19-Meryem
1- Kâf, ha, ya, ayn,
sad
Bazı surelerin başlarında gördüğümüz bu birbirinden
kopuk harflér hakkında, öteden beri benimsediğimiz yorum şudur: Bu harfler,
bu Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini oluşturan alfabenin bir bölümüdürler.
İnsanlar gündelik konuşmalarında ve yazılarında bu harfleri
kullanabildikleri halde, bu harflerden oluşan kelimeleri halde bu harf ve
kelime malzemesini kullanarak bu kutsal kitabı ortaya koyan yüce sanatkârın
eserinin bir benzerini meydana getirmekten acizdirler; bu harfler, yüce
sanatkârın eserinde insanın ifade gücünü aşan bir sentezin yapı taşları
olarak karşımıza çıkıyor.
Bu, birbirinden kopuk harflerin hemen arkasından
surenin ilk hikâyesi olan Hz. Zekeriyya ile Hz. Yahya hikâyesi başlıyor.
Hikâyenin temel dayanağı ve egemen havası merhamet olduğu için "merhamet"
kavramını gündeme getirerek,
2- Bu ayetlerde
Rabbinin, kulu Zekeriyya'ya yönelik rahmeti anlatılıyor.
Hikâyenin bu "hatırlatma"yı izleyen sahnesi, bir dua
sahnesidir. Bu sahnede Hz. Zekeriyya'yı yanık bir yürekle ve gizli bir
fısıltı ile Rabbine dua ederken görüyoruz. Okuyalım:
3- Hani O, Rabbine
içinden yalvarmış.
4- Ve demi,ti ki;
"Ey Rabbim, kemiklerim yıprandı, yaşlılık alevi başımı sardı. Şimdiye kadar
sana dua edip de bedbaht olduğum hiç olmadı. "
5- Benden sonra
yerime geçecek yakınlarımdan yana endi,eliyim. E,im de çocuktan kesilmiştin
Bana kendi katından bir oğul bağışla."
6- "Bu oğul, benim
ve Yakuboğullarının mirasını sürdürsün. Ya Rabbi, onu sevimli bir insan
yap." .
Hz. Zekeriyya insanların gözlerinden uzak,
söylediğini işitemeyecekleri tenha bir köşede, yüce Allah'ı ile başbaşa
kalarak O'na yalvarıyor. O'na omuzlarını çökerten, canını sıkan derdini
açıyor. O'na yakınlık ve dolaysız ilişki ifade eden bir dille sesleniyor;
"Rabbim" diyor. Araya harflerin ve ünlem edatlarının aracılığını bile
koymuyor. Gerçi yüce Allah, kulların hiçbir çağrısı, hiçbir seslenişi
olmadan da onların dertlerini işitir. Fakat dertliler, dertlerini anlatmakla
ferahlarlar; bu yüzden şikayetlerini sözlere dökme gereğini duyarlar.
Rahmeti bol olan yüce Allah, kullarının bu fıtrat kaynaklı niteliklerini
bildiği için onların kendisine dua etmesinden, O'na dertlerini açmalarından,
canlarını sıkan problemlerini O'na duyurmalarından hoşlanır. Bu hoşlanışın
ifadesi olarak şöyle buyuruyor:
"Rabbiniz `Bana dua ediniz de duanızı kabul edeyim'
dedi." (Mü'min Suresi 60)
Amaç kulların sinirlerini rahatlatmalarıdır,
taşıdıkları yükün baskısından kurtulmalarıdır, yüklerini kendilerinden güçlü
ve kendilerinden muktedir olan Allah'a havale etmiş olmanın rahatlığını,
hafifliğini gönüllerinde hissetmeleridir; dergâhına başvuranları eliboş
döndürmeyen, kendisine güvenenleri hayal kırıklığına uğratmayan bir yüce
merci ile ilişki içinde olduklarının gönül huzurunu duymalarıdır.
Hz. Zekeriyya, Rabbine "kemiklerinin
yıpranmışlığını" şikayet ediyor. İnsanın kemikler-i yıpranınca tüm vücudu da
yıpranmış olur. Çünkü kemikler, vücudun en dayanıklı kesimini oluştururlar.
Vücudu ayakta tutan, organları arasındaki birliği sağlayan unsurlar
onlardır. Yine Hz. Zekeriyyâ'nın "yaşlılık alevinin başını sarması"ndan
şikayet ettiğini okuyoruz. Bu tasvir edici ifade yaşlılığı, tutuşmuş bir
ateşe benzeterek bu tutuşmuş ateşin, başın her yanını sardığını, bu
alevlenmiş başta hiçbir siyah noktanın kalmadığını somutlaştırarak
gözlerimizin önüne getirmektedir.
"Kemiklerin yıpranmışlığı" ve "başı ihtiyarlık
alevinin sarması" ayrı yaşlılığı ve düşkünlüğü somutlaştıran "kinaye"
nitelikli ifadelerdir. Hz. Zekeriyya'nın içini kemiren dert budur. Rabbine
durumunu anlatırken ve dilediğini sunarken dile getirdiği şikayet budur.
Bu yoldaki şikayetine şu sözleri eklemeyi gerekli
görüyor:
"Şimdiye kadar sana dua edip de bedbaht olduğum hiç
olmadı."
Bu sözleri ile şunu itiraf ediyor: Rabbi, onu
yaptığı duaları kabul etmeye alıştırmıştır. O gençlik günlerinde, güçlü
dönemlerinde Rabbine dua edip de bedbaht olduğunu hiç hatırlamamaktadır.
Oysa şimdi, şu yaşlılık çağında, şu elden ayaktan düştüğü günlerde yüce
Allah'ın duasını kabul etmesine ve şahsına yönelik nimetlerini tamama
erdirmesine her zamankinden daha çok muhtaçtır.
Hz. Zekeriyya durumunu anlattıktan, dilekçesini
sunduktan sonra neden korktuğunu açıklıyor ve dilediğini somut olarak
arzediyor. Korkusu ölümünden sonra arkada bırakacakları ile ilgilidir.
Onların mirasına istediği biçimde sahip çıkmayacaklarından korkmaktadır.
Onun başta gelen mirası, üstlendiği ve yürüttüğü hakka çağrı misyonudur.
Çünkü O, İsrailoğullarının önde gelen peygamberlerinden biridir. Diğer bir
mirası, gözetimi altındaki yakınlarıdır. Bu yakınlarından biri üzerine
titrediği Hz. Meryem'dir. Çünkü bu kadın, sorumlusu olduğu mabedin bakımını
yürütmektedir. Bir başka mirası da iyi yönettiği ve yüce Allah'ın rızası
uğruna kullandığı servetidir. İşte Hz. Zekeriyya, bu mirasının tümünden
yana, yerini alacak olan yakınlarından endişelidir. Bu miras karşısında
tavırlarının kendi tutumu gibi olmayacağından korkmaktadır. Bize gelen bazı
bilgilere göre O, yerine geçecek yakınlarının bu mirasa sahip çıkacak
nitelikte kimseler olmadığı kanısındadır. Şimdi de derdinin ana noktasına
basmaya sıra geliyor:
"Eşim de çocuktan kesilmiştir."
Eşinden çocuğu olmamıştır. Bu yüzden mirasına sahip
olmak üzere yetiştireceği, yerine geçirmek amacı ile eğitebileceği bir
evladı yoktur.
İşte Hz. Zekeriyya'nın korkusu, endişesi budur. Ne
istediğine gelince Rabbinden kendisini aratmayacak, onun, babalarının ve
atalarının peygamberlik mirasına gerektiği gibi sahip çıkacak, hayırlı bir
evlat istiyor. Okuyoruz:
"Bana kendi katından yerimi tutacak bir oğul
bağışla. Bu oğul, benim ve Yakuboğullarının mirasını sürdürsün."
Hz. Zekeriyya, yüce Allah'ın bu seçkin peygamberi,
yaşlılığının son günlerinde Rabbinden istediği bu evladın nasıl bir insan
olması gerektiğini, onun hangi meziyetle bezenmesi gerektiğini belirtmeyi de
unutmuyor. Okuyoruz:
"Ya Rabbi, onu sevimli bir insan yap."
Onu sert, geçimsiz, şımarık ve ihtiraslı bir kişi
yapma. "Sevimli" sözcüğü, bütün bu çağrışımları özünde taşır. "Sevimli"
insan seven, sevilen ve çevresindeki herkese hoşnutluk ve sevgi ışığı saçan
kimse demektir.
İşte Hz. Zekeriyya'nın yanık bir yürekle ve
fısıltılı bir ses tonu ile Rabbine yönelttiği dua budur. Bu duanın sözleri,
anlamları, çağrışımları ve gönülleri okşayan müzikal melodisi, ortaklaşa bir
biçimde bu dua sahnesini somut olarak gözlerimizin önüne getirmektedirler.
Bir sonraki ayette bu duanın kabul edilme anının.
tablosu çiziliyor. Bu tablodan buram buram ilâhi ilgi, ilâhi lütuf ve ilâhi
hoşnutluk tütüyor. Okuyalım:
7- Allah dedi ki;
"Ya Zekeriyya, sana Yahya adında bir oğul müjdeliyoruz Bu adı daha önce hiç
kimseye vermemiştik."
Görülüyor ki, yüce Allah, bu sevgili kuluna
yücelikler aleminden sesleniyor; "Ya Zekeriyya" diye. Ona hemen müjdeyi
veriyor; "sana bir oğlun müjdesini veriyoruz." Onu engin rahmeti ile
çepeçevre kuşattığının açık bir belirtisi olarak müjdesini verdiği bu
oğlunun adını da kendisi koyuyor; "O'nun adı Yahya'dır." Bu ad, daha önce
hiç kullanılmamış bir addır; "Bu adı, daha önce hiç kimseye vermemiştik."
Bu bir ilahi kerem yağmurudur. Yüce Allah, bu kerem
yağmurunu sevgili kulu Hz. Zekeriyya üzerine sağanak halinde yağdırıyor.
Çünkü O, Rabb'ine yanık yürekle dua etmiş, sessiz bir dille yalvarmış,
korkusunu açıklamış ve arzusunu dile getirmişti. Çünkü onu, Rabbine dua
etmeye sevkeden faktör, ölümünden sonra yerine geçecek olan yakınlarından
yana beslediği endişe idi. Yerine geçecek olan yakınlarının onun inanç
mirasına gerektiği gibi sahip çıkmayacaklarından, malının kullanımının ve
yakınlarının gözetimini yüce Allah'ın rızasına uygun biçimde
yürütemeyeceklerinden korkuyordu. Yüce Allah, onun bu yoldaki niyetini
bildiği için ona rahmetini yağdırmış, dilediğini yerine getirerek onu memnun
etmişti.
Bu sırada Hz. Zekeriyya kendine gelir gibi oluyor.
Kendisini kaptırdığı dilek heyecanından ve umut coşkusundan ayrılır gibi
oluyor. Dikkatini, duasının bunca hızlı biçimde kabul edilişi olay üzerinde
yoğunlaştırmaya yöneliyor. O zaman da somut gerçekle yüzyüze geliyor.
Kendisi son günlerini yaşayan, iki ayağı çukurda bir ihtiyardır. Kemikleri
zayıflayan, vücudunun ağırlığını taşıyamaz olmuş, saçlarını ihtiyarlık alevi
çepeçevre sarmıştır. Eşi ise kısır bir kadındır. Ona delikanlılığında ve
gençliğinde bile bir çocuk verememiştir. Peki, şimdi nasıl bir oğlu olacak?
İçini kemiren bu kuşkudan sıyrılmak istiyor. Bunun için yüce Allah'ın hangi
vasıtayı araya koyup ona bir oğul armağan ettiğini öğrenmek istiyor.
Okuyoruz:
8- Zekeriyya dedi
ki; "Benim nasıl oğlum olabilir. Eşim çocuktan kesildi, ben ise ileri
derecede yaşlandım."
Hz. Zekeriyya, somut gerçekle yüzyüze olduğu gibi
yüce Allah'ın vaadi ile de yüz yüzedir ve Allah'ın vaadine güvenmektedir.
Fakat karşısında bulunduğu bu olumsuz gerçeğe rağmen bu ilahi vaadin nasıl
gerçekleşeceğini bilmek ve içini kemiren kuşkuların baskısından kurtulmak
istemektedir. Bu da son derece doğa: bir psikolojik duygudur. Örnek bir
peygamber olan Hz. Zekeriyya'nın yerinde kim olsa aynı arzuyu duyar. Çünkü o
da bir insandır. Somut gerçeği gözardı etmeyi başaramadığı için yüce
Allah'ın onu nasıl değiştireceğini öğrenmek için sabırsızlanan, meraktan
yanıp tutuşan bir insan!
İşte bu noktada beklediği cevap geliyor, sorusunun
rahatlatıcı karşılığını alıyor. Bu olay yüce Allah için kolaydır, basit bir
şeydir. Yüce Allah, ona bu konuda çok yakınından, kendisi ile ilgili bir
örnek veriyor. Kendisi daha önce bir hiçken yoktan varedilmiş değil miydi?
Bu örnek sadece kendi için değil, bütün canlılar için, hatta şu evrendeki
tüm nesneler için geçerli idi. Okuyoruz:
9- Allah dedi ki;
"Rabbin buyurdu ki, bu iş O'nun için kolaydır, vaktiyle ben seni hiçbir şey
değilken yoktan varetmiştim."
Yaratma konusunda yüce Allah için ne "zorluk" ve ne
de "kolaylık" sözkonusu değildir. O'nun küçük-büyük, önemli-önemsiz her
varlığı yaratma yöntemi aynıdır. Yaratmayı dilediği varlığa sadece "ol" der,
o da hemen oluverir.
Kısır bir kadını çocuk doğurmaktan alıkoyan O olduğu
gibi ileri yaştaki bir ihtiyarı dölleme gücünden yoksun bırakan da O'dur. Bu
nasıl böyle ise O, kısır bir kadını iyileştirerek bünyesindeki kısırlık
sebebini gidermeye ve gebe bırakma yeteneğini yitirmiş, yaşlı bir erkeğin
dölleme gücünü yenilemeye de muktedirdir. Bu güç, tazeleme işi, insanların
gözünde bile hiçbir izi olmayan bir canlıyı yoktan var etmekten daha
kolaydır. Gerçi O'nun sınırsız gücü karşısında yeniden yaratmak da, hiç
yoktan varetmek de kolaydır, "zor" diye bir şey yoktur O'nun için.
Hz. Zekeriyya, bunun böyle olduğunu kuşkusuz çok iyi
biliyor. Fakat bir kere ok yaydan çıkmış ve Rabbinden içini rahatlatmasını
istemişti. Şimdide o isteği doğrultusunda yeni bir adım atarak sözkonusu
ilahi müjdenin fiilen gerçekleşmesine öncülük edecek bir belirti, bir kanıt
görmeyi diliyor. Kendisine gerek dua ederken ve gerekse duasının kabul
edildiğini öğrendiği sırada içinde bulunduğu psikolojik ortama uygun düşen
bir belirti gösteriyor. Bu belirti, aynı zamanda yaşlılığının son günlerinde
kendisine bir oğul armağan etmiş olan yüce Allah a karşı ödemekle yükümlü
olduğu şükür borcunu da yerine getirmesini sağlayacak bir nitelik taşıyor.
Sözünü ettiğimiz belirti şudur. Hz. Zekeriyya, üç gün-üç gece boyunca
insanların dünyasından koparak yüce Allah ile başbaşa kalacaktır. Bir süre
hiç kimse ile konuşmayacak sadece yüce Allah'ın adını anarken dili
çözülecektir. Bu konuşmaktan alıkonma olayının hiçbir organik sebebi yoktur.
Ne dili tutulmuştur ve ne de konuşma yeteneği zedelenmiştir. Kısacası vücudu
sapasağlamdır. Okuyalım:
10- Zekeriyya, "Ya
Rabbi, bunun için bana bir belirti göster" dedi. Allah, ona "Bunun
belirtisi, hiçbir organik rahatsızlığının sonucu olmaksızın üç gün, üç gece
hiç kimse ile konuşamamandır, bu süre içinde dilinin dönmemesidir" dedi.
11- Bunun üzerine
Zekeriyya mihrapta yüzünü soydaşlarına dönerek sabahları ve akşamları
Allah'ı her tür noksanlıktan tenzih etmelerini işaret etti.
Böylece soydaşları, onun içinde yaşadığı havanın
aynısının içine girecekler, yüce Allah'ı hem ona hem de ölümünden sonra tüm
soydaşlarına bağışlamış olduğu nimete hep birlikte şükretmiş olacaklardı.
Surenin akışı Hz. Zekeriyyâ'yı bu noktada suskunluğu
ve tesbihi ile başbaşa bırakarak bu sahnenin perdesini indiriyor, bu sayfayı
çevirerek yeni bir sayfaya geçiyor. Bu yeni sayfanın konusu Hz. Yahya'dır.
Sayfanın hemen başında yüce Allah,ona yücelikler aleminden şöyle sesleniyor:
12- Allah, ona "Ey
Yahya, tüm gücünle kitab'a (Tevrat'a) sarıl" dedi. Ona daha gocukken
bilgelik verdik.
Anlaşılan bu arada Hz. Yahya doğmuş, emeklemiş ve
bebeklik çağının ilk adımlarını atmıştır. Bu gelişmeler, bu iki sahne
arasındaki boşluk döneminde gerçekleşmiştir. Kur'an-ı Kerim, hikâye
anlatımında kullandığı sanatsal üslubu uyarınca bu boşluk dönemini atlayarak
hikâyenin en önemli noktalarını ve sahnelerini, en can alıcı ve hareketli
kesitlerini sunmakla yetiniyor.
Dediğimiz gibi bu ayet, Hz. Yalıyâ dan tek bir söz
bile etmeden önce ona bu yüce seslenişi yöneltiyor. Çünkü bu sesleniş
sahnesi, onun konumunun yüceliğini kanıtlayan görkemli ve çarpıcı bir
sahnedir. Bunun yanısıra babası Hz. Zekeriyya'nın duasının kabul edildiğini
de vurgulamaktadır. Bilindiği gibi Hz. Zekeriyya, gerek inanç sistemini
savunma konusunda ve gerekse yakınlarını gözetme-kayırma hususunda yerini
gerektiği gibi dolduracak, soyunu sürdürecek hayırlı bir varis istemişti.
İşte Hz. Yahya, babasının özlemini gerçekleştirecek olan bu kutsal
misyonunun ilk aşamasında, büyük emaneti taşımak üzere göreve getirilme
aşamasındadır.
"Ey Yahya, tüm gücünle kitab'a (Tevrat'a) sarıl."
Sözü edilen "kitap" Hz. Musâ dan beri
İsrailoğullarının kutsal kaynağı olan Tevrat'tır. Hz. Musa'dan sonraki
İsrailoğullarına gelen bütün peygamberler bu kitaba dayanmışlar, insanlara
onu öğretmişler, hükümlerinde onun ilkelerini rehber edinmişlerdir. Nitekim
Hz. Yahya da babası Hz. Zekeriyya'dan bu mirası devralıyor, bu misyonu
yüklenmeye, güçlü ve kararlı bir enerji ile bu emaneti omuzlamaya
çağrılıyor; bu mirasın yükümlülüklerini yerine getirirken zayıflık ve
ihmalkârlık göstermemesi, geri çekilmeye kalkışmaması isteniyor.
Bu yüce seslenişin hemen arkasından Hz. Yahya'nın,
omuzlarına bindirilen bu büyük yükün altından kalkabilmek için hangi
ayrıcalıklarla donatıldığı açıklanıyor..
..."Ona daha çocukken bilgelik armağan ettik."
13- Yine ona
tarafımızdan sevecenlik ve kalp temizliği bağışladık. O kötülüklerden
sakınan bir kimse idi.
14- Yine ona
ana-babasına bağlılık duygusu aşıladık. O dik kafalı, serkeş ve huysuz biri
değildi.
15- Doğduğu gün,
öleceği gün ve tekrar diriltileceği gün ona selâm olsun.
İşte Hz. Yahya'nın, yüce Allah tarafından
donatıldığı, liyakat kazandırıcı ayrıcalıklar bunlardır. Yüce Allah,
kendisini bu ağır emaneti taşımaya çağırırken, onu bu ayrıcalıklarla
desteklemiş, güçlendirmiştir.
Her şeyden önce ona daha küçük bir çocukken
"bilge"lik armağan etmiştir. Görüldüğü gibi onun adı orjinal ve doğumu
"olağan-dışı" bir olay olduğu gibi, donanımı da orijinal ve normal
insanlarınkine benzemezdir. Sebebine elince insan, "bilge"liğe normal olarak
ileri yaşlarında sahip olabilirken, ona bu ayrıcalık daha çocukken armağan
edilmişti.
Yine ona yüce Allah'ın dolaysız bir lütfu olarak
"sevecenlik" bağışlanmıştı. Bunun için özel bir çaba harcamamış, özel bir
eğitim görmemişti. Adeta aratılış hamuru sevecenlik mayası ile yoğrulmuş, bu
tutum doğal niteliği olmuştu. Sevecenlik, insanların gönüllerini ve
duygularını gözetmek zorunda olan, gönülleri kazanarak onları yumuşak bir
şekilde iyiliğe çekmekle görevli olan bir peygamber için vazgeçilmez ve yeri
doldurulmaz bir sıfattır.
Yüce Allah'ın, Hz. Yahya'ya bağışladığı diğer
ayrıcalıklar kalp temizliği, gönül arınmışlığı, ve duygu saflığı idi. O, bu
nitelikler sayesinde kalplerin kirlerine, vicdanların pisliklerine karşı
koyacak, onları temizlemeye, arındırmaya çalışacaktı.
Ayrıca O "kötülüklerden sakınan bir kimse idi." Yüce
Allah ile sürekli ili ki halinde idi, O'ndan çekiniyor, O'nu hiç hatırından
çıkarmıyor O'ndan korkuyor gizli açık her davranışında O'nun gözetimi
altında olduğunun bilincini taşıyordu.
İşte bunlar, yüce Allah'ın, Hz. Yahya'ya
çocukluğunda armağan ettiği nitelikler ve ayrıcalıklardı. O bunlar sayesinde
babasının yerini dolduracaktı; babasının sessiz dualarının özlemini
gerçekleştirecek, bu dualara karşılık olarak Hz. Zekeriyyâ ya "temiz bir
oğul" bağışlayan yüce Allah'ın ilerdeki kuşaklara ışık saçacak, somut lütfu
olacaktı.
Hz. Yahya'yı canlandıran sahnenin perdesi bu noktada
iniyor. Tıpkı daha önce Hz. Zekeriyya sahnesinin perdesi inişi gibi. Bu
sahnede Hz. Yahya'nın hayatına, mücadele yöntemine ve doğrultusuna ilişkin
ana hatlar canlandırılmıştır; Hz. Zekeriyya'nın duasını, bu duanın yüce
Allah tarafından kabul edilişini, yüce Allah'ın Hz. Yalıyâ ya seslenişini ve
kendisine armağan ettiği ayrıcalıkları anlatan hikâyeden çıkarılması gereken
derse, vurgulu ifadelerle dikkat çekilmiştir. Hikâyenin bunun ötesindeki
ayrıntılarına bu dersin çapını genişletecek, ana fikrini güçlendirecek bir
iş kalmamıştır.
Şimdi sırada Hz. Yahyâ'nın doğuşundan daha ilginç,
daha acayip bir hikâye var. Hz. İsâ'nın doğuşu hikâyesi. Daha önceki
hikâyeden bu hikâyeye geçerken acayipliğin ve olağanüstülüğün dozu tırmanış
gösteriyor. İlk hikâyedeki acayiplik, kısır bir kadının ileri yaştaki
kocasından gebe kalarak çocuk doğurması idi. Şimdi okuyacağımız hikâyedeki
acayiplik ve olağan dışılık bakire bir kızın kocasız olarak çocuk
doğurmasıdır ki, bu daha şaşırtıcı ve daha olağandışı bir olaydır.
Eğer insanın başlangıçtaki yaratılışını ve bugünkü
biçimine sokuluşunu bir yana bırakacak olursak Meryemoğlu Hz. İsâ'nın
doğuşu, insanlığın tarihi boyunca yaşadığı en enteresan olay olur. Bu olay
ne daha önce ve ne de daha sonra benzerine rastlanmış orijinal ve örneksiz
bir harikadır.
İnsan soyu, tarihinin son derece enteresan olay olan
kendi yaratılışının tanığı olamamıştır. Anasız ve babasız olarak yaratılan
ilk insanı hiç kimse görememiştir. Bu olayın üzerinden nice yüzyıllar
geçtikten sonra yüce Allah'ın hikmeti, Hz. İsâ'nın babasız doğuşu aracılığı
ile ikinci bir olağanüstülüğü sergilemeyi dilemiştir. Bu doğum olay
yeryüzünde insanoğlunun başlangıcından beri geçerli olan üreme kurallarına
ters düşen bir gelişmedir. Amaç bu harikaya insanlığın tanık olmasıdır,
insanlık tarihinin sicilinde dikkatleri çeken bariz bir olay olarak
kalmasıdır. Hiç kimsenin tanığı olmadığı ilk yaratılış mucizesi üzerinde
yoğunlaşması imkânı bulamamış olan insanoğluna, hafızasından hiçbir zaman
silinmeyecek bir mucize gösterilmek istenmiştir.
Yüce Allah'ın canlı soyların sürekliliğini sağlayan
yasasına göre istisnasız bütün canlı türlerinin üremesi, erkeğin dişiyi
döllemesi yolu ile olur. Hatta erkek ve dişi cinslerinin belirgin biçimde
birbirinden ayırd edilmediği canlı türlerinde bile aynı bireyde hem erkeklik
hem de dişilik hücrelerinin birarada bulunduğunu görürüz. Bu yasa uzun
yüzyıllar boyunca işleye işleye insanoğlunun zihnine tek üreme yolu olarak
yerleşmiştir. İnsanlar böyle düşünürken, ilk yaratılış olayı, insanın yoktan
varediliş olayını unutmuş oldular. Çünkü bu olay, zihinlerin kalıplaşmış
algılarına ters düşüyordu. İşte bu yüzden yüce Allah, insanlara Hz. İsa
örneğini göstermek istedi. Bu örnek aracılığı ile onlara gücünün
kayıtsızlığını, iradesinin özgürlüğünü, bu gücün ve bu iradenin, kendi
tercihi ile işlerlik kazanan doğal yasalarla sınırlı olamayacağını
hatırlatmayı diledi. Hz. İsa olayının bir benzerine bir daha hiç
rastlanmadı. Çünkü normal olan, yüce Allah'ın koyduğu kanunların yürümesi,
tercih ettiği doğal yasaların işlemesidir. Amacı ilahi iradenin
özgürlüğünün, doğal kanunlarla sınırlı olmadığını fiilen kanıtlamak olan bu
tek olay, insanların gözü önünde her zaman kalacak belirgin bir örnek olarak
yeterli görülmüştür. Nitekim yüce Allah, az ilerde okuyacağımız ayetlerden
birinde şöyle buyuruyor:
"Bu olay insanlara gücümüzü kanıtlayan bir mucize
olarak sunmak istiyoruz."
Olay son derece şaşırtıcı ve olağanüstü olduğu için,
bazı gruplar onu olduğu gibi kavrayamamışlar, meydana gelişinin gerisindeki
hikmeti havsalalarına sığdıramamışlardır. Bu yüzden Meryem oğlu İsa'ya
ilahlığın bazı sıfatlarını yakıştırmaya kalkışmışlar, onun doğuşu ile ilgili
çeşitli hurafeler ve masallar uydurmuşlardır. Böylece onun bu akıl almaz
şekilde yaratılmasının ardındaki hikmeti tersyüz etmişlerdir. Onun bu
şekildeki yaratılışının hikmeti, az önce belirttiğimiz gibi, ilahi gücün
sınırsızlığını kanıtlamaktı. Ona ilahlık yakıştıran gruplar işte bu hikmeti
tersyüz ederek Allah'ın birliği (tevhid)inancını zedelemişlerdir.
Kur'an'ın bu suresinde bu çarpıcı ve olağanüstü
olayın nasıl meydana geldiği anlatılıyor. Onun gerçek anlamının ne olduğu
açıklanıyor ve sözünü ettiğimiz düzmece hurafeler ve masallar çürütülüyor.
Okuyacağımız ayetler, bu hikâyeyi çarpıcı, yoğun
duygu ve heyecanlarla yüklü, canlı tablolar halinde sunuyor. Öyle ki, bu
ayetleri okuyanların tüyleri, sanki canlandırılan tablonun olaylarını
sahiden görüyorlarmış gibi ürperiyor, diken diken oluyor.
16- Bu Kitap'ta
Meryem hakkında anlattıklarımızı da hatırla. Hani O, ailesinden ayrılarak
doğu tarafında bir yere çekilmişti.
17- Komşuları ile
arasına bir perde germişti. Bu sırada ona ruhumuzu (Cebrail'i) gönderdik. O,
ona normal bir erkek kılığında görünmüştü.
18- Meryem, O'na
"Ben senden "Rahman" olan Allah'a sığınırım. Eğer kötülük yapmaktan sakınan
biri isen bana dokunma "dedi.
19- Cebrail dedi ki;
"Gerçekten ben, sana temiz bir oğlan vermek için sırf Rabbinin ginderdiği
elçiyim"
20- Meryem,
Cebrail'e "Benim nasıl oğlum olabilir? Bana hiç erkek eli değmiş değildir,
hiç gayri meşru ilişkim de olmadı" dedi.
21- Cebrail dedi ki;
"Allah ,söyle diyor: Bu iş benim için kolaydır. Bu olayı insanlara gücümüzü
kanıtlayan bir mucize ve oğlunu da onlara rahmet kaynağı olarak sunmak
istiyoruz. Bu olay kesinleşmiş bir hükümdür.''
Şimdi hikâyenin ilk sahnesi önündeyiz. Karşımızda
vücuduna erkek eli değmemiş, genç bir bakire kız var. Daha ana karnındayken
annesi tarafından bir mabedin hizmetine adanmış. Onun hakkında hiç kimse
temizliğinden ve iffetliliğinden başka bir şey bilmiyor. Hatta bu yüzden
İsrail mabedinin temiz bakıcılarının babası olan Hz. Harun'un soyundan
geldiği söyleniyor. Öteden beri ailesi temiz ve dürüst olarak tanınıyor.
İşte şimdi bu genç kız özel bir durumunun gereği
olarak ailesinden uzaklaşarak onların göremeyecekleri tenha bir yere
çekiliyor. Bu "özel durum"un ne olduğunu ayetler bize söylemiyor. Belki de
bu özel durum tamamen genç kızlara özgü bir durumdur da bu yüzden
açıklanmıyor.
İşte genç kızımız bu tenha köşede, yalnız olduğundan
emin olarak otururken, birdenbire çarpıcı bir sürprizle yüzyüze geliyor.
Karşısında eli-ayağı düzgün, normal bir erkek duruyor. Okuyoruz:
"Bu sırada ona ruhumuzu (Cebrail'i) gönderdik. O,
ona normal bir erkek kılığında görünmüştü."
Bu sürpriz üzerine ödü kopan genç kızımız, şimşek
hızı ile ayağa kalkıyor. Issız bir yerde yalnız başınayken yabancı bir
erkekle yüzyüze gelen her genç kız gibi paniğe kapılmıştır. Hemen Allah'a
sığınıyor, kendisine yardım etmesini, bu zor durumunda imdadına yetişmesini
diliyor. Bir yandan da karşısındaki yabancı erkeğin takva duygusunu uyarmaya
girişiyor. Onu Allah'dan korkmaya, bu tenha yerde kendisini gözetleyen yüce
Rabbinden çekinmeye çağırıyor. Okuyalım:
"Meryem O'na `Ben senden Rahman olan Allah'a
sığınırım. Eğer kötülük yapmaktan sakınan biri isen bana dokunma' dedi."
Öyle ya. İçinde kötülükten sakınma duygusu taşıyan
kimse "Rahman" sıfatlı yüce Allah'ın adını duyar duymaz irkilir ve şehvetini
frenleyerek şeytandan gelen dürtülerine gem vurur.
Hikâyemizin kahramanı olan genç kızı hayalimizde
canlandırmaya çalışalım. Tertemiz, masum, son derece güçlü bir namus eğitimi
almış, iffetli bir aile ortamında büyümüş, daha ana karnındayken Allah'a
adandıktan sonra Hz. Zekeriyyâ'nın gözetimi altına girmiş bir iffet örneği
karşısındayız. Bu yüzden az önce karşılaştığı sürpriz, onu tepeden tırnağa
sarsan ilk "şok" olur. Devam ediyoruz:
"Cebrail, ona 'Ben Rabbinin gönderdiği bir elçiyim.
Sana temiz, hayırlı bir erkek çocuğu bağışlamak için geldim' dedi."
Hayalimizi işletmeye devam ederek bu masum genç
kızın işittiği bu sözler karşısında duyacağı korkunun ve utancın derecesini
kavramaya çalışalım. Karşısında eli ayağı düzgün, normal, yani insan
cinsinden olduğu kuşkusuz görünen yabancı bir adam duruyor. Adam, Allah
tarafından gönderildiğini söylüyor, ama genç kız henüz bundan emin değildir.
Belki de saflığından, temiz duygularından yararlanmayı amaçlayan kötü
niyetli bir tuzakla karşı karşıyadır. Adam, her mahcup genç kızın
kulaklarını tırmalayacak bir amaçla geldiğini açık açık söylüyor. Kendisine
bir erkek çocuğu bağışlamak istediğini belirtiyor. O tenha yerde yalnız
ikisi vardır, ortalıkta başka hiçbir Allah kulu yok. Bu yüzden bu durum, Hz.
Meryem'i bir daha tepeden tırnağa sarsan ikinci "şok" olur.
Fakat çok geçmeden toparlanır ve namusunu tehdit
altında hisseden bir dişiye yaraşacak bir kahraman kesilir. Bu eda ile
karşısındaki erkeğe açık açık sorar. Nasıl? Okuyoruz:
"Meryem, Cebrail'e 'Benim nasıl oğlum olabilir? Bana
hiç erkek eli değmiş değildir, hiç gayrımeşru ilişkim de olmadı' dedi. "
Görüldüğü gibi Hz. Meryem, dobra dobra konuşuyor.
Hem söylemek istediğini açık sözlerle dile getiriyor, örtülü ifadelerin
dolambaçlığına başvurmuyor. Bu ıssız yerde yabancı adamla baş başadır.
Üstelik adam, bu baskın kokan ziyaretinin amacını az önce açıklamış durumda.
Fakat nasıl olacak da adam kendisine bir erkek çocuk bağışlayacak? Meryem
bunu henüz anlamış değil. Gerçi adam kendisine "Ben Rabbinin gönderdiği bir
elçiyim" dedi. Kendisine ne doğumunda ve ne de hayatında hiçbir lekeli nokta
bulunmayan tertemiz bir erkek çocuğu armağan etmek amacı ile geldiğini
belirtti, böylece güvenini kazanmaya çalıştı, ama bu tatlı sözler, O'nu
içinde bulunduğu durumdan kaynaklanan korkusunu yatıştırmaya yetmedi. O
halde şimdi utangaçlığın sırası değil. En iyisi açık açık konuşmalı. Bu iş
nasıl olacak? Kendisi vücuduna erkek eli değdirmemiş bir bakiredir. Ayrıca
bir fahişe de değildir ki, çocuk peydahlamaya yol açacak bir cinsel ilişkide
bulunmayı kabul etsin!
Hz. Meryem'in bu sorusundan açıkça anlıyoruz ki,
kendisi bilinen erkek-kadın çiftleşmesi dışında başka bir çocuk peydahlama
yöntemi olabileceğini bir an bile aklının ucundan geçirmiyor. Bu da insan
düşüncesinin çerçevesi içinde son derece normal bir tavırdır. Devam edelim:
Cebrail dedi ki; "Allah şöyle diyor: Bu iş benim
için kolaydır. Bu olayı insanlara gücümüzü kanıtlayan bir mucize ve oğlunu
da onlara rahmet kaynağı olarak sunmak istiyoruz."
Evet, Hz. Meryem'in, gerçekleşebileceğini aklının
ucundan bile geçirmediği bu olağanüstü olay yüce Allah için son derece
kolaydır. Çünkü olmasını istediği şeye sadece "ol" demesi yeterli olan
sınırsız güç için, her iş kolaydır. O iş ister öteden beri biline gelen
yasalara uygun olsun, isterse ters olsun, farketmez.
Okuduğumuz ayette Cebrail, Hz. Meryem'e şu
açıklamayı yapıyor: Yüce Allah, kendisine bu işin O'nun için son derece
kolay olduğunu bildiriyor. Bu olayı meydana getirmekteki amacı onu insanlara
bir mucize olarak sunmaktır. Bu mucize O'nun varlığını, gücünün
sınırsızlığını ve iradesinin kayıtsızlığını gösteren bir kanıt olacaktır.
Ayrıca başta yahudiler olmak üzere bütün insanlar hesabına rahmet niteliği
taşıyacaktır. Çünkü onları yüce Allah'ı tanımaya, O'nun kulu olmayı
benimsemeye ve hoşnutluğunu kazanmaya özendirecektir.
Cebrail ile bakire Meryem arasındaki karşılıklı
konuşma bu noktada sona eriyor. Bu karşılıklı konuşmadan sonra neler
olduğunu ayetler bize anlatmıyor. Başka bir deyimle Kur an-ı Kerim'in hikâye
anlatımında her zaman gördüğümüz sanatsal üslubun tezahürü olarak bir
"boşluk" ile karşı karşıyayız. Bununla birlikte bize şu bilgi verilmektedir.
Vücuduna erkek eli değmemiş bir bakire olmasına rağmen, Hz. Meryem'e bir
oğlu olacağı bildirilmişti ve bu erkek çocuğun insanlara yönelik bir mucize
ve rahmet olması yüce Allah tarafından kararlaştırılmıştı ya, bu karar bir
oldu-bitti niteliği kazanmıştı, gerçekleşmesi kesinleşmişti. Okuyoruz:
"...Bu olay kesinleşmiş bir hükümdür."
Peki nasıl? burada bu konuda daha fazla bir açıklama
yapılmıyor. ("Tahrim" suresinin 12. ayetinde "namusuna el değdirmiş olan
imran kızı Meryem de mü'minler için bir örnektir. Biz ona ruhumuzdan bir
soluk üflemiştik" deniyor. Acaba incelemekte olduğumuz Meryem suresinin
yukarıdaki bir ayetinde geçen "ruhumuz' ifadesi ile "Tahrim" suresinde geçen
"ruhumuz" ifadesi içerik bakımından bir midir, başka bir deyimle bu ifadeler
anlamdaş mıdırlar?
Kişisel kanımıza göre bu ifadeler farklı anlam
taşıyorlar. Bu ifade ile, bu surede "Ruh-ul al emin (güvenilir) lâkabı ile
anılan Cebrail kasdediliyor. O yüce Allah'ın Hz. Meryem'e gönderdiği
elçidir. Buna karşılık bu ifadenin "Tahrim" suresindeki anlamı, yüce
Allah'ın Hz. Adeni e bir soluğunu üflemiş olduğu "ruh"un aynısıdır. Hz. Adem
bu soluğun sonucunda "insan" biçiminde ortaya çıkmıştı. Yine bu ruh, Hz.
Meryem'in edep yerine üflenen bir soluk sayesinde rahimdeki dişi sperma
hücresi gelişmeye hazır bir canlı kimliği kazanmıştır. Bu ilahı soluk, hem
hayat vermekte ve hem de ortaya çıkardığı canlıya türünün gerektirdiği temel
yetenekleri bağışlamaktadır. İnsan sözkonusu olunca bu temel yetenekler, onu
yücelikler alemine tırmandıran, "insan"a yaraşır algılarla, düşünce ile,
duygularla ve sezgilerle donatan ayrıcalıklı nitelikler demektir.
Bu yaklaşımımızın ışığı altında biz Hz. Meryem'in
olayını da şöyle açıklıyoruz: "Ruh-ul emin" lâkabı ile anılan Cebrail, yüce
Allah'dan aldığı bu "ruh"un soluğunu taşıyarak Hz. Meryem'e iletmiştir.
Ama bu açıklamamızın arkasından şu temel görüşümüzü
bir kere daha vurgulamak isteriz: Biz ne "Cebrail" anlamındaki ruhun ve ne
de öbür anlamdaki ruhun özünü kavrayamayız. Bunların her ikisi de bilgimize
kapalı kavramlardır. Yalnız biz bu iki surenin ilgili ayetlerini irdeleyince
buradaki "ruh"un, oradaki "ruh"tan farklı anlama geldiğini anlarız.)
Bunun arkasından hikâyenin yeni bir sahnesi
gözlerimizin önüne getiriliyor. Az önce şaşkınlığı ile başbaşa bıraktığımız
bakire Meryem, bu yeni tabloda daha dehşetli bir görüntüde karşımıza
çıkarılıyor. Okuyalım:
22- Böylece Meryem,
oğluna gebe kaldı. Bu döneminde gözlerden uzak bir köşeye çekildi.
23- Bir süre sonra
doğum sancıları tutunca bir hurma ağacının altına sığınmak zorunda kaldı ve
"Keşke, daha önce ölmüş ve hafızalardan silinmiş olsaydım" dedi.
Bu tabloda Hz. Meryem'i, üçüncü "şok" yaşarken
görüyoruz.
Ayetler, onun hamileliğine ilişkin bilgi vermiyor.
Acaba nasıl gebe kaldı ve bu gebeliği ne kadar sürdü'' Acaba bu hamilelik,
her kadının başından geçen normal bir hamilelik mi idi:' Eğer öyle ise şöyle
düşünebiliriz: Cebrail'in soluğu, dişi spermaya canlılık ve hareket aşıladı.
Arkasından bu sperma, embriyoya, embriyo bir lokmalık et parçasına ve et
parçası kemiğe dönüştü. sonra kemikler kaslarla giydirildi, böylece oluşan
cenin, ana rahmindeki bilinen günlerini doldurmuş oldu.
Olayların böyle bir gelişme çizgisi izlemiş olmaları
mümkündür. Çünkü dişi sperma, döllendikten sonra gelişme ve büyüme sürecine
girer ve bu süreç dokuz kameri ay sonra noktalanır. Bu olayda Cebrail'in
üflediği soluk dölleme olayını gerçekleştirmiş ve dişi sperma bu noktadan
itibaren doğal gelişim sürecini izlemiş olabilir.
Buna karşılık böylesine özel bir durumda dişi
sperma, Cebrail'in üflediği soluktan sonra normal dışı bir gelişme çizgisi
de izlemiş olabilir. Bu durumda sözünü ettiğimiz gelişme aşamalarının
süreleri kısaltılmış olabilir. Böylece bu aşamaları izleyen ceninin oluşumu,
gelişmesi ve olgunlaşması son derece kısa bir zamana sığmış olabilir.
Ayetler bu iki gelişme sürecinden hangisinin
gerçekleştiği hakkında bilgi vermiyor. Bu yüzden hakkında herhangi bir
delile sahip olmadığımız bu meseleyi daha fazla kurcalayacak değiliz.
Şimdi gözlerimizi, ailesinden uzak bir köşeye
çekilen Hz. Meryem'e çevirelim. O bu yalnızlık köşesinde öncekilerden çok
daha dehşet uyandırıcı bir durumdadır. Daha önceki durumlardaki problemi
namus, terbiye ve ahlak problemi idi. Bu problem, kendisi ile vicdanı
arasındaki bir problemdi. Oysa şimdiki sıkıntısı başkadır. Şimdi toplum
önünde rezil olmanın, bir skandal kahramanı olarak çevresi ile yüzyüze
gelmenin eşiğindedir.
Bu psikolojik acılarının yanısıra fizyolojik
sancıların pençesinde de kıvranmaktadır. Kendisini bir hurma ağacı dalının
yanına koşturan, bu hurma dalına tutunmaya zorlayan amansız doğum sancıları
çekmektedir. Bu ıssız yerde tek başınadır, yapayalnızdır. Bakire bir genç
kız olarak bu tür sancılarla ilk kez tanışmanın şaşkınlığı içinde
bocalamaktadır. Karşı karşıya geldiği durum hakkında hiçbir ön bilgisi
olmadığı gibi, kendisine en ufak bir yardımda bulunacak bir kimsesi de
yoktur. Bu yüzden bunalım derecesine yaklaşmış bir bezginlik içinde şöyle
dediğini duyuyoruz:
"Keşke daha önce ölmüş ve hafızalardan silinmiş
olsaydım."
Biz onun bu sözleri söylerken yüzünde beliren
ızdıraplı mimikleri görür gibi oluyor, duygusal çırpınışların nabzını
avucumuzda hisseder gibi oluyor, çektiği acıların yüzlere yansıttığı izlere
ellerimizle dokunur gibi oluyoruz. O karşı konulmaz bir özlem ile
"unutulmuş" olmayı arzuluyor. Tıpkı aybaşı kanını silmek için kullanılan ve
sonra fırlatılıp atılan bir paçavra gibi olmak istiyor.
İşte bu dayanılmaz acılar içinde engin dehşetin
dalgaları ile boğuşurken karsılaştığı sürprizlerin en büyüğü meydana
geliyor. Okuyalım:
24- Bu arada,
ayakları altından şöyle bir ses duydu; "Sakın üzülme, Rabb'in senin için
ayakların altından akan bir dere açtı. "
25- "Hurmanın dalını
silkele de üzerine olgun ve taze hurmalar dökülsün."
26- "Ye, iç, gönlün
rahat olsun. Eğer birini görecek olursan 'Ben Rahman olan Allah'a konuşmama
orucu adadım, bu yüzden bugün hiç kimse ile konuşmayacağım' de. "
Aman Allah'ım! Az önce dünyaya gelen çocuk,
ayaklarının yanıbaşında ki yattığı yerden annesine sesleniyor. Kadına
gönlünü rahatlatacak, yüce Allah ile ilişkisini tazeleyecek sözler söylüyor.
Ona ne yiyeceğini ve ne içeceğini gösteriyor. O'na Rabbini bulduracak
delillere ve açık kanıtlara iletiyor.
Diyor ki; sakın üzülme; "Rabbin senin için
ayaklarının altından akan bir dere açtı." O seni unutmuş, sahipsiz bırakmış
değildir. O senin ayaklarının dibinde bir akarsu varetti. En akla yakın
yoruma göre hemen o anda bir yeraltı kaynağından su fışkırdı, ya da dağdan
kaynaklanan gizli bir su yolundan ansızın su kaynamaya başladı. Gövdesine
dayandığın şu hurma ağacı var ya, silkele onu da olgun ve taze hurmalarını
kucağına döksün. İşte sana yiyecek ve işte sana içecek. Tatlı yiyecek,
lohusalar için uygun bir besin maddesidir. Hurma ise lohusa kadınlar için en
yararlı bir yiyecek türüdür. O halde afiyetle "ye ve iç". "Gönlün rahat
olsun" kalbin huzur içinde olsun. Eğer biri ile karşılaşacak olursan
kendisine, hiç ağzını açmadan işaret yolu ile rahmeti bol olan Allah'a
konuşmama orucu adadığını, kendi kendine konuşma yasağı koyduğunu, kendini
Allah'a ibadet etmeye adadığını anlat ve hiç kimsenin sorusuna cevap verme.
Öyle sanıyoruz ki, Hz. Meryem, elini uzatıp
yanıbaşında ki hurma ağacını silkelemeden ve böylece taze ve olgun
hurmaların kucağına düşmesini sağlamadan önce uzun bir süre dehşet içinde,
olduğu yerde donakaldı. Biraz sonra kendini toparlayınca yüce Allah'ın
kendisini sahipsiz bırakmadığını kesinlikle anladı. Doğru yola iletici
kılavuzunun yanıbaşında olduğunu farketti. O kılavuz, daha kundaktayken
konuşan bu minicik yavrudur. Şimdi bu minik yavrunun kişiliğinde kendisine
sunulan harikayı, olağanüstülüğü açıklamaya, tanıtmaya sıra gelmişti.
Okuyalım:
27- "Bebeğini
kucağına alıp yakınlarının yanına gelince kendisine dediler ki; "Ey Meryem,
sen çok utandırıcı bir suç işledin.
28- "Ey Harun'un kız
kardeşi, senin ne baban kötü bir adamdı ve ne de annen iffetsiz bir kadındı.
"
Simdi bu çarpıcı sahneyi izleyelim.
Hz. Meryem'i kucağında bir bebekle görenlerin
yüzlerinde beliren dehşeti tasavvur etmemiz zor olmasa gerek. Anlaşılan onu
ilk görenler, en yakın akrabalarından oluşan dar çevresinin bireyleridir.
Adamlar tertemiz, bakire, tapınak hizmetine adanmış, özünü ibadete vermiş
kızları ile yüz yüzeler. Kızın kucağında yeni doğmuş bir bebek vardır. Onlar
için bundan daha şaşırtıcı bir şey düşünülebilir mi'? Ayeti tekrar okuyalım:
"...Kendisine dediler ki; 'Ey Meryem, sen çok
utandırıcı bir suç işledin."
"Ey Harun'un kız kardeşi, senin ne baban kötü bir
adamdı ve ne de annen iffetsiz bir kadındı."
Adamların dilleri çözülmüş, Hz. Meryem'i paylama ve
kınama yağmuruna tutmuşlar; "Ey Meryem, sen çok utandırıcı bir suç işledin"
diyorlar, bağışlanmaz bir rezaletin damgasını yediğini yüzüne vuruyorlar.
Arkasından öfkeleri acı bir alaya dönüşüyor; kendisine "Ey Harun'un kız
kardeşi" diye sesleniyorlar. Hz. Harun seçkin bir peygamberdir. Sağlığında
kutsal mabedin bakımını yürütmüş ve ölümünden sonra bu görevi soyundan
gelenlere devretmiştir. Sen ki, kendini ibadete vermekle ve mabedin
hizmetine adamakla soyunu ona dayandırdın. Ama taşıdığın bu saygın soy bağı
nerede, işlediğin rezalet nerede! Bu ikisi hiç birbiri ile bağdaşır mı?
Üstelik;
"Senin ne baban kötü bir adamdı ve ne de annen
iffetsiz bir kadındı.
O halde kime çektin de bu çirkin işi yaptın? Senin
bu işlediğin rezaleti ancak kötü babaların ve iffetsiz annelerin kızları
yapar.
Adamların bu suçlamalarını hiç ses çıkarmadan
dinleyen Meryem, bu noktada kucağındaki harika çocuğun az önceki tavsiyesini
uyguluyor. Okuyoruz.
29- Bunun üzerine
Meryem, eli ile oğlunu göstererek onunla konuşmalarını önerdi. Onlar da "Biz
beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz?" dediler.
Şimdi adamların şaşkınlıklarının ne kadar arttığını,
öfkeden nasıl küplere bindiklerini varın, siz düşünün. Bakire kızları,
ansızın kucağında bir bebekle karşılarına çıkıyor. Sonra islediği rezaleti
kınayanlarla alay ediyor, onlara hava atıyor. Kendisi hiç ağzını açmazken,
yakınlarına kucağındaki bebeği gösteriyor, "bu işin sırrını ona sorun" demek
istiyor. Adamlar ortak tepkilerini şöyle dile getirirler:
"Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz" dediler.
30- O sırada
beşikteki çocuk dile gelerek dedi ki; "Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitap
vererek beni peygamber yaptı."
31- "Nerede olursam
olayım, beni insanlara yararlı kıldı. Bana sağ oldukça namaz kılmamı ve oruç
tutmamı emretti."
32- ."Beni anama
düşkün bir evlat olarak yarattı; dik kafalı ve kötülük düşkünü biri olmaktan
uzak tuttu. "
33- "Doğduğum gün,
öleceğim gün ve tekrar diriltileceğim gün Allah'ın rahmeti ve bağışı benimle
birliktedir."
Görülüyor ki, Hz. İsa -selâm üzerine olsun- bizzat
kendi ağzından yüce Allah'ın kulu olduğunu açıklıyor. O halde bazı
hristiyanların ileri sürdükleri gibi O yüce Allah'ın oğlu değildir. Başka
bazı hristiyanların ileri sürdükleri gibi O, ilah da değildir. Diğer bir
hristiyan mezhebinin iddia ettiği gibi üç ilahın üçüncüsü de değildir ki, bu
iddiaya göre bu üç ilah hem ayrı ayrı olarak ve hem de üçü birlikte
ilahtırlar. Bunların yanısıra Hz. İsa, yüce Allah'ın kendisini peygamber
olarak görevlendirdiğini ilan ediyor. Yani yüce Allah'ın oğlu ya da ortağı
sözkonusu değildir. Yine bu açıklamasına göre yüce Allah onu insanlara
yararlı kılmış, kendisine yaşadığı sürece namaz kılmayı, zekât vermeyi
emretmiş, ana-babasına karşı hayırlı bir evlat olmasını, soydaşlarına karşı
alçak gönüllü olmasını buyurmuştur. Demek ki, onun da herkes gibi süresi
belirli, sınırları çizilmiş bir ömrü vardır. O da herkes gibi ölecek ve
sonra yeniden diriltilecektir. Yüce Allah gerek doğduğu, gerek öldüğü ve
gerekse yeniden diriltileceği gün esenliği, güveni ve gönül huzurunu ona
yoldaş kılmıştır.
Okuduğumuz ayetler Hz. İsa'nın öleceğini ve yeniden
diriltileceğini son derece açık bir dille ifade etmektedirler. Bu gerçek ne
başka türlü yorumlanabilir ve ne de tartışma kaldırır.
Ayetler, bu tabloya başka bir şey eklemiyorlar.
Adamların bu harika olay nasıl karşıladıklarını, bu çarpıcı olaydan sonra
gerek Hz. Meryem'in gerekse harika oğlunun durumlarının ne olduğunu
anlatmıyor. Hz. İsa'nın "O, bana kitap vererek beni peygamber yaptı"
biçimindeki sözleri ile işaret ettiği peygamberlik olayının ne zaman
gerçekleştiği de belirtilmiyor.
Çünkü burada bu hikâyeyi anlatmaktan güdülen tek
amaç Hz. İsa'nın doğumu olayına dikkatleri çekmektir. Bu yüzden hikâyenin bu
olağanüstü olaylı sahnesine ulaşılıp bu amaç gerçekleştirilince perde
iniveriyor. Şimdi hikâyenin en uygun yerinde, güdülen bu amacı vurgulamaya,
değerlendirme konusu yapmaya sıra gelmiştir. Bu değerlendirme yapılırken hem
açık anlatımdan ve hem bu ifadelerin çağrışımlarından yararlanılmıştır.
Okuyoruz:
34- İşte "gerçek söz
"e göre Meryemoğlu İsa budur, oysa insanlar bu gerçek sözü kuşku ile
karşılıyorlar.
35- Allah'a oğul
edinmek yakışmaz. O böyle bir şeyden münezzehtir. O bir iş hakkında kesin
hüküm verince o işe sadece "ol" der, o da hemen oluverir.
36- "Kuşku yok ki
Allah sizin de benim de Rabb'imizdir, öyleyse sırf O'na kulluk ediniz. İşte
dosdoğru yol budur. "
İşte Hz. İsa budur. Yoksa onu ilahlaştıranların ya
da doğuşu konusunda annesine çirkin iftiralar atanların dedikleri gibi
değildir. O gerçek mahiyeti ile böyle olduğu gibi dünyaya geliş biçiminin
içyüzü de budur. Bu gerçekleri anlatırken o doğru söylüyor. Fakat insanların
bir bölümü onun söylediklerini kuşku ile karşılıyorlar özlerine inanmaya
yanaşmıyorlar. Oysa bu sözleri kendi ağzı ile söylüyor, hem de hikâyesinin
olağanüstü akışı bu mesajı veriyor. Bu mesajın özü şudur:
"Allah'a oğul edinmek yakışmaz."
O böyle bir şeyden münezzeh olan bir yücedir. Evlât
edinmek O'nun bu yüceliği ile bağdaşmaz. Ölümlüler soylarını sürdürmek için
ve güçsüzler destek kazanmak amacıyla evlât ediniyorlar. Oysa yüce Allah
kalıcıdır, varlığının sona ermesi sözkonusu değildir. Ayrıca güçlüdür, hiç
kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Tüm varlıklar O'nun "ol" sözü ile var
olur. O bir işin olmasına karar verince o işe sadece "ol" der, o da hemen
oluverir. Yani neyi gerçekleştirmek isterse ona iradesini yönelterek
gerçekleştirir, bunun için ne evladın ve ne de yardımcının aracılığına
ihtiyaç duymaz.
Hz. İsa, bu sözlerine ve olağanüstü olaylarının
doğal çağrışımlarına yüce Allah'ın, hem kendisinin hem de tüm insanların
Rabbi olduğunu açıklayarak, herkesi tek ve ortaksız Allah'ın kulluğunu
benimsemeye çağırarak son veriyor. Okuyalım:
"Kuşku yok ki, Allah sizin de benim de Rabbimizdir.
Öyleyse sırf O'na kulluk ediniz. işte dosdoğru yol budur."
Gerek Hz. İsa'nın ve gerekse hikâyesinin bu
tanıklığından sonra bu konuda kuruntulara ve masallara yer yoktur. İşte
hikâyeye ilişkin bu değerlendirmenin gerek açık ifadelerinden ve gerekse
çağrışımlarından güdülen maksat bu gerçeği vurgulamaktır.
Bu açıklamanın arkasından çeşitli mezheplerin ve
kesimlerin Hz. İsa konusunda görüş ayrılığı içinde oldukları belirtiliyor.
Bu yalın gerçeğin ışığı altında bu görüş ayrılıkları dayanaksız ve birer
çirkin iftira olmaktan öteye gitmiyor.
37- Çeşitli gruplara
ayrılan insanlar, aralarında görüş ayrılığına düştüler. Vaygele kâfirlerin
başına! O "büyük gün "de gözleri neler görecek.
Roma İmparatoru kardinallerden oluşan bir yüksek
konsey topladı. Bu konsey hıristiyanlık tarihindeki üç ünlü konseyden
biridir. Bu konseye iki bin yüz yetmiş kardinal katılmıştı. Adamlar Hz. İsa
hakkında yoğun tartışmalar yaptılar. Her kafadan ayrı bir ses, her gruptan
farklı bir görüş çıktı. Kimileri "O Allah'tır. Yeryüzüne indi, kimine can
verdi kiminin canını aldı, arkasından tekrar göğe çıktı" dedi. Kimileri "O
Allah'ın oğludur' dedi. Kimileri "O baba, oğul ve kutsal ruhtan oluşan üç
ilahi unsurdan biridir" dedi. Kimileri "O üç ilahın üçüncüsüdür; Allah da, o
da, annesi de birer ilahtır" dedi. Bazıları da "O Allah'ın kulu, peygamberi,
ruhu ve kutsal sözüdür" dediler. Diğer bazı gruplar, başka farklı görüşler
ortaya attılar. Gruplar arasında görüş birliğine varılamadı. En çok taraftar
toplayan görüş ancak üç yüz sekiz kişiyi biraraya getirebildi. Bunun üzerine
imparator bu görüşü benimsedi, onu savunanları destekleyip diğer
görüştekileri dışladı ve başta tek Allah yanlıları olmak üzére tuttuğu
görüşün karşıtlarını görevlerinden atarak sürgüne gönderdi.
Hz. İsâ ya ilişkin sapık inançlar kalabalık sayıdaki
kardinallerin katılımı ile oluşan kilise konseyleri tarafından
kararlaştırıldıkları için okuduğumuz ayetin devamında, tek Allah inancından
sapan kâfirler, kardinal kalabalıklarından çok daha büyük kalabalıkların
katılacağı önemli günün, kıyamet gününün dehşeti ile korkutuluyor. O gün
kâfirlerin başına neler geleceğini herkes görecektir. Okuyoruz:
38- Karşımıza
gelecekleri gün kulakları ne güzel işitecek ve gözleri ne iyi görecek. Fakat
o zalimler, bugün açık bir sapıklık içindedirler.
39- Ey Muhammed,
onları o hayıflanma ve pişmanlık günü hakkında uyar. Hani o gün onlar halâ
gaflet içinde yüzerken ve inanmazlıklarım sürdürürlerken haklarındaki hüküm
kesinleşiverir.
Evet, o "büyük gün" de görecekleri dehşetli manzara
yüzünden vaygele başlarına! Sözkonusu "büyük gün"ün belirtisiz bırakılması,
olağanüstü önemini ve korkunçluğunu vurgulamak içindir. O gün öyle büyük bir
toplantı gerçekleşecek ki, bu toplantıya insanlar, cinler, melekler tümü ile
katılacaklar ve bu toplantı, kâfirlerin kendisine düzmece ortaklar
yakıştırdıkları yüce Allah'ın huzurunda gerçekleşecektir. Ayetlerin
devamında kâfirlerle alay ediliyor, onların dünyadayken doğru yola erdirici
kanıtları umursamazlıkla karşılayan tavırları kınanıyor. Oysa onlar o büyük
ana-baba gününde kulakları herkesten iyi işiten, gözleri herkesten keskin
gören kimseler olacaklardır. Ayeti bir daha okuyalım:
"Karşımıza gelecekleri gün kulakları ne güzel
işitecek ve gözleri ne iyi görecektir. Fakat o zalimler bugün açık bir
sapıklık içindedirler."
Bu kâfirler ne biçim adamlar! İşitmenin ve görmenin
doğru yola ve kurtuluşa erdirici olduğu zaman ne kulakları işitir ve ne de
gözleri görür. Fakat o büyük toplantı gününde en keskin gözlü ve hassas
kulaklı kimseler kesilirler. Oysa o gün görmenin ve işitmenin onlara
perişanlıktan, rezillikten başka bir şey kazandıracağı yoktur. Hep
istemedikleri sözler işitecekler ve sırf korkunç manzaralar göreceklerdir o
dehşetli günde! Devam ediyoruz:
"Ey Muhammed, onları o hayıflanma ve pişmanlık günü
hakkında uyar."
O gün hayıflanmalar ve pişmanlıklar öyle üstüste
biner, öyle yoğun olur ki, sadece hayıflanma günü, ahlanma ve vahlanma günü
halini alır, başka bir şeye rastlanmaz olur. O günün havasına hayıflanma
egemendir, en göze çarpıcı gelişmesi yazıklanma olur. Ey Muhammed, onları
hayıflanmaların, ahlanmaların ve vahlanmaların yarar sağlamadığı o gün
hakkında uyar. Çünkü;
"Hani o gün onlar halâ gaflet içinde yüzerlerken, ve
inanmazlıklarını sürdürürlerken haklarındaki hüküm kesinleşiverir."
İfade o kadar canlıdır ki, sanki "o gün" ile onların
iman etmemeleri arasında hiçbir zaman aralığı yoktur, o gün ile onların
içinde yüzdükleri gaflet sanki bitişik, birbirleri ile bütünleşmiştir.
Onları işte o gerçekleşeceği kuşkusuz gün hakkında
uyar. O gün yeryüzünün tüm varlıkları, tüm insanları yüce Allah'a
döneceklerdir, O tek mülk sahibinin mülkiyetine gireceklerdir. Okuyoruz:
40- Kuşku yok ki,
yeryüzünün ve oradaki tüm varlıkların son mirasçısı biz olacağız, tüm
insanlar bize döndürüleceklerdir.
Hz. İsa'nın doğuşu hikâyesi, "Allah'ın
oğlu"masalının çirkinliğini, asılsızlığını, düzmeceliğini ve sapıklığını
ortaya koyarak noktalandı. Bunu Hz. İbrahim hikâyesinin bir bölümü izliyor.
Bu hikâyede de müşriklik inancının ve puta tapıcılığın çirkinliği,
asılsızlığı, düzmeceliği ve sapıklığı ortaya konuyor. Hz. İbrahim, Arapların
soyundan geldikleri bir peygamberdir. Hatta Mekkeli müşrikler, O'nun oğlu
Hz. İsmail ile birlikte inşa ettiği kutsal evin, yani Kâbe'nin bakıcıları,
korucuları olduklarını söylerler.
Hikâyenin bu bölümünde Hz. İbrahim'in sevecenliği
tatlı huyluluğu ve yumuşak kişiliği belirgin biçimde dikkatimizi çeker.
Ayetlerden bize Arapça tercümeleri nakledilen sözleri ve ifadeleri onun
fedakâr, kararlı ve yumuşak huylu kişiliğinin somut kanıtlarıdır. Aynı
kişiliğin izlerini babasının cahillikleri karşısında takındığı cana yakın
tutum da yansıtır. Bunun yanısıra bu hikâyede yüce Allah'ın ona yönelik
rahmeti de gözler önüne serilir. Bu engin rahmetin tecellisi olarak yüce
Allah, ona babasının ve putperest ailesinin yerine, sonradan büyük bir
ümmete dönüşecek olan hayırlı bir soy armağan etmiştir. İlerde bu soydan
birçok peygamberler ve örnek kişilikli önderler çıkacaktır.
Fakat bu örnek neslin arkasından namazı savsaklayan,
ihtiraslarının tutsağı olan bir kuşak geldi. Bunlar ataları Hz. İbrahim'in
açtığı aydınlık çığırdan, dosdoğru yoldan saptılar. Sözünü ettiğimiz bu
kuşak Peygamberimizin karşısına dikilen şu müşriklerdir.
Yüce Allah, Hz. İbrahim'i dürüst ve gerçeğe son
derece bağlı bir peygamber olarak tanıtır. Bu sıfat hem doğruluk, hem de
gerçek tutkunu anlamlarını taşır. Bu sıfatların ikisi de onun kişiliğine
uygun düşer. Şimdi ayetleri okuyalım:
41- Bu kitapta
İbrahim hakkında anlattıklarımızı da hatırla. O son derece doğru sözlü ve
dürüst bir peygamberdi.
42- Hani babasına
dedi ki; "Ey babacığım, niye işitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir yararı
olmayan putlara tapıyorsun."
43-Babacığım, sana
ulaşmayan bir ilim, geldi bana, ne olur bana tabi ol da seni dümdüz bir yola
çıkarayım.
44- "Ey babacığım,
sakın şeytana kul olma; çünkü o, rahmeti bol olan Allah'a baş kaldırmıştın"
45- "Ey babacığım,
senin Allah'dan gelecek bir azaba çarptırılarak şeytanın dostu olacağından
korkuyorum."
Hz. İbrahim, işte bu tatlı dille babasına
yaklaşıyor. Onu yüce Allah'ın kendisini erdirdiği, bilgisi ile donattığı
iyiliğe, hayırlı yola erdirmeyi deniyor. Ona "babacığım"gibi buram buram
sevgi tüten bir seslenişle kendisine "Niye işitemeyen, göremeyen ve sana
hiçbir yaran olmayan putlara tapıyorsun?" diye soruyor.
Normal olarak insanın ibadeti insandan daha üstün,
daha bilgili ve daha güçlü bir varlığa yöneltmesi; insanın konumundan daha
yüce ve daha ulu bir makama sunmasıdır. Ancak böyle bir tutum ibadet kavramı
ile bağdaşabilir. Durum böyleyken nasıl olur da insan ibadeti, insandan daha
aşağı konumda olan, hatta işitmez, görmez, fayda ve zarar sağlamaz
nitelikleri yüzünden hayvandan bile daha aşağı konumda olan cansız
varlıklara sunabilir? Bilindiği gibi Hz. İbrahim'in babası ve soydaşları,
tıpkı İslâmın karşısına dikilen Kureyşliler gibi, putlara tapıyorlardı.
İşte Hz. İbrahim, çağrısına başlarken ilk önce bu
temel espriye parmak basıyordu. Arkasından bu dediklerini kendi kafasından
uydurmadığını vurguluyor. Tersine bu sözleri, yüce Allah'ın kendisine
göndererek bilincine erdirdiği yüce bilgiye dayanıyordu. Gerçi o babasından
yaşça küçük ve tecrübesiz bir delikanlı idi. Fakat yüce Allah'ın lütfu
sayesinde gerçeği kavramış ve tanımıştı. O, buna dayanarak bu bilgiden
yoksun olan babasına öğüt veriyor, tatlı sözlerle bilgisine erdirildiği
yolda peşinden gelmesini istiyordu. Okuyoruz:
"Ey babacığım, sana gelmemiş olan bir bilgi bana
geldi. O halde bana uy da seni düz yola ileteyim."
Eğer evlat, yüce bir kaynak ile ilişki halinde ise
babasının onun peşinden gitmesi küçük düşürücü bir tutum değildir. Çünkü bu
durumda baba, aslında o yüce kaynağın direktiflerine uymuş ve böylece
hidayete erdirecek yolu izlemiş olur.
Hz. İbrahim putlara tapmanın ne kadar çirkin ve
saçma bir tutum olduğunu açıkladıktan ve babasına çağrı yöneltirken hangi
kaynağa dayandığını, gücünü nereden aldığını belirttikten sonra babasına
açık açık söylüyor ki, tuttuğu yol, şeytanın yoludur, oysa kendisi onu
rahmeti bol olan Allah'ın yoluna iletmek istiyor. Bu arada yüce Allah'ın
babasına kızarak kendisini şeytanın bağlıları arasına katmasından, bu konuda
kesin hüküm vermesinden korktuğunu hatırlatıyor. Okuyoruz:
"Ey babacığım, sakın şeytana kul olma; günkü o,
rahmeti bol olan Allah'a baş kaldırmıştır.
Ey babacığım, senin Allah'tan gelecek bir azaba
çarptırılarak şeytanın dostu olacağından korkuyorum."
İnsanları, yüce Allah'ı bir yana bırakarak putlara
tapmaya kışkırtan şeytandır. Bu yüzden putlara tapanlar, aslında şeytana
tapıyor, şeytana kul oluyorlar demektir. Şeytan ise "rahmeti bol" olan
Allah'a baş kaldırmıştır. Hz. İbrahim babasını uyarıyor. Yüce Allah'ı
öfkelendirmesinden endişe ettiğini söylüyor. Eğer yüce Allah'ı
öfkelendirirse O'nun kendisini cezalandırarak şeytanın dostu ve çömezi
yapabileceğini haber veriyor. Çünkü yüce Allah'ın kulunu doğru yola
iletmesi, ibadete yöneltmesi bir nimet olduğu gibi, onun şeytana kul-köle
olmasını hükmetmesi de bir bedbahtlık, bir felâkettir. Bu felâket kulu, son
hesaplaşma gününde daha ağır azaba ve daha onarılmaz bir zarara sürükler.
Fakat en sevecen ve tatlı sözler aracılığı ile
yapılan bu nazik çağrı bile putperest babanın kalbini yumuşatamaz, onun
duygularını etkilemeyi başaramaz. Nitekim Hz. İbrahim'in babasının bu
yumuşak sözlere verdiği cevabın paylama, azarlama ve tehdit olduğunu
görüyoruz. Okuyalım:
46- Babası, ona "Ey
İbrahim, sen benim taptığım tanrılara sat mı çeviriyorsun? Eğer bu
tutumundan vazgeçmezsen seni taşa tutarak öldürürüm, uzun bir süre yanımdan
uzaklaş" dedi.
Sen benim taptığım ilahlara karşı mı çıkıyorsun?
Onlara tapmak istemiyor musun? Onlara yüz mü çeviriyorsun? Cüretini bu kadar
ileri boyutlara mı vardırdın? Eğer böyle ise seni uyarmak isterim. Eğer bu
çirkin tutumunda ısrar edersen sonun feci bir ölümdür. Okuyoruz:
"Eğer bu tutumundan vazgeçmezsen seni taşa tutarak
öldürürüm."
Eğer sağ kalmak, canını kurtarmak istiyorsan yüzüme
görünme, uzun bir süre yanımdan uzaklaş. Okuyalım:
"Uzun bir süre yanımdan uzaklaş."
İşte adam yukardaki terbiyeli ve nazik sözlere,
böylesine kabaca bir karşılık veriyor, kendisine yöneltilen doğru yola gelme
çağrısını bu kadar sert bir küstahlıkla reddediyor. İmanın eğittiği,
olgunlaştırdığı kalp ile kâfirliğin kararttığı kalp arasındaki, iman ile
küfür arasındaki ilişki hep böyle olmuştur.
Tatlı huylu Hz. İbrahim, bu kabalık karşısında
kızmıyor, öfkelenmiyor. Babasına yönelik iyilikseverliğini, yapıcı duygusunu
yitirmiyor, terbiyesini bozmuyor. Okuyalım:
47- İbrahim,
babasına dedi ki; "Esenlik dilerim sana. Senin adına Rabbimden af
dileyeceğim, hiç kuşkusuz benim Rabbim lütufkardır. "
48- "Sizleri,
Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlarla başbaşa bırakarak bir yana
çekiliyor ve Allah'a yalvarıyorum. Umuyorum ki, Rabbime yalvarırsam kötü
olmaktan kurtulurum."
Benden yana esenlik ve güven sana. Seninle
tartışacak, sana kaba söz söyleyecek, tehditlerine ve korkutmalarına
karşılık verecek değilim. Tersine senin için yüce Allah'a dua edeceğim. Seni
affetmesini; sapıklığı sürdürmenin, şeytana çömezlik etmenin gerektirdiği
cezadan seni muaf tutmasını, sana merhamet etmesini, doğru yolu bulmanı
nasip etmesini dileyeceğim. Yüce Allah bana karşı hep lütufkâr davranarak
O'na yaptığımız duaları her zaman kabul etmiştir?
Madem ki, yakınında oluşumdan, seni mü'min olmaya
çağırmamdan rahatsız oluyorsun, senden ve soydaşlarından ayrılacağım, başımı
alıp uzaklara gideceğim. Sizleri, yüce Allah'ı bir yana bırakıp taptığınız
putlar ile başbaşa bırakacağım. Sizden uzak bir yerde tek başıma Rabbime
kulluk edeceğim. Umuyorum ki, O benim dualarımı reddetmeyerek kötü duruma
düşmeme meydan vermez. Görüldüğü gibi Hz. İbrahim'in tek dileği, yüce
Allah'ın kendisini kötülüğe kapılmaktan korumasıdır. O'nun terbiyesi,
bilinçli çekingenliği bunu gerektiriyor. O kendini üstün görmüyor ve bu
alçak gönüllülük duygusu içinde kötülüğe kapılmaktan korunmanın ötesinde bir
şey dilemeye dili varmıyor.
Böylece Hz. İbrahim, babasından ve soydaşlarından
ayrılıyor. Onları taptıkları putlarla başbaşa bırakarak ailesini ve yurdunu
terkediyor. Fakat yüce Allah, onu yalnız bırakmıyor. Tersine onu hayırlı
evlatlarla ve yolunu izleyecek bir soy zinciri ile ödüllendiriyor. Okuyoruz:
49- İbrahim, onları
taptıkları putlarla başbaşa bırakarak yanlarından ayrılınca kendisine
İshak'ı ve Yakub'u bağışladık ve bunların her ikisini de peygamber yaptık.
50- Onlara
rahmetimizden pay verdik. Her dilde saygı ile anılmalarını sağladık.
Hz. İshak, Hz. İbrahim'in oğludur. Eşi Sare'den
doğmuştur. Sare'nin bundan önce çocuğu olmuyordu. Hz. Yakup ise Hz. İshak'ın
oğludur. Fakat Hz. İbrahim'in oğlu gibi sayılır. Çünkü dedesinin sağlığında
dünyaya gelmiş, onun evinde ve eli altında yetiştiği için doğrudan doğruya
dedesinin oğluymuş gibi kabul edilir. Hz. Yakup bu ocakta büyürken gerekli
din eğitimini görmüş ve bu bilgisini sonradan evlatlarına aktarmıştır. O da
babası Hz. İshak gibi bir peygamberdi.
Okuduğumuz ayetlerin ikincisinde "Onlara (yani
Ïbrahim'e, İshak'a, Yakub'a ve soylarına) rahmetimizden pay
verdik"buyuruluyor. Burada Hz. İbrahim'e ve soyundan gelenlere yönelik
bağışların "rahmet" deyimi ile ifadesinin gerekçesi şudur: Her şeyden önce
rahmet, bu surenin havasına egemen olan en belirgin motiftir. Sonra bu
bağışlar, inancı uğruna ailesini ve yurdunu terkeden Hz. İbrahim'in gönlünde
ve çevresinde doğan boşluğu dolduran, onu yalnızlıktan ve gariplikten
kurtaran ilahi armağanlar olarak sunuluyor. Devam ediyoruz:
"Her dilde saygı ile anılmalarını sağladık."
Adları geçen bu peygamberler ciddi, güvenilir dava
adamları idi. Soydaşları ve milletleri arasında sözlerinin ağırlığı vardı.
Direktiflerine uyuluyor, telkinleri saygı ile karşılanıyordu.
Ayetlerin akışı, Hz. İbrahim'in soyunu gündemde
tutmaya devam èdiyor. Önce bu soyun Hz. İshak kolunu ele alarak Hz. Musa ile
Harun'un hikâyesini anlatıyor.
51- Bu kitapta Musa
hakkında anlattıklarımızı da hatırla. O tarafımızdan seçilerek gönderilmiş
bir peygamberdi.
52- Ona Tur'un sağ
yanından seslendik ve kendisi ile özel olarak konuşmak için onu yakınımıza
getirdik.
53- Rahmetimizin bir
sonucu olarak ona kardeşi Harun'u peygamber olarak armağan ettik.
Burada Hz. Musa "seçilmiş" bir önder olarak bize
tanıtılıyor. Yüce Allah, onu kendisi için seçmiş ve çağrısını seslendirmek
üzere görevlendirmiştir. O hem "Resul" hem de "Nebi" idi. "Resul" kendisine
orijinal bir çağrı mesajı sunulmuş ve bu çağrıyı insanlara iletmekle
görevlendirilmiş seçkin bir peygamberdir. "Nebi" ise insanlara orijinal bir
mesaj duyurmakla görevlendirilmiş değildir. O, yüce Allah'dan aldığı bir
inanç sisteminin taşıyıcısıdır. İsrailoğulları arasında Hz. Musâ'nın
çağrısını sürdürmekle ve ona yüce Allah tarafından gönderilen Tevrat'ı
hayata aktarmakla görevlendirilmiş birçok "Nebi"ler vardı. Nitekim yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Gerek islâma bağlı peygamberler ve gerekse Allah'a
bağlı bilginler ve din adamları Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları
ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre
hükmetmişlerdir." (Maide Suresi 44)
Yine bu ayetlerde Hz. Musâ ya önemli üstünlükler
bağışlandığı belirtiliyor. O'na Tur`un sağ yanından (doğallıkla o sıradaki
pozisyonuna göre sağma düşen taraftan) seslenilmiş ve konuşma mesafesine
kadar Allah'a yaklaştırılmıştır. Bu yakın mesafeden yapılan konuşma yüce
Allah'a yakarma biçiminde olmuştu. Biz bu konuşmanın nasıl gerçekleştiğini
ve Hz. Musâ'nın onu nasıl anlayabildiğini biliniyoruz. Acaba bu konuşma
kulakların işitebileceği seslerden mi oluşmuştu, yoksa insan yapısının
bütünü ile algılayamadığı dolaysız bir mesaj mıydı? Eğer öyle idi ise yüce
Allah, Hz. Musâ'nın insana özgü yapısını O'nun ezeli sözünü algılamaya nasıl
yetenekli hale getirdi? Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Fakat bu konuşma
olayının gerçekleştiğine inanıyoruz. Yüce Allah'ın kullarından biri O'nunla
iletişim kurabilir. Bu iletişim sırasında ne kul, kulluk niteliğinden
soyutlanır ve nede yüce Allah'ın yüce sözü, yüceliğini kaybeder. Böyle bir
iletişimi gerçekleştirmek Allah için basit bir iştir. Üstelik daha önce
insan "insan" olma niteliğini, Allah'ın ruhundan yapısına üflenen bir soluk
sayesinde kazanmıştı.
Bilindiği gibi Hz. Harun, Hz. Musâ ya yardımcı ve
destekçi olarak verilmişti. Bunu Hz. Musa yüce Allah'dan istemişti.
Okuduğumuz ayetlerde bu armağan, Hz. Musâ ya yönelik bir rahmet olarak
anılıyor. Başka bir ayette Hz. Musâ'nın bu isteği bize şöyle aktarılır:
"Kardeşim Harun'un konuşma yeteneği benimkinden
üstündür. Onu benimle birlikte görevlendir ki, beni desteklesin, omuzlasın.
Çünkü onların beni yalanlayacaklarından korkuyorum. (Kasas Suresi 34)
Zaten "rahmet" bu surenin tümünün havasına egemen
olan bir motiftir. Ayetlerin devamında Hz. İbrahim'in soyunun başka bir kolu
ele alınarak Araplar'ın atası Hz. İsmail gündeme getiriliyor. Okuyoruz:
54- Bu Kitapta
İsmail hakkında anlattıklarımızı da hatırla. O sözünün eri idi ve
tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdi.
55- O yakınlarına
namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi. O Rabbinin hoşnutluğunu kazanmış
bir kişi idi.
Burada Hz. İsmail sözün eri olmakla, sözünü tutmakla
övülüyor. Sözünde durmak tüm peygamberlerin, hatta bütün iyi kulların ortak
niteliğidir. Fakat anlaşılan bu nitelik Hz. İsmail'de son derece belirgindi.
Bu yüzden özellikle vurgulanması, dikkatlere sunulması uygun görülmüştür.
Hz. İsmail, orijinal mesaj sahibi bir "Resul" idi.
Bu yüzden ilk Araplar arasında hakka çağrı görevi yürütmüş olmalıdır. Zaten
Arapların atası idi. Peygamberimizin peygamber olmasına yakın yıllarda tek
Allah inancına bağlı, tek-tük bazı araplara rastlanıyordu. Bu kimselerin Hz.
İsmail'in bağlılarının uzantıları olmaları kuvvetle muhtemeldir. Ayetlerde
Hz. İsmail'e gelen inanç sisteminin temel ibadetlerinin namaz ve zekât
olduğu anlatılıyor ve Hz. İsmail'in yakınlarına bu ibadetleri yapmalarını
emrettiği belirtiliyor. Sonra da O'nun Allah'ın hoşnutluğunu kazanmış bir
kişi olduğu dile getiriliyor. "Hoşnutluk" bu surenin havasına egemen olan
belirgin motiflerden biridir. Bu motif, "merhamet" motifinin bir benzeri,
aralarında anlam yakınlığı vardır.
Ayetlerin devamında son olarak Hz. İdris'in
hikâyesine değiniliyor. Okuyoruz:
56- Bu Kitapta İdris
hakkında anlattıklarımızı da hatırla o son derece doğru sözlü ve dürüst bir
peygamberdi.
57- Onu yüce bir
konuma çıkarmıştık.
Biz Hz. İdris'in hangi dönemde yaşadığını tam olarak
bilemiyoruz. Fakat Hz. İbrahim'den daha önce yaşamış olması kuvvetle
muhtemeldir. O İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden değildi. Bu
yüzden yahudi kaynaklarında adına rastlanmaz.
Okuduğumuz ayetlerde Hz. İdris son derece doğru
sözlü ve dürüst bir peygamber olarak övülüyor, Allah tarafından yüce bir
konuma yükseltildiği belirtiliyor. Yani kendisine yaşadığı toplumda
rastlanmayan bir konum bağışlanmış, adı saygı ile anılır olmuştur.
Bu konuda bir görüş var. Bu görüşü şimdi kısaca
tanıtacağız. Yoksa onu ne onaylıyoruz ne de reddediyoruz. Eski Mısır
kültürünü araştıran tarihçilere göre İdris, eski Mısır dilindeki "Özeris"
kelimesinin, Yahya, "Yuhanna"nın ve "elYesa" "el-yuşa"nın Arapçalaşmış
biçimleridir. Bu araştırmalara göre "Özeris, hakkında birçok masallar
uydurulmuş bir mitoloji kahramanıdır. Eski Mısırlılar'a göre o göğe çıkmış
ve orada muhteşem bir tahta kurulmuştur. Bu inanışlara göre öldükten sonra
davranışları tartıya vurularak iyilikleri kötülüklerinden daha ağır gelenler
ilahları saydıkları Özeris'e kavuşurlar. Özeris göğe yükselmeden önce
kendisine inananlara çeşitli bilgiler öğretmişti.
Hemeyse biz Kur'an'ın Hz. İdris'e ilişkin verdiği
bilgi ile yetiniyor ve onun İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden daha
önce görev yaptığını güçlü ihtimal olarak kabul ediyoruz.
Şimdi okuyacağımız ayetler, hikâyeleri anlatılan
peygamberleri, hızlandırılmış bir tarihi film şeridi gibi gözlerimizin
önünden geçiriyor. Amaç her türlü kötülükten arınmış ve başını
peygamberlerin çektiği bu seçkin mü'minler kafilesi ile sonradan onların
yerini alan Arap ve yahudi putperestler arasında karşılaştırma yapmaktır. Bu
karşılaştırma bu örnek eski kuşaklar ile onların yerine geçen yeni kuşaklar
arasındaki farkın çarpıcı, mesafenin geniş ve uçurumun derin olduğunu ortaya
koyuyor. Okuyoruz:
58- Bunlar nimete
erdirdiği kimselerdir. Bunların kimi Adem soyundan, kimi Nuh ile birlikte
gemiye bindirdiklerimizin soyundan, kimi de İbrahim ile İsrail'in soyundan
gelen peygamberler ile doğru yola ilettiğimiz seçkin mü'minlerdir. Bunlar
rahmeti bol Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğunda ağlayarak secdeye
kapanırlardı.
59- Bunların yerine
namazı umursamayan ve ihtiraslarına tutsak olmuş kuşaklar geçti. Bu kuşaklar
sapıklıklarının cezasına çarpılacaklardır.
Peygamberler tarihine ilişkin bu hızlı film
şeridinde sadece tarihe yön vermiş belirgin halkalara değinilmekle
yetinilmiştir. "Adem soyu"ndan, "Nuh ile birlikte gemiye binenler"den,
"İbrahim ile İsrail'in soyu"ndan sözedilmiştir.
Hz. Ad'ın bu kafilenin tümünü kapsar. Hz. Nuh, Hz.
Adem'den sonrasını kapsar. Hz. İbrahim, kendisi ile başlayan iki peygamber
kolunu kapsar. Hz. Yakup, İsrailoğullarına gönderilen peygamberler zincirini
kapsar. Arapların atası olan Hz. İsmail, aynı zamanda bir Arap olan ve
peygamberler zincirinin son halkasını oluşturan bizim Peygamberimize kadarki
zincirin ilk halkasını oluşturur.
Bu kafilenin başını çekenler peygamberlerdir.
Onların yanında peygamberlerin sonraki kuşaklara sarkmış iyi davranışlı
"seçilmiş" soydaşları vardır. Bu kafilenin belirgin niteliği şudur:
"Bunlar rahmeti bol olan Allah'ın ayetleri
kendilerine okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı."
Yani onlar her türlü kötülükten titizlikle sakınan,
yüce Allah'a son derece duyarlıkla bağlı kimselerdi. Yanlarında yüce
Allah'ın ayetleri okunduğunda vicdanları ürperirdi. Duygularını
dalgalandıran inanç coşkunluğunu anlatacak sözler bulmamız mümkün değildir.
Gözlerinden sel gibi yaşlar akar ve "ağlaya ağlaya secdeye kapanırlar."
İşte bunlar, bu gözlerinden seller gibi yaş
akıtanlar, yüce Allah'ın adı anılınca kalpleri ürperenler, her türlü
kötülükten titizlikle uzak duran, duyarlı Allah bağlıları var ya? Onların
arkasından yerlerine, yüce Allah'dan uzak kuşaklar gelmiştir. Bunlar "namazı
umursamayan ve ihtiraslarının tutsağı olmuş" yığınlardır. Yani namazı
bırakmışlar, onu inkâr etmişler ve ihtirasların akıntılarına kapılmışlardır.
Bunlar ile onlar arasındaki fark ne kadar büyük ve aradaki benzemezlik ne
kadar çarpıcıdır!
Bundan dolay okuduğumuz ayetin son cümlesi, doğru
yolu titizlikle izleyen atalarından ayrılmış bu yığınları sapıtmakla ve
yokoluşla tehdit ediyor. Okuyoruz:
"Bu kuşaklar sapıklıklarının cezasına
çarpılacaklardır."
Bu ceza,doğru yolu şaşırmanın, sapıtmanın sonucu
olan kaybolmak ve helâk olmaktır.
Fakat arkadan gelen ayetlerde tövbe kapısı ardına
kadar açılıyor. Bu kapıdan esen merhamet, lütuf ve nimet meltemi yüzümüzü
okşuyor. Okuyoruz:
60- Yalnız tövbe
ederek iman edip iyi ameller işleyenler bu genel hükmün kapsamı
dışındadırlar. Onlar cennete girecekler ve en ufak bir haksızlığa
uğratılmayacaklardır.
61- Rahmeti bol
Allah'ın kullarına, somut olarak göstermeden vadettiği Adn cennetlerine
gireceklerdir. Allah'ın vaadi kesinlikle gerçekleşecektir.
62- Onlar orada boş
sözler değil, sadece esenlik dilekleri işitirler.
Orada sabah-akşam
yemekleri de hazırdır.
63- İşte
kötülüklerden kaçınan kullarımızın mirasçısı olacakları için de sürekli
kalacakları cennet budur.
İnsanın imanını tazeleyen, iyi amellerin başlangıç
adımını oluşturan, böylece yapıcı anlamını pratiğe yansıtan, kararlı tövbe
sahibini bu acı sondan korur. Böyle bir tövbe edenler ağır cezalardan
kurtulurlar. Bunun yerine en ufak bir haksızlığa uğratılmaksızın cennete
girerler. Orada sürekli kalmak üzere cennete girerler. O cennet ki, rahmeti
bol olan Allah, onu kullarına vadetmişti ve mü'minler de daha orayı görmeden
bu vaade inandılar. Yüce Allah'ın vaadi mutlaka gerçekleşir, havada kalmaz.
Daha sonra cennete ve cennetliklere ilişkin, somut
bir tablo ile gözgöze geliyoruz. Okuyalım:
"Onlar orada boş sözler değil, esenlik dilekleri
işitirler. "
Cennette ne gevezelik ne sürtüşme ve ne de tartışma
vardır. Orada yalnız bir tek ses işitilir. Oranın "hoşnutluk" saçan havasına
uygun düşen bu ses esenlik dileklerinin havayı çınlatan sesidir. Orada
yemek-içmek garanti altındadır. Cennetliklerin bu ihtiyaçların peşinden
koşmaları, çaba harcamaları gerekmez. Orada hiç kimse "acaba yemeğim aksar
mı?", "acaba yiyecek stoklarımız biter mi?" diye endişeye ve korkuya
kapılmaz. Okuyoruz:
"Orada sabah-akşam, yemekleri de hazırdır."
Oradaki bolluk, güven ve hoşnutluk havasına, endişe
ve peşinden koşma girişimi uygun düşmez. Devam edelim:
"İşte kötülüklerden kaçınan kullarımızın mirasçısı
olacakları, içinde sürekli kalacakları cennet budur."
Oraya mirasçı olmak isteyenlerin izleyecekleri yol
bellidir. Tövbe, iman etmeye yararı yoktur. Sebebine gelince yukarda sözünü
ettiğimiz kötülükten arınmış peygamberler ile yüce Allah'ın doğru yola
ilettiği seçkin kimseler, arkalarınmış peygamberler ile yüce Allah'ın doğru
yola ilettiği seçkin kimseler,arkalarında soylarından gelen mirasçılar
bırakmışlardır. Fakat bu mirasçılar "namazı savsakladıkları ve
ihtiraslarının tutsağı oldukları" için bu mirasçılıklarının hiçbir yararını
göremeyerek "ilerde suçlarının cezasına çarpılmak"tan kurtulamamışlardır.
Peygamber hikâyelerinden oluşan bu bölüm yüce
Allah'ın kayıtsız-şartsız Rabblığını ilan ederek insanları kulluğu sırf O'na
yöneltmeye ve bu kulluğun yükümlülüklerine katlanmaya çağırarak, O'nun eşi
ve benzeri olmadığını vurgulayarak noktalanıyor. .
64- Cebrail,
Muhammed'e dedi ki; "Biz ancak Rabbinin izni ile yere ineriz. Geleceğimiz,
geçmişimiz ve bu ikisi arasındaki tüm olaylar O'nun tasarrufu altındadır.
Senin Rabbin hiçbir şeyi unutmaz
65- O göklerin,
yerin ve bu ikisi arasındaki tüm varlıkların Rabbidir. O halde sırf O'na
kulluk ediniz ve bu kulluğun omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere
katlanınız. O'nun bir benzerini tanıyor musun?
İlk ayette bize aktarılan Cebrail'in "Biz ancak
Rabbinin izni ile yere ineriz" sözüne ilişkin elimizde çeşitli rivayetler
vardır. Bu söz, yüce Allah'ın buyruğu üzerine vahiysiz geçen bir dönemin
bitiminde Peygamberimize söylenmişti. Bu dönem boyunca Cebrail,
Peygamberimize gelmemiş, mesaj indirmemişti. Bu yüzden Peygamberimiz
yalnızlık duygusuna kapılmış, sevgilisi ile iletişim kurmay özlemişti. İşte
bu ara dönemin sonunda yüce Allah, Cebrail'i "Biz ancak Rabbinin izni ile
yere ineriz" demekle görevlendirmişti. Cebrail, kısaca "Bizim her işimiz
O'nun elindedir" demek istemişti. Ayeti okumaya devam edelim:
"Geleceğimiz, geçmişimiz ve bu ikisi arasındaki tüm
olaylar O'nun tasarrufu altındadır."
O hiç bir şeyi unutmaz. Yalnız sadece O'nun hikmeti
gerektirince vàhiy iner. Okuyoruz:
"Senin Rabbin hiçbir şeyi unutmaz."
Bu açıklamanın arkasından yüce Allah'a kulluk
etmenin getireceği yükümlülüklere katlanmak gerektiğini, bunun yanısıra Rabb
olarak sırf O'nun tanınmasını, başkasını ilahlaştırmaktan kaçınılmasını
vurgulamak uygun görülmüştür. Okuyoruz:
"O göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki tüm
varlıkların Rabbidir.
O halde şu koca evrende O'nun dışında bir hakim ve
O'nun bir başka ortağı yoktur. Devam edelim:
"O halde sırf O'na kulluk et ve bu kulluğun
omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere katlan."
Evet, sırf O'na kulluk et ve kulluğun getirdiği
yükümlülüklere sabırla katlan. Bu yükümlülükler, insanı yüce Allah'ın
katında yüce bir doruğa yükselten, bu yüce dorukta sürekli kalmayı sağlayan
zorluklardır. O'na kulluk sun, kendini bu amaca ada, tüm gücünü bu yüce
doruktaki buluşma ve feyiz alma için seferber et. Bu anlamdaki ibadetin
sıkıntıları vardır. Bu sıkıntılar kendini bu işe vermenin, bu amaç üzerinde
yoğunlaşmanın, bundan alıkoyacak her uğraştan, her fısıltıdan, her yan
etkiden sıyrılmanın sıkıntılarıdır. Fakat bu çabada sadece tadanların
bilebilecekleri bir haz vardır. Fakat o sıkıntılara katlanmadan, kendini o
amaca vermeden, o amaç üzerinde yoğunlaşmadan, bu uğurda canı dişe takmadan
o hazza erilemez. Bu haz, varlığını ona adayanlar dışında hiç kimseye
sırrını açmaz, hiç kimseye büyüleyici kokusunu koklatmaz. Bunun için insanın
duygularının gözeneklerini ve kalbini tümü ile ona açması gerekir.
Evet "O halde sırf O'na kulluk et ve bu kulluğun
omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere katlan." İslâmda "ibadet" demek,
sadece belirli görevleri yapmak demek değildir; her faaliyet, her hareket,
her duygu, her niyet ve her yöneliş "ibadet" kavramının kapsamına girer.
Bütün bu konularda, tüm bu faaliyet dallarında insanın sadece yüce Allah'a
yönelmesi, başka hiçbir varlığı gözönünde tutmaması sıkıntılı bir çabayı
gerektirir. Sabırlı olmayı, direnmeyi gerektirir. Bu direnme sonucunda
kalbi, yeryüzüne ilişkin tüm faaliyetlerden uzaklaştırarak göğe yöneltmek
gerekir. Tüm duyguları yeryüzü tortularından, ihtiyaçların
boyunduruklarından, nefsin tutkularından ve hayatın cazibelerinden
arındırmak gerekir.
İslâma göre ibadet eksiksiz bir hayat biçimidir.
İnsan bu hayat biçimi uyarınca yaşar. Hayatının küçük-büyük her türlü
olayında Allah'a ibadet etme bilinci taşır. Her türlü faaliyetinde ibadetin
bu temiz ve aydınlık saçan doruğuna tırmanır. Bu hayat biçimi de sabretmeyi,
çaba harcamayı ve sıkıntıya katlanmayı gerektirir.
Evet "O halde sırf O'na kulluk et ve bu kulluğun
omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere katlan", çünkü O, şu evrende
kendisine kulluk sunulan tek ilahtır; fıtratların ve kalplerin doğal bir
dürtü ile yöneldikleri tek mercidir.
"O'nun bir benzerini tanıyor musun?"
O'nun bir başka eşini tanıyormusun? Haşa! Allah'ın
eşi ve benzeri yoktur. Bu surenin geçen bölümünde bize şunlar anlatıldı:
"Hz. Zekeriyya ile Yahyâ'nın doğuşu", "Meryem ile Hz. İsâ'nın doğuşu", "Hz.
İbrahim ile onun babasından ayrılış." Bu peygamberlerin arkasından gelen
doğru yol izleyicileri ile sapanlar, son olarak bu hikâyelere ilişkin bir
genel değerlendirme bölümü okuduk. Bu değerlendirme bölümünde tek Allah'ın
Rabblığı açıklanmıştı. O tek Allah'ın ortaksız biçimde ibadet etmeye layık
olduğu vurgulanmıştı. Bu sonuç, sözü edilen hikâyelerin olaylarında, somut
tablolarında ve yorumlarında ön plâna çıkan son derece önemli bir gerçektir.
Surenin bu son bölümünün gündemini, müşriklik inancı
ile yeniden diriliş olgusunu inkâr etme saplantısına ilişkin tartışma
oluşturur. Bunun yanısıra çeşitli insan gruplarının akıbetlerine ilişkin
kıyamet sahneleri sunulur. Bu sahneler son derece canlı, hareketli ve
heyecanlı sahnelerdir. Bu sahnelerde gökleri, yeri, insanları, cinnleri,
mü'minleri ve kâfirleri ile tüm evren gözlerimizin önüne serilir.
Bu sahnelerde sık sık dünyadan ahirete geçilir. Bu
ani geçişler sırasında dünya ile ahiretin birbirine bağlı olduğunu,
aralarında kopukluk olmadığını farkederiz. Sebepler buraya, bu yeryüzüne
bağlı olarak sunulur, arkasından bu sebeplerin sonuçları orada, ahiret
sahnesinde karşımıza getiriliyor. Sahnenin bu iki tablosu arasında sadece
birkaç ayetlik ya da birkaç kelimelik mesafe olduğunu görürüz. Bunu görünce
bu iki alemin bitişik, bütünleşmiş ve birbirini tamamlar nitelikte
olduklarını anlarız.
66- İnsan "Ben
öldükten,sonra mı yeniden diriltileceğim?" der.
67- İnsan, vaktiyle
hiçbir şey değilken, kendisini yoktan varettiğimizi düşünmüyor mu?
68- Rabb'inin
yüceliği hakkı için, onları peşlerinden gittikleri şeytanları ile birlikte
biraraya getireceğiz, sonra da dizüstü çöktürerek cehennemin çevresinde
toplayacağız.
69- Sonra her
grubun,rahmeti bol olan Allah'a baş kaldıran en azılı ele başlarını
ayıracağız.
70- Sonra biz
onların hangilerinin öncelikle cehenneme girmeleri gerektiğini, kuşkusuz,
herkesten iyi biliriz.
71- Aranızda
cehenneme uğramayacak hiç kimse kalmayacaktır. Bu Rabbinin kesinleşmiş bir
hükmüdür.
72- Sonra
sakınanları kurtararak zalimleri, dizüstü çökmüş durumda orada bırakırız.
Sahnenin perdesi "insan"ın yeniden diriliş konusunda
söylediği sözlerle açılıyor. Çünkü bu sözler, değişik yüzyıllarda yaşayan
çeşitli insan grupları tarafından söylenmiş sözlerdir. Bu yüzden bu sözler,
"insanoğlu"nun her kuşakta tekrarlanan kuşkusunu ve itirazını özetler
gibidir. Tekrar okuyalım:
"İnsan 'Ben öldükten sonra mı yeniden
diriltileceğim' der."
Bu itiraz, insanın ilk yaratılışından habersiz
oluşundan kaynaklanır. İlk yaratılışından önce nerede idi? Nasıl bir şeydi?
O hiçbir şey değilken sonra varolmuştu. Eğer insan düşünse yeniden dirilmek,
ilk kez yaratılmaktan daha akla yakın,daha akla sığar bir olaydır. Okuyoruz:
"insan vaktiyle hiçbir şey değilken kendisini yoktan
varettiğimizi düşünmüyor mu?"
İnsan aklının bu tuhaf yaklaşımı vurgulandıktan ve
kınandıktan sonra bu kınamayı tehdit içerikli bir yemin izliyor. Yüce Allah,
yüce varlığı adına yemin ediyor ki, bu en büyük, en çarpıcı yemindir.
Yeminin arkası şöyle geliyor: İnsanlar yeniden diriltildikten sonra büyük
bir toplantıda biraraya getirileceklerdir. Bu konudaki hüküm kesinleşmiştir.
Okuyalım:
"Rabbinin yüceliği hakki için onları peşlerinden
gittikleri şeytanları ile birlikte biraraya getireceğiz."
Hem sadece onları değil, şeytanlarını da
kendileriyle birlikte biraraya getireceğiz. İnkârcılıkta onlara elebaşılık
yapanlar şeytanlardır. Onlar ile şeytanları arasında önder-çömez, ve
güden-güdülen ilişkisi vardır. Bunun arkasından onlara ilişkin somut bir
tablo gözlerimizin önünde canlandırılıyor. Bu küçük düşürücü perişanlık
tablosunda inkârcıların dizüstü çökmüş durumda cehennemin çevresinde
toplandıklarını görüyoruz. Okuyalım
"Sonra da onları dizüstü çöktürerek cehennemin
çevresinde toplayacağız."
Bu son derece korkunç, tüyler ürpertici bir
tablodur. İnkârcıların oluşturduğu bu sayıya vurulmaz, hesaba gelmez
yığınlar cehennemin karşısında toplanmışlar dizüstü çökmüş durumda etrafında
halkalanmışlardır. Cehennemin korkunç alevlerini gözleri ile görüyorlar,
onun kavurucu sıcakları vücudlarını yalıyor. Her an yakalanıp içine atılma
beklentisi ile titriyorlar. Aşağılanma ve korku içinde dizleri üzerinde
çırpınıyorlar.
Özellikle kendini beğenmiş zorbalar için son derece
aşağılayıcılık yansıtan bu sahneyi bir başka sahne izliyor. Bu sahnede en
azılı ve en zorba kâfirlerin kalabalıktan ayıklanıp başka bir yere
götürülmek üzere tutuklandıklarını görüyoruz. Okuyalım:
"Sonra her grubun rahmeti bol olan Allah'a baş
kaldıran en azılı ele başlarını ayıracağız."
Ayetteki "ayıracağız" fiili, şeddeli (çift sesli)
olarak kullanılmıştır. Amaç seslerinin titreşimi ile çağrışımı ile sözü
edilen "ayırma" eyleminin sert olan biçimini canlandırmaktır. Bu ayırmayı
cehenneme atma tablosu izliyor ki, bu hareketi okuyucunun hayal gücü
tamamlıyor.
Kuşku yok ki, bu günahkârlar kalabalığı içinde
kimlerin daha önce cehenneme atılmaları gerektiğini bilir. Bu yüzden aslında
sayıya gelmeyecek kadar kalabalık olmalarına rağmen yüce Allah'ın tek tek
sayıya vurmuş olduğu yığınlardan hiç kimse rastgele cehenneme atılmaz.
Okuyoruz:
"Sonra biz onların hangilerinin öncelikle cehenneme
girmeleri gerektiğini, kuşkusuz, herkesten iyi biliriz."
Bunlar cehenneme atılacakların öncüleri olmak üzere
seçilmektedirler. Bu korkunç gösteri, mü'minler tarafından da izlenir.
Okuyalım:
"Aranızda cehenneme uğramayacak hiç kimse
kalmayacaktır. Bu Rabb'inin kesinleşmiş bir hükmüdür."
Mü'minler cehennemin yanına getirilirler, oraya
yaklaştırılırlar, yanından geçerler; o sırada onun alevlerinin
harlamalarını, yalazlaşmasını ve ağarmasını görürler. Bu zamanda ağır
suçluların ayıklanıp içine atılışına da tanık olurlar. Fakat;
"Sakınanları kurtarırız."
Mü'minler, suçlu yığınların yanında
uzaklaştırılırlar, son anda paçayı kurtarırlar. Devam ediyoruz:
"Zalimleri dizüstü çökmüş durumda orada bırakırız."
Günahkârların aşağılanarak ve horlanarak dizüstü
bekletildikleri, günahlardan sakınanların paçayı kurtararak zalimleri o
perişan durumda arkalarında bıraktıkları sahneden bir dünya sahnesine
geçiyoruz. Bu sahnede şunlarla gözgöze geliyoruz. Kâfirler, mü'minlere
tepeden bakıyorlar, yoksullukları yüzünden onları ayıplıyorlar. Buna
karşılık şu geçici dünyadaki varlıkları etkileyici görüntüleri ile ve
değerleri ile böbürleniyor, caka satıyorlar. Okuyoruz:
73- Açık ayetlerimiz
okunduğu zaman kâfirler, mü'minlere "Hangimizin sosyal konumu daha üstün,
hangimizin itibarı daha yüksektir" derler.
Bir tarafta sosyetik davetler, muhteşem toplantılar,
yozlaşma dönemlerinde seçkinlerin ve şımarıkların geçerli saydıkları çeşitli
değerler at oynatıyor. Karşı tarafta mütevazi görünüşlü toplantılar, yoksul
sofraları göze çarpıyor. Bu toplantılarda varolan, bol bulunan tek şey
"iman." Gerisi hep "yok." Süs yok, gösteriş yok, cazibe yok, ihtişam yok,
görkem yok. Bu iki kutup şu yeryüzünde karşı karşıya geliyorlar, yanyana
duruyorlar.
Birinci kutup bütün ayartıcı, baştan çıkarıcı
silahlarını kuşanarak ortaya çıkıyor. Servetini, güzelliğini, saltanatını,
itibarını, gerçekleştirdiği çıkarlarını, cebini şişiren vurgunlarını,
eğlencelerini ve lüks yaşantısını ortaya koyuyor. Karşı kutup ise yoksul ve
alçakgönüllü görüntüsü ile meydana çıkıyor. Mala ve eğlenceli hayata dudak
büker. Mevki ile, saltanatla alay eder. İnsanları tarafına çağırır. Bunu ne
gerçekleştirmek istediği bir haz uğruna, ne yoluna koymayı dilediği
çıkarları uğruna yapar. Bir egemenliğin yakınlığını kazanmak, bir yetkiliye
sırtını sıvazlatmak da değildir amacı. Bu çağrıyı inancı adına seslendirir.
Mücadelesi gösterişten yoksun, her türlü çekicilikten arıdır, yüce Allah'dan
başka hiç kimsenin beğenisine metelik vermez. Dahası var. Bu inancı
insanlara tanıtırken sıkıntı çeker, ter döker, göğüs göğüse çarpışır,
hakaretlere uğrar. Bu dünyanın hiçbir varlığı hiçbir değeri bu mücahidlere
ödül olaya lâyık değildir. Onların tek ödülü yüce Allah'ın yakınlığını
kazanmalarıdır. Asıl ödüllerini, eksiksiz biçimde, son hesaplaşma gününde
alacaklardır.
Kureyş kabilesinin şu burnu büyük şeflerine bakınız.
Yüce Allah'ın ayetleri kendilerine okununca yoksul mü'minlere dudak bükerek
şöyle derler; "Hangimizin sosyal konumu daha üstün, hangimizin itibarı daha
yüksektir? Muhammed'e inanmayan kodomanlarınmı, yoksa O'nun etrafında
halkalanan yoksulların mı? Söyleyin bakalım bu iki kesimin hangisinin sosyal
konumu daha üstün, hangisinin itibarı daha yüksektir? Nadir b. Haryis'in,
Amr b. Hışam'ın, Velid b. Mugıre'nın ve kodaman dostlarının mı, yoksa
Bilâl'in, Ammar'ın, Habbab'ın ve gariban yoldaşlarının mı? Eğer Muhammed'in,
insanları benimsemeye çağırdığı inanç sistemi iyi bir şey olsaydı, onun
bağlıları, Kureyş toplumu içinde hiçbir yeri, hiçbir önemi olmayan şu birkaç
gariban mı olurdu? İnananlar basık, yoksul ve çıplak bir kulübeden başka
toplanacak yer bulamayan zavallılar mı olurdu? Buna karşılık karşıtları
sosyetik toplantıların davetlileri ve toplumun parmakla gösterilen
yıldızları mı olurdu?
Bu mantık toprağa bağımlıların, her zaman ve her
yerde rastlanan yüce ufukları görecek gözü olmayan nasipsizlerin mantığıdır.
Bu inanç sisteminin süsten, gösterişten, debdebeden ve diğer baştan çıkarıcı
avantajlardan soyutlanmış bir yalınlıkta ortaya çıkması rastgele değildir;
bu durum yüce Allah'ın hikmetinin sonucudur. Güdülen amaç şudur: Bu inancın
sırf kendisini isteyenler, insanların alkışlarını ellerinin tersi ile bir
yana iterek yüce Allah'ın rızasına göz dikenler, insanların karşılarında
takla attıkları değerleri ve baştan çıkarıcı avantajları hiçe sayabilenler
ona gelsinler. Buna karşılık mevki, çıkar, gösteriş, debdebe, servet, refah
ve lüks hayat düşkünleri ondan uzak dursunlar.
Bir sonraki ayette şaşkın, mevkileri ve debdebeleri
ile böbürlenen kâfirlerin bu şımarık sözlerine vicdanları titreten bir
karşılık veriliyor. Bu karşılık, kalpleri eski sapık kuşakların yok
oluşlarına yöneltiyor. Eski sapıkların sahip oldukları parlak mevkilere ve
başlarını döndüren ölçüsüz refaha rağmen yokolmaktan kurtulamadıklarına
dikkat çekiliyor. Okuyoruz:
74- Oysa biz eski
dönemlerde onlardan daha varlıklı ve daha gösterişli nice kuşakları
yokettik.
Evet, o sapıkların dayalı-döşeli köşkleri, lüksleri,
tantanaları ve cazip görüntüleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Yok
olmalarına ilişkin ilahi kararın gerçekleşeceği anda bunların hiçbiri onları
yüce Allah'ın cezasından kurtaramadı.
Ama şu "insanoğlu" denen varlık unutkandır. Eğer
gerçekleri hatırlasa ve düşünse görünüşün büyüsüne aldanarak gurura
kapılmazdı. Eski sapıkların yok edilişlerine ilişkin tarihi olaylar gözünün
önüne dikilip kendisini uyarırken, benzer akıbete uğramaktan, sakındırırken
hiçbir şey olmamış gibi pervasız yaşantısını sürdürmëzdi. Kendisinden daha
güçlü, daha zengin ve daha kalabalık tayfalı eski yoldaşlarının acı
akıbetlerinin kendisini de beklediğini gözardı etmezdi.
Sapıkların dikkatlerini geçmişin acı olaylarından
ders almaya yöneltmek isteyen bu "ihtar"dan sonraki ayette Peygamberimiz, bu
kâfirlere meydan okumaya çağrılıyor. Bu iki grubun hangisi sapık yolda ise
yüce Allah'ın sapıklığını arttırmasını dilemesini emrediyor. Nasıl olsa
kâfirler ya tehdit edildikleri dünya azabı ile ya da kıyamet gününün dehşeti
ile yüzyüze geleceklerdir. Okuyalım:
75- Onlara de ki;
rahmeti bol olan Allah sapık yolda olanlara ne kadar geniş maddi imkân
verirse versin, sonunda tehdit edildikleri somut azab ile ya da kıyamet günü
ile yüzyüze geldiklerinde nasıl olsa kimin sosyal konumunun daha düşük ve
kimin askeri gücünün daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir."
76- Allah doğru
yolda olanların sapmazlıklarını pekiştirir. Kalıcı iyi ameller, Rabb'in
katında daha iyi ödül kazandırıcı ve daha mutlu akıbete erdïricidirler.
Müşrikler, zengindirler diye, lüks içinde yüzüyorlar
diye kendilerinin, Peygamberimizin bağlılarından daha doğru yolda
sanıyorlar, öyle mi? Öyle olsun bakalım! Peygamber, işi olayların akışına
bıraksın da yüce Allah, sapık tarafın sapıklığını ve doğru tarafın doğruya
bağlılığını daha da arttırsın. Nasıl alsa yüce Allah'ın tehdidi bir gün
gerçekleşecektir. Bu tehdit ya sapıkların, mü'minler eli ile
cezalandırılmaları ya da kıyamet gününün "büyük azab"ı şeklinde
somutlaşacaktır. O zaman onlar hangi tarafın sosyal konumunun düşük, hangi
tarafın askeri gücünün zayıf olduğunu öğreneceklerdir. İşte o gün
mü'minlerin sevinç ve övünme günü olacaktır. Okuyalım:
"Kalıcı, iyi ameller Rabbinin katında daha iyi ödül
kazandırıcı ve daha mutlu akıbete erdiricidir."
Evet, "kalıcı, iyi ameller" yeryüzü tutsaklarını
övündüren ve baştan çıkaran bütün kof değerlerden daha üstündür.
Daha sonraki ayetlerde kâfirlerin şımarıklıklarına
yeni bir örnek veriliyor, onların kınanan ve tuhaflığı vurgulanan bir başka
sözleri aktarılıyor. Okuyalım:
77- Ey Muhammed, şu
ayetlerimizi inkâr eden ve "Bana kesinlikle mal ve evlat verilecek" diyen
adamı gördün mü?
78- Gaybın bilgisi
mi önüne açıldı, yoksa rahmeti bol olan Allah'dan kesin söz mü aldı?
79- Hayır, öyle bir
şey yok. Onun söylediklerini yazacağız ve uğrayacağı azabı alabildiğine
arttıracağız.
80- Sözünü ettiği
malı ve evladı bize kalacak da kendisi yalnız başına huzurumuza gelecektir.
Bu ayetlerin iniş sebebine ilişkin elimizde bir
belge var. Bu belgeye göre sahabilerden Habbab b. Art şöyle diyor: Ben bir
demirci idim. Müşriklerden As b. Vail'de bir alacağını vardı. Kendisinden bu
alacağımı istemeye gidince bana "Hayr, Muhammed'i inkâr etmedikçe, vallahi,
sana borcumu vermem" dedi. Bende ona "Hayr, vallahi, Muhammed'i inkâr etmem.
Sen ölüp de tekrar diriltilince nasıl olsa yine karşılaşacağız" dedim. O da
bana "Ben ölüpde tekrar diriltilince gelirsin, benim orada da malım ve
evlatlarım olacak, o zaman borcumu öderim" diye cevap verdi. Bunun üzerine
yüce Allah, "Ey Muhammed, şu ayetlerimizi inkâr eden ve 'Bana kesinlikle mal
ve evlat verilecek' diyen adamı gördün mü?" diye başlayan ayetleri indirdi.
(Buhari. Müslim)
As b. Vail'in bu sözü kâfirlerin, yeniden diriliş
olgusunu alay konusu ettiklerini, hafife aldıklarını kanıtlayan bir
örnektir. Kur'an-ı Kerim "Gaybın bilgisi mi önüne açıldı?" diyerek bu
müşrikin tutumundaki tuhaflığı vurguluyor, saçma iddiasını kınıyor. Yoksa o,
öte tarafta neler olup biteceğini biliyor mu da böyle konuşuyor? Yoksa
rahmeti bol olan Allah'dan kesin söz mü aldı da bu, sözün gerçekleşeceğine
mi güveniyor? Arkasından yüce Allah'ın cevabı geliyor "Hayr!" Bu kelime
olumsuzlama ve yalanlama ifade eder. Hayr, ne gaybın bilgisi önüne
açılmıştır ve ne de rahmeti bol olan Allah'dan kesin söz almıştır. O sadece
kâfirliğini açığa vuruyor ve alay ediyor.
O halde böylesine koyu bir kâfire verilecek en
susturucu karşılık tehdit ve yıldırmadır. Okuyoruz:
"Hayır, yok öyle bir şey. Onun söylediklerini
yazacağız ve uğrayacağı azabı alabildiğine arttıracağız."
Onun bu sözlerini defterine yazarak son hesaplaşma
günü karşısına çıkaracağız. Bu sözlerinin unutulmasını önleyerek demagoji
yapmaya yeltenmesini önleyeceğiz. Bu ifadeler, As b. Vail'e yöneltilen
tehdidi somutlaştırma amacı güdüyor. Yoksa son hesaplaşma sırasında
demagojiye yeltenmesi sözkonusu bile değildir. Çünkü küçük-büyük hiçbir
gerçek yüce Allah'ın bilgisinden kaçmaz. O gün ona alabildiğine uzun süreli,
ağır, kesintisiz ve aralıksız bir azaba çarptıracağız. Ayette somut ifadeli
tehdidin sürdürüldüğünü görüyoruz. Okuyalım:
"Sözünü ettiği malı ve evladı bize kalacak."
Yani ölünce geride bırakacağı serveti ve evlatları
bize kalacaktır. Tıpkı her ölen kimsenin malının mirasçılarına geçişi gibi.
Ayetin sonunu okuyoruz:
"Kendisi yalnız başına huzurumuza gelecektir."
Yanında ne malı, ne evlatları olacak; ne destekçisi
ve dayanağı bulunacak; her türlü güvenceden soyutlanmış, güçsüz, tek başına
bırakılmış, dayanaklarından ayrı düşürülmüş olarak karşımıza getirilecektir.
İşte şu Allah'ın ayetlerini inkâr eden adamı görüyor
musun? Adam, elinde hiçbir şeyin kalmayacağı, şu dünyada sahip olduğu her
şeyden yoksun bırakacağı güne randevu veriyor! Bu tipik bir kâfir örneğidir.
Kâfirliğin, kuru iddiacılığın ve gerçekleri alaya almanın somut bir
prototipidir.
Daha sonraki ayetler, kâfirliğin ve putperestliğin
belirtilerini sergilemeye devam ediyorlar. Okuyalım:
81- Müşrikler,
Allah'ı bir yana bırakarak kendilerine destek olsunlar diye çeşitli ilahlar
edindiler.
82- Hayır. O düzmece
ilahlar, müşriklerin kendilerine yönelik tapınmalarını reddedecekler ve
onlara karşı çıkacaklardın
83- Şeytanları,
kâfirlerin üzerine kışkırtıcı olarak saldığımızı görmedin mi?
84- Onların bir an
önce yok edilmelerini isteme. Biz onların yaptıklarını ve alıp verdikleri
nefesleri tek tek sayıyoruz.
85- O gün kötülükten
sakınanları seçkin konuklara yaraşır bir saygınlıkla, rahmeti bol olan
Allah'ın huzurunda biraraya getiririz.
86- Buna kar,ılık
ağır günahkârları, susamı,s hayvan sürüleri gibi cehenneme süreriz.
87- Allah'ın bu
yolda yetki verdiği kimseler dışında hiç kimse bir başkasına aracılık,
şefaat edemez.
Yüce Allah'ın ayetlerini inkâr ederek O'nun dışında
ilahlar edinen bu sapıklar, taptıkları bu düzmece ilahlardan üstünlük, onur
ve zafer bekliyorlar. Bu kâfirler arasında bu amaçla meleklere ve cinlere
tapanlar, onların desteği ile güç kazanacaklarını umanlar vardır. Fakat bu
beklentileri boşunadır. Çünkü gerek melekler ve gerekse cinnler onların
tapınmalarını reddedecekler, kulluk yaklaşımlarını geri çevirecekler ve yüce
Allah'ın huzurunda bu iddialarla hiçbir ilgileri olmadığını
belirteceklerdir. Okuduğumuz ayetlerden birinin deyimi ile bu ilahlaştırma
sapıklığına dönük ilgisizliklerini "onlara karşı çıkarak" açığa vuracaklar,
yüce Allah'ın huzurunda aleyhlerinde tanıklık edeceklerdir.
Şeytanlar onları kötülük işlesinler diye dürterler,
özendirirler. Çünkü elebaşları olan İblisin insanları serbestçe
ayartabilmeye yönelik dileğinin kabul edildiği günden beri şeytanlar,
onların üzerine salınmıştır, onları yoldan çıkarma çalışmaları yapmalarına
izin verilmiştir. Fakat ey Muhammed;
Onların bir an önce yok edilmelerini isteme."
Onlar yüzünden canını sıkma. Çünkü onlara yakın bir
zamana kadar mühlet tanınmıştır. Onların her türlü davranışları tarafımızdan
hesaba geçirilmekte, sayıya vurulmaktadır. Ayette bu hesaba geçirilme
işleminin titizliği somut bir ifade ile tasvir ediliyor. Okuyalım:
"Biz onların neler yaptıklarını teker teker
sayıyoruz."
Bu ürkütücü bir tasvirdir. Günahları, davranışları
ve alıp verdiği nefesler, yüce Allah tarafından sayılanların vaygele
başlarına! Bütün yaptıklarını didik didik inceleyerek çetin bir hesaplaşmaya
çekeceği kimselerin vay haline!
Dünyadaki davranışları amirleri tarafından sıkıca
izlenenler, hataları duyarlıkla gözlenenler, korku ve ürküntüye kapılırlar,
sürekli endişe içinde yaşarlar, hep dikenler üzerinde otururlar. Peki eğer
kendilerini izleyen amir, üstün iradeli ve intikam alıcı olan yüce Allah
olursa, o zaman duymak durumunda oldukları endişenin derecesini varın, siz
düşünün!
Okuduğumuz ayetlerde canlandırılan bir kıyamet
sahnesinde bu "hesap tutma sayya vunna" işleminin sonucu tasvir ediliyor.
Mü'minler, rahmeti bol olan yüce Allah'ın huzuruna saygın bir konuk gibi
çıkarılırlar. Onurlandırıcı bir ilgi ile karşılanırlar. Okuyoruz:
"O gün kötülükten sakınanları seçkin konuklara
yaraşır bir saygınlıkla rahmeti bol olan Allah'ın huzurunda biraraya
getiririz."
Buna karşılık ağır suçlular, hayvan sürüleri gibi
güdülerek cehenneme yollanırlar. Okuyoruz:
"Buna karşılık ağır günahkârları, susamış hayvan
sürüleri gibi cehenneme süreriz."
O gün iyi amel işlemiş olanlardan başka hiç kimse
aracılıktan, şefaatten yararlanamaz. İyi amel işleyenlere ise yüce Allah'ın
bu yolda verilmiş sözü vardır. Yüce Allah, iman edip iyi ameller işleyenleri
hakettiklerinin fazlası ile ödüllendireceğini vaadetmiştir. O, sözünü
kesinlikle yerine getirir.
Daha sonraki ayetlerde birkere müşriklerin çirkin
sözlerinden birine dikkat çekiliyor. Bu çirkin söz şudur: Müşrik Araplar,
meleklerin yüce Allah'ın kızları olduklarını; müşrik yahudiler, Üzeyi in
Allah'ın oğlu olduğunu ve müşrik hıristiyanlar da Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu
olduğunu ileri sürüyorlar. Bu çirkin iddia karşısında insanlar bir yana,
cansız evren bile küplere biniyor, çünkü cansız evrenin özü bu iddiayı
reddediyor, vicdanı onu protesto ediyor. Ayetleri okuyalım:
88- Bazı kâfirler
"Rahmeti bol olan Allah, evlat edindi" dediler.
89- Sizler, böyle
demekle son derece çirkin bir iddia ileri sürdünüz.
90- Bu iddia
karşısında nerede ise gökler paramparça olacak, yer yarılacak ve dağlar
gürültü ile göçerek yerle bir olacak.
91- Onlar rahmeti
bol olan Allah'a çocuk yakı;tırdılar diye.
92- Oysa rahmeti bol
olan Allah'a çocuk edinmek yakışmaz.
Bu ayetlerde kullanılan sözcüklerin titreşimleri ve
ifadelerin vurgusu adet öfke, ayaklanma ve tahammülsüzlük saçarak
oluşturulmak istenen yaygın protesto havasının frekansını yükseltiyorlar.
Cansız evren tüm varlığı ile, bütün parçaları ile baş kaldırıyor, çırpınıyor
ve sarsılıyor. Çünkü bu tüyler ürpertici iddiayı işitmiş, yüce Allah'ın
dokunulmaz kutsallığının çiğnendiğinden haberdar olmuştur. Onuru saldırıya
uğrayan, ya da sevdiği, saydığı bir kimsenin şeref çiğnenen bir insanın bu
yüzden öfkeye kapıldığını düşününüz. Bu insanın elinin-kolunun nasıl
titrediğini, bütün vücudunun nasıl sarsıldığını düşününüz. İste bu tüyler
ürpertici söz karşısında cansız evrende aynı sert reaksiyonu gösterir.
Bu tüyler ürpertici iddianın yolaçtığı evrensel
başkaldırıya gökler, yer ve dağlar da katılırlar. Ayetlerde kullanılan
sözcüklerin titreşimleri, bu zelzelenin bu gümbürtünün sarsıntılarına
somutluk kazandırır.
Bu kâfirler "Allah, evlat edindi" der demez, bu
tüyler ürpertici iddia ağızlarından çıkar çıkmaz, karşılığı olan protesto ve
kınama hemen yüzlerine çarpılıyor. Okuyoruz:
"Siz böyle demekle son derece çirkin bir iddia ileri
sürdünüz."
İşte o anda çevrelerindeki bütün durgun nesneler
zelzeleye tutuluyor, bütün hareketsiz varlıklar sarsılmaya başlıyor.
Yaratıcısına bağlı evrenin tümü öfke saçmaya koyuluyor. Bu sözün yapısına ve
özüne ters düştüğünü hissediyor. Özünün zembereğinin koptuğunu ve varlığının
ekseninin devrildiğini farkediyor. Dayanağı olan ve dengesini sağlayan alt
tabanın sarsıldığını görüyor. Okuyoruz:
"Bu iddia karşısında nerede ise gökler paramparça
olacak, yer yarılacak ve dağlar gümbürtü ile göçerek yerle bir olacak. Onlar
rahmeti bol olan Allah'a çocuk yakıştırdılar diye. Oysa rahmeti bol olan
Allah'a çocuk edinmek yakışmaz."
Bu evrensel öfkenin homurtuları arasında şu tüyler
ürpertici açıklamanın gürlemesi işitilir.
93- Göktekilerin ve
yerdekilerin tümü rahmeti bol olan Allah'ın huzuruna kul olarak
geleceklerdir.
94- Allah, onları
bir bir sayarak hesaba geçirmiştir.
95-Kıyamet günü
hepsi O'nun huzuruna teker teker geleceklerdir.
Bütün göktekiler ve bütün yerdekiler sadece birer
"kul"durlar; itaatkâr bir tavırla, boyunlarını eğerek Rabblerinin huzuruna
gelirler. Hiç kimsenin O'nun oğlu yada ortağı olması sözkonusu değildir.
Herkes O'nun sadece yaratığı ve kuludur. İnsan şu açıklamanın anlamını
derinliğine düşününce varlığı tepeden tırnağa zelzeleye tutulur. Okuyalım:
"Allah onları bir bir sayarak hesaba geçirmiştir."
Buna göre bir tekinin bile kaçıp kaybolması ya da
unutulması düşünülemez. Devam ediyoruz:
"Kıyamet günü hepsi O'nun huzuruna teker teker
geleceklerdir."
Yüce Allah'ın gözü herkesin üzerindedir. Herkes
yalnız başına O'nun karşısına çıkar. Yanında ne bir yoldaşı ve ne de
varlığından güç alacağı bir destekçisi vardır. İnsan o sahnede toplum
ruhundan, "toplumsallık" duygularından bile soyutlanır. O anda insan
hesaplaşma gününün yüce hakimi karşısında yapayalnız ve kimsesizdir.
Bu ürkütücü yalnızlığın, tek başına kalmışlığın
korkunçluğu ortasında bir de bakıyoruz ki, mü'minler yüce bir sevginin
Allah'dan gelen sevginin okşayıcı melteminin serinliğini yüzlerinde ve
gönüllerinde hissetmektedirler. Okuyalım:
96- İman edip iyi ameller işleyenlere gelince Allah,
onlara sevgi armağan edecektir.
Burada ifadesini bulan "sevgi"nin havası kalpleri
okşayan, ılık bir meltem estiriyor, gönülleri ısıtan bir hoşnutluk yazıyor.
Bu yücelikler aleminden kaynaklanarak yeryüzüne ve insanlara saçılan, tüm
evreni doldurup taşıran bir sevgidir.
Nitekim sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin
bildirdiğine göre Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle
buyuruyor:
-Yüce Allah, bir kulunu sevince Cebrail'i yanına
çağırarak kendisine "Ben falancayı seviyorum, onu sen de sev" der. Bunun
üzerine Cebrail de o adamı sever. Arkasından göktekilere (meleklere)
seslenerek "Allah falancayı seviyor, onu siz de sevin" der. Bunun üzerine
göktekiler de o kulu severler. Arkasından o kulun yeryüzünde de
benimsenmesi, sempati görmesi sağlanır.
Buna karşılık yüce Allah bir kuldan nefret edince
Cebrail'i yanına çağırarak kendisine "Ben falancadan nefret ediyorum, ondan
sen de nefret et" der. Bunun üzerine Cebrail o adamdan nefret eder.
Arkasından göktekilere (meleklere)seslenerek "Allah falancadan nefret
ediyor, ondan siz de nefret edin" der. Bunun üzerine göktekiler de o kuldan
nefret ederler. Arkasından yeryüzünde de o kuldan nefret edilmesi, antipati
duyulması sağlanır." (Bu hadisi İmam-ı Ahmed; Affan, Ebu Avane, Suheyl,
Suheyl'in babası ve Ebu Hureyre yolu ile naklederken İmam-ı Ahmed ve
Buhari'nin ortak rivayet zinciri şöyledir: İbn-i Cureyc, Musa el-Eşari,
İbn-i Utbe, Nafi, Ebu Hureyre.)
Kötülükten sakınan mü'minlere yönelik müjde ile yüce
Allah'a baş kaldıran kâfirlere yönelik uyarı, bu Kur'an'ın iki ana amacını
oluşturur. Yüce Allah, Arapların bu Kur'an'ın iki ana amacını oluşturur.
Yüce Allah, Araplar'ın bu Kur'an'ı kolay anlamalarını sağlamak ve onu rahat
okuyabilsinler diye Peygamberimizin dili ile indirmiştir. Okuyoruz:
97- Ey Muhammed,
kötülükten sakınanları müjdeleyesin ve inatçılar güruhunu uyarasın diye biz
bu Kur'an'ı ana dilinde indirerek onu kolay anlamanı sağladık.
Bu sure somut bir sahne ile noktalanıyor. Bu sahne
kalpleri uzun bir süre dalgalandıracak, vicdanları derinden derine
titretecek ve uzun bir süre hayallerden izi silinmeyecek müthiş bir
sahnedir. Okuyalım:
98- Biz bu
inatçılardan önce nice kuşakları yokettik. Şimdi onların hiçbirini ortalıkta
görüyor musun, yada onlardan kaynaklanan en zayıf bir ses kulağına geliyor
mu?
Sayın okuyucu, bu sahne seni önceki yıkıcı bir
sarsıntı ile yüzyüze getiriyor, arkasından engin bir suskunluğun denizine
gömüyor. Sanki seni elinden tutup engin bir vadinin başma dikerek
yüzyıllardan beri dönem dönem yok edilmiş eski insan kuşaklarının belli
belirsiz kalıntıları ile yüzyüze getiriyor. Bakışlarının sınırlarına
eremediği erginlikteki bu vadide hayalin, vaktiyle kımıldayan,hareket eden
kalıntılar arasında yüzüyor, bir zamanlar nabzı atan, seğirten canlılar
arasında zıplıyor, yine bir zamanlar yaşayan ve umutlar besleyen duygular ve
özlemlerle at koşturuyor. Sonra ortalığa birden derin bir sessizlik çöküyor,
her şeyin üzerine ölüm abanıyor. Kadavralardan, leşlerden, çürümüş
kemiklerden ve kalıntılardan başka hiçbir şey görünmüyor. Ne bir inilti ne
bir algı ne bir kımıltı ve ne de bir çıt var. Okuyoruz:
"Şimdi onların hiçbirini ortalıkta görüyor musun? Ya
da onlardan kaynaklanan en zayıf bir ses kulağına geliyor mu?"
Bak da görmeye çalış. Kulak ver de dinle. Derin bir
sessizlikten ve tüyler ürpertici bir suskunluktan başka birşey yok. Koca
evrende ölüm nedir bilmeyen tek diriden, yani yüce Allah'dan başka hiç kimse
yoktur artık.
MERYEM SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.