58-Mücadele


1- Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü işitti. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir.

2- Sizden eşlerine zihar yapanlar, bilmelidir ki o kadınlar, onların anaları değildir. Onların anaları, ancak kendilerini doğurmuş kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar. Şüphesiz Allah, affedici, bağışlayıcıdır.

3- Eşlerinden zihar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin eşleriyle temas etmeden önce bir köleyi hürriyetine kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.

4- Buna imkan bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu kolaylık, Allah'a ve peygamberine inanmış olmanızdan ötürüdür; bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. İnkar edenler için çok yakıcı azap vardır.

İslam öncesi Arap geleneğinde adamın biri hanımına kızıp "Sen annem bacım gibisin" dediğinde eşi ona haram olmuş kabul edilirdi. Fakat ondan boşanmış da olmaz, öyle ortada kalırdı. Ona ne helal sayılırdı ki, aralarında evlilik ilişkileri devam etsin. Ne de boşanmış olurdu ki, kendisine başka bir yol arasın. İşte bu da cahiliye döneminde kadının karşılaştığı büyük zorluklardan biriydi.

Bu ayetlerin değindiği olay meydana geldiği sırada islam dininin zihara ilişkin hükmü henüz daha belirlenmemişti.

İmam-ı Ahmed'in Said ibni İbrahim'den ve Yakup'dan o da babasından, o da Muhammed ibni İshak'tan, o da Yusuf ibni Abdullah ibni Selam'dan o da Huveyle binti Sa'lebe'den aldığı hadiste deniyor ki: Huveyle şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki yüce Allah Mücadele suresinin baş tarafını ben ve Evs ibni Samit hakkında indirmiştir... Ben Evs'in yanındaydım. Evs yaşlı bir ihtiyardı, huysuzlaşmıştı. Birgün yanıma girdi. Onunla biraz atıştım. O da öfkelenerek: "Sen artık bana annem-bacım gibisin" dedi. Sonra çıkıp gitti. Bir süre kavminin meclisinde oturdu. Sonra gelip yanıma girdi. Bir de baktım ki, bana el uzatmaya çalışıyor. Huveyle'nin canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki olmaz! Sen az önceki sözlerini söylediğin halde, Allah ve peygamberi hakkımızdaki hükmünü vermediği müddetçe bana dokunamazsın! dedim. Üzerime atıldı. Ben ise ondan sakındım. Normal bir kadının güçsüz bir ihtiyarı alt etmesi gibi ben de onu mağlup ettim. Ve üzerimden attım. Sonra komşularıma gittim. Onlardan bir elbise emanet aldım. Çıktım. Allah'ın elçisine gittim. O'nun önünde oturdum. Kocamın bana yaptıklarını birbir anlattım. Onun kötü huyluluğundan çektiklerimi peygambere şikayet ettim. Hz. Peygamber ise hep: "Amcanın oğlu yaşlı bir ihtiyardır. O'na iyi davran, Allah'tan kork" diyordu. Ben oradan ayrılmadan hakkımda Kur'an ayetleri indi. Hz. Peygamber vahiy geldiğinde kendinden geçtiği gibi kendinden geçti, ayıldığı zaman bana: "Ey Huveyle, yüce Allah senin ve eşinin hakkında Kur'an ayetleri indirdi" dedi. Sonra bana Mücadele suresinin 1.2.3. ve 4. ayetlerini okudu.

Sonra bana dedi ki: "Ona söyle bir köle azad etsin." Ben ise ona: "Ey Allah'ın elçisi; onun azad edecek kölesi yok ki" dedim. "Ardarda iki ay oruç tutsun" buyurdu. Yine ben dedim ki: "O ihtiyar bir adamdır. Nasıl oruç tutsun ki?!" Buyurdu ki: "Altmış yoksula bir deve yükü hurma dağıtsın." "Ey Allah'ın elçisi Allah'a yemin ederim ki onun bu kadar imkanı yok" dedim. Hz. Peygamber buyurdu ki: "Biz ona bir Arak hurma yardım edeceğiz." Bunun üzerine `Ben de ona bir Arak yardımda bulunurum' dedim. Resulullah: "Çok yerinde, çok güzel ettin. Git, onun yerine onları sadaka olarak dağıt. Sonra da amcanın oğluna iyi davran" buyurdu. Ben de gittim, dediklerini yaptım. (Bu hadisi Ebu Davud, Talak, Muhammed ibni İshak ibni Yesar'dan iki kanalla rivayet etmiştir)

İşte yüce Allah, Hz. Peygamber ile bu konuyu onunla konuşmaya gelen kadın arasında geçen bu karşılıklı konuşmayı duymuştur. Yüce Allah'ın yedi göğün üstünden hakkında hükmünü indirdiği mesele de budur. Böylece bu kadının hakkını vermiş, hem onun hem de kocasının gönlünü rahatlatmış ve müslümanlara da böylesi ailevi günlük bir sorunda yol göstermiştir.

Ve işte böyle bir durumu konu edinerek başlamaktadır Kur'an'daki surelerden biri. Yüceler aleminden inerken herbir sözüne varlığın her yanından kendisine karşılık verilen Allah'ın ölümsüz kitabının bir suresi işte böyle bir açıklama ile başlıyor: "Seninle kocası hakkında tartışan kadının sözlerini yüce Allah işitmiştir." Normal müslümanlar içinden bir kadının kişisel bir sorununu yüce Allah ele almıştır. Bu iş, O'nun göklerin ve yerin çarkını döndürmesine engel olmamıştır. Göklerin ve yerin işleri O'nu bu konuda hüküm vermekten alıkoyamamıştır!

Bu gerçekten büyük bir iştir. Böyle hayret verici bir olayın meydana gelmesi, bir insan topluluğunun yüce Allah'ın kendilerine böyle yakın olduğunu, küçük büyük tüm işlerinin başında hazır bulunduğunu, günlük sorunları ile ilgilendiğini, normal sıkıntı ve kriz anlarında onların elinden tuttuğunu köklü biçimde kavranması gerçekten büyük bir olaydır. Onunla ilgilenen büyük ve aşkın... Yüce ve ulu, herşeye egemen ve ihtişam sahibi, göklerin ve yerin egemenliğine sahip zengin ve övgüye layık olan Allah olur da bu ilgilenme önemli olmaz mı?

Hz. Aişe der ki: Bütün sesleri işiten Allah'a hamdolsun Peygamberle konuşmaya gelen kadın Havle idi. Evin bir tarafında peygamberle konuşuyordu. Ben onun ne dediğini duyamıyordum. Yüce Allah onun hakkında: "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitti" ayetini indirdi.(Buhari, Nesai)

Havle veya bu ismin küçültme ve daha fazla anlam kazandırma şekli olan Huveyle'nin olayı aktarışında ve O'nun bu eylemde oynadığı rolde, kalkıp Hz. Peygambere gidişinde, onunla sorununu tartışmasında ve Kur'an-ı Kerim'in bu olayın hükmünü ortaya koymasında... Evet bütün bunlarda o eşsiz topluluğun o hayret verici dönemdeki hayatından bir tablo yer almaktadır. O'nun bu doğrudan ilişkisinin bilincinde olduğunu, tüm işlerinde yüce Allah'tan direktif ve yönlendirme beklediğini ve yüce Allah'ın da bu bekleyişe karşılık verdiğini ortaya koymaktadır. İşte bu bekleyiş, bütün bir topluluğu Allah'ın himayesi altına almaktadır. Onu koruyan Allah'tır artık. Bu topluluğun tamamı artık küçük bir çocuğun, babası, eğiticisi ve koruyucusunun himayesini aradığı gibi Allah'ın himayesini aramaktadır!

Kur'an'ın üslubu ile olayın aktarılışına baktığımızda, etkileme, mesaj verme, eğitme ve yönlendirmenin hükmü belirleme ile atbaşı gittiğini, onun arasına yerleştirildiğini ve hemen ardından geldiğini görüyoruz. Zaten bu Kur'an-ı Kerim'in değişmeyen eşsiz üslubudur:

"Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü işitti. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, görendir."

Bu hayret edilecek derecede etkili bir dokunuşa sahip bir giriştir... Siz ikiniz yalnız değildiniz... Yüce Allah sizin ikinizle beraberdi. Ve O sizin söylediklerinizi işitiyordu. Kadının söylediklerini duyuyordu O. Kocası hakkında seninle tartıştığını ve Allah'a şikayette bulunduğunu birbir işitiyordu, olayın tamamını biliyordu. Sizin karşılıklı konuşmanızı ve bu konuşmada sözkonusu olan herşeyi biliyordu. Çünkü yüce Allah işiten ve görendir. İşitir ve görür. Bu O'nun her zamanki halidir. Yüce Allah'ın üçüncü bir şahıs olarak katıldığı bu olay da O'nun bu halinin sadece bir tablosudur. Bunların hepsi kalpleri titreten dokunuşlar ve temaslardır. Bundan sonra işin aslı anlatılıyor. Oradaki durumun gerçek yönü ortaya konuyor:

"Sizden eşlerine zihar yapanlar, bilmelidir ki o kadınlar, onların anaları değildir. Onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar. Şüphesiz Allah, affedici ve bağışlayıcıdır: '

İşte bu meselenin kökünden halledilmesidir. Buna göre cahiliye dönemindeki bu zihar geleneği, sağlıklı bir temele dayanmamaktadır. Temelsizdir. Çünkü insanın eşi onun annesi değildir ki, annesi gibi ona haram olsun. Anne insanı doğuran kadındır. Rastgele söylenen bir sözle kişinin eşinin onun annesine dönüşmesi imkansızdır. Bu manasız-tutarsız bir sözdür. Gerçeğe aykırı düşmektedir. Basmakalıp, uydurma bir sözdür. Doğruya ters düşmektedir. Hayattaki işlerin açıklıkla ve tam bir şekilde hakka ve realiteye dayanmaları gerekmektedir. Bu kadar karmakarışık hale gelmemeli ve bu kadar çelişkilerle yoğrulmamalıdır. "Şüphesiz Allah bağışlayan ve affedendir." Yani bu konuda daha önce geçmiş olan hataları günahları bağışlar.

Meselenin aslını bu şekilde açık ve belirlenmiş halde ortaya koyduktan sonra konuya ilişkin kesin hüküm geliyor:

"Eşlerinden zihar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin eşleriyle temas etmeden önce bir köleyi hürriyetine kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır."

Yüce Allah bir dizi günahların affedilip bağışlanması için köle azad etmeyi bir süreye kadar o zamanki savaş düzeninin zorunlu kıldığı kölelik düzeninden kurtulmanın araçlarından biri olarak kullanmıştır. Sonuçta köleliği buna benzer yollarla ortadan kaldırmıştır.

Ayet-i Kerimede geçen "Sonra dediklerine dönüş yapanlar" cümlesinin anlamı ile ilgili değişik görüşler ileri sürülmüştür. Biz bu görüşlerden "Onlar zihar ile kendilerine haram kıldıkları ilişkiye tekrar dönüş yapanlardır" diyen görüşü tercih ediyoruz. Zira ayetlerin akışına en uygun gelen anlamı budur ayetin. Buna göre ilişkiye geçmeden önce bir köle azad etmek gerekir. Ardından deniyor ki: "Size böyle öğüt verilmektedir." Yani kefaret, hiçbir doğru ve gerçek temele dayanmayan zihar eylemine bir daha dönülmemesi için bir hatırlatma ve bir öğüttür. "Yüce Allah'ın sizin yaptıklarınızdan haberi vardır." Onun gerçeğini bilir. Meydana gelişini bilir. O konudaki niyetini bilir.

Bu yorum cümlesi kalpleri uyarmak, ruhları terbiye edip eğitmek, yüce Allah'ın herşeyin içini ve dışını kuşatan bilgisi ve mahareti ile herşeyin dışında bulunduğuna dikkat çekmek için hüküm tamamlanmadan önce geliyor:

"Buna imkan bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu kolaylık Allah a ve peygamberine inanmış olmanızdan ötürüdür, bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır; inkar edenler için can yakıcı azap vardır."

Ardından açıklayıcı ve yönlendirici yorum geliyor: "Bu Allah'a ve peygamberine iman etmeniz içindir." Halbuki onlar inanmış kimselerdir. Yalnız bu açıklama ve bu kefaretler ayrıca onları Allah'ın emrine ve kesin hükmüne bağlayan durumları... Evet işte bu durumlar insanın imanını gerçekleştirir. Hayatı imana bağlar. Hayat gerçeği içinde imana apaçık bir güç kazandırır. "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır." Bunları koymuştur ki, insanlar burada dursun. Onları geçmesinler. Yüce Allah bu sınırları tanımayanlara ve onları çiğnemekten sakınmayanlara gazap eder. "İnkar edenler için can yakıcı bir azap vardır." Haddi aşmaları, meydan okumaları, iman etmemeleri ve inananlar gibi Allah'ın sınırları yanında durmamaları yüzünden...

KAFİRLER AŞAĞILANACAKTIR

Ayet-i Kerimenin "İnkar edenler için can yakıcı bir azap vardır" şeklindeki son cümlesi hem önceki ayetin sonu ile uyum sağlamaktadır, hem de Allah'a ve peygamberine karşı gelenlerden söz eden bundan sonraki ayetle önceki ayet arasında köprü görevini yapmaktadır. Bu, Kur'an-ı Kerim'in bir konudan diğerine geçerken hayret verici güzellikte bir bağ kurmada kullandığı metodunun gereğidir:

 

5- Allah'a ve Peygamberine karşı gelenler, kendilerinden öncekiler nasıl alçaltıldı ise öyle alçaltılacaklardır. Biz, apaçık ayetler indirmişizdir, bunları inkar edene alçaltıcı azap vardır.

6- O gün Allah onların hepsini diriltecek ve yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah onları birbir saymıştır. Onlar ise unutmuşlardır. Allah herşeye şahiddir.

Surenin birinci bölümü, müslüman topluluğun Allah tarafından korunduğunu ve desteklendiğini gösteren bir tablo niteliğindeydi. İkinci bölüm ise diğer grubun savaş ve hezimet tablolarından birini vermektedir. Allah'a ve Peygamberine karşı gelen yani Allah'ı ve Peygamberini karşılarına alarak diğer cephede yer alanların durumu sergilenmektedir. Burada cephenin ve çizginin sözkonusu edilmesi daha önce Allah'ın sınırlarından sözedilmesi nedeniyledir. Yani bu insanlar Allah'ın ve Peygamberinin belirlediği sınırda durmuyorlar. Tam tersine onların karşılarındaki çizgide duruyorlar! Bu ise, birbirine düşman olan, birbiriyle çekişme halinde bulunanların somutlaştırılmasıdır. Böylece onların yaptığı işin korkunçluğu ve tavırlarının çirkinliği gösteriliyor. Kendisini yaratana ve kendisine rızık verene karşı meydan okuyacak bir tutum içine girmek ve O'nun belirlediği sınırları çiğneyerek utanmadan böbürlenerek bunların karşısında yer almaktan daha kötü ne olabilir?

Allah'a karşı gelen, kötülükte direten ve bu halleriyle övünenler: "Kendilerinden öncekiler nasıl alçaltıldı ise öyle alçaltılacaklardır." Tercih edilen görüşe göre bu söz onların aleyhine bir bedduadır. Yüce Allah'ın duası ise hükmün kendisidir. Zira asıl dileyen O'dur. Dilediğini yapan da O'dur. Ayet-i Kerime'de geçen "Ketb" kavramı, kahretmek ve zillete düşürmektir. "Onlardan öncekiler" ise ya yüce Allah'ın cezalandırdığı daha önceki topluluklardır. Ya da bu ayetten önce meydana gelen olaylarda müslümanlar tarafından mağlup edilenlerdir. Mesela Bedir'de olduğu gibi."Biz apaçık ayetler indirmişizdir."Bu ifade Allah'a ve Peygamberine karşı gelenlerin dünyadaki sonları ile ahiretteki sonlarını birbirinden ayırmaktadır. Böylece hem dünyadaki hem ahiretteki akibetlerinin bu ayetlere karşı tutumlarından kaynaklandığı belirtilmiş oluyor. Ayrıca onların bu akibetlere uğramalarının cahillikten ve gerçeğin kapalı oluşundan kaynaklanmadığı, gerçeğin kendilerine açıklandığı bu apaçık ayetlerle gerçeği öğrendikleri ortaya konuyor.

Ardından onların ahiretteki akibetlerini anlamlı, etkili, uyarıcı, ruhları eğitici bir yorumla birlikte sergiliyor:

"Bunları inkar edene alçaltıcı azap vardır."

"O gün Allah onların hepsini diriltecek ve yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah onları birbir saymıştır. Onlar ise unutmuşlardır. Allah herşeye şahiddir."

Bu aşağılanma, önceki böbürlenmenin karşılığıdır. Bu aşağılanma yüce Allah'ın onların hepsini birlikte dirilteceği gündeki aşağılanmadır. Bütün bir insanlığın karşısında aşağılanmadır. Bu gerçek bir sebebi olan azap olduğu gibi onların yaptıklarının da bir açıklamasıdır. Eğer onlar bu yaptıklarını unutmuş dahi olsalar yüce Allah hiçbir şeyin dışında kalmadığı, gizli hiçbir şeyin kendisine kapalı olmadığı ilmiyle onların tüm yaptıklarını birbir ortaya koyacaktır: "Allah herşeye şahiddir."

Burada koruma ve yardım etme tabloları ile-savaş ve ceza tablosu yüce Allah'ın ilminde ve haberdar oluşunda, görmesinde ve hazır bulunmasında buluşuyor. Yani yüce Allah yardım ve korumanın hazır sahibi olduğu gibi savaş ve cezanın da hazır şahididir. Öyleyse inananlar O'nun hazır oluşu ve şahid oluşu ile güven ve huzura kavuşsunlar. Kafirler ise O'nun hazır oluşundan ve şahid oluşundan sakınsınlar.

ALLAH GİZLİ KONUŞMALARI BİLİR

Surenin seyri "Allah herşeye şahiddir" gerçeğini yerleştirmek için ek bir açıklama yapar... Bu şahidliğin, kalplerin tellerine dokunan canlı bir tablosunu çiziyor:

 

7- Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bildiğini bilmiyor musun? Üç kişi gizli konuşsa mutlaka dördüncüsü O'dur. Beş kişi gizli konuşsa mutlaka altıncısı O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunursalar bulunsunlar mutlaka O onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, herşeyi bilendir.

Ayet-i Kerime yüce Allah'ın kapsamlı ve derin ilmiyle başlıyor. Yerde ve göklerde ne varsa hepsini istisnasız bildiğini belirtiyor. İnsanın kalbini göklerin derinliklerine ve yeryüzünün dört bucağına götürüyor. Her tarafa uzanan, bütün boyutları kuşatan, herşeyi içine alan genişlikteki Allah'ın ilmiyle birlikte... Küçük büyük, gizli-açık ve bilinen-bilinmeyen herşeyi içine alan derin ilmine değinerek bağlıyor.

Ardından yavaş yavaş göklerin derinliklerinden, dünyanın uçlarından, bucaklarından toparlanarak, yaklaşarak ve yoğunlaşarak geliyor... geliyor... Muhataplara ulaşana kadar. İlahi ilmin, kalpleri titreten bir tablosu ile muhatapların kalplerine dokunuyor:

"Üç kişi gizli konuşsa mutlaka dördüncüsü O'dur. Beş kişi gizli konuşsa mutlaka altıncısı O dur. Bundan az veya çok olsalar ve nerede olurlarsa olsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir."

Aslında bu bilinen bir gerçektir. Yalnız bu gerçek derin etki bırakabilecek biçimde güzel sözlerle ifade edilmiştir. Bu kalpleri bir keresinde ürperti ve korku ile titreten, bir keresinde ise sevgi ve dostlukla dolduran bir tablodur. İnsanın kalbini yüce dost olan Allah'ın huzurunda kendisinden geçirmektedir. Nerede üç kişi yalnız kalsa dördüncülerinin Allah olduğunu hissederler. Nerede beş kişi yalnız kalsa altıncılarının Allah olduğunu hissederler. Nerede iki kişi gizli konuşup fısıldaşsa Allah oradadır! Nerede daha çok kişi buluşsa yine oradadır Allah!

Bu hiçbir kalbin ürpermeden ve titremeden sakin bir biçimde karşılayabileceği, onu etkilenmeden karşılamaya güç yetirebileceği bir hal değildir... Rabbinin, dostunun huzurunda duran bir kalp yerinde durabilir mi? Bu aynı zaman-da yüce ve ürpertici heybeti olan Allah'tır çünkü. Hangi kalp Allah'ın huzurunda sakin durabilir? "Nerede olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir."

"Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir."

Bu da sarsan ve titreten başka bir dokunuştur. Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın dinlemesi ve hazır bulunması dahi ürpertici bir olaydır. Bu dinleme ve hazır bulunmadan sonra hesaba çekme ve cezalandırma sözkonusu olduğunda acaba durum ne olur? İnsanlar gizlice fısıldaştıkları ve gizlenmek için tenha ve kuytu yerlere çekildikleri her şey kıyamet gününde şahidlerin huzurunda ortaya dökülecek ve herkesin hazır olup katıldığı bugünde yüce Allah onları yüceler aleminde haber verecek olsa durum ne olur?

Ayet-i Kerime başladığı gibi yine genel bir tablo ile sona eriyor: "Allah herşeyi bilendir: '

İşte bu şekilde bir tek ayette değişik üsluplar kullanılarak ilahi ilmin hakikatı kalplere yerleştiriliyor. Bu değişik üsluplar sözkonusu gerçeği insanın kalbine daha derin biçimde yerleştiriyor. Bu üslupları kullanarak değişik yollardan ve mesafelerden insanın kalbine ulaşıyor.

Yüce Allah'ın her yerde hazır olduğu, herşeye şahid olduğu gerçeğinin böylesine etkileyici, ürpertici tablolar halinde verilerek derinlemesine insanın kalbine yerleştirilmesi, münafıkları tehdit edecek ayetlerin bir girişi niteliğindedir. Münafıklar Medine'de Hz. Peygambere ve müslüman topluluğa karşı oyunlar, komplolar tezgahlamak için aralarında gizli toplantılar yapıyorlardı. Ayrıca burada onların kuşku ve tereddüt içindeki hallerine hayret edilmektedir:

 

8- Görmedin mi şu adamları ki gizli gizli konuşmaları yasaklandığı halde yine o yasaklanan işi yapıyorlar. Günah, düşmanlık ve Resule isyan hususunda gizli gizli konuşuyorlar. Onlar sana geldiklerinde seni, Allah'ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar. Kendi içlerinden de "Bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?" derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir, ne kötü gidilecek yerdir orası.

Ayet-i Kerime gösteriyor ki ilk dönemlerde Hz. Peygamberin münafıklara karşı izlediği yol onlara öğüt verme, samimi olmalarını, doğru yola gelmelerini telkin etme, Medine'de yahudilerle birlikte ve onların yol göstermeleriyle planladıkları oyunlardan ve komplolardan sakındırma şeklindeydi. Ama onlar buna rağmen iğrenç bir tutum sergiliyor, gizliden oyun tezgahlamaya devam ediyor, müslüman topluluğun aleyhine birtakım karanlık planlar üzerinde çalışıyor, Hz. Peygamberin emirlerine karşı gelmek, O'nun ve samimi müslümanların aralarını bozarak, çabalarını boşa çıkarmak için başka yollar ve yöntemler kullanmaya. devam ediyorlardı.

Yine ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki, onların bir kesimi selamlaşma için kullanılan cümleyi ağızlarında geveleyerek onu gizliden kötü bir anlama gelecek bir söz haline çeviriyorlardı: "Onlar sana geldiklerinde seni, Allah'ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar." Mesela yahudilerin dedikleri gibi "Essamu Aleyküm" diyorlardı. "Esselamu Aleyküm" demiş imajını vererek "sizlere ölüm" veya "siz de batın dininiz de batsın!" diyorlardı: Veyahut dış görünüşte güzel görünen fakat içteki anlamı çirkin olan başka sözler söylüyorlardı! Ve onlar bunları söylerken kendi içlerinde şöyle diyorlardı: Eğer o gerçek bir Peygamber olsaydı yüce Allah bu sözlerimizden dolayı bizi cezalandırırdı. Ya selamlaşma için kullandığımız sözlerden veya gizli olarak düzenlediğimiz toplantılar ve orada planladığımız hileler ve komplolardan dolayı bizi azaba uğratırdı.

Surenin gelişinden ve girişinden rahatlıkla anlaşılıyor ki yüce Allah onların kendi içlerinde söylediklerini, toplantıların ve komplolarında konuştuklarını Hz. Peygambere bildirmiştir. Daha önce surenin girişinde yüce Allah kocası hakkında Hz. Peygamber ile konuşan kadının konuşmasını işittiğini bildirmişti. Ayrıca üç kişinin gizli buluşup konuştuğu... her yerde kendisinin onların dördüncüsü olduğunu belirtmişti. Bu da gösteriyor ki yüce Allah onların tüm toplantılarında bulunan ve onların kendi içlerinde söylediklerinin hepsini bilen biri olarak peygamberini bu münafıkların tüm komplolarından haberdar etmiştir.

Onların bu eylemlerine Allah'ın şu sözleri ile cevap veriliyor: "Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir, ne kötü gidilecek yerdir orası: '

Bu gizli komploların deşifre edilmesi, kendilerine yasak edilmesine rağmen yapmaya devam ettikleri gizli buluşma ve konuşmaların açığa çıkarılması ayrıca onların "Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?" şeklinde içlerinde gizledikleri anlayışlarının ortaya konması... Evet işte bunların hepsi yüce Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini, her gizli konuşmaya tanık olduğunu ve her buluşmaya şahid olduğunu doğrulayan birer pratik örnektir. Birer uygulamasıdır bu bilginin. Bu ise münafıkların içine tüm yaptıklarının ortaya çıkacağı endişesini, mü'minlerin içine ise güven ve huzur gerçeğini dolduruyor.

Burada iman edenlere yönelip onlara şu şekilde hitab ediliyor: "Ey iman edenler." Bu hitab ile onları, münafıklarınkine benzer bir fısıldaşmadan, günah, düşmanlık ve Peygambere karşı gelmeyi telkin eden gizli toplantılardan sakındırıyor. Onlara Allah'tan korkmaları gerektiğini hatırlatıyor. Ve onlara bu türden bir gizli buluşmanın inananları üzmek için şeytan tarafından telkin edildiğini dolayısı ile buna benzer hareketlerin müminlere yakışmayacağını açıklıyor:

 

9- Ey iman edenler! Aranızda gizli konuştuğunuz zaman günah, düşmanlık ve peygambere karşı gelmek üzere konuşmayın. İyilik ve takva üzerine konuşun, huzuruna varacağınız Allah'tan korkun.

10- Gizli konuşmalar (Fiskoslar)şeytanın yapacağı işlerdendir. Bu iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, mü'minlere hiçbir zarar veremez.. Mü'minler Allah'a dayanıp güvensinler.

Buradan anlaşılıyor ki, ruhları ve karakterleri islamın yaşam biçimi ile henüz bütünleşmemiş olan bazı müslümanlar işler çatallaştığında gizlice toplanıyor, bağlı bulundukları önderlikten uzak bir şekilde olayları aralarında tartışıyorlardı. Halbuki böyle bir eylemi islam toplumunun karekteri ve islami yapılanmanın özü kaldırmıyordu. Zira bu yapı bütün görüşlerin, bütün düşüncelerin ve bütün önerilerin herşeyden önce önderliğe sunulmasını ve cemaat içinde gruplaşmalara gidilmemesini gerektiriyordu.

Yine anlaşılıyor ki, bu tür gruplaşmalar ve kümelenmeler, bu işleri gizlice yürütürken kimseyi rahatsız etme amacını gütmeseler de birtakım rahatsızlıklara ve karışıklıklara neden oluyorlardı. Bu işlerle uğraşanların gündemdeki sorunları körüklemeleri ve bilmeden, ilerisini düşünmeden bu meselelerde sırf görüşlerini açıklamaları bile rahatsızlıklara ve itaatsizliklere neden olabilirdi.

İşte tam bu sırada yüce Allah onlara hitap ediyor. Kendilerini O'na bağlayan bağları ile onlara sesleniyor. Böylece çâğrının gücünü ve etkisini de arttırmış oluyor: "Ey iman edenler..: ' Gizli konuşmaları gerektiği durumda dahi günah, düşmanlık ve Peygambere karşı gelme gibi çirkin işlerden sakındırmak ve mü'minlerin gizli konuşabilecekleri, onlara yakışan konuları açıklamak için onlara böyle hitap ediyor: "İyilik ve takva üzerine gizli konuşabilirsiniz: ' Bunların hangi vasıtalarla elde edileceklerini ve onların nasıl yaşanacağını, gerçekleştirileceğini planlamak için oturup konuşabilirsiniz.,Ayet-i kerimede geçen "Birr" kavramı genel anlamı ile iyilik demektir. "Takva" ise, uyanıklık ve yüce Allah'ın gözetiminde olduğunun bilincinde olmaktır. Bunlar ise, iyilikten başkasını telkin etmezler. Ayrıca eninde sonunda kendisine dönecekleri ve işlediklerinin hesabını verecekleri Allah'tan korkmalarını hatırlatıyor. İnsanlar ne kadar gizleseler de, kapalı tutmaya çalışsalar da onların tüm yaptıklarını gözeten ve birbir kayda geçen Allah'a hesap vermekten kurtulamazlar.

İmam-ı Ahmed'in Behz ve Affan'dan, hammam'dan, Katade'den, Safvan ibni Mihraz'dan aldığı bir hadiste deniyor ki: Ben İbni Ömer'in elini tutmuştum. Birden karşısına bir adam çıktı ve Resulullah'ın kıyamet günündeki gizli konuşma hakkında ne söylediğini işittin mi? diye sordu. Abdullah dedi. ki: Hz. Peygamberin şöyle dediğini işittim: "Yüce Allah mümine yaklaşır. Onu himayesine alır. İnsanlardan uzaklaştırır. Ona birbir günahlarını ikrar ettirir. Ona der ki: Bu günahı nerde işlediğini biliyor musun? Şu günahı ne zaman işlediğini hatırlıyor musun? Falan günahı nasıl işlediğini biliyor musun? Ona tek tek tüm günahlarını itiraf ettirir. Artık orada mü'min mahvolduğunu zanneder, yüce Allah buyurur: Sen bu günahları dünyada işlerken ben onları gizledim. Bugün ise onları bağışlıyorum. Sonra da adama iyiliklerinin kitabı verilir. Kafirlere ve münafıklara gelince şahidler: İşte Rabblerine karşı yalan uyduran, O'nun mesajını yalanlayanlar bunlardır, derler. İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerindedir." (Buhari, Müslim)

Şimdi de onları, bir parçası oldukları müslüman cemaatten gizli ve habersiz olarak fısıldaşmaktan, gizli konuşmaktan ve gizli planlar çevirmekten tiksindiriyor. Zira onların yararına olan şey müslüman topluluğun da yararınadır. Sonra onlar hiçbir şeyde kendilerini müslüman topluluktan ayrı hissetmemelidirler. Onlara deniyor ki: "Müslümanların fısıldaşmaları, gizlice konuşmaları ve özel biçimde konuşulduğunu görmeleri onların kalplerine üzüntü ve burukluk havasını yayar. Güvensizlik havası yaratır. Şeytan da gizli konuşanları aldatarak onların, kardeşlerinin canını sıkmalarına, onların kalplerine tereddütler ve endişeler salmalarına sebep olmalarına neden olabilir. Ama şeytan ne yapsa mü'minlere istediğini yaptıramaz."

"Gizli konuşmalar (fiskoslar) şeytanın yapacağı işlerdendir. Bu iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar veremez. Müminler Allah'a dayanıp güvensinler."

Müminler yalnız Allah'a dayanırlar. Bunun ötesinde dayanak olmaz zaten. Müminlerin Allah dışında dayanacakları kimse de yoktur.

Hz. Peygamberin kuşku uyandıracak, güveni sarsacak ve huzursuzluk yaratacak durumlarda gizli konuşmayı yasaklayan sözleri de vardır:

Buhari ve Müslim'de A'meş kanalı ile Abdullah ibni Mes'ud'dan gelen bir hadis yer almaktadır. Abdullah diyor ki: Hz. Peygamber:

"Üç kişi olduğunuzda iki kişi diğer arkadaşlarından ayrı olarak fısıldaşmasın. zira bu hareket onu üzer."

Bu yüce bir ahlâk ilkesidir. Aynı zamanda her tür şüpheyi ve tereddüdü ortadan kaldırmak için alınmış ustaca bir önlemdir. Özel yahut genel bir konuda bir sırrı veya ayıbı gizlemeye gelince bu konuda gizli ve kapalı olarak görüşmede bir sakınca yoktur. Bu genellikle cemaatin sorumlu olan yöneticileri arasında meydana gelir. Cemaatten habersiz ayrı bir kümelenmeye gitmek caiz (doğru) değildir. İşte Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Peygamberin yasakladığı şey de budur. Cemaatı dağıtabilecek, safları arasında kuşku ve güvensizliği uyandırabilecek eylem de budur. Mü'minleri üzmek için, şeytanın planladığı da bundan başkası değildir. Yüce Allah'ın sözü kesindir. Şeytan bu yolla inanmış topluluğa dilediğini yapamayacaktır. Çünkü bu topluluğun koruyucusu ve kollayıcısı yüce Allah'tır ve O, her gizli konuşmanın başında gözeten ve hazır olandır. Orada planlanan her hileyi, tuzağı ve komployu en iyi bilendir. Ve şeytan asla mü'minlere zarar veremeyecektir: "Ancak Allah'ın izin vermesi hariç". Bu koruma ilkesine yönelik bir istisnadır. Söz verilen ve kesinlik arzeden her yerde bile yüce Allah'ın iradesinin sınırsızlığı ve özgürlüğü vurgulanmaktadır. Böylece O'nun iradesi verilen söze ve kesinliğe rağmen özgürlüğünü korumaktadır.

"Mü'minler Allah'a dayanıp güvensinler." Koruyan ve savunan, güç ve üstünlük sahibi olan, herşeyi bilen, herşeyden haberdar olan, hiçbir zaman ayrılamayan, hazır şahid olan O'dur. Evrende yalnız O'nun dediği olur. O ise müminleri koruyacağına söz vermiştir. Bundan öte teminat ve bundan daha büyük huzur verici, kesin kanaat oluşturucu söz olur mu?

Bunun ardından inanmış olanlara cemaat adaplarından biri daha anlatılıyor:

 

11- Ey inananlar! Size: "Meclislerde yer açın" denildiği zaman yer açın ki Allah ta size yeriniz ve rızkınızda genişlik versin. Size "Kalkın" denildiği zaman, kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.

Ayetin iniş sebebini anlatan bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre bu ayetin münafıkların yaşantısı ile doğrudan ilgisi vardır. Böylece bu ayet ile ondan önceki ayetler arasında birçok yönden bağlar bulunduğu ortaya çıkmaktadır.

Katade der ki: Bu ayet zikir meclisleri hakkında inmiştir. Bu toplantıya katılanlar birinin geldiğini gördükleri halde Hz. Peygamberin yanından ayrılmamak için yerlerine çakılıp kalıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah onlara birbirlerine yer vermelerini emretti.

Mukatil ibni Hayyan der ki: Bu ayet cuma günü indi. Hz. Peygamber o gün Suffa'da idi. Yer dardı. Muhacirlerin ve Ensarın Bedir savaşına katılanlarına özellikle hürmet ederdi. Bedir'e katılanlardan bazıları geldiklerinde her tarafın dolu olduğunu gördüler. Hz. Peygamberin karşısında durup: "Ey Allah'ın elçisi Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun" dediler. Hz. Peygamber de onların selamlarını olduğu gibi aldı. Bundan sonra oturanlara selam verdiler. Onlar da selamlarını aldılar. Fakat oldukları yerde kalakaldılar. Birilerinin kendilerine yer vermelerini bekliyorlardı. Hz. Peygamber de onların neden ayakta kaldıklarını anladı. Onlara yer verilmemişti. Bu hal Hz. Peygamberi üzdü. Etrafında oturan ve Bedir'e katılmayan Muhacirlere ve Ensara: "Ey falan sen kalk. Ey falan sen kalk" demeye başladı. Orada ayakta kalan Bedir'e katılan kaç kişi varsa hepsine yer açılıncaya kadar teker teker isim söylemeye devam etti; Bu ise yerlerinden kaldırılanların zoruna gitti. Zaten Hz. Peygamber de onların üzüldüklerini yüz hatlarından anlamıştı. Münafıklar dediler ki: "Peygamberin insanlar arasında adil olduğunu söyleyenler sizler değil misiniz? Allah a yemin ederiz ki, onun bu insanlara adil davrandığını görmüyoruz! Bazı insanlar gelmiş yerlerine oturma ve peygamberlerine yakın olmayı gönülden arzu etmişlerdir. Peygamber ise bunları yerlerinden kaldırmış ve daha sonra gelenleri oraya oturtmuştur"

Bize gelen rivayetlere göre Hz. Peygamber: "Yüce Allah kardeşine yerini verene merhamet etsin" buyurmuştur. Bu sözü duyan sahabiler bundan sonra hemen yerlerinden kalkıyor ve kardeşlerine yer açıyorlardı. Bu ayet-i kerime cuma günü inmiştir.

Bu rivayet doğru olsa dahi bir adamı yerinden kaldırıp oraya oturmayı yasaklayan diğer hadislerle çelişki arzetmez. Bu hadislerden biri Buhari ve Müslim tarafından kitaplarına alınmış olan şu hadistir: "Kimse kimseyi yerinden kaldırıp oraya oturmasın, fakat birbirinize yer açınız: ' buna göre en son gelenin boş olduğu yere oturmasını zorunlu kılan ve ön tarafta yer almak için insanların omuzlarından aşarak ileri gitmeye çalışmasını yasaklayan hadisler de bu hadisle çelişki içinde değildir.

Ayet dışardan gelenin oturması için yer ayırmaya teşvik etmektedir. Ayrıca oturmakta olan birine "sen kalk" denildiğinde onun bu emre itaat ederek kalkması gerektiğini dile getirmektedir. Şu kadarı var ki bu emri veren cemaatı düzenlemekten sorumlu olan yetkili kişidir, gelen adam değil!

Burada asıl amaç yerin açılmasından önce kişinin kalbinin açılması ve geniş olmasıdır. İnsanın kalbi geniş olduğunda insanın kendiliğinden tolerans sahibi olur ve yer vermeye çalışır. Oturmakta olan adamlar gelen kardeşlerine sevgi ve toleransla dolu olurlar. Memnuniyetle ve sevinçle onlara yerlerini verirler. İşi yöneten kişi yerin boşaltılmasını gerektiren herhangi bir sebepten dolayı boşaltmayı istediğinde mü'minler içtenlikle, memnuniyetle ve gönül huzuruyla bu emre uymalıdırlar. Bununla beraber islamın diğer temel ilkeleri geçerliliğini korur. Kimse kimsenin omuzuna basarak ilerlemeye kalkmaz. Kimse bir başkasını kaldırıp kendisi oturamaz. Çünkü islam hem toleranslı davranmayı hem de disiplinli olmayı emreder. Her yerde uyulması gereken edebe riayet etmek esastır.

Kur'an-ı Kerim her bir yükümlülük sırasında insanın bilincini, duyarlılığını harekete geçirmeyi metod edindiğinden oturumlardaki yerlerini kardeşlerine verenlere cenabı Allah'ın buna karşılık onlara ikramda bulunacağını, geniş ve bol imkanlar vereceğini vadediyor: "Yer açın ki Allah da size genişlik versin." Peygamberin emrine uyarak yerlerini kardeşlerine bırakıp kalkanlara da yüce makama erdireceğine söz veriyor: "Size kalkın denildiği zaman kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin." Bu onların alçak gönüllülüklerinin, kalkma emrini aldıklarında kalkmalarının karşılığıdır.

Burada asıl sözkonusu olan Hz. Peygambere yakın olmak ve onun toplantılarında ondan ilim öğrenmektir. Şimdi ayet onlara şunları öğretiyor: İnsanın gönlünü genişleten ve emre itaat etmesini sağlayan iman ile kalbi terbiye edip genişleten ve itaat etmesini sağlayan ilim, insanın Allah katında yüksek derecelere ulaşmasını sağlar. Bu da onların Resulullah'ın isteği üzerine yerlerinden kalkmaları ve itaat ederek o yüce makamdan ayrılmalarının karşılığıdır. "Allah yaptıklarınızı haber almaktadır." O sizin yaptıklarınızın gerçek yüzünü bilerek ve onların arkasında gizli olan bilinci ve niyeti de hesaba katarak size karşılığını verecektir.

İşte Kur'an-ı Kerim kalpleri ve ruhları bu şekilde eğitmekte ve arındırmaktadır. Teşvik ve duyarlılık üslubuyla ona toleransı, gönül zenginliğini ve itaati öğretmektedir. Çünkü din matamot yerine getirilen yükümlülüklerden ibaret değildir. Din, bilinçteki bir dönüşüm ve vicdandaki bir duyarlılıktır.

ASHABIN PEYGAMBERLE İLİŞKİSİ

Şimdi Kur'an-ı Kerim müslümanlara Peygamberle ilişkilerinde dikkat etmeleri gereken bir görgü kuralını daha öğretmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, müslümanlar tek tek Rasulullah ile görüşüp kendi özel sorunlarını konuşmak, kendisiyle ilgili görüşünü ve direktiflerini almak, ya da onunla başbaşa kalmayı bir mazhariyet olarak değerlendirip ona ulaşmak için birbiriyle yarışıyorlardı. Herkes Peygamberi yalnız görmek istiyordu. Fakat onun sosyal ve cemaati ilgilendiren görevlerinin önemini güzelce takdir edemiyor, zamanının değerli olduğunu ve onunla başbaşa kalmanın ancak çok önemli işlerde sözkonusu olabileceğini düşünemiyorlardı. Cenabı Allah onlara. bu gerçekleri öğretmek amacıyla Rasulullah'la yalnız görüşmek isteyenlerin, onun cemaatin hakkı olan vaktinden bir bölümünü almak isteyenlerin bir sadaka ödemeleri gerektiğini bildirdi. Buna göre Peygamberle başbaşa kalmak, onunla özel görüşmek isteyenler bundan önce bir sadaka vereceklerdi..

 

12- Ey iman edenler! Peygamber ile gizli (özel) bir şey konuşacağınız zaman bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet sadaka verecek bir şey bulamazsanız, Allah bağışlayan, esirgeyendir.

Nitekim Hz. Ali bu ayeti uygulamıştır. Rivayet edildiğine göre onun bir dinarı vardı. Onu bozdurarak dirheme çevirdi. Ne zaman bir iş için Hz. Peygamberle yalnız görüşmek isterse bir dirhemini sadaka olarak veriyordu. Fakat bu iş müslümanlara zor gelmeye başladı. Yüce Allah da bunu biliyordu. Zaten emir de amacına ulaşmıştı. Müslümanlar artık arzu ettikleri başbaşa görüşmenin önemini kavramışlardı. Bu nedenle yüce Allah bu yükü üzerlerinden aldı.

Bundan sonra gelen ayet buradaki yükümlülüğü kaldırdı. Onları ibadetlere, kalbi düzelten itaatlere yöneltti:

13- Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden korktunuz mu Çünkü yapmadınız. Allah sizi affetti. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve Resulüne itaat edin. Allah yaptıklarınızı haber alandır.

Bu iki ayette ve onların iniş sebeplerini açıklayan rivayetlerde müslüman topluluğun bilinç ve ahlâk, düşünce ve yaşantının küçük büyük her konusunda eğitilmesi için gösterilen çabanın, verilen önemin bir türünü görüyoruz.

Şimdi surenin akışı yahudileri dost edinen münafıklara yöneliyor. Onların bazı durumlarını ve tutumlarını tasvir ediyor. Onları yaptıklarının deşifre edilmesiyle ve kötü akibete uğratılmakla tehdit ediyor. Her tür önleme rağmen islam çağrısının ve müslümanların zaferinin kaçınılmaz olduğu bildiriliyor:

 

14- Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Bile bile yalan yere yemin ediyorlar.

15- Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey çok kötüdür.

16- Yeminlerini kalkan yapıp Allah'ın yoluna engel oldular. Onlar için küçük düşürücü azap vardır.

17- Onların ne malları, ne de evlatları kendilerini Allah'a karşı koruyamaz. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır.

18- Allah'ın onların hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada şu yemin ettikleri gibi, Allah'a da yemin ederler. Kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar gerçekten yalancıdırlar.

19-Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur. Onlar şeytanın taraftarlarıdır. İyi bilin ki şeytanın taraftarları mutlaka kaybedenlerdir.

Allah'ın gazabına uğramış olan yahudilerle dostluk kuran münafıklara bu şekilde yoğun saldırılar yapılması gösteriyor ki onlar müslümanlara karşı köklü,büyük çaplı tuzaklar kuruyor, müslümanların en azılı düşmanlarıyla onlara karşı komplolar hazırlıyorlardı. Yine bu ayetler gösteriyor ki artık bu dönemde islamın gücü genişlemişti. Münafıklar artık bu güçten korkuyorlardı. Hz. Peygamber ve mü'minler ile karşılaşıp yüzleştiklerinde Cenabı Allah'ın onların planlarına ve komplolarına ilişkin verdiği bilgiler kendilerine söylendiğinde yalan yere yemin ederek kendilerinin söylediği sözleri ve tezgahladıkları komploları inkara kalkışıyor, yalan yere yemin ettiklerini bile bile bir de yemin ediyorlardı. Onlar bu yeminlerle karanlık planlarının ortaya çıkarılması halinde uğrayacakları cezadan kendilerini korumaya çalışıyorlardı. "Yeminlerini kalkan edindiler." Yani onları siper edindiler. Böylece Allah'ın yolunu kapatmak için hilelerine, tuzaklarına devam ediyorlardı.

Yine Allah bu ayetler aracılığıyla onları defalarca tehdit etmektedir: "Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Onların yaptıkları şey gerçekten çok kötüdür." "Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır." "Onların ne malları ne de evlatları kendilerini Allah'tan koruyamaz. Onlar ateş halkıdır Orada ebedi kalacaklardır."

Onların kıyamet günündeki durumlarını da aşağılanmış, horlanmış bir halde tasvir etmektedir. Burada onlar insanlara yemin ettikleri gibi Allah'a da yemin ediyorlar: "Allah'ın onların hepsini yeniden dirilteceği gün dünyada size yemin ettikleri gibi O'na da yemin ederler". Bu da gösteriyor ki ikiyüzlülük onların iliklerine kadar işlemiştir. Kıyamet gününe kadar onlardan ayrılmayacaktır bu karekter. Hatta kalplerin derinliklerindeki ve göğüslerin içindeki gizliliklere varıncaya kadar herşeyi bilen yüce Allah'ın huzurunda bile bu ikiyüzlülükten kurtulamayacaklardır. "Onlar bir şeye dayandıklarını zannediyorlar." Halbuki onlar boşluktadır. Hiçbir şeye dayanmıyorlar. Hiçbir şeye!

Ardından onları değişmeyen köklü, yalancılık damgasıyla damgalıyor: "Dikkat edin, iyi bilinki onlar gerçekten yalancıdırlar."

Sonra onların bu durumlarının nedenini açıklıyor. Zira şeytan onları büsbütün emri altına almıştır: "Onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur." Allah'ı unutan kalp ise bozulur kötülüğe yataklık eder. "Onlar şeytanın taraftarlarıdır." Onlar şeytana karşı samimidirler. Onun sancağı altında yer alırlar. Onun adına çalışırlar. Onun amaçlarını gerçekleştirirler. O ise katıksız kötülüktür. Sonuçta katıksız ziyana uğrayacaktır. "İyi bilinki şeytanın taraftarları mutlaka kaybedenlerdir.

Bu gerçekten şiddetli, sert bir saldırıdır. Onların düzenbaz halleriyle, aldatıcı düşmanlıklarıyla, müslümanlara karşı planladıkları kötülüğe, eziyete ve bozgunculuğa tamimiyle uygun düşmektedir. Müslümanların kalplerini ise huzura kavuşturmaktadır. Yüce Allah onların yerine gizli olan düşmanlarına bu şekilde yoğun saldırılar düzenlemektedir.

Bu münafıklar yahudileri umut bağlanan ve kendilerinden korkulan bir güç kabul ederek onlara sığındıklarından ve onlardan destek bekleyip, onlarla işbirliği yaptıklarından yüce Allah da müslümanların onlardan umutlarını kesmelerini istiyor. Allah düşmanlarına zilleti ve yenilgiyi, Peygamberine ve kendisine ise galibiyeti ve hakimiyeti verdiğini açıklıyor:

 

20- Allah'a ve peygamberine düşman olanlar, onlar en alçak kimselerle beraberdirler.

21- Allah'a andolsun ki ben ve elçilerim galip geleceğiz diye" yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.

Yüce Allah'ın gerçekleşen sözü budur işte. Dış görünüşe bakıldığında bazan bu doğru sözün gerçekleşmediği sanılsa da herşeye rağmen gerçekleşecek olan vaadidir.

Bilfiil görünen odur ki, iman ve tevhid, küfre ve şirke galip gelmiştir. Bu yeryüzünde, Allah inancı yerleşmiştir. Şirkin ve putperestliğin islamın yolunda oluşturduğu onca engellemelere, onca handikaplara rağmen insanlık islama bağlanmıştır. Küfür, şirk ve inkarcılıkla uzun süren bir savaştan sonra insanlık islamla tanışmıştır. Yeryüzünün bazı bölgelerinde zaman zaman inkarcılığın veya şirkin yaygınlaştığı ve genişlediği, bugünkü inkarcı ve putperest devletlerde olduğu gibi egemen olduğu görülse de, Allah inancı yine de genel anlamda egemenliğini korumaktadır. Ayrıca putperestlik ve inkarcılık dönemlerini mutlaka kaçınılmaz bir son beklemektedir. Zira bunlar yaşamaya elverişli anlayışlar değildir. İnsanlık hergün Allah'a imana yönelten, iman ve tevhid inancını gerçekleştiren, sağlamlaştıran yeni yeni delillere ulaşmaktadır.

İnanmış insan Allah'ın sözünü gerçekleşmiş bir hakikat olarak kabul eder. Eğer belirli bir kuşakta veya dünyanın sınırlı bir bölgesinde dar kapsamlı bir uygulama bu gerçeğe ters düşüyorsa, bu uygulama tutarsız, temelsiz ve geçici olan bir uygulamadır. Onun yeryüzünde bir dönem varlığını sürdürmesi özel bir hikmete bağlıdır. Belki de bununla Allah'ın sözünün belirlenen zamanda gerçekleşmesi için iman duygusunun coşturulup, harekete geçirilmesi amaçlanmaktadır.

Bugün insan, iman düşmanlarının inanmışlara karşı uzun zamanlardan beri uyguladıkları baskılara, takiplere, zulümlere ve her çeşit aldatmaya, ortaya koydukları çeşitli saldırılara baktığında... Bu saldırıların bazı dönemlerde ileri derecede yoğunlaşarak sürgün, işkence, yaşam koşullarının daraltılması ve hatta mü'minlerin sıkı takibata uğrayarak öldürülmeleri gibi tüm cezalandırma, yıldırma metodlarının kullanıldığını hesaba kattığında... Tüm bu olumsuzluklara rağmen imanın mü'minlerin kalbinde muhafaza edildiğini, onları yıkılmaktan koruduğunu, inanmış toplulukların kişiliklerini yitirmekten ve saldırgan ulusların içinde eriyip gitmekten koruduğunu, kesin yıkım ve yok etme halleri dışında inanmış bireylerin ve toplulukların egemen zalim güçlere boyun eğmediğini gördüğünde... Evet insan, uzun vadede gerçekleşen bu hakikatı gördüğünde Allah'ın bu va'dinin doğruluğunu anlamaktadır. Bu tarihi gerçeğe baktığında daha fazla beklemesine gerek kalmadan Allah'ın va'dinin gerçek olduğunu anlar.

Ne olursa olsun mü'min, Allah'ın va'dinin bu varlık aleminde mutlaka gerçekleşecek bir hakikat olduğuna inanır. Allah'a ve Peygamberine karşı gelenlerin zillete mahkum olacakları, Allah ve Peygamberinin ise galib olacağı hakkındaki inancına asla gölge düşürmez. Bunun mutlaka gerçekleşeceğine inanır. Olaylar istediği kadar başka şekilde gelişsin farketmez!

 

ALLAH'A DOST OLMANIN NİTELİĞİ

22- Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kavmin; babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Peygamberine düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş onlarda O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın taraftarlarıdır. Muhakkak ki başarıya ulaşacak olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır.

Bu Allah'ın taraftarları ile şeytanın taraftarları arasındaki en belirgin farktır. Belirginlik kazanan safların kesin hatlarla ayrılmasıdır. Her çeşit engelin ve her tür bağın ortadan kaldırılarak tek kulpa, tek bağa bağlanmasıdır.

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kavmin Allah'a ve Peygamberine düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin: '

Çünkü yüce Allah bir insana iki kalp vermemiştir. Ve bir insan bir kalpte iki zıt sevgiyi yerleştiremez. Hem Allah ve Peygamber sevgisi hem de Allah a ve Peygamberine düşman olanların sevgisi... Bu kalp ya imanlı olacaktır ya da imansız! Bunların her ikisini birleştirmek ise mümkün değil.

"İsterse babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları olsun farketmez."

Kan ve yakınlık bağları iman bağı ile çeliştiklerinde kopuverirler. İki sancak yani Allah'ın sancağı ile şeytanın sancağı arasında bir çekişme ve düşmanlık yoksa bu bağları birlikte gözetmek mümkündür. Allah taraftarları ile şeytan taraftarları arasında bir savaşın olmadığı sıralarda müşrik olan anne-babaya iyi davranmak emredilen bir davranıştır. Aralarında mücadele, sürtüşme, düşmanlık ve savaş varsa bu durumda tek olan kulpla ve tek olan bağla ilgisi olmayan bütün bağlar kopar. Nitekim Ebu Ubeyde Bedir savaşında babasını öldürmüştü. Ebu Bekir Sıddık oğlu Abdurrahman'ı öldürmeye kalkışmıştı. Mus'ab bin Umeyr kardeşi Ubeyd bin Umeyr'i öldürmüştü. Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Ubeyde ve Haris yakınlarını ve akrabalarını öldürmüşlerdi. Kan ve yakınlık bağlarından soyutlanarak din ve inanç bağına sarılmışlardı. İşte bu Allah'ın ölçüsünde bağların ve değerlerin yükselebileceği en yüksek noktaydı.

. "İşte Allah'ın kalplerine imanı kazıdığı kimseler bunlardır."

İman Allah'ın eliyle onların kalplerine yerleştirilmiş Rahman'ın sağ eliyle gönüllerine yazılmıştır. Artık bu imanın silinmesi ve çözülmesinden söz edilemez. Körelmesi ve kapanması yoktur onun!"Ve onları katından bir ruh ile desteklemiştir."Onların bu kadar keskin bir iradeye ulaşmaları ancak Allah'tan bir ruh ile mümkün olabilir. Kalplerinin bu nur ile aydınlanması, onların güç ve ışık kaynağı olan ve onları gücün ve ışığın kaynağına kavuşturan bu ruh ile ancak mümkündü."Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Onlar orada ebedi kalacaklardır: 'Dünyada her türlü bağdan ve her türlü ilişkiden soyutlanmalarının, dünyanın geçici her şeyini kalplerinden söküp atmalarının karşılığı olarak."Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan."Apaydınlık, huzur ve rahat veren bu tablo müminlerin halini yüksek ve üstün bir konumda, sevinç ve hoşnutluğun egemen olduğu bir havada canlandırıyor. Rabbleri onlardan razı, onlar da Rabblerinden razıdır. Herşeyden kopmuşlar, kendilerini ona bağlamışlar. O da onları himayesine kabul etmiş, cennetlerinde onlara geniş imkanlar sağlamış ve onlardan razı olduğunu kendilerine hissettirmiştir. Böylece onlar da hoşnut olmuşlardır. İçleri bu yakınlık ile huzura kavuşmuş, sevince boğulmuş ve doyuma ulaşmıştır."İşte bunlar Allah taraftarlarıdır."

Allah'ın cemaatıdır onlar. Allah'ın sancağı altında toplanmışlardır. O'nun önderliği ile hareket ederler. O'nun yolunda yürürler. O'nun sistemini gerçekleştirirler. O'nun yeryüzündeki kazasını ve kaderini gerçekleştirmek için çalışırlar. Onlar da Allah'ın kaderinden biridirler. Çünkü;"Hiç şüphesiz Allah taraftarları kurtulanların kendileridir." Allah'ın seçkin yardımcıları kurtulamayacak da kim kurtulacak?

Böylece insanlık iki ayrı gruba ayrılmaktadır: Allah taraftarları ve şeytan taraftarları. Bütün insanlar iki ayrı sancak altında toplanmaktadır: Hak sancağı ve batıl sancağı. Buna göre insan, ya Allah taraftarı olup hak sancağı altındadır. Ya da şeytan taraftarı olup batıl sancağı altındadır. Bunlar iki ayrı çizgi, iki ayrı gruptur. Öyle kesin hatlarla birbirinden ayrılmışlardır ki, asla barışmazlar ve asla esneklik göstermezler!

Akrabalık ve hısımlık yok. Aile ve yakınlık yok, vatan ve millet yok, tutkunluk ve ulusculuk yok, sadece akide... Yalnız ve yalnız akide. Kim Allah taraftarlarına katılır, hak sancağı altında durursa, o ve bu sancağın altında duran herkes Allah yolunda kardeştir. Renkleri farklı, vatanları farklı, milletleri farklı, aileleri farklıdır. Allah taraftarlarını oluşturan temel bağları ayrıdır. Burada bütün farklılıklar bir olan Allah'ın sancağı altında erir gider. Kim de şeytanın egemenliğine girer. Batıl sancağının altında yer alırsa artık hiçbir bağ onu Allah taraftarlarına bağlayamaz. Ne ülke, ne ırk, ne vatan ne renk, ne soy bağı ne akrabalık ne hısımlık... Bütün bu bağları ayakta tutan baştaki bağ kopmuş olur. Onun kopması ile diğer bağların tümü de kendiliğinden çözülür.

Bu ayet-i kerime de müslüman topluluk içinde kan bağlarını, yakınlık, dostluk ve çıkarını gözetenlerin bulunduğu, onların içindeki hastalıklar tedavi edilmekle birlikte imanın ölçüsü bu kadar kesin bir biçimde ve tamamen ayrı bir şekilde ortaya konmaktadır. Aynı zamanda müslüman topluluk içinde kendilerini Allah'a adayan, samimi bir şekilde O'na bağlanan ve burada dikkat çekilen makama yükselen bir kesimin de bulunduğu ifade edilmektedir.

Bu tablo, Allah'ın islam ümmetini koruyup gözettiğini tasvir ederek başlayan bu sureyi en güzel bir şekilde sona erdiriyor. Nitekim surenin başında Hz. Peygamber'e kendisi ve eşinin meselesini tartışan fakir kadının sözlerini yüce Allah'ın işittiği dile getirilmiştir.

İslam ümmetini bu kadar güzel bir biçimde koruyup-gözeten Allah'a bu ümmetin bağlanması, bu korumanın en doğal karşılığıdır. Allah'ın taraftarları ile şeytan taraftarlarının kesin hatlarla ayrılması doğaldı. Yüce Allah'ın evrensel görevi için seçtiği ve bu konuda görevlendiği ümmete bundan başkası yakışmazdı zaten.

MÜCADELE SURESİNİN SONU

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.