70-Mearic
1- Bir isteyen,
inecek azabı istedi.
2- Kafirlerin
başına; ki onu savacak yoktur.
3- Yükselme
derecelerinin sahibi Allah'tandır.
4- Melekler ve ruh,
miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O'na yükselir.
5- Şimdi sen güzelce
sabret.
6- Onlar onu uzak
görüyorlar.
7- Biz ise onu yakın
görüyoruz.
8- O gün gök, erimiş
bakır gibi olur.
9- Dağlar, atılmış
renkli yün gibi olur.
10- Dost dostun
halini sormaz.
11- birbirlerine
gösterirler. Suçlu ister ki o günün azabından kurtulmak için fidye versin:
oğullarını,
12- eşini ve
kardeşini,
13- kendisini
barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini.
14- Ve yeryüzünde
bulunanların hepsini versin de tek kendisini kurtarsın.
15- Hayır! O alevden
bir ateştir.
16- Deriler kavurur,
soyar.
17- Kendine çağırır;
sırtını dönüp gideni.
18- Mal toplayıp
kasada yığanı.
Her halûklarda sure, azabın ne zaman
gerçekleşeceğini soran ve bu konuda oldukça aceleci davranan bir kişiden söz
ediyor. Yine bu azabın fiilen gerçekleştiğini anlatıyor. Çünkü bu azap bir
açıdan yüce Allah'ın evrensel planında fiilen gerçekleşmiş gibidir. Bir
diğer açıdan da gerçekleşmemiştir. Fakat gelişi yakındır. Yine sure, hiç
kimsenin bu azabı savamayacağını, engelleyemeyeceğini vurguluyor. Azap
gerçekleştiği ve geri savma imkanı da olmadığı halde azabın ne zaman
gerçekleşeceğine ilişkin soru, üstelik bir an önce gerçekleşmesi için acele
etmek, bu soruyu soran aceleci fert veya toplumun iyiden iyiye kuşku içinde
kıvranmasının göstergesidir.
Azap bütün kafirleri kapsamaktadır... Bütün
kafirleri kapsamına aldığı gibi bu soruyu soran acelecileri de kapsıyor. Bu
azabı "Yükselme derecelerine" sahip Allah gerçekleştirecektir. Bu ifade
yüksekliği, yüceliği anlatmaktadır. Nitekim bir diğer surede de şöyle
denmektedir: "Dereceleri çok yüksek, arşın sahibi."
Azap konusu, gerçekleşmesi, azabı hakkedenler,
azabın kaynağı, kaynağın yüceliği ve üstünlüğü ile ilgili kesin ve doyurucu
ifadeler içeren ve azapla ilgili kararı yüce, geçerli, karşı konulmaz ve
geri çevirilmez bir olgu olarak sunan bu girişten sonra, surenin akışı,
içinde bu azabın gerçekleşeceği günün niteliklerini sıralamaya başlıyor. Bu
gün çok yakınlarında olduğu halde acele ediyorlar ve ne zaman gelecek diye
soruyorlar. Ne var ki, Allah'ın değerlendirmesi insanlarınkinden farklıdır.
Onun koyduğu ölçüler insanların ölçülerine benzemez:
"Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün
içinde O'na yükselir. Şimdi sen güzelce sabret. Onlar onu uzak görüyorlar.
Biz ise onu yakın görüyoruz." Burada işaret edilen günün, kıyamet günü
olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü surenin akışında bu anlam adeta
belirginleştiriliyor. İşte bu günde melekler ve ruh Allah'ın katına
yükseliyorlar. Büyük bir ihtimalle burada sözü edilen ruh, Hz. Cebrail'dir.
Nitekim başka yerlerde de Hz. Cebrail bu isimlerle anılmıştır. Burada
meleklerden ayrı olarak anılması özel statüsünden kaynaklanıyor. Öte yandan
bu günde. Meleklerin ve ruhun Allah'ın katına çıkışından sözedilmiş olması
da bu olayın o gün için son derece önemli ve özel olduğunu göstermektedir.
Çünkü melekler ve ruh bu günün önemli meseleleri için Allah'ın katına
çıkıyorlar. Ama bu önemli meselelerin mahiyetini bilmiyoruz -bilmek zorunda
da değiliz-. Meleklerin nasıl ve nereye çıktıklarını da bilmiyoruz. Bunların
hepsi gaybın kapsamına giren ayrıntılardır. Ayetin arka planında yatan
hikmetin anlaşılması konusunda bir katkısı da olmaz. üstelik bu hikmeti
kavrama imkanına ve bu konuda yolumuzu aydınlatacak bir kanıta da sahip
değiliz. Dolayısıyla bu sahne aracılığı ile o günün önemini kavramamız
yeterlidir. Bu büyük günün önemli olayları ile uğraşan meleklerin ve ruhun
davranışlarından yola çıkarak o günün önemli ve büyük birgün olduğunu
kavrayabiliriz. istenen de budur.
"Miktarı elli bin yıldır." deyimine gelince; bununla
o günün uzunluğu vurgulanmış olabilir. Nitekim araplar bir zaman diliminin
uzunluğunu vurgulamak için böyle ifadeler kullanırlar. Bununla o günün
gerçek miktarı da anlatılmış olabilir. Aslında bir gün olduğu halde süresi
dünyadaki zaman ölçü birimlerine göre elli bin yıl olabilir. Şu anda bu
gerçeği kavramak daha kolaydır. Çünkü dünyadaki bir zaman ölçü birimi olarak
gün, dünyanın yirmidört saatte bir kendi ekseni etrafında dönmesi sonucu
oluşur. Oysa kendi eksenleri etrafında dönüşleri binlerce gün (dünya günü)
olan yıldızlar mevcuttur. Burada sözkonusu edilen elli bin günle amaç budur,
demek istemiyorum. Fakat iki ayrı gün arasındaki ölçüm farklılığını
düşünmeyi kolaylaştırmak için bu gerçeği hatırlattık.
Allah katındaki bir tek gün elli bin seneye eşit
olduğuna göre onların çok uzak gördükleri kıyamet gününün azabı Allah'a göre
yakındır demektir. Bu yüzden yüce Allah, kafirlerin acele etmelerine ve çok
yakın bir zamanda gerçekleşecek olan bu azaba yakalanmalarına karşı
peygamberini güzelce sabretmeye çağırıyor:
"Şimdi sen güzelce sabret. Onlar onu uzak
görüyorlar. Biz ise onu yakın görüyoruz."
Sabretmeye ilişkin çağrı ve direktif, her davet
hareketi ile birlikte gündeme gelmiş, her peygamberin gönderilişi ile bu
çağrı tekrarlanmış ve peygambere uyan her müminden sabretmesi istenmiştir.
Çünkü yükün ağırlığı, yolun meşakkati karşısında sabır bir zorunluluktur.
Uzak bir hedefe yönelmiş, engin ufuklara doğru yol alan ruhları hoşnut ve
birbirine bağlı tutmak için sabır kaçınılmazdır. Güzel sabır, insana huzur
veren sabırdır. Öfkenin, sıkıntının, vaadin doğruluğuna ilişkin herhangi bir
kuşkunun insanın içinde yer etmediği sabırdır. Sonuçtan emin olarak,
Allah'ın kaderinden hoşnut olarak imtihanın arka planında bir hikmetin
yattığının bilinci ile, herşeyin ondan geldiğini hesap ederek ve Allah'a
bağlı kalarak sabretmektir.
İşte dava adamına yakışan bu tür bir sabırdır. Çünkü
bu dava Allah'ındır. Çağrı Allah'a yöneliktir. Dava adamının bir çıkarı
sözkonusu değildir. Bu çağrının arka planında dava adamının şahsına ilişkin
bir amaç yatmaz. Şu halde bu hedefe doğru yol alırken karşılaştığı herşey
Allah yolundadır. Dava ile ilgili olan herşey Allah'ın emridir. Şu halde
güzel sabır hem bu gerçekle, hem de vicdanın derinliklerinde yer alan bu
gerçeğe ilişkin bilinç ile uyuşmaktadır.
Yalanlayanların karşısına dikildiği davanın sahibi
Allah'tır. Kafirlerin bir an önce gerçekleşmesini istedikleri, bu arada
yalanladıkları vaadin sahibi de O'dur. Kendi belirlediği bir hikmete ve
evrensel plana göre olayları ve olayların vakitlerini planlayan O'dur. Fakat
insanlar bu planı ve tasarıyı bilmezler, bu yüzden acele ederler. Uzun süre
beklediler mi kuşkuya düşerler. Zaman zaman dava adamlarının içine de
sıkıntı düşebilir. Allah'ın vaadinin bir an önce gerçekleşmesi arzu ve
temennisi onlarında hatırına gelebilir. İşte böyle bir durumda her şeyden
haberdar olan ulu Allah'tan bunun gibi güvenceler ve direktifler gelir. "Sen
güzelce sabret."
Burada hitap Peygamber Efendimize yöneliktir. Amaç,
karşılaştığı kıt anlayışlıktan, kaypaklıktan ve yalanlamadan dolayı kalbine
güven aşılamaktır. Bunun yanısıra bir başka gerçek de vurgulanıyor: Buna
göre yüce Allah'ın olaylara ilişkin planı insanlarınkinden farklıdır. Onun
sınırsız ölçüleri insanların dar kapsamlı, küçük ölçülerine benzemez:
"Onlar onu uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın
görüyoruz: '
Ardından, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan o korkunç
azabın yer aldığı, onların uzak, ama Allah'ın yakın gördüğü kıyamet gününden
bazı sahneler sunuluyor. Bu sahneler evrenin uçsuz bucaksız alanlarında,
insan ruhunun dipsiz derinliklerinde gösteriliyor. Bunlar hem evrende, hem
de insan ruhunda şaşırtıcı ve sarsıcı etki bırakan dehşeti gözler önüne
seren sahnelerdir:
"O gün gök, erimiş bakır gibi olur. Dağlar atılmış
renkli yün gibi olur."
Ayetin orijinalinde geçen "el-Muhl" kelimesi;
madenlerin erimiş halidir, tıpkı yağın tortusu gibi. "el-ihn" ise, dağınık,
kabarık yün demektir. Kur'an-ı Kerim, birçok yerde, kıyamet günü olağanüstü
olayların meydana geleceğinden, evrensel cisimlerin yer, nitelik, dayanak ve
bağlantılarının değişeceğinden sözeder. Kıyamet günü gerçekleşecek
olaylardan biri de gökyüzünün erimiş madenlere benzeyecek olmasıdır. Doğa ve
astronomi bilimleri ile uğraşanların bu ayetler üzerinde düşünmeleri
gerekir. Çünkü onlarca genel kabul gören görüşe göre gök cisimleri gaz
düzeyine gelene kadar eriyen madenlerden meydana gelmişler. -Bu, belli bir
süreç içinde gerçekleşen erime ve akma aşamalarından sonraki bir aşamadır-.
Belki de bu cisimler kıyamet günü söneceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman." (Tekvir suresi 2) Soğuyup
ısınan madenler hâline geleceklerdir. Böylece şimdiki durumları, yani gaz
hâlinde olmaları durumu ortadan kalkacak yeni bir şekil alacaklardır.
Her halükarda bu, doğa ve astronomi bilimleri ile
uğraşanların yararlanabilecekleri bir ihtimaldir. Bize gelince; bu ayetin
önünde duruyor, gökyüzünün erimiş maden tortusuna dönüştüğü, dağların etrafa
saçılmış kabarık yünler gibi savrulup atıldığı, bu dehşet verici sahneyi
düşünüyoruz. Bu sahnenin arka planında ruhları kıskıvrak yakalayan, şaşkına
çeviren korkuyu düşünüyoruz. Kur'an-ı Kerim bu korkuyu şu derinlikli
ifadeyle dile getiriyor:
"Dost dostun halini sormaz. Birbirlerine
gösterirler. Suçlu ister ki o günün azabından kurtulmak için fidye versin:
oğullarını, hayat arkadaşım ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde
yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini versin de tek
kendisini kurtarsın."
insanların dertleri başlarından aşkın. Kendisinden
başkasına aldıracak durumu olmaz. Zaten kafasında da Kendisinden başkasına
yer yoktur. "Dost dostun halini sormaz." Çünkü dehşet saçan korku bütün
bağları koparmıştır. Her kişiyi, kendi canının telaşına düşürmüştür.
Başkasını düşünmesine imkan kalmamıştır. O dehşetli günde dostlar karşı
karşıya getirilirler: "Birbirlerine gösterilirler." Sanki bilerek ve kasden
birbirlerine gösterilirler. Ne yazık ki her birinin başından aşkın derdi
vardır. Her birinin vicdanı kendi haliyle meşgul. Dostunun durumunu sormak
veya yardımını istemek hiç kimsenin aklına gelmez. Çünkü sıkıntı hepsini
kuşatmıştır. Dehşet tümünü çepeçevre sarmıştır.
Acaba "suçlu" ne durumdadır? Korkudan donakalmış,
duygusuz hale gelmiştir. Dehşetten kendini kaybetmiştir. Şu anda azaptan
kurtulmak için en çok sevdiği; uğruna hayatını feda etmeye hazır olduğu,
onlar için mücadele ettiği, onlar için yaşadığı oğlunu, karısını, kardeşini,
içinde yetiştiği kendisini barındıran yakın aşiretini fidye vermek ister.
Daha doğrusu kurtuluş çırpınmaları, kendisinden başkasını düşünme duygusunu
ortadan kaldırmıştır. Bu yüzden yeryüzünde bulunan her şeyi vermek ister,
tek kendisi kurtulsun diye. Burada önü alınmaz bir hırsın, insanı şaşkına
çeviren bir paniğin ve ipini koparmış serkeş bir arzunun tablosu çiziliyor.
Derin anlamlar yüklü Kur'an ayetlerinin satır aralarında üzerine korku
sinmiş, sıkıntı bulaşmış, dehşetle renklendirilmiş bir tablo
canlandırılıyor.
Suçlu bu durumdayken, gerçekleşmesi mümkün olmayan
bu dilekte bulunuyor. Ama içini karartan, tüm ümidini yok eden veya içinde
geçen ve kendisine güç veren tüm yanıltıcı sözleri silip süpüren bir cevap
işitiyor. Onunla birlikte herkes ortamın gerçek mahiyetini, olup bitenlerin
özünü ortaya koyan bu açıklamayı işitiyor:
"Hayır! O alevlenen bir ateştir. Derileri kavurur
soyar. Çağırır; sırtını dönüp gideni, mal toplayıp kasada yığanı!"
Ortamın sıkıntı ve dehşetinden şaşkına döndükten
sonra insan ruhunun her aydınlık ümidiyle koştuğu bir sahnedir bu. Ama
"Hayır!" Bu sahne onun gerçekleşmesi imkansız olan arzusunu söndürüyor.
Oğullarını, eşini, kardeşini, aşiretini ve yeryüzünde bulunan herkesi fidye
verip azaptan kurtulma ümidini kırıyor. "Hayır! O alevlenen bir ateştir."
Alevlenen ve yakan bir ateştir. "Derileri kavurur soyar." Yüz ve kafa
derilerini soyar. Bu, dehşeti ile insanı çıldırtan bir ateştir. Canlı bir
kişiliği vardır. isteyerek ve kasden korku ve azap atmosferine katkıda
bulunuyor: "Çağırır; sırtını dönüp gideni, mal toplayıp kasada yığanı." Daha
önce doğru yola girmeye çağırdığı ve bu çağrıya sırtını dönüp gittiği gibi
çağırır onu. Fakat bugün cehennem onu çağırdığı zaman arkasını dönüp
gidemez. Dünyadayken mal toplayıp kasalarda saklamakla meşgul olduğu için
Allah'ın dinine uymaya ilişkin çağrıya kulak vermemişti. Fakat bu gün
cehennemin çağrısını kulak ardı edemez. Yeryüzündeki her şeyi verip te ondan
kurtulma olanağına da sahip değildir.
Bu surede, önceki "Hakka" ve "Kalem" surelerinde
küfür, Allah'ın ayetlerini yalanlama ve Allah'ın emrine karşı gelmenin
yanısıra ısrarla iyiliğe engel olmaktan, yoksulu doyurmaya teşvik
etmemekten, mal yığıp kasalarda toplamaktan sözedilmesi, islam davasının
Mekke ortamında küfür, yalanlama ve sapıklığın yanısıra cimrilik, mal hırsı
ve açgözlülük unsurlarını da barındıran özel durumlarla karşılaştığını
ortaya koymaktadır. O kadar ki bu duruma sık sık işaret edilmesi, akıbetinin
korkunçluğunun vurgulanması. Allah'a ortak koşmaktan ve küfürden sonra azabı
hakkeden bir suç olduğunun belirtilmesini gerektirmiştir.
Bu anlamı pekiştiren, islam davasının karşısına
dikildiği Mekke toplumunun karakteristik özelliklerini yansıtan başka
işaretler de vardır surede. Mekke toplumu ticaret ve faiz yoluyla mal
toplama peşindeydi. Bu işleri de kureyş kabilesinin ileri gelenleri
tekellerine almıştı. Ticaret amaçlı yaz ve kış yolculuklarına çıkan
kervanlar onlara aitti. Servete yönelik azgın istek ve cimrilik fakirleri
yoksun, duruma düşürmüştü. Yetimler her şeylerini kaybetmişlerdi. Bu yüzden
meselenin üzerinde ısrarla duruluyor, bu tutum içinde olanlar
sakındırılıyorlardı. Kur'an-ı Kerim Mekke'nin fethinden önce ve sonra
ruhların derinliklerindeki ihtiras ve doyumsuzluğa karşı savaştığı gibi
kesintisiz olarak mal hırsına ve açgözlülüğe karşı da savaşmıştır. Faizden
uzak durmaya, haksız yere insanların mallarını yememeye, yetimlerin
mallarını onların büyümelerini beklemeden har vurup harman savurmamaya,
yetim kızlara zorbalık etmemeye, mallarına konmak için onları isteksizce
evlenmeye zorlamamaya ilişkin uyarıları inceleyenler bunu açıkça
görebilirler. Yine, ihtiyacından dolayı isteyeni reddetmemeye, yetimi itip
kakmamaya, yoksulların haklarına el koymamaya ilişkin uyarılar da bu yönde
başlatılan savaşın belirtileridirler. Bu savaşta bunun gibi toplumun
karakteristik özelliklerine işaret eden daha bir çok sert karakterli
saldırılar ardarda sıralanmıştır. Bunlar aynı zamanda her toplum için
geçerli olan psikolojik tedavi amaçlı direktiflerdir. Mal sevgisi, servet
hırsı, cimrilik ve süslenme arzusu insan ruhuna dizgin vuran bir afettir. Bu
afetin dizgininden, kementinden, boyunduruğundan kurtulmak gerekir. Bunun
içinde kesintisiz bir savaşa, uzun bir tedaviye ihtiyaç vardır.
Bununla surenin akışı o günkü sahnelerin ve o günkü
azab tablosunun tasvirini tamamlamış oluyor. Şimdi de, insan ruhunun mümin
veya imansız olması durumunda kötülük ve iyilik karşısındaki tutumuna
ilişkin bir gerçeği dikkatimize sunuyor. Bu arada müminlerin akıbetini de
vurguluyor. Nitekim bundan önce suçluların uğrayacakları akıbeti
vurgulamıştı.
19- Doğrusu insan
hırslı ve huysuz yaratılmıştır.
20- Kendisine
kötülük dokundu mu sızlanır.
21- Kendisine hayır
dokundu mu yoksullara yardım etmez..
22- Ancak namaz
kılanlar bunun dışındadır.
23- Onlar ki:
Namazlarını sürekli kılarlar aksatmazlar.
24- Mallarında belli
bir hisse vardır.
25- Saile ve mahruma
.
26- Ceza gününü
tasdik ederler.
27- Rabblerinin
azabından korkarlar.
28- Çünkü
Rabblerinin azabına güven olmaz.
29- Irzlarını
korurlar.
30- Yalnız eşlerine
ya da ellerinin altında bulunan cariyelere karşı korumazlar. Bundan ötürü de
onlar kınanmazlar.
31- Ama kim bundan
ötesini ararsa, onlar sınırı aşanlardır.
32- Emanetlerini ve
ahidlerini gözetirler.
33-Şahidliklerini
yaparlar.
34- Namazlarım
korurlar.
35- İşte onlar
cennetlerde ağırlanırlar.
Kalbi imandan yoksun bulunan bir insanın tablosu,
Kur'an-ı Kerim'in çizdiği şekliyle, gerçekliği, özenle çizilmiş olması ve bu
yaratığın sahip bulunduğu temel karakteristik çizgileri anlatan ifadeleriyle
son derece ilginç bir tablodur. insan bu tabloda sergilenen temel olumsuz
karakterlerinden ancak iman sayesinde kurtulabilir. iman insanı öyle bir
kaynağa bağlar ki, kötülük karşısında sızlanmayacak, iyilik bulunca da
cimrilik yapmayacak şekilde ona bir anlayış aşılar.
"Doğrusu insan hırslı yaratılmıştır. Kendine kötülük
dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu vermez."
Sanki her kelime harikalar yaratan sanat fırçasının
bir darbesiymiş gibi her defasında şu insan denen yaratığın temel bir
özelliğini çiziyor. Birkaç kelimeden meydana gelen bu üç kısa ayetin sonunda
tablo dile geliyor, canlanıveriyor. içinden karakteristik özellikleri ile,
temel çizgileri ile bir insan beliriveriyor. Hırslıdır... Kötülük dokundu mu
sızlanır. Acısı karşısında ahlar, vahlar. Kötülüğe uğradım diye dövünüp
durur. Bu durumun sürekli olduğunu, bir gün düze çıkmayacağını sanır. içinde
bulunduğu anın ebedi olduğunu, bu durumu değişmez kaderi zanneder. Bu an ve
bu anda başına gelen kötülüğün girdabında içinde uyanan kuruntularla ruhunu
hapseder. Bir çıkış yolunun olabileceğini tasavvur edemez. Yüce Allah'ın bu
durumu değiştirebileceğini beklemez. Bu yüzden ahlayarak, vahlayarak yer
bitirir kendini. Hırs içini kemirir. Çünkü gücünden destek alacağı sağlam
bir yere yaslanmamıştır. Umut bağlayacağı, yardımını umacağı bir merciye
yönelmemiştir... Bir iyilik görmesi takdir edilince de dört elle sarılır,
kimseye bir şey vermez olur. Bu iyiliğin kendi emeğinin ürünü, kendi kazancı
olduğunu sanır. Bu yüzden başkasına vermeye kıyamaz sırf kendisi için
biriktirir. Gitgide sahip bulunduğu malın esiri olur. Servet hırsının kulu
kölesi olur. Çünkü rızkın gerçek mahiyetini ve rızk üzerindeki kendi
rolünün, etkinliğinin farkında değildir. Rabbinin katında ondan çok daha
hayırlı ve kalıcı olan nimetlerden haberi yoktur. Çünkü Rabbinden kopuk
durumdadır. Kalbi Rabbine ilişkin duygulardan yoksundur. Bu insan her iki
durumda da hırslıdır. Zarar dokunmasın, iyilik sürekli olsun diye hep
kendini yer bitirir. İşte bu imandan yoksun bir kalbe sahip insanın iç
karartıcı tablosudur.
Böylece Allah'a inanma meselesinin insan hayatındaki
önemi ortaya çıkmış oluyor. Kuşkusuz dille söylenen bir sözü veya yerine
getirilen sembolik kulluk davranışlarını kastetmiyoruz. iman bir ruh hali,
bir hayat sistemi, değerlere, olaylara ve durumlara ilişkin eksiksiz bir
düşünce sistemidir. insan kalbi bu dayanaktan yoksun olunca sarsılır, sağa
sola yalpa vurur. Rüzgarların önünde bir tüy gibi savrulur durur. ister
kendisini bir kötülük dokunsun da sızlansın, ister bir iyilik dokunsun da
dört elle sarılsın o, her zaman derin bir endişe, ölümcül bir sıkıntı içinde
yaşar. Ama kalp iman tarafından onarıldığı zaman sürekli bir güven ve
esenlik içinde olur. Çünkü olayların kaynağına, durumları yönlendiren
merciye bağlanmıştır. Bu yüce mercinin takdirine güvenir. Rahmetinin
bilincindedir. Sınamasını değerlendirir. Sürekli kendisine bir çıkar yolu
göstereceğini umar. Kendisini zorluktan kolaylığa çıkaracağını bekler. O'na,
iyilik yaparak yönelir. O'nun kendisine verdiği rızktan infak ettiğini ve
onun uğrunda yaptığı hayır amaçlı harcamaların karşılığını vereceğini dünya
ve ahirette yerini daha iyisiyle dolduracağını bilir. Çünkü iman, ahiretteki
ödülden önce dünyadayken elde edilen bir kazançtır. Dünya yolculuğu boyunca
rahat, güven, dayanıklılık ve istikrar bahşeder insana.
İnsanın genel karakterleri arasında yer alan hırstan
istisna edilen müminin sıfatlarını surenin akışı burada ayrıntılı olarak ve
birer birer sıralıyor:
"Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır. Onlar ki;
Namazlarına devam ederler."
Namaz, islamın şartı ve imanın 'belirtisi olmasının
yanısıra, Allah'la iletişim kurmanın, bu sonsuz kaynaktan güç almanın
aracıdır. Rabblık ve kulluk makamlarının açık ve belirgin olarak
birbirlerinden kesin çizgilerle àyrıldığı katışıksız kulluğun görüntüsüdür.
"Onlar ki, namazlarına devam ederler." ayeti ile özellikle vurgulanan
süreklilik niteliği, istikrar ve devamlılık ifade etmektedir. Şu halde
onların kıldığı namaz, terk etmek, ihmal etmek veya tembellik göstermekle
kesintiye uğramaz. Namaz, Allah'la kurulan kesintisiz bir iletişimdir,
sürekli bir bağdır. Peygamber Efendimiz bir ibadete başladığı zaman artık
devamlı o ibadeti yapardı. Şöyle diyordu Peygamberimiz: "Allah katında
amellerin en sevimlisi az da olsa sürekli olanıdır." (Altı sahih hadis
kitabında yer alan bu hadis Hz. Aişe`den rivayet edilmiştir.) Kuşkusuz
vurgulanmak istenen kararlılık, istikrar ve Allah'la iletişim halini
kesintisiz sürdürmedir. Bu iletişimin saygınlığına da bu yaraşır zaten.
Çünkü bu iletişim, istendiğinde kurulan, istendiğinde koparılan bir oyuncak
değildir.
"Mallarında belli bir hisse vardır. İsteyene ve
yoksula."
Burada kastedilen hak, özellikle zekat ve öteki
miktarı belirlenmiş sadakalardır. Bu, müminlerin mallarındaki bir haktır.
Veya bundan daha kapsamlı ve daha büyük bir anlam kastedilmiştir. Buna göre
onlar, mallarında belli bir pay ayırırlar ve bunun isteyenler ve yoksullar
için bir hak olduğunu bilirler. Bunun altında cimrilikten kurtulma,
ihtirasları yenme yatar. Ayrıca bu davranış, karşılıklı dayanışma ve
yardımlaşma içindeki bu ümmette varlıklının yoksula karşı görevleri olduğuna
ilişkin bilincin de somut ifadesidir. Ayette "seul" olarak isimlendirilen,
isteyen kimsedir "mahrum" ise, istemeyen, ihtiyacını dile getirmeyen dolayı
siyle yoksun kalan kimsedir. Belki de "mahrum" olarak nitelendirilen kimse,
başına bir musibet gelip te bu yüzden yoksul kalan ve isteyemeyen kimsedir.
Mallarda ihtiyaç sahiplerinin ve yoksulların hakkının olduğuna ilişkin
düşünce, bir yandan Allah'ın lütfuna yönelik duyguyu, öte yandan insanlık
bağlarının önemini yansıtır. Bunun yanısıra hırs ve cimriliğin
boyunduruğundan kurtuluş ta bu sayede mümkündür. Bu duygu aynı zamanda bütün
ümmetin dayanışması ve yardımlaşması için bir sosyal güvencedir. Çünkü bu,
hem vicdan aleminde hem de realite dünyasında değişik fonksiyonlar icra eden
bir yükümlülüktür, bir farzdır. Mümin ruhun karakteristik özelliklerinden
biri olarak bu tabloda çizilmesinin yanısıra bu duygu, surede amaçlanan
cimrilik ve mal hırsına yönelik tedavinin bir halkasını da oluşturur.
"Ceza gününü tasdik ederler."
Bu sıfatın surenin asıl konusu ile doğrudan bir
ilişkisi vardır. Ama aynı zamanda mümin ruhun karakteristik özelliklerine
ilişkin temel bir çizgi de çiziyor. Çünkü hesaplaşma ve karşılık görme
gününe inanmak, bununla ilgili uyarıları doğrulamak imanın bir yanını
oluşturur. Bu anlayışın, duygu ve davranış açısından hayat sistemi üzerinde
derin etkisi vardır. Çünkü, ahirette hesaplaşmanın olacağına ilişkin uyarıyı
doğrulayan birinin elindeki hayatı, değerleri, amelleri ve olayları ölçen
terazi bunu yalanlayan veya bu konuda kuşkusu bulunan birinin elindeki
hayatı, değerleri, amelleri ve olayları ölçen teraziden farklıdır. Ceza
gününü (ahiret günü hesaplaşma) doğrulayan kişi, yeryüzünün değil gökyüzünün
terazisini, dünya hesaplaşmasını değil ahiret hesaplaşmasını gözeterek
hareket eder. iyi-kötü her olayı teslimiyet duygusu içinde karşılar; bu
olayların sonuçlarının öteki dünyada alınacağını bilir. Bu yüzden olayları
değerlendirirken beklenen sonuçlarını da hesaba katarak değerlendirme yapar.
Ahiretteki hesaplaşmayı (din gününü) yalanlayan
kimse ise, olayları kısa ve sınırlı dünya hayatındaki görünümleri ile
hesaplar. Yeryüzünün ve insan ömrünün daracık sınırları içinde hareket eder.
Bu yüzden hesabı değişir, ölçülerinin sonuçları farklı olur. Zaman ve
mekanın dar kalıpları içine hap solmasının yanısıra yanlış sonuçlar elde
eder. Sürekli düşüncesini, hesabını ve değerlendirmesini sınırlandırdığı bu
dünya hayatında olup bitenler tatmin etmez kendisini, hiçbir zaman rahat
yüzü göremez, çünkü elde edilen sonuçlar adil ve makul değildir. Hiç
kuşkusuz bunun nedeni olayları hesaplarken daha büyük ve daha uzun olan
öteki yönünü hesaba katmamasıdır. Bu yüzden ahireti hesaba katmayan insan,
olup bitenlerden dolayı mutsuz olur, veya çevresini mutsuz kılar.
Karşılığını bu dünyada net olarak göremediği için üstün ve onurlu bir hayat
yaşaması imkansızlaşır. Bu yüzden ahiret gününü doğrulamak islam hayat
sisteminin dayanağı olan imanın bir bölümünü oluşturur.
"Rabblerinin azabından korkarlar. Çünkü rabblerinin
azabına güven olmaz."
Bu da, din gününü sadece doğrulamanın ötesinde bir
derecedir. Keskin bir duyarlılık, uyanık bir gözetim ve çok ibadete rağmen
Allah'a karşı görevi tam yapamamanın bilinci gibi unsurların etkin olduğu
bir derecedir bu. Bu derecede sürekli kalbin bir an için kayabileceği,
dolayısiyle azabı hakkedeceği endişesi ve Allah'ın koruması ve gözetimi
umudu taşınır.
Allah katında seçkin bir yere sahip bulunan,
Allah'ın kendisini seçip gözettiğini bilen Peygamber Efendimiz sürekli
Allah'ın azabından sakınır, hep azaba çarpılma endişesini taşırdı. Allah'ın
lütfu ve merhameti olmadıkça amellerinin kendisini koruyamayacağını, cennete
girmesine neden olamayacağını kesin olarak biliyordu. Arkadaşlarına şöyle
diyordu: "Hiç kimseyi ameli cennete girdirmez." Seni de mi ey Allah'ın
elçisi? diye sorulduğunda: "Evet beni de. Ancak Rabbinin rahmeti ile beni
kuşatması sayesinde cennete girebilirim."(Buhari, Müslim ve Nesai)
Yüce Allah'ın: "Çünkü Rabblerinin azabına güven
olmaz." şeklîndeki sözü, bir an bile devre dışı kalmayan sürekli bir
duyarlılığa yönelik bir mesajdır. Çünkü azabı gerektirici davranışlar bu
gaflet anında sergilenebilir, dolayısiyle azap hakkedilebilir. Yüce Allah
insanlardan sadece bu duyarlılığı ve uyanıklığı istiyor. Buna rağmen insan
olmalarından kaynaklanan zaaflarına yenik düşecek olurlarsa, O'nun rahmeti
geniş ve bağışlaması hazırdır. Tevbe kapısı açıktır ve üzerinde hiçbir kilit
yoktur. İşte islama göre gaflet ile endişe arasındaki denge budur. İslam ne
gafleti ne de endişeyi onaylar. Allah'a bağlanmış olan bir kalp hem sakınır
hem umar. Hem korkar hem ümit besler. Ve o her halûklârda Allah'ın rahmetine
güvenir.
"Irzlarını korurlar. Yalnız eşlerine ve ellerinin
altında bulunan cariyelerine karşı korumazlar. Bundan ötürü de onlar
kınanmazlar. Ama kim bundan ötesini ararsa, onlar sınırı aşanlardır."
Bu ayetler, ruh ve toplum temizliğini ifade
etmektedirler. Çünkü islam tertemiz bir toplum kurmayı arzular. Bu toplumun
aynı zamanda acık ve sade olmasını da ister. Bu toplumda bütün yükümlülükler
coşkuyla yerine getirilir, insanın öz yaratılışından kaynaklanan bütün
ihtiyaçlar karşılanır. Fakat kesinlikle güzel hayatı yiyip bitiren
başıboşluğa, tertemiz açıklığı öldüren çarpıklığa izin vermez. islamın
arzuladığı toplum, sağlam, güçlü ve yasal aile esasına dayanır. Bu toplumun
çekirdeğini işaretleri belirlenmiş, gözler önünde ve herkesçe tanınan ev
oluşturur. Bu toplumda her çocuk babasının kim olduğunu bilir ve doğum
şeklinden dolayı kendinden utanç duymaz. Yüzlerde ve ruhlarda utanma duygusu
yok olduğu için değil elbette. Fakat cinsel ilişkiler temiz, açık, uzun
süreli ve belli bir amaç esasına dayandığı için. insani ve toplumsal bir
görevi yerine getirmeye yönelik olduğu için. Sırf hayvansal içgüdüleri,
cinsel arzuları tatmin amacına yönelik olmadığı için.
İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim, burada müminlerin bu
niteliğinden sözediyor: "Irzlarını korurlar. Yalnız eşlerine ya da ellerinin
altında bulunan cariyelerine karşı korumazlar. Bundan ötürü de onlar
kınanmazlar. Ama kim bundan ötesini ararsa, onlar sınırı aşanlardır."
Böylece islam eşlerle ve el altında bulunan
cariyelerle kurulan temiz ilişkiyi onaylıyor. -Cariyeler, yasal bir nedenden
dolayı sahip bulunulan kadınlardır-. islamın kabul ettiği tek yasal gerekçe
de Allah yolunda yapılan savaşta esir almaktır. Çünkü islamın onayladığı tek
savaş Allah yolunda olanıdır. Savaş esirleriyle ilgili asıl hüküm, Muhammed
suresindeki şu ayette vurgulanmıştır: "Savaşta kafirlerle karşılaştığınız
zaman onların boyunlarını vurun. Sonunda onlara üstün geldiğinizde onları
esir Alin. Savaş sona erince, onları ya karşılıksız, ya da fidye ile
salıveriniz." (Muhammed suresi 4) Fakat bazan günün koşullarından dolayı
esirler ne karşılıksız ne de fidye karşılığı serbest bırakılmayabilirler.
Çünkü karşı taraf -başka bir isim altında da olsa- herhangi bir şekilde
Müslüman esirleri köleleştirirse Müslümanların ellerindeki esirler de
köleleştirilirler. Bu durumda islam, sadece sahiplerinin cariyelerle ilişki
kurmalarına izin verir. Onların özgürlüklerini ise, islamın bu kaynağın
kuruması için öngördüğü birçok yola havale eder. islam bu konuda açık ve
temiz ilkelerini belirleyerek, bu kadın esirlerin iğrenç bir cinsel
kargaşaya neden olmalarını önler. Nitekim eski-yeni savaşlarda esir düşen
kadınlar hep bu iğrenç bataklığa düşmüşlerdir. Bu yüzden islam aldatmaca
yönüne gitmiyor, meseleyi olduğundan başka türlü göstermiyor. Savaş esiri
kadınlar düpedüz cariye oldukları halde bunlar özgürdürler diye göz boyamaya
kalkışmıyor.
"Ama kim bundan ötesini ararsa, onlar sınırı
aşanlardır."
Bununla islam, bu açık ve dolambaçsız şekilden başka
her türlü cinsel pisliğin yüzüne kapıyı kapıyor. Aslında islam bu doğal
görevin kendisinde bir pislik görmüyor. pislik bunu çarpıtmakta, iğrenç bir
ilişkiye döndürmektedir. islam ise, temizdir, açıktır, tutarlıdır
"Emanetlerini ve ahitlerini gözetirler."
islamın toplumsal düzenini dayandırdığı ahlaki
ilkelerden biri de budur. İslamda emanet ve ahitleri gözetme olgusu, yüce
Allah'ın göklere, yeryüzüne ve dağlara sunduğu, ama onların taşımaktan
kaçındığı buna karşın insanın omuzladığı en büyük emaneti gözetmekle başlar.
Bu en büyük emanet, inanç sistemidir, zorla değil isteyerek inanç sistemine
uyma yükümlülüğüdür. Emanet ve sözleşmeleri gözetmek, henüz babalarının
sülbünde yer alıyorlarken insanın öz yaratılışı ile yüce Allah'ın tek ve
ortaksın Rabb olduğuna ilişkin imzalanan ilk sözleşme ile başlar. İnsanlar
yaratılışları ile bu sözleşmenin tanıklarıdırlar. İşte yeryüzündeki diğer
ilişkilerde emanet ve sözleşmelere bağlı kalma ilkesi bu ilk emanet ve
sözleşmeden kaynaklanır. islam emanet ve sözleşme konusunu sıkı tutmuş,
ısrarla üzerinde durmuştur. Amaç, toplumsal düzeni, ahlak, karşılıklı güvén
ve huzur gibi sağlam esaslara dayandırmaktır. Bu yüzden islam, emanet ve
sözleşmeleri gözetmeyi mümin ruhun temel bir özelliği olarak öngörmüştür.
Nitékim emanete ihaneti, sözleşmelere bağlı kalmamayı da münafık ve kafir
ruhların bir özelliği olarak vurgulamıştır. Bu Kur'an ve sünnette defalarca
belirtilmiştir. islam geleneğinde önemli bir yer işgal eden bu ahlak kuralı
hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmamıştır.
"Şahitliklerini yaparlar."
Yüce Allah birçok hakkın yerini bulmasını şahitlik
görevinin yerine getirilmesine bağlamıştır. Daha doğrusu şahitliğin eksiksiz
yerine getirilmesi ile çiğnenmesi önlenen Allah'ın belirlediği sınırları
ahitliğe bağlı kılmıştır. Yüce Allah'ın şahitliğin üzerinde ısrarla durması,
başlangıçta şahitlik yapmaktan kaçınmayı yasaklaması, yargılanma esnasında
şahitliği gizlemekten sakındırması, bir tarafa eğilim göstermeden ve gerçeği
saptırmadan doğrunun yerini bulması için şahitlik yapmayı emretmesi bir
gerekliliktir. Yüce Allah şahitliği kendisine yönelik itaate bağlamak için
onu kendine özgü kılmış ve şöyle buyurmuştur: "Şahitliği Allah için yerine
getirin." (Talak suresi 2) Burada da şahitliği mümin ruhun karakteristik bir
özelliği olarak sunmuştur. O da gözetilmesi gereken bir emanettir. Yüce
Allah önemini vurgulamak, büyük bir mesele olduğunu belirtmek için burada
ondan ayrıca söz etmiştir.
Mümin ruhun karakteristik özellikleri namazla
başladığı gibi yine namazla bitiyor:
"Namazlarını korurlar."
Bu, başlangıçta vurgulanan namaza devam etmekten
ayrı bir sıfattır. Bu sıfat, namazları vaktinde, farzını, sünnetini
gözeterek, şekil ve ruhuna bağlı kalarak kılmakla gerçekleşir. İhmal ederek
veya tembellik göstererek namazlarını kaçırmazlar. Normal şeklini gözetmeden
kılmak suretiyle de namazlarını kaçırmazlar. Hem başta hem de sonda namazdan
sözedilmesi namazın önemine ve namaza gösterilen özene bir işaret
niteliğindedir. Bununla müminlerin karakteristik özellikleri son buluyor.
Ayetlerin akışının geldiği bu noktada, insanlar
arasında yer alan bu grubun akıbeti açıklanıyor. Nitekim bundan önce de
öteki grubun akıbeti açıklanmıştı: "İşte onlar cennetlerde ağırlanırlar."
Bu kısacık ayet-i kerime somut ve soyut nimet
türlerini bir arada anıyor. Buna göre onlar cennetlere girerler. Bu
cennetlerde saygıyla ağırlanırlar. Nimetin ve saygıyla ağırlanmanın zevkini
birlikte tadarlar. Hiç kuşkusuz bu, müminleri ayrıcalıklı kılan saygın
ahlakın ödülüdür.
Ardından surenin akışı, Mekke'deki islama davet
hareketinin sahnelerinden birini sunuyor. Burada müşrikler hızlı adımlarla
Hz. Peygamberin Kur'an okuduğu yere doğru yürüyorlar. Sonra etrafında
gruplar oluşturuyorlar. Ayet-i kerime, onların bu koşuşmalarında ve
toplanmalarında dinledikleri ile doğru yolu bulma isteği olmadığı için
onları kınayıcı bir ifade tarzına sahiptir:
36- O nankörlere ne
oluyor ki sana doğru koşuyorlar
37- Sağdan, soldan,
ayrı ayrı gruplar halinde gelip etrafını sarıyorlar.
Ayetin orjinalinde geçen "Muht'i" kelimesi,
boynundan bir iple çekiliyormuşçasına hızlı adımlarla yürüyen demektir.
"iziyn" kelimesi "izeh"in çoğuludur. kalıp olarak "fiah" kelimesine benziyor
ve "grup" anlamına geliyor. Ayet-i kerime üstü kapalı olarak onların kuşkulu
hareketlerini alaya alıyor. Bu davranışlarını ve bu davranışları
sergiledikleri ortamı tasvir ediyor ve tutumlarının Hayret vericiliğini dile
getiriyor. Böylesine ilginç bir tutumu sergilemelerinin nedenini soruyor.
Çünkü onlar sözlerini dinlemek ve bu sözler aracılığı ile doğru yolu bulmak
için Peygamber Efendimize doğru hızlı adımlarla gitmiyorlar. Tersine, gidip
dehşetle onu dinliyor, sonra kafa kafaya verip dinledikleri sözlerin
etkisinden nasıl kurtulacaklarını, bunlara nasıl cevap vereceklerini
konuşuyorlar. Peki ne oluyor onlara?
38- Onlardan her
biri, nimet cennetine sokulacağını mı umuyor yoksa?
39- Hayır! Öyle şey
yok. Aldatıcı akıbetten kurtulamazlar onlar. Biz onları bildikleri şeyden
yarattık.
Onlar bu halleriyle nimet cennetlerine değil,
suçların barınağı olan kavurucu cehennem ateşine girerler.
Yoksa onlar, inkar ettikleri, peygamberi
yalanladıkları, Kur'an'ı dinleyip te tuzaklar kurmak için kafa kafaya
verdikleri halde Allah katında büyük bir saygınlıklarının mı olduğunu ve
Allah'ın terazisinde ağır bastıkları için bütün bunlardan sonra halâ cennete
gireceklerini mi sanıyorlar?
Onlar neden yaratıldıklarını biliyorlar. Bildikleri
o basit sudan yaratılmışlar. Kur'an-ı Kerimin olağanüstü ifadesi, kırıcı tek
bir sözcük kullanmadan, yaralayıcı tek bir ifadeye yer vermeden üstü kapalı
ve derin uyarıyla ruhlarına dokunduğu gibi, bir anlamda gururlarını da
törpülüyor, kibirlerini de kırıyor. Öte yandan bu çarpıcı işaret, onların
asıllarının basitliğini, önemsizliğini ve değersizliğini de kusursuz bir
biçimde tasvir ediyor. Kafir olmalarına ve kötü davranışlar sergilemelerine
rağmen hala nasıl nimet cennetine gireceklerini umabiliyorlar? Üstelik onlar
neden yaratıldıklarını da biliyorlar. Delil oluşturacak hiç bir değerleri
yoktur Allah katında. Kavurucu ateş ilave nimet cenneti ile ilgili adil
cezasını etkileyecek, yasasını bozmasına neden olacak kadar önemli
değildirler.
Basitliklerini, küçük ve önemsiz oluşlarını iyice
vurgulamak, gururlarını kırmak için, ayet-i kerime yüce Allah'ın onlardan
daha iyi kimseleri yaratabileceğini ve onların Allah a karşı
gelemeyeceklerini, dolayı siyle hakkettikleri bu acıklı azabı
gideremeyeceklerini dile getiriyor:
40- Yoo, doğuların
ve batıların Rabbine yemin ederim ki bizim gücümüz yeter.
41- Onları,
kendilerinden daha hayırlı olanlarla değiştirmeğe. Bizim önümüze geçilmez.
Aslında mesele yemini gerektirmeyecek kadar açıktır.
Fakat doğulara ve batılara yönelik işaret yaratıcının yüceliğini
göstermektedir. Doğular ve batılar deyimi ile uçsuz bucaksız evrendeki
sayısız yıldızların doğuş ve batış yerleri kastedilmiş olabilir. Yeryüzünün
değişik bölgesinde birbirini izleyen doğular ve batılar da kastedilmiş
olabilir. Bu iki olay her an birbirini izleyerek gerçekleşmektedir
yeryüzünde. Çünkü dünyanın güneşin önünde kendi ekseni etrafında dönüşümün
her saniyesinde doğuş ve batış olayı yaşanmaktadır.
Burada doğular ve batılar deyimi ile ne kastedilmiş
olursa olsun, bu ifade de kalbe yönelik varlıklar aleminin yüceliğini ve
varlıklar aleminin yaratıcısının yüceliğini gösteren bir işaret vardır. Yüce
Allah'ın onlardan daha hayırlı olanları yaratmaya gücünün yettiğini
vurgulamak için neden yaratıldıklarını bilen bu insanlara doğuların ve
batıların Rabbine yemin içmeye gerek var mıdır? Onların yüce Allah'ın
buyruğunu önleyemeyeceklerini, onun gözünden kaçamayacaklarını, kaçınılmaz
akıbetlerinden kurtulamayacaklarını anlatmak için böylesine büyük bir yemine
bile gerek yoktur.
Bir sahne şeklinde gözler önüne serilen kıyamet
gününün azabının korkunçluğu, müminlere yönelik nimetlerin saygınlığı ve
kafirlerin o günkü hakirlikten tasvir edilmesinin ardından gelinen bu
noktada surenin akışı hitabı Peygamber Efendimize yöneltiyor. Kafirleri o
gün ile ve o günkü azap ile başbaşa bırakmasını istiyor. Bu arada onların o
günkü durumlarını bir sahne ile canlandırıyor. iç karartıcı, aşağılayıcı bir
manzaradır bu:
42- Bırak onları
kendilerine va'dedilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsın oynasınlar.
43- O gün
kabirlerden hızlı hızlı çıkarlar. Onlar dikilen putlara yahut hedeflere
doğru koşar gibi koşarlar.
44- Gözleri düşük,
yüzlerini alçaklık bürümüş bir durumda. İşte onlara vaadedilen gün,
bugündür.
Bu hitapta korku ve heyecan uyandırıcı bir tonla
onların basitlikleri anlatılmakta, bir yandan da tehdit edilmektedirler. O
günkü manzaraları, görünümleri ve hareketleri de insanda korku ve telaşa
neden oluyor. Aynı şekilde kendi şahısları ile övünmelerini, mevkileri ile
gururlanmalarını alaya alan bir ifadedir bu.
Şu kabirlerinden çıkanlar, dikilen putlara ibadet
etmeye gidiyormuş gibi hızlı adımlarla yürüyorlar. Bu ifadede dünyadaki
durumlarını çağrıştıran bir alay göze çarpmaktadır. Çünkü bayramlarda,
törenlerde dikilmiş heykellere koşuyor çevrelerinde halka tutup saygı
duruşunda bulunuyorlardı. İşte bu günde koşuşup duruyorlar. Fakat bu günle o
gün arasında çok fark vardır.
Sonra o günkü özellikleri şu ifadeyle tamamlanıyor:
"Gözleri düşük, yüzlerini alçaklık bürümüştür."
Biz bu cümlelerin satır aralarından tüm
özelliklerini eksiksiz görüyoruz. Onların endişeli yüzleri açık bir tabloda
bize gösteriliyor. Aşağılayıcı, küçük düşürücü bir manzaradır bu. Daha önce
dünya zevkine dalıp eğleniyorlardı, ama bugün yüzlerini zillet bürümüş
alçalmışlardır.
"İşte, onlara vaadedilen gün bugündür."
Bu günden kuşku duyuyorlardı, yalanlıyorlardı, sırf
laf olsun diye bir an önce gerçekleşmesini istiyorlardı.
Bununla surenin başlangıcı ve sonu buluşuyor.
Ölümden sonra diriliş ve ceza meselesine ilişkin uzun süreli tedavinin
halkalarından biri tamamlanıyor. Cahiliyenin hayat düşüncesi ile islamın
hayat düşüncesi arasındaki kesintisiz savaşın bu yönü burada noktalanıyor.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.