74-Müddessir
1-Ey örtüye
bürünerek saklanan Muhammed!
2-Kalk da uyar.
3- Rabbinin
büyüklüğünü dile getir.
4-Elbiselerini
temizle.
5- Çirkin
davranışlardan uzak dur.
6- Yaptığın iyiliği
çok görüp başa kakma.
7- Rabbin için
sabret.
Sure, Peygamberimizi ağır ve son derece önemli bir
görevi üstlenmeye çağıran yüce bir sesleniş ile söze giriyor. Bu görev
insanlığı uyarma, onu dünyada kötülükten, ahirette cehennemden kurtarma,
henüz fırsat elde iken onu doğru yola iletme görevidir. Bu görev o günlerde
bir insana -bu insan bir peygamber de olsa- yüklenebilecek son derece ağır
ve zor bir görevdi. Çünkü o günlerin insanlığı öylesine sapık, öylesine
günahkar, öylesine inatçı, öylesine söz dinlemez, öylesine azgın, öylesine
gözü kara, öylesine kaypak ve öylesine gerçekten uzaklaşmış idi ki, onu
gerçeğin sesini dinlemeye çağırmak dünyadaki yükümlülüklerin en ağırı, en
sıkıntılısı niteliğinde idi.
Evet, "Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed, kalk
da uyar." Peygamberlik misyonunun en belirgin görevi olarak "uyarmak"
farkında olmadan sapıklık akıntısına kapılıp giden gafillere "kendilerini
bekleyen yakın bir tehlikeyi haber vermektir. Bu uygulama, yüce Allah'ın
kullarına yönelik rahmetinin açık bir göstergesidir. Sebebine gelince kullar
yoldan sapmakla yüce Allah'ın görkemli egemenliğinde bir eksilme meydana
getiremeyecekleri gibi doğru yola girmekle de O'nun sınırsız mülküne
herhangi bir katkıda bulunamazlar. Buna rağmen yüce Allah'ın onları ahiretin
acıklı azabından, dünyanın mahvedici kötülüklerinden kurtarmak için
gösterdiği yoğun ilgi, Peygamberleri aracılığı ile onları af dilemeye
çağırması ve onları keremi ile affederek cennetine koyması O'nun engin
merhametinin gereğinden başka birşey değildir.
Şimdi de Peygamberimizin kendine dönülerek
başkalarını uyarma görevinin arkasından Rabbinin büyüklüğünü dile getirmeye
çağrılıyor:
"Rabbinin büyüklüğünü dile getir."
Sadece Rabbini büyük bil. Yüceltmeye lâyık olan tek
büyük O'dur. Bu direktif ilahlığa ve tek Allah'lığa ilişkin "iman" dayanaklı
düşüncenin anlamının önemli bir yanını belirler.
Herkes, herşey, her değer ve her gerçek küçüktür.
Büyük olan sadece Allah'tır. Tek ve eşsiz olan Allah'ın büyüklüğünü ve
yüceliği karşısında bütün kütleler, bütün hacimler, bütün güçler, bütün
değerler, bütün olaylar, bütün gelişmeler, bütün anlamlar, bütün şekiller
küçülür, sönük ve belirsiz kalır.
Peygamberimizin insanlığı uyarma görevini
omuzlarken, bu görevin sıkıntılarını, baskılarını ve zorluklarını bu
bilinçle, bu düşünce ile göğüslemeye yönlendiriliyor. Çünkü kendisini uyarma
görevine atayan Rabbinin tek "büyük" olduğu gerçeğine bağlanınca bütün
komplolar, bütün kaba güçler, bütün engeller gözünde küçülecektir. islama
çağırma görevinin sıkıntıları ve zorlukları bu düşünceyi, bu bilinci sürekli
biçimde taze tutmayı gerektirecek kadar ağırdır.
Daha sonra Peygamberimize "temizlenme" direktifi
veriliyor:
"Elbiselerini temizle."
"Elbise temizliği" arap dilinde Dolaylı olarak kalp,
ahlâk ve davranış temizliği anlamını taşır. Amaç elbiselerin örtülüğü öz
kişiliğin, bu kişiliği oluşturan tüm özelliklerin ve niteliklerin
temizliğidir. Temizlik, peygamberliğin doğasının en ayrılmaz sıfatı olduğu
gibi yüceler alemi ile ilişki kurabilmenin de vazgeçilmez şartıdır. Bunların
yanısıra uyarmanın ve duyurmanın şartları ile başedebilmek için, çeşitli
akımlar, çeşitli arzular, çeşitli kanallar ve dehlizler arasında çağrı
görevini yürütebilmek için de temizlik gereklidir. Dava adamı görevini
yaparken kendisini çeşitli kirlerle, pisliklerle, tortularla ve lekelerle
sarılmış, kuşatılmış bulacaktır. Bu olumsuz şartlar ortasında kirlenmeden
kirlileri kurtarabilmek için, lekeliler ile ilişki kurarken lekelenmemek,
üzerine çamur sıçratmamak için her bakımdan tam anlamda temiz olmaya
ihtiyacı vardır. Bu direktif peygamberliğin, çağrı işlevinin, çeşitli
ortamlarda, çeşitli toplumlarda, çeşitli şartlarda ve kalplerde bu görevi
yürütmenin şartlarına yönelik ince ve derin anlamlı bir vurgulamadır.
Daha sonra Peygamberimize Allah'a ortak koşmaktan ve
azaba çarpılmayı gerektiren davranışlardan uzak durması telkin ediliyor.
"Çirkin davranışlardan uzak dur."
Peygamberimiz, peygamber olmadan önce bile
müşriklikten ve azaba çarpılmayı gerektirecek iğrençliklerden uzak durmuştu.
Sağlıklı fıtratı bu tür bir sapıklığı, böylesine lekeli bir inanca
kapılmayı, bu çeşit ahlâk bozukluklarını ve kirli gelenekleri reddetmişti.
Onun hiçbir cahiliye uygulamasına katıldığı görülmemiştir. Buna rağmen
kendisine niçin bu direktif veriliyor? Amaç barış ve uzlaşma kabul etmez bir
farklılığı, bir saf ayrımını açık açık duyurmaktır. Çünkü islam yolu ile
müşriklik akımı, hiçbir noktada buluşmayan iki ayrı yoldur. Bunun yanısıra
bu direktifle sözkonusu iğrençliğin kirinden uzak durma yönünde duyarlı bir
bilinç oluşturma amacı da güdülmüştür. Ayetin orjinalinde geçen "rics"
sözcüğü aslında "azab" anlamındayken zamanla azaba uğramayı gerektiren
davranışlar anlamını kazanmıştır.
Bir sonraki ayette Peygamberimize kendini hiçe
sayılması, harcadığı çabaları Başa kakmaması, büyütmemesi ve çok görmemesi
direktifi veriliyor.
"Yaptığın iyiliği çok görüp başa kakma."
Peygamberimiz yeni görevi sırasında çok özverilerde
bulunacak, çok şeyini feda edecek, hesaba gelmez emek, çaba ve enerji
harcayacaktır. Fakat Allah Ondan özverilerini çok görmemesini, büyütmemesini
ve başa kakmamasını istiyor. Fedakârlıklarının hesabını tutan insanlar bu
davayı yürütemezler. Bu dava bağlılarından o kadar çok fedakârlıklar ister
ki insan ancak yaptıklarını hemen unutursa bu istekleri göğüsleyebilir.
Hatta gerçek dava adamı bu yoldaki özverilerini hiç aklına bile
getirmemelidir. O kadar kendini Allah'a adamış olmalıdır ki, bütün
emeklerini ve gayretlerini yüce Allah'ın kendine yönelik lütfu ve bağışı
olarak algılamalıdır. Gerçekten bu yoldaki çabalar yüce Allah'ın kullarına
sunduğu bir ayrıcalıktır. Yüce Allah tarafından seçilmiş olmanın ve bu yolda
çalışma başarısına erdirilmenin göstergesidir. Buna göre bu uğurda çalışma
fırsatına kavuşmak yüce Allah'a şükretmeyi gerektiren bir seçilme, bir
ayıklanma, bir onurlandırmadır; yoksa başa kakılacak ve gözde büyütülecek
bir angarya değildir.
Okuduğumuz ayetlerin sonuncusunda Peygamberimize
Rabbi için sabretmesi direktifi veriliyor:
"Rabbin için sabret."
Sabır, bu dava ile ilgili her yükümlülük sırasında,
ya da her direnme gerektiren zorluk karşısında tekrarlanan bir direktiftir.
Sabır bu çetin savaşın, insanları Allah'a çağırma savaşının en vazgeçilmez
azığı ve cephanesidir. Bu savaş aynı anda iki ayrı cephede verilecektir.
Cephelerden birinde nefsin ihtiraslarına ve gönüllerin arzularına karşı
savaş verilirken öbür cephede ihtiraslarının şeytanları tarafından güdülen,
kişisel arzularının dürtüleri tarafından itilen davanın düşmanları ile
savaşılacaktır. Bu savaş sürekli, kesintisiz ve çetin bir savaştır. Tek
azığı, tek cephanesi. Yalnız Allah'ın rızasını amaçlayan, O'nun vereceği
ödülden başka hiçbir şeyde gözü olmayan sabırdır.
SUR'A ÜFLENDİĞİ
ZAMAN
Peygamberimize yönelik bu direktiflerin arkasından
O'nun başkalarına yönelteceği uyarılarla karşılaşıyoruz. Bu uyarılar
Peygamberimizin geleceğini haber verdiği "o çetin gün"ü zihinde
canlandıracak bir dille ifade ediliyor: Okuyalım:
8- O Sur â üflendiği
zaman,
9- O gün çetin bir
gündür.
10- Kafirler için
hiç de kolay değildir.
Ayetin orjinalinde geçen "Nakr finnakur" ifadesi
başka ayetlerde yeralan "Sur'a üfleme" deyiminin verdiği anlamın aynısını
taşır. Fakat buradaki ifade daha güçlüdür, meydana gelen yüksek sesin
frekans şiddetini daha çarpıcı biçimde somutlaştırır. Bizleri sürekli
çınlayân bir ses kaynağı ile yüzyüze getirir. Çünkü "kulağı çınlatan ses"
imajı, "kulağın işittiği ses" imajından daha etkilidir. Bundan dolayı "o
gün" Kafirler için zorlu bir gündür. Bir sonraki ayette kolaylığın en zayıf
gölgesi bile dışlanarak "zorluk" imajı pekiştiriliyor.
"Kafirler için hiç de kolay değildir."
O gün kafirler için katıksız zorluktan ibarettir. Bu
zorluğun arasına kolaylığın kırıntısı bile karışmaz. Sözkonusu zorluğun
ayrıntısına girilmiyor. Tersine kavram belirsiz ve bilinmez bırakılıyor. Bu
da bunalım, sıkıntı ve ızdırap imajlarını güçlendiriyor. Aslında kafirler
Sur'a üflenmeden, o son derece çetin günle yüzyüze gelmeden önce uyarılmaya
ne kadar muhtaçtırlar!
NANKÖR KARAKTER
Bu genel tehdidin arkasından belirli bir inkarcı
kişi ele Alınıyor. Anlaşılan bu kişi inkarcılıkta ve islam çağrısı aleyhinde
komplolar düzenlemekte özel rol üstlenmiş bir elebaşıdır. Bu elebaşıya
mahvedici, toz edici tehdit darbeleri indiriliyor. Onun gülünç, alay konusu
ve iğrenç tablosu çiziliyor. Jestleri, mimikleri, yüz hatları, ruh portresi
kelimelere o kadar somut biçimde yansıtılıyor ki, adam canlı, hareketli,
çatık kaşlı ve asık suratlı kimliği ile karşımızda duruyor gibi oluyoruz.
Okuyalım:
11-12-Şu adamın
işini bana bırak ki, kendisini yarattığımda yapayalnızdı.
13- Ona bol bol mal
verdim.
13- Gözü önünden
ayrılmayan evlatlar verdim.
14- Her işini yoluna
koydum.
15- Böyleyken halâ
daha çoğunu vermemi bekliyor.
16 Hayır, hayır! O
ayetlerimize inatla karşı çıkıyor.
17- Onu sarp bir
yokuşa saracağım.
18- O düşündü ve
değerlendirme yaptı.
19- Kahrolası, nasıl
bir değerlendirme yaptı?
20- Bir daha
kahrolası, nasıl bir değerlendirme yaptı?
21- Sonra baktı,
22- Sonra suratını
astı ve kaşlarını çattı.
23- Sonra yüz
çevirdi, büyüklük tasladı.
24- Ve dedi ki; "Bu
Kur ân eskilerden aktarılan bir büyüdür.
25- O kesinlikle
insan sözüdür."
26- Onu Sakar a
atacağım.
27- "Sakar" nedir,
biliyor musun?
28- Geride hiçbir
şey bırakmaz, ondan hiçbir şey kurtulmaz.
29- Bütün insanların
dikkatlerini üzerinde yoğunlaştırır.
30- On dokuz tane
görevlisi vardır.
Elimizdeki birçok rivayete göre bu ayetlerde
kasdedilen kişi Velid b. Muğire'dir. Nitekim ibn-i Cerir'in ibn-i Abdalâ,
Muhammed b. Savra, Muammer, Ubbade b. Mansur kanalı ile ikrime'ye dayanarak
verdiği bilgiye göre birgün Velid b. Muğire, Peygamberimize gelir.
Rasulullah ona Kur'an okur. Bunun üzerine O'na karşı düşmanlık duyguları
yumuşar gibi olur. Durum Ebu Cehillin kulağına gidince derhal Velid'in yanma
koşar. Ona "Amca, hemşehrilerin aralarında senin için mal toplamak
istiyorlar der. Velid in Niçin diye sorması üzerine ona şu karşılığı verir:
"Sana vermek için. Çünkü sen Muhammed e varmış. Ondan sus payı sızdırmaya
kalkışmışsın:' Ebu Cehil bu sözleri ile Velid'in bam teline basıyor, onu en
çok üstünlük tasladığı zenginliği konusunda tahrik etmek istiyordu. Nitekim
"Kureyşliler benim en zenginleri olduğumu bilirler der.
Bunun üzerine Ebu Cehil kendisine "Öyleyse Muhammed
hakkında öyle bir söz söyle ki, hemşehrilerin onun sözlerini reddettiğini,
ona karşı sempati duymadığını anlasınlar" der. Velid bu isteğe şu karşılığı
verir: "Onun için ne diyeyim ki? Vallahi aranızda benim kadar şiirden
anlayanınız, onun recezini, kasidesini, cin kaynaklısını kısacası her türünü
benim gibi iyi bileniniz yoktur. Vallahi Muhammed'in okudukları bunların hiç
birine benzemiyor. Vallahi O'nun okuduklarındâ ayrı bir tat, ayrı bir
çekicilik vardır. O önüne kattığını kırıp geçirir. O'nun okudukları
üstündür, onların üzerine çıkmak mümkün değildir:' Ebu Cehil, sözleri biten
Velid'e "Vallahi, Muhammed hakkında bir söz söylemedikçe hemşehrilerini
memnun edemezsin" der. Bunun üzerine Velid "Öyleyse beni bırak da O'nun için
ne söyleyeceğimi düşüneyim" der. Bir süre düşündükten sonra "Muhammed'in
okudukları, başkalarından aktarılmış bir büyüdür" der. Bunun üzerine bu
surenin "Şu adamın işini bana bırak" ayeti ile başlayarak "On dokuz tane
görevlisi vardır" ayetinin sonuna kadar süren bölümü iner.
Başka bir rivayete göre Velid'in Peygamberimize
karşı yumuşaması üzerine ileri gelen Kureyşliler "Eğer Velid, dininden
dönerse bütün Kureyşliler dinlerinden dönerler" derler. Bunun üzerine bu işi
bana bırakın, hepiniz adına onu çözerim diyen Ebu Cehil, hemen Velid'in
yanına koşar. Velid uzun uzun düşündükten sonra Peygamberimizden dinlediği
Kur'an hakkında "O eskilerden aktarılmış bir büyüdür. Görmüyor musunuz, karı
ile kocayı, evlad ile babayı, köle ile efendiyi birbirinden ayırıyor" der.
İşte rivayetlerin bize aktardıkları olay budur.
Kur'an burada ona canlı ve etkileyici bir anlatımla değiniyor. Söze şu bel
kırıcı, korkunç tehditle giriyor: "Şu adamın işini bana bırak."
Ayet, Peygamberimize sesleniyor. Anlamı şu: Şu adamı
bana bırak. Ben onu yaratırken yalnız başına idi. Şimdi gururlandığı bol
servetin, gözünden ayırmadığı evlatların, şımarmasına ve daha çoğunu
istemesine yol açan öbür dünya nimetlerin hiçbiri o zaman yanında yoktu.
Onun işini bana bırak. Hileleri ve tuzakları ile kafanı yorma. Onunla
doğrudan doğruya ben savaşacağım.
Bu ayeti okurken insanın tüyleri diken diken oluyor.
Yüce Allah'ın ezici, kahredici gücünün harekete geçtiğini düşününce
yüreklerde zelzele kopuyor. Çünkü bu ezici güç şu zavallı, miskin, güçsüz ve
minnacık yaratığı tepelemek için harekete geçiyor. Ayet bu zelzeleyi bu
zelzeleye tutulması sözkonusu olmayan okuyucunun ve dinleyicinin kalbinde
kopardığına göre bu zelzeleye tutulan zavallının hâlini varın siz düşünün!
Ayetler bu zavallı yaratığın durumunu uzun uzun
anlatıyor. Onun gerçeğe yüz çevirdiğini, Allah'ın ayetlerine inatla karşı
çıktığını anlatmadan önce yüce Allah tarafından kendisine bağışlanan
nimetlere parmak basıyor. Bu açıklamalara göre o yaratılırken yapayalnızdı,
hiçbir şeyi yoktu, çırılçıplaktı. Sonra yüce Allah kendisine bol servet
verdi, gözünün önünden ayırmaya kıyamadığı çok sayıda evladı oldu, o bu
servet içinde ve evlatlar ortasında güvenli ve mağrur bir hayat yaşıyordu.
Hayatı her yönden yolundaydı, her istediğini kolayca elde edebiliyordu. Buna
rağmen;
"Halâ daha çoğunu vermemi bekliyor."
Gözü bir türlü doymuyor, şükretmiyor, kendisine
verilenlerle yetinmiyor. Belki de surenin sonuna doğru okuyacağımız "Aslında
bunların her biri, kendisine okunmaya hazır kutsal sayfalar inmesini
istiyor" ayetinde sözü edilenlerden biridir de kendisine vahiy
indirilmesini, kutsal kitap verilmesini istiyor. Çünkü Peygamberimize
peygamberlik verildi diye O'nu kıskananlardan biri idi.
Adam bu aşırı ihtirası yüzünden sert bir dille
azarlanıyor, paylanıyor. Çünkü ne bir iyilik ne bir ibadet ne bir şükür
yapmış ki, sahip olduğundan fazlasını istemeye yüzü olsun. Okuyalım:
"Hayır, hayır! O ayetlerimize inatla karşı çıkıyor."
Ayetin orjinalinde geçen "kellâ" sözcüğü bir
paylama, azarlama edatıdır. O gerçeği gösteren kanıtlara ve imana erdiren
gerçeklere inatla karşı çıkmış, islam çağrısının önüne dikilmiş, Peygamber'e
savaş açmış, kendini ve başlarını hak yoldan alıkoymuş, Kur'an ve islam
hakkında asılsız iddialar ortaya atmıştır.
Bu paylamayı kolaylığı zorluğa, rahatı sıkıntıya
dönüştüren bir tehdit izliyor. Okuyoruz:
"Onu sarp bir yokuşa saracağım."
Burada hareket hâlinde sıkıntıyı donduran,
somutlaştıran bir ifade ile karşı karşıyayız. Sebebine gelince yokuş çıkmak
en sıkıntılı, en yorucu yolculuk türüdür. Bir de yokuş çıkmanın irade dışı
bir itme ile yapıldığını düşünürsek çekilen sıkıntının ve duyulan
yorgunluğun ne kadar artacağını kolayca kestirebiliriz. Bu ifade aynı
zamanda somut bir gerçeği dile getirir. Çünkü düz, kolay ve iç açıcı iman
yolundan ayrılan kimse sarp, sıkıntılı ve nefes kesici bir patikaya düşmüş
olur; sürekli endişe, bunalım, gerilim ve baskı altında yaşar, sanki göğe
tırmanıyor gibi nefesi tıkanır; susuz ve azıksız çıkılan bir yolculukta
ıssız ve tehlikeli izlerde taban teper, üstelik yolunun sonunda varacağı bir
amaç, kazanacağı bir huzur da göremez.
Sonra şu gülünçlük örneği eşsiz tablo
canlandırılıyor. Bir de bakıyoruz ki, bu zavallı yaratık zihnini yoruyor,
sinirlerini geriyor, alnını kırıştırıyor, yüz hatlarım ve mimiklerini
oynatıyor. Bütün bunları Kur'an'da bir kusur bulmak, onu karalayacak bir söz
hazırlamak için yapıyor. Okuyoruz:
"O düşündü ve değerlendirme yaptı. Kahrolası, nasıl
bir değerlendirme yaptı? Bir daha kahrolası, nasıl bir değerlendirme yaptı?
Sonra baktı. Sonra suratını astı, kaşlarını çattı. Sonra yüz çevirdi,
büyüklük tasladı. Ve dedi ki; `Bu Kur'an eskilerden aktarılmış bir büyüdür.
O kesinlikle insan sözüdür."
Ardarda sıralanan jest ve mimik görüntüleri.
Birbirini izleyen beyin dalgaları ve sıra sıra hareketler seriliyor
gözlerimizin önüne, Sanki anlam sunan sözcükler karşısında değil de resim
çizen bir fırça karşısında, daha doğrusu kare kare görüntü sunan hareketli
bir film şeridi karşısındayız.
Karelerin birinde adam düşünüyor, kafa yoruyor.
Bunun yanısıra hüküm ifade eden bir beddua ile karşılaşıyor; "Kahrolası"
diye. Ayrıca "Nasıl bir değerlendirme yaptı?" denilerek davranışı
yadırganıyor, alay bombardımanına tutuluyor. Sonra vurgulama, mesajı
pekiştirme amacı ile bu beddua ve yadırgama tekrarlanıyor; "Bir daha
kahrolası, nasıl bir değerlendirme yaptı?"
Başka bir karede adam yapmacık, zorlamalı, alaya
aldıran, komiklik çağrısını yapan bir ciddiyetle şöyle şöyle bakıyor.
Bir diğer karede gülünç bir biçimde düşüncesini bir
noktada yoğunlaştırmak amacı ile kaşlarını çatıyor, suratını asıyor.
Bütün bu komik çabalar, bütün bu maskaralıklar onu
sağlıklı bir düşünceye erdiremiyor. Tersine adam ışığa sırt çevirerek ve
gerçek karşısında büyüklük kompleksine yenik düşerek "Bu Kur'an eskilerden
aktarılmış bir büyüdür. O kesinlikle insan sözüdür."
Ayetler bu canlı görüntüleri, resim fırçasının
tuvale istediği manzaralardan daha kalıcı ve hareketli bir filim şeridinin
gözler önüne serdiğinden daha estetik bir biçimde insan hayaline işliyor. Bu
ayetler canlandırdıkları komik tipi sonsuza kadar hafızalarda kalacak bir
gülünçlük örneği olarak somutlaştırıyor, kuşaklar boyunca ibret örneği
olarak seyredilsin diye kahkaha ile güldüren portresini varlığın alnına
kazıyor.
Sözkonusu komik yaratığa ilişkin bu canlı ve somut
görüntüleri yine ona yönelik müthiş bir tehdit izliyor. Okuyalım:
"Onu Sakar'a atacağım."
Sonra "Sakar"ın bilinmezliği vurgulanarak bu
tehdidin korkunçluğu arttırılıyor. Okuyalım:
"Sakar nedir, biliyor musun?"
O anlaşılmaz ve kavranmaz derecede müthiş ve korkunç
bir şeydir! Sonra onun bazı nitelikleri sayılarak uyandırdığı dehşet ve
korku imajı güçlendiriliyor. Okuyoruz:
"Geride hiçbir şey bırakmaz, ondan hiçbir şey
kurtulmaz."
O herşeyi silip süpürür, her şeyi yutuverir, herşeyi
yok eder, önünde hiçbir şey duramaz, ardında hiçbir şey komaz, ondan hiçbir
şey paçayı kurtaramaz. Ayrıca o bütün insanların dikkatlerini üzerine çeker,
uzaktan belirgin bir şekilde görülür. Okuyalım:
"Bütün insanların dikkatlerini üzerinde
yoğunlaştırır."
Bu ayet, "Meariç" suresinde geçen "Geri dönüp
gidenleri kendine çağır" ayetinin anlamına yakın bir anlam taşır." (Mearic
17).Yani herkesin dikkatini çeker. Sanki korkunç görüntüsü ile kalplerde
korku uyandırmak ister gibidir.
Bu "sakar" cehenneminin "on dokuz" güvenlik
görevlisi vardır. Bu "on dokuz" rakamı sert ve acımasız meleklerin birey
olarak sayısı mıdır, yoksa bu meleklerin oluşturduğu safların sayısı mıdır,
yoksa cehennem güvenliği ile görevli meleklerin türleri ve kategorileri
midir, bilmiyoruz. Sadece şunu biliyoruz: Bu sayı, yüce Allah'ın verdiği bir
bilgidir ve onu neden verdiği aşağıda açıklanacaktır.
Müminler, yüce Allah'ın bu konuda verdiği bilgiyi,
Rabblerine güvenen, Rabbi karşısında gerekli edebi takınan kullara yaraşır
bir teslimiyetle karşıladılar. Yüce Allah'ın sözünü ve verdiği bilgiyi
tartışma ve demogoji konusu yapmadılar. Müşrikler ise bu sayısal bilgiyi,
imandan yana boş kalplerle, yüce Allah'a saygı duygusundan uzak bir
küstahlıkla karşıladılar. Bu durumlarda gereken ciddiyeti göstermediler.
Tersine bu açıklamayı alaya, maskaraya aldılar. Onu gırgır ve dalga geçme
konusu yaptılar. Bu küstahlığın sonucu olarak aralarından biri "Sizin her
onunuz bu cehennem görevlilerinden birinin hakkından gelemez mi?" dedi. Bir
diğeri "Ona gerek yok. Siz hep birlikte onlardan birinin hakkından gelin,
gerisinin tümünün hakkından ben tek başıma gelirim" dedi. Kısacası onlar bu
yüce açıklamayı, böylesine körelmiş, gerçeğe kapalı ve bomboş ruhlarla
karşıladılar.
Bunun üzerine az sonra okuyacağımız ayet indi. Bu
ayette yüce Allah'ın bu sayısal bilgiyi niçin verdiği, gaybın sırlarının bu
bölümüne niçin ışık tuttuğunu açıklıyor. Gayp alemine ilişkin bilgi yüce
Allah'a havale ediliyor; "Sakar"dan ve oranın güvenlik görevlilerinden ne
amaçla sözedildiği açıklanıyor. Okuyoruz:
31- Biz cehennem
görevlilerini meleklerden seçtik, sayılarını da kafirler için sınav konusu
yaptık ki kitap verilenler bunun hak olduğunu anlasınlar, mü'minlerinde
imanı pekişsin.Mü'minler Şüphe etmesin.Kalplerinde hastalık olanlar ve
kafirler:''Allah bununla ne demek istedi desinler.İşte böyle,Allah
dilediğini saptırır,dilediğinide hidayete eriştirir.Rabbinin ordularının
sayısını ancak kendisi bilir.Bu insan için bir öğüttür.
Böylece kendilerine kutsal kitap verilenlerin buna
inanmalarını ve müminlerin imanlarının pekişmesini istedik, kendilerine
kutsal kitap verilenler ile müminlerin kuşkudan arınmalarını diledik. Bu
arada kalplerinde hastalık olanlar ile kafirlerin `Allah bu örneği ne amaçla
veriyor?" demelerine zemin hazırladık. İşte Allah böylece dilediklerini
saptırır ve dilediklerini doğru yola erdirir. Rabbinin ordularını sadece
kendisi bilir. Bu insanlara yönelik bir hatırlatma, bir öğüttür.
Ayet, müşrikler tarafından tartışma ve demogoji
konusu yapılan sözkonusu on dokuz cehennem görevlisinin kökenini anlatarak
söze giriyor. Okuyalım:
"Biz cehennem görevlilerini meleklerden seçtik."
Demek ki, bu cehennem görevlileri o yapısal
özelliklerini ve güçlerini sadece yüce Allah'ın bildiği yaratıklardandırlar.
Yüce Allah başka bir ayette onları bize tanıtırken "Onlar Allah'ın verdiği
emirlere karşı gelmezler, aldıkları emirleri aynen yerine getirirler"
buyuruyor." (Tahrim 6) Başka bir deyimle onların Allah'ın emirlerine
itaatkâr olduklarını ve aldıkları emirleri yerine getirecek güçte
olduklarını belirtiyor. Buna göre onlar kendilerine verilen görevleri yerine
getirmelerine imkan verecek güçle donatılmışlardır. O halde madem ki,
"Sakar"ın güvenlik görevlileri olarak atandılar, daha önce yüce Allah
tarafından bu görevin gerektirdiği güçle donatılmışlar demektir. Hiç
kuşkusuz bu görevin gerektirdiği gücün ne olduğunu yüce Allah biliyor. Bu
durumda şu zavallı insancıkların onları kaba güçle safdışı bırakmaları,
görev yapamaz duruma getirmeleri sözkonusu bile değildir. O insancıkları bu
melekleri tepeleyecekleri yolundaki sözleri, sadece yüce Allah'ın
yaratıcılığına ve planlayıcılığına ilişkin koyu cahilliklerini gösterir.
Devam ediyoruz:
"Onların sayılarını kafirler için sınav konusu
yaptık."
Bu sayısal bilgi onların kalplerinde tartışma arzusu
uyandırır. Onlar nerede teslim olacaklarını, nerede tartışacaklarını ayır
edemezler. Bu konu, tamamın Allah'ın tekelinde olan bir gayp konusudur.
insanoğlunun bu konuda az ya da çok hiçbir bilgisi yoktur. Yüce Allah'ın bu
konuda verdiği bilgi bu alandaki gerçeğin tek kaynağıdır. insanın bu
konudaki tutumu şu olmalıdır: Allah'ın verdiği bilgiyi almalı, bu konuda
verilen bilginin verildiği kadarı ile en hayırlı sonuç olduğuna
güvenmelidir, bu konuda tartışmanın yersizliğini kavramalıdır. Çünkü insan
ancak daha önceki bilgisi ile çelişen, bağdaşmayan yeni bir bilgiyi tartışma
konusu yapabilir. Bu sayının neden on dokuz olduğu -ki bu on dokuzun anlamı
ne olursa olsun- konusu ise varlık aleminde şu gördüğümüz ahengi kuran ve
her şeyi belirli bir plana göre yaratan yüce Allah'ın bildiği bir konudur.
Bu sayı, benzeri sayılar gibidir. Tartışma hastası olan kimse karşısına
çıkan diğer sayıları da tartışma konusu yapabilir, aynı itirazcı eğilime
kapılarak öbür anlaşılmaz konulara da itiraz edebilir. Meselâ niçin gökler
yedidir? Niçin kaplumbağalar binlerce yıl yaşayabiliyorlar? Niçin insan
yavrusu ana karnında dokuz ay kalıyor? Niçin insan kuru balçıktan ve cinler
dumansız alevden yaratıldı? Niçin, niçin, niçin? Bu soruların tek cevabı
vardır: Çünkü yaratma eyleminin tek yetkilisi olan yüce Allah diler ve
dilediğini yapar. Bu tür tartışmalarda söylenecek son ve kestirme söz budur.
Devam ediyoruz:
"Böylece kendilerine kutsal kitap verilenlerin buna
inanmalarını ve müminlerin imanlarının pekişmesini istedik, kendilerine
kitap verilenler ile müminlerin kuşkudan arınmalarını diledik."
"Sakar" bekçilerinin sayısına ilişkin bu bilgi bu
gruplardan birinin ön bilgisini kesinleştirecek, öbürünün de imanını
pekiştirecektir. Çünkü kendilerine daha önce kutsal kitap verilmiş olanların
bu konuda mutlaka bir önbilgileri vardı. Şimdi bu bilgiyi Kur'an'dan
işittiklerinde bu kutsal kitabın eski ön bilgilerini doğruladığını görürler.
Müminlere gelince Rabblerinin her sözü onların imanlarını pekiştirir. Çünkü
onların kalpleri açık ve Allah'a bağlıdır. Bu yüzden bütün gerçekleri
dolaysız biçimde algılamaya elverişlidirler. Yüce Allah katından bu kalplere
gelen her gerçek onların Allah'a yakınlığını arttırır. Onların kalpleri yüce
Allah'ın bu sayının ardındaki hikmetin ve yaratma eylemine ilişkin duyarlı
planın bilencine varmakta gecikmez. Böylece bu kalplerin imanı daha da
artar. Bu gerçek hem kendilerine kitap verilenlerin ve hem de müminlerin
kalplerine yer eder de artık onlar Allah katından gelen hiçbir bilgiyi kuşku
ile karşılamazlar. Devam ediyoruz:
"Bu arada kalplerinde hastalık olanlar ile
kafirlerin `Allah bu örneği ne amaçlı veriyor?' demelerine zemin
hazırladık."
Böylece aynı gerçek birbirinden farklı kalplerde iki
değişik etki meydana getiriyor. Kendilerine daha önce kutsal kitap
verilenler ön bilgilerini kesinleştirir ve müminler imanlarını pekiştirirken
kafirler ile hasta kalplı münafıklar şaşkınlığa düşerek "Allah bu örneği ne
amaçla veriyor?" diye soruyorlar. Bu ikinci kategoridekiler ne bu yabancısı
oldukları konunun hikmetini kavrıyorlar, ne yüce Allah'ın her yaratma
eyleminin gerisinde mutlaka bir hikmet olduğunu peşin olarak kabul
ediyorlar, ne bu bilginin doğru olduğuna güveniyorlar ve ne de bu gayp
sırrının açıklanmasında, gayp aleminden alınarak bilinenler dünyasına
aktarılmasında hayır olduğuna inanıyorlar. Devam ediyoruz:
"İşte Allah böylece dilediklerini saptırır ve
dilediklerini doğru yola erdirir."
Bu şekilde, yani gerçekleri gündeme getirerek,
ayetleri sunarak. Farklı kalpler bu gerçekleri ve ayetleri farklı biçimde
algılıyor. Allah'ın dileği uyarınca bir grup bu gerçekler aracılığı ile
doğru yola ererken başka bir grup saptırıyor. Herşey sonunda yüce Allah'ın
özgür ve kayıtsız iradesine varıp dayanıyor. Şu insanoğulları hem doğru yola
hem de sapıklığa açık iki yönlü bir yetenekle yaratılmışlar, sınırsız
"güç"ün elinden çıkmışlardır. Doğru yolda yürüyen de sapıtan da onları bu
iki yönlü yetenekle donatarak yaratmış olan yüce Allah'ın dileğinin
sınırları içinde hareket ediyor. Yüce Allah özgür dileğinin sınırları içinde
ve gizli hikmeti uyarınca onlara şu ya da bu yönde hareket etme olanağı
tanımıştır.
Yüce Allah'ın dileğinin özgür olduğuna ve varlık
aleminde meydana gelen her gelişmenin sonunda varıp bu dileğe dayandığına
ilişkin düşünce geniş ufuklu, eksiksiz bir düşüncedir. Bu düşünce akılları,
determinizim (gerekircilik) ve özgür irade konusundaki dar kafalı
tartışmalardan uzak tutar. Bu tartışma hiçbir sağlıklı ve tutarlı sonuca
varamaz. Çünkü ele aldığı konuya dar bir açıdan bakmakta, yüce Allah'ın
sınırsız yetki alanına giren bir problemi, sınırlı insan aklının, insan
deneyimlerinin ve insan düşüncelerinin dar kalıplarına sıkıştırarak çözmeye
kalkışmaktadır.
Yüce Allah bize doğru yolu ve sapıklığı gösterdi.
Tarafımızdan izlendiğinde bizi doğru yola, başarıya ve mutluluğa erdirecek
olan yöntemi belirlediği gibi hangi yöntemlere saptığımız takdirde yoldan
çıkacağımızı, mutsuz ve başarısız olacağımızı da açıkladı. Bunun ötesinde
başka bir bilmekle bizi yükümlü tutmadı, bunun ötesinde bir şey bilme gücünü
bize vermedi. Ayrıca bize "Benim iradem sınırsız ve dileğim geçerlidir"
dedi. Öyleyse bize düşen şudur: Gücümüz oranında bu sınırsız iradenin ve bu
geçerli dileğin ne olduğunu düşünmeli, doğruya erdirici yöntemi tutmalı,
saptırıcı yöntemlerden uzak durmalı ve bize özünü kavrama yeteneği
verilmemiş olan gizli gayb sırları etrafında kısır tartışmalara dalmamayız.
İşte kelam bilginlerinin "kader" konusunda harcadıkları çabalara
baktığımızda, bu tartışmaların alanı dışına kaydırılmış, yararsız, anlamsız
ve boşa gitmiş çabalar olduğunu görürüz.
Bizler, bizim için bir gayb sırrı olan Allah'ın
dileğini bilemeyiz. Fakat neleri yaparsak bize bağışından pay vereceğini,
vaadettiği keremini hakketmek için bizden ne istediğini biliyoruz. Öyleyse
gücümüzü yükümlülüklerimizi yerine getirme yolunda harcamalı, dileğinin bize
ilişkin sırlarım O'na bırakmalıyız. Nasıl olsa O'nun dileği
gerçekleşecektir. Biz bu dileğin ne olduğunu gerçekleşince öğrenebileceğiz,
onu daha önce bilemeyiz. Bu dileğin arkasında O'nun bir hikmeti olacaktır
ki, onu da herşeyi sınırsız bilgisi ile kuşatan yüce Allah'tan başka hiç
kimse bilemez. İşte müminin düşünme yolu ve akıl yürütme yöntemi budur.
Devam ediyoruz:
"Rabbinin ordularını sadece kendisi bilir."
Bu orduların mahiyeti, görevleri ve güçleri birer
gayb sırrıdır. Yüce Allah bu konularda dilediği oranda açıklama yapar. O'nun
açıklamaları bu konuda söylenebilecek son sözdür. Bu kesin sözden sonra hiç
kimse tartışma açmaya, demogojiye girişmeye, yüce Allah'ın açıklamadığı
sırları bilmeye kalkışmaya yetkili değildir. Bu sırları öğrenmenin yolu da
yoktur. Devam ediyoruz:
"Bu insanlara yönelik bir hatırlatmadır."
Bu "hatırlatma" ya Rabbinin orduları ya "sakar"
cehennemi ya da bu cehennemin güvenlik görevlileridir ki, bu görevliler de
aslında Allah'ın ordusunun bir kesimini oluştururlar. Bunlara uyarma ve
dikkat çekme amacı ile değiniliyor, yoksa tartışma ve demogoji konusu
yapılsınlar diye değil. Bu tür hatırlatmalardan mümin kalpler ders alır,
sapık kalpler ise bunları tartışma ve demogoji konusu yaparlar.
Gayb aleminin sırlarından biri olan bu gerçeğin
açıklanmasından, doğru yola erdirici ve sapıklığa sürükleyici yöntemlerin
tanıtılmasından sonra ahiret, "sakar" cehennemi "Allah'ın orduları"
gerçekleri ile şu alemde görülen, fakat insanların umursamaz bakışlarla
yanlarında geçip gittikleri evrensel olgular arasında bağ kuruluyor. Bu
olgular yaratıcı gücün bir planı, bir ön projesi olduğunu haykırır; bunun
yanısıra aynı olgular, bize bu planın ve ön projenin arkasında bir amacın,
bir hedefin, bir hesaplaşmanın, bir ödül ve ceza dağıtma işleminin olduğu
mesajını verir. Okuyalım:
32- Hayır, hayır!
Andolsun aya,
33- Gerileyen gece
karanlığına,
34- Söken şafağa.
35- Sakar (cehennem)
büyük gerçeklerden biridir.
36- İnsanlar için
uyarıcıdır.
Ay, gerileyip dağılan gece ve söken şafak
görüntüleri özleri itibarı ile duygulandırıcı sahnelerdir. insan kalbine çok
şeyler söylerler, onun derinliklerine birçok sırlar fısıldarlar, kuytu
köşelerindeki birçok duyguları harekete geçirirler. Bu ayetler bu kısa
işaretle beslendikleri kalplerdeki bu duygu ve sır yuvalarını okşamakta,
kalplerin giriş-çıkış kanallarını iyi bilmenin ustalığı ile bu yuvaları
sıvazlamaktadırlar.
Ayın doğuşunu, yayılışını ve batışını seyredip onun
fısıldadığı varlık sırların hiç pay almayan kalp, az bulunur. Birkaç dakika
ay ışığında duran bir kalp, ışık banyosundan geçmiş gibi yıkanıp arınıverir.
Yine bir kalp düşünelim ki, gecenin çekiliş
görüntüsünü seyretmiştir. Doğan günün ışıkları önünde sessizce gerileyen
karanlığı, varlıkların gözlerini açıp uykudan uyanmalarını izlemiştir
Bu sahneden etkilenmeyecek, derinliklerinde uçarı
heyecanlar depreşmeyecek kalp az bulunur.
Yine şafağın sökmesini, tanyerinin ağarmasını
seyreden bir kalp düşünelim. böyle bir kalpde ışıma, açılma, bilinç
düzeyinde hal değiştirme titreşimlerinin meydana gelmemesi pek düşünülemez.
Bu titreşimler, gözlere çarpan gün ışınlarının
yanısıra kalplere, gönüllere dolan ışınları algılamaya son derece elverişli
bir duyarlık kazandırır.
Kalplerin yaratıcısı olan yüce Allah bu sahnelerin,
çarpıcı nitelikleri ile kimi olaylarda kalplerde acayip etkiler meydana
getirdiklerini, onlara yeniden yaratılmışlar gibi keskin bir duyarlılık
kazandırdıklarını herkesten iyi bilir.
Ayda, dağılan gece karanlığında ve söken şafakta
beliren bu uyanışlar, ışınalar ve yer değiştirme süreçlerinin arka planında
müthiş gerçekler saklıdır. Bu ;gerçekler yaratıcı gücün, hikmetli planın ve
evrensel uyumun varlığını kanıtlar. İşte Kur'an mantı klan ve akılları bu
gerçekler aracılığı ile hayalleri şaşkına çeviren bu eşsiz duyarlılığa
yöneltir.
Yüce Allah bu büyük evrensel gerçekler üzerine yemin
ediyor. Bu yeminin amacı bu büyük gerçeklerin önemlendiren, onların
kanıtlayıcı değerlerinden haber yaşayan gafilleri uyarmak, önlerinde duran
gerçeklerin farkına vardırmak-tır. Bu yeminin ikinci aşamadaki amacı da
"sakar" cehenneminin, bu cehennem görevlilerinin, ahiretteki diğer
gelişmelerin, insanı arka plandaki tehlikeler konusunda uyaran müthiş
gerçekler olduklarını vurgulamaktır. Okuyoruz:
"Sakar (cehennem) büyük gerçeklerden biridir.
İnsanlar için uyarıcıdır."
Gerek yeminin kendisi, gerek içeriği ve gerekse bu
şekilde üzerine yemin edilen gerçekler, bütün bunlar insan kalbine sert
darbeler indiren ağır dokunuşlardır. Bu vuruşlar bir yandan kıyamet
borusunun yüksek frekanslı çınlayışları ve bu çınlamaların bilinçte meydana
getirdiği dalgalanmalarla, öbür yandan surenin başındaki "Ey örtüye
bürünerek saklanan Muhammed!" çağrısının melodisi ile öte yandan da "Kalk da
uyar" komutunun gürlemesi ile ahenkli bir bütün oluşturmaktadırlar. Zaten
surenin havasına çınlamalar, darbeler ve iç dalgalanmaların titreşimleri
egemendir.
Bu son derece önemli ve çarpıcı mesajların ışığı
altında herkesin kendinden ve kendine karşı sorumlu olduğu açıklanıyor,
insanlar yollarını ve geleceklerini seçmek üzere serbest bırakılıyor;
insanın öz tercihi ile yapacağı işlerden sorguya çekileceği, davranışlarının
ve suçlarının tutsağı olduğu bildiriliyor. Okuyoruz:
37- Aranızdaki
ilerlemek isteyenler için de, geriye gitmeyi tercih edenler için de.
38- Herkes tutumunun
ve davranışlarının tutsağıdır.
Her öz sorumluluğunu ve yükünü kendi omuzlarında
taşır. Kendini nereye koymak isterse oraya koyar. Özünü ya ilerletir, ya
geriye götürür. Ya onurlandırır ya alçaltır. Herkes davranışlarının tutsağı,
yaptığı işlerin bağımlısıdır. Yüce Allah göre göre izleyeceği yolu
tanıtmıştır. Duygulandırıcı evrensel tablolar ve herşeyi yutup yokeden
"sakar" cehennemi tabloları karşısında yapılan bu duyuru son derece etkili
ve akılları başlara toplayıcıdır.
Yaptıkları işlerin tutsağı ve davranışlarının
bağımlısı olan insan sahneleri önünde çalışma defteri sağ taraftan verilecek
olanların bağlardan çözük olacakları, kösteklerden arınmış bir özgürlüğün
tadını yaşayacakları ilan ediliyor. Onlar bu rahatlık içinde günahkârlara
niçin bu kötü sonla yüzyüze geldiklerini sorma hakkına bile salıp
olacaklardır. Okuyoruz:
39- Yalnız
defterleri sağ yanlarından verilenler hariç.
40- Onlar
cennetlerde ağırlanırlar. Sorarlar.
41- Günahkârlara:
42- "Sakar'a
(cehenneme) girmenizin sebebi nedir?" diye.
43- Cehennemlikler
derler ki; "Biz namaz kılanlardan değildik.
44- Yoksulların
karnını doyurmazdık.
45 Bizim gibi
olanlarla birlikte asılsız ve bozguncu konuşmalara dalardık.
46- Hesap verme
gücünü inkar ederdik.
47- Sonunda bi de
ölüm gelip çattı."
Çalışma defterleri sağ yanlarından verilenlerin her
türlü bağımlılıktan, tutsaklıktan, bağdan ve köstekten uzak olmaları onların
iyiliklerini bereketlendirip kat kat arttıran yüce Allah'ın lütfunun
sonucudur. Bu umutlu sonucun burada açıklanması ve dikkatlere sunulması her
türlü kalbi etkileyecek bir nitelik taşır. Bu açıklama ilk başta yüce
Allah'ın ayetlerini yalanlayan, şimdi ise kendilerini yüz kızartıcı bir
pozisyonda gören ve uzun uzun itiraflarla içlerini döken günahkarların
kalplerini etkiler. Oysa dünyada önem vermedikleri, adam yerine koymadıkları
müminler şimdi üstün ve onurlu bir konumdadırlar ve üstün konumlarının
rahatlığı içinde kendilerine "Sakar'a (cehenneme) sürüklenmenizin sebebi
nedir?" diye sorarlar.
Öte yandan bu açıklama dünya da günahkârlardan çok
çeken müminlerin kalplerini de etkiler. Şimdi ise kendileri onurlu bir
konumda iken kendini beğenmiş düşmanları o onur kırıcı duruma düşmüşlerdir.
Sahne o kadar canlıdır ki, her iki gurubun kalbinde de şu anda varmış ve her
iki taraf orada yerini almış izlenimini uyandırıyor. Sahnenin bu çarpıcı
canlılığı dünya hayatının defterini bütün dekoru ile birlikte dürmekte, bu
hayatı noktalanmış ve geçip gitmiş bir geçmişe dönüştürmektedir.
Günahkârların uzun ve ayrıntılı itirafları
kendilerini "sakar" cehennemine sürükleyen çok sayıda günahı içeriyor. Onlar
müminler karşısında başları eğik ve aşağılanmış bir pozisyonda bu suçlarını
kendi dilleri ile itiraf ediyorlar. Okuyalım:
"Biz namaz kılanlardan değildik."
Burada "namaz kılmak" tümü ile "iman etme"yi anlatan
dolaylı bir ifadedir. Bu ifade biçimi, bu inanç sisteminde namazın taşıdığı
önemi vurgulamakta, onu imanın göstergesi ve sembolü olarak tanıtmaktadır.
Buna göre namazı inkar etmek kafirliğin delili olmakta, sahibini müminlerin
safının dışına çıkarmaktadır. Devam ediyoruz:
"Yoksulların karnını doyurmazdık."
Bu günah, imansızlığın peşinden geliyor. Çünkü iman
etmek yüce Allah'ın doğrudan kendisine yönelik bir ibadetken, yoksulların
karnını doyurmak yine Allah'a yönelik, fakat uygulama alanı kullar olan bir
ibadettir. Yoksulların karnını doyurma ibadetinin Kur'an'da sık sık
vurgulanması, Kur'an'ın karşılaştığı toplumda yardımlaşma duygusunun zayıf
olduğunu, o acımasız ortamda yoksulların gözetilmediğini kanıtlar. Gerçi o
toplumun insanları iş öğünmeye, hava atmaya sıra gelince el açıklığı ile,
cömertlikle bol bol övünürlerdi. Fakat sıra fakirlere yardım eli uzatmaya,
gösterişsiz ve içtenlikli merhamete gelince yan çizerlerdi. Devam ediyoruz:
"Bizim gibi olanlarla birlikte asılsız ve bozguncu
konuşmalara dalardık."
Bu tutum inancı hafife almayı, imana karşı
saygısızlığı, onu oyun ve eğlence yerine koymayı, umursamaz ve önemsemez bir
boşboğazlıkla onun hakkında ulu-orta gevezelik etmeyi simgeler. Oysa iman ve
inanç konusu insan hayatındaki en önemli ve en ciddi konudur. insan gönlünde
ve bilincinde hayattaki diğer her konudan önce bu konuya yer vermelidir.
Çünkü insanın düşüncesi, bilinci, duygu sistemi, değerleri ve ölçüleri bu
temele dayanır. insan hayat yolunda ilerlerken gereken ışığı bu temel
kaynaktan alacaktır. Öyleyse nasıl bu konuda ciddi bir görüş edinmez, nasıl
olur da bu konuyu ciddiye almaz da kendisi gibi lafazanlara uyarak o konuda
ileri-geri konuşmalar yapar, kendisi gibi ciddiyetsizlerle birlikte olarak
bu konuyu eğlenceye alır. Devam ediyoruz:
"Hesap verme gününü inkar ederdik."
İşte belaların ana kaynağı, merkezi burasıdır. Çünkü
insan ahiret gününü, hesaplaşma gününü inkar edince elindeki bütün ölçüler
bozulur, kafasındaki bütün değerler alt-üst olur, hayatı şu kısacık dünya
ömrü ile sınırlandırdığı için zihnindeki hayat alanı daralır, her şeyin
sonucunu şu kısacık hayat alanındaki gerçekleşmelerle karşılaştırır, bu
sonuçlar ruhunu tatmin etmez, son ve önemli değerlendirme olgusunu hiç
hesaba almaz. Bundan dolayı ahirete ve orada karşılaşacağı sona ilişkin
bozuk değerlendirmesinden önce tüm ölçüleri, elindeki tüm dünya işleri
bozulur. Böylece en kötü sonla yüzyüze gelir.
Günahkârlar "biz İşte böyle idik, namaz kılmazdık,
yoksulların karnını doyurmazdık, sorumsuz gevezelere uyarak bu inanç sistemi
hakkında ileri-geri konuşurduk, hesaplaşma gününü inkar ederdik" diyorlar.
Ne zamana kadar?
"Sonunda bize ölüm gelip çattı."
Bütün kuşkuları dağıtan, bütün şüphelere son veren,
işi kestirip atan ölüm. O kesin akıbetten sonra artık ne pişman olmaya, ne
tevbe etmeye ve ne iyi davranışlar yapmaya zaman ve fırsat kalmaz.
Bu kötü ve alçaltıcı durum sunulduktan sonra
günahkârların akıbetlerinin değişebileceğine ilişkin bütün. umutlar
kırılıyor. Okuyoruz:
48- Artık onlara
şefaat edebilecek olanların aracılığı yarar sağlamaz.
Artık iş bitmiş, son söz gerçekleşmiş, suçlarını
kendi ağızları ile itiraf eden günahkârlara yaraşan kesin "son" belirmiştir.
Artık bu günahkarlara aracılık edecek biri bulunamaz. Bulunduğunu varsaysak
bile hiçbir şefaatçinin aracılığı onlara yarar sağlamaz.
Müşrikler ahiretteki bu onur kırıcı ve umut kırıcı
tablonun önünden dünyaya, bu acıklı tablo ile karşılaşmalarını önleyecek
fırsatların tablosuna döndürülüyorlar. Fakat ne görüyoruz? Onlar bu
fırsatlara sırt çeviriyorlar, onlardan yararlanmaya yanaşmıyorlar. Önlerine
çıkan kurtuluş imkanlarından, hidayetten ve hayırdan bucak bucak kaçıyorlar.
Ayetlerde onların bu gülünç tablosu çiziliyor, alaya ve şaşkınlığa yolaçan
garip tutumları gözler önüne seriliyor.
49- O halde onlar
niye hatırlatmalara, öğütlere yüz çeviriyorlar?
50- Yaban eşekleri
gibidirler.
51- Arslandan korkup
kaçan.
Burada arslanın kükremesini işitince korku içinde
her yana kaçan yaban eşeklerinin tablosu ile yüzyüze geliyoruz. Bu tabloyu
araplar iyi tanır. Tablo sert hareketli bir görüntüyü canlandırıyor. Bunun
yanısıra tablonun orijinalindeki ya ban eşekleri yerine korkudan paniğe
kapılıp kaçan insanlar konduğunda komiklik oranı daha da yükselir. Bir de
düşünelim ki, bu adamlar korkuya kapıldıkları için, tehdit altında oldukları
için kaçmıyorlar. Kendilerini insan olmaktan çıkararak yaban eşeklerine
dönüştüren bu kaçışlarının sebebi bir uyarıcının kendilerine Rabblerini ve
geleceklerini hatırlatmasıdır, böylece o onur kırıcı ve komik durumdan uzak
kalmalarına, o zorlu ve acıklı akıbetten paçayı kurtarmalarına fırsat
hazırlanmasıdır. İşte adamlar bu kurtuluş fırsatının önünden bucak bucak
kaçıyorlar. Ne kadar tuhaf değil mi?
Yaratıcı sanatkârın fırçası bu tabloyu çiziyor, onu
varlığın göğsüne işliyor. Vicdanlar bu tabloyu seyredince onun içinde olmak
istemiyorlar, böyle bir duruma düşmekten utanıyorlar. Buna karşılık o
Allah'ın uyarılarına sırt çeviren kaçaklar utançlarından saklanacak delik
ararlar, bu canlı ve sert tasvirin dehşeti karşısında yüz çevirmiş olmanın
ve korkup kaçmanın zilleti altında ezilirler.
Onların dış görünüşleri "Arslandan korkup kaçan
yaban eşekleri" görüntüsüdür. Fakat Kur'an onların yakasını bırakmayarak iç
yapılarının ana çizgilerini de çiziyor, gönüllerinde kaynaşan kötü
duygularım da gün yüzüne çıkarmayı ihmal etmiyor.
52- Aslında bunların
her biri, kendisine okunmaya hazır kutsa! sayfalar inmesini istiyor.
Bu adamlar Peygamberimizi kıskanıyorlar. Yüce
Allah'ın O'nu seçmiş olmasını, kendisine vahiy indirmiş olmasını
hazmedemiyorlar. Hepsi bu mertebeye erenin kendisi olmasını, kendisine
insanlara sunulmaya ve okunmaya hazır bir kitap indirilmiş olmasını karşı
konulmaz bir arzu ile istiyor. Bilindiği gibi ileri gelen Kureyşliler,
vahyin kendilerini atlayarak Peygamberimize inmiş olmasını yadırgamışlar ve
bu duygularını "Şu Kur'an, iki şehir halkından olan büyük bir adama inseydi
ya" diyerek açığa vurmaktan çekinmemişlerdi. Okuduğumuz ayet, bu
kıskançlığa, bu hazımsızlığa parmak basıyor olmalıdır.
Oysa yüce Allah peygamberliğe kimi uygun gördüğünü
sınırsız bilgisi ile belirlememiş ve bu göreve o yüce, onurlu ve saygın
insanı seçmiştir. İşte müşriklerin içlerini yakan ve bu ayetin açığa vurduğu
kin ateşinin sebebi budur. O düşmanlığın ve gerçeğin sesinden bucak bucak
kaçışın bahanesi budur.
Bir sonraki ayette müşriklerin iç dünyalarının
tanıtımına devam ediliyor, yüz çevirmelerinin ve inkarcılıklarının bu
kıskançlık ve çekememezlik dışındaki bir başka sebebine değiniliyor. Bu
sebep içlerindeki ihtiras ateşini anlamsız yere körüklüyor. Çünkü onlar yüce
Allah'ın vahyine ve ayrıcalığına muhatap olmak için en ufak bir yeterliğe,
en ufak bir yeteneğe sahip değildirler. Onları dayanaksız bir ihtirasın
pençesine düşüren sebep şudur:
53- Hayır, hayır!
Aslında onlar ahiretten korkmuyorlar.
Bu zavallılar, ahiretten korkmadıkları için
kendilerine yapılan hatırlatmaları umursamıyorlar, gerçeğe yönelik çağrıdan
bucak bucak kaçıyorlar. Eğer kalpleri, ahiret gerçeğinin bilincinde olsaydı,
tutumları farklı olur, kendilerini rehavete sürükleyen tereddütlerinden
arınırlardı.
Adamlar bir kere daha paylanıyorlar ve bu azarlama
ile birlikte onlara son söz söyleniyor. Bu sözün arkasından seçtikleri yolla
ve gelecekle başbaşa bırakılıyorlar. Okuyoruz:
54- Hayır, hayır! Bu
Kur'an bir öğüt, bir hatırlatmadır.
55- İsteyen ondan
ders alır.
Peygambere karşı için için kin besledikleri ve
ahireti umursamadıkları için dinlemek istemedikleri ve çağrısından yaban
eşekleri gibi kaçtıkları bu Kur'an uyarısı bir hatırlatma, bir öğüttür.
isteyen bundan dersini alsın. Ders almak istemeyene gelince kendini
bilir,durumu ve geleceği kendini ilgilendirir. isterse cenneti ve onurluluğu
seçer, dilerse "sakar" cehennemini ve onursuz geleceği tercih eder.
Adamların diledikleri yolu seçebilecekleri
belirtildikten hemen sonra yüce Allah'ın dileğinin sınırsızlığı ve her şeyin
eninde sonunda bu dileğe bağlı olduğu vurgulanıyor. Kur'an, yüce Allah'ın
dileğine ilişkin iman içerikli düşünceyi ne zaman doğru yere oturtmak
isterse bu dileğin sınırsızlığını, geniş kapsamlılığını, bütün olayların ve
gelişmelerin arkasında birinci derecede rol oynayan baş faktör olarak yer
aldığını özenle hatırlatır. Okuyoruz:
56- Fakat Allah
dilemedikçe onlar bundan ders alamazlar. O kendisinden korku duyulmaya ve
affetmeye lâyıktır.
Şu evrende meydana gelen bütün olaylar ve gelişmeler
bu büyük dileğe bağlıdır. Bu dilek kendi doğrultusunda, kendi alanı içinde
engellenmeksizin yolunu izler. Yüce Allah'ın hiçbir yaratığı O'nun dileği
ile çelişecek bir şey dileyemez. O'nun dileği tüm evrenin kaderine
egemendir. Evreni yoktan var eden, onun kanunlarını ve geleneklerini koyan
O'dur. Evren, canlı-cansız bütün varlıkları ile her türlü çerçeveden, her
türlü sınırdan ve her türlü bağdan arınmış olan bu yüce dileğin çizdiği
çerçeve içinde varlıklarını ve gelişmelerini sürdürürler.
Öğütlerden ders almak, yüce Allah'ın lütfettiği bir
başarıdır; o bu başarıyı ancak onu hakkeden iyi niyetli kullarına nasip
eder. "Kalpler, yüce Allah'ın parmakları arasındadır", onları dilediği
tarafa çevirir. Eğer kulunun iyi niyetli olduğunu belirlerse kendisini
ibadet etmeye, iyi işler yapmaya yöneltir.
Kul, yüce Allah'ın kendisine yönelik dileğinin ne
yönde olduğunu bilemez. Bu bilgisi kullara kapalı bir "gayb" sırrıdır. Fakat
herkes, Allah'ın kendisinden ne istediğini bilir. Bu konu kullara
açıklanmıştır. Eğer kul, iyi niyetle yükümlülüklerine sarılırsa yüce Allah
onun yardımına koşarak, onu özgür dileği uyarınca iyiliğe yöneltir.
Kur'an'ın Müslümanın zihnine işlemek istediği şey,
Allah'ın dileğinin özgürlüğü ve bütün kulların dileklerini kapsamına
aldığıdır. Amaç kulun bu dileğe içtenlikle yönelmesi, ona kayıtsız şartsız
teslim olmasıdır. Bu islamın her kalbe yerleştirmek istediği bir gerçektir.
Bu gerçekten yoksun olan kalplerde islamın da yeri olmaz. Eğer bu gerçek bir
kalbe yerleşirse onu özel ve köklü bir değişime uğratır, orada hayatın bütün
olayları için başvuru merkezi oluşturan kendine özgü bir düşünce meydana
getirir. Yüce Allah'ın gerek cennete ve cehenneme, gerekse hidayete ve
sapıklığa ilişkin her vaadinden, her tehdidinden sözedildikten sonra hemen
Allah'ın dileğinin özgür kapsamlı olduğunun vurgulanmasındaki asıl amaç
budur.
Yüce Allah'ın dilediğinin sonsuz olduğu gerçeğini
çarpıtarak onu determinizm (gerekçilik) ve volantarizm (iradecilik)
tartışmalarına malzeme yapmaya gelince bu tutum genel bir kavramı, mutlak
bir gerçeği kesip biçerek kapalı ve dar bir kalıba sokmaktır ki bundan gönül
açıcı bir sonuca varılamaz. Çünkü bu genel kavaramı dar ve sıkışık bir
kalıba yerleştirme girişiminin Kur'an'ın hiçbir ayetinde yeri yoktur. Evet;
"Allah dilemedikçe onlar bundan ders alamazlar."
Yani kulların diledikleri, yüce Allah'ın dilediği
ile çatışamaz. Onlar yüce Allah'ın iradesi olmaksızın herhangi bir yönde
hareket edemezler. Onlara yönelme ve hareket gücünü verecek olan O'dur.
Evet;
"Allah kendinden korku duyulmaya layıktır."
Kulları O'ndan korkmalıdırlar. Bu onlardan istenen
ve beklenen bir reaksiyondur. Bunun yanısıra;
"Allah affetmeye layıktır."
O dileği uyarınca kullarının günahlarını bağışlar.
Allah korkusu, bağışlanmaya kapı açar. Yüce Allah bunların her ikisine layık
ve yatkındır.
Sure, bu kalp ürpertici "tesbih"le noktalanıyor.
insan ruhu bu tesbih cümleciklerinin verdikleri cesaretle yüce Allah'ın
cömert dergahına umutla yöneliyor. Yüce Allah'tan hatırlatmalardan öğüt alma
kendinden korkmaya yöneltme başarısı ile karşılıksız bağış bekliyor. Çünkü o
"Kendinden korku duyulmaya ve affetmeye layıktır."
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.