç, belirli bir düşünce ve yeni bir yapılanma
temeline dayanan bir ümmet oluşturma, bir devlet kurma ve bir toplum
düzenleme..."
Bunun da temeli, İlahlık, Rablik, hakimiyet
ve otoritede Allah'ın biricik tanınması ve dünya görüşünün kanunlarının,
düzeninin, ölçülerinin ve değerlerinin -ortaksız olarak- sadece O'ndan
alınmasıdır.
Sûrede, yanısıra şunları da bulmaktayız:
İnanca dayalı düşüncenin yapısı, bu düşüncenin putperest masallarından ve
Kitab Ehlinin sapma ve tahriflerinden temizlenip arındırılması, müslüman
toplumun yapısının ve fonksiyonunun gerçeği, yolunun ve yolundaki
zorlukların tabiatı, bu toplumun ve bu dinin düşmanlarının kollayıp durduğu
gedikleri.. Müslüman ferdin ve toplumun ruhunu temizleyen ve Rabbine
bağlayan ibadetlere ilişkin hükümleri... Toplum ilişkilerini düzene koyan
"toplumsal yasaları" ve devletlerarası ilişkileri düzenleyen "devletler
hukuku"nu, yiyecek, içecek ve evlenmeye ilişkin ya da amel ve tutumlara
ilişkin helal ve haram hükümlerini...
Tüm bunlar Allah'ın dilediği -gerçek müslüman
oldukları günlerde- anladığı şekliyle "Din"in anlamını içeren bir sûrede
topluca sunulmaktadır."
Sûrenin karakteri ve muhtevasıyla ilgili bu
genel tasvirin ışığı altında bu cüz'de yer alan surenin geri kalan kısmını
da inceleyebiliriz. Bu bölüm de, altıncı cüzde bir kısmı açıklanan sûrenin
ihtiva ettiği konuların bir devamı niteliğindedir.
Burada Medine'deki İslâm ümmetinin karşısında
yer alan değişik düşman odaklarından ve bu ümmete karşı onların
gönüllerindeki düşmanlıktan söz edilmektedir. Bunun yanında bu güç
odaklarının tavır ve tutumlarındaki farklılıktan bahsedilmekte, gerçek sözü
duyduklarında kalpleri yumuşayan ve peygamberin (salât ve selâm üzerine
olsun) çağrısını kabul edip Allah'ın mükafatını ve altında ırmaklar akan
cennetleri kazanan, hristiyan cemaatler gibi bazı grupların hidayete sempati
duyduklarına işaret edilmektedir.
Helal ve haram kılma gibi yaşama yetkisinden
söz edilmekte, Allah'ın belirlediği ilke ve direktiflerden destek almadan
helâl ve haram kılmaya kalkışma yasaklanmakta, müminlere, iman ettiklerini
açıkladıktan sonra iman ve küfürle doğrudan ilişkisi bulunan bu tür
konularda Allah'tan korkmaları hatırlatılmaktadır.
Bundan sonra yeminler, içki, kumar, putlar,
fal okları, ihram halinde ava çıkma, Kabe, Haram Aylar, kurbanlıklar ve
gerdanlıklı hayvanlar dokunulmazlığı ile ilgili hukukî yasamalara
değinilmektedir. Allah'ın yasalarına ve peygamberin (salât ve selâm üzerine
olsun) emrettiklerine itaat edip bağlanmanın gerektiğine dikkat çekilmekte,
onlara aykırı düşmekten sakındırılmakta ve uzak durulması telkin
edilmektedir. Acıklı azap ve Allah'ın intikamı ile tehdit edilmekte,
herkesin kendisine döneceği yüce Allah onlara hatırlatılmaktadır.
Buradan müslüman cemaatın eğitilmesiyle
ilgili konulara geçilmektedir. Pratiğe aktaracağı değerler belirtilmektedir.
Buna göre müslüman cemaat, kötülüğün yaygın oluşuna kendisini kaptırmayacak
tersine, iyiye, temize taraftar olacaktır. Rabbine ve peygamberine karşı
zorunlu olan edebi takınacaktır; kendisine açıklanmayan şeyleri sormayacak,
ana hatlarıyla değindiği konuların detaylarını istemeyecektir.
Sonra cahiliyenin Allah'a ortak koşmasından
ve putperestliğinden kaynaklanan bir takım geleneklerin ve yasaların
iptaline değiniliyor. "Bahire, Saibe, Vasile ve Hâmi" gibi hayvanlar ve
onların kesim yasaklarına ilişkin hükümler kaldırılıyor. Hayatın her
alanıyla ilgili tüm konularda gerçek yasama yetkisinin yalnız bir kaynağa
dayandırılması gerektiği ve bu kaynağın da insanların örfleri ve uygun
gördükleri değil, yalnız Allah olduğu vurgulanıyor.
Bunun yanında, müslüman ümmetin kendisine
özgü karakteriyle ortaya çıkması, kendi iç bünyesinde kenetlenmesi,
başkasından apayrı bir nitelik kazanması, kendi uyruğuna bağlanması, yanlış
yolda gidenlerin uyruğundan ilişkisini kesmesi, kendisinin ve başkasının
ahiret gününde hesabını yalnız Allah'a bırakması gerektiği belirtiliyor.
Yasama konularıyla ilgili açıklama, yolculuk
sırasında veya ikamet edilen bölgeden uzak yerlerdeki ölüm hallerinde
vasiyet edilirken şahit tutulması gerektiğini bildiren hüküm ile sona
ermektedir. Allah yolunda cihad eden, Allah'ın nimetlerinden yararlanmak
amacıyla ticaret yapmak için yola çıkan bir toplumda İslâm'ın, bu tür
problemleri nasıl çözüme kavuşturduğuna, bu hükümleri, dünya ve ahirette
Allah korkusuna nasıl bağlandığına ışık tutmaktadır.
Sûrenin geri kalan kısmında ise, Ehli Kitabın
bir kesimini oluşturan hristiyanların akidelerinin düzeltilmesine devam
edilmektedir. Bu nedenle tekrar Meryem ve İsa kıssalarına değinilmektedir.
Allah'ın, Hz. İsa'nın eliyle gerçekleştirdiği mucizeler, Havarilerin
istediği sofra (Maide) meselesi ele alınmaktadır. Sonra Hz. İsa ve
Annesi'nin ilahlığı meselesine dolayısıyla hristiyanların bu konudaki
asılsız iddialarına temas edilmekte, Hz. İsa (selâm üzerine olsun)
canlandırılan dehşet verici bir kıyamet sahnesinde Rabbinin ve bütün
insanların huzurunda, tüm peygamberlerin (salât ve selâm hepsinin üzerine
olsun) de hazır bulunduğu bir sırada bu iddiayı yalanlamakta ve bu iftiradan
uzak olduğunu açıklamaktadır.
Sûre, yerin, göklerin ve ikisinde yer alan
her varlığın, Allah'a ait olduğunu, Allah'ın kudreti için hiçbir kayıt ve
sınırdan söz edilemeyeceğini açıklamakla sona ermektedir. "Göklerin,
yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların egemenliği Allah'ın
tekelindedir. O'nun her şeye gücü yeter."
Sûrenin muhtevasına ilişkin bu özet, sûrenin
kendi metoduna uygun içeriğiyle tam bir bütünlük arz ettiğini ortaya
çıkarıyor. Sûrenin baş tarafında bu metoda değinmiş ve bu kısa açıklamanın
başında da bundan birkaç parağraf nakletmiştik.
82- İnsanlar arasında
müminlere en amansız düşman olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar
olduğunu göreceksin. Buna karşılık müminlere en çok sempati duyanların "Biz
hırıstiyanız" diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü hristiyanlar arasında
Allah'a bağlı bilginler ve din adamları varılır ve onlar büyüklük
taslamazlar.
MÜMİNLERE KARŞI EHL-İ KİTABIN
VE MÜŞRİKLERİN TAVIRLARI
Bu bölüm, sûrenin yarısından fazlasını
kapsayan uzun konunun bir devamıdır. Burada yahudilerden, hristiyanlardan ve
müşriklerden, bu üç kesimin peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) ve
müslüman ümmete karşı tutumlarından söz edilmektedir. Daha önce hem
hristiyanların ve hem de yahudilerin inanç sistemlerinin bozuk olduğuna
temas edilmiş, yahudilerin hem kendi peygamberlerine hem de son peygambere
(salât ve selâm üzerine olsun) karşı kötü niyet beslediklerine, onlara karşı
katı tavırlar takındıklarına, peygambere karşı müşrikleri desteklediklerine
değinilmiştir... Yahudilerin ve hristiyanların kendi kitaplarını
uygulamadıkları, Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerine
sunduğu Kur'an'ı yalanladıklarından dolayı akide olarak "küfre" düştükleri
hükme bağlanmış ve Tevrat'ı, İncil'i ve Rabblerinden kendilerine gönderilen
Kur'an'ı yürürlüğe koymadıkları müddetçe hiçbir gerçeğe dayanmış
olmayacakları vurgulanmıştır.
Sonra hitap peygambere (salât ve selâm
üzerine olsun) yöneltilmiş ve Rabbinden kendisine gönderilen vahyi müşrik,
yahudi, hristiyan herkese ulaştırması gerektiği bildirilmiştir. Bu
kesimlerin hepsi de İslâm'a girmeleri için İslâm'la muhataptı. Ayrıca
müslüman ümmete yöneltilen hitabta; Allah'a, peygambere ve iman edenlere
dost olmaları, yahudi ve hristiyanlarla ise dost olmamaları gerektiği,
onların bir kısmının bir kısmına dost oldukları, yahudilerin inkar edenlerle
dostlukları ve Hz. Davut ile Meryem'in oğlu Hz. İsa tarafından
lanetlendikleri belirtilmiştir.
Sûrenin geri kalan şimdiki bölümünde ise,
bütün bu grupların peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) ve müslüman
ümmete karşı takındıkları tavırlar dile getirilmektedir. Ahirette hepsini
bekleyen ceza anlatılmaktadır.
Bu İslâm ümmeti, Kur'an-ı Kerim'in
direktifleri ve açıklamalarına göre, stratejisini ve hareketini belirlemek,
tüm insanlara karşı tutumlarını bu direktiflere ve açıklamalara uygun
biçimde ayarlamak için inanıyor ve ona sahipleniyordu. Bu kitap, İslâm
ümmetine yön veren, onu harekete geçiren, kılavuzluk eden ve yol gösteren
bir kitaptı. Onun içindir ki bu ümmet hep galipti, mağlup olmamıştı. Zira
peygamberi yüce ilahî direktifler doğrultusunda ona liderlik ettiği andan
itibaren, düşmanıyla giriştiği savaşlarda, sürekli olarak doğrudan Rabbanî
bir liderliğe bağlı olarak hareket etmiştir.
Bu Rabbanî direktifler ve Kur'an-ı Kerim'in
kapsadığı açıklamalar halâ tazeliğini korumaktadır. Bugün de yarın da
İslâm'ın mesajını yüklenenler, bu direktïflerle ve açıklamalarla sanki şu
anda kendilerine iniyormuş gibi muhatap olmak zorundadırlar. Bu
direktiflerin ve açıklamaların ışığı altında çeşitli insan kesimlerine,
çeşitli görüşlere, ekollere, inançlara, çeşitli kurumlara ve düzenlere,
çeşitli değerlere ve ölçülere karşı tavırlarını belirlemek
mecburiyetindedirler. Bu, bugün böyle olduğu gibi yarın da böyle olacak ve
kıyamete kadar da öyle devam edecektir...
"İnsanlar arasında müminlere en amansız
düşman olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu göreceksin...'
Ayet-i kerimenin ifadesi Hz. Peygambere
(salât ve selâm üzerine olsun) özel bir hitab olabileceği gibi, genel geçer
bir gerçeği dile getiren genel bir hitap da olabilir. Çünkü her insanın
görebildiği apaçık bir realiteyi dile getirmektedir. Kur'an-ı Kerim'in
kendisiyle indirildiği dil olan Arapça'da bu tür ifade biçimlerine rastlamak
mümkündür. Ayet, her iki halde de, değindiği gerçeği açık bir biçimde ortaya
koymaktadır.
Bu gerçeği belirttikten sonra, ayetin ifade
biçiminde yahudilere ortak koşanlardan önce yer verilmesi dikkat
çekmektedir. Yani iman edenlere en amansız düşmanlar müşriklerden önce
yahudilerdir. Yahudilerin düşmanlığı müşriklerinden daha yaman, daha
acımasız daha apaçık ve düşünen herkesin görebileceği bir realitedir.
Düşmanlıkta önce yahudiler sonra müşrikler gelir.
Evet, ifade şekillerinde "ve" bağlacı ile
yapılan bağlamalar beraberlik ifade eder; bir sıralama, bir öncelik sonralık
anlamına gelmez. Ancak burada yahudilerin önce kaydedilmesi, onların kökeni
ehli kitap olmaları nedeniyle iman edenlere karşı müşriklerden daha az
düşman olmaları gerektiği şeklindeki anlayışla beraber ele alındığında bu
öne alışın, özel bir önemi olduğunu ve Arap ifade biçimde "ve" ile yapılan
atıflardan farklı bir ifade tarzı olduğunu kestirebiliriz. Çünkü bu öne alış
en azından onların Ehl-i Kitap oluşlarının, bir vakıa olan gerçeği, yani
onların da aynı Allah'a ortak koşanlar gibi iman edenlere amansız düşman
kesildikleri gerçeğini değiştirmediğine dikkat çekmektedir. Bunun "en
azından" böyle olduğunu söylüyoruz. Fakat böyle söylemiş olmak yahudilerin
düşmanlıkta Allah'a ortak koşanları da geçebileceği ihtimalini ortadan
kaldırmaz.
İnsan bu Rabbani açıklamayı, İslâm'ın
doğuşundan günümüze kadar somut tarihi gerçeklerle açıklamaya çalıştığında,
yahudilerin iman edenlere karşı düşmanlığının, müşriklerin düşmanlığına
oranla daha amansız, daha katı, daha ısrarlı ve daha köklü olduğuna karar
vermede asla tereddüt etmez!
Yahudiler, Medine'de ilk İslâm Devleti
kurulduğu andan itibaren İslâm'a karşı düşmanca tavır koydular. İslâm
ümmetinin ilk ümmet olduğu günden itibaren ona karşı tezgahlar kurdular.
Kur'an-ı Kerim'in bu düşmanlık ve düzenbazlıklara ilişkin açıklamaları ve
işaretleri yahudilerin tarih boyunca İslâm'a, peygamberimize (salât ve selâm
üzerine olsun) ve müslüman ümmete karşı giriştikleri sürekli savaşı, on dört
asra yakın bir zamandır bir an dahi sönmeyen ve bugün hâlâ yeryüzünün her
bölgesinde bütün şiddetiyle devam eden savaşı, tek başına aydınlatmaya
yeterlidir.'
Hz. Peygamber Medine'ye vardığında ilk iş
olarak yahudilerle bir arada yaşama anlaşması yapmış ve onları ellerindeki
Tevrat'ı tasdik edene; İslâm'a çağırmıştı. Fakat onlar bu anlaşmaya bağlı
kalmamışlardı. Nitekim tarih boyunca her zaman Rableriyle ve daha önceki
peygamberleriyle yaptıkları her sözleşmeyi bozmuşlardı. Hatta onlar hakkında
Allah buyuruyor ki:
"Biz sana öyle gerçekler, açıklayıcı ayetler
indirdik ki, onları sadece fasıklar inkar eder."
Onlar ne zaman bir ahit yaptılar ise
aralarından bir grup onu bozup bir yan;a atmadı mı? Aslında onların çoğu
inanmaz.
Onlara Allah katından önlerindeki kitabı
onaylayan bir peygamber gelince, kendilerine kitap verilenlerin bir grubu,
Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi onu arkalarına attılar.
Allah'ın Evs ve Hazreç kabilelerini İslâm'da
birleştirdiği günden itibaren İslâm ve müslümanlara karşı düşmanlıklarını
gizlediler. Artık yahudiler, onlar üzerinde ne olumlu ne de olumsuz hiçbir
etkiye sahip değildi. Müslüman ümmetin liderliği belirginlik kazanıp Hz.
Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) dizginleri eline aldığı günden
itibaren yahudilerin otoritesine yer kalmamıştı.
Onlar yahudi düzenbazlık dehasının ortaya
koyduğu, Babil'deki esaretin, Mısır'daki köleliğin ve Roma Devleti'ndeki
ezikliğin kendisine kazandırdığı her çeşit silah ve vasıtayı kullanmıştı.
İslâm, tarih boyunca ulusların ve inançların kendilerine uyguladığı baskıdan
sonra, onlara geniş imkanlar tanımasına rağmen, onlar ilk gününden itibaren
İslâm'ın nezaketini en çirkin tuzaklarla, en alçak hilelerle geri
çevirmişlerdi.
Arap yarımadasında Allah'a ortak koşan bütün
güçleri İslâm'a ve müslümanlara karşı kışkırtmıştı. Birbirinden apayrı
kabileleri müslüman kitleye karşı savaşmak için, bir araya getirmeye
çalışmışlardı.
İnsanların müslüman olduğu devirlerde İslâm,
onları hakkın gücü ile mağlup edince, İslâm'a karşı daha sinsi
düzenbazlıklara yönelip, kitaplarına uydurma şeyler sokmaya çalıştılar. Öyle
ki bu tahrifatta yüce Allah'ın korumayı garanti ettiği Kur'an-ı Kerim
dışında yakasını kurtarabilen tek İslâm kitabı kalmamıştır. Ayrıca
müslümanların safları arasında ayrılık tohumlarını ektiler. Daha yeni olarak
İslâm'a girenleri, İslâm'ı henüz iyice kavrayamamış müslüman ülkelerden
birtakım kimseleri kullanma metoduyla, fitneyi körüklemeye çalıştılar.
Dünyanın çeşitli ülkelerindeki İslâm düşmanlarını bu dine karşı kışkırtarak
da bir takım komplolar hazırladılar. Onların bu tavırları son asra kadar
değişmeden geldi. Şimdi onlar yeryüzünün her tarafında İslâm'a karşı
yürütülen savaşın liderliğini yapıyorlar. Bu kapsamlı savaşta hem Haçlıları
hem putperestleri kullananlar, yeni akımlar oluşturan ve müslümanların
adlarını taşıyan bazı kimseleri kahraman yapanlar, bu dinin temellerinden
her birini yok etmek; Haçlı-Siyonist bir savaş vermek için, bu kahramanları
ileri sürenler de yine onlardır!
Ve gerçekten yüce Allah doğru söylemiştir:
"İnsanlar arasında müminlere en acımasız düşman olanların yahudiler ve
Allah'a ortak koşanlar olduğunu göreceksiniz."
Medine'de kurulan İslâm Devleti'ne karşı
düşman kitlelerini kışkırtan, Beni Kurayza ve diğer yahudiler ile Mekke'deki
Kureyş ve Arap yarımadasındaki diğer kabileleri birleştiren yahudidir.
Hz. Osman'ın (Allah ondan razı olsun) ölümü
ile sonuçlanan ve ondan sonra baş gösteren iç çekişmelerde göze çarpan fitne
olayında halk kitlelerini kışkırtan, dağınık kitleleri birleştiren ve doğru
yanlış haberler yayan yahudilerdir.
Hz. Peygamber'in (salât ve selâm üzerine
olsun) hadislerine, rivayetlere ve İslâm tarihine uydurma ve yalan şeyler
katmaya önderlik eden yahudidir. Bunu izleyen ve yeryüzünün herhangi bir
yerinde ortaya çıkan İslâmî direnişin öncülerine karşı başlatılan savaşın
arkasında yahudi vardır.
Sonra, ateist-materyalist ideolojinin
arkasında olan yahudidir. Hayvanî seksüel duyguların, serbestliğini öngören
görüşlerin arkasında yahudi vardır. Tüm kutsal şeylere ve sınırlamalara
karşı olan, yıkıcı görüşlerin çoğu yahudi tezgahıdır!
Yahudilerin İslâm'a karşı başlattıkları
savaş, Allah'a ortak koşanların ve putperestlerin eskisi ve yenisiyle
İslâm'a karşı verdikleri barbarca savaşlardan daha uzun boylu ve daha geniş
çaplı olmuştur. Allah'a ortak koşucu olan Araplarla girişilen savaş, bütünü
ile yirmi yıldan fazla bir zaman almamıştı. Pers İmparatorluğu'yla girişilen
savaş da ancak bu kadar zaman almıştı. Bu asırda ise, Hint putperestliğiyle
İslâm arasındaki savaşın şiddetli bir savaş olduğu açık olmasına rağmen, bu
savaşın şiddeti, Siyonizmin İslâm'a karşı sürdürdüğü savaşın şiddetine
ulaşmamıştır. Marksizm de bu uluslararası savaşın bir boyutudur. Yahudilerin
İslâm'a karşı başlattığı sürekli ve geniş kapsamlı savaşın, ilerde
değineceğimiz Haçlı savaşlarından başka bir benzerine rastlanamaz.
Yüce Allah'ın "İnsanlar arasında müminlere en
acımasız düşman olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu
göreceksin" dediğini işitir ve metinde yahudilerin, ortak koşuculardan önce
kaydedildiğine dikkat eder, sonra da tarihi realiteyi gözden geçirirsek,
yahudilerin, neden ortak koşuculardan daha önce yer aldığını, Allah'ın buna
ilişkin hikmetini bir ölçüde kavrayabiliriz!
Bu yahudilerin, çirkin, iğrenç karakteridir.
Sürekli olarak gönüllerinde İslâm'a ve peygamberimize karşı bir kin
beslemişlerdir. Bu nedenle Allah peygamberini ve müslümanları onlardan
sakındırmıştır. Yahudilerin bu çirkin ve iğrenç karakteri ile İslâm ve
İslâm'ı en güzel biçimde yaşadıkları sırada müslümanlardan başkası baş
edememiştir. Bu çirkin ve şirret karakterden dünyayı ancak İslâm
kurtarabilir, insanlar ona teslim olduğu gün.
"Buna karşılık müminlere en çok sempati
duyanların "Biz hristiyanız" diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü
hristiyanlar arasında Allah'a bağlı bilginler ve din adamları vardır ve
onlar büyüklük taslamazlar."
83- Peygambere indirilen
Kur'an-ı işitince gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar
akarken onların şöyle dediğini görürsün: "Ey Rabbimiz, inandık, bizi de
gerçeğe şahit olanlar arasında yaz. "
84- Rabbimizin bizi iyi
kulları arasına katacağını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe
inanmayalım?
85- Allah, onları bu
sözlerinden dolayı, altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak
kalacakları cennetler ile ödüllendirdi. Bu iyi kulların mükafatıdır.
86- Kafirlere, ayetlerimizi
yalan sayanlara gelince, onlar temelli cehennemliktir.
Bu ayetler, bir durumu tasvir etmekte ve bu
durumla ilgili bir hükmü belirtmektedir. Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun)
izcilerinden bir kesimin, "Biz hristiyanız diyenlerin" durumunu tasvir
etmekte ve onların iman edenlere en çok sempati duyanlar olduğunu
belirtmektedir.
Bu ayetlerin bir bütün olarak ele alınması;
onların belli bir durumunu tasvir ettiğinden ve bu belli açıklamanın bununla
ilgili olduğu konusunda şüpheye yer bırakmamasına rağmen, pek çok kimseler
bu ayetin anlamını kavramakta hataya düşmektedir. Bu ayetleri, müslümanların
değişik düşman çevreleriyle ilişkilerini belirlemesinde ve bu düşmanların
kendilerine karşı nasıl bir tavır aldıklarını tespit etmesinde rahatsız
edici bir kaypaklığa alet etmektedirler. Bu nedenle Tefsirimizde, özel bir
durumla uyum arzeden, özel bir hükmü tasvir eden bu ayetleri dikkatli bir
biçimde inceleme gereği duyuyoruz.
Bu ayetlerin tasvir ettiği durum; "Biz
hristiyanız" diyen insanlardan bir grubun durumudur. Onlar iman edenlere
daha çok sempati duymaktadırlar: "Çünkü onlar arasında Allah'a bağlı
bilginler ve din adamları vardır ve onlar büyü)dük taslamazlar." Onlardan
hristiyanların gerçek dinini bilen ve gerçekler kendilerine izah edildiğinde
büyüklük taslamayan kimseler vardır. Yalnız Kur'an'ın ifadesi bununla
yetinmiyor. Meseleyi kapalı ve belirsiz halde bırakmıyor. Ve "Ben
hristiyanım" diyen herkesi kapsayacak şekilde geniş tutmuyor. Kastettiği bu
kesimin tutumlarını tasvir etmeyi sürdürüyor:
"Peygamber'e indirilen Kur'an'ı işitince
gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle
dediğini görürsün: "Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahid olanlar
arasına yaz."
"Rabbimizin bizi iyi kulları arasına
katacağını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?"
İşte bu iman edenlere daha çok sempati duyan
bu insan kesimini, canlı bir biçimde gözler önüne seren Kur'anî tasvirdir.
Bunlar, peygambere gönderilen Kur'an'ı işittiklerinde duyguları harekete
geçer, kalpleri yumuşar, işittikleri gerçeğin engin ve yakıcı etkisinin bir
ifadesi olarak gözlerinden yaşlar boşanır. İlk olarak onunla
karşılaştıklarında sözle onun etkisini ifade edemediklerinden hüngür hüngür
ağlarlar. Bu imanın fıtratında var olan bir realitedir. İnsan sözle ifade
edemeyeceği bir ölçüde etkilendiğinde, sözle ifade edemediklerini
gözlerinden akan yaşlarla dile getirmiş olur. Bu da içinde biriken engin ve
şiddetli ağırlığın etkisinden kurtulmasını sağlar insana.
Sonra onlar bu coşkun gözyaşlarıyla da
yetinmemiş Kur'an'ı dinledikleri sırada duydukları ve kendisinden bu ölçüde
etkilendikleri gerçeğe, Kur'an'ın ihtiva ettiği gerçeğin bilincine
varmalarına ve Kur'an'ın üstünlüğünü duygularıyla idraklarına karşı olumsuz
bir tutum içine girmemiştir. Onların durumları, bu gerçekle ilişkileri,
geçici bir süre onun etkisinde kalarak gözlerinden yaşlar akanların durumu
gibi değildir! Onlar bu gerçeğe karşı daha olumlu ve açık bir tavır içine
girmek için hemen ileriye atılıyorlar. Bu gerçeği kabul edip ona iman
etmelerini, onun gücüne boyun eğmelerini; bu imanlarını ve boyun eğişlerini
açık, derin ve güçlü bir ifade ile dile getirmeye yöneliyorlar.
"Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahid
olanlar arasına yaz. Rabbimizin bizi iyi kulları arasına katacağını umarken
neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?"
Onlar önce Rabblerine, tanıdıkları bu gerçeğe
iman ettiklerini ilan ediyorlar. Sonra yüce Rablerine, kendilerini bu
gerçeğe şahid olanların listesine katması, yeryüzünde bu gerçeğe bağlı
olarak yürütmesi için niyaz ediyorlar. Onlar, bu dinin gerçek olduğuna
şehadet eden, bu gerçeği beşer hayatında hakim kılmak için şehadetinin
gereklerini diliyle, eylemiyle ve karakteriyle yerine getiren müslüman ümmet
ile birlikte kılınmalarını Rablerinden diliyorlar... İşte bu yeni şahidler
de bu müslüman ümmete katılıyor ve bu ümmetin kendisine tabi olduğu gerçeğe
iman ettiklerine Rablerini şahit tutuyorlar. Ve kendilerini de İslâm
ümmetinin kütüğüne kaydetmesi için yüce Rablerine niyaz ediyorlar.
Ayrıca onlar herhangi bir sebebin;
kendilerini Allah'a imandan ve bu gerçeği işittikten sonra O'na inanmaktan
alıkoymasını yadırgıyorlar. Bu imanla Rablerinin kendilerini kabul
edeceğini, katında derecelerini yükselteceğini ve kendilerini iyi olan
toplulukla beraber kılacağını ummamayı yeterli bulmuyorlar.
"Rabbimizin bizi iyi kullarının arasına
katacağını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?"
Onların, Allah'ın peygamberine indirdiği
gerçek karşısında takındıkları bu tavır, açık ve kesin bir tavırdır. Dinleme
ve onaylama... Derin biçimde etkilenme ve apaçık bir iman... İslâm ve
müslüman ümmete katılma... Bunun yanında yüce Allah'ın kendilerini bir
gerçeğe şahit olanlarla beraber kılması için niyaz ediyorlar. Bu dinin
yeryüzüne hakim kılınması ve insanların hayatına egemen olması için
hayatları, eylemleri ve cihadları ile şehadetlerinin gereğini yerine getiren
şahitlerle birlikte olmalarını sağlamasını diliyorlar. Ayrıca onların
anlayışında yolun birliği ve açıklığı da gözlenebilmektedir. Yani yürünmesi
ve işlenmesi gereken yol sadece bir tanedir. O da, Allah'a ve O'nun
peygamberine gönderdiği gerçeğe iman yoludur. Ancak bundan sonra Allah'ın
katından, takdir edilmekten, Allah'ın rızasına kavuşmaktan söz edilebilir.
Kur'an'ın anlatımı burada: "Biz hristiyanız"
diyenlerden Allah'a iman edenlere en fazla sempati duyanların kimler
olduğunu açıklamakla; Allah'ın peygamberine (salât ve selâm üzerine olsun)
gönderdiği gerçeğe karşı tutumlarını belirlemekle, apaçık bir imanla
müslümanların safına katılmakla; canları, malları ve tüm gayretleriyle
şehadetin gereklerini yerine getirmeye çalışmalarını bu gerçeğe, sözü edilen
nitelikleri taşıyan bir şahadeti gerçekleştirenlerin saflarında kendilerini
de kabul etmesini Allah'tan dilemelerini ve sonunda kendilerini bu güzel
kafile ile birlikte kılmasını arzu etmeleri nedeniyle apaçık, olumlu bir
tavır içine girmelerini açıklamakla yetinmiyor..
Kur'an'ın anlatımı, Allah'a iman edenlere en
çok sempati duyanların bunlar olduğunu açıklama sınırında kalmıyor. Tabloyu
tamamlamak ve onların sonunda ulaştıkları konumu aydınlatmak için kendi
yolunu izliyor:
"Allah, onları bu sözlerinden dolayı,
altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetleri
ile ödüllendirdi. Bu iyi kulların mükafatıdır."
Yüce Allah, kalplerinin ve dillerinin
dürüstlüğünü, doğru yolda yürüme arzularının ciddiyetini, iman ettikleri
yeni dine ve seçtikleri bu müslüman safa karşı, şehadetlerini yerine
getirmek için gönülden samimiyetlerini biliyordu. Onların bu şehadetin
canla, malla ilgili tüm yükümlülüklerini yerine getirmeyi Allah'ın dilediği
kullarına bahşettiği bir nimet olarak kabul ettiklerini izlemeleri gereken
yolun, üzerinde yürüyeceklerini ilan ettikleri yoldan başka bir yol
olmadığını ve onların, Rablerinden kendilerini iyi kullar arasına katmasını
dilediklerini biliyordu.
Allah, onların tüm bu hallerini biliyordu.
Bildiğinden dolayı da onların bu dualarını kabul ediyor ve mükafat olarak
kendilerine cenneti veriyor, bizzat kendisi onların iyi insanlar olduğuna ve
kendilerini iyi insanların mükafatı ile ödüllendireceğine şahitlik ediyor:
"Allah, onları sözlerinden dolayı,
altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler
ile ödüllendirdi... Bu iyi kulların mükafatıdır."
Ayet-i kerimede geçen "ihsan" kavramı, iman
ve İslâm'ın en üstün derecesidir. Ve yüce Allah, bu insanların, bu dereceye
ulaştıklarına şahitlik ediyor. Bunlar nitelikleri belli olan özel bir
gruptur. Kur'an-ı Kerim bu ayette onlardan söz ediyor:
"...Müminlere en çok sempati duyanların "Biz
hristiyanız" diyenler olduğunu göreceksin."
Bunlar gerçeği duyduğunda büyüklük
taslamazlar. Onu, takdirle, açık tavırla ve engin bir teslimiyetle kabul
ederler. Onlar İslâm'ı kabul ettiklerini, müslümanların saflarına
katıldıklarını açıklamakta tereddüt etmezler. Bu akidenin yükümlülüklerini
özel bir biçimde yerine getirmekte, bu akidenin doğrultusunda dosdoğru
yürümek ve onu hakim kılıp yerleştirmek için cihad etmek suretiyle,
akidesinin şehadetini yerine getirmekte tereddüt etmezler. Bunlar, Allah'ın,
doğru söylediklerini bildiği ve kendilerini ihsan düzeyine ulaşanların
safına kabul ettiği bir gruptur.
Fakat Kur'an'ın anlatımı, insanlar içinde
iman edenlere en çok sempati duyduklarını gördüğümüz bu sözü edilen grubun
niteliklerini bu ölçüde belirtip bırakmıyor; açıklamasını sürdürüyor. Bu
kesimi, yine kendilerinin hristiyan olduğunu söyleyen fakat, aynı gerçeği
işittiği halde onu red edip yalan sayan, onu kabul etmeyen ve şahitlerin
saflarına katılmayan diğer gruptan ayırıyor.
"Kafirlere, ayetlerimizi yalan sayanlara
gelince, onlar temelli cehennemliktirler."
Bu ayette söz konusu edilen kafirlerin ve
yalan sayanların "Biz hristiyanız", deyip gerçeği işittiği halde onu kabul
etmeyenler olduğu kesindir. Buna benzer bütün tutumlarında olduğu gibi
burada da Kur'an onlara, "kafirler" adını vermektedir. Bu konuda yahudiler
ve hristiyanlar arasında fark yoktur. Allah'ın, peygamberine gönderdiği
gerçeği yalanlama tutumlarını, Allah'ın,kendisinden başka hiçbir dini kabul
etmeyeceği İslâm'a girmeye yanaşmama tavırlarını sürdürdükleri sürece Kur'an
onları, müşriklerle birlikte "kafirler kafilesine" katacaktır. Bu gerçek
aşağıdaki ayetlerde de görülmektedir.
"Ehli Kitap'tan ve müşriklerden kâfir olanlar
kendilerine beyyine gelinceye kadar birbirinden ayrılmış değillerdi."
(Beyyine Suresi, 1)
"Ehli Kitap'tan ve müşriklerden kâfir olanlar
cehennem ateşindedirler. Orada ebedi kalacaklar. Onlar yaratıkların en
kötüleridir." (Beyyine Suresi, 6)
"Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir
olmuşlardır." (Maide Suresi, 73)
"Allah Meryem oğlu İsa'dır, diyenler
kesinlikle kâfir olmuşlardır." (Maide Suresi, 17)
"İsrailoğullarının kâfirleri Davud'un ve
Meryem oğlu İsa'nın dilinden lanetlenmiştir." (Maide suresi, 78)
Bu ifade, Kur'an'da alışılan bir ifadedir ve
bu hüküm de yadırganmayacak bir hükümdür. Bu ayeti kerimeler, "Biz
hristiyanız" diyen iki hristiyan grup arasındaki farkı bildirmekte, her iki
grubun iman edenlere karşı tutumlarını belirlemekte, hem beriki hem öteki
grubun Allah katındaki akıbetini açıklamaktadır. Olumlu tavır takınan gruba,
içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler ve ihsan sahibi
kulların mükâfatı vardır. Olumsuz tavır içine girenler ise, cehennemliktir.
Öyleyse, hristiyan olduğunu söyleyen herkes,
"Onların iman edenlere en çok sempati duyanlarının "Biz hristiyanız"
diyenler olduğunu göreceksin." hükmünün kapsamına girmez. Kur'an ayetlerini,
bir bütün olarak değil de, parça parça yorumlayanların bu çabaları
boşunadır. Bu hüküm Kur'an anlatımının meselesini kapalı, niteliklerini
belirsiz bırakmadığı özel bir durumla ilgilidir. Hiç bir şekilde başka
tavırlarla karıştırılmayacak bir tutumla ilgilidir.
Bu ayeti kerimelerde sözü edilen
hristiyanların kimler olduğunu belirleme konusunda özel ağırlığı olan
rivayetler de vardır:
Buna bağlı olarak Kurtubî, tefsirinde şunları
kaydetmektedir: "Bu ayet-i kerime, Habeş İmparatoru Necaşi ve yakın
arkadaşları hakkında inmiştir. İbni İshak ve diğer İslâm Tarihi yazarlarının
da kaydettiği gibi, birinci hicret esnasında müslümanlar, müşriklerin
eziyetlerinden Habeşistan'a hicret etmişlerdi ve bunların sayısı hayli
kabarıktı. Bundan sonra peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) Medine'den
hicret etmişti. Onlar ise, Resulullah'a ulaşamadılar. Harb durumu onların,
peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) ulaşmasına engel olmuştu. Bedir
olayı gerçekleşip, Allah, orada kâfirlerin ileri gelenlerini öldürdüğünde
Kureyş kâfirleri adamlarına: "Sizin intikam alacağınız kimseler
Habeşistan'dadır. Necaşi'ye hediyeler hazırlayıp beraberinde yüksek düzeyde
iki adam gönderin. Memleketinde bulunan müslümanları size vermesini isteyin.
Bedir'de sizden öldürülenlere karşılık onları öldürürsünüz" dediler. Kureyş
kafirleri, Amr b. As ve Abdullah b. Ebi Rebia'yı hediyelerle Necaşi'ye
gönderdiler. Peygamber (salât ve selam üzerine olsun) bu;girişimden haberdar
oldu. Amr. b. Ümeyye ed-Damiri'yi bir mektupla birlikte Necaşi'ye gönderdi.
Amr, Necaşi'ye gitti. Necaşi, peygamberin mektubunu okudu. Sonra Cafer b.
Ebi Talib ve diğer muhacirleri çağırdı. Din adamlarına ve Allah'a bağlı
bilginlere de haber gönderip hepsini topladı. Sonra Cafer'e, kendilerine
Kur'an okumasını söyledi. Cafer, Meryem suresini okudu. Adamlar yerlerinden
kalktıklarında gözlerinden yaşlar akıyordu. İşte bu ayet onlar hakkında
indirilmiştir: "Müminlere en çok sempati duyanların "biz hristiyanız"
diyenler olduğunu göreceksin.." (Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir. Ebu
Davud der ki: Muhammed b. Mesleme el-Muradi, İbni Vehb, Yunus b. Şihab, Ebu
Bekir b. Abdurrahman b. Hars b. Hişam, Said b. Müseyyib, Urve b. Zübeyr
kanalıyla kaydeder ki: "Birinci Hicret, müslümanların Habeşistan'a
yaptıkları göçtür." Ebu Davud hadisi uzun boylu olarak kaydeder.)
Beyhaki'de İbn İshak'tan aldığı rivayetinde
diyor ki:Peygamber Mekke'de veya Mekke yakınlarında olduğu bir sırada
Habeşistan'dan peygamber ve peygamberlik haberini duyan yirmi adam geldi.
Gelen adamlar Peygamber'i camide gördüler. Kendisiyle sohbet ettiler. Ve ona
bir takım sorular sordular. Bu sırada Kureyş'ten bazı adamlar da Kabe
çevresindeki puthanelerindeydi. Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun)
sormak istedikleri sorularını bitirince, peygamber (salât ve selâm üzerine
olsun) onları aşkın ve yüce olan Allah'a davet ettiği ve kendilerine Kur'an
okudu. Kur'an'ı işittiklerinde gözlerinden yaşlar boşandı. Sonra çağrısını
kabul edip, ona iman ettiler ve kendisini tasdik ettiler. Kendi kitaplarında
yer alan onun sıfatlarını tamdılar. Peygamberin yanından ayrıldıklarında,
Ebu Cehil, Kureyş'ten bir grupla kendilerine sataşıp: "Siz ne Allah'ın
cezası bir topluluksunuz. Sizi, din kardeşleriniz buraya gönderdi ki, onlar
adına araştırasınız ve adam hakkında bilgi götüresiniz. Onunla fazla
oturmadan hem dininizden arıldınız ve size söylediklerine bakıp onu tasdik
ettiniz. Sizden daha ahmak bir topluluk görmedik" dediler. Veya bu anlamda
bir şeyler söyledi. Onlar ise Allah size selamet versin, sizi bilmiyor
değiliz. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size. Biz kendimizi
güzel şeyden mahrum etmeyiz... Bir rivayete göre, hristiyanların bu
topluluğu Necran halkındandı. Yine rivayete göre: "Ondan önce kendilerine
kitap verdiklerimiz, evet onlar buna iman ediyorlar... Bizim cahillerle
işimiz yok..." ayeti onlar hakkında inmiştir.
Bir rivayete göre Cafer ve arkadaşları,
üzerlerinde yün elbise bulunan yetmiş kişilik bir grupla Peygamber'e (salât
ve selâm üzerine olsun) gelmişti. Bu yetmiş kişinin altmış iki kişisi
Habeşistan'lı, sekiz kişisi ise .Şam'lıydı. Şam'lıların isimleri: Rahib,
Bahira, İdris, Eşref, Ebrehe, Sümâme, Kas'an, Dureyd ve Eymen idi. Peygamber
onlara, "Yasin" suresini sonuna kadar okudu. Kur'an'ı dinlediklerinde
ağladılar, O'na iman ettiler. Ve: Bu sözler, Hz. İsa'ya gönderilen sözlere
ne kadar çok benziyor, dediler. İşte: "İnsanlar arasında müminlere en
amansız düşman olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu
göreceksin. Buna karşılık müminlere en çok sempati duyanların "Biz
hristiyanız" diyenler olduğunu göreceksin." ayeti, Necaşi'nin gönderdiği bu
elçilere işaret ediyordu. Bunlar hayatlarını manastırlara adayan kimselerdi.
Said b. Cübeyr der ki; "Ondan önce kendisine kitap verdiklerimiz ona iman
ederler. Bu kitap kendilerine okunduğunda: Ona iman ettik. Bu Rabbimizin
katından gelen gerçektir. Biz ondan önce de müslüman idik. Bunlara
sabrettiklerinden, kötülüğe iyilikle karşılık verdiklerinden ve kendilerine
verdiğimiz rızıktan infak ettiklerinden mükafatları iki kere verilecektir."
(Kasas Suresi, 52-54) ayetleri de, bunlar hakkında inmiştir. Mukatil ve
Kelbi ise; bu kafilenin kırk kişisinin Habeşistan'dan, altmış iki kişisinin
de Şam yöresinden olduğunu söylemişlerdir. Katade der ki; Bu ayet, Hz.
İsa'ya gönderilmiş hak dine bağlı bulunan, Hz. Muhammed'in (salât ve selâm
üzerine olsun) Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilmesinden sonra
O'na da iman eden ve böylece Allah'ın takdirine mazhar olan Ehli Kitap'tan
bir grup hakkında inmiştir."
Burada ayetin anlamıyla ilgili olarak
yaptığımız tesbitler; bizzat ayetlerin ifade tarzı ve az önce verdiğimiz
rivayetler tarafından desteklendiği gibi, bu sûrede ve başka sûrelerde yer
alan, genel olarak Ehli Kitab'ın -yahudisiyle, hristiyanıyla- İslâm'a ve
müslümanlara karşı tutumlarına ilişkin açıklamalar tarafından da
desteklenmektedir. Bu yaklaşım aynı zamanda ondört asır boyunca müslüman
ümmetin yaşadığı tarihi gerçeklere de uygun düşmektedir.
Bu sûre, yönelişiyle, gölgeleriyle,
atmosferiyle ve hedefleriyle tam bir bütünlük arzetmektedir. Yüce Allah'ın
kelâmı içinde asla çelişmez. "Bunlar Kur'an'ı hiç incelemiyorlar mı? Eğer o
Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, içinde mutlaka birçok
çelişkiler bulurlardı. (Nisa Suresi, 82) Bizzat bu sûrenin kendisinde
açıklamaya çalıştığımız ayetin anlamını belirleyen ve ona açıklık kazandıran
ayetler ve açıklamalar yer almaktadır. Onlardan sadece bir kaçını
belirtelim:
"Ey iman edenler, yahudileri ve hristiyanları
dost edinmeyiniz. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost
edinirse, şüphesiz o da onlardandır. Gerçekten Allah zalimler topluluğunu
hidayete erdirmez." (Maide Suresi, 51)
De ki; Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat'a,
İncil'e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça
boşluktasınız, hiçbir teméle dayanmış olmazsınız. Rabbin tarafından sana
indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kafirliğini arttıracaktır.
O halde kâfirler için üzülme." (Maide Suresi, 68)
Bakara suresinde de buna ilişkin bir ayet
vardır: "Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hristiyanlar senden
asla hoşlanmayacaklardır. De ki; "Doğru yol, sadece Allah'ın yoludur. Eğer
sana gelen bilgiden sonra onların arzularına uyacak olursan andolsun ki,
Allah tarafından ne bir dost ne de bir yardımcı bulamazsın." (Bakara Suresi,
121)
TARİHE BAKIŞ
Yüce Allah'ın, müslüman ümmeti hem
yahudilerden hem de hristiyanlardan sakındırmasını, tarihi gerçekler de
doğrulamış bulunmaktadır. Tarihi gerçeklerin bildirdiğine göre, yahudiler
İslâm'ın Medine'ye girdiği ilk günden bu yana, İslâm'a karşı iğrenç bir
tutum içine girmiş ve bu iğrenç tutumlarını bitmez, tükenmez oyunlarla,
hilelerle şu ana kadar sürdürmüşlerdir. Ayrıca bu günde yahudiler dünyanın
her yerinde iğrenç kinleriyle ve alçak oyunlarıyla İslâm'a karşı yapılan
saldırıların başını çekmektedirler... Aynı şey tarihi bir realite olarak
Haçlı hristiyanları için de geçerlidir. Hristiyanlar da İslâm ordusu ile
Bizans orduları arasında meydana gelen Yermuk savaşından beri, İslâm'a karşı
düşmanca bir tutum içine girmiş bulunmaktadır. Bir bütün olarak
hristiyanların eğilimini temsil eden bu tutum, bugün dış görünüş olarak sona
erdiği kabul edilen fakat gerçekte alevleri hâlâ sönmemiş bulunan Haçlı
savaşlarıyla simgelenmektedir. İslâm'ın Yermuk kıyılarında Bizanslılarla
karşı karşıya geldiği günden itibaren ateşin alevleri sönmemiştir. Şu anda
açıklamaya çalıştığımız ayetlerin değindiği ve bazı gönüllerin İslâm'a
yönelip müslüman olduğu bir takım durumlar istisnadır. Bazı hristiyan
grupların kendi dindaşlarından gördükleri zulme karşı, İslâm'ın adaletiyle
diğer grupların zulmünden korunmaya çalışmaları da bu tür istisnaî
durumlardan sayılır.
Haçlıların İslâm'a ve müslümanlara karşı
kinleri, iki asır boyunca devam eden Haçlı savaşları sırasında bütünü ile
ortaya çıkmıştı. Ayrıca Haçlıların bu kinleri; İspanya'daki İslâm'a ve
müslümanlara karşı yerli halkı kışkırtmaları ile, önce Afrika'daki daha
sonra tüm dünyadaki İslâm memleketlerine karşı sürdürülen sömürme ve
misyonerlik hareketleri ile de gözler önüne serilmiştir.
Uluslararası siyonizm ile uluslararası
Haçlılar, aralarında onca düşmanlıklara rağmen, İslâm'a karşı savaşta tam
bir dost gibi davranmaya devam etmektedirler. Yalnız onlar, yüce Allah'ın da
belirttiği gibi, İslâm'a karşı savaşta "birbirlerinin dostudur". Onlar
böylece son hilafet devletini parçaladılar. Beraberlik yollarını izleyerek
İslâm dinini halka halka çözmeye yöneldiler. Önce "Devlet" halkasını
parçaladılar ve sonra "Namaz" halkasını parçalamaya yöneldiler!
Şimdi onlar, eski yahudilerin,, müslümanlara
ve putperestlere karşı tutumlarını tekrar diriltiyorlar. Nerede olursa olsun
İslâm'a karşı putperestliği destekliyorlar. Bu eylemlerini bazen ellerindeki
imkanları doğrudan kullanmak suretiyle, bazen de ellerindeki uluslararası
kurumlar aracılığıyla gerçekleştirmektedirler. Hindistan ile Pakistan
arasındaki savaşın nedeni Keşmir değildir ve Haçlıların bu savaştan uzak
olduğu sanılmamalıdır.
Bunların ötesinde dünyanın her tarafındaki
uyanış ve diriliş hareketlerini kökten bastırmayı üstlenen; ulusal
devletleri kurmaları, onları beslemeleri ve her konuda desteklemeleri, bu
devletleri kuranlara sahte kahramanlık giysileri giydirmeleri, etraflarında
davul zurna çaldırmaları, dünyanın her tarafında bu sahte kahramanlar
etrafında koparılan gürültüler sayesinde, İslâm'ı yok etmeye yol bulmaya
çalışmaları da bu düşmanlığın bir tezahürüdür.
İşte bu, yahudilerin ve Haçlıların on dört
asır boyunca İslâm'a karşı takındıkları tavırlara ilişkin tarihi realiteler
tarafından tescil edilen gerçeklerin kısa bir özetidir. Yahudiler ile
Haçlılar arasında hiçbir fark yoktur. İslâm'a karşı düzenlenen komplolarda,
ona karşı duyulan kinde, uzun zamanlar boyunca ateşi sönmeyen savaşlarda
yahudilerin cephesiyle, Haçlıların cephesi arasında hiç bir ayrılık yoktur.
Bu, bugün de yarın da tüm bilinçli kimselerin
anlaması gereken bir realitedir. İdrak sahibi kimseler bu olguları anlamalı
ve aldatıcı veya aldatılmış kaypak hareketlerin peşine takılmamalıdır. Bu
tip insanlar, genellikle buna benzer Kur'an ayetlerinin devamına bakmadan,
sûrenin bütünlüğünü göz önünde bulundurmadan, Kur'an'ın temel ilkeleri ile
ilgili açıklamaları incelemeden ve bunların hepsini doğrulayan tarihi
gerçekleri dikkate almadan ayetlerin ön kısımlarını alırlar. Ve kendilerine
kin besleyen, kendilerine karşı tuzak peşinde olan düşmanlarının hesabına;
bu ayet parçalarını birer vasıta olarak müslümanların duygularını,
bilinçlerini uyuşturmak için kullanırlar. Bu, aynı zamanda düşmanların da
gerçekleştirmeye çalıştığı bir eylemdir. Ve bu inanç sisteminin köklerine
indirilmek istenen son darbe mesabesindedir.
Bu düşman gruplarının en büyük korkusu
sayıları ve hazırlıkları ne kadar azda olsa, inanmış kitlenin gönlündeki
uyanıştır. Onun içindir ki, bu uyanış hareketini uyutmaya çalışanlar
İslâm'ın en büyük düşmanlarıdır. Bunların bir kısmı aldatılarak bu uyutma
eylemine alet edilmiş olabilirler. Yalnız ne olursa olsun onların zararları,
en büyük düşmanın zararından hiçte az değildir. Hatta onlarınkinden daha
zararlı ve daha etkili olmaktadır.
Önümüzdeki bölüm -değindiği konuların
farklılığına rağmen- bütünü ile bir meseleyi ele alıyor, hepsi tek bir eksen
etrafında dönüyor. Burada ele alınan mesele yasa koyma meselesidir. Bu
bölümde, yasama meselesi ilahlığın bir meselesi olarak ele alınıyor. Helal
ve haram belirleyecek olan Allah'tır. Sakıncalı gören ve serbest bırakan
Allah'tır. Yasaklayan ve emreden de Allah'tır. Sonra bu kural karşısında
bütün meseleler küçüğü ile büyüğü ile eşit ağırlığa kavuşturuluyor. Öyleyse
insan hayatının bütün meseleleri, başka hiçbir esasa göre değil, yalnızca bu
kaideye dayandırılması gerekmektedir.
Yasama yetkisinin kendisinde olduğunu iddia
eden ya da bunu bizzat üstlenen kimse, ilahlık hakkını iddia ediyor veya
bunu bizzat üstleniyor demektir... Aslında böyle bir hak Allah'tan başka
kimsenin değildir... Yoksa bu, Allah'ın hakkına, hakimiyetine ve ilahlığına
karşı haddini aşmak olur. Ve Allah haddini aşanları sevmez. Bu konuların
herhangi birinde, insanların geleneklerine, görüşlerine ve uzlaşmalarına
dayanan kimse, Allah'ın, peygamberine gönderdiğinden yüz çevirmiş olur. Bu
yüz çevirmesi ile, Allah'a iman dışına çıktığı gibi, bu dinin de dışına
çıkar.
YASAMA KONUSU
Okuyacağımız bölümün her maddesi tekrar
edilen tek bir çağrı ile bağlanmaktadır: Ey İman edenler..." "Ey müminler,
Allah'ın size helal kıldığı temiz nimetleri haram saymayın." "Ey müminler
içki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdir.
Bunlardan uzak durunuz". "Ey müminler, Allah kendisini görmeksizin O'ndan
kimlerin korktuğunu belirlemek için sizleri, ihramlı iken ellerinizin ve
mızraklarınızın erişebileceği av hayvanları aracılığı ile dener."
"Ey müminler, açıklandıkları takdirde
zorunuza gidecek konuları sormayın" "Ey müminler, siz kendinizden
sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız, sapıklar size zarar vermez."
"Ey müminler, içinizden biri ölmek üzereyken vasiyet edeceği zaman sizden
olan sözüne güvenilir iki kişiyi şahit tutsun, ya da sizden olmayan iki
kişiyi..."
Yasama meselesini ele alan ve bu meseleyi
ilahlık meselesi, iman meselesi ve din meselesi olarak gören bu bölümde, bu
tür çağrıların ayrı bir yeri ve anlamı vardır. Bu çağrı iman sıfatı ile
yapılan bir çağrıdır ki, anlamı ve gereği, ilahlığı yalnız Allah'a vermeyi,
hakimiyeti yalnız yüce Allah'a mahsus kılmayı gerektirir. Bu çağrı, sûrenin
buna ilişkin bölümünde imanın temelini ve kaidesini hatırlatma ve
yerleştirme kabilinden bir çağrıdır. Bununla beraber Allah'a ve peygambere
itàat emredilmekte, yüz çevirmekten ve sırt çevirmekten sakındırılmakta,
Allah'ın şiddetli azabı ile tehdit edilmekte, kendisine sığınanlara karşı
Allah'ın rahmeti ve bağışlanmasının bol olduğu telkin edilmektedir.
Sonra... Bundan sonra müminler ile onların
yolundan sapanların, küçük-büyük her meselede yasama yetkisini yalnız
Allah'a bırakma, Allah'ın hakkına, hakimiyetine ve ilahlığına karşı haddini
aşmaktan uzak durma konularında müminlerin bu metodlarını izlemeyenlerin
ayrılışından söz edilmektedir:
"Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz,
eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü
Allah'adır, O size yaptıklarınızın iç yüzünü bildirecektir."
Müminler, kendilerine has; dini, yolu, hukuku
ve Allah'tan başka hiçbir kimseye dayanmayan yasa kaynağı bulunan tek bir
ümmettir. Bu ümmet kendisine has proğramı ile ortaya çıktıktan ve buna bağlı
olarak insanlara karşı konumunu belirledikten sonra, insanların sapıklığa
düşüşünden ve cahiliye hayatlarını sürdürmelerinden dolayı bu ümmete bir
zarar gelmez. Bundan sonra onların dönüşü Allah'a olacaktır.
Gelecek hükmün bir bütün olarak etrafında
dönüp-dolaştığı eksen budur. Bu çerçeve içinde yeralan konulara gelince,
bunları bu cüzün giriş kısmında özetlemiştik. Şimdi ise, bu genel çerçevenin
sınırları içinde bu konuları detaylı olarak ele alacağız:
HELAL VE HARAMLAR
87- Ey müminler, Allah'ın
size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın, sınırları aşmayın. Hiç
kuşkusuz Allah sınırları aşanları sevmez.
88- Allah'ın size bağışladığı
helal ve temiz nimetlerden yiyince, Allah'tan korkun.
89- Allah size ağız
alışkanlığı ile yaptığınız yeminlerden dolayı değil, bilerek yaptığınız
yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Böyle bir yemini bozmanın cezası, kefareti
ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak ya
yine on yoksulu giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bunların hiçbirini
bulamayan (yapamayan) kimse, üç gün oruç tutar. İşte bozduğunuz yeminlerin
cezası, kefareti budur. Yeminlerinizi tutun Allah, şükredesiniz diye, size
ayetlerini böyle açık açık anlatıyor.
Ey müminler... Sizin imanınızın ilk şartı
-Allah'ın kulları birer insan olarak- yalnız Allah'a mahsus bulunan ilahlık
özelliklerini kendinizde görmemektir. Buna göre siz, Allah'ın helal kıldığı
tertemiz nimetleri haram yapamazsınız. Aynı şekilde Allah'ın size rızık
olarak verdiği tertemiz ve helal nimetleri haram kılmak suretiyle onları
yasaklayamazsınız. Size bu helal ve tertemiz nimetleri rızık olarak veren
Allah'tır. "Şu helaldir, şu haramdır" demek yetkisine de yalnız O sahiptir.
"Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı
tertemiz nimetleri haram saymayın, sınırları aşmayın. Hiç kuşkusuz Allah
sınırları aşanları sevmez. Allah'ın size bağışladığı helal ve tertemiz
nimetlerden yiyin ve inandığınız Allah'tan korkun."
Yasama yetkisi meselesi tamamen ilahlık
meselesi ile ilgili bir meseledir. İnsanın hayatını düzenleme konusunda,
ilahlık hakkının temelini şu gerçek oluşturmaktadır: İnsanları yaratan ve
onlara rızık veren Allah'tır. Buna göre, verdiği rızkın dilediği kısmını
helal kılmak, dilediğini onlara haram kılmak hakkına sahip olan da yalnız
Allah'tır. Bu, bizzat insanların da kabul edeceği bir yaklaşımdır. Çünkü
mülkün sahibi, aynı zamanda mülkün tasarruf hakkına da sahiptir. Bu apaçık
ilkenin dışına çıkan kimse, hiç kuşkusuz haddini aşan bir azgındır! Müminler
tabiatıyla inandıkları Allah'a karşı sınırları aşmazlar. Allah'a karşı
sınırları aşmak ile Allah'a inanmak, aynı kalpte asla bir araya gelemez!
İşte bu iki ayetin apaçık bir mantıkla ele
aldığı mesele budur. Bu gerçeği, sınırları aşandan başkası kabul etmekten
yan çizemez. Ve Allah sınırları aşanları sevmez. Bu genel meseledir.
Kulların boynundaki ilahlık hakkını tanımaya ilişkin genel bir ilkeyi
belirlemektedir. Allah'a imanın ilk şartına bağlı olarak müminlerin bu
meseledeki tutumları ile de ilgilidir.
Bazı rivayetler bu iki ayetin ve yeminlerin
hükmüne ilişkin sonraki ayetin, peygamber döneminde müslümanların hayatında
meydana gelen özel bir olay hakkında indiğini belirtmektedir. Şu kadar var
ki: Önemli olan ayetlerin genel kapsamıdır, sebebin özel oluşu önemli
değildir. Sebep; anlama, azıklık ve netlik kazandırmakla birlikte, bu ilkeyi
değiştirmez.
İbni Cerir der ki: Peygamber (salât ve selâm
üzerine olsun) bir gün oturdu ve insanlara hatırlatmalarda bulundu. Sonra
onları daha fazla korkutmadan kalkıp gitti. Ashaptan birkaç kişi: "Eğer bir
şeyler yapmazsak kurtulamayız. Nitekim hristiyanlar kendilerine bir takım
şeyleri haram kılınıştı. Biz de kendimize bazı şeyleri haram kılalım!"
dediler. Buna bağlı olarak, bazıları et yemeyi ve gece yatmayı, bazıları
gündüzleri yemeyi, bazıları ise, kadınlarla evlenmeyi kendilerine haram
kıldılar. Bu durumu haber alan Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Bazılarına ne
oluyor ki, kadınları, yemeği ve uykuyu haram kılıyorlar? İyi bilin ki, ben
geceleyin uyku da uyur, namaz da kılarım, bazan oruç tutarım, bazan tutmam.
Kadınlarla da evlenirim. Benden yüz çeviren benden değildir." Bunun üzerine,
"Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın,
sınırları aşmayın.." diye başlayan yukardaki ayet indi.
Buhari ve Müslim'de, Enes'ten (r.a) gelen bir
rivayet de, İbni Cerir'in bu rivayetini desteklemektedir. Bu rivayete göre:
Enes der ki: "Üç kişi peygamberin hanımlarına
geldi. Peygamberin nasıl ibadet ettiğini soruyorlardı. Peygamberin nasıl
ibadet ettiği kendilerine bildirilince sanki onu az gördüler ve "Biz nerede
Peygamber nerede, Allah O'nun geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışlamış
bulunmaktadır" dediler. Sonra onlardan biri: "Ben bundan böyle geceleyin
sürekli olarak namaz kılacağım" dedi. Diğeri: "Ben de sürekli oruç
tutacağım, hiç oruçsuz günüm olmayacak" dedi. Ötekisi ise: "Ben de
kadınlardan uzak duracağım, hiç evlenmeyeceğim" dedi. Resulullah oraya geldi
ve şöyle buyurdu: "Böyle böyle söyleyenler siz misiniz? Allah'a yemin ederim
ki, Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan en fazla sakınanınız benim. Buna
rağmen ben, oruç da tutarım, oruç tutmadığım da olur. Gece namaz da kılarım,
uyurum da. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim izlediğim yoldan yüz çevirirse
benden değildir."
Tirmizi de kendi isnadı ile İbni Abbas'tan
şunları rivayet eder: Bir adam Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun)
geldi ve: "Ben et yediğim zaman kadınları arzu ettiğim ve şehvetimin
etkisinde kaldığım için et yemeyi kendime haram kıldım" dedi. Bunun üzerine
Allah'ın: "Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram
saymayın." diye başlayan yukardaki ayeti indi. Ant ve yeminlerle ilgili
sonraki ayetlere gelince:
"Allah sizi, ağız alışkanlığı ile yaptığınız
yeminlerden dolayı değil, bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu
tutar. Böyle bir yemini bozmanın cezası, kefareti ya ailenize yedirdiğiniz
yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak ya yine on yoksulu
giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bunlardan hiç birini bulamayan
(yapamayan) kimse üç gün oruç tutar. İşte bozduğunuz yeminlerin, cezası,
kefareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah şükredesiniz diye, size
ayetlerini böyle açık açık anlatıyor."
Bu ayetin, mübah olan şeyleri kendilerine
yasaklamaya ilişkin yeminlerin söz konusu olduğu durumlar ve benzerleri ile
ilgisi açıktır. Yukarıda da belirtildiği gibi, müslümanlardan bir grup bir
takım nimetleri haram kılmış, Resulullah onların bu yasaklama girişimine
karşı çıkmış, Kur'an-ı Kerim de, onların kendi başlarına helal ve haram
kılma girişimlerini reddetmiş, bunun kendilerinin işi değil, kendisine iman
ettikleri Allah'ın işi olduğunu bildirmiştir. Bu ayet, aynı zamanda iyilik
yapmaktan geri durmak ve kötülük yapmaya karar vermekle ilgili her çeşit
yemini de kapsamına almaktadır. Yemin eden kişi, yemin ettiği şeyin daha
güzelini gördüğünde, daha güzelini yapmalı, bu ayeti kerimede belirtilen
şekillerde yeminin kefaretini vermelidir.
İbni Abbas der ki: "Bu ayetin nüzul sebebi:
Yiyeceklerin, giyeceklerin ve kadınların helâl olmalarını, kendilerine haram
kılan ve bu konuda yemin eden topluluktur. "Allah'ın size helal kıldığı
tertemiz nimetleri haram saymayın." ayeti indirilince, yeminlerimizi ne
yapacağız dediler. O zaman bu ayet indi.
Bu ayet-i kerime yüce Allah'ın, müslümanları,
gönülden bir niyet ve kasıtla desteklenmeyen, sadece dille ifade edilen
yeminlerinden hesaba çekmeyeceği hükmüne yer vermekte, bununla beraber rast
gele yeminlere fazla dalınmaması gerektiği telkin edilmektedir. Çünkü, Allah
adına yapılan yeminlerin kendilerine has bir kutsallığı ve ciddiyeti
olmalıdır. Öyleyse rastgele Allah'ın adına yemin edilmemelidir.
Beraberinde bir kasıt ve niyet taşıyan
kesinleşmiş yeminler ise bozulduğu takdirde, bu ayetin açıkladığı tarzda bir
kefaret ödenmesini gerektirir:
"Böyle bir yemini bozmanın cezası, kefareti
ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak ya
yine on yoksulu giydirmek ya da bir köle azad etmektir: Bunların hiç birini
bulamayan (yapamayan) kimse, üç gün oruç tutar. İşte bozduğunuz yeminlerin
cezası, kefareti budur."
On yoksulu doyurmak, yeminini bazan şahsın
kendi ailesine yedirdiği yemeklerin "ortalaması üzerinden" olmalıdır.
Ayet-i kerimede "ortalaması üzerinden" diye
geçen "Evsat" kavramı, "En güzel" anlamına geldiği gibi "En orta" anlamına
da gelebilir. İki anlamını birden kastedilmiş olması da düşünülebilir. Zira
"orta" olan aynı zamanda "en güzel" olandır. İslâm'ın kriterlerine göre,
orta olan en güzel olandır... "Ya da giydirmek" kavramı da en sağlıklı
yaklaşıma göre, giydirilecek elbisenin ortalamasını ifade eder. "Veya bir
köle azad etmek" ifadesinde ise. kölenin mümin olması gerektiği
belirtilmemiştir. Onun içindir ki, bu konuda birtakım fıkhî ihtilaflar söz
konusu olmuştur. Fakat burada onlara yer vermeye gerek yoktur. "Bunların hiç
birini bulamayan (yapamayan) kimse üç gün oruç tutar". Bu, kesinleşmiş
yeminlerde, başka kefaret türlerine güç yetirilmediği zaman başvurulacak
olan kefaret şeklidir. Bu üç gün orucun arka arkaya mı yoksa, aralıklı mı
tutulması gerektiği konusunda da; ayet, onların arka arkaya tutulması
gerektiğini bildirmediğinden, fıkhî bir ihtilaf söz konusudur. Bu tefsirde,
bu tür detaylara ait fıkhî bir ihtilaflara dalmamayı metod olarak kabul
etmiş bulunuyoruz. Bu konulardaki fıkhî görüşleri incelemek isteyen, fıkıh
kitaplarının ilgili bölümlerine başvurmalıdır. Aslında bu görüşlerin hepsi,
bizi ilgilendiren asıl önemli nokta ile uyum arzetmektedir. Burada mesele
kefaretin, bozulan yeminin değerini tekrar kendisine kazandırmak ve
yeminlerin hafife alınmasını önlemek amacı taşıdığıdır. Zira bunlar birer
"anlaşmadır" ve yüce Allah anlaşmalara bağlı kalmayı istemektedir. İnsan
kendi yeminini kesin bir şekilde otaya koyduktan sonra, daha iyi bir şeyle
karşılaştığında, daha iyi olan şeyi yapmalı, yeminini bozmasının kefaretini
ödemelidir. Helal kılma, haram sayma gibi kendi hakkı olmayan bir konuda
kesin yemin ettiğinde, yeminini bozmalı ve kefaretini ödemelidir.
Bundan sonra, bu ayetlerin nüzul sebebini
oluşturan asıl konuya dönebiliriz. Meseleye "özel sebep" açısından
baktığımızda yüce Allah burada, Allah'ın helal kıldıklarının tertemiz
olduğunu, haram kıldıklarının ise, pis olduğunu belirttiği, insanın Allah'ın
kendisine seçtiğinden başkasını seçmeye iki yönden hakkı olmadığını
bildirdiği görülecektir: Birincisine göre: Helâl ve haram kılma yetkisi
sadece rızık veren Allah'ın özelliklerindendir. Zira rızık verme özelliği,
rızkın helâlını ve haramını belirlemeyi dé kapsamaktadır. Yoksa bu, yüce
Allah'ın hiç hoşlanmadığı sınırları aşmaktadır. Ve Allah'a iman etmekle asla
bağdaşmaz. İkincisine göre: Yüce Allah tertemiz, güzel nimetleri helâl
kılar. Bu nedenle hiç kimse, bu tertemiz, güzel nimetleri kendisine haram
kılamaz. Bunlar hem kendisinin hem de hayatın yararınadır. Zira insanın,
kendisini ve hayatı, bu tertemiz ve güzel nimetleri ile helal kılan yüce
Allah'ın bildiği ve tanıdığı ölçüde tanıması mümkün değildir. Eğer Allah'ın
helâl kıldığı bu nimetler, kullarına zararlı ve kötü olsaydı Allah onlardan
kullarını korurdu. "İnsanların onlardan mahrum olmasında bir iyilik olsaydı
bu nimetleri kendilerine helâl kılmazdı." Bu dinin amacı, beşer hayatının
bütün güçleri arasında tam bir uygunluk, mutlak bir denge sağlamak, onları
iyiye ve yararlı olana kavuşturmaktır. Bu din, insanın doğuştan gelen
ihtiyaçlarından hiç birini ihmal etmez. İnsanın, sağlıklı biçimde işleyen ve
kendisi için belirlenen yoldan ayrılmayan yapıcı güçlerinden hiçbirini
bastırmaz. Bu nedenle ruhbanlıkla savaşır. Çünkü ruhbanlık insanın fıtratını
bastırmak, enerjisini boşa harcamak, Allah'ın gelişmesini istediği hayatın
gelişmesini önlemeye çalışmaktır. Ayrıca bu din, Allah'ın tertemiz
nimetlerinin herhangi birini haram kılmayı da yasaklamıştır. Zira bunlar,
hayatın oluşması, gelişmesi ve yenilenmesine etki eden faktörlerdir. Yüce
Allah bu hayatı, gelişsin, yenilensin ve Allah'ın yasasına bağımlı olan
gelişme ve yenilenme yoluyla yükselsin diye yaratmıştır. Ruhbanlık ve
tertemiz şeyleri haram kılma ise, Allah'ın hayat için öngördüğü nizam ile
çelişmektedir. Çünkü bunlar, hayatı yücelme ve yükselme bahanesiyle belli
bir noktada dondurmaktadır. Halbuki yücelme ve yükselme de, Allah'ın, hayat
için belirlediği yasanın kapsamına dahildir. Bunlar, Allah'ın, insanlara
öğrettiği ölçüde rahat bir biçimde fıtratla uyum sağlayan bir yasaya göre
işlemektedir.
Bütün bunlardan sonra, sebebin özel oluşu,
ayetin genel hükmünü sınırlandırmaz diyebiliriz. Daha önce de belirttiğimiz
gibi bu genel hüküm, ilahlık ve yasama meselesiyle ilgilidir. Bu mesele
yemede, içmede, evlilikte bir takım helâller, haramlar çerçevesi ile
sınırlandırılamaz. Burada asıl mesele, hayatın herhangi bir alanında yasama
hakkını Allah'ın dışında hiç kimseye vermemektedir.
Biz bu ilkeyi yer yer tekrar ediyor ve
önemini vurguluyoruz.
Zira İslâm'ın uzun bir zaman boyunca layık
olduğu biçimde ve gerçek anlamda hayata hükmetmekten uzak kalışı, bu ilkenin
anlamlarını ve boyutlarını Kur'an-ı Kerim'de ve İslâm dininde ortaya konan
gerçek şekliyle anlaşılmasını zorlaştırmış bulunmaktadır. Neticede "helâl"
ve "haram" insanların gözlerinde asıl kapsamları daralmıştır. Öyle ki, helâl
ve haram kavramları, sadece kesilen bir hayvanın, yenecek bir yemeğin,
içilecek bir içkinin, giyilecek bir elbisenin, kıyılacak bir nikahın
sınırlarını aşamaz olmuştur... İşte artık insanların, "bu helâl mıdır,
haramınıdır?" diye, İslâm'ın görüşlerini almaya çalıştığı konular sadece
bunlardır! Bütün insanları ilgilendiren işlerde ve büyük meselelerde ise;
insanlar, teorilere, anayasalara ve Allah'ın yasasının yerine konan
kanunlara başvurmaktadır! Sosyal düzenin tamamında, siyasal düzenin
tamamında, uluslararası sistemin tamamında, Allah'ın yeryüzündeki ve
insanların hayatındaki özelliklerinin hepsinde artık, İslâm'a danışılmaz
olmuştur.!
Halbuki İslâm, hayatın tamamını kapsayan bir
sistemdir. Ancak ona bir bütün olarak uyan kimse, mümindir ve Allah'ın
dinindedir. Bir tek hükümde dahi olsa başkalarına uyan kimse, imanı
reddetmiş, Allah'ın ilahlığına baş kaldırmış ve Allah'ın dininden dışarı
çıkmış olur. İstediği kadar inanç sistemine saygısı bulunduğunu ve müslüman
olduğunu söylesin, farketmez! O'nun, Allah'ın yasasından başka bir yasaya
uyması, iddiasını yalanlamakta ve O'nu Allah'ın dininden dışarı çıkmakla
damgalamaktadır.
İşte açıklamakta olduğumuz Kur'an ayetlerinin
ortaya koymak istediği genel kural budur. Bu ayetler, bu önemli kuralı
Allah'a imanın ilk şartı yahut, Allah'a karşı sınırları aşmanın bir tezahürü
olarak göstermektedir. Kur'an ayetlerinin gerçek kapsamı da budur. Bu
kapsam, aynı zamanda bu dinin ciddiyetine, bu Kur'an'ın ciddiyetine,
ilahlığın ve imanın anlamının ciddiyetine de uygun düşmektedir.
Helal ve haramı belirlemeye ilişkin yasama
meselesi, Medine'de bulunan İslâm ümmetinin eğitim projesi, ümmetin cahiliye
atmosferinden ve kalıntılarından, bireysel ve toplumsal geleneklerinden
arındırılması meselesiyle ilgili olarak son ve kesin emirler geliyor. Burada
içkinin ve kumarın haram kılınması, Allah'a ortak koşmakla aynı anlama
gelen, dikili anıtlar ve fal oklarının haram sayılmasıyla birlikte
veriliyor:
İÇKİ KUMAR VE FAL OKLARI
90- Ey müminler, içki, kumar,
anıt taşlarına fal okları şeytan işi iğrençliklerdendir, bunlardan uzak
durun ki, kurtuluşa eresiniz.
91- Şeytan içki ve kumar yolu
ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi?
92- Allah'a ve peygambere
itaat ediniz, onlara karşı gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt
çevirirseniz, biliniz ki, Peygamberimizin görevi sadece açıkça duyurmaktır.
93- İman edip iyi ameller
işleyenler, Allah'tan korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan
korkup müminliklerini devam ettirdikleri ve sonra yine Allah'tan korkup
iyilik yaptıkları takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden
dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah, iyilik yapanları sever.
Gerçekten de içki, kumar, anıt taşları ve fal
okları cahiliye hayatının en önemli özellikleriydi ve cahili toplumun en
köklü gelenekleri arasında yer alıyorlardı. Pratik uygulamaları ve bu
toplumun en önemli geleneklerini, alışkanlıklarını oluşturmaları açısından;
birbiri ile köklü bağları bulunan bir demeti oluşturuyorlardı. Cahiliye
Arapları alabildiğine aşırı şekilde içki tüketiyorlardı. Toplantılarında
fazla içki tüketmeleri ile övünüyor ve bunu bir övünç kaynağı olarak
görüyorlardı. Şiirlerinde ve övgülerinde; içkiyle iftihar etmek, önemli bir
odağı oluşturuyordu! İçki meclislerinde hayvanlar kesiliyor, içki içenlere,
içki dağıtanlara, bu mecliste kahramanlık gösterileri yapanlara, bu
toplantıya katılanlara ve etrafında toplananlara sunulmak üzere etler
kızartılırdı! Bu hayvanlar, anıt taşları üzerinde kesilirdi. Anıt taşları
Arapların, hayvanlarını üzerinde kestikleri ve kanlarını kendilerine
sürdükleri putlardı. (Tanrılara yani tanrıların papazlarına kurban olarak
sunulacak olan hayvanlar da bu taşlar üzerinde kesilirdi). İçki meclisleri
ve benzeri sosyal nitelikli kesimlerde fal okları yolu ile kumar da
oynanıyordu. Fal okları, Arapların, hayvanları aralarında paylaşırken
başvurdukları bir oran ölçeğiydi. Herkes kendi okuna düşen orana bağlı
olarak, hayvandan bir pay alıyordu. Okunda "üstün" yazılı olan, hayvanın en
büyük payını alırdı. Bu sıralama okuna hiçbir pay düşmeyene kadar, aşağıya
inerdi. Payına hiçbir şey düşmeyen adam, hayvanın sahibi de olabiliyordu. Bu
durumda hayvanı tümden kaybetmiş olurdu! ..
Böyle sosyal içerikli gelenek ve
alışkanlıkların birbiri ile kenetlendiği ortaya çıkmakta; bunların,
cahiliyenin pratiği ve itikadi düşüncelerine paralel bir biçimde seyrettiği
gözlemlenebilmektedir.
İslam nizamı ilk etapta, bu gelenekleri
ortadan kaldırmaya kalkmadı. Çünkü İslâm, bu geleneklerin bir takım yanlış
inançlardan kaynaklandığını biliyordu. Bu problemin temeline inmeden
meseleyi yüzeysel olarak halletmeye kalkmak, boşuna bir çabadan başka bir
anlam ifade edemezdi. İlahî nizam, böyle bir metoda başvurmaktan uzaktı!
İslâm ise, her şeyden önce, insanın gönlündeki düğümden, inanç sistemi
düğümünden başlamıştır. Cahili inançların ve düşüncelerin hepsini kökünden
söküp atmak, bunun yerine sağlam İslâm düşüncesini yerleştirmekle işe
başlamıştır. İslâm'ın sarsılmaz düşüncesi, fıtrata dayalı olan kaidenin
derinliklere yerleştirmekle yola koyulmuştur. İnsanlara, ilahlara ilişkin
düşüncelerinin bozukluğunu açıklamış ve onları gerçek ilaha iletmiştir. Bu
gerçek ilahı tanıdıktan sonra, bu gerçek ilahın sevdiği ve hoşlanmadığı
şeylere kulak vermeye başlamışlardır. Ondan önce bu direktiflere kulak
veremezlerdi! Bir emre, bir yasağa bağlılık gösteremezlerdi. Bu yasak ne
kadar kendilerine hatırlatılırsa, ne kadar nasihat edilse de, onlar
kendilerini cahiliye alışkanlıklarından koparamazdı. İnsan fıtratının ilk
bağı, akide bağıdır. Herşeyden önce, bu akide bağı oluşturulmadıktan sonra,
insanın fıtratında bir ahlâka, bir eğitime, sosyal bir inkılâba yol açmak
mümkün olamaz. İşte insan fıtratının anahtarı buradadır. Bu fıtrat, kendi
özel anahtarı ile açılmadığı sürece, hazineleri kapalı kalacak, yolları
doğrulmayacaktır. Ne zaman bir pencere açılsa, bir başka pencereler
kapanacak, bir taraf aydınlansa, öbür taraflar karanlıkta kalacak, bir düğüm
çözülse, pek çok düğümler kapalı kalacaktır. Ne zaman bir geçit açılsa, bir
çok geçitler ve yollar kapanacaktır... Ve bu hal sonsuza kadar devam edip
gidecektir...
Bu nedenle İslâm nizamı, cahiliyenin bir sürü
rezilliklerinden ve sapıklıklarından sadece bir bölümünü oluşturan bu
rezilliklerinden ve sapıklıklarından tedaviye başlamamıştır. Bunun yerine
akideden işe başlamıştır. Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmekle
işe başlamıştır. "Allah'tan başka ilah yoktur" ilkesinin yerleştirilmesi
zaman olarak öyle uzun bir dönem kapsadı ki, bu zaman dilimi onüç seneyi
buldu. Bu esnada, bu gayeden başka hiç bir gaye yoktu! İnsanlara geçek
ilahlarını tanıtma, onları bu ilaha kul yapma, insanları onun otoritesine
bağlama gayesi... Neticede insanlar kendilerini Allah'a adadılar. Artık
insanlar, Allah'ın kendileri için seçtiğinden başka hiçbir seçenek
olmadığını idrak etmişlerdi. İşte tam bu sırada, ibadet nitelikli semboller
de dahil olmak üzere yükümlülükler gelmeye başladı. Bu esnada, cahiliyenin
sosyal, ekonomik, psikolojik, ahlâkî ve günlük hayata ilişkin kalıntılarının
temizlik işlemi başladı... Bu yükümlülükler, Allah'ın emrettiğinde, kulların
tartışmasız itaat edeceği bir zaman dilimine denk getirilmişti. Çünkü onlar,
artık her ne olursa olsun Allah'ın bir emri veya yasağı karşısında hiçbir
seçenekleri olmadığını kavramışlardı!
Başka bir ifade ile: Emirler ve yasaklar
"İslâm"dan sonra, teslim oluştan sonra... Müslümanın içinde tereddüt
kalmadıktan sonra... Allah'ın emrine rağmen kendisinin herhangi bir görüşü
ve seçeneğinin olabileceğini düşünmez duruma geldikten sonra başlamıştı.
Veya üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi'nin "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler
Kaybetti" adlı eserinde, "Büyük Düğüm Çözüldü" başlığı altında değindiği
gibi:
"... En büyük düğüm. Şirk ve küfür düğümü...
Çözüldü... Ardından bütün düğüm(er çözüldü. Peygamber (salât ve selâm
üzerine olsun) onlara karşı ilk cihadını yaptı. Fakat her emir ve yasağın
beraberinde yinelenen bir cihada ihtiyaç duymadı. İslâm, ilk savaşta
cahiliyeye karşı bir zafer elde etti. Artık her savaşta zafer onların
oluyordu. Onlar kalpleriyle, gönülleriyle, ruhlarıyla ve bütün varlıklarıyla
toptan İslâm'a girmişlerdi. Doğru olan kendilerine açıkladıktan sonra,
peygambere zorluk çıkarmıyorlardı. O'nun verdiği hükme karşı gönüllerinde
herhangi bir burukluk duymuyorlardı. Emrettikten veya yasakladıktan sonra
kendilerine seçenek yoktu. Nefislerinin kendilerini aldattığı şeyleri
Peygambere anlatıyorlar ve cezayı gerektiren bir suç işlediklerinde
vücutlarını korkunç azaba teslim ediyorlardı. İçkinin yasaklama emri
geldiğinde, içkiyle dolup taşan kadehler onların elindeydi. Allah'ın emri,
onların ıslak dudakları ile yanık yürekleri arasına girdi. Şarap fıçıları
kırıldı ve Medine sokaklarına döküldü"
Bununla beraber içkinin ve buna bağlı olarak
kumarın yasaklanışı, aniden meydana gelen bir olay değildi. Psikolojik,
gelenek ve alışkanlıklar birtakım ekonomik yönleri de bulunan bu köklü
sosyal hastalığın tedavisinde, bu kesin yasaktan önce birkaç adım atılmış,
bir kaç aşama kat edilmişti.
İslâm nizamında içki probleminin tedavisinde
bu ayetler, üçüncü ya da dördüncü merhaleydi.
Birinci merhale, hedefe atılan ilk oku
oluşturuyordu. Allah, Mekke'de indirilen Nahl sûresinde buyuruyor bize,
"Hurmaların ve üzümlerin meyvelerinden sarhoşluk veren bir nesneyi ve güzel
bir rızkı elde ediyorsunuz" (Nahl Suresi, 67) Bu müslümanların duygularını
harekete geçiren ilk uyarıydı ve burada şeker (sarhoş veren madde), güzel
rızkın karşıtı olarak zikrediliyordu. Sanki bu bir şey, güzel rızık başka
bir şeydi.
İkinci merhale, müslümanların gönlünde,
yasama uzandığı yolu ile dini duyarlılığı harekete geçirmeye yöneliktir.
Bakara sûresinde yeralan bir ayetti bu: "Sana içki ve kumar hakkında soru
soruyorlar. De ki; onların ikisinde de büyük günahlar vardır. İnsanlara bazı
yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür." (Bakara Suresi, 219)
Burada onlar! terk etmenin daha iyi olacağına işaret ediliyor. Zira
günahının yararından büyük olduğu belirtiliyor. Yoksa hiçbir yararı olmayan
şeyler çok azdır. Bir şeyin helal oluşu veya haram oluşu zararının veya
yararının ağır basmasına bağlıdır.
Üçüncü merhale, içki alışkanlığını kırıyor ve
bununla namaz farizası arasında bir bağdaşmazlığı gündeme getiriyordu. Nisa
sûresindeki bu ayette şöyle deniyordu. "Ey müminler, sarhoş iken ne
dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın". Beş vakit namaz çoğunlukla
bir birbirine yakındır. Bu vakitler arasında sarhoş olup ayılmaya yeterli
bir zaman yoktur. Bu uygulama pratik olarak içki alışkanlığını sürdürmenin
alanını daraltmaktaydı. Özellikle "Subuh" adı verilen sabalı içkisi ile,
"Gabuk" adı verilen ikindi veya akşam içkisi gibi cahiliye gelenekleri
kaldırılıyordu. Ayrıca bu, belli seanslarla içki almayı gerektiren
tiryakilik ve alışkanlık halini sürdürmeyi engelliyordu. Öte yandan
müslümanların gönüllerinde özel bir ağırlığı bulunan bu emir, namaz
farizasını zamanında yerine getirme ile, içki alışkanlığını zamanında
karşılamak arasında, bir çelişki ortaya çıkarıyordu!
Sonra dördüncü merhale olan, son ve kesin
noktaya gelindi. Artık gönüller buna tam anlamı ile hazırlanmış bulunuyordu.
Bundan sonra yasağın gelişinden, insanların anında itaati ve boyun eğişinden
başka bir şey kalmamıştı.
Ömer b. Hattab (Allah ondan razı olsun) dedi
ki; "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap"
(Herhalde Hz. Ömer'in (r.a), insanın içini rahatlatacak bir açıklama
arzusunu kamçılayan Nahl suresinin ayetidir. Kendisinin de belirttiği gibi
Ömer, cahiliye döneminde içki içen bir adamdı. Bu da içki kullanma
alışkanlığının cahili toplumda, köklü bir alışkanlık, olduğunu
göstermektedir.) Bunun üzerine Bakara sûresinin şu ayeti gönderildi: "Sana
içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki, onların ikisinin de büyük
günahı vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından
büyüktür." Ömer çağırıldı ve kendisine bu ayet okundu. Ömer yine: "Allah'ım
içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap". dedi. Ardından Nisa
sûresindeki şu ayet gönderildi: "Ey müminler, sarhoş olduğunuz halde namaza
yaklaşmayın." Ömer yine çağırıldı ve kendisine bu ayet de okundu. Bu sefer
de Ömer: "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap"
dedi. Arkasından Maide sûresindeki şu ayet indi. "Şeytan, içki ve kumar yolu
ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi?" Bunun
üzerine Ömer: "Son verdik, son verdik" diye, bu ilahi çağrıya içtenlikle
katıldığını dile getirdi. (Ashabus Sünen)
Hicretin üçüncü senesinde, Uhud savaşından
sonra indirilen içkiyi yasaklayıcı ayetlerden sonra, Medine sokaklarında
dolaşıp: "Ey ahali,artık içki haram kılınmıştır" diye, bağırılmasından başka
bir şeye ihtiyaç kalmamıştı... Bunun üzerine, elinde bardağı olan onu kırdı,
ağzında bir yudum içki olan onu geri tükürdü. Şarap fıçıları kırıldı, içki
şişeleri kırıldı. Böylece sarhoşluk ve içki kullanımı yokmuş gibi
halledildi!
Şimdi de Kur'an'ın sunuş tarzına; eğitim ve
yönlendirme yöntemini kapsayan metoduna bir göz atalım:
"Ey müminler, içki, kumar, anıt taşları ve
fal okları şeytan işi iğrençliklerdendir, bunlardan uzak durunuz ki,
kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık
tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık
bunlara son veriyorsunuz değil mi? Allah'a ve peygambere itaat edin, Onlara
karşı gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, bilin ki,
Peygamberimizin görevi sadece açıkça duyurmaktır."
Bu ayetler, bu bölümün alışılagelen hitap
şekliyle başlıyor: "Ey müminler"...
Bir taraftan müminlerin kalplerini harekete
geçirmek, öbür taraftan bu imanın zorunlu sonucu olan, bağlılık ve itaat
eylemini hatırlatmak için...
Bu etkili hitaptan sonra, net ve açık bir
biçimde ifade edilen kesin bir hüküm yer alıyor:
"İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları
şeytan işi iğrençliklerdendir."
Bunların hepsi, Allah'ın helâl kıldığı
"tertemiz nimetler" sıfatıyla uyuşmayan kirli işlerdir. Ve bunlar şeytan
işidir... Şeytan ise insanın tarihi düşmanıdır. Müminin, bir işten duygusal
olarak nefret etmesi, psikolojik olarak tiksinmesi, fıtrat olarak ondan
ürküp kaçması, korkarak ondan uzaklaşması ve ondan sakınması için, bu işin
şeytan işi olduğunu öğrenmesi yeterlidir!
İşte bu esnada, kurtuluş umudu ile birlikte
yasak konuyor. Bu aynı zamanda, derin psikolojik duyguları harekete geçiren
bir dokunuştur:
"Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa
eresiniz."
Bundan sonra ayet-i kerime, bu pisliğin
gerisinde bulunan şeytanın planını açıklamaya geçiyor:
"Şeytan içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve
düşmanlık tohumları ekmek sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak
ister."
Böylece müslümanın gönlünde; şeytanın hedefi,
tuzağının amacı, iğrençliğinin yolu aydınlanmış oluyor... Bu hedef, içki ve
kumar yolu ile müslümanların arasında, kin ve düşmanlık tohumlarını
ekmektir. Aynı şekilde, "iman edenleri" Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymaktır bu. Öyleyse bu, ne korkunç bir hile...
Şeytanın güttüğü bu hedefler, birer
realitedir. Müslümanlar bu gerçekleri, gerçeğin kendisi olan ilahi ifadeler
aracılığıyla tasdik ettikten sonra, realiteler dünyasında da onları
görebilirler. Şeytanın, içki ve kumar yolu ile insanlar arasına kin ve
düşmanlık tohumunu nasıl ektiğini görmek için, uzun bir araştırmaya gerek
yoktur. İçki, insanın aklını başından alır, etini ve kanını bir sel gibi
harekete geçirir, şehevi arzu ve isteklerini alevlendirir. Çoğunlukla içkiye
arkadaş olan kumar ise, insanın gönlünde binbir çeşit kin ve hüsran duygusu
bırakır. Çünkü, kumarda kaybeden kişi, gözlerinin önünde malını elinden
alana ister-istemez kin besleyecektir. Malını bir ganimet olarak alıp
götüren kumarcıya, kaybeden adam, elbette ki kahrolacaktır. Bu işlerin
yapıları gereği olarak, kin ve düşmanlığı harekete geçirmesi normaldir.
Meseleye oldukça yüzeysel olarak bakan birtakım kimselerin, bu tür biraraya
gelişleri; dostluk ve mutluluğun bir parçası olarak algılamaya çalışmaları
boşunadır. Zira bu işler, birbirine dost olan imanları çatışma ve patlama
alanlarında karşı karşıya getirmektedir.
Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaya
gelince; bunların ikisi üzerinde düşünmeye bile gerek yoktur. İçki herşeyi
unutturur. Kumar da alıkoyar. Kumarcılara göre, kumarcının aklı ile sarhoşun
aklı arasında fark yoktur. Kumarcının alemi de sarhoşun alemi gibi, içki
masalarını, kadehleri ve kumar oyununu aşmaz!
Şeytanın iğrenç hedefini belirten bu işaret,
amacına ulaşıp, "iman edenlerin" kalplerini uyarmak ve onları harekete
geçirmek istediğinde bir soruya yer veriliyor. Bu öyle bir sorudur ki, onu,
Hz. Ömer'in bu ayeti dinlediği sırada verdiği cevaptan başka biçimde
cevaplamak mümkün değil:
"Artık bu işlere son veriyorsunuz değil mi?"
Ömer hiç beklemeden cevap verir: "Son verdik,
son verdik"
ALLAH'A İMAN VE TAKVA
Fakat ayet-i kerime, o büyük etkisiyle
beraber sürüyor:
"Allah'a ve peygambere itaat edin. Onlara
karşı gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki,
Peygamberimizin görevi sadece, açıkça duyurmaktadır."
Herşeyin kendisine bağlı olduğu kaide:
Allah'a itaat, peygambere itaat...
Yani İslâm... Allah'a ve peygambere mutlak
itaat. Sonra onlara karşı gelmekten sakındırmak ve üstü kapalı bir tehdit:
"Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz
ki, peygamberimizin görevi sadece, açıkça duyurmaktır."
Gerçekten de peygamber tebliğ etmiş ve
açıklamıştı. Açıkça duyurma eyleminden sonra, muhalefette diretenlere
sorumluluk yükü biniyordu.
Bu üstü kapalı üslup ile ifade edilen ve
insanın belini büken bu tehdit müminlerin yüreklerini hoplatmaktadır! Onlar,
karşı gelip itaat etmedikleri zaman, kendilerinden başka hiç kimseye zarar
veremezler. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) tebliğini ve görevini
yapmıştır. Onların işlerinden elini çekmiştir. Artık onlardan sorumlu
değildi O. Kendisine itaat etmeyip karşı geldikleri takdirde, onlardan
hiçbir azabı savamaz. Onların işi yüce Allah'a kalmıştır. Sırtını dönen
isyankârları cezalandırmaya, Allah'ın gücü elbette yetecektir!
İşte ilahî yol, kalplerin kapısını böyle
çalıyor, gönüllerin kilitlerini böyle açıyor... Kendisi için, bu gönüllere
varan yollar, geçitler buluyor.
Bu yasağın kendisiyle ilgili olarak geldiği
içkinin ne olduğunu açıklamamız yerinde olur. Ebu Davud'un İbni Abbas'tan
aldığı habere göre "Akla sarhoşluk veren herşey içkidir ve sarhoşluk veren
herşey haramdır."
Hz. Ömer (r.a) Peygamberimizin (salât ve
selâm üzerine olsun) minberinde ve sahabeden bir topluluk huzurunda yaptığı
konuşmada, şöyle demişti: "Ey insanlar, içkinin indiği sırada içki beş
şeyden yapılıyordu: Üzümden, hurmadan, baldan, buğdaylardan ve arpadan.
Aslında içki, akla sarhoşluk veren herşeydir." (Kurtubi Tefsiri)
Her iki rivayete göre de içki, sarhoşluk
meydana getiren, akla zarar veren herşeydir. Herhangi bir türüne mahsus
değildir. Ve sarhoşluk veren herşey haramdır.
Sarhoşluk veren herhangi bir madde ile
meydana gelen sarhoşluk halı, İslâm'ın müslüman kalplerin her zaman Allah'a
bağlı olması, her an Allah'ın kontrolü altında olduğunu duyabilmesi için
farz kıldığı, sürekli uyanıklık hâli ile bağdaşmaz. Müslümanın kalbi, bu
uyanıklıkla, hayatın gelişmesi ve yenilenmesinde, hayatın zaaflarında ve
bozukluklardan korunmasında, kendisini, malını ve namusunu korumasında,
müslüman cemaatın güvenliğini, yasasını ve düzenini her türlü saldırıdan
korumasında önemli bir fonksiyon icra edecektir. Müslüman fert, kendi başına
ve arzuları ile baş başa bırakılmış değildir. Her an sürekli uyanıklık
gerektiren yükümlülükleri vardır. Rabbına karşı yükümlülükleri, kendisine
karşı yükümlülükleri, ailesine karşı yükümlülükleri bütün insanlığa karşı
mesajını iletmesi ve onlara doğru yolu göstermesi için evrensel
yükümlülükleri bulunmaktadır. Tüm bu yükümlülükleri yerine getirebilmesi
için, sürekli olarak uyanık olması istenmektedir. Hatta İslâm onun Allah'ın
helâl kıldığı nimetlerden yararlanırken bile, bu nimetlere karşı uyanık
durmasını, şehevî arzuların ve lezzetlerin kölesi olmamasını istemektedir.
Müslüman gerekli olarak arzularına hakim
olmak zorundadır. İşine hakim olan adamın durumu gibi bu isteklerin ancak
bir kısmını yerine getirir. Sarhoşluğun verdiği şuursuzluk halı ise, hiçbir
şekilde bu yükümlülük halı ile bağdaşmaz.
Sonra bu sarhoşluk halı, aslında belli zaman
dilimlerinde hayatın realitelerinden kaçmaktan ve çakır keyiflik halinin
veya aklî dengesizliğin körüklediği düşüncelere dalmaktan başka bir şey
değildir. İslâm ise, insanların bu yola baş vurmalarını hoş karşılamaz.
Onların gerçekleri görmelerini, gerçeklerle yüzyüze gelmelerini, gerçeklerin
içinde yaşamalarını, hayatlarını bu gerçeklere uygun biçimde
yönlendirmelerini ister. Bu hayatlarını bir takım hayaller ve kuruntuların
temeline dayandırmalarını istemez. Çünkü gerçeklerle yüzyüze gelmek, azim ve
iradenin harekete geçmesini sağlar. Gerçekleri bırakıp bir takım hayallere
dalmak ve kuruntulara kapılmak ise; çözülmeden, azmin kırılmasından,
iradenin erimesinden başka bir şey değildir. İslâm sürekli olarak irade
eğitimine önem vermekle iradeyi, köklü alışkanlıkların, tiryakiliklerin
bağlarından kurtarmaya çalışır. Sadece bu değerlendirme bile İslâm'ın, neden
içkiyi ve diğer uyuşturucu maddeleri haram kıldığını görmemize yeterli
olacaktır. Zira bunlar, şeytan işi iğrençliklerdir... insan hayatının
düzenini bozmaktır.
Bazı fıkıh bilginleri, içkinin, diğer
pislikler gibi hem içilmesinin haram hem de kendisinin pis olduğunu
söylerken diğer bazı bilginler, sadece içilmesinin haram olduğunu
söylemişlerdir. Cumhura göre, içkinin kendisi de içilmesi de haramdır.
Rabia, Leys b. Said Şafiî'nin arkadaşı Müzeni ve daha sonraki bazı Bağdatlı
fıkıhçılara göre ise, içkinin sadece içilmesi haramdır. Bu tefsirde meseleye
bu kadar değinmemiz yeterlidir.
Bu ayetlerin indirilmesi, burada içkinin
haram kılındığının bildirilmesi ve şeytan işi iğrençliklerden olmakla
nitelendirilmesi, İslâm Toplumu'nda sözcükleri bir, nedenleri ve hedefleri
ayrı olan iki sesin yükselmesine neden oldu.
Bu açıklamayı olduğu gibi kabul eden fakat,
işin içinden çıkamayan bazı sahabiler: "İçki içtiği halde vefat eden
kardeşlerimiz ne olacak? İçki haram kılınmadan önce Uhut'ta karınlarında
içki olduğu halde şehit edilen arkadaşlarımızın durumu nedir?" dediler.
Şaşkınlık ve kargaşalık peşinde bir takım
fırsatçılar da bu veya buna benzer birşeyler söylediler. Bununla, gönüllerde
yer alan yasama nedenlerine duyulan güveni sarsmayı veya içkinin haram
kılınmadığı sıralarda vefat edenlerin, şeytan işi iğrençliklerden biri olan
içki ile karınları dolu olduğu halde vefat ettiklerinden dolayı, imanlarının
boşa gittiği imajını yaymayı hedef alıyorlardı. İşte tam bu sırada aşağıdaki
ayet indi:
"İman edip iyi ameller işleyenler, -Allah'tan
korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup müminliklerini devam
ettirdikleri takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden
dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever."
Bu ayet-i kerime, herşeyden önce, haram
kılınmadan önce hiçbir şeyin haram olmayacağını, haram kılınmanın ayetten
önce değil, ayet ile birlikte gerçekleştiğini, hem dünya hem de ahiret ile
ilgili meselelerde ayetin kendisinden önceki halleri kapsamayacağını
bildirmektedir. Çünkü hükmü ortaya koyan ayettir. Öldüklerinde, o sırada
haram kılınmamış olan içkinin karınlarında bulunması, onlar açısından
herhangi bir sorumluluk doğurmaz. Zira onlar bu durumda, haram kılınmış bir
iş yapmış ve bir günah işlemiş olmaz. Onlar Allah'tan korkuyor, iyilik
yapıyor, her şeyde Allah'ın kendilerini gözettiği bilinciyle hareket
ediyorlardı. Niyetlerinin ve eylemlerinin Allah tarafından görüldüğünü
biliyorlardı. Bu hal üzere bulunan birisi harama el uzatmaz ve bir tek günah
işlemez.
Biz burada Mutezile'nin, içkinin pisliği
hakkındaki hükmüne bağlı olarak körüklediği tartışmaya girmek istemiyoruz.
Mutezile, içkinin bu pisliğinin, yüce Allah'ın içkinin haramlığına ait
hükmünden mi, yoksa içkinin kendisinden ayrılmayan bir niteliğinden mi
olduğunu araştırır. Haram kılınan şeylerin, bu haramlıklarının kendilerinden
ayrılmayan bir nitelikten mi, yoksa bu niteliğin haram kılınmasından mı
kaynaklandığını tartışır. Bizim anlayışımıza göre, bu tür konulardaki
tartışmalar boş tartışmalardır ve İslâmî duyarlılığa tamamen yabancıdır!..
Yüce Allah bir şeyi haram kıldığında, onu neden haram kıldığını bilir. İster
haram kılış nedenini bildirsin ister bildirmesin fark etmez. ister haram
kılmak; haram kılınan şeydeki değişmez bir nitelikten olsun isterse, onu
kullananın bizzat kendisine veya içinde yaşadığı cemaata zarar veren bir
sebepten olsun, değişen birşey olmaz. Herşeyi bütünü ile bilen yüce
Allah'tır. Ve O'nun emrine itaat etmek farzdır. Bütün bunlardan sonra
tartışmaya girmek, gerçek bir ihtiyaçtan kaynaklanamaz. Halbuki gerçekçilik,
bu ilahî yolun vazgeçilmez özelliğidir. Buna bağlı olarak hiç kimse, "Madem
ki haram kılınma, haram kılınan nesnedeki bir niteliğe bağlıdır, öyleyse
haram kılınmadan önce nasıl mübah kılınmıştır?" dememelidir! Yüce Allah'ın
belirli bir süre haram kılmadan bırakmış olmasının, bir hikmeti olmalıdır.
Çünkü her şeyin dizgini, Allah'ın elindedir. Zaten ilah oluşunun gereği de
budur.
İnsanların herhangi bir nesneyi güzel
görmesi, ya da çirkin bulması bu konuda hüküm olamaz. İnsanın helallik ve
haramlık hususunda neden olarak gördüğü sebep, o hükmün gerçek sebebi
olmayabilir. Allah'a karşı edebli olmak, O'nun hükümlerini kabul etmeyi ve
uygulamayı gerektirir. İster hikmeti veya illeti bilinsin, ister bilinmesin
fark etmez. Çünkü, "Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Allah'ın yasasını uygulamanın herşeyden önce,
kulluk temeline dayanması gerekir. Yüce Allah'a karşı, kulluğunu ortaya
koymak ve O'na itaat etmek temeline dayanmalıdır. Zaten teslimiyetin anlamı,
İslâm'da budur. Bu kesin itaattan sonra, insan aklının gücü yettiği ölçüde
Allah'ın emrettiği ve yasakladığı şeylerin hikmetini araştırması doğru
olabilir. Hikmeti araştırılan bu emir ve yasakların hikmetini, Allah'ın
açıklayıp açıklamaması fark etmez. Beşer aklının bu hikmeti kavrayıp
kavramaması da birşeyi değiştirmez. Herhangi bir şeyde, Allah'ın yasasını
güzel görecek olan yetki sahibi yalnız Allah'tır. Allah herhangi bir işte
emrini veya yasağını bildirdikten sonra tartışma biter, emir veya yasak
kesinleşmiş olur. İyi veya kötü görme olgusunun, insanın aklına bırakılması,
Allah'ın yasasında son merciin insan olduğu anlamına gelir. Öyleyse,
ilahlığın konumunu ve insan aklının konumunu gerçekten iyi tesbit etmek
gerekmektedir!
Buradan ayet-i kerimenin ifade tarzına ve
ifade tarzının taşıdığı anlama geçeceğiz:
"İman edip iyi ameller işleyenler, Allah'tan
korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup müminliklerini devam
ettirdikleri ve sonra yine Allah'tan korkup iyilik yaptıkları takdirde
vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden dolayı sorumlu
tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah, iyilik yapanları sever "
Kur'an-ı Kerim'in bu ifade tarzı, takvanın
bir kere iman ve ameli salih ile, bir kere yalnız imanla, bir kere de yalnız
ihsanla birlikte tekrar edilmesi hakkında, Tefsircilerin görüşleri içinde
içimizi rahatlatan bir görüşe rastlayamadık. Fi Zılâl'in birinci baskısında
da, bu tekrarlar hakkında doyurucu bir açıklama yapmamıştık. Duygularımı tam
ifade edemese de, şu ana kadar rastladığım en güzel yaklaşım İbni Cerir
Taberi'nin yaklaşımı oldu. "Birinci takva: Allah'ın emirlerini kabul etmek,
onları tasdik etmek, onlara boyun eğmek ve uygulamaktır. İkinci takva: Bu
tasdik üzerine sebat etmektir. Üçüncü takva: İhsan'dır. Nafilerle Allah'a
yaklaşmaktır.
Birinci baskıda bu konuda yaptığım yorum
şöyleydi: "Bu ifade tarzı, önce ana hatları verip, sonra detaylara inmekle
pekiştirmeyi arttırmak içindir. Birincisinde takvayı, imanı ve amel-i salihi
özet olarak vermiştir. İkincisinde takvayı iman ile birlikte, üçüncüsünde
amel-i salihin kendisi olan ihsan ile birlikte, vermiştir. Bu pekiştirmenin
amacı üzerinde durulan olguyu iyice yerleştirmek, amellerin
değerlendirilmesinde değişmez yasayı oluşturan iç bilinci Allah'ın herşeyi
kontrol ettiğine dair ince ve hassas bilinci ortaya çıkarmak... Her an
O'nunla ilişki içinde olduğunu idrak etmek bilincini... Allah'a iman etmeyi,
O'nun emir ve yasaklarını doğrulamayı, kesin biçimde yeralan akidenin apaçık
tercümanı olan amel-i salihi, gizli olan akide ile, bunun ifadesi olan amel
arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmayı hedef almaktadır. İşte hükmün illeti,
nedeni budur, yoksa dış görünüş ve dış şekiller değildir... Bu ana kaide
ise, tabii olarak pekiştirmeyi tekrarı ve açıklamayı gerektirir."
Artık bu yaklaşımı, biçimi rahatlatıcı olarak
göremiyorum. Fakat şu ana kadar içime bir başka yaklaşım doğmuş değil...
fakat yardım Allah'tandır.
İHRAMLI İKEN AVLANMA
Daha sonra ayetlerin seyri; helal ve haram
kılma sahasında ilerleyerek ihram halinde avlanmaktan, avlanmanın
kefaretinden, söz etmekte; Allah'ın, Kabe'yi, kutsal ayları, kurbanlıkları
ve gerdanlıkları haram kılmasının hikmetini izah etmektedir. Daha önce
sûrenin giriş kısmında, bunlara dokunmak yasaklanmıştı. Bu bölüm müslüman
fertlere ve İslâm toplumuna en hassas ölçünün bildirilmesiyle sona eriyor.
Bu ölçüye göre, tertemiz olan nesne; az da olsa, çok olan pis nesnelere ağır
basar.
94- Ey müminler, Allah'
kendisini görmeksizin O'ndan kimlerin korktuğunu belirlemek için sizleri,
ihramlı iken ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği av hayvanları
aracılığı ile dener. Kim bu denemeden sonra yasakları çiğnerse, kendisini
acıklı bir azap beklemektedir.
Daha sonra, sûrenin baş tarafında yüce Allah,
müminlere şöyle hitab etmişti:
"Ey müminler, yaptığınız sözleşmeleri yerine
getiriniz. İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartı ile ilerde
sayılacak olanlar dışında kalan bütün hayvanlar size helal kılındı. Allah
dilediği hükmü verir."
"Ey müminler, Allah'ın ibadet amaçlı
sembollerine, içinde savaşılması yasak olan aya, Kabe'ye armağan edilen
kurbanlığa, gerdanlıklı kurbanlık hayvanlara, Rabblerinin bağışını ve
rızasını kazanmak amacı ile Kabe'yi ziyaret etmeye gelenlere sakın
saygısızlık etmeyiniz. İhramdan çıkınca da avlanabilirsiniz. (Maide Suresi,
1-2)
İhramlı iken avlanmayı helal saymaya,
Allah'ın nişanelerini; kutsal ayları, kurbanlıkları, gerdanlıkları veya
Allah'ın Evi'ni ziyaret etmek amacındaki insanlara dokunmayı normal görmeyi
yasaklayan bu ayetler, aykırı davrananlara bu dünyada bir cezayı öngörüyor,
yalnızca onların günaha girdiklerini bildiriyordu. Şimdi ise, bu eylemlerin
cezası olan kefaret açıklanıyor; "işlediği suçun vebalini tadması için". Bu
haram şeyleri daha önce helal saymış olanların, bağışlandığı ilan ediliyor.
Bu açıklamaya rağmen hâlâ onları helal sayacak kimseleri, Allah'ın
kendilerinden öç alması ile tehdit ediyor.
Bu bölümün her maddesi gibi, bu maddesi de,
alışılan hitap ile başlıyor: "Ey müminler..."
Sonra onlara, ihramlı halde avlanma yasağı
dolayısıyla, Allah tarafından sınanacakları, bir denemeden geçirilecekleri
haber veriliyor:
"Ey müminler, Allah, kendisini görmeksizin
O'ndan kimlerin korktuğunu belirlemek için sizleri, ihramlı iken ellerinizin
ve mızraklarınızın erişebileceği av hayvanları aracılığı ile dener. Kim bu
denemeden sonra yasakları çiğnerse, kendisini acıklı bir azap
beklemektedir."
Bu basit bir avdır. Allah onu kendilerine
gönderir. Yakında ellerinin ulaşabileceği, mızraklarının zorluk çekilmeden
ulaştığı bir avdır bu. Rivayet edildiğine göre Allah onlara bu avı öyle çok
göndermişti ki, onların çadırları ve evleri yakınında dolaşıp duruyorlardı.
Bu insanın kendisiyle sınandığı bir aldanıştır. Bu, daha önceleri
yahudilerin kendisine dayanmadığı aldanışın kendisidir, onlar peygamberleri
olan Musa'ya (selâm üzerine olsun) ısrarla ricada bulunarak, Allah'ın,
kendileri için günlük hayatın hiçbir işiyle uğraşmayacakları bir dinlenme ve
dua günü tayin etmesini istemişlerdi. Allah da onlara Cumartesi gününü tayin
etmişti. Daha sonra Cumartesi günleri balıkları kıyılara kadar göndermiş,
onların gözleri önünde dolaştırmıştı. Cumartesi günleri dışında balıklar,
sudaki normal haline dönüyorlardı. Bunun üzerine yahudiler, Allah'a
verdikleri sözde duramadılar. Yahudi'dirler, meşhur karakterleri gereği;
Allah'a karşı kurnazlıklara başvurdular. Cumartesi günü gelen balıkları
kaçırmamak için, denize bir set geriyorlardı. Ancak, o gün avlanmıyorlar,
ertesi gün sabah olunca setlerdeki balıkları tutmaya gidiyorlardı! Yüce
Allah'ın, yahudilerin tavırlarını ve karakterlerini bildirmek için
Peygamberine (salât ve selâm üzerine olsun) yönelttiği şey de buydu:
"Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının
yaptığını sor. Hani onlar Cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü Cumartesi
yasağına uydukları gün, onlara akın akın balık geliyordu. Fakat, Cumartesi
yasağını çiğnedikleri gün, onlara hiç balık gelmiyordu. Öteden beri fasık
oldukları için, biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk." (Araf Suresi,
163)
Yüce Allah müslüman ümmeti de aynı şekilde
sınamış, yahudilerin kaybettiği bu sınavdan İslâm ümmeti başarı ile
çıkmıştı. Bu da yüce Allah'ın bu ümmetle ilgili sözlerinin bir realite
olarak gerçekleşmesiydi:
"Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en
bayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a
inanırsınız. Eğer Kitap Ehli iman etseydi onlar için daha iyi olurdu.
Onlardan mümin olanlar vardır, yalnız çoğunluğu fasıktır." (Al-i İmran
Suresi, 110)
Bu ümmet, yahudilerin kaybettiği pek çok
yerde, başarıya ulaşmıştır. Bu nedenle Allah, yeryüzündeki hilafet görevini
yahudilerin elinden almış ve onu bu ümmete emanet etmiştir. Yeryüzünde daha
önceki hiçbir ümmete tanımadığı imkanları ona vermiştir. Çünkü Allah'ın
nizaını, hayatın tamamına hükmeden realiteye dayalı bir sistem olarak,
müslüman ümmetin hilafetinde temsil edildiği gibi, hiçbir ümmet tarafından
temsil edilmemiştir. Elbette bu görevi ancak, gerçek müslüman olduğu
günlerde, İslâm'ı Allah'ın dini ve yasası olarak beşer hayatına hakim
kıldığı günlerde, bu büyük emaneti yüklendiğinin bilincinde olduğu
devrelerde, Allah'ın nizamını insanlara tatbik etmek ve Allah'ın emaneti ile
onları idare etmekle yükümlü olduğunun bilincinde olduğu sıralarda, yerine
getirmiştir.
İhramlı olunduğu sırada rahat avlanabilecek
hayvanların avlanma yasağı, bu ümmetin başarıyla geçtiği sınavlardan
biriydi. Yüce Allah'ın bu ümmeti bu tür sınavlarda eğitmesi, O'nun, bu
ümmeti diğer ümmetlerin arasından seçtiğinin ve onu koruduğunun bir
görüntüsüydü.
Yüce Allah, iman edenlere bu sınavın
hikmetini açıklamıştır.
"Allah kendisini görmeksizin O'ndan kimlerin
korktuğunu belirlemek için."
Görmeksizin Allah'tan korkmak, bu akidenin
müslüman gönüllerdeki ana kaidesidir. Akide binasının, yaşam tarzının
üzerinde kurulduğu sağlam kaidedir. Yeryüzünde hilafet görevini Allah'ın
sarsılmaz nizamına uygun bir şekilde yerine getirmenin de ana kaidesidir bu.
İnsanlar Allah'ı görmezler. Yalnız iman
ettikleri zaman O'nu, içlerinde bulurlar. Yüce Allah, insanlar açısından
gaybtır. Fakat insanların kalpleri görmeden O'nu tanır ve kendisinden
korkarlar. Bu tüyleri ürperten hakikatin, görmeden Allah'a iman ve O'ndan
korkma hakikatının gönüllerde yer etmesi, bundan sonra gözle görmeye ve
müşahedeye ihtiyaç duyulmayacak hale gelinmesi, şehadete denk düşecek hatta
ondan daha da ağır basacak biçimde bu gaybın bilincine varılması, Allah'ı
görmediği halde mümini, Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmeye sevk
etmesi... Evet bu hakikatın bu şekilde gönüllerde yer etmesi, insan denen
varlığın yücelmesinde, fıtrî yapısında mevcut olan bütün yeteneklerini en
güzel biçimde kullanmasında büyük bir aşamadır. Bu yükselişi ölçüsünde
insanın yetenekleri düzeyinde gayb alemini tanımayan hayvanî alemden onu
uzaklaştırır. Ayrıca insanın ruhu ve duyu organlarının ötesindeki dünyalara
açılmasını, sevgisinin sırf duyu organlarının dairesi içinde sıkışıp
kalmamasını, değerli olan ilişki ve buluşma cihazlarının hareketsiz
kalmamasını sağlar. İnsanın, "Maddi" hislerden oluşan hayvanî düzeyde
kaybolmasına müsaade etmez!
Bu nedenle Allah, bu hakikatı, bu sınamanın
bir hikmeti olarak göstermiştir. Müminlere de bu hakikatı açıklamıştır ki,
onların gönülleri bu hakikatı elde emek için harekete geçsin. Yüce Allah,
ledünni bir ilimle görmeksizin kimin kendisinden korktuğunu bilmektedir.
Yalnız yüce Allah, kendileri hakkındaki ledünni ilmiyle insanları hesaba
çekmez. Onları yalnız kendilerinin bir realite olarak yaşadığı eylemlerden
sorumlu tutar. İnsanın bu bilgiye uygun olarak yaşaması, Allah'ın ledün
ilmini realiteler ilmine dönüştürür.
"Kim bu denemeden sonra yasakları çiğnerse,
kendisini acıklı bir azap beklemektedir."
Müminlere sınanma haberi verilmiş, bu sınavla
karşılaşmasının hikmeti bildirilmiş, sınavı kaybetmemeleri için gerekli
uyarı yapılmış ve başarının bütün yolları gösterilmişti. Bütün bunlardan
sonra kim yasakları çiğnerse, acıklı bir azaba çarptırılması hak ve adaletin
gereğiydi. Bu cezayı bizzat kendisi seçmiş ve onu hak etmiş olurdu.
Bütün bunlardan sonra, bu aykırı davranışın
karşılığı daha ayrıntılı olarak yasakla başlayıp tehditle sona ermektedir:
95- Ey müminler, ihramlı iken
av hayvanı vurmayınız. Kim bu durumdayken bilerek bir av hayvanı vurursa,
işlediği suçun vebalini tadması için, içinizden iki adil kişinin vurulan av
hayvanının dengi olduğuna karar verecekleri bir kurbanlığı, ceza olarak,
Kabe ye ulaştırıp kesmesi ya kefaret olarak yoksullara yemek yedirmesi yada
bunun dengi kadar gün oruç tutması gerekir. Allah geçmiştekileri
affetmiştir. Fakat kim bir daha aynı suçu işlerse Allah ondan öç alır. Hiç
kuşkusuz Allah üstün iradeli ve öç alıcıdır.
Buradaki yasak, ihramlı kişinin bile bile avı
öldürmesi ile ilgilidir. Yanlışlıkla öldürdüğü takdirde ise ne günah ne de
kefareti vardır. Bilerek öldürdüğü takdirde, bunun kefareti, öldürdüğü avın
dengi olan bir başka hayvanı kurban etmesidir. Buna göre, ceylanı öldürenin
bir koyun veya keçiyi, geyiği öldürenin, bir ineği, devekuşunu ve zürafayı
öldürenin bir deveyi kurban etmesi gerekir. Tavşan, yaban kedisi ve benzeri
hayvanların kefaretinde ise, bir tavşan yeterlidir. Hayvan olarak karşılığı
bulunmayanların değerini, para olarak vermek gerekir.
Bu kefaret hususunda, adalet sahibi iki
müslümanın hüküm vermesi gerekir. İki müslüman bir hayvanın kesilmesine
karar verince, kurbanlık hayvan serbest bırakılır. Kâbe'ye ulaştığında orada
kesilir ve yoksullara yedirilir. Bir hayvan bulunmadığı hallerde ise, bu iki
müslüman, hayvanın veya avın değerine karşılık olacak miktarda, yoksullara
yedirilecek bir yemeği vermeye hükmedilir. Bu konuda, fıkıhçıların bir kısmı
avın değerini, bir kısmı ise onun yerine, kurban edilen hayvanın değerini
esas aldıklarından dolayı, görüş ayrılığı söz konusudur.
Kesecek hayvan bulamayan kimse hayvanın
değerini verir. Malı olmayan oruç tutar. Oruç ise, avın veya kurbanlık
hayvanın değeri üzerinden hesaplanır. Bu değer, değerin kendilerine
verileceği yoksulların sayısına bölünür. Ve böylece fakirlerin sayısı
belirlenir. Her bir yoksula verilecek miktar karşılığında, bir gün oruç
tutulur. Bir kişiyi yedirmenin değeri ne kadardır meselesi ise, fıkıhçılar
arasında tartışmalıdır. Yalnız bu zamana, mekana ve şartlara bağlıdır.
Kur'an-ı Kerim, bu kefaretin hikmetini de belirtiyor:
"İşlediği suçun vebalini tadması için."
Buna göre kefarette ceza da söz konusudur.
Zira burada suç, İslâm'ın özellikle büyük önem verdiği bir kutsallığı
çiğnemek şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle hemen sonra,
geçmiştekilerin affedildiği belirtilmekte ve bundan elini çekmeyenler Allah
tarafından cezalandırılmakla tehdit edilmektedir.
"Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim
bir daha aynı suçu işlerse, Allah ondan öç alır. Hiç kuşkusuz Allah üstün
iradeli ve öç alıcıdır."
Eğer onun katili, Allah'ın kendisi için
emniyet dilediği ve emin yerde bulunan avı vurmak suretiyle, güç ve kuvveti
ile övünüyorsa, Allah daha üstün iradeli, güçlü ve öç almaya kadirdir.
Kara avının durumu budur. Deniz avına gelince
bu ihramın dışında da ihramlı iken de helaldir:
96- Deniz hayvanlarını
avlamak ve hem kendiniz hem de yoksullar için besin maddesi olarak yemek
size helâl kılındı. Huzurunda bir araya getirileceğiniz Allah'tan korkunuz.
Buna göre deniz hayvanlarını avlamak
helâldir. Onun etini yemek hem ihramlı olmayana hem de ihramlıya helâldir.
Deniz hayvanlarının avlanması ve yenmesinin helâl olduğunu belirttikten
sonra, ihramlıya kara avının haram olduğunu tekrar hatırlatıyor:
"Fakat ihramlı olduğunuz sürece size kara avı
haram kılındı."
Bu konuda, fıkıhçıların söz birliği ile kabul
ettiği görüş ihramlıya, kara avının haram olduğudur. İhramlı olmayan biri
tarafından vurulan av hayvanını ihramlı yiyebilir mi? Av hayvanından
kastedilen nedir? Normal olarak avlanan hayvanları mı kapsar yoksa, bu yasak
avlanan hayvanlardan olmasa da kendisine av hayvanı adı verilmese de, tüm
hayvanları içine alır mı? Bu konularda farklı görüşler vardır.
Haram ve helal kılma ile ilgili bu bölüm
vicdanlarda Allah korkusunu harekete geçirmek, Allah'ın huzurunda toplanma
ve hesaba çekilmeyi hatırlamakla sona eriyor:
"Huzurunda bir araya getirileceğiniz
Allah'tan korkunuz." Sonra... bu yasaklar neden?...
EMİN ŞEHİR
Kâbe bir huzur bölgesidir. Yüce Allah, onu
mücadelenin egemen olduğu insanlık için güven yeri yapmıştır. Allah'ın
kutsal saydığı Kabe'dir. Kutsal aylardır. Bütün çeşitleri ve bütün
cinsleriyle hayat için; arzular, istekler, şehvetler ve zaruri ihtiyaç için
birbiriyle sürtüşen, boğuşan, mücadele eden, savaşan düşmanlar arasına
konmuş engeldir. Bu engel, onların korkularını gönül huzuruna,
düşmanlıklarını barışa dönüştürür. Sevgiden, kardeşlikten, güvenden,
barıştan kanatlar çırpmaya başlar aralarında. İnsanın arzularını; teori ve
ideal dünyasında değil, realiteler dünyasında bu duygulara ve bu olgulara
göre eğitir. Buna bağlı olarak sevgi, kardeşlik, huzur ve barış uçup giden
sözlerden, tatlı rüyalardan ibaret kalmaz. Hayat realitesinde
gerçekleşmekten uzak kalmaz:
97- Allah, Kabe'yi, o
dokunulmaz evi, insan/ar için güvenli bir barınak kıldı. Savaşılması yasak
ayları, kurbanlıkları ve (bu bölgeye sığınma göstergesi olarak takılan)
gerdanlıkları da bu dokunulmazlığın kapsamına aldı. Allah'ın gök/erde ve
yeryüzünde olan her şeyi bildiğini, O'nun bilgisinin her şeyi kapsamına
aldığını bilesiniz diye bunu böyle yaptı.
98- Biliniz ki, Allah, azabı
ağır olan, bunun yanında da affedici ve merhametli olandır.
99- Peygamberin görevi sadece
duyurmaktır. Allah gerek açığa vurduğunuz ve gerekse gizlediğiniz duyguları
iyi bilir.
Cenabı Allah, bu haramların, Beytu'l-Haram'da
insanların, kuşların, hayvanların ve böceklerin güvenliğini sağlamasını
dilemişti. Bu yasaklar ihram süresi boyunca, ihramlı kişiyi, Haram Bölge'de
olmasa da bağlayıcı nitelikteydi. Ayrıca hiçbir öldürmenin ve savaşmanın
asla caiz olmadığı Zil-Kade, Zil-Hicce, Muharrem ve Recep aylarını
savaşılması yasak olan dört ay olarak belirlemişti. Yüce Allah, cahiliye
dönemlerinde bile Arapların kalplerine bu ayların kutsallığını
yerleştirmişti. Onlar, bu aylarda hiç kimseyi öldürmez, kimseyle kan davası
gütmez, hiç kimseden intikam almazdı. Öyle ki, adanı, bu aylarda babasının,
kardeşinin ve oğlunun katiliyle karşılaşır fakat ona dokunmazdı. Bu aylar
seyahatin,yeryüzünde dolaşmanın ve rızık temin etmenin en güvenli zamanıydı.
Allah bu yasakları koymuştu. Çünkü Kabe'yi (Allah'ın kutsal evini) barış ve
güven yeri kılmayı dilemişti. insanları orada toplayan ve onları korku ve
endişeden koruyan bir ev yapmayı istemişti. Kabe'yi yer olarak bir güven
bölgesi kıldığı gibi, Haram Ayları da zaman olarak bir güven bölgesi yapmayı
dilemişti. Sonra güvenin sahasını zaman ve mekan bölgesinin dışına
taşırmıştı. Bu hakkı kurbanlık bir hayvana da tanımıştı. Hac'da ve Umre'de
Kabe'ye adanan kurbanlıklara tanınan bu hak, yoldaki hayvana herhangi bir
kimsenin zarar vermesini önlüyordu. Allah'ın kutsal evine sığınmasının bir
ifadesi olarak, Harem'in ağaçlarından yapılan gerdanlıkları taşıyanlara da
dokunulmazlık vermişti.
Cenabı Allah, bu yasakları, Kabe'nin İbrahim
ve İsmail tarafından yapıldığı günden beri koymuş ve orayı insanlara güvenli
bir barınak kılmıştı. Hayatta Allah müşriklerin bile bu güvenden
yararlanmasına müsaade etmişti. Çünkü Allah'ın evi onlar için de güvenli bir
barınaktı. Etraflarındaki insanlar yerlerinden sürülürken, onlar, orada ve
onun sayesinde güven içinde bulunuyorlardı. Buna rağmen onlar, Allah'a
şükretmiyorlardı. Tevhid evinde yalnız Allah'a ibadet etmiyorlardı.
Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerini tevhide çağırdığında:
Eğer biz seninle beraber doğru yola girersek yerlerimizden sürülürüz,
diyorlardı. Cenabı Allah onların bu sözlerine Kur'an'da işaret etmiş ve
onları korku ve güvenin gerçekliğiyle yüzyüze getirmiştir:
"Dediler ki, eğer biz doğru yola uyar da
seninle beraber olursak yurdumuzdan kovuluruz. Katımızdan bir rızık olarak
onları her şeyin ürününden toplandığı dokunulmaz ve güvenli bir yere
yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bunu bilemezler." (Kasas Suresi, 57)
Buhari ve Müslim'de, İbni Abbas'tan gelen bir
hadiste; Mekke'nin fethedildiği günde peygamberimizin şöyle dediği rivayet
ediliyor: "Bu şehir kutsaldır. Ağacı kesilmez, otları yolunmaz. Avı
kovalanmaz. Bilinenin dışında yitik mallarına dokunulmaz."
Canlı varlıklar içinde Haram Bölgesi'nde ve
ihramlıya öldürülmesi caiz olan hayvanlar yalnızca karga, yılan, akrep, fare
ve kuduz köpektir. Zira Buhari ve Müslim'de yeralan, Hz. Aişe'nin hadisi bu
konuya ışık tutmaktadır: "Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ihramlı
ihramsız halde, zararlı beş hayvanı öldürmeyi emretti. Bunlar; karga, delice
(Dölengeç) kuşu, akrep, fare vé kuduz köpektir."
Müslim'deki İbni Ömer hadisinde, bunlara
ilave olarak yılan yer alır. Medine de kutsaldır. Çünkü Hz. Ali hadisinde,
Peygamberimizin; "İyi ile Sevr (dağları) arasında bulunan Medine kutsaldır"
buyurduğu rivayet edilmiştir.
Buhari ve Müslim'de yer alan Ubad b. Temin
hadisinde peygamberimizin şöyle buyurduğu belirtiliyor: "Hz. İbrahim
Mekke'yi kutsal yaptı ve orası için dua etti. Ben de Hz. İbrahim'in Mekke'yi
kutsal kıldığı gibi Medine'yi kutsal kılıyorum."
Ayrıca burası sadece zaman ve mekan açısından
güvenli bölge olarak kalmıyor. Güvenin sahası yalnız insanları ve hayvanları
kapsamına alıyor. Bu aynı zamanda, insanın vicdanına kadar inen bir güven
bölgesidir. Çok boyutlu bir çatışma alanı olarak insanın maneviyatı üzerinde
derin etkileri bulunan, coşup kaynayan, alevleri ve dumanı zaman ve mekanı,
insanı ve hayvanı kuşatan insan vicdanında... Evet işte bu çatışma alanında,
bir barış ve hoşgörü bölgesidir. Öyle ki artık, ihramlı adam elini kuşa ve
hayvana uzatmaktan çekinir. Halbuki bu ikisi, bu bölgenin dışında insana
helaldir. Yalnız onlar burada güvenli barınakta, güvenli zamanda, güvenli
gönülde bulunmaktadır. Burası insan nefsinin eğitildiği, iyi şeylere
alıştırıldığı yerlerdir. Burada insanın nefsi eğitilir, iyi işlere
alıştırılır ki temizlensin, yükselsin, kanatlanıp, ruhlar alemine ulaşsın,
ruhlar alemine ilişkiye hazırlansın.
Dikkat edin ki, bugün korku ve dehşet içinde
kıvranan, birbiriyle boğuşan, birbirini yiyip bitiren insanlık Allah'ın,
İslâm dininde insanlara bahşettiği ve Kur'an-ı Kerim'de açıkladığı bu tür
bir güven ortamına ne de çok muhtaçtı.
"Allah'ın göklerde ve yeryüzünde olan herşeyi
bildiğini, O'nun bilgisinin herşeyi kapsamına aldığını bilesiniz diye bunu
böyle yaptı."
Burada ilginç bir açıklamadır bu. Ve rahat
anlaşılıyor! Yüce Allah bu yasayı koyuyor ve bu barınağı belirliyor ki,
insanlar, Allah'ın göklerde ve yerde olan herşeyi bildiğini ve Allah'ın
bilgisinin herşeyi kuşattığını öğrensinler. İnsanlar, Allah onların
karakterlerini, ihtiyaçlarını, içlerinde gizlediklerini, ruhlarının
seslerini bildiğini, yasalarını bu karakterlere ve ihtiyaçlara karşılık
vermek, içlerinde gizli arzu ve isteklere cevap vermek için koyduğunu
bilsinler. İnsanların kalpleri. Allah'ın rahmetini yasalarında
gördüklerinde, bu yasalar ile kendi engin fıtratları arasındaki uygunluğun
güzelliğini tattıklarında, Allah'ın göklerde ve yeryüzünde olan herşeyi
bildiğini ve O'nun bilgisinin herşeyi kuşattığını kavrayacaklardır.
İslâm dini insan fıtratının tüm ihtiyaçlarına
tam karşılık vermesi ve insan hayatının her türlü isteklerine en gerçek
anlamda karşılık vermesi açısından ilginçtir. İslâm'ın projesi, fıtratın
projesiyle, İslâm'ın yapısı fıtratın yapısı ile uyum içindedir. Bir gönül
İslâm'a açıldığında öyle bir güzellik, öyle bir huzur, öyle bir aşinalık,
öyle bir anlayışla karşılaşır ki, onun tadına varandan başkasına tanıtılması
mümkün değildir!
İhramlı ve ihramsız hallerle ilgili helâl ve
haramların belirtildiği bu bölüm; açıkça azaptan sakındırmayı ve Allah'ın
rahmet ve bağışlamasına ümitle bakmayı, telkin ederek sona eriyor:
"Biliniz ki, Allah azabı ağır olan, bunun
yanında affedici ve merhametli olandır."
Bu sakındırmanın yanında dönüş niyeti olmayan
isyankârlara bir uyarı ve işaret verilmektedir:
"Peygamberin görevi sadece duyurmaktır.
Allah, gerek açığa vurduğunuz ve gerekse gizlediğiniz duyguları iyi bilir."
Bu madde Allah'ın değerler için belirlediği
bir ölçü ile sona eriyor. Müslüman bu ölçüye göre ölçecek ve hükmedecektir.
Bu ölçüde güzel şeyler ağır basar, kötü şeyler hafif kalır. Böylece hiçbir
zaman ve hiçbir durumda, kötü şeyler çoklukları ile müslümanı aldatamaz!
100- De ki; "Murdar "ın
çokluğu (yaygınlığı) senin beğenini kazanmış olsa da, murdar ile temi-
(aslında) bir değildir. Buna göre ey sağduyulu kimseler, Allah'tan korkunuz
ki, kurtuluşa eresiniz.
Burada murdar olan şeylerle temiz şeylerin
veriliş nedeni, avda ve yemeklerde helal ve haramın birbirinden ayrılışı ile
ilgisinden kaynaklanıyor. Haram murdardır. Helâl ise temiz. Murdar'ın
çokluğu aldatıcı bir beğeni kazandırsa da, temiz ile murdar bir olmaz. Temiz
olan şeyler, sonunda pişmanlık ve zarar olmayan, hastalık ve acıya neden
olmayan nimetlerdir. Murdar şeylerdeki lezzet, mutlaka normal ölçüde dünya
ve ahiretin akıbetinden emin olunacak biçimde temiz şeylerde de vardır.
İnsanın aklı, şehevi arzuların etkisinden kurtulduğunda, takva ile birlikte
ve kalbin denetimi ile hareket ettiğinde, temiz olan şeyi murdar şeye tercih
eder. Böylece hem dünyada hem ahirette kurtulmuş olur:
"Buna göre ey sağduyulu kimseler, Allah'tan
korkunuz ki, kurtuluşa eresiniz."
Bu iki konu arasındaki özel ilgi budur.
Yalnız ayet bundan öte daha geniş bir alana, daha uzak ufuklara varıyor.
Hayatın tamamını kapsamına alıyor. Ve bir çok alanda gerçekleşiyor:
Bu ümmeti yoktan var eden ve onu insanlara
örnek gösterilen en hayırlı ümmet kılan yüce Allah, onu son derece önemli
bir göreve hazırlıyordu. Onu, yeryüzündeki sistemin emanetini yüklenmesi
için hazırlıyordu. Hazırlıyordu ki, bu ümmet, daha önce hiç bir ümmete nasib
olmayan bir biçimde bu emaneti dosdoğru yüklensin. Onu, daha önce hiçbir
ümmete nasip olmayan bir biçimde insanların hayatına uygulasın. Bu ümmetin
uzun bir süre eğitilmesinden, herşeyden önce kendisini cahiliyeden
arındıracak olan cahiliyenin bataklığından alıp yüksek yerlere, İslâm'ın
muhteşem zirvesine çıkaracak bir eğitimden geçtikten sonra, düşüncelerini,
alışkanlıklarını ve duygularını cahiliyenin tortularından arındırmaya,
iradesini hakkı ve hakkın gerekli kıldığı yükümlülükleri yerine getirmek
için eğitmeye yönelmesinden daha tabii ne olabilirdi? Bundan sonra hayatı
hem bir bütün olarak hem de detaylarına varıncaya kadar, Allah'ın
ölçülerindeki İslâmî değerlere uygun biçimde değerlendirmeye varması...
Gerçek anlamda ilahi bir niteliğe kavuşuncaya, kendi insanlığını en yüksek
düzeye çıkarıncaya kadar çaba sarf etmesi gerekiyordu. İşte o zaman bu
ümmetin ölçüsünde, temiz ile pis olan şeyler bir olmaz. Pis şeylerin çokluğu
onları etkilemez! Çokluk göze gelir ve insanın duygularını dehşete iter.
Fakat tertemiz olanın pis şeylerden ayrılması, insanın manevi yönden
yükselerek Allah'ın ölçüleriyle ölçebileceği konuma gelmesi, çokluğuna
rağmen pis şeylerin kefesinin hafif kalmasını sağlar, azlığa rağmen tertemiz
şeylerin kefesini bastırır. İşte bu durumda, İslâm ümmeti, güven içinde
hakimiyet görevini.. insanlığa hakim olma görevini, rahatlıkla üstlenebilir.
İnsanlığa Allah'ın ölçüsüne göre muamele yapar. Allah'ın değer verdiği
şekilde değerlendirir. İnsanlığa iyi, temiz şeyleri seçer. Kötü şeylerin
çokluğu onun gözünü almaz, içini büyülemez!
Bu ölçünün faydalı olduğu bir yer daha var.
Batılın kabararak insanlara çok göründüğü sırada... Sonra Allah'ın ölçüsü
ile bu şişirilmiş batıla baktığında müminin eli titremeyecek, gözleri
kamaşmayacak, ölçüsü şaşmayacaktır. Bu batıla karşı, hiçbir köpüğü, hiçbir
kabarcığı, hiçbir teçhizatı ve sayı yönünden hiçbir gücü bulunmayan, yalnız
haktan ibaret olan hakkı seçer. Zatından ve sıfatlarından, Allah'ın
ölçüsündeki ağırlığı ve sebatı, kendisinden olan güzelliği ve egemenliği
dışında hiçbir niteliği bulunmayan hakkı tercih eder!
Yüce Allah, İslâm ümmetini Kur'an metodu ile
eğitti. Peygamberimizin komutasında yetiştirdi. Allah'ın dinini gerçekten
emanet alabilecek düzeye ulaştırdı. Yalnız içlerinde ve vicdanlarında değil,
yeryüzündeki yaşamında ve hayatında onu bir bütün olarak üstlenebilecek
seviyeye geldi. Hayatın her çeşit isteklerini, arzularını, duygularını
eğitimlerini, menfaatler arasındaki çatışmalarını, bireyler ve topluluklar
arasındaki istilalarını aşabilecek konuma geldi. Hayatın her alanında
insanlığı kumanda etmek için bütün gücünü kullandı.
Yüce Allah, bu ümmeti çeşitli
yönlendirmelerle, değişik olaylarla, çeşitli sınırlarla, değişik hükümlerle
eğitti. Bunların hepsi de sonuçta tek bir noktaya varıyor, bir tek noktada
birleşiyordu. Tüm bunların amacı, bu ümmeti, akidesi ve düşünceleriyle,
duyguları ve reaksiyonlarıyla, yaşantısı ve ahlâkıyla, yasası ve nizamıyla
yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılması ve insanlığın kumandasını
üstlenmesi için hazırlanmaktı. Ve cenabı Allah bu ümmete dilediğini
gerçekleştirdi. yeryüzü hayatında Allah'ın dininin bu parlak şekli, bir
realite olarak gerçekleşti. Bu realite olarak yaşanan bir idealdi. Çünkü
Allah'ın gücü herşeye yeter. Ayrıca insanlık böyle bir ideale ulaşmak için
çalıştığında, her zaman Allah'ın yardımını yanında bulacaktır.
İSLÂM TOPLUMUNUN EĞİTİMİ
101- Ey müminler,
açıklandıkları takdirde zorunuza gidecek konuları sormayın, eğer Kur'an
inerken bu konuları sorarsanız onlar size açıklanır. Oysa Allah onlara
değinmemiştir. Hiç şüphesiz Allah affedicidir, yumuşaktır. (halimdir).
102- .Sizden önceki bir ümmet
böyle konuları sordu, fakat sonra bunlar yüzünden kafir oldular.
Yukarıdaki ayet-i kerimeler, İslâm ümmetinin
eğitimini ve peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) karşı takınması
gereken edebi ele almaktadır. Buna bağlı olarak İslâm ümmetinin, peygamberin
haber vermediği şeyleri sormaması gerektiğini bildirmektedir. Çünkü bu tür
konularda hükmün bildirilmesi, soru soranın hoşuna gitmeyecek, onu sıkıntıya
düşürecek, gücü yetmeyeceği yükümlülük getirecek veya Allah'ın serbest
bıraktığı, kullarına merhametinden herhangi bir sınır koymadığı konularda,
zorlamalara neden olacaktır.
Bazı sahabiler, herhangi bir emir veya
yasağın gelmediği konularda Peygamberimize sorular soruyor, yahud Kur'an'ın
ana hatları ile verdiği, Allah'ın ana hatlarını belirtip vermekle insanları
serbest bıraktığı konuların detaylarının verilmesinde ısrar ediyorlardı. Ya
da açıklanmasında zorunluluk görülmeyen konularla ilgili sorular
soruyorlardı. Çünkü bu tür konuların açıklanması ya soru soranı rahatsız
eder, veya başka müslümanları rahatsız edebilirdi.
Rivayete göre Hac ayeti indiğinde
sahabilerden biri: "Her yıl mı hacca gitmemiz gerekiyor?" diye sormuştu.
Peygamberimiz bu soruyu hoş karşılamadı. Çünkü hac ile ilgili olan şu ayet
konuya kısaca değiniyordu: "Ona yol bulabilenlerin Kabe'ye hac etmesi
Allah'ın insanlar üzerinde hakkıdır." (Al-i İmran Suresi, 97) Bir kere hac
etmek, bu emri yerine getirmiş olmak için yeterliydi. Burada her yıl mı,
diye sormak, Allah'ın farz kılmadığı, zorlukla onu tefsir etmekten başka bir
anlam ifade etmezdi!
Tirmizi ve Darekutni'nin Hz. Ali'den (r.a)
rivayet ettikleri bir hadiste deniyor ki: "Ona yol bulabilenlerin Kabe'ye
hac etmesi Allah'ın insanlar üzerinde hakkıdır" ayeti indiğinde, sahabiler;
"Ey peygamber, her yıl mı hacca gideceğiz?" diye sormuşlar. Peygamberimiz de
susmuştu. Tekrar: "Her yıl mı?" diye sormuşlar. Peygamber "Hayır, eğer ben
evet deseydim her yıl hacca gitmeniz zorunlu olurdu" buyurmuştu. Bu olay
üzerine şu ayet inmişti.
"Ey müminler, açıklandıkları takdirde
zorunuza gidecek konuları sormayın."
Aynı hadisi Darekutni, Ebu Iyâd'tan, Ebu
Hureyre'den rivayet eder. Buna göre Peygamberimiz: "Ey insanlar, hac size
farz kılındı." buyurduğunda, bir adam ayağa kalktı ve "Her sene mi ya
Resulullah?" dedi. Resulullah duymazlıktan geldi. Adam tekrar: "Her sene mi
ya Resulullah?" diye sordu. Resulullah bu sefer "Bunu soran kim?" dedi,
falancadır dediler. Resulullah: "Allah'a yemin ederim ki evet deseydim,
zorunlu olacaktı. Eğer zorunlu olsaydı gücünüz yetmezdi. Eğer gücünüz
yetmeseydi küfre düşenlerden olurdunuz" buyurdu. Bunun üzerine yüce Allah:
"Ey müminler açıklandıkları takdirde zorunuza
gidecek konuları sormayınız'' diye başlayan ayetini gönderdi.
Müslim'in Sahih'inde Enes'ten (r.a) rivayet
ettiği bir hadiste, peygamber şöyle buyurmuştur: "Burada durduğum müddetçe
bana ne sorarsanız cevabını veririm" (İbni Cerir'in Enes'ten aldığı bir
rivayete göre ise, onlar Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) öyle çok
soru sordular ki, O'nu bezdirdiler. O da böyle söyledi. İbni Cerir'in bu
konuya ilişkin Ebu Hureyre'den bir rivayeti daha var ki, onu metnin içinde
vereceğiz.) Bunun üzerine adamın biri ayağa kalktı ve "Ben nereye
gideceğim?" dedi. Resulullah "Cehenneme" karşılığını verdi. Abdullah b.
Huzafe ayağa kalktı ve: "Benim babam kimdir ya Resulullah?" diye sordu.
"Baban Huzafe'dir." buyurdu. İbni Abdil Berre der ki: Abdullah b. Huzafe ilk
müslümanlardandı. Habeşistan'a yapılan ikinci hicret ile Habeşistan'a göç
etmişti. Bedir savaşına katılmıştı. Biraz şakacı bir adamdı! Resulullah
Kisra'ya gönderdiği mektubunu onunla göndermişti. Abdullah: "Benim babam
kimdir ya Resulullah?" deyip, peygamber de; "Baban Huzafe'dir" cevabını
verince, Abdullah'ın annesi, "Senden daha asi bir oğul görmedim. Sen kendi
annenin cahiliye kadınlarının yaptığı gibi başka erkeklerle yatmadığından
emin miydin, ya anneni milletin önünde rezil etseydin!" diye çıkıştı.
Abdullah ise, "Allah'a yemin ederim ki, eğer benim siyah bir kölenin oğlu
olduğumu söyleseydi bile, gider onun babalığını kabul ederdim" karşılığını
verdi.
İbni Cerir'in kendi isnadiyle Ebu Hureyre'den
olduğu rivayette ise deniyor ki; bir ara Resulullah öfkeli öfkeli, yüzü
kızarmış bir şekilde dışarı çıktı. Geldi Minbere oturdu. Bir adam ayağa
kalktı ve: "Ben neredeyim?" diye sordu, "Cehennem`de" buyurdu. Başka biri
kalktı ve "Babam kim?" dedi. "Baban Huzâfe" cevabını verdi. Ömer b. Hattab
ayağa kalktı ve: "Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan Peygamber
olarak Muhammed'ten iman olarak Kur'an'dan razıyız. Ey Allah'ın rasulü, biz
daha yeni olarak cahiliyeden ve şirkten arınmış bir milletiz. Allah
babalarımızın kimler oldu unu daha iyi bilir" dedi. Resulullah'ın öfkesi
dindi ve şu ayet geldi: "Ey müminler, açıklandıkları takdirde zorunuza
gidecek konuları sormayın."
Mücahid'in, İbni Abbas'tan aldığı rivayete
göre, bu ayet, Peygamberimize Bahire, Saibe, Vesile ve Hamiden soru soran
bir topluluk hakkında inmiştir. Bu, aynı zamanda Said b. Cübeyr'in de
görüşüdür. Said der ki: Bundan sonraki ayetin: "Allah Bahire, Saibe, Vesile
ve Hami diye bir şey ortaya koymamıştır." dediğini görmüyor musun?
Buraya aldığımız ve almadığımız rivayetler,
Allah'ın iman edenlerin sormamalarını yasakladığı bu soruların ne türden
sorular olduğuna ışık tutmaktadır.
Kur'an-ı Kerim, sırf bir akideyi
yerleştirmek, sırf bir yasa konmak için gelmemiştir. Akide ve yasa ile
beraber, bir ümmeti eğitmek, bir toplum meydana getirmek, kendisinin
öngördüğü bir akıl ve ahlâk sistemine göre insanları oluşturmak ve
yetiştirmek için gelmiştir. İşte bu nedenle onlara soru sormanın adabını,
araştırmanın sınırlarını ve öğrenmenin yolunu gösteriyor. Madem ki, bu
şeriatı gönderen ve gaybtan haber veren yüce Allah'tır. Öyleyse kulların, bu
şeriatın hükümlerinin öz olarak veya detaylı biçimde gönderilmesini, bu
gayba ilişkin konuları açıklayıp açıklamamasını Allah'a bırakmaları, O'na
karşı terbiyelerini takınmalarının gereğidir. Kulların bu konuda, herşeyi
bilen ve hepsinden haberi olan Allah'ın belirlediği sınırlamalara bağlı
kalmaları gerekir. İlahî hükümlerin kapsamını daraltarak kendilerini zora
koşmamaları, ihtimaller ve faraziyelerin peşine düşmemeleri lazımdır.
Allah'ın kendilerine açıklamadığı ve onların hiç bir zaman elde edemeyeceği
gayb konularını aydınlatmaya kalkışmamaları gerekir. İnsanın gücünü ve
kaldırabileceği yükü en iyi bilen Allah'tır. Allah insanlar için güçlerinin
sınırlarını aşmayan kanunlar koyar. Onlara yapılarının kaldırabileceği, gayb
konularını açıklar. Allah'ın özet olarak verdiği ve kapalı bıraktığı
birtakım işler, konular olabilir. Bunların böyle Allah'ın dilediği biçimde
bırakılması, insanlara hiçbir zarar getirmez. Fakat peygamber döneminde ve
Kur'an'ın inmeye devam ettiği sırada bu tür konularla ilgili soru sormak,
bazı kişilerin hoşuna gitmeyen, herkese zor geldiği gibi kendilerinden sonra
gelecek olan nesillere de zor gelebilecek konuların belli hükümlere
bağlanmasına neden olabilirdi.
Bu nedenle yüce Allah, iman edenlere,
açıklandığında kendilerine zor gelecek meseleleri sormayı yasaklamış ve
vahiy döneminde, Peygamberimizin hayatta olduğu sırada, bu konuları
sorduklarında onlara cevap verileceği uyarısında bulunmuştur. Yoksa bu
soruların Allah'ın bağışladığı, öyle bıraktığı, farz kılmadığı bir takım
yükümlülüklerin zorunlu olmasına neden olacağını bildirmiştir:
Ey müminler, açıklandığı takdirde zorunuza
gidecek konuları sormayın, eğer Kur'an inerken bu konuları sorarsanız onlar
size açıklanır. Oysa Allah onlara değinmemiştir."
Yani Allah'ın değinmediği ana hatları ile
belirleyecek farzlığını veya hac gibi detaylarını açıklamadığı, hiç sözünü
etmediği konuları sormayın.
Daha sonra yüce Allah, onlara kendilerinden
önceki Kitap Ehli'ni örnek olarak göstermiştir. Bunlar yükümlülükler ve
hükümler hakkında sorular sorarak kendilerini zora koşan kimselerdi. Fakat
yüce Allah bunları, kendilerine farz kıldığında onları inkar ettiler ve
Onların gereğini yapmadılar. Eğer onlar susmuş, Allah'ın kulları için
dilediği kolaylıkla işleri ele alsalardı işleri böyle zorlaşmaz, dolayısı
ile kusurlarının ve nankörlüklerinin sonucuna katlanmak zorunda kalmazlardı.
Bakara sûresinde yahudilerin, Allah'ın,
kayıtsız-şartsız olarak bir inek kesmelerini emrettiğinde nasıl hareket
ettiklerini görmüştük. Herhangi bir ineği tutup kesmeleri yetiyordu
kendilerine... Fakat onlar ineğin vasıflarını sormaya koyuldular. Ve bir
soru onların işlerini bir kat daha zorlaştırmıştı. Eğer soru sormamış
olsalardı işleri gayet basitti.
Kendilerinin konmasını istedikleri fakat,
sonra da sonuçlarına dayanamadıkları Cumartesi gününde de tutumları buydu...
Hatta onların her zamanki hali buydu. Buna
bağlı olarak yüce Allah onlara, eğitme ve cezalandırma amacına yönelik
olarak pek çok nimeti haram kılmıştı!
Sahihi Buhari'de Peygamberimizden rivayet
edilir ki: "Size hüküm belirlemediğim konularda beni kendi halime bırakın.
Sizden önceki ümmetler ancak çok soru sormaları ve peygamberlerine ters
düşmeleri yüzünden mahvolmuşlardır."
Yine Sahihi Buhari'de Peygamberimiz diyor ki:
"Allah bir takım farzlar belirlemiştir, onları yerine getirin. Birtakım
sınırlamalar koymuştur, onları aşmayın. Birtakım yasaklar koymuştur, onları
çiğnemeyin. Birtakım şeyleri de unuttuğundan değil, size acıdığından dolayı
hükmünü belirlememiştir. Onları da kurcalamayın."
Sahihi Müslim'de ise Amir b. Said babasından,
Peygamberimizin şöyle dediğini bildirmektedir: "Müslümanlar arasında,
müslümanlara karşı en büyük suç işleyen kimse, müslümanlara haram kılınmamış
olan bir hususta soru sorup da bu soru yüzünden haram kılınmasına neden olan
kimsedir."
Öyle sanıyorum ki, Kur'an-ı Kerim'in ayetleri
yanında bu hadisler İslâm'ın bilgi konusundaki metodunu ortaya koymaktadır.
İslâm'da bilgi, gerçek bir ihtiyaca karşılık
vermek ve bu gerçek ihtiyacın sınırları dahilinde kaldığı sürece önemlidir.
Gayb alemine ve fizik ötesi meselelere gelince İslâm, insanın enerjisini, bu
konuları aydınlatmak ve mahiyetini öğrenmek için harcamasının önüne geçer.
Çünkü bu tür konularla ilgili bilgi, insan hayatında gerçek bir ihtiyaca
karşılık vermez. İnsan kalbinin, bu alemleri gerçekten bilen yaratıcının
tanıttığı ölçüde bu gaybî konulara inanması yeterlidir. Eğer iman konuları
öyle kabul edilmez ve gaybin mahiyeti araştırılmaya kalkılırsa, insanın bu
konuda, kesin bir sonuca ulaşması asla mümkün değildir. Zira insan, bu
konuları Allah'ın açıkladığının dışında, mahiyetini idrak edebilecek güçte
yaratılmamıştır. Öyleyse bu konudaki araştırma boşa giden bir çabadır. Hatta
bu, uçsuz bucaksız çölde, kılavuzsuz dolaşmaktan, daha derin bir sapıklığa
düşmekten başka bir işe yaramaz.
Halbuki hükümlere gelince, bu hükümleri
gerektiren problemler gerçek bir ihtiyaç olarak ortaya çıktığında sorulur ve
istenir. İşte İslâm'ın metodu budur.
Buna bağlı olarak Mekke dönemi boyunca, bazı
nesneler ve eylemlerle ilgili bir takım emirler ve yasaklar gönderilmişse
de, pratik uygulamalara ilişkin herhangi bir hüküm gönderilmemiştir. Hukuki
cezalar, tazirler ve kefaretler gibi pratik hükümler ise, bu hükümleri
yürürlüğe koyacak olan müslüman devlet kurulduktan sonra gelmeye
başlamıştır.
İlk müslüman nesil bu metodu ve amacını çok
güzel kavramıştı. Onlar, bir olay meydana gelmeden onunla ilgili hüküm
vermeye yanaşmazlardı. Temel ilkelerin ve söz konusu edilen meselenin
sınırları dışına çıkmazlardı. Böylece sorunun ve onunla ilgili hükmün
önemini ve ilahî eğitim metodu ile paralel yürümesini sağlıyorlardı.
Hz. Ömer henüz pratik bir ihtiyaç haline
gelmeyen konularda soru soranlara lanet okuyordu. Darimi Müsned'inde Hz.
Ömer'in bu tavrına yer verir. Zühri'den aldığı bir rivayette ise, kendisine
bir soru sorulduğunda Zeyd b. Sabit el-Ensarî, "Böyle bir şey oldu mu?"
diye, söylerdi. Eğer onlar, "Evet oldu" derlerse, o konuda bildiğini
söylerdi. Eğer "olmadı" derlerse, "Bırakın da olsun" derdi. Ammar b.
Yasir'den aldığı bir rivayette, Ammar'a bir soru sorulmakta, Ammar: "Böyle
bir şey meydana geldi mi?" diye sorduğunda; "Hayır" cevabını alınca,
"Bırakın meydana gelsin. Meydana geldiğinde onu halletmek için hemen
harekete geçeriz" karşılığını vermektedir.
Darimi der ki: Abdullah b. Muhammed b. Ebi
Şeybe İbni Fudayl, Ata, İbni Abbas kanalıyle bize gelen rivayete göre İbni
Abbas: Peygamberimizin ashabından daha hayırlı bir topluluk görmedim. Onlar
peygambere vefat edinceye kadar onüç sorudan başka soru sormamışlardır. Bu
soruların hepsi de Kur'an'da yer almıştır. Bu sorulardan biri: "Sana kutsal
ay'dan soruyorlar" ayeti, biri de "Sana aybaşı halinden soruyorlar"
ayetidir... Onlar ancak kendilerine yararlı olan şeyleri sorarlardı.
İmam Malik der ki: ben bu şehre (Medine'ye)
geldiğim zaman Allah'ın kitabı ve Peygamberin sünneti dışında onların
yanında bir ilim yoktu. Herhangi bir olay olduğunda başkan, orada bulunan
alimleri toplar ve karar verdiklerini uygularlardı. Siz ise çok soru
soruyorsunuz. Halbuki Resulullah bundan hiç hoşlanmazdı.
Kurtubi de bu ayetin tefsiri ile ilgili
olarak diyor ki: Müslim, Muğire b. Şube'den Resulullah'ın şöyle buyurduğunu
kaydeder: "Allah size annelere karşı gelmeyi,kız çocuklarını diri diri
toprağa gömmeyi haram üç şeyi de size mekruh kılmıştır: Dedikodu, çok soru
sormak ve malı boş yere harcamak". Alimlerden çoğu diyor ki: "Çok soru
sormaktan" amaç, fıkhî meselelerde fazladan, hakkında hiçbir hüküm
bulunmayan konularda zorlayarak çok soru sormak, demogojik ve meydana
gelmemiş olayların detayına inmektir. Bu da gösteriyor ki, ilk nesiller bu
tür hareketleri hoş karşılamaz ve bunu bir zorlama olarak görürlerdi.
Herhangi bir mesele çıktığın onun üstesinden gelebilecek biri ileride olur,
derlerdi.
Gerçekten İslâm nizaını realiteye dayalı
ciddi sistemdir. Hayatın realitelerini göz önünde bulundurarak meselelere
çözüm getirir. Hükümlerini, Allah'ın yasasının temelinden alır, Olayları
gerçekçi ve pratik biçimde karşılar. Problemleri bütün boyutlarıyla, şekli
ve şartlarıyla ve tüm alanlarını göz önünde bulundurarak ele alır. Sonra onu
karşılayacak, kuşatacak, kapsamına alacak ve kendisine en ince noktalarına
varıncaya kadar tam uygun düşecek hükmünü koyar.
Meydana gelmemiş problemleri savuşturmak ise,
sınırları belli olmayan bir faraziye ile uğraşmaktır. Farz edilen mesele
meydana gelmediğinden dolayı onun sınırlarını belirlemek mümkün
olmayacaktır.
Bu sırada meseleye getirilecek olan
çözümler... Ona uygun düşmeyecektir. Zira hadisenin tüm boyutları henüz
kesin biçimde belirlenmiş değildir. Faraziye halindedir. Faraziye halindeki
bir mesele ile ilgili sorular ve cevaplar ise şeriatın ciddiyetini ayak
altına almak anlamına gelir. Bunun yanısıra bu tutum, dosdoğru olan İslâm'ın
yoluna aykırı düşer.
Allah'ın şeriatının uygulanmadığı bir ülkede,
Allah'ın şeriatının hükümlerini soruşturmak ve bu esasa göre hüküm vermek de
bunun gibidir... Allah'ın şeriatı, hükümleri soruşturmaya ancak, tatbik
etmek ve yürürlüğe koymak için izin verir.
Eğer soru soran da soru sorulan da, Allah'ın
şeriatının uygulanmadığı bir yerde olduklarını biliyor, burada Allah'ın
yeryüzündeki, toplum üzerindeki ve insanların hayatındaki hakimiyeti kabul
edilmiyor, Allah'ın hükmüne boyun eğilmiyor ve Allah'ın hakimiyetine teslim
olunmuyorsa... Meseleyi soruşturanın bu soruşturması, ne işe yarar? Fetva
verenin fetvası nasıl bir önem taşıyabilir. Bu durumda onların her ikisi de
Allah'ın şeriatını ucuzlatıyor. Bilinçli veya bilinçsiz olarak Allah'ın
şeriatını ayak altına alıyor demektir!
Tamamen detaylara ilişkin fıkhın ve
uygulamayla hiçbir ilgisi bulunmayan hükümlerin üzerinde yapılan soyut
teorik etüdler de bunun gibidir. Onlar eğlence türünden etüdlerdir! Çünkü bu
etüdler, bu fıkhın; enstitülerinde okutulduğu halde mahkemelerinde
uygulanmayan bu ülkelerde, yine de bir değeri olduğu imajını vermek içindir.
Bu işe ortak olan herkes, bu imajın verilmesinden kullanılacağı için,
insanların duygularını uyuşturacak ve büyük bir vebal altına girecektir!
Bu din ciddiyet dinidir. Hayata hükmetmek
için gelmiştir. Tüm insanları yalnız Allah'a kul yapması için
gönderilmiştir. Bu din Allah'ın hakimiyetini zorla eline geçirenlerin
elinden, bu hakimiyeti çekip almak ve bu otoriteyi başkasının yasalarına
değil, yalnız Allah'ın yasalarına vermek için vardır. Bu şeriat bütünüyle
hayata hükmetmek için gelmiştir. Allah'ın hükümleriyle, hayatın
realitesindeki ihtiyaçları ve problemleri çözüme kavuşturmak için vardır.
Bir realite olarak Allah'ın hükmünü, hadiselerin hacmine, şekline ve
şartlarına göre hakim kılmak için gönderilmiştir.
Bu din sırf bir slogan ve soyut bir şekil
olsun diye gelmemiştir. Şeriatı, hayatın realitesiyle ilgisi bulunmayan
teorik etüdlere konu olsun diye gönderilmemiştir. Yine bu din hayatta
meydana gelmeyen faraziyelerle beraber yaşasın ve bu boş faraziyeler için
havada fıkhî hükümler koysun diye gönderilmemiştir.
İşte İslâm'ın ciddiyeti budur, işte İslâm'ın
metodu budur. Bu dinin "bilginlerinden", bu ciddiyetle onun metodunu izlemek
isteyenler; ya hayatın realitesinde Allah'ın şeriatını hakim kılmayı
istesinler; hakim kılmanın yollarını arasınlar ya da en azından boşu boşuna
fetva vermekten hükümlerini havaya savurmaktan vazgeçsinler.
CAHİLİYENİN GELENEKLERİ
Mücahid'in İbni Abbas'tan aldığı rivayete ve
Said b. Cubeyr'in: "Ey müminler size açıklandığında hoşunuza gitmeyecek
şeyleri sormayın." ayetinin inişi sebebiyle ilgili rivayetinden kalan bazı
sorular da yer alıyordu. Fakat bu soruların neler olduğu hakkında herhangi
bir bilgiye sahip değiliz. Yalnız gereksiz soruların yasaklandığını bildiren
ayetten sonra, Bahire, Saibe, Vesile ve Hami kavramlarının geçtiği ayetin
gelişi, bunlar arasında bir bağ olduğuna işaret etmektedir. Şimdi biz bu
kadarıyla yetinerek Kur'an ayetlerinin bu cahili alışkanlıklar hakkında
geleneklerine bakalım:
103- Allah, Bahire, Saibe,
Vesile ve Hami diye bir şey koymamıştır. Fakat kâfirler Allah adına yalan
uydururlar. Onların çoğu düşünme yeteneğinden yoksundur.
104- Onlara Allah'ın
indirdiği Kur'an'a ve Peygambere uyunuz denildiğinde, "Atalarımızın miras
bıraktığı düzen bize yeter" derler. Peki ya, ataları hiçbir şey bilmeyen,
doğru yoldan uzak kimseler idiyse?
Buna göre insanın kalbi, ya Allah'ın
kendisini yarattığı fıtratına dayanıp doğru yolu bulacak, buna bağlı olarak
tek olan ilahını tanıyacak, onu kendine rab edinecek, yalnız ona kul olmayı
kabul edecek ve sadece O'nun yasasına teslim olacak, O'ndan başkasının
ilahlığını red edecek ve O'nunla ilişkilerinde tam bir netliğe kavuşacak ya
da cahiliyenin putperestliğinin dar geçitlerinden ve tuzaklarından sürekli
biçimde geçmek zorunda kalacaktır. Geçtiği her geçitte, bir karanlıkla
karşılaşacak ve patikada yeni bir kuruntuyla yüz yüze gelecektir.
Cahiliyenin ve putperestliğin azgın otoriteleri ondan, kulluk için çeşitli
ayınlar isteyecek, kendilerini memnun edebilmesi için ondan, çeşitli
fedakarlıklar bekleyeceklerdir.
Sonra ibadetlerdeki ve fedakarlıklardaki bu
ayınlar öyle bir çoğalacaktır ki putperest bunların temelini unutacak,
hikmetini kavramadan onları bilinçsizce yerine getirecektir. Çeşitli
ilahlara ibadet ettiğinden Allah'ın insana bağışladığı insanî onurunu
yitirecektir.
Halbuki İslâm, kulların bağlı bulunduğu
otoriteyi bire indirgemek, bununla insanları birbirine kulluk etmelerinden
kurtarmak, çeşitli ilahlara ve Rablere kulluğundan kurtarmak için tevhidi
esas almıştır.
İnsanın vicdanını putperestliğin
kuruntularından ve korkularından kurtarıp özgürlüğe kavuşturmak için,
insanın aklına onurunu geri vermek, onu ilahların ve ayınların
boyunduruğundan kurtarmak için gelmiştir. İşte bu nedenle İslâm,
putperestliğin her çeşidine, her biçimine karşı savaşmış. Onu tüm
boyutlarıyla ve girintilerine çıkıntılarına varıncaya kadar amansız bir
şekilde kovalamıştır. Vicdanlarının derinliklerinde, ibadet
şekillerinde,sosyal hayatla ilgili konularda, idare ve sistemli yasamaların
tümünde ona karşı mücadele etmiştir.
İşte bu da putperest Arap cahiliyesinin
çıkmazlarından biridir. İslâm onu düzeltmek için ele alıyor ve üzerine
projektörlerini yönelterek etrafını kuşatan mitolojik ağı parçalamaya
çalışıyor. Düşünce ve teorinin ilkelerini, kanun ve yasamanın metodunu
belirliyor:
"Allah Bahire, Saibe, Vesile ve Hami diye bir
şey ortaya koymamıştır. Fakat kafirler Allah adına yalan uydururlar. Onların
çoğu düşünme yeteneğinden yoksundur."
Bunlar, cahiliyenin akıl ve vicdan
karanlıklarında meydana getirdiği kuruntular yığınından kaynaklanan özel
şartlarla, ilahlarına adadıkları hayvan çeşitleridir: Bahire, Saibe, Vesile
ve Hami!..
Peki bu hayvan çeşitleri neyin nesi? Onlarla
ilgili bu hükümleri koyan kimdi?
Bu hayvanların tanımlarına ilişkin rivayetler
çoktur. Şimdi biz bu tanımlardan yalnız bir kısmını vereceğiz.
Zühri, Said b. Musayib'ten rivayet eder ki:
Bahire: Sütü tağutlara adanan develer idi. (Yani onların sütü sağılmaz yani
ilahlara adanır, insanlar onu yemezdi. Tabii olarak bu sütleri tanrıların
hizmetçisi olan Kahinler alırdı!) Saibe: Bu da ilahlar adına salıverilmiş
develer idi. Vesile: İlk yavrusu ve ikinci yavrusu dişi olarak doğan, dişi
devedir. Onlar, aralarında bir erkek olmadığı halde iki dişi deve doğurdu
deyip onu tağutlar adına kesiyorlardı. Hami ise, erkek deve demektir.
Araplar onu belli sayıdaki dişi deveyi döllendirdikten sonra serbest
bırakırlar, adına Hami deyip, "sırtını korurdu" derlerdi.
"Dil bilginleri de derler ki: Bahire kulağı
yarılmış dişi devedir." Behartü Üzüne Nakatı ebhuruha Behren ve Nekatün
Mebhuretün ve Behiretün" sözleri, Araplarda devenin kulağını geniş açmak
anlamında kullanılır. Genişliğinden dolayı denize de, Buhr adı verilir.
Cahiliye halkı Behireyi dokunulmaz sayarlardı. Eğer bir dişi deve beş doğum
yapıp sonuncusunu erkek doğurursa, kulaklarını yarar, etini haram kılar, onu
kesmez ve yük için kullanmazlardı. Hiçbir suyun başından kovmaz, hiçbir
merayı ondan esirgemezlerdi. Yorgun olan kimseler bile onlara rastladığında,
onlara binmezlerdi. Saibe; salıverilmiş dişi deve demektir. Cahiliye
devrinde bir kişi, yolculuktan dönmesi, hastalıktan kurtulmasına benzeri
durumlarda adak amacıyla "devem salıverilmiştir" derdi. Bundan sonra onun
devesi de dokunulmazlık ve serbestlik açısından serbest bırakılan Bahire
gibi kabul edilirdi. Vesile: Bazı dil bilginlerine göre, erkekle beraber
doğan dişi koyundur. Cahiliye döneminde bu koyuna, "kardeşine ulaştı" deyip
onu kesmezlerdi. Diğer bazı dil bilginlerine göre ise, Vesile. koyun, dişi
doğurduğunda kendilerinin sayılırdı, erkek doğurduğunda ise onu, ilahları
için kurban ederlerdi. Eğer koyun bir erkek bir dişi beraber doğurursa ona:
"Kardeşine ulaştı" deyip, erkek yavruyu ilahlara adar, kesmezlerdi. Hami,
deve demektir. Ondan on nesil aldıktan sonra "sırtını korudu" deyip
kendisine binmezler, hiçbir suyu ve merayı ondan esirgemezlerdi.
Bu çeşit töresel gelenek tanımlarıyla ilgili
bir takım rivayetler daha vardır ki, düşünce seviyesi olarak bunların üstüne
çıkmamakta ve onların sebeplerini gösteren gerekçeleri bunlarınkinden daha
ileri geçmemektedir. Görüldüğü gibi bunlar putperestliğin kuşatıcı
karanlıklarından kaynaklanan kuruntulardan başka birşey değildir.
Kuruntuların ve nefsanî arzuların hakem tayin edildiği durumlarda; ne bir
sınırdan, ne ayırıcı özellikten, ne bir ölçüden, ne de mantıktan söz edile
bilinir. Çok kısa bir zamanda töre çeşitleri doğuverir. Hiç bir ölçü
tanımadan ilaveler ve çıkartmalar yapılır. İşte Arap cahiliyesinin de durumu
buydu. Bu her zaman ve her yerde meydana gelebilecek bir durumdur. İnsanın
vicdanı mutlak Allah'ın birliğinden ayrıldığında hiçbir zikzak ve karanlık
tarafı bulunmayan birlik düşüncesinden saptığında, gözlenebilecek bir
sistemdir. Bu sistemde dış şekilleri farklılık gösterse de, cahiliyenin özü
sürekli değişmeden kalacaktır. Cahiliyenin özü ise, hayatın herhangi bir
meselesinde Allah'tan başka herhangi bir kimseye dayanmaktır, O'nun hükmüne
bağlanmaktır.
Cahiliye herhangi bir zaman dilimi değildir.
Cahiliye zamanın değişen şartlarına rağmen sürekli olarak varlığını koruyan
bir sistem, bir durumdur. İnsanlar ya kapsamlı bir kulluğun karşıladığı, her
çeşit hakimiyetin bünyesinde barındığı, her türlü düşünce ve duygunun niyet
ve eylemin düzen ve sistemin kendisine yöneltildiği her türlü değer ve
ölçünün, kanun ve yasanın, düşünce ve direktifin kendisinden alındığı tek
bir ilahlığa yönelecek ya da, herhangi bir şekilde cahiliyeye
saplanacaklardır. Cahiliyenin en belirgin özelliği insanın insana veya
Allah'ın yarattıklarından başka birine kulluk etmesidir. Bunun ise bir
ölçüsü ve sınırı yoktur. Zira insan aklı, tek başına sağlıklı bir kriter
olamaz, sağlıklı bir akidenin ölçülerine bağlanmadıkça. Akıl, her zaman
gördüğümüz gibi keyfî arzularından etkilenmekte, çeşitli baskılara karşı
direnme gücünü yitirmektedir. Akıl, sağlam bir ölçüye dayanmadan bu
baskılara karşı koyamaz. Kur'an'ın inişinden 14 asır sonra bugün yine
görüyoruz ki, insanın kalbi tek bir ilaha bağlılıktan koptuğunda sayısız
bataklıklara ve çeşitli çıkmazlara sürüklenmektedir. Çeşitli rablıklara
boyun eğmekte, özgürlüğünü, onurunu ve direnme gücünü yitirmektedir. Ben
yalnız bu hurafeye ilişkin olarak, Mısır'ın Said bölgesinde ve köylerinde
evliyalara ve papazlara adanan bazı hayvan çeşitlerinden onlarcasını gördüm.
Bunlar aynen eski cahiliyenin kendi tanrılarına adadıkları kurbanlıklara
benzemektedir.
Öyleyse bu tür cahili geleneklerde ve diğer
tüm cahiliye sistemlerinde önemli olan, ana kaidedir. Bu, aynı zamanda
İslâm'ın yolu ve cahiliyenin yolunun ayrılış noktasıdır. Bu ana kaide, şu
soruda düğümlenir: İnsanların hayatında hakimiyet kimindir? Allah'ın
yasasında belirlediği gibi yalnız Allah'ın mıdır? Yoksa insanların
belirlediği gibi, Allah'tan başkasının mıdır? İnsanların kendilerinin
belirlediği hükümlerin, makamların, yasaların, ayınların, değerlerin ve
ölçülerin midir? Başka bir ifade ile: İnsanların ilahlık yetkisi kimindir?
Allah'ın mıdır? Yoksa insanlara karşı ilahlık yetkilerini kullanan
yaratıklardan herhangi birinin midir? İnsanlar üzerinde ilahlık yetkisini
kullanan bu yaratığın, şu veya bu oluşu önemli değildir.
İşte bu nedenle Kur'an ayeti, Allah'ın bu
töresel gelenek şekillerini belirlemediği açıklamaktadır. Yani Allah,
Bahire'yi Saibe'yi, Vesile'yi ve Hami'yi bir yasa olarak koymamıştır.
Öyleyse kafirlere bu yasayı koyan kimdir?
"Allah' Behire, Saibe, Vesile ve Hami diye
bir şey ortaya koymamıştır."
Allah'tan başkasının koyduğu yasalara uyanlar
kafirlerin kendileridir. Allah'a yalan iftiralar yakıştıran kafirler, bazan
kendi arzularına göre yasa koyarlar. Sonra da, "Bu Allah'ın yasağıdır"
derler. Bazen de, "yasalarımızı kendimiz koyarız, sistemimizde Allah'ın
yasasına yer vermeyiz" derler. Buna rağmen, Allah'a karşı gelmediklerini
söylerler. Bunların hepsi de Allah adına uydurulan yalanlardır:
"Fakat kafirler Allah adına yalan uydururlar.
Onların çoğu düşünme yeteneğinden yoksundurlar."
YA ATALARI SAPIK İDİYSELER?
Müşrik Araplar da, İbrahim'in Allah katından
aldığı İbrahim'in dinine bağlı olduklarına inanıyorlardı. Onlar tamamen
Allah'ı inkar etmiyorlardı. Aksine Allah'ın varlığını, üstün kudretini ve
evrenin tamamını idare ettiğini kabul ediyorlardı. Yalnız onlar, kendi
kendilerine yasalar yapıyor sonra da bunun, Allah katından olduğunu iddia
ediyorlardı. Ve onlar bu yüzden kâfir olmuşlardı. Kendi kendilerine yasa
koyan sonra da bunların Allah'ın yasası olduğunu veya olmadığını iddia eden
her zaman ve her mekandaki bütün cahiliyelerin mensupları da, müşrik Araplar
gibidir.
Allah'ın yasası, kitabında belirlediği ve
Resulullah'ın açıkladığı yasalardır. Allah'ın yasaları belirsiz ve kapalı
değildir. Bir kimsenin kendi isteğine göre belirlediği uydurma yasaların bu
yasalarla karıştırılması ve öyle sanılması mümkün değildir. Her yerde ve her
zamanda cahiliye mensupları, Allah'ın yasalarını belirsiz ve kapalı gibi
gösterse de, gerçek hiç de öyle değildir.
Bu nedenle Allah, bu tür iddia sahiplerini
küfürle damgalıyor. Düşünce yeteneğinden yoksun yaratıklar olarak da
damgalıyor. Çünkü, eğer onlar, düşünebilselerdi Allah'a iftira etmezlerdi.
Eğer onlar, akıllarını kullansalardı bu iftiranın tutacağını sanmazlardı.
Sonra onların, sözlerinin ve davranışlarının
tutarsızlığını daha netleştirerek şöyle buyuruyor:
"Onlara geliniz, Allah'ın indirdiği Kur'an'a
ve peygambere uyunuz denildiğinde, "Atalarımızın miras bıraktığı düzen bize
yeter" derler. Peki, ya ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yoldan uzak
kimseler idiyse?"
Allah'ın yasası açıktır. Ve bu yasa, Allah'ın
gönderdiği kitapla ana ilkeleri belirlenmiş ve peygamberin uygulaması ile
açıklanmıştır. İşte mihenk taşı olan budur. Ve İslâm'ın yolu ile cahiliyenin
yolunun, iman yolu ile küfür yolunun ayrılış noktası budur. İnsanlar
Allah'ın ayetleri ile Allah'ın kitabına ve bunun açıklayıcısı olan
Peygamberine çağırıldıklarında ya kabul ederler ve müslüman olurlar ya da,
Allah'a ve peygamberine çağırıldıklarında, red ederler ve kafir olurlar.
Bundan başka seçenek yoktur.
Bunlar ise, kendilerine; geliniz, Allah'ın
indirdiği Kur'an'a ve peygambere uyunuz denildiğinde, "atalarımızın
bıraktığı miras bize yeter" derler. Kulların yasalarına uyar, kulların ilahı
tarafından belirlenen yasayı bırakırlar. Kulların kullara kulluğundan
kurtuluş çağrısını red ederler. Aklın ve vicdanın babaları atalara kulluğunu
seçerler.
Sonra Kur'an-ı Kerim, onların bu tutumlarını,
kınanacak ve hayret edilecek bir tavır olarak değerlendirir:
"Peki ya ataları hiç bir şey bilmeyen, doğru
yoldan uzak kimseler idiyse?."
Onların, hiçbir şey bilmeseler de, doğru
yolda olmasalar da atalarına uymalarına rağmen çirkin gösterilmesi, eğer
ataları birşey bilirlerse, onlara uyup Allah'ın indirdiği Kur'an'ı ve
peygamberin onu açıklamasını terk edebilecekleri anlamına gelmez. Bu sadece
onların ve kendilerinden önceki atalarının yaşadığı realitenin dile
getirilmesidir. Onların ataları da atalarının veya kendilerinin belirlediği
yasalara uyuyorlardı. Allah'ın yasası ve peygamberinin sünneti elinin
altında olduğu halde kendisinin veya atasının belirlediği yasalara dayanan
herkes birşey bilmiyor ve doğru yolda gitmiyor demektir! Kendisi veya onun
adına başkaları istediği kadar onların bildiklerini ve doğru yolda
olduklarını söylesin, önemli değildir. Şüphesiz yüce Allah en doğru
söyleyendir. Ve işin gerçeği de bunu göstermektedir. Allah'ın yasasını
bırakıp insanların yasalarına yönelenler hem sapık ve cahil kimselerdir, hem
de iftiracı ve kâfir!
VE NET ÇİZGİ
Ayet-i kerimeler kafirlerin durumlarını ve
sözlerini açıkladıktan sonra "müminlere" dönüyor. Müminlerin onlardan farklı
ve bambaşka karakterlere sahip olduklarını belirtiyor. Yükümlülüklerini ve
görevlerini açıklıyor. Başkalarına karşı tavırlarının nasıl olacağını
belirliyor, onları bu yeryüzünün zenginliklerine ve emellerine değil,
Allah'ın hesabına ve mükafatına çağırıyor.
105- Ey müminler, siz
kendinizden sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar
veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O size yapmış olduklarınızın iç yüzünü
bildirecektir.
Bu, müminler ile diğer insanlar arasındaki
ayrılık ve farklılıktır. Bu bir tek ümmet olmaları nedeniyle aralarında
gerçekleşen dayanışma ve beraberliğin ifadesidir.
"Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz,
eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez."
Siz diğer insanlardan ayrı bir birliksiniz.
Aranızda dayanışma ve beraberlik içindesiniz. Öyleyse siz kendinizden
sorumlusunuz. Kendi nefsinizden sorumlusunuz, onu temizleyin ve arındırın.
Kendi cemaatınıza bakın, ona bağlanın ve bu bağlılığın gereklerini yerine
getirin. Siz doğru yolda olduktan sonra, başkasının sapıklığından dolayı
size bir zarar gelmez. Siz başkasından apayrı bir birliksiniz. Siz kendi
aranızda dayanışma içinde bir ümmetsiniz. Siz birbirinizin dostlarısınız.
Sizin başkaları ile bir dostluğunuz ve bağlılığınız yoktur
Bu ayet-i kerime tek başına, İslâm ümmetinin
karakterini ve diğer insan toplulukları ile ilişkilerindeki ana ilkeleri
belirlemektedir.
İslâm ümmeti, Allah'ın taraftarı olan bir
topluluktur. Onun dışındaki uluslar ise şeytanın taraftarlarıdır. Bu nedenle
İslâm ümmeti ile diğer uluslar arasında herhangi bir dostluk ve dayanışma
söz konusu olamaz. Zira akidelerinde bir beraberlik yoktur. Dolayısıyla
herhangi bir hedef ve yöntem, ceza ve sorumlulukta bir beraberlik söz konusu
değildir.
İslâm ümmetinin kendi arasında bir dayanışma
içerisine girmesi, birbirine tavsiye ve öğütlerle destek olması gerekir.
Allah'ın gösterdiği doğru yolu izleyerek diğer uluslardan bağımsız ve ayrı
ümmet olması lazımdır. Bundan sonra kendisi doğru yolu izlediği müddetçe
çevresindeki insanların sapıklığa düşmesi ona asla bir zarar vermez.
Yalnız bu demek değildir ki, İslâm ümmeti tüm
insanları doğru yola davet yükümlülüğünü ihmal etsin. Çünkü doğru yol onun
dinidir, yasası ve sosyal düzenidir. İslâm ümmeti, yeryüzünde kendi düzenini
kurduktan sonra, tüm insanları bu sisteme davet etmek ve onları doğru yola
erdirmek için çalışmak zorundadır. Tüm insanlar üzerinde İslâm'ın
hakimiyetini gerçekleştirip onların arasında adaleti gerçekleştirmelidir.
İnsanları içinden çekip çıkardığı cahiliye ve sapıklık bataklığından
uzaklaştırmalıdır.
İslâm ümmetinin Allah'ın huzurunda yalnız
kendisinden sorumlu olması, doğru yolu izledikten sonra sapıklığa düşenlerin
ona zarar vermemesi, öncelikle kendi aralarında, sonra yeryüzünün tamamında
iyiliği yaygınlaştırmak, kötülüğü ortadan kaldırmak konusundaki görevinde,
kusur yaptığında hesaba çekilmeyeceği anlamına gelmez. En başta gelen
özelliği Allah'a teslim olmak ve O'nun yasasını yürürlüğe koymaktır.
Kötülüklerin başı ise cahiliyettir. Allah'ın hakimiyeti ve yasasına karşı
haddini aşmaktır. Cahiliyenin idaresi tağutun idaresidir. Tağut ise,
Allah'ın hakimiyetinden ve otoritesinden başka, tüm egemenliklerin ortak
adıdır. İslâm ümmeti, önce kendisine sonra da tüm insanlığa önder olmak
zorundadır.
Ayet-i kerimedeki sorumluluğun sınırları,
eskiden bazı kimselerin anladığı ve şimdi de bazı kimselerin anlayabileceği
gibi, müminlerin birer fert olarak iyiliği yaymak, kötülüğü engellemek
göreviyle mükellef olmadığı anlamına gelmez. İslam ümmetinin bizzat kendisi
doğru yolda olduktan sonra, etrafındaki insanların sapıklığa düşmesi ona
zarar vermez. O, yeryüzünde Allah'ın yasasını hakim kılmak zorunda değildir,
denemez.
Bu ayet-i kerime ne ferdin ne de ümmetin
kötülüğe karşı koyması, sapıklığa karşı direnmesi ve azgınlarla savaşması
konusundaki sorumluluğûnu kaldırmamaktadır. Bütün zulümlerin en büyüğü hiç
kuşkusuz Allah'ın ilahlığına karşı haddini aşmak, hakimiyetini gasp etmek ve
insanları Allah'ın yasaları dışında başka yasalara boyun eğdirmektir. Bu
öyle bir kötülüktür ki, bu kötülük ayakta durduğu müddetçe ne ferdin doğru
yolda oluşu ne de ümmetin doğru yolda oluşu bir fayda verir.
Ashabus Sünen'in rivayetine göre, Hz. Ebu
Bekir bir ara ayağa kalkmış, Allah'a hamd ve övgüsünü dile getirdikten sonra
şöyle demişti: "Ey insanlar siz `Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz.
Eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez' ayetini
okuyorsunuz. Ve onu yanlış şekilde yorumluyorsunuz. Halbuki, ben peygamberin
şöyle dediğini işitmiştim; `İnsanlar bir kötülüğü görüp onu
engelleyemezlerse Allah'ın onları toptan cezalandırması yakındır.'
Böylece birinci halife (Allah ondan razı
olsun) kendi zamanında bazı insanların bu ayetle ilgili yanlış anlayışlarını
düzeltmiştir. Bugün biz de böyle bir düzeltmeye daha da muhtacız. Zira
kötülükleri engellemeye yönelik yükümlülükleri yerine getirmek o kadar
zorlaşmıştır ki, zayıf iradeli insanlar bu ayeti kendilerini cihadın
zorluklarından ve yorgunluklarından kurtaracak, cihadın katılığından ve
belasından(!) sıyrılmak için, rahat bir yaşama imkan verecek yorumlara
rahatlıkla kaymaktadırlar!
Allah'a yemin olsun ki hayır! Bu din ancak
gayret ve cihad ile ayakta durabilir. Ancak çalışma ve mücadele ile
düzelebilir. Bu dinin, insanları tekrar ona döndürerek, insanları kulların
kulluğundan yalnız Allah'ın kulluğuna ulaştıracak çalışkan fedailere
ihtiyacı vardır. Allah'ın ilahlığını yeryüzünde egemen kılacak, Allah'ın bu
otoritesini gasp edenlerin elinden bu otoriteyi geri alacak, Allah'ın
yasasını insanların hayatında yürürlüğe koyacak ve insanları buna göre
yönlendirecek, çalışmalara kendini adayıp var gücüyle çalışan müslümanlara
ihtiyaç vardır. İnsanların teker teker sapıklığa yuvarlandığı, yol
gösterilmeye ve aydınlatılmaya muhtaç olduğu durumlarda, güzellikle onlara
ulaşabilecek çalışmalara ihtiyaç vardır. İnsanların Allah'ın yolundan
alıkoyan, Allah'ın dinini yok etmek isteyen ve Allah'ın yasasının yürürlüğe
girmesine karşı koyan zalim kuvvetlerin ortalıkta cirit attığı durumlarda
ise, Allah'ın dininden yana olacak güce ihtiyaç vardır.
İşte ancak bundan sonra müminlerin görevi
bitmiş olur. Bundan önce değil. Doğru yolda olanların da sapıkların da
Allah'ın huzurunda bir araya geldiği sırada, sapıklar Allah'ın cezasına
müstehak olurlar:
"Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, size yapmış
olduklarınızın içyüzünü bildirecektir."
VASİYET VE ŞAHİTLİK
Şimdi de bu surede yer alan şer'i hükümlerin
sonuncusu gelmektedir. İslâm toplumunda sosyal ilişkilere yönelik bir hükmün
açıklanmasıdır bu. Bu hüküm, yolculuk esnasında ve kişinin toplumdan uzak
olduğu durumlarda vefat edeceği sırada yaptığı vasiyete şahit tutmasıyla ve
İslâm şeriatının hakkı sahibine ulaştırmak için ön gördüğü güvencelere
ilişkin bir hükümdür:
106- Ey müminler, içinizden
biri ölmek üzereyken vasiyet edeceği zaman sizden olan iki sözüne güvenilir
kişiyi şahid tutar. Yada eğer yolculuk sırasında ölüm olayı ile karşı
karşıya gelirseniz sizden (müslüman) olmayan iki kişiyi şahid tutarsınız.
Eğer (bu gayri müslimlerin şahitlikleri
konusunda) kuşkuya düşerseniz namazdan sonra onları alıkoyarak "söz konusu
olan akrabalarımız bile olsa şahitliğimizi menfaat karşılığında satmayız,
Allah'ın emaneti olan şahitliği saklamayız, yoksa günahkarlardan oluruz"
diye kendilerine Allah adına yemin ettirirsiniz.
107- Eğer daha sonra bu
şahitlerin günaha girdiği ortaya çıkarsa, şahitlikleri yüzünden hakları
çiğnenen iki kişi onların yerine geçerek "bizim şahitliğimiz onlarınkinden
daha doğrudur, biz hiçbir hakkı çiğnemiyoruz, yoksa zalimlerden oluruz, diye
yemin ederler.
108- Bu işlem, şahitlerin
gerektiği şahitlik yapmalarını yada yapacakları yeminden sonra başkalarının
yeminine başvurulmasından çekinmelerini sağlayacak en kestirme yoldur.
Allah'tan korkunuz ve (O'nun direktiflerini)
iyi dinleyiniz. Çünkü Allah fasıkları doğru yola iletmez.
Bu üç ayetin hükmünü şu şekilde
özetleyebiliriz:
Ecelinin yaklaştığını hisseden adam eğer
yanında bulundurduğu malını ailesine vasiyet etmek istiyorsa, evinde olduğu
durumlarda müslümanlardan iki adaletli şahidi çağırır ve vasiyet etmek
istediği malı orada bulunmayan aile efradına teslim etmeleri için onlara
emanet eder. Eğer vasiyet edecek kişi yolculukta bulunuyor ve yanında
bulunan malını emanet bırakacağı iki müslüman şahid bulamazsa, bu iki
şahidin gayri müslimlerden tutulması caizdir.
Eğer müslümanlar veya ölü sahipleri,
şahidlerin söylediklerinde ve emaneti olduğu gibi koruduklarında kuşkuya
düşerlerse, onları kendi akidelerine göre namazlarını kıldıktan sonra
Allah'a yemin etmeleri için alıkoyarlar. Her iki şahit kendi menfaatları
veya yakın akrabası dahi olsa başkasının yararı için yeminlerini
bozmayacaklarını ve emanet aldıkları hiçbir şeyi gizlemeyeceklerine,
gizledikleri takdirde büyük vebal altına girmeyi kabul ettiklerine dair,
Allah'ın adı üzere yemin ederler. Namazdan sonra bu şekilde yemin ettikleri
takdirde şahitlikleri kabul edilir.
Eğer bundan sonra şahitlerin yalancı şahitlik
yaptıkları, yalan yere yemin ettikleri ve emanete hıyanet ettikleri ortaya
çıkarsa, yalancı şahitlikler yüzünden hakları çiğnenen, ölene en yakın iki
kişi ayağa kalkar ve Allah'a yemin ederek kendi şahitliklerinin önceki iki
şahidin şahitliklerinden daha doğru olduğuna yemin ederler. Bu eylemleriyle
bir gerçeği değiştirmeyi amaçlamadıklarına and içerler. Böylece ilk iki
şahidin şahitliği iptal edilir, son iki şahidin şahitliği kabul edilir.
Sonra ayet-i kerime diyor ki: Bu gibi
uygulamalar gerçek şahitlik görevini yerine getirmede daha garantilidir ve
önceki iki şahidin şahitliğini reddetmekten sakındırmanın en güzel yoludur.
Bu durum onları gerçeği aramaya sevk eder. "Bu işlem, şahidlerin gerektiği
gibi şahitlik yapmalarını ya da, yapacakları yeminden sonra başkalarının
yeminine başvurulmasından çekinmelerini sağlayacak en kestirme yoldur".
Ayet-i kerime, onların hepsini Allah'tan korunmaya, O'ndan korkmaya, sürekli
O'nun gözetiminde bulunduklarının bilincinde olmaya çağırarak sona eriyor.
O'nun emirlerine itaat etmeye çağırıyor. Çünkü yüce Allah, kendi yolundan
sapanları iyiliğe ve doğru yola iletmez:
"Allah'tan korkunuz ve (O'nun direktiflerini)
iyi dinleyiniz. Çünkü Allah, fasıkları doğru yola iletmez."
Kurtubi, tefsirinde bu üç ayetin iniş sebebi
ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
"... Bu ayetlerin Temim ed-Dari ve Adi b.
Bedda hakkında indiği üzerine herhangi bir ihtilaf yoktur. Buhari, Darekutni
ve diğer hadis derleyicileri İbni Abbas'tan rivayet ederek onun şöyle
dediğini bildiriyorlar: Temim ed-Dari ve Adi b. Bedda sürekli Mekke'ye gidip
geliyorlardı. Bir ara Beni Sehm kabilesinden bir genç de onlarla beraber
yola çıkmıştı. Genç hiçbir müslümanın bulunmadığı bir yerde vefat etmiş ve
iki adama vasiyet etmişti. Onlar da kendilerine emanet edilen malları
ailesine getirip teslim ettiler. Yalnız altın kaplamalı gümüş bir bardağı
kendilerine sakladılar. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) onları, bir
şey saklamadıklarına ve bir şey almadıklarına dair yemin ettirdi. Sonra söz
konusu bardak Mekke'de bulundu. Bardağın yanında bulunanlar onu, Adi ve
Temini'den satın aldığını söylediler. Şehm kabilesinden iki adam bu
bardağın, vefat eden akrabalarına ait olduğuna yemin ettiler ve
şahitliklerinin Adi ve Temimi'n şahitliklerinden daha doğru olduğuna ve
haddi aşmadıklarına and içtiler. Böylece Resulullah bardağa el koyup onlara
teslim etti.
İşte bu ayet onlar hakkında inmiştir.
Açıktır ki; bu hükümlerin kendileri için
belirlendiği toplumun yapısı, bu olayların şekline hatta bu uygulamaların
yapısına bir ölçüde etki etmiştir. Şahit tutmak ve bu şekilde şahidliğin
doğruluğuna kanaat getirmek, namazdan sonra bir kalabalık içinde Allah'ın
adına yemin etmek, dini duyguları harekete geçirmek; yalan ve sahtekarlığın
ortaya çıkması halinde toplumda rezil olmaktan sakınmak içindir. Evet
bunların hepsi de özel bir toplumun karakterini yansıtmaktadır. Bu
uygulamalar onun ihtiyaçlarına ve şartlarına uygun düşmektedir.
Bugünkü toplumlar da suçu tespit etmenin
başka vasıtalarına ve başka başka uygulama şekillerine sahip olabilir.
Yazmak, belgelemek, bankalara yatırmak ve benzeri şeyler gibi...
Yalnız, acaba bu ayetler bu günkü beşeri
toplumlara karşı fonksiyonunu icra etmek güçlerini yitirmiş midir?
Biz çoğu zaman, belli bir toplumu göz önünde
bulundurarak, bazı yasaların ve uygulamaların etkinliğini yitirdiğini ve
artık onun zorunlu olmadığını, onların zamanı geçmiş bazı toplumların
kalıntılarına dönüştüğünü zannederek yanılırız!
Beşeriyetin kendine başka yeni yöntemler
edindiğini, bunların eskilerine ihtiyaç bırakmadığını sanırız!
Evet çoğu zaman aldanır ve bu dinin tüm
ülkelerdeki ve tüm çağlardaki insanlığın tamamı için gönderildiğini
unuturuz. Yine bugünkü insanlığın büyük çoğunluğunun halâ ilkel bir hayat
yaşadığını ya da, henüz ilkel hayattan yeni yeni kurtulmakta olduğunu
hesaplamayız. Bu insanlığın tüm şekillerine ve gelişme devrelerine uygun
biçimde düşecek her çeşit ihtiyaca cevap verecek hükümlere ve uygulamalara
ihtiyaç duyacağını unuturuz. İnsanlığın her dönemde ihtiyaçlarını bu dinden
karşılayabileceğini bir merhaleden üst bir merhaleye geçtiğinde de, yine
aynı şekilde, tüm ihtiyaçlarına cevap bulabileceğini düşünmeyiz. İnsanlığın,
bu dinin şeriatında pratik tüm ihtiyaçlarına cevap bulabileceğini, sonra
yavaş yavaş gelişerek ilerki merhalelerde de gelişmiş geniş ihtiyaçlarına
cevap bulabileceğini göz önünde bulundurmayız. Biz bunun, İslâm dininin bir
mucizesi, İslâm şeriatının bir mucizesi olduğunu hesaplamaz, onun Allah
tarafından bir işaret olduğunu kavramayız. Ve onun için de aldanırız.
Ayrıca biz, beşeriyetin bu devrelerini
geçirmiş bulunan toplumlardaki bireylerin içinde bulunduğu zaruretleri, bu
yasanın kolaylığını ve kapsamlılığını yansıtan tedavi yöntemlerini, bu
dinin, her toplum ve durumda ilkellikte ve medenilikte, ormanda ve sahrada,
çalışmasına müsait olan yöntemlerini göz önünde bulundurmadığımız zaman yine
yanılırız. Çünkü İslâm, beşeriyetin her asır ve her toplumdaki değişmez
dinidir. Ve bu, İslâm'ın büyük mucizelerinden biridir.
Biz insanlar olarak, insanları, insanların
ilahından daha iyi bildiğimizi düşünerek de yanılırız. Fakat realiteler bizi
zorunlu olarak alçak gönüllü olmaya iter! Ama realitelerin korkunç
gerçeklerine toslamadan, bu gerçekleri hatırlamamız ne güzel olur.
İnsanların yaratıcısı hakkında, insanların takınması gereken edebi
takınmamız, kulların ilahına karşı kulların takınması gereken edebi
takınmamız gerçekten ne güzel olur. Keşke düşünebilsek, anlıyabilsek ve ona
göre tavır alabilsek...
Bu gelecek ders de bütün uzunluğu ile, akide
konusunda bir düzeltmedir. Hristiyanların kendi inanç sistemine,
kendilerinin katmış olduğu asılsız ilaveleri düzeltmeye çalışmaktadır.
Hristiyanlar bu akidelerinde yaptıkları tahriflerle, onu temel kuralından
saptırmış, onu semavi niteliğinden ayırmış, Hz. İsa'nın ve önceki
peygamberlerin çağrıda bulunduğu mutlak tevhid inancından uzaklaştırmış ve
Allah'ın dini ile hiç bir ilgisi bulunmayan şirk şekillerine
dönüştürmüşlerdir.
İşte bu nedenle, bu gelecek ders, ilahlık
gerçeğini ve kulluk gerçeğini arz ettiği bu dehşet verici sahne karşısında
bu gerçeğe de yer vermeyi hedef almaktadır. Göz önünde canlandırılan bu
sahnede, Hz. İsa, büyük bir peygamber topluluğu ve tüm insanların mahşeri
kabalığı karşısında kendisinin ilahlığı ve annesinin ilah edinilmesi
konusunda ümmetine hiçbir şey söylemediğini dile getirmekte ve bu tamamı ile
şirkten ibaret olan inançlardan tamamen uzak olduğunu belirtmektedir!
Kur'an-ı Kerim, bu gerçeği, Kur'an'ın arz
ettiği canlı, dile gelen, etkili, mesaj dolu, derin iz bırakan bir kıyamet
sahnesinde tasvir yönüyle vermektedir. Bu insanın tüm duygularını sarsan ve
tasvir edilen bu realitenin içine az sonra girecekmiş gibi gösteren bir
tasvirdir. Gözlerin gördüğü, kulakların işittiği, bir realitedir bu. Bu
sahnede bütün çabalar hareketler ve çehreler hayat doludur.!
109- Allah, bütün
peygamberleri bir araya getireceği gün insanlar çağrılarınıza ne cevap
verdi? diye sorar, Peygamberler de; bizim birşey bildiğimiz yok. Hiç
şüphesiz sen gaybleri bilensin derler.
ALLAH'IN HUZURUNDA
Yüce Allah zamanın içine serpiştirdiği, arka
arkaya, ayrı ayrı yerlere, ayrı ayrı milletlere gönderdiği peygamberlerini
bir araya topladığı gün... Zaman, mekan ve milletlerin farklılığına rağmen,
insanların hepsini tek bir davaya çağıran peygamberlerini... Son peygamberi
de bütün zamanlara ve mekanlara, bütün renklere ve cinslere, insanların
hepsine gönderdiği biricik davasını tebliğ eden peygamberleri topladığı
gün...
Değişik milletlere, değişik zaman ve
mekanlara gönderilen bu peygamberlerin hepsini, onları teker teker gönderen
yüce Allah, bir araya topluyor. Onlar da çeşitli yönelişleri ve
kabullenişleri biraraya topluyor. İşte bunlar, dünya hayatında insanların en
seçkinleri... Beraberlerinde dünyanın her tarafındaki insanlara gönderilen
Allah'ın mesajları... Ve onların ardından çeşitli asırlarda onları izleyen
insan toplulukları... İşte bunların hepsi Allah'ın huzurunda. İnsanlığın
yüce ilah huzurunda dehşet verici bir sahnede. Ve bu sahne baştan sona hayat
ve canlılık dolu.
"Allah bütün peygamberleri bir araya
getireceği gün insanlar çağrılarınıza ne cevap verdi?"
"İnsanlar çağrınıza ne cevap verdi?"
Bugün ürünler toplanıyor, parçalar
yerleştiriliyor, peygamberler ilahî mesajların sonuçlarını Allah'a takdim
ediyor ve şahidlerin yanı başında sonuçları ilan ediyor.
"İnsanlar çağrınıza ne cevap verdi?"
Peygamberler de diğer insanlar gibi birer beşerdir. Onlar ancak gördüklerini
bilir. Kendilerine gizli olan geleceği bilemezler.
Onlar kendi milletlerini doğru yola
çağırmışlar, bazıları, bu çağrıyı kabul etmiş bazıları da, bu çağrıya
sırtlarını dönmüşlerdir. Peygamberler getirdikleri mesaja kimlerin gerçekten
sırt çevirdiğini bilseler de kimlerin onu gerçekten kabul ettiklerini
bilemezler. Çünkü onlar işin yalnız dış görünüşünü bilirler. İşin iç yüzünü
ise yalnız Allah bilir. Şimdi onlar, kendisini en güzel şekilde tanıdıkları
ve büyüklüğü karşısında iliklerine kadar titredikleri ve O'nun karşısında
bir şey bildiklerini söylemekten haya ettikleri, yüce Allah'ın
huzurundadırlar. Herşeyi bilenin herşeyden haberi olanın huzurunda.
Bu dehşet verici mahşer gününde, yüksek ve
düzeyli bir kesimin huzurunda; tüm insanların huzurunda gerçekleşen korkunç
bir soruşturmadır. Bu insanların birbiriyle yüzleştirildiği, insanların
peygamberleriyle karşılaştırıldığı özellikle bu insanlar da, peygamberlerini
yalanlamış olan yalancıların, yalanladıkları peygamberleriyle
yüzleştirildiği bir soruşturmadır. Bu soruşturmayla açıkça ortaya çıkıyor
ki, bu değerli peygamberler ancak Allah katından görevlendirilmiş ve O'nun
dinine çağırmışlardır. İşte şimdi onlar yüce Allah'ın huzurunda, kendi
peygamberliklerinden ve daha önce kendilerini yalanlayan kavimlerinden
sorguya çekilmektedir.
Peygamberler ise, gerçek ilmin yalnız Allah
katında olduğunu ilan ediyorlar ve kendilerinin sahip olduğu bilgilerin
ilmin gerçek sahibi huzurunda sözü bile edilemeyeceğini söylüyorlar. Onlar
edeplerini ve hayalarını takınıyor ve Allah'ın huzurunda hadlerini
biliyorlar.
"Peygamberler de bizim bir şey bildiğimiz
yok. Hiç şüphesiz sen gaybleri bilensin, derler."
ALLAH'IN HZ. İSA'YA VERDİĞİ
NİMETLER
İsa dışındaki tüm peygamberlere iman edenler
iman etmiş, inkar edenler de inkar etmiştir. Onların işleri bu mükemmel ve
kapsamlı cevap ile sona eriyor. Bu cevap ilminin tamamını Allah'a bırakıyor.
Ve Allah'ın huzurunda işlerin tamamını O'na havale ediyor. Bu sahnede Kur'an
ayetleri, onlar hakkında daha fazla bilgi vermiyor. Burada yalnızca
Meryemoğlu İsa'ya hitap ediliyor, çünkü ümmetin kendisiyle fitneye düştüğü
ve etrafında atmosferi oluşturan, Meryemoğlu İsa'dır. İnsanlar O'nun zatı
hakkında yanılgılara ve asılsız düşüncelere düşmüşler. O'nun sıfatları,
doğuşu ve sonu hakkında bir takım kuruntulara kapılmışlardı.
Burada hitap, Hz. İsa'yı ilahlaştıran, O'na
tapan, O'nun ve annesi Meryem hakkında yığınlarca efsane uyduran kalabalığın
huzurunda Meryemoğlu İsa'ya yöneltiliyor. Allah'ın O'na ve annesine
bahşettiği nimetlere dikkat çekiliyor. Allah'ın, insanların O'nun
peygamberliğini kabul etmesi için, O'na verdiği mucizeler dile getiriliyor.
Buna rağmen onların içinden kendisini en çirkin şekilde yalanlayıp karşı
koyduklarına, onunla ve Allah'ın kendisine verdiği mucizelerle onların
fitneye düştüğü bu ayetler nedeniyle, O'nu Allah'la beraber ilah konumuna
getirdiklerine işaret ediliyor.
Ayrıca bu mucizelerin hepsi onu yaratan,
peygamber olarak gönderen ve mucizelerle destekleyen Allah tarafından
yaratıldığına temas ediyorlar:
110- hani Allah dedi ki, ey
Meryemoğlu İsa sana ve annene vermiş olduğum nimetleri, ayrıcalıkları
hatırla:
Hani seni Ruhul Kudüs (Cebrail) aracılığı ile
destekledim, hem beşikte hem de yetişkin yaştayken insanlarla
konuşabiliyordun
Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve
İncil'i öğretmiştim.
Hant benim iznimle çamurdan kuşa benzeyen bir
şekil yapıyordun da içine üfleyince iznimle canlı bir kuş oluveriyordu.
Hani benim iznimle anadan doğma körü ve
alacalıyı iyileştiriyordun. Hani benim iznimle ölüyü dirilterek mezardan
çıkarıyordun.
Hani açık mucizeler göstermem üzerine
israiloğullarının kafirleri "Bu düpedüz bir büyüdür" dediklerinde, seni
onların ellerinden kurtarmıştım.
111- Hani havarilere vahiy
yolu ile, "Bana ve peygamberime inanınız, diye direktif vermiştim de bunun
üzerine onlar da, "inandık, şahid ol ki bizler müslümanız " dediler.
Bu ayet, Allah'ın, Hz. İsa'ya ve annesi
Meryem'e verdiği nimetleri hatırlatmaktadır. Allah, O'nu, Ruhul Kudüs ile
desteklemiş, henüz beşikte konuşma çağında değilken konuşturmuş, annesinin
alışılmamış bir doğum yapması etrafında körüklenen şüpheleri bertaraf etmek,
annesini temize çıkarmak için konuştuğu gibi yetiştiğinde onları Allah'a
çağırmak için de konuşmuştu. Ruhul Kudüs olan Cebrail O'nu, hem burada hem
orada desteklemişti. Dünyaya geldiği zaman hiçbir şeyi bilmediği halde Allah
O'na kitabı ve hikmeti belletmişti. Kendisinden önce İsrailoğullarına
gönderilen Tevrat'ı okumasını, kendisine verilen ve daha önceki Tevrat'ı
destekleyen İncil'i öğretmişti. O'na Allah'ın izni dışında hiçbir insanın
yapamayacağı harikulade mucizeleri vermişti. Buna bağlı olarak O, Allah'ın
izniyle çamurdan kuşa benzer bir şekil yapıyor, ona üflediğinde Allah'ın
izniyle canlı bir kuş oluveriyordu. Biz bu mucizelerin nasıl meydana
geldiğini bugün dahi kavrayamıyoruz. Çünkü Allah'ın nasıl yarattığını ve bu
hayatı canlılara nasıl verdiğini bilmiyoruz. Yine O, Allah'ın izniyle,
anadan kör olarak doğmuş amayı görecek şekilde tedavi etmiş, Allah'ın
izniyle alacalığı iyileştirmişti. Bunun için hiçbir ilaç da kullanmamıştı.
Bugün tıp, anadan kör olarak doğan birisini görebilecek şekilde tedavi
edemiyor. Fakat görme yeteneğini veren yüce Allah, insanın gözlerini
aydınlatmaya elbette güç yetiriyordu. Tedavi olmak Allah'ın şifasının
gerçekleşmesi için bir vasıtadır. Şifaya izin veren elbette ki bu vasıtayı
değiştirebilir ve gayeyi vasıtasız olarak gerçekleştirebilir. Hz. İsa
Allah'ın izniyle ölüleri diriltiyordu. Hayatı ilk olarak veren Allah elbette
ki onu dilediği anda tekrar geri verebilirdi. Sonra Cenabı Allah,
mucizelerin hepsini gösterdiğinde israiloğullarının O'nu yalanlaması ve bu
harikulade mucizelerini apaçık bir büyü olarak nitelemeleri üzerine, O'nu
koruduğunu bir nimet olarak hatırlatıyor! Çünkü yahudiler binlerce kişinin
gördüğü bu gerçekleri inkar edememiş, inatlarından ve üstünlük
taslamalarından teslim de olmak istememişlerdi. Yüce Allah bu sırada Hz.
İsa'yı korumuş, onların şerrinden muhafaza etmiş, onlar diledikleri gibi
O'nu öldürememiş ve asamamışlardır. Aksine Allah, O'nun canını alarak katına
yükseltmişti. Yine yüce Allah havarilere verdiği ilhamla, Allah'a ve
peygamberine iman etmelerini sağlamış, onlar da bu ilhama yönelmiş ve teslim
olmuşlardı. İsa'yı, imanlarına ve kendilerini Allah'a teslim edişlerine
şahid olarak tutmuşlardı.
"Hani havarilere, vahiy yoluyla bana ve
peygamberime inanınız, diye direktif vermiştim de bunun üzerine onlar da,
inandık şahid ol ki biz müslümanız dediler."
Bunlar yüce Allah'ın Meryemoğlu İsa'ya bir
delil ve şahid olarak bahşettiği mucizelerdir. Ama ne yazık ki, onun
izcilerinden pek çoğu mucizelerle onun etrafında sapıklara yer vermektedir.
işte burada Hz. İsa seçkin bir topluluğun huzurunda onların çoğunluğunu
oluşturan kendi ümmetinin de içinde bulunduğu bütün insanlar karşısında
onlarla yüz yüze geliyor ki ümmeti bunu duysun ve gözleriyle görsün, yine
bütün insanların huzurunda acı ve çirkin bir şekilde yaptıkları yüzlerine
vurulsun.
Ayet-i kerimeler Hz. İsa'ya ve Annesine
verilen nimetlerin yanında Allah'ın Hz. İsa'ya ve kavmine bahşettiği
nimetlere de değinmektedir. Hem Havarilerin hem de ümmetin gözleriyle
gördüğü Allah'ın kendisini onlarla desteklediği mucizelere temas etmektedir.
112- Hani havariler Ey
Meryemoğlu İsa, senin Allah'ın bize gökten bir sofra indirebilir mi?" diye
sordular da İsa onlara "Eğer mümin iseniz Allah'tan korkunuz" demişti.
113- Havariler O'na dediler
ki, "İstiyoruz ki, o sofranın yemeklerinden yiyelim, kalplerimiz güven
bulsun, bize doğru .söylediğini kesinlikle bilelim ve olayın tanıklarından
olalım.
114- Bunun üzerine Meryemoğlu
İsa şöyle dedi; "Allah'ım, ey Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki bu
gün hem öncekilerimiz hem de sonrakilerimiz için bir bayram ve senin bize
gösterdiğin bir mucize olsun. Bize rızık ver. .Sen rızık verenlerin en
hayırlısısın.
115- Allah dedi k; Ben o
sofrayı size indireceğim, ama ondan sonra kim kafir olursa onu hiç kimseyi
çarptırmadığım bir azaba çarptırırım.
Bu konuşma Hz. İsa'nın ümmetinin karakterini
ortaya koymaktadır. Onların içinden seçkin bir topluluğu temsil eden
havarilerin karakterini... Bir de görüyoruz ki, bunlarla peygamberimizin
ashabı arasında büyük bir fark vardır...
Bunlar, Allah'ın kendilerine Allah'a ve
peygamberi İsa'ya iman etmelerini ilham ettiği, onların da iman edip, İsa'yı
müslümanlıklarına şahit tuttuğu havarilerdir. Bununla beraber onlar şu ana
kadar gördükleri Hz. İsa'nın mucizelerine rağmen yeni bir harika istiyorlar
ki, gönülleri onunla yatışsın, bununla Hz. İsa'nın kendilerine doğru
söylediğini öğrensinler ve bu mucize ile O'nun doğruluğunu sonraki nesillere
ulaştırabilecek bir tanıklık elde etsinler.
Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine
olsun) ashabı ise müslüman olduktan sonra ondan bir tek mucize istemediler.
Onların kalpleri iman etti ve imanın serinliği sirayet ettiği andan itibaren
gönülleri huzura kavuştu. Peygamberlerini doğruladılar. Bu delilden sonra
onun doğruluğu için delil istemeye kalkışmadılar. Onlar Kur'an'ın dışında
hiç bir mucize görmeden onun doğruluğuna tanıklık ettiler.
İşte Hz. İsa'nın havarileri ile Hz.
Muhammed'in havarileri arasındaki fark. Bu ayrı bir seviye, o ayrı bir
seviyedir. Bunlar da müslümandır onlar da müslüman... Bunlar da Allah
katında takdir edilmiş onlar da. Fakat aralarındaki seviye farkı Allah'ın
dilediği biçimde tamamen muhafaza edilmiştir.
SOFRA MUCİZESİ
Maide -sofra- kıssası Kur'an'da belirtildiği
şekliyle hristiyanların kitaplarında yer almaz. Hz. İsa'dan uzun bir zaman
sonra yazılan İncillerde de bu olaya değinilmez. Tabii ki bu İncillerde
verilen bilgilerin Allah'tan gelen gerçeklere uygun düştüğü söylenemez. Bu
İnciller, bazı din damlarının Hz. İsa'nın hayatı ile ilgili rivayetlerinden
başka bir şey değildir. Bunlar Allah'ın O'na verdiği ve kendisine İncil diye
verdiği bir kitap değildir.
Yalnız kutsal sofra haberi başka bir şekilde
incillerde geçmektedir. Matta İncilinde 15. İshah'ın sonunda deniyor ki; "Ve
Yesu (İsa) öğrencilerini çağırıp dedi: Ben herkese acıyorum. Çünkü şu anda
onlar üç gündür benimle beraber yürüyorlar. Yiyecek bir şeyleri de yok.
Yolda bayılmasınlar diye ben onları oruçlu olarak yola koymak istemem.
Öğrencileri ona dediler ki: Bu ıssız yerde şu kadar büyük kitleyi doyuracak
kadar ekmeği nerden bulabiliriz? İsa'da: Kaç ekmeğiniz var? diye sordu. Yedi
ekmek ve biraz da küçük balık diye karşılık verdiler. İsa kitlelere
oturmalarını söyledi. Yedi ekmeği ve balıkları aldı. Dua edip, ekmeği böldü
ve öğrencilerine verdi. Öğrencileri de bunu kitlelere verdiler. Hepsi
ekmeğini yedi ve karnını doyurdu. Sonra bu parçalardan yedi dolu sepeti
kaldırdılar. Bu yemeği yiyenler kadınlar ve çocuklar hariç dört bin
kişiydi..." Buna benzer rivayetler diğer İncillerde de vardır. (Kitab-ı
Mukaddes. Matta)
Mücahid ve Hasan gibi bazı tabiiler (Allah
onlardan razı olsun) kutsal sofranın inmediği kanısındadır. Çünkü yüce
Allah'ın "Ben onu size indireceğim, ama ondan sonra kim kafir olursa onu hiç
kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım." sözlerini duyduklarında
korktular ve O'nun inmesini istemekten vazgeçtiler.
İbni Kesir, Tefsirinde der ki "Leys b. Ebi
Süleym Mücahidten O'nun şöyle dediğini rivayet eder: Kutsal sofra, Allah'ın
verdiği bir örnektir. Fakat indirilmiş değildir. (İbni Ebi Hatim ve İbni
Ceri rivayet etmiştir.) Sonra İbni Cerir der ki: Haris, Kasım b. Selman'dan,
o da Haris'ten, İbni Cureye'den, Mücahit'den haber veriyor ki mücahid şöyle
demiştir. Bu üzerinde yemek bulunan bir sofradır. onu isteyenler, inkar
ettikleri takdirde cezalandırılacaklarını duyduklarında onu istemekten
vazgeçtiler. İnmesi ile ilgili isteklerini geri aldılar. Yine İbni Cerir
diyor ki:
Ebul-Müsenna, Muhammed b. Cafer'den,
Şube'den, Mansur b. Zâdân'dan Hasan'dan rivayetle onun kutsal sofra hakkında
şöyle dediğini rivayet eder: "Kutsal sofra inmemiştir." Bişr, Yezit'ten,
Said'ten, Katade'den o da Hasan'dan rivayetle onun şöyle dediğini bildirir.
Onlara: "Ama ondan sonra kim kafir olursa, onu hiç kimseyi çarptırmadığım
bir azaba çarptırırım." denildiğinde onlar: "Öyleyse gerek yok"
dediklerinden kutsal sofra indirilmemiştir.
Şu kadar var ki, bu ümmetin selefi çoğunlukla
kutsal sofranın indiği kanısındadır. Çünkü Allah: "Ben onu size indireceğim"
buyurmuştur. Ve Allah'ın vaadi doğrudur. Kur'an'ın kutsal (maide) sofraya
ilişkin verdiği bilgiler bizim için esastır, başka kaynakların verdikleri
bilgiler değil...
Yüce Allah, mahşer gününde ve bütün
insanların huzurunda Meryemoğlu Hz. İsa, kavmi ile karşılaştığında O'na
nimetlerini hatırlatıyor:
"Hani havariler, Ey Meryemoğlu İsa, senin
Allah'ın bize gökten bir sofra indirebilir mi? diye sordular."
Hz. İsa'nın öğrencileri en yakın arkadaşları
ve onu en iyi tanıyan havariler, O'nun bir insan olduğunu... Meryem'in oğlu
olduğunu biliyorlardı. Ve O'nu en güzel tanıdıkları isimle çağırıyorlardı.
O'nun ilah olmadığını, Allah'ın ilahlığını onaylayan ibadet eden bir kul
olduğunu, Allah'ın oğlu olmadığını, ancak Meryem'in oğlu olduğunu ve
Allah'ın kullarından biri olduğunu biliyorlardı. Yine O'nun vasıtasıyla
gerçekleşen mucizelerin O'nun ilahı tarafından meydana getirildiğini, O'nun
kendi özel gücü ile bu mucizeleri yapmadığını biliyorlardı. Bu nedenle
gökten bir sofranın kendilerine indirilmesini istediklerinde, bunu ondan
istemiyorlardı. Çünkü onlar, İsa'nın kendi başına bir mucizeyi
yapamayacağını biliyorlardı. Onun için meseleyi şöyle dile getiriyorlardı:
"Ey Meryem oğlu İsa, senin Allah'ın bize
gökten bir sofra indirebilir mi?"
Havarilerin "indirebilir mi?" cümlesi değişik
yorumlara yol açmıştır. Onlar Allah'a iman ettikten ve Hz. İsa'yı (selâm
üzerine olsun) müslüman oluşlarına şahit tuttuktan sonra nasıl böyle bir
ifade kullanabiliyorlardı? Bazıları: "İndirebilir mi?" cümlesinin gücü yeter
mi" anlamında olmadığını buradan amacın güç yetirmenin kendisi olduğu ve onu
indirebileceği anlamında olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise: Sen
dilediğin zaman "Allah yapar mı?" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bu
cümle "ta" ile "testetiu" şeklinde de okunmuştur. Bu durumda "Sen Rabbine
dua edip bize gökten bir sofra indirmesini sağlayabilir misin?" anlamına
gelir.
Ne olursa olsun. Hz. İsa (selâm üzerine
olsun) onları bu tür bir harikayı istememeleri için uyarmıştır. Çünkü
müminler harikaları istemez ve Allah'a öneride bulunmazlar.
"Eğer mümin iseniz, Allah'tan korkunuz,
dedi."
Fakat havariler, bu taleplerinin illetini,
sebeplerini ve bununla amaçladıklarını açıklayarak istediklerini
tekrarladılar:
"Havariler O'na dediler ki, "İstiyoruz ki, o
sofranın yemeklerinden yiyelim, kalplerimiz güven bulsun, bize doğru
söylediğini kesinlikle bilelim ve bu olayın tanıklarından olalım."
Onlar, yeryüzünde hiç kimsede benzeri
bulunmayan eşsiz yemekten yemek gözlerinin önünde, gerçekleşen bu harikayı
görmekle kalplerini huzura kavuşturmak, Hz. İsa'nın kendilerine doğru
söylediğine kesin kanaat getirmek ve bu mucizenin gerçekleştiğini diğer
insanlara ulaştıracak şahitler olmak istiyorlar.
Daha öncede belirttiğimiz gibi, bütün bunlar
belli bir seviyeyi peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) ashabının
seviyesine ulaşmayan bir seviyeyi tasvir etmektedir. Bunlar onlarla
karşılaştığında da farklı bir yapı arz ettikleri ortaya çıkar!
İşte bu sırada Hz. İsa (selâm üzerine olsun)
Rabbine yönelerek O'na niyazda bulunuyor:
"Bunun üzerine Meryemoğlu İsa şöyle dedi:
"Allah'ım, ey Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki, bu gün hem
öncekilerimiz hem de sonrakilerimiz için bir bayram ve senin bize
gösterdiğin bir mucize olsun. Bize rızık ver. Sen rızık verenlerin en
hayırlısısın."
Kur'an'ın sürekli olarak kullandığı bir ifade
olan Meryemoğlu sıfatı ile anılan Hz. İsa'nın bu duasında bile seçkin ve
Rabbini en güzel biçimde tanıyan bir kulun edebi görülmektedir. O Rabbine
şöyle sesleniyor: Allah'ım... Ey Rabbimiz... Bize gökten, bizi hayra
boğacak, bayram gibi bir sevinç yaşatacak, hem öncekilerimize hem
sonrakilerimize bir bayram olarak bir sofra indir. Kuşkusuz bu da senin
rızkındandır. Rızık landır bizi. Sen rızık verenlerin en iyisisin... Demek
ki Hz. İsa Rabbini biliyor, Rabbinin Allah olduğunu biliyor. Hz. İsa bunu
bütün alemlerin hazır olduğu bir sırada, ümmetin huzurda ve büyük bir
kalabalığın huzurunda.
Yüce Allah da iyi bir kul olan Meryemoğlu
İsa'nın duasını kabul etmişti. Yalnız şanının yüceliğine yaraşır bir
şekilde: Onlar bir harika istemişler Allah'ça onların bu isteklerini kabul
etmiştir. Ve bu harikadan sonra inkar edilenleri hiç kimseyi çarptırmadığı
gerçekten şiddetli bir azaba çarptıracağını şart koşarak...
Allah dedi ki, ben onu size indireceğim ama
ondan sonra kim kâfir olursa onu hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba
çarptırırım."
İşte bu, gerçekten yüce Allah'a layık yaraşan
bir ciddiyettir. Ta ki harikalar istemek oyun ve eğlence gelmesine apaçık ve
kesin delilden sonra da küfür yolunda devam edenler korkunç bir cezaya
çarptırılmadan bırakılmasın!
Mucizelere rağmen peygamberleri
yalanlayanların yok edilişi Allah'ın öteden beri sürüp gelen değişmez bir
yuvasıdır. Burada ise bu cezanın hem dünya azabı hem de ahiret azabı olma
ihtimali vardır.
HZ. İSA'NIN ŞAHİDLİĞİ
Ayet-i kerimelerin akışı Allah'ın vaadinden
ve tehdidinden sonra tekrar ana meseleye... İlahlık ve Rabblık konusuna
dönmek üzere kesiliyor. Zaten bu dersimizin tamamını kuşatan meseleyi
oluşturuyor.
Şimdi tekrar bütün alemin gözü önünde hala
açıkça durmakta olan büyük manzaraya dönelim, tekrar dönelim ki, Meryemoğlu
İsa ve annesi için iddia edilen ilahlık meselesinde doğrudan bir soruşturma
dinleyelim. Hz. İsa'ya tapanlar hakkında yöneltilen bu soruşturmada onlar
Hz. İsa'yı dinleyecekler, Hz. İsa kendisi adına uydurulan bu büyük iftiradan
korku ve dehşet içinde Rabbine yönelip ondan tamamen uzak olduğunu dile
getirecek:
116- Hani Allah "Ey
Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edindin " dedi. İsa
şöyle dedi; "Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı
bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen
bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini
bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin.
117- Ben onlara sadece bana
emrettiğini yani "Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz dedim.
Aralarında bulunduğum sürece onların üzerinde gözetleyici oldum. Fakat sen
canımı alınca onların tek gözetleyicisi Sen oldun. Her şeyin şahidi Sensin.
118- Eğer onları azaba
çarptırırsan, onlar senin kullarında; eğer günahlarını affedersen kuşku yok
ki Sen üstün iradeli ve hikmet sahibisin.
Yüce Allah Hz. İsa'nın insanlara ne
söylediğini çok iyi bilmektedir. Fakat bu o korkunç günde korku ve dehşet
dolu soruşturmanın gereğidir. Bu soruşturmada özellikle sorunun kendisine
yöneltildiği şahıstan başkasına mesaj verilmek istenmektedir. Fakat olayın
bu şekilde ortaya konuşu onurlu ve iyi bir kul olan bir şahsı
ilahlaştıranların tutumlarını daha net, eylemlerinin çirkinliğini daha rahat
gözlenebilir bir konuma sokmaktadır.
Bu öyle büyük bir günahtır ki, normal bir
insan bile böyle bir iftiraya dayanamaz. Kul olduğunu bile bile ilahlık
iddiasına kalkışamaz. Nasıl olur da Ulu'l Azm'dan bir peygamber Meryemoğlu
İsa böyle bir iddiaya kalkışabilir.
Halbuki ona yüce Allah peygamberliğinden önce
de peygamber olduktan sonra da bir dizi nimet vermiştir. O doğru yolda
bulunan salih bir kul olduğu halde ilahlık iddiası ile ilgili bir soruşturma
nasıl ona yöneltilebilir?
İşte bunun içindir ki huşu ve huzur, dehşet
ve ürperti ile dolu bulunan cevap tashih ve tenzih ile başlıyor:
"Gerçek olmadığını bildiğin bir sözü söylemek
bana yakışmaz.
Bizzat Allah'ı; kendisinin bu olaydan uzak
olduğuna şahit gösteriyor. Ayrıca Allah'ın huzurunda küçüklüğünü dile
getirerek kendi kulluğunun özelliklerini ve Rabbinin ilahlık özelliklerini
açıklıyor:
"Eğer böyle bir şey söyleseydim, sen bunu
bilirdin sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben senin özündekini bilemem
hiç kuşkusuz sen gaybleri bilensin.
İşte ancak o zaman ve uzun tenzihten sonra
söylediklerini ve söylemediklerini ifade etmeye, anlatmaya geçiyor. Onlara
ancak kendisinin ve kavminin Allah'a kul olduğunu ve onları Allah'a kulluğa
çağırdığını açıklıyor:
"Ben onlara ancak bana emrettiğini, yani
benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz dedim."
Vefatından sonra onlardan elini-eteğini
çektiğini ifade ediyor. Kur'an-ı Kerim'in açık ayetleri yüce Allah'ın önce
Hz. İsa'nın canını aldığını sonra da katına yükselttiğini açıklıyor. Bazı
rivayetler O'nun Allah katında diri olduğunu bildiriyor. Burada
anlayabildiğim kadarıyla Allah'ın onun dünya hayatına son vermesi yine onun
Allah katında diri olması arasında hiç bir çelişki yoktur. Nitekim
şehidlerde yeryüzündeki hayatlarını yitirirler. Fakat onlar Allah'ın katında
diridirler. Yalnız biz onları nasıl bir hayat sahibi olduklarını bilemeyiz.
Hz. İsa'nın hayatı da bunun gibidir. Nitekim o burada Rabbine: "Fakat sen
canımı alınca artık onların ne yaptıklarını bilemem" demektedir.
"Aralarında bulunduğum sürece onların
üzerinde gözetleyici oldum. Fakat sen canımı alınca onların tek
gözetleyicisi sen oldun her şeyin şahidi sensin."
Hz. İsa onların işini kayıtsız şartsız
Allah'a havale ederek sözlerini bitiriyor Bununla beraber onların yalnız
Allah'a kulluk yapmaları gerektiğini onları bağışlama veya cezalandırma
gücünün yalnız Allah'ta olduğunu belirtiyor, onları hem bağışlama hem de
cezalandırma konusunda hikmetine uygun olarak hesaba çekecek olanın da
olduğunu bildiriyor.
"Eğer onları azaba çarptırırsan, onlar senin
kullarındır eğer günahlarını affedersen, kuşku yok ki, sen üstün iradeli ve
hikmet sahibisin."
Aman Allah'ım! Allah'ın salih bir kulu ne
korkunç bir tabloyla karşı karşıya!
Allah'ın tertemiz kulunun bu derece ürperti
içinde kendisinden uzaklaştığı ve bu nedenle Rabbine bu kadar samimiyetle
yönelip niyazda bulunduğu bu büyük iftirayı ortaya atanlar nerede acaba?
Bu durumda bu sahnede nerdedir onlar? Kur'an
ayetleri onlara bir tek defa daha dönüp bakınıyor. Herhalde onlar
utançlarından ve pişmanlıkları altında eriyip yok oluyorlar. Biz de ayet-i
kerimelerin onları kendi halleriyle baş başa bıraktığı gibi bizde onları
bırakıp bu ilginç sahnenin son kısımlarını görmeye çalışalım:
119- Allah dedi ki; Bugün,
doğruların doğruluklarının yararını görecekleri gündür, onlar için altından
nehirler akan ve içlerinde ebedi kalacakları cennétler vardır. Allah
onlardan razıdır, onlar da ondan razıdırlar. İşte o büyük kurtuluş, o büyük
başarı budur.
... Bugün doğruların doğruluklarının yararını
görecekleri gündür. Bu değerlendirme yalancıları yalanlarıyla bu onurlu
peygambere bütün meselelerin en büyüğünde yakıştırdıkları büyük iftiranın
sonuçlarıyla uygun düşen bir sonuçtur. Bu, evrenin bütünüyle içindeki eşya
ve canlılarla gerçek temeline dayandığı ilahlık ve kulluk meselesidir..
... Bugün doğruların doğruluklarının yararını
görecekleri gündür. Bu alemlerin yüce Rabbinin sözüdür. Bütün alemlerin
huzurunda gerçekleşen korkunç soruşturmanın sonunda gelmektedir. Ve o bu
sahnenin son sözüdür. Bu konudaki en kesin sözdür. Bununla beraber doğruluk
ve doğrulara yakışan mükafat da dile getirilmektedir:
"Onlar için altlarında nehirler akan
cennetler vardır.
"İçlerinde ebedi olarak kalacakları"
"Allah onlardan razıdır."
"Onlar da ondan razıdırlar."
Bunlar birbirinin ardından gelen
derecelerdir. Cennetler... Orada ebedi kalmak. Allah'ın rızası. İlahlarından
gördükleri ağırlama ile hoşnut olmak.
"İşte o büyük kurtuluştur."
Kur'an'ın kendisine özgü sunuş metodu ile
ortaya koyduğu neyi gördük ve son sözünü işittik, gördük ve duyduk. Çünkü
Kur'an'ın tasvir metodu söylenen sözleri bir vaad halinde bırakmıyor
beklenen bir gelecek halinde sunmuyor. Yine onu kulakların duyduğu gözlerin
okuduğu soyut ibareler şeklinde vermiyor, o bu tasvir metodu ile duyguları
harekete geçiriyor ve gözlerin görebildiği kulakların işitebildiği şu anda
meydana gelen gerçek bir olay şeklinde canlandırıyor.
Şunu da belirtmek gerekir ki, önünde bir dizi
engel bulunan biz insanlara göre beklenen bir gelecek, bir kıyamet günü
varsa da o gün Allah'ın mutlak ilmine göre ortada bulunan bir realitedir.
Zaman ve zamanın engelleri fani birer varlık olan biz insanların
düşüncelerinde ancak söz konusu olabilir.
Bu dersin hiç bir peygamberin izcileri
tarafından daha büyüğü ortaya atılmamış büyük iftiranın Meryemoğlu
İsa-Mesih'in takipçileri tarafından uydurulan büyük iftiranın, onun ilahlığı
ile ilgili iftiranın Hz. İsa'nın bu derece kendisini uzak tuttuğu ve
kavminin işini bu konuda tamamıyla Rabbine havale ettiği asılsız iftiranın
sonunda.:.
Bu iftiranın tasvir edildiği ve bu korkunç
soruşturmanın sunulduğu bu büyük sahnede bu dersin sonunda surenin sonuna
imzasını atan bir gerçeğe parmak basılıyor. Burada yüce Allah'ın yeryüzünün
göklerin ve oralarda bulunan her şeyin yalnız Allah'ın egemenliğinde olduğu
ilan ediliyor. Ve onun yüce kudretinin sınırsız bir şekilde her şeyi
kuşattığı ifade ediliyor.
120- Göklerin, yeryüzünün ve
her ikisinde bulunan tüm varlıkların egemenliği Allah'ın tekelindedir. O'nun
herşeye gücü yeter.
Etrafında önce büyük fırtınaların koparıldığı
o büyük iftira meselesiyle ve Allah'ın tek başına ilmiyle, tek başına
ilahlığıyla, tek başına kudretiyle ağırlığını koyduğu, tüm peygamberlerin
kendisine sığındıkları, her şeyin emrini ona havale ettiklerini, Meryemoğlu
İsa'nın da kendi işini ve kavminin durumunu O'na havale ettiği üstün iradeli
hikmet sahibi Allah'ın üstünlüğünü ortaya koyan büyük sahne ile uyum
sağlayan bir sondur bu. "Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm
varlıkların egemenliği onun tekelindedir. Ve onun her şeye gücü yeter."
Bu son "Din"den söz eden ve onu yalnız
Allah'ın şeriatına uyma, yalnız O'ndan direktif alma, baskısının
hükümleriyle değil, O'nun gönderdiği hükümlerle hükmetme şeklinde
somutlaştıran sürenin muhtevasıyla da tamamen bağdaşan bir sondur bu .. O
öyle bir hakimdir ki göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm
varlıkların egemenliği O'nundur. O öyle bir hüküm sahibidir ki, her meselede
hüküm verme yetkisi yalnız O'nundur. "Allah'ın indirdikleriyle
hükmetmeyenler ise kafirlerin ta kendileridir" (Maide Suresi, 44)
Bu dava tek bir davadır... İlahlık davasıdır.
Tevhid davasıdır. Allah'ın . hükümleriyle hükmetme davasıdır. Çünkü ancak bu
şekilde ilahlık makamı bire indirgenebilir. Ancâk bununla tevhid akidesi
gerçekleşebilir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.