47-Muhammed
1- Allah, inkar edip
kendisinin yoluna engel olanların işlerini boşa çıkarmıştır.
2- İnanıp iyi
ameller işleyenlerin, Rabbleri tarafından Muhammed'e in, dirilen gerçeğe
inananların da günahlarını örtmüş ve hallerini düzeltmiştir.
3- Bunun sebebi,
inkar edenlerin batıla uymaları, inananların da Rablerinden gelen hakka
uymuş olmalarındandır. İşte Allah, onların durumlarını, insanlara böyle
anlatır.
Bu başlangıç hiçbir ön hazırlık ve çalışma olmadan
yapılan saldırıyı simgeliyor. İnkara saparak Allah yolundan yüz çevirenlerin
-ister sadece kendileri yüz çevirmiş olsunlar isterse kendileri ile birlikte
başkalarını da engellemiş olsunlar fark etmez- yüzyüze geldikleri
amellerinin boşa çıkarılışı yaptıkları bu amellerin tamamen boşa
çıkarıldığını ve iptal edildiğini ifade ediyor. Ancak ne var ki bu anlam bir
hareket içinde somutlaşıyor. Çünkü bir de bakıyoruz ki bu yaptıkları ameller
darma dağınık ve yoldan çıkmıştır... Bu dağılmanın ve yoldan çıkmanın
sonucuna baktığımızda, birde ne görelim, görülen manzara amellerin yok
oluşu, görülen, amellerin kayboluşu. Bunlar ise amellere, canlılık veren
hareketlerdir. Sanki o ameller birer canlı kişidirler ve yoldan çıkarılmış,
ortadan kaldırılmışlardır. Bu hareket, anlama bir derinlik kazandırmakta ve
anlamın çağrışımlarını yansıtmaktadır. Sanki bir savaş sahnesi ile karşı
karşıyayız. Bu savaşta ameller insanlardan, insanlar da amellerden ürküp
kaçmaktadır ve sonunda da ameller kaybolup gitmektedir.
Belki de boşa çıkarılan bu amellerden özellikle
yaptıkları sonra da arkasından bir yarar umdukları ve dışardan bakılınca
düzgün görülen ameller kastedilmektedir. Ancak iman olmadıktan sonra iyi
amelin ne kıymeti vardır? O halde bu iyilik tamamen şeklî olup herhangi bir
gerçeği ifade etmemektedir. İtibar edilen, dikkate alınan o amelin
yapılmasını doğuran etkendir yoksa amelin şekli değildir. Bazen amelin
etkeni iyi ve hoş birşey olabilir. Ancak o amel bir iman temeline
dayanmayınca, gelip geçici olarak dikkatsizce yapılan şey ya da alışılmamış
bir duygu olur. Böyle bir amel vicdanda değişmez ve apaçık bir şekilde yer
etmiş, hayatın geniş açık çizgisine bağlı olan bir sisteme ya da, varlık
aleminin köklü yasasına bağlı değildir.
O halde insan ruhu, her yönelişinde, kendisinden
harekete geçsin ve her davranışında ve yönelişinde kendisine başvuracağı bir
kaynağa bağlansın diye mutlaka iman etmelidir. İşte o zaman iyi amelin bir
anlamı, bir hedefi, bir sürekliliği ve ilahi sistem uyarınca vereceği
sonuçları olur. Bu ilahi sistem bu kainatın tüm elemanlarını bir kanuna
bağlar, her amel ve her harekete bir fonksiyon yükler. Ve bu varlık aleminin
bünyesinde fonksiyonunu yapmasında ve gayesine varmasında da bir etki
bahşeder.
Öte yandan "İnanıp iyi ameller işleyenlerin,
Rabbleri tarafından Muhammed'e indirilen gerçeğe inananların da günahlarını
örtmüş ve hallerini düzeltmiştir" vardır. Ayette yer alan birinci "iman
edenler" deyimi, Hz. Muhammed'e indirilen Kur'an'a iman etmeyi de içerir.
Ancak ne var ki ifadenin akışı Kur'an'ı, "Rabbleri tarafından bir hak" olma
niteliği ile nitelemek ve bu anlamı pekiştirip yerleştirmek için ön plana
çıkarıyor ve gözler önüne seriyor. Vicdanda yer etmiş bir imanın yanısıra,
hayatta dışa vuran amel etmek de gerekir. Amel, imanın varlığını,
canlılığını ve çağlayıp kaynadığını gösteren bir meyvedir.
İşte yüce Allah, inkar edenlerin amellerini, şeklen
ve dış görünüş açısından güzel görünseler bile, iptal edip boşa çıkarmasına
karşılık, bu iman edenlerin "...hallerini düzeltmiştir."
Yüce Allah iyi bile olsa kafirin amelini boşa
çıkarırken, müminin günahını bağışlamaktadır. Bu da imanın değerini, Allah
katında ve gerçek hayattaki kıymetini ortaya çıkaran mutlak ve tam bir
karşılaştırmadır.
"Ve Allah hallerini düzeltmiştir." Bir kimsenin
durumunun düzeltilmesi, kıymet, değer ve sonuç açısından iman nimetinden
sonra gelen büyük bir nimettir. Ayetin bu ifadesi, iç huzuru, rahat,
hoşnutluk ve esenlik çağrışımı vermektedir. insanın zihni sağlıklı olunca,
duygu ve düşünce de düzgün ve doğru olur, kal ve vicdan huzurlu olur, duygu
ve sinirler rahata kavuşur, ruh hoşnut olur, ruh güvenlik ve esenlikten
yararlanır... Bütün bunlar elde edildikten sonra, hangi nimet ve faydalanma
eksik kalır? Doğrusu bu, parlak, aydınlık ışık dolu bir ufuktur.
Neden mümin olanların günahları bağışlanır ve
durumları düzeltilirken, inkara dalanların amelleri boşa çıkarılmıştır? Bu
bir kayırma değildir. Tesadüf de değildir. Rastgele hiç değildir. Bu tam
anlamı ile bir olgudur. Bu olgunun değişmez bir temeli vardır. Bu olgu
Allah'ın gökleri yeri hak üzere yarattığı ve temel olarak hakkı seçtiği gün,
varlık aleminin boyun eğmiş olduğu ezeli, köklü kanuna bağlıdır:
"Bunun sebebi inkar edenlerin, batıla uymaları,
inananların da Rabbinden gelen hakka uymuş olmalarındandır."
Batılın şu varlık aleminin benliğine işleyen kökleri
yoktur. Dolayısı ile batıl gelip geçicidir, yok olmaya mahkumdur. Batılın
peşinden giden herkes ve batılın ürünü olan herşey de böyle gitmeye ve yok
olmaya mahkumdur. Dolayısı ile inkara sapanlar batılın peşinden
gittiklerinden amelleri yok olmuş ve kendilerine yararlı en ufak bir kırıntı
kalmamıştır o amellerden...
Hak ise, köklü ve değişmezdir. Gökler ve yeryüzü
hakkın temeli üzere ayaktadır. Ve hak kainatın derinliklerine kök salmıştır.
Dolayısı ile hakka yapışan ve hak üzere olan herşey varlığını sürdürür.
Müminler Rabbleri katından gelen hakka uydukları için, yüce Allah elbette
onların günahlarını bağışlayacak ve durumlarını düzeltecektir. Dolayısı ile
bu, değişmez temelleri ve ezeli nedenleri olan kararlaştırılmış ve apaçık
bir olgudur. O halde, bu dikkatsizce yapılan, tesadüfen ve rastgele olan bir
olgu değildir.
"Allah onların durumlarını insanlara böyle anlatır."
Allah kendilerini ölçmek ve değerlendirmek için
başvuracakları kuralları onlara böylece verir. Onlar da birşeyi
değerlendirmek için başvurdukları ve kendilerinin de bağlısı oldukları
ölçüyü öğrenirler de ölçme ve değerlendirmede yanılgıya düşmezler.
KAFİRLERİN
BOYUNLARINI VURUN
Surenin birinci ayetinin belirlemiş olduğu bu ilke
müminlere kafirlere karşı savaş emrinin verilmesini doğurmuştur. Çünkü
müminler sabit değişmez hak yoldadırlar. Bu hakkın yeryüzünde kök salması,
yeryüzüne egemen olması, insanların ve hayatın kaderine hakim olması
gerekir. Bundan hedef ise insanların hakka ulaşmaları ve hayatlarını bu
ilkeye göre temellendirmeleridir. İnanmayanlar ise, ortadan kaldırılması ve
izleri hayattan silinmesi gereken batıl yoldadırlar.
4- İnkar edenlerle
karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup
sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Savaş sona erince de
artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Allah dileseydi
onlardan başka türlü de öç alabilirdi. Bunun öyle olması kiminizi kiminizle
denemek içindir. Ancak kendi yolunda ölenlerin yaptıklarını boşa çıkarmaz.
Bu ayette "karşılaşmak"tan gaye; inanmayanlarla
savaş ve çarpışmak üzere karşı karşıya gelmektir. Yoksa hedefsiz olarak
sadece karşılaşmak değildir. Bu sure inene kadar Arap yarımadasında
müşriklerin bir kısmı müslümanlarla savaş halinde, bir kısmı da adlaşmalı
idiler. Ve henüz Berae (Tevbe suresi) inmemişti. Bu sure, müşriklerle
belirli süre ile sınırlı olarak yapılan antlaşmaları o sürenin sonuna kadar
geçerli sayarken herhangi bir süre ile sınırlı olmayan antlaşmalar için dört
aylık bir süre tanıyordu. Bu sürenin sonunda Arap yarımadasındaki
müşriklerin nerede ele geçirilirlerse -islamın kuralı olarak- orada
öldürülmeleri emrediliyordu. Ya da müşriklerin islama girmeleri gerekiyordu.
Bundan hedef ise kuralı artık islamın belirlemesi gerektiği idi.
İnançsızlarla karşılaşıldığı zaman emredilen boyun
vurma doğal olarak kendilerine islama girmeleri teklif edildikten ve onların
da girmekten kaçınmalarından sonra sözkonusudur. Bu ayet surenin savaş
atmosferine ve çağrışımlarına uygun olarak, öldürme işlemini doğrudan
doğruya dışa vuran şekli ile ve bu öldürmeyi simgeleyen hareketle
canlandırmaktadır.
"Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca
bağlayın (onları esir alın)."
Ayette geçen "ishan" düşmanı öldürmekte aşırı
gitmektir. Bundan hedef ise düşmanın gücünü kuvvetini kırmak, birbiri ardı
sıra kırılıp ölmesini sağlamaktır. Ki artık bir daha düşman kendisine gelip
de saldıracak ya da kendini savunacak gücü bulamasın... İşte o zaman -bundan
önce değil- esir düşen tutsak edilir ve kelepçesi sıkı tutulur. Ama düşman
hala gücünü yitirmemişse "ishan" ve öldürmede aşırı gitme bu tehlikeyi
kırmak için ana hedef olarak kalır. Buna göre, bu ayetin anlamı ile yüce
Allah'ın Bedir savaşında düşmanı öldürmek yerine çok esir aldıklarından
dolayı Peygamberini ve müslümanları azarlayıp çıkıştığı Enfal suresinin
ayetleri arasında çelişki olmaz. O zaman kafirleri öldürmek daha uygundu.
Nitekim o ayette yüce Allah:
"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir
Peygamberin esir alması yerinde değildir. Siz geçici dünya malını
istiyorsanız. Oysa Allah sizin hesabınıza ahireti istiyor. Allah üstün
iradeli ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş (ve bu
konuda lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı esirlerin karşılığında
aldığınız fidyeler yüzünden başınıza büyük bir azap gelirdi" (Enfal suresi
67-68). Öncelikle, düşmanın gücünü ve kuvvetini kırmak için "ishan" gerekir.
Esir almak bundan sonraki aşamada sözkonusudur. Bunun nedeni gayet açıktır.
Çünkü islama düşman ve saldırgan olan gücün ortadan kaldırılması savaşın ilk
hedefidir. Hele hele, İslam toplumunun sayısal gücü az ve sınırlı ve
çoğunluk müşriklerin yanında ise, müşriklerden bir tek eli silahlı askerin
saf dışı edilmesi bile -o zamanlar olduğu gibi- güç dengesi açısından çok
büyük önem taşıyorsa daha da öncelik kazanır. Bu hüküm, genel anlamı ile her
zaman, düşmanın gücünü kuvvetini kırmayı ve düşmanı hem saldırı hem de
savunma yapamayacak şekilde güçsüz bırakmayı sağlayacak biçimi ile hala
geçerlidir. Bundan sonra esirler hakkındaki hükme gelince, bu ayet o
hükümleri, belirlemektedir. Nitekim bu ayet esirlere dair hükümleri içeren
biricik Kur'an ayetidir:
"Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya
fidye karşılığı salıverin."
Yani, düşman askeri esir alındıktan sonra ya
herhangi bir karşılık alınmadan salıverilir. Onlardan bu salıverme karşılığı
herhangi bir mal alınmadığı gibi, bunların karşılığında müslüman esir
kurtarılmasına gidilmez. Ya da fidye karşılığı salıverilir. Bu fidye bir mal
olabilir, bir çalıştırma zorunluluğu olabilir, tutsak düşen müslümanların
salıverilmeleri karşılığı olabilir.
Bu ayette müşrik tutsaklar için öldürülme ya da
köleleştirilme gibi üçüncü bir ihtimal sözkonusu edilmiyor.
Ancak bir uygulama biçimi olarak gördüğümüz şu ki;
Resulullah ve kendisinden sonra gelen halifeler -çoğunlukla- tutsakları köle
edinmişler bazı belirli durumlarda ise öldürülmüşlerdir. ,
Biz burada bu ayetle ilgili olarak Hanefi bilgin
İmam Cessas"ın Ahkamul Kur'an isimli eserinde yer alan açıklamaları
aktaracak, arada açıklamayı uygun gördüğümüz noktalarda açıklama yapacağız.
Sonra da bu konuda düşündüğümüz hükmü belirteceğiz.
Allah Teala "İnkar edenlerle karşılaştığınız zaman
boyunlarını vurun" buyurmaktadır. Ebu Bekr Cessas der ki: "Bu ayetin sözcük
ve cümlelerinin yansıttığı anlam tutsakların öldürülmesini gerektirir.
Bundan başka bir çözüm yoktur. Bunun dışındaki çözüm düşmanı tamamen yenip
güçsüz hale getirdikten sonra gündeme gelir. Bu ayet Enfal suresindeki
"Yeryüzünde üstünlüğü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde
değildir" (Enfal suresi, 67) ayetinin benzeridir. Bu ifade doğrudur, her iki
ayet arasında bir çelişki yoktur."
Hakem oğlu, Muhammed oğlu, Ca'fer oğlu Muhammed
nakleder. O da İb-nu'l Yeman oğlu Muhammed oğlu Cafer'den nakleder. Bu Ebu
Ubeyd'den, Ubeyd'in babası Salih oğlu Abdullah'tan, o Salih oğlu
Muaviye'den, o da Ebu Talha oğlu Ali'den o da İbn-i Abbas'dan nakleder.
İbn-i Abbas, "Yeryüzünde üstünlüğü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir
alması yerinde değildir" (Enfal suresi, 67) ayeti hakkında der ki: Bu durum
Bedir günü için sözkonusu idi. Çünkü o zamanlar müslümanlar azınlıkta
idiler. Müslümanlar çoğalınca ve güçleri artınca Allah bu ayetten sonra
tutsaklar hakkında "Savaş sona erince de onları ya karşılıksız veya fidye
karşılığında salıverin" ayetini indirdi. Ve peygamber ile müminlere
tutsaklar konusunda tercih hakkı verdi. Artık dilerlerse tutsakları
öldürebilirler dilerlerse köle edinirler. Ve yine dilerlerse tutsakların
vereceği fidyeyi kabul edip onları serbest bırakırlar. Ebu Ubeyd "Dilerlerse
köle edinirler" ifadesini söylemediğinde kuşku duymuştur. (Köle edinme
konusunun İbn-i Abbas tarafından söylenmediği hakkında kuşku vardır, bu
nedenle onu bir yana bırakıyoruz. Ama tutsakları öldürmenin caiz olacağı
hakkında ayette bir dayanak görmüyoruz. Çünkü ayetin ifadesi ya karşılıksız
ya da fidye karşılığı salıvermektir.)
Muhammed oğlu Ca'fer, Ebu Ubeyd'den, o da Mehdi ve
Haccac'dan bu ikisi de Süfyan'dan naklederler. Süfyan der ki: Süddi'nin "Ya
karşılıksız ya da fidye karşılığı salıveriniz" ayetini açıkladığını duydum.
Diyordu ki; bu ayetin hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. Ortadan kaldıran
ayet ise; "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz" (Tevbe suresi, 5)
ayetidir.
Ebu Bekr El-Cessas der ki: "Kafirlerle
karşılaştığınız zaman boyunlarını vurunuz" ayetinin "Yeryüzünde üstünlüğü
perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir" (Enfal
suresi, 67) ayetinin ve "Eğer savaşta onları ele geçirirsen, onları geride
kalanlara bir ibret olacak biçimde cezalandır" (Enfal suresi, 57) ayetinin
yürürlüğü ortadan kaldırılmış değişmez birer hüküm ifade etmeleri mümkündür.
Çünkü yüce Allah, peygamberine savaşta onları
şiddetle öldürmesini emretmiş tutsak almayı yasak etmiştir. Bu hükümden
ancak onlar tamamen boyun eğdirilip bastırıldıktan sonra dönmeye izin
verilmiştir. Bu hüküm müslümanların sayılarının az, düşmanları olan
müşriklerin sayılarının çok olduğu zaman sözkonusu idi. Müşrikler adam
akıllı öldürüldükten ve gerek öldürülerek gerekse darmadağın edilerek yenik
duruma düşürüldükten sonra sağ bırakılmaları caiz olmuştur. O halde islamın
ilk devirlerindeki müslümanların durumu gibi bir durum yine oluşursa
uygulanmak üzere bu hükmün değişmez bir hüküm olarak kalması gerekir."
"Biz diyoruz ki: Müşriklerin ele geçirildiği yerde
öldürülmelerinin emredilmesi Arap yarımadası müşriklerine özgüdür. Oysa
Muhammed suresindeki ayet özel bir durum için değil, aksine her türlü
durumlar için amel edilmesi gereken bir hüküm ifade eder. Yeryüzünde
inançsızları tamamen yenip güçsüz duruma getirince artık esir almak caiz
olur. Resulullah'dan sonra devlet başkanı olan halifelerin uygulamaları
böyle idi. Doğal olarak Berae (Tevbe) suresi indikten sonra da uygulama
böyle olmuştu. ve müslümanlar bazı belirli durumlar hariç tutulan tutsakları
öldürmemişlerdir. Buna ilerde değineceğiz."
"Onları karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin"
ayetine gelince... Bu ayetin akla ilk anda gelen dış anlamı iki seçenekten
birisini uygulamayı gerektiriyor. Ya, karşılıksız salıvermek ya da fidye
karşılığı salıvermek. İslam bilginleri bu konuda fikir ve görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Haccac İbn-i Fidale oğlu Mübarek'ten, o da el Hasen'den
naklederek El Hasen in tutsakların öldürülmelerini hoş görmediğini ve "Ya
karşılıksız salıver ya da fidye alarak serbest bırak" dediğini ifade eder.
Cafer, Ebu Ubeyd'den, o da Huşeym'den. Huşeym Eş'as'ten nakleder. Eş'as der
ki: Ata'a tutsakları öldürmenin hükmünü sordum. O da: Ya karşılıksız salıver
ya da fidye alarak serbest bırak dedi. Eş'as aynı soruyu El Hasen`e sordum o
da: Resulullah Bedir tutsaklarına nasıl davranmış ise öyle yapılır. Ya
karşılıksız salıverilir ya da fidye alınıp bırakılır, dedi. Rivayet
olunduğuna göre İbn-i Ömer'e İstahr kodamanlarından büyük bir kodaman
öldürülmek üzere teslim edilmiş İbn-i Ömer onu öldürmekten kaçınmış ve "Ya
karşılıksız veya fidye mukabili salıverin" ayetini okumuş. Mücahid ve
Muhammed İbn-i Sirin'in de tutsakların öldürülmelerini hoş görmedikleri
rivayet edilmektedir. Süddi'nin, "Ya karşılıksız ya da fidye karşılığı
salıverin" ayetinin "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz" (Tevbe suresi 5)
ayeti ile yürürlükten kaldırıldığını söylediğini nakletmiştik. Bu görüşün
aynısı İbn-i Cüreyc'den de nakledilir. Cafer, Ebu Ubeyd, Haccac rivayet yolu
ile, İbn-i Cüreyc in bu ayetin hükmünün yürürlükten kaldırıldığını söylediği
nakledilir. İbn-i Cüreyc: Resulullah Bedir günü Ebu Muayt oğlu Ukbe'yi
tutukladıktan sonra öldürtmüştür der. Ebu Bekr El Cessas der ki: Arap
yarımadası dışındaki önemli İslam hukukçuları tutsakların
öldürülebileceğinde görüş birliği içerisindedirler. Bu konuda aralarında
görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Resulullah'ın savaş tutsaklarını
öldürdüğü haberleri bize yalan üzere birleşmesi imkansız derecede çok kişi
tarafından nakledilmiştir. Söz gelimi Bedir günü tutsak aldıktan sonra Ebu
Muayt oğlu Ukbe ile, Haris oğlu Nadr'ı öldürtmüştür. Uhud günü, tutsak
alındıktan sonra şair Ebu İzze'yi öldürtmüştür. Kureyza oğulları Muaz oğlu
Sa'd'ın haklarında vereceği hükmü kabul ettikten sonra, hüküm sonucu onları
öldürtmüştür. Çünkü Sa'd onların öldürülmelerine, çocuklarının tutsak
edilmelerine hükmetmiş, İbn-i Bata oğlu Züber'i karşılıksız salıvermişti.
Resulullah Hayberin bir kısmı, barış yolu ile bir kısmını da kuvvet
kullanarak fethetmişti. Ebu'l-Hakik'in oğluna hiçbir şeyi gizlememesini şart
koşmuş, sözünde durmadığı ve gerçekleri sakladığı ortaya çıkınca onu
öldürtmüştür. Resulullah Mekke'yi fethedince, Hatal oğlu Hilal'in, Hubaba
oğlu Makis'in Ebu Serh oğlu Abdullah'ın ve daha başkalarının öldürülmelerini
emretmiş ve: Onları Kabe'nin perdelerine yapışmış bulsanız bile öldürünüz
buyurmuştur. Mekkelileri karşılıksız salıvermiş mallarını ganimet olarak
almamıştır. Keysan oğlu Salih, Abdurrahman oğlu Muhammed'den, Muhammed
babası Avf oğlu Abdurrahman'dan nakleder. Abdurrahman Hz. Ebu Bekrin şöyle
dediğini duyar: İsterdim ki ansızın bana getirilen kimseleri yakmayayım. Ya
hemen öldüreyim ya da bağışlayarak bırakayım. Sûs yöresinin başkanı halkı
için isim isim sayarak güven belgesi almış ve kendi ismini belge isteyenler
arasında saymayı unutunca, rivayete göre Ebu Musa onu öldürtmüştür. Bu
sıraladıklarımız, gerek Resulullah'tan ve gerekse sahabeden savaş
tutsaklarını öldürmenin veya sağ bırakmanın caiz olabileceğine dair, çok
kanallı aktarılan uygulama haberleridir. Arap yarımadası dışındaki önemli
şehirlerin İslam hukukçuları bu konuda görüş birliği içindedirler. (Savaş
tutsağının öldürülebileceği ayetten çıkarılamaz. Ne varki Resulullah'ın ve
bazı sahabenin uygulamalarından çıkarılabilir. Tutsakların öldürüldüğü
durumları incelenince bu durumların özel durumlar oldukları, gerisinde
savaşa katılma ve tutsak edilmenin dışında belirli nedenlerin yattığı
anlaşılır. Sözgelimi, Haris oğlu Nadir ve Ebu Muayt oğlu Ukbe Resulullah ve
onun çağrısına zarar vermek için özel bir tutum takınmışlardır. Şair Ebu
İzze de aynı şekilde özel tutum takınanlardandı. Kureyza oğullarının da özel
durumları vardı. Çünkü daha baştan Muaz oğlu Sa'd'in vereceği hükme razı
olmuşlardı. İşte böylece tutsakların öldürüldüğü bütün durumlarda,
tutsakların durumunu düzenleyen ve her durumda uygulanacak olan "Ya
karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin" ayetinin hükmünden ayrı özel
hükümler içeren belirli durumlar sözkonusudur."
"İslam hukukçularının görüş ayrılığına düştükleri
konu, tutsakların verecekleri fidyelerin kabul edilip salıverilmesi
konusudur. Bütün imamlarımız (yani Hanefi alimleri) derler ki: Savaş
tutsağından mal alınarak salıverilmez ve tutsaklar düşmana da satılamaz,
çünkü bu durumda yeniden vurucu güç olarak karşımıza dikilirler. Ebu Hanife:
Savaş tutsakları müslüman tutsakların karşılığında da salıverilemez. Savaş
tutsaklarına düşman saflarına katılıp da vurucu güç olarak karşımıza dikilme
imkanı verilemez der. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed: Savaş tutsaklarının
müslüman tutsaklarla değiş-tokuş edilmelerinde bir sakınca yoktur derler.
Sevri ve Evzai de aynı görüştedirler. Evzai derki: "Tutsakların düşmana
satılmasında bir sakınca yoktur. Erkek tutsaklar ancak müslüman tutsaklarla
değiştirilirler." Müzeni Şafii'nin şu fetvasını nakleder: "Devlet başkanı
yenmiş olduğu savaş tutsaklarını karşılıksız serbest bırakabileceği gibi,
onlardan fidye alarak da kendilerini salıverebilir."
Savaş tutsaklarını bir mal ya da müslüman
tutsakların karşılığında salıvermek caizdir diyenler, "Onları ya karşılıksız
ya da fidye karşılığı salıverin" ayetini delil olarak gösterirler. Ayetin
ilk anda akla gelen anlamı, tutsakların bir mal karşılığı ya da müslüman
tutsaklarla değiştirilerek salıverilmelerini gerektirir. Ve Resulullah Bedir
tutsaklarını mal karşılığı salıvermiştir. İslam hukukçuları tutsakların
müslüman tutsaklar karşılığı salıverilmesinin caiz olduğuna delil olarak şu
hadisi gösterirler. İbn-i Mübarek, Ma'mer, Eyyüb, Ebu Kılabe Ebu`l Muhalleb,
Hüseyin oğlu İmran kanalı ile şu olayı anlatır: İmran der ki: Sakifliler
Resulullah'ın sahabelerinden iki kişiyi tutsak ederler. Resulullah'ın
sahabeleri de Amir b. Sa'sa oğullarından birisini tutsak eder. Resulullah
adamın yanına yaklaşır. Kendisi bağlıdır. Resulullah'a seslenince,
Resulullah adamın yanına yönelir. Tutsak: "Ben niçin hapsolunuyorum deyince
Resulullah. "Yandaşlarının işlediği suçtan dolayı" buyurur. Tutsak: "Ben
müslüman oluyorum, deyince Resulullah: "Sen bu sözü, özgürlüğün elinde iken
söylemiş olsaydın, tam anlamı ile kurtulmuş olurdun" der. Resulullah
ilerleyince tutsak yine ona seslenir: "Açım doyur beni" der. Resulullah:
"Tamam bu senin ihtiyacındır" der. Sonra Resulullah bu adamı Sakiflilerin
tutsak ettikleri iki kişi ile değiştirerek salıverir. Tutsaklar fidye
karşılığı salıverilir diyen hukukçuların delilleri bize göre, savaş
tutsakları mal veya müslüman tutsaklar karşılığında salıverilirler
konusundaki ihtilaflı görüşlere sahip olan İmam Cessas'ın imamlarının
delillerinden daha güçlüdür."
İmam Cessas bu konudaki sözü kendi mezhebinden olan
Hanefi imamların görüşlerini tercih ederek bitiriyor. Ve şöyle diyor: Ayette
yer alan tutsakları "Karşılıksız salıverme ya da fidye alarak serbest
bırakma"ya bir de Bedir tutsaklarının fidye karşılığı salıverilmeleri
konusuna gelince; Bunların, "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz.
Yakalayıp hapsediniz. Bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz.
Eğer tevbe eder de namaz kılar ve zekat verirlerse onları salıveriniz."
(Tevbe suresi, 5) ayeti ile hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır. Buna dair
bir nakil de Süddi'den ve İbn-i Cüreyc'den naklettik. "Allah'a ve ahiret
gününe inanmayan Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri haram
saymayan ve gerçek dini benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile bunlar, size
boyun eğip kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız." (Tevbe suresi, 29)
ayeti kafirlerle müslüman oluncaya veya cizye verinceye kadar savaşmayı
içerir. Savaş tutsaklarından mal alarak ya da başka birşey karşılığı onları
salıvermek bu ayete aykırıdır. Gerek Kur'an tefsircileri gerekse Hadis
rivayet edenler Tevbe suresinin Muhammed suresinden sonra indiği konusunda
görüş ayrılığına düşmemişlerdir. Şu halde tevbe suresinin ayetinde yer alan
hükmün başka ayetlerde geçen tutsakların fidye karşılığı salıverilmesi
hükmünü yürürlükten kaldırması gerekir.
Daha önce de söz edildiği üzere, müşriklerin
öldürülmeleri ya da islama girmeleri hükmü Arap yarımadasında yaşayan
müşriklerle ilgilidir. Bu onlara özel bir hükümdür. Yarımada dışında öteki
müşriklerden ise, yahudi ve Hıristiyanlardan alındığı gibi cizye alınır.
Savaşçılar teslim oldukları zaman onlardan cizye kabul edilmesi, önce
müslümanların ellerine esir düşmeyecekler demek değildir. Tutsaklar hakkında
hüküm nedir? diye sorulacak olursa deriz ki: Devlet başkanı yararlı görürse
tutsakları karşılıksız, ya da fidye alarak mal veya müslüman tutsaklar
karşılığı onları salıverebilir. Bu uygulama düşman tarafı henüz gücünü
koruyorsa, teslim olup da cizye vermeyi kabul etmemişse geçerlidir. Ama
teslim olmuşlar da cizye vermeyi kabul etmişlerse, doğal olarak problem sona
ermiştir.
Bu başka bir durumdur. Tutsak hükümleri, iş cizye
vermeye kadar varmadıkça geçerliliğini koruyacaktır.
Özet olarak bizim ulaştığımız sonuç, bu ayetin
tutsakların durumunu düzenleyen biricik ayet olduğudur. Öteki ayetler,
tutsaklık durumundan başka durumları düzenler. Bu ayet ise, bu konu ile
ilgili sürekli uygulanmak üzere getirilmiş bir prensiptir. Bu prensibe
aykırı olarak yapılmış uygulamalar ise, bu prensibin dışında, özel durumlar
ve gelip geçici şartlar karşısında başvurulmuş uygulamalardır. Özel
durumlarda bazı savaş tutsaklarının öldürülmelerinin ise, her zaman benzeri
görülebilecek olan kişisel sebebler olmuştur. Öldürülen tutsaklar
müslümanlarla savaşa giriştikleri için değil, tutsak düşmeden önceki
sabıkalarından dolayı cezalandırılmışlardır. Buna örnek olarak
yargılanmasını verebiliriz. Bu durumda tutsak etmek kendisini yakalamak için
sırf bir araç olarak kalır.
Geriye köleleştirme konusu kaldı. Biz bu tefsirin
değişik yerlerinde bu konudan söz ettik ve dedik ki: Köleleştirme o zamanlar
dünyada görülen bir durum ve genel olarak savaşlarda uygulanan bir
gelenekti. İslam düşmanları tutsak ettikleri müslümanları birer birer köle
edinirken, İslam dini her durumda genel anlamlı "Ya karşılıksız veya fidye
karşılığı salıverin" ayetini uygulayamazdı. Dolayısı ile, Resulullah bazı
durumlarda bu ayeti uygulamış ve bazı tutsakları karşılıksız salıvermiştir.
Bir kısmını da müslüman tutsaklarla değişirken bazılarını verecekleri mal
karşılığı salıvermiştir. Başka bazı durumlarda, köleleştirme uygulamasına
başvurulmuştur. Birgün gelir de bütün bloklar tutsakların
köleleştirilmemeleri üzerinde görüş birliğine varırlarsa, o zaman İslam da
biricik olumlu prensibine, "Ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin"
prensibine geri döner. Çünkü köleleştirmeyi gerektiren şartlar ortadan
kalkmıştır artık. O halde köleleştirme kesin olarak uygulanması gereken bir
kural ve islamda tutsaklara yapılacak işlemlerden birisi değildir.
Kur'an'ın kesin ifadesinden, olayların, durumların
ve şartların incelenmesinden elde ettiğimiz görüş budur. Doğruya ulaştıran
da yalnız Allah'tır.
Şu noktanın anlaşılmasında yarar görüyorum. Benim bu
görüşe varmam Kur'an ayetlerinin, olayların ve şartların incelenmesinden
ortaya çıkan sonuçların bu görüşü güçlendirmesinden dolayıdır. Yoksa
tutsakları köleleştirmeyi, islama yönelik bir leke kabul edip de onu
islamdan temizlemeye çalışmak aklımın ucundan bile geçmiş değildir. Böyle
bir düşünce asla aklımdan geçmez. İslamın düşüncesi tutsakları köleleştirmek
olsa idi hayırlı olan budur derdim. Çünkü terbiyeden en ufak bir kırıntı
kadar nasip almış bir insan, Allah'tan daha iyisini düşündüğünü söyleyemez.
Ben ise Kur'an ayetleri ile ve o ayetlerin ruhu yönünde hareket ediyorum.
Ayetler ile ve onların hedefleri ile bu sıraladığım görüşe varıyorum. Bütün
bunlar... Yani savaş, kafirlerin boyunlarının vurulması, tutsaklık
bağlarının sıkı tutulması ve tutsaklar hakkındaki şu prensiplere uyulması...
Bütün bunlar "Savaş sona erinceye kadardır." Yani islam ile ona karşı gelen
düşmanları arasında savaş bitinceye kadardır. İşte bu sürekli ve her zaman
ve yerde uygulanmak üzere geçerli bir prensiptir. Çünkü Resulullah'ın dediği
gibi, "Cihad kıyamet gününe kadar sürecektir. Ki yeryüzünde Allah'ın hükmü
egemen olsun." (Ebu Davut'un Hz. Enes'ten rivayet etmiş olduğu hadi)
Yüce Allah, (haşa) müslümanlara kafirlere karşı
yardım dilemek için bu emirleri vermiyor, kendisini desteklesinler diye
onlara cihadı farz kılmıyor. Çünkü Allah Teala onları bizzat kendisi yok
edebilir. Bu emirler Allah'ın kullarını birbiri ile denemesi ve bunun
neticesi olarak da mertebelerini takdir etmesi ve belirlemesi içindir.
"Allah dileseydi onlardan başka türlü de öc alırdı. Bunun böyle olması
kiminizi kiminizle denemek içindir. Allah kendi yolunda ölenlerin
yaptıklarını boşa çıkarmaz." "
"Allah onları hidayete iletecek ve durumlarını
düzeltecek."
"Onları, dünyada iken tanıttığı cennete koyar."
Bu inkar edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve
yeryüzünde her zaman bulunan azgın, zalim ve bozgunculuk eden benzerleri...
Gurur ve güç elbisesi içinde orta çıkanlar... Kendilerini ve peşlerinden
giden sapıkları herşeyi yapabilen güçlü kimseler olarak gören bütün bu
insanlar, Allah'ın kulları arasında bir avuç yaratık olmaktan öteye
gidemezler.
Evet bütün bu insanlar, şu yeryüzü diye
isimlendirilen küçücük yoğunlar tozmuş bulutu üstünde yaşayan yaratıklar
arasında bir avuç olmaktan öteye geçemezler çünkü bu insanlar bunca
yıldızların, gezegenlerin, nebuloların, galaksilerin ve sayıları ile
çaplarını ancak Allah'ın bildiği alemlerin arasında yer alan bu küçücük,
adına dünya denilen yerküre üzerinde yaşayan yaratıklar arasında bir avuç
olmaktan öteye gidemezler. Üstelik bu gök cisimleri öyle bir uzaydadırlar
ki, bütün bu galaksiler ve alemler sanki uzay boşluğunda saçılmış noktacık
gibi kalırlar. Nerde ise uzayın enginliklerinde kaybolup gitmişlerdir.
Bunları ancak orada boşlukta Allah tutabilir, bir araya getirebilir ve
düzene koyabilir.
Bütün bu azgınlar ve arkalarına takılan uşaklar,
hatta şu dünyadaki tüm insanlar, Allah'ın gücü karşısında küçücük birer
karınca olmaktan, çok esintilerin kaldırdığı birer toz zerreleri olmaktan,
hayır hayır asla hiçbir şey olmaktan öteye geçemezler.
Yüce Allah müminlere kafirlerin boyunlarını
vurmalarını, kendilerini yenip de iyice güçsüz hale getirince bağlarını sıkı
tutmalarını emrederken, onları kendi kudretine birer perde olarak
kullanmaktadır. Eğer dileseydi kafirlerden açıktan açığa intikam alırdı.
Nitekim bazılarından tufanla, bazılarından çığlıkla, bazılarından da yakıcı
rüzgarla intikam almıştı. Hatta hatta Allah kafirlerden isteseydi, bütün bu
saydığımız araçları kullanmadan da intikam alırdı. Fakat O, mümin olan
kulları için hayır dilemekte, onları denemekte, eğitimden geçirmekte,
durumlarını düzeltmekte ve büyük iyiliklere götüren yolların kapısını
önlerine açmaktadır.
Allah onları denemek istemektedir. Bu denemede
müminlerin ruhlarında en yüce enerjiler ve yönelmeler harekete geçiyor.
Çünkü bir ruh için, onun inanmış olduğu hakkın kendisine değerli olmasından
daha yüce bir şey düşünülemez. Hak ruhta değer kazanınca o kişi hakkın
yolunda hem öldürür ve hem de ölür. Hem kendisi ile ve hem de kendisi için
yaşadığı bu hak uğruna kimseye boyun eğmez, onsuz bir hayata dayanamaz, onun
gölgesinden başka bir yerde geçecek şu hayatı sevemez.
Ayrıca yüce Allah onları eğitmek istiyor. Bunun
sonucu kendisinden vazgeçmenin onlara ağır geldiği şu fani dünyanın malına
istek ve hevesin tümü gönüllerinden çıkar gider. Ve artık ruhlarındaki her
zayıf olan şey kuvvet kazanmaya, her türlü eksiklik tamam olmaya, her türlü
hile ve kuşku yok olmaya başlar. Artık en sonunda bütün arzuları terazinin
bir kefesinde, Allah'ın cihad çağrısı onun zatını ve hoşnutluğunu arzulama
ise diğer kefesinde yer alır. O da çağrısını ve hoşnutluğunu alır ve
ötekileri kaldırır atar. Ve yüce Allah bilir ki bu gönüller iki seçenekten
birisi ile serbest bırakılmışlar da Allah'ın hoşnutluğunu seçmişlerdir. Bu
ruhlar eğitilmişler ve bilmişlerdir. Bu ruhlar bilinçsizce öne atılmamışlar
fakat ölçüp biçmişler sonra da seçimlerini yapmışlardır.
Allah onların durumlarını düzeltmek istiyor. Allah
yolunda cihad çilesi, her atılışta ölümle burun buruna gelmek insanın
gönlüne bu korkunç tehlikeyi küçümseme duygusu veriyor. Bu öyle bir
tehlikedir ki, insanların çoğu ondan korunmak için vicdanlarından,
ahlâklarından, ölçülerinden ve değerlerinden neleri feda etmezler! Bu
tehlike ile yüzyüze gelmeye alışanlara bu tehlike -ister ondan kurtulsunlar
ister ölsünler- son derece basittir. Her defa Allah için cihada yönelmek
ruhlarda tehlike anlarındakine benzer etkiler yapar. Elektriğin vücuda
yaptığı etki bunu anlamaya yardımcı olan en yakın örnektir. Sanki cihad
kalpleri ve ruhları saflık, duruluk ve düzgünlük hamuru ile yeniden yoğurur.
Sonra bütün bunlar tüm insan topluluklarını
mücahidlerin elleri ile kumanda ederek düzeltmek için gözle görülen dış
nedenlerdir. Bu mücahidler dünyanın fani olan tüm mallarından ve süslerinden
vazgeçmişlerdir. Allah yolunda ölümün kucağına atılırlarken dünya hayatı
gözlerinde değersiz kalmıştır. Artık gönüllerinde kendilerini Allah'tan ve
O'nun hoşnutluğunu arzulamaktan alıkoyacak hiçbir şey kalmamıştır. İktidar
bu gibi ellere geçerse yeryüzü bir uçtan bir uca düzeldiği gibi kullar da
düzelir. Bu ellere iktidar sancağını inkarcılığa sapıklığa ve bozgunculuğa
teslim etmek çok ağır gelir. Çünkü onlar bu sancağı kanları ve ruhları
pahasına satın almışlar, dünya hayatında pahalı ve yüce ne değerler varsa o
sancağı ele geçirmek uğruna hepsini feda etmişlerdi. Ama bunu kendi
nefisleri için değil, Allah için yapmışlardı.
ŞEHİD, MÜCAHİD VE
CENNET
Sonra cihad, bütün bunlardan başka, Allah'ın
kendilerine iyilik dilediği kimselere, kendi hoşnutluğunu ve hesapsız
ödülünü elde etsinler, kötülük dilediği kimselere de hak ettikleri gazabına
ve azabına uğrasınlar diye gerekli vasıta ve aracı hazırlaması demektir.
Herkese karakterine uygun olan ne ise o verilir. Bu da Allah'ın o kimsenin
içinde ve ruhunda olan niyet ve yönelmesine dair bilgisi uyarınca
gerçekleşir.
Bundan dolayı yüce Allah, Allah yolunda
öldürülenlerin akibetlerini gözler önüne sermektedir:
"Allah kendi yolunda ölenlerin yaptıklarını boşa
çıkarmaz."
5- Allah onları
hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecek.
6- Onları dünyada
iken tanıttığı cennete koyar.
İnkara sapanların amellerini boşa çıkaracağına dair
gelen hükme karşılık,Allah yolunda öldürülenlerin amellerini boşa
çıkarmayacaktır. Çünkü bu ameller, doğru yolu bulan değişmez gerçeğe (Hakka)
ulaşan ve O'na bağlı amellerdir. Bu gerçek (Hak) öyle bir gerçektir ki bu
ameller oradan çıkmış, hakkı korumak için ve O'na yönel inerek yapılmıştır.
Bu ameller bu nedenle kalıcıdırlar, kaybolmazlar. Çünkü hak (gerçek)
kalıcıdır, ortadan kalkmaz ve kaybolmaz.
Şimdi şu ürpertici gerçeğin, Allah yolunda şehide
düşenlerin yaşadıkları gerçeğinin üzerinde bir nebze duralım. Şehidlerin sağ
oldukları daha önce Bakara suresinde vurgulanmış bir gerçektir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyuruyordu orada: "Allah yolunda öldürülenlere sakın ölüler
demeyin. Tersine onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara
suresi, 154)
Fakat bu gerçek burada yeni bir biçimde sunuluyor.
Bu hayat gerçeği burada kendi yolunu tutmuş gelişme ve süreklilik halinde
sunulmaktadır. Bu öyle bir yoldur ki, bu hayat burada dünya hayatından
ayrılmış kendi yoluna, itaat yoluna, ibadet yoluna, kendini Allah için
herşeyden soyutlama yoluna ve temizlik yoluna koyulmuştur.
"Allah onları hidayete iletecek ve durumlarını
düzeltecektir."
Yolunda öldürüldükleri Rabbleri olan yüce Allah,
-şehid düştükten sonra da- onlara hidayet va'dediyor, durumlarını
düzelteceğini garanti ediyor, ruhlarını yeryüzünün arta kalan kirlerinden
temizleyeceğini, ya da ruhlarının duruluğunu yükselmiş oldukları yüceler
yücesinin duruluğu, parlaklığı ve yüceliği ile ahenkli olsun diye daha da
duru hale getireceğini taahhüt ediyor. O halde şehidlerin hayatları kendi
yolunda yol alan asla kesintiye uğramamış bir hayattır. Ne var ki yeryüzünün
gözü perdeli insanları bunu görmüyorlar. Şehidlerin hayatları yüce Allah'ın,
yani hayatın Rabbinin yüceler yücesinde kendisinin yüklendiği, hidayetini
artırmayı, duruluğunu çoğaltmayı parlaklığını artırmayı garanti ettiği bir
hayattır. Şehidlerin hayatı yüce Allah'ın nuru altında her an gelişen bir
hayattır.
Ve sonunda yüce Allah onlara va'detmiş olduğu şeyi
gerçekleştiriyor.
"Onları kendilerine tanıttığı cennete sokacaktır."
Allah'ın şehidlere cenneti tanıtmasına ilişkin bir
hadis vardır. Bu hadisi İmam Ahmed Müsned'inde nakleder ve der ki:
Dimeşkli Nemir oğlu Zeyd, İbn-i Sevban'dan, Sevban
Mekhul'den, Mekhul Merre oğlu Kesir'den, Kesir de Cüzam'lı Kays'dan (Ki
sahabe olmak şerefine ermiş birisidir) nakleder. Kays der ki: Resulullah:
"Şehide altı özellik bahşedilir. Daha kanından ilk damla dökülür dökülmez
bütün günahları bağışlanır, cennetteki yerini görür, güzel ve iri gözlü
hurilerle evlendirilir, en büyük korkudan ve kabir azabından emin olur,
kendisine iman elbisesi giydirilir." der. Bu hadisi İmam Ahmed tek başına
rivayet etmiştir. Ancak bu anlama yakın başka bir hadis daha rivayet
etmiştir. Bu ikinci hadiste de şehidin cennetteki yerini göreceği açıkça
belirtilmektedir. Bu hadisi Tirmizi kitabında yazmış İbn-i Mace de: "Hadis
sahihtir" demiştir.
İşte bu, yüce Allah'ın kendi yolunda şehid düşenlere
cennetini tanıtmasıdır. İşte cennet, sürüp giden hidayetlerinin dünyadan
ayrıldıktan sonra yeniden hallerinin düzeltilmesinin, orada Allah'ın katında
hayatlarının hidayetlerinin ve düzeltilmelerinin son aşaması demektir.
ALLAH'IN YARDIMI
Allah yolunda öldürülenlerin elde ettikleri bu
şerefin ışığı altında, bu hoşnutluğun, şu himayenin (gözetmenin) ve şu
makama ermenin ışığı altında yüce Allah müminleri yalnız kendi rızası için
herşeyden soyutlanmaya ve hayata kendi sisteminin hakim kılınması için
sistemine yardıma yönelmeye teşvik ediyor.
7- Ey inananlar! Siz
Allah'ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı
savaşta sabit kılar.
8- İnkar edenlere
gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah, onların yaptıklarını boşa
çıkarmıştır.
Peki müminler yüce Allah'a nasıl yardım ederler ki
şartı yerine getirmiş olsunlar ve sonuç olarak da kendilerine o şartın bir
karşılığı olarak yardımını ve sebatı elde etsinler?
Gönülleri Allah için herşeyden soyutlamakla, Allah'a
açık veya gizli hiçbir şeyi ortak koşmamakla, gönüllerinde Allah'ın sevgisi
yanında hiçbir kimseye ve hiçbir şeye yer bırakmamakla, yüce Allah o
gönüllere kendisinden ve sevdiği ile ilgi duyduğu her şeyden daha sevgili
olmakla, gönüller Allah'ı tüm arzularında, duygularında, duruşlarında ve
davranışlarında, tüm faaliyetlerinde ve duygularında hakem kılmakla... Evet
gönül aleminde Allah'a yardım böyle olur.
Yüce Allah'ın bir şeriatı ve hayat sistemi vardır.
Bu şeriat birtakım temellere, ölçülere, değerlere, bütün varlık alemine ve
hayata dair düşünce sistemine dayalıdır. Allah'a yardım, O'nun şeriat ine ve
sistemine yardım edilerek şeriatının istisnasız tüm hayata hakem kılınma
girişimi ile gerçekleşir. Bu da hayat sahnesinde Allah'a yardım demektir.
"Allah kendi yolunda öldürülenler" ifadesi ile,
"Allah'a yardım ederseniz" ifadeleri üzerinde bir an duralım.
Her iki durumda da, öldürülme ve yardım etme
durumlarında da, bunların sırf Allah için yapılmış olması şarttır. Aslında
bu, doğruluğu apaçık olan bir gerçektir. Ancak ne varki bazı nesiller
islamın inanç sisteminden sapınca, bu gerçeğin üstünü karaltılar kaplıyor.
Şehadet sözcüklerinde (Allah'ın birliği ve Resulullah'ın onun peygamberi
olduğuna tanıklık ifade eden sözcükler) şehid düşenlere cihad sözcüklerine
önem verilmeyince ve bunlar değerlerini yitirince ve bu sözcükler gerçek ve
biricik anlamlarından saptırılınca ispata ihtiyacı olmayan bu gerçeğin
üzerini karanlıklar kaplıyor.
Halbuki, insanın gerek iç aleminde gerekse dünyadaki
yaşama üslubunda, cihad bir olan Allah'ın yolunda yapılmadıkça, ölüm sadece
O'nun yolunda gerçekleşmedikçe yardımın gayesi, sadece O'na yardım olmadıkça
ne cihaddan söz edilebilir, ne şehidlikten ve ne de cennetten...
Allah'ın hükmünün en üstün olması hedef olarak
seçilmemişse, Allah'ın şeriati ve hoşnut olduğu hayat sistemi insanların
vicdanlarına, ahlaklarına, yaşama üsluplarına, kanunlarına, durumlarına ve
düzenlerine aynı derecede egemen olamamışsa, ne cihaddan söz edilebilir, ne
şehidlikten ve ne de cennetten...
Nitekim Ebu Musa'nın naklettiği bir hadiste,
Resulullah'a bir kişinin kahramanlık, bir kişinin soy taassubu bir kişinin
de gösteriş için savaştığı hatırlatılarak bunların hangisinin Allah yolunda
olduğu sorulduğunda, Resulullah: Allah'ın hükmü ve iradesi yücelsin diye
çarpışan kimsenin savaşı Allah yolundadır buyurur.
Sapık düşünceli nesillerin değer verdiği tüm sancak,
bütün isim ve hedefler arasında yüce Allah'ın bu sancağı ve bu hedefinden
başka uğrunda cihad etmeye ve şehid düşmeye değer ve bunun sonucu olarak da
cennetin hak edileceği başka hiçbir hedef ve sancak yoktur.
Dava adamlarının bu apaçık gerçeği iyi kavramaları,
gönüllerinde besledikleri bu gerçeğe bulaşan yaşadıkları çevrenin mantığını,
sapık nesillerin düşüncelerini temizlemeli, sancaklarını başka hiçbir
sancakla karıştırmamalı ve inanç sisteminin özüne yabancı olan düşünceleri
kendi öz düşüncelerine bulaştırmamalıdırlar.
Cihad ancak ve ancak Allah'ın hükmü ve iradesi en
üstün olsun diye yapılır. Allah'ın hükmü ruhlarda ve vicdanlarda en üstün
olsun diye yapılır. Ahlâk ve davranışlarda tüm durumlarda ve sistemlerde en
üstün olsun diye yapılır. Cihad yeryüzünün her köşesinde gerçekleşen
ilişkilerde bağlılıklarda Allah'ın hükmü en üstün olsun diye yapılır. Bunun
dışında yapılan hiçbir savaş Allah için değildir. Aksine şeytan uğrunadır.
Bu seçenek dışında ne şehidlikten ve ne de şehid olma arzusundan söz
edilemez. Bunun dışında ortada ne cennet vardır ve ne de yüce Allah'tan
yardım ne de ayakların kaymaması için Allah'tan destek... Sadece karanlık
vardır ortada, bir de kötü düşünce ve sapıklık...
Allah davasından başka davalar peşinde koşanlara bu
gibi karanlıktan, kötü düşünce yapısından ve sapıklıktan kurtulmak zor
geldiğine göre, Allah'a çağrıda bulunanların Allah'ın şartı arasında yer
alan birinci gerçekle bağdaşmayan içinde yaşadıkları toplumun mantığından
kendilerini, duygularını ve düşüncelerini kurtarmalarının zorlukta ondan
daha aşağı kalır yanı yoktur.
Allah yolunda öldürülmek ve O'na yardım etmek
Allah'ın iman edenlere karşı ileri sürmüş olduğu şarttır. İnananların
yararına olarak kendisinin üstlendiği ise, onlara yardım etmek ve
kendilerine dayanma gücü vermektir. Yüce Allah vermiş olduğu sözden asla
caymaz. Allah'ın bu sözü bir süre gerçekleşmemiş ve geri kalmışsa, bu bir
başka nedenden dolayı önceden planlanmış bir gecikmedir. (Hac Suresi, 38.
ayete bakınız)
Allah'ın verdiği sözün gecikmesinin nedeni zaferin
ve dayanma gücünün gerçekleşmesi ile birlikte meydana gelir. Müminlerin
gerekli şartları yerine getirdikleri halde ve Allah'ın yardımının -bir süre
için- gelmemesi halinde bu durum sözkonusudur.
Sonra ayetin ifadesinde yer alan, özel bir deyimin
üzerinde de bir nebze duralım:
"Size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit
kılar."
İnsan ilk bakışta, önce dayanma gücünün verildiğini
sonra da yardımın geldiğini dayanma gücünün zaferin nedeni olduğunu
zanneder. Bu doğrudur. Ancak ayetin ifadesinde dayanma gücünün yardım
sözcüğünden sonra yer alması dayanma gücünün anlamlarından başka bir anlamın
kastedildiğini düşündürüyor. Bundan amacın, zafere ve zaferin çilelerine
karşı dayanma gücü vermek olduğunu düşündürüyor. Çünkü zafer, küfür ile iman
arasında, hak ile sapıklık arasında geçen savaşın sonu değildir. Çünkü
zaferin, hem ruh ve hem de hayat bazında getireceği yükümlülükler vardır.
Çünkü zaferin kibirlenmemek ve şımarıp azmamak gibi yükümlülüğü vardır.
Çünkü zaferin gerçekleştirildikten sonra gevşememek, düşmanı hafife almamak
gibi yükümlülükleri vardır. Birçokları bela ve çilelere karşı dayanır. Fakat
zafer ve nimet karşısında benliğini koruyabilen kişi çok azdır. Kalplerin
zaferi elde ettikten sonra bozulmamaları ve bağlılıklarını sürdürmeleri
zaferin ötesinde bir mertebedir. Herhalde Kur'an ayetinin işaret etmeye
çalıştığı gerçek bu olsa gerektir. Doğrusunu Allah bilir.
"İnkar edenlere gelince onların hakkı yıkımdır.
Allah yaptıklarını boşa çıkarmıştır."
Bu ifade yardımın ve dayanma gücünün tam tersidir.
Tökezleyip yüzükoyun düşme bedduası yüce Allah'ın onlar için yüzükoyun
düşmeleri, kaybetmeleri ve yardımsız bırakılmaları için verilmiş bir hüküm
demektir. Amellerinin boşa çıkarılması ise bunun üzerine ikinci bir zarar ve
ikinci bir yok oluştur.
9- Bunun sebebi,
Allah'ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah ta onların amellerini boşa
çıkarmıştır.
Bu ifade onların kalplerinde dolaşan, kafalarını
meşgul eden, Allah'ın indirmiş olduğu Kur'an'ı, şeriatı, sistemi ve O'na
yönelmeyi çirkin görmelerinin ifadesidir. Kendilerini inkarcılığa, inada,
düşmanlığa ve ısrara iten de budur zaten, ruhu bozuk olan birçoklarının
durumu böyledir. Çünkü bu kişilerin karakterleri islamın yapısına aykırı
olduğu için bu sağlam ve bu doğru yoldan tiksinirler. Ve bu kişiler içten
içe bu hak olan yol ile çarpışırlar. İnsan böyleleri ile her yerde ve her
zaman karşılaşır ve böylelerini görür, hisseder. Hatta öyle ki dinin adını
duyar duymaz kendilerini akrep ısırmış gibi ürkerler. Çevrelerinde konuşulan
sözlerin içinde dinden söz edilmesinden ve dine ima edilmesinden kaçınırlar.
Herhalde bizler bugünlerde bu tip durumlarla karşılaşmaktayız ki bu
dikkatten kaçmayan bir durumdur.
Allah'ın indirdiklerinden hoşlanmamaya karşılık
olarak yüce Allah ta onların amellerini boşa çıkarmıştır. "Amellerin boşa
çıkarılması" Kur'an'ın canlandırarak ifade etme metoduna uygun olarak
yapılmış bir ifade örneğidir. Ayette boşa çıkarma terimini ifade etmek için
getirilen "Hubut" sözcüğü, davarların otlakta bir çeşit zehirli otu yiyince
karınlarının şişmesi demektir ki davarlar bu şişkinlik sonucu patlayıp telef
olurlar. İşte aynen bunun gibi, inançsızların amelleri de şişer, patlar
yarılır... Sonra da mahvolur ve kaybolur gider. Bu bir tablodur, bu bir
harekettir. Ve bu Allah'ın indirdiğini çirkin gören sonrada bu zehirli ottan
yiyen ve şişen hayvanların karnı gibi şişkin ve kocaman amellerini beğenen,
kimselerin durumlarına uygun bir sondur.
Sonra yüce Allah, onların başlarını, şiddetle ve
sert bir şekilde kendilerinden önce geçenlerin akibetlerine çevirmektedir:
10- Yeryüzünde
dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı?
Allah onları yere geçirmiştir; inkarcılara da onların başına gelenin
benzerleri vardır.
Bu dehşet saçan çok şiddetli bir uyarıdır. İçinde
patlama, içinde gürültü vardır. Ve içinde onlardan önce geçenlerin
manzaraları vardır. Çevrelerinde olan herşeyi, neleri varsa hepsini
başlarına geçirmiştir Allah... Bir de ne görelim, onların çevrelerinde ne
varsa, kendilerine ait neler varsa artık birer enkaz yığını olmuştur...
Kendileri de o yığınların altında çırpınıp durmaktalar. Ayetin çizdiği bu
tablonun hem şekli ve hem de hareketi bizlere yansıtılmak için özel olarak
seçilmiştir. İfade, etkisi ve namesi ile bu tabloyu yansıtırken herşeyin
parçalanıp yere yıkılması da korkunç seslerle patlama tablosu
canlandırmaktadır.
Daha önce geçen kafirlerin köklerinin kazınması,
yerlere yıkılıp enkaz altında kalmaları sahnesinde, Kur'an'ın indiği esnada
yaşayan kafirleri ve halâ inkarcılık niteliğini taşıyan herkesi bu akibetin,
herşeyi başlarına geçirip kendilerini yok ettiği ve enkaz yığınları arasına
gömdüğü bu acı akibetin, kendilerini beklediği görülüyor:
"İnkarcılara da onların başına gelenlerin benzeri
vardır."
Eski ve sürekli bir kural olarak, inkarcıların yok
edilip köklerinin kazınmasına ve müminlere yardım edilmesine yol açan ve
korkunç ve dehşetli olduğunun açıklaması da şudur:
11- Çünkü Allah
inananların sahibidir. Kafirlerin ise sahibi yoktur.
Dostu ve yardımcısı Allah olana yeter. Allah hem
yeter ve hem de hiçbir şeye muhtaç etmez. Böyle birisinin başına gelebilecek
bela, ancak ve ancak bir deneme ve imtihandır ve gerisinde bir hayır vardır.
Yoksa Allah onun dostluğundan çekilmiş değildir. Bu aynı zamanda Allah'ın
dost edindiği kullarına yardımını edeceği vaadinden vazgeçmesi de demek
değildir. Allah bir kimsenin dostu değilse, bütün insanları ve cinleri
kendisine dost edinse bile o kimsenin hiç dostu yok demektir. Sonunda o
kimse zarardadır ve aciz bir yaratıktır. İsterse bütün koruma araçları ve
insanların bildikleri tüm güçler onun için biraraya gelsinler.
HAYVANLAR GİBİ
Sonra Allah iman edenlerin paylarına düşen
nimetlerle kafirlerin payına düşen nimetleri karşılaştırıyor. Daha önce de
her iki zümrenin aralarında geçen çekişme ve savaşta elde ettikleri payları
açıklamıştı. Ayrıca her iki nimet arasındaki temel fark da açıklanmaktadır.
12- Doğrusu Allah,
inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar,
inkar edenler ise dünya hayatında zevklenirler, hayvanların yediği gibi
yerler. Onların yeri ateştir.
İman edip iyi amel işleyenler zaman zaman en hoş
nimetlerden yararlanırlar. Ama burada yapılan karşılaştırma müminlerin
gerçek ve muazzam payları ile ki -o cennettir- kafirlerin toplam payları
arasında yapılmaktadır. Zaten onların bundan başka da pay ve nasipleri
yoktur.
Müminler paylarını altlarından ırmaklar akan
cennetlerde yüce Allah'ın elinden alırlar. Onları cennete koyan yüce
Allah'tır. O halde onların payları çok yüce, şerefli ve yüksek bir paydır.
Onlar bu payı yüce Allah'ın huzurunda O'nun yüce katında imanlarına ve iyi
amellerine bir karşılık olarak, yücelik ve şerefte salih amelden kaynaklanan
yüceliğe uygun olarak elde ederler.
İnkar edenlerin payı ise "hayvanların yediği gibi"
yiyip eğlenmektir... Bu kendilerinden insanlık karekterini ve nişanlarını
silip süpüren rezil edici bir ifadedir. Çünkü bu ifadenin onlar için verdiği
çağrışım açgözlü ve oburca yiyen hayvan çağrışımıdır. Hiçbir tat almaksızın
iyi ya da çirkin olup olmadığına bakmaksızın bulduğunu yiyen duygusuz hayvan
yemesi çağrışımıdır. Bu öyle bir yeme ki ortada onu frenleyen ne irade
vardır, ne tercih sözkonusudur ne üzerine bekçi olacâk gözcü vardır ve ne de
onu engelleyecek bir vicdan!
Hayvanlık yemede ve eğlencede ortaya çıkar. İsterse
servet ve nimet dolu köşklerde yetişen birçoklarında olduğu gibi, ortada
nice bir yemek zevki ve eğlenceler arası seçiminde eğitilmiş bir his ve
duygu olsun farketmez. İnsanın amaç edinip peşinden koşacağı nimetten
yararlanma biçimi bu değildir. Amaç nefsine ve iradesine hakim olan ve hayat
için özel değerleri olan insanın duyarlılığıdır. Böyle bir insan şehvetin
baskısına boyun eğmeyen, lezzetin gevşemediği bir iradenin ürünü olarak,
Allah katındaki hoş olan şeyleri tercih eder. Hayatın tamamı yemek sofrası
ve eğlence fırsatı olarak değerlendirilemez. Böyle görülüp de bundan sonra
hedefsiz yaşayarak Allah tarafından izin verilenlerle yasak edilenler
konusunda aldırış etmeksizin, hayat sürülemez.
İnsanın hayat hakkında ve hayatın sağlam temellerine
dayalı özel bir düşünce sistemi, hedefi ve iradesi vardır. Ki bu sağlam
temeller hayatın yaratıcısı olan yüce Allah'tan alınmıştır. Eğer insan bütün
bunları yitirirse insan türünün belirleyici özelliklerinden en önemlilerini
ve yüce Allah'ın insanı üstün tutmasına neden olan özelliklerin en
önemlilerini yitirmiş demektir.
İman edenlerle inkara sapanlar arasında yapılan
karşılaştırmalar zinciri burada Resulullah'ı yurdundan çıkaran, Mekke
halkına bir uyarı ve kendilerinden daha güçlü iken yok edilen eski
şehirlerin halkları ile kendileri arasında bir karşılaştırma
sergilemektedir.
13- Biz, halkı seni
yurdundan çıkaran şehirden daha kuvvetli nice şehirleri yok ettik, fakat
onlara bir yardım eden çıkmadı.
Bu ayetin Resulullah Mekke'den çıkıp Medine'ye
hicret ederken yolda kendisini teselli etmek ve üzüntüsünü gidermek için
indiği rivayet edilir. Yine rivayete göre, bu ayetin bir başka amacı da
İslam davasının karşısına dikilen ve o davayı benimseyen kişilere işkence
eden ve sonunda da onları yurtlarını (topraklarını) ailelerini ve mallarını
bırakıp kaçarak inançları uğruna hicrete zorlayan zorba müşriklerin birer
hiç olduklarını vurgulamaktır.
Sonra yüce Allah karşılaştırmaya devam ediyor.
Kendisinin neden müminlerin dostu olduğunu, onlara neden dünyada zafer ve
şeref bahşettikten sonra ahirette de altlarından ırmaklar akan cennetlere
koyacağını açıklarken, kafirlerin neden hiç dostlarının olmadığını, neden
dünyada hayvanlar gibi alçakça hayat sürdükten sonra mahvedileceklerini,
ahirette neden azap edileceklerini, neden sürekli ateşte kalma cezasına
çarptırılacaklarını belirtiyor.
14- Rabbinin
katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel gösteren ve kötü
arzularına uyan kimse gibi olur mu?
Bu, her iki zümrenin durumları hakkında gerek sistem
gerek yaşama üslubu bakımından köklü bir farktır. Bir kere iman edenlerin
"Rabbleri katından gelmiş bir delilleri vardır. Dolayısı ile gerçeği (Hakkı)
görmüşler ve tanımışlardır. Gerçeğin kaynağından kuşkusuzca emin olmuşlar,
Rabblerine bağlanmışlar ve gerçeği O'ndan almışlardır. Alırlarken de bunun
O'nun yüce katından geldiğinden kuşkusuzca emin olmuşlar, aldatılıp
sapıtılmadıklarının kesin bilgisini elde etmişlerdir. İnkar edenlere ise
kötü amelleri iyi gösterilmiş ve onlar da kötü amellerini iyi görmüşlerdir.
Amellerinin kötü olduğunu görememişler, doğruluğundan kuşkusuzca emin
olamamışlardır. Ve başvuracakları herhangi bir prensibe, karşılaştıracakları
bir temele ve kendilerine hakkı batıldan ayıracak olan herhangi bir ışığa
sahip olmadan "Keyfi arzularına uymuşlardır." hiç bunlarla onlar bir olurlar
mı? Bunlar birbirlerinden gerek durum gerek sistem ve gerekse yönelme
bakımından çok farklıdırlar. Bu nedenle değerleri, alacakları karşılık ve
akibetleri aynı olamaz.
15- Allah'a karşı
gelmekten sakınanlara söz verilen cennet şöyledir: İçinde bozulmayan sudan
ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan
ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için orada her türlü meyve,
Rablerinden de bağışlanma vardır. Bunların durumu, ateşte ebedi kalan ve
bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi
olurmu hiç?
Bu gibi maddi dekorlu azap sahneleri Kur'an'ın
birçok yerlerinde gelir. Bazen bu tablolarla birlikte manevi dekorlu
tablolar gelirken bazen de ne maddi ve ne de manevi dekorsuz nimet ve azap
tabloları başka yerlerde yeralır.
İnsanlığı yaratan Allah yarattığını en iyi tanıyan,
gönüllerine etki edecek etkeni ve kendilerini eğitecek uygun motifi en iyi
bilendir. Sonra bir de onları nimetlendirecek ve azaplandıracak en uygun
yöntemi de yine en iyi O bilir. İnsanlar sınıf sınıftır. İnsanların ruhları
çeşit çeşit, karekterleri de yine ayrı ayrıdır. Bütün insanlar, temel yapı
bakımından birdirler. Ancak bir fert olarak her insan diğerinden farklıdır.
Bundan dolayı yüce Allah, kulları hakkında araçsız olan bilgisine uygun
olarak, çeşit çeşit nimetleri, azapları nimet ve üzüntüleri ayrı ayrı
sıralamıştır.
Bazı insanlar vardır ki onları eğitmek amel etmeye
istek ve gayretlerini harekete geçirmek, için tadı doğal olan tatlı su
nehirlerinin veya ekşimemiş süt ırmaklarının veyahut süzme bal nehirlerinin
veya içenlere tat veren şarap ırmaklarının kendilerine verilmesi uygun
düşer. Ayrıca bunlar mükafat (ödül) olarak uygun olduğu gibi gönüllerini
hoşnut etmeye de elverişlidir. Veya bu kimselere verilecek çeşit çeşit
meyveler ve bununla birlikte cehennem azabından kurtulmalarını ve
cennetlerden yararlanmalarını sağlayan Rablerinden bir bağış da uygun
olabilir. Kısacası bu gibilerin hem eğitilmelerine uygun ve hem de mükafat
olarak verilmeye elverişli nimetler verilecektir.
Bazı insanlar da vermiş olduğu sayılara sığmaz
nimetlerine karşılık Allah'a şükretmiş olmak için ibadet ederler. Ya da
Allah'ı sevdikleri için ve kendisine sevenin sevgilisine yaklaşmayı arzu
etmesi misali, itaatlarla kendisine yaklaşmış olmak için ibadet ederler.
Veya bu gibiler Allah'ın kendilerini hoşnut olmadığı bir durumda görmesinden
utandıkları için ibadet ederler. Bunun ötesinde ibadetlerinde cenneti,
cehennemi nimeti ve azabı sözün tam anlamı ile gözetmezler. Böylelerine hem
eğitim ve hem de karşılık olarak Allah'ın onlara "İman edip iyi ameller
işleyenlere gelince Allah onlara sevgi armağan edecektir." (Meryem suresi,
96) sözü ya da kendilerinin "Doğru bir yerde kudret sahibi bir hükümdarın
katında." (Kamer suresi, 55) olacaklarını bilmeleri yeterlidir.
Resulullah'ın ayakları şişinceye dek namaz kıldığı,
Hz. Aişe'nin de: "Ey Allah'ın Resulü gelmiş ve geçmiş tüm günahların
bağışlandığı halde, niçin böyle yapıyorsun?" diye hayretle sorduğu zaman,
buna karşılık Peygamberin: "Ey Aişe! Ben çok şükreden bir kul olmayayım mı?"
diye cevap verdiği nakledilir.(Hadis Müslim'in sahihinde Vehb oğlu Abdullah
yolu ile nakleder)
Rabiatül Adeviyye: "Şayet cennet ve cehennem olmasa
hiçbir kimse Allah'a ibadet etmeyecek, hiçbir kimse O'ndan korkmayacak
mıydı?" der.
Süfyanü's Sevri: Rabia'ya senin imanının özü nedir?
diye sorunca, ona şöyle cevap verir: "O'na ve cehenneminden korktuğum için
ne de cenneti aşkına ibadet ediyorum. Böyle davranıp da kötü bir işçi gibi
olmak ve ücret için O'na ibadet ediyor durumuna düşmemek isterim" der.
Hem bu mizaçta, bu duyguda, bu ruh halı içinde ve
hem de az önce belirtilen karekterde çeşit çeşit insanlar vardır. Bunların
tümü -Allah'ın yarattığı nimetin, azabın ve çeşit çeşit mükafatın ve cezanın
içinde- hem yeryüzünde terbiye olmaya ve hem de yüce Allah'ın katında bir
karşılık olmaya uygun öğeler bulurlar.
Genel olarak göze çarpan odur ki, Kur'an'ın iniş
süreci boyu, onu dinleyenler terbiye ve nefsi eğitme basamaklarında
yükseldikçe, bu nimetin ve azabın şekilleri de o derece incelip
şeffaflaşıyor. Dinleyenlerin çeşitlerine göre ve ayetin haber verdiği çeşit
çeşit durumlara göre incelip şeffaflaşıyor. Ki bu durumlar bütün çağlar boyu
insanlık toplumunda tekrarlanıp duran örnekler ve durumlardır.
Burada iki çeşit karşılık göze çarpıyor: Şu
nehirler, tüm meyveler ve yüce Allah'tan günahların bağışlanması mükafatı,
diğeri ise, "Ateşte ebedi kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar
su içirilen kimse."
Bu çok şiddetli ve somut bir azap biçimi olup, savaş
konulu surenin atmosferine ve müşriklerin kaba mizaçlarına uygun
düşmektedir. Onlar herşeyden yararlanmakta ve tıpkı hayvanlar gibi yiyip
içmektedirler. Buradaki hava kaba bir oburluk ve şuursuzca yeme içme
havasıdır. Buna ceza olarak da, kaynar sular, aynen hayvanlar gibi,
yediklerini içine doldurdukları ve yiyeceklerin emildiği bağırsaklarının
paramparça edilmesidir. Bunlarla onların durumları ve üslupları bir olmadığı
gibi, alacakları karşılık ta bir olmayacaktır.
Surenin başında saldırı ile başlayan ve surenin
sonuna kadar bitip tükenmez şiddetli bir savaş atmosferi içinde süregelen
ilk bölüm bu ifadelerle son buluyor. Bu gezinti münafıklarla yapılmaktadır.
Onların Peygamberin ve Kur'an'ın karşısındaki tutumları, Allah'ın hükmünü
yüceltmek için, O'nun müslümanlara farz kıldığı cihad karşısındaki tavırları
ve son olarak yahudilerle olan ilişkileri ve yahudilerle birlik olup islama
ve müslümanlara gizlice komplo kurmaları bu bölümde ele alınmaktadır.
Münafıklık hareketi Medine'de ortaya çıkmış bir
harekettir. Mekke'de münafıklığı gerektirecek bir neden olmadığı için
münafıklık da olmamıştı. Müslümanlar Mekke'de düşkün durumda olup zulüm
gördüklerinden hiç kimse münafık olmaya gerek duymamış. Yüce Allah Medine'de
Evs ve Hazreç kabileleri ile islamı ve müslümanları güçlendirince, İslam
kabile kabile ev ev, yayılıp da, her yuvaya girince Hz. Muhammed'in ve
islamın yücelip güçlenmesini hoş görmeyen ve aynı zamanda islama açıkça
düşmanlık yapamayan birtakım kimseler müslüman görünmek, istemeye istemeye
kendilerini müslümanmış gibi göstermek zorunda kaldılar. Oysa içlerinden
islama ve Peygambere kin ve nefret dolu idiler. Bunların başında da meşhur
Selul oğlu Übeyy oğlu Abdullah gelmekte idi.
Medine döneminin ilk başlarında, Medine'de
yahudilerin var olması, askeri, ekonomik ve örgütlenme gücünü ellerinde
bulundurmaları, Hz. Muhammed'in dininin ve taraftarlarının ortaya
çıkışlarından hoşlanmamaları, işte yahudilerin Medine'de bu durumda olmaları
münafıkları yüreklendiriyordu. Bu kin ve bu nefret münafıklarla yahudileri
çabucak biraraya getirdi. Ve ellerine geçen her fırsatta, komplo ve hile
yoluna başvurdular. Müslümanlar zor ve zayıf duruma düşünce düşmanlıklarını
açıktan açığa gösteriyorlar, kinlerini açıkça kusuyorlardı. Müslümanlar güç
kazanıp rahatlayınca, hileler gizlenmeye ve tuzaklar karanlıklarda kurulmaya
başlanıyordu. Münafıklar Medine döneminin ortalarına kadar hem İslam hem de
müslümanlar için gerçek bir tehlike oluşturdular.
Medine'de inen surelerde münafıklardan söz edilmiş,
hileleri anlatılmış, müslümanlara komploları ve gizli oyunları ve onlarla
olan ilişkileri kınanmıştır. Nitekim aynı surelerde onların yahudilerle
ilişkileri onlardan taktik almaları ve bazı karmaşık komplolara onlarla
birlikte girişmeleri de tekrarlanıp durmuştur. İşte aşağıdaki ayet
münafıkları ve yahudileri ele alan yerlerden birisidir.
MÜNAFIKLAR
16- Ey Muhammed!
Onların içinde seni dinleyenler vardır; sonra senin yanından çıkınca,
bilgili kimselere "Az önce ne demişti?" diye sorarlar. İşte bunlar, Allah'ın
kalplerini mühürlemiş olduğu, kendi heveslerine uyan kimselerdir.
Ayette yer alan "Minhum" "Onların içinde" ifadesi
surenin birinci bölümünde kendilerinden söz edilen kafirleri ima ediyor
olabilir. Münafıklar da aslında dıştan belli olmayan ama içten içe inkarcı
bir zümre olduklarından yüce Allah bu ayette o zümrenin iç yüzünü ortaya
koyarak onlardan söz ediyor olabilir.
Ya da "onların içinde" sözcüğü ile müslümanlar
kastedilmiştir. Münafıklar da müslümanların arasında onlara kaynaşmışlar,
onlarla birlikte müslümanlaşmış gibi görünmektedirler. Kendilerine islamın
getirdiği insanlarla ilişki prensibine uygun olarak dış görünüşleri gereği
müslümanlara uygulanan hükümler uygulanıyordu.
Fakat her iki durumda da kastedilen münafıklardı.
Nitekim ayette yer alan nitelikleri ve davranışları bunu göstermektedir.
Surenin bu kesiminde ifadelerin akışı ve bu bölümde de münafıklarla ilgili
sözler hep bunu göstermektedir.
Resulullah'ı ilgi ile dinledikten sonra kalkıp ta
"Az önce ne demişti?" diye soru sormaları Resulullah'ın sözlerine
göstermelik olarak kulak verdiklerini ve göstermelik olarak dikkat
ettiklerini gösterir ve kalplerinin gaflet içinde, başka şeylerle meşgul ya
da kör ve kapalı olduğunu ifade eder. Bir de gizliden gizliye ve alçakça
alaylarını gösterir. Çünkü onlar bu soruları ile ilim adamlarına şunu
söylemek istiyorlardı: Muhammedin söylediği şeyler anlaşılmıyor. Ya da
Muhammed anlaşılabilir şeyler söylemiyor. Nitekim şu arkadaşlarımız
baksanıza Muhammed'i dinledikleri halde Kur'an'dan birşey anlamıyorlar,
onlar hiçbir anlam çıkaramıyorlar. Öte yandan bu soruları ile, tıpkı
sahabenin Peygamberin ağzından çıkan her sözcük karşısındaki tutumlarında
olduğu gibi, ilim adamlarının da Peygamberin söylediği herşeye sarılmaya,
sözlerinin anlamlarını tamamı ile kavramaya ve ezberlemeye düşkünlükleri ile
alay etmeyi amaçlıyor da olabilirler. Ve ilim adamlarından Peygamberden
duydukları sözleri açıkça ya da gizlice alay etmek için tekrarlamalarını
istiyorlardı. Bu ihtimallerin tümü ruhlarında gizli olan alçaklığı, pisliği,
körlüğü ve gizli maksadı gösteriyordu.
"İşte bunlar, Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu,
heveslerine uyan kimselerdir."
Münafıkların durumu budur. Doğru yolu bulanlara
gelince, onların durumları tam tersinedir:
17- Hidayeti
bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırır ve onlara takvasını
(ateşten nasıl korunacaklarını) öğretir.
Ayette olayların sıralanışı ve dizilişi, üzerinde
durulması gereken bir özelliktir. Şöylesine ki, hidayete erip doğru yolu
bulanlar kendileri doğru yolu bulmuşlar, yüce Allah da onları, hidayetlerini
artırmakla ödüllendirmiştir. Ve onlara "Takvasını öğretir." Bu ödül
birinciden daha derin ve daha mükemmel ikinci bir ödüldür. Takva gönülde yer
eden bir duygudur. Kalbi Allah korkusundan tir tir titreten, ona Allah'ın
kontrolunu hissettiren, onu Allah'ın gazabından korkutan, ona Allah'ın
hoşnutluğunu arzu ettiren, Allah'ın kendisini hoşnut olmadığı bir durumda ya
da halde, görmesinden utandıran bir yüce duygudur takva... İşte takva, bu
ince ve keskin duyarlılıktır. Ve bu yüce Allah'ın kullarından dilediği
kimselere kendileri doğru yola girdiklerinde ve Allah'ın hoşnutluğuna ermeyi
arzuladıklarında bahşetmiş olduğu bir mükafattır.
Doğru yola erme, takva ve duyarlılık önceki ayette
yer alan münafıklık, duyarsızlık ve gaflet hallerine karşılıktır.
Buradan hareketle bu dikkat çekişten sonra yüce
Allah Resulullah'ın huzurundan kendilerine yararlı olan ve kendilerine doğru
yolu gösteren sözlerden hiç yararlanmadan dışarı çıkan gafil, duyarsız
münafıklardan yeniden söz etmeye başlıyor. Onların kalplerini takva için
harekete geçirecek insanları bekleyen hesaba çekilmeyi, mükafatı veya cezayı
hatırlatacak hiçbir ders olmadan dışarı çıktıklarını vurguluyor.
18- Onlar kıyamet
gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar? İşte onun belirtileri geldi.
O uyarıldıkları saat kendilerine gelip çatınca öğüt almaları neye yarar?
Gafilleri şiddetle gaflet uykusundan uyandıran güçlü
bir sarsmadır bu. Hani bir sarhoşu yakasından tutup sarsarsın ya tıpkı onun
gibi. Resulullah'ın huzuruna giren ve hiçbir şey kapmadan, öğrenmeden bir
öğüt almadan oradan dışarı çıkan şu gafiller ne bekliyorlar, neyi
bekliyorlar? "Onlar kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar?"
Onlar kendileri gaflet içinde yürürlerken yere batarlarken kıyametin ansızın
karşılarına dikilmesinden başka bir şey mi bekliyorlar.
Onlar kıyametten başka birşey mi bekliyorlar? "İşte
onun belirtileri geldi". Kıyametin belirtileri ortaya çıkmıştır. Şu en son
Peygamberlik kurumu bunun en büyük belirtisidir. Bu son Peygamberlik kurumu,
ilerde gelecek olan belirlenmiş süre öncesi (Kıyamet) yapılan en son uyarı
ve ültimatomdur. Nitekim Resulullah işaret ve orta parmağını yanyana getirip
göstererek "Ben gönderildiğimde kıyametle aramızdaki mesafe şu iki
parmağımın arası kadar birbirine yakındır." (Hadisi Buhari ve Müslim Sa'd
oğlu Sehl kanalı ile naklederler) buyurmuştur.
Resulullah'tan bu yana geçen zaman eğer uzun gibi
görünüyorsa şunu unutmamalı ki Allah'ın katındaki günler bizim alıştığımız
günlerden farklıdır. Fakat Allah'ın hesabında kıyametin ilk belirtileri
gelmiştir. Dolayısı ile aklı başında birisi gaflet içinde olmamalı. Çünkü
kıyamet ansızın kendisini yakalayıverir, ne uyanmaya ve ne de öğüt almaya
fırsatı olur.
"Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye
yarar?"
Bu gafilleri gaflet uykusundan uyandıracak sert ve
güçlü bir sarsma olduğu kadar surenin sert üslubuyla da uyuşan bir ifadedir.
Sonra ilahi sesleniş Resulullah'a ve O'nunla
birlikte doğru yolu bulmuşlara takvaya ulaşmışlara ve O'nun hoşnutluğunu
arzu edenlere yönelmektedir. Bununla onların başka bir yol tutmaları ilmin,
marifetin ve zikrin yolunu tutmaları günahlarının bağışlanmasını dilemeleri,
Allah'ın gözetimini kontrolunu ve herşeyi kuşatan kapsamlı ilmini
hissetmeleri amaçlanmaktadır. Bununla onların şu duyarlılık içinde
yaşamaları, Allah'tan sakınarak ve ahirete hazır bir halde kıyameti
gözetmeleri hedeflenmektedir.
19- Ey Muhammed!
Allah'tan başka ilah olmadığını bil ve kendi günahına, inanan erkeklerin ve
inanan kadınların günahları için Allah'tan mağfiret dile. Allah, gezip
dolaştığınız ve duracağınız yeri bilir.
Peygamberin ve O'nunla birlikte olan müslümanların
davalarının üstüne kurulduğu ilk gerçeği hatırlamaya bir çağrıdır bu.
"Ey Muhammed! Allah'tan başka ilah olmadığını bil?"
Bu gerçeğin bilinmesi ve vicdanda canlandırılması
temeli üstüne öteki yönlendirmeler karşımıza çıkmaktadır:
"Günahının bağışlanmasını dile."
Resulullah'ın geçmiş ve gelecek günahları zaten
bağışlanmıştır. Fakat bu iman eden, hisseden, duyarlı olan ve ne kadar çaba
harcarsa harcasın yine görevini yeterince yerine getiremediğini düşünen
-günahı bağışlandığı halde- bağış dilemenin bir zikir ve bağışlanmaya karşı
şükür niteliğinde olduğunu duyan, bir peygamberin görevidir. Sonra bu ayet,
Peygamberin Allah katındaki mertebesini bilen ve kendisini zikretmesini ve
günahlarının bağışlanmasını dilemesinin tavsiye edildiğini gören
Peygamberden sonra gelen müminlere sürekli bir öğüt mahiyetindedir.
Arkasından bu ayet, erkek ve kadın tüm müminlere de bir öğüttür. Peygamber
yüce Rabbi katında duası kabul edilen birisidir. Böylece müminler Allah'ın
Hz. Peygamberi kendilerine göndermekle kendilerine büyük bir ihsanda
bulunduğunu hissederler. Çünkü yüce Allah kendilerinin günahlarını
bağışlamak için Peygamberinden onların günahlarının bağışlanmasını
dilemesini istemektedir. Bu emirler zinciri içinde son olarak göze çarpan;
"Allah gezip dolaştığınız ve duracağınız yeri bilir"
Çünkü mümin olan bir gönül, güveni ve korkuyu
birlikte duyar. Güven duyar; çünkü mümin gezip dolaştığı her yerde ve
kaldığı her mekanda yüce Allah'ın koruması ve gözetimindedir. Korku duyar;
çünkü öyle bir konumdadır ki kendisini Allah'ın ilmi kuşatmıştır, her
durumda onu izlemektedir. Müminin her gizlisini ve içinden geçen fısıltıyı
bilmektedir.
Bu bir terbiyedir. Sürekli uyanıklık, keskin bir
duyarlılık, Allah'ın hoşnutluğunu arzu etmek, çekinme ve bekleyiş...
MÜNAFIKLARIN CİHAD'A
KARŞI TUTUMLARI
Sonra ayetin ifade akışı münafıkların cihad
karşısındaki tutumlarını, bu yükümlülükle karşılaştıkları zaman içlerinde
beliren korkaklığı yıkılmayı anlatmaya başlamakta cihad karşısında iç
yüzlerini ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca bu münafıklıklarına devam ederlerse
samimi olmazlarsa, çağrılara uymazlarsa, durum kaçınılmaz olup cihad
kesinleşince ve onlar Allah'ın sözlerini onaylamayınca kendilerini bekleyen
akibeti de dile getiriyor:
20- İnananlar "Keşke
cihad hakkında bir sure indirilmiş olsaydı!" derler. Fakat hükmü açık bir
sure indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık
bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını
görürsün. Oysa onlara düşen:
21- İtaat etmek ve
güzel söz söylemektir. İş ciddiye bindiği zaman Allah'a sadakat
gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.
22- Demek sizler iş
başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık
bağlarını da koparacaksınız, öyle mi?
23- İşte bunlar,
Allah'ın kendilerini lanetlediği, bu yüzden kendilerini sağır ve gözlerini
kör kıldığı kimselerdir.
24- Onlar Kur'an'ı
düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?
İman edenlerin, bir surenin inmesini arzulamaları
iki nedenden birisine dayanıyor olabilir. Bu sözler, ya sevdikleri ve her
suresinde yepyeni bir azık buldukları şu Kur'an'dan yeni bir sure daha
inmesi arzusunun bir ifadesidir. Ya da cihadla ilgili esaslardan birisini
açıklayan zihinlerini meşgul eden savaşın belli başlı problemlerinden
birisini açıklayan bir surenin özlemi de olabilir. Ki bu özlem sonucu:
"Keşke cihad hakkında bir sure indirilmiş olsaydı" demişlerdir.
"Fakat hükmü açık bir sure indirilince" Açıklamaya
muhtaç olmayan apaçık ve hüküm getiren bir sure inince ve "Onda savaştan söz
edilince" yani savaş emredilince ya da savaşa katılmayanların hükmü
açıklanınca, ya da savaş ile ilgili olan konulardan biri açıklanınca, bir de
bakıyoruz ki "kalplerinde hastalık bulunanlar" ki -kalplerin hasta olma
niteliği, münafıkların niteliklerinden birisidir kendi kontrollerini elden
kaçırmışlar, arkasına gizlendikleri gösteriş maskesi yüzlerinden düşmüş,
korkuları ve bu emir karşısında ruhlarının zayıflığı ortaya çıkmış,
erkekliklerini rezil eden bir duruma düşmüşlerdir. Benzersiz Kur'an ifadesi
bu ruhsal durumlarını eşsiz bir şekilde gözler önüne serercesine
canlandırmaktadır. "Kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp
düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün."
Bu öyle bir ifadedir ki bunun benzerini söylemek
mümkün değildir. Korkuyu dehşet derecesine vardıran, zayıflığı titreme
derecesine, güçsüzlüğü bayılma derecesine vardıran bu ifadenin, bir başka
söz kalıbı ile ifadesi mümkün değildir. Bundan sonra ilahi ifade, insanın
hayalini meşgul eden hareketlerle ve çağrışımlarla eşsiz bu durum
almaktadır. Bu ifade, imana yapışmayan bozulmamış fıtrata ve tehlike
karşısında kendisi ile süslendiği utanmaya yapışmayan her çığırtkan nefsin
somut tablosudur. İşte hastalığın ve münafıklığın karekteri budur...
Onlar, bu zayıf, bu çelişki ve çöküntü halinde iken
kendilerine imanın eli -eğer samimiyetle yapışırlarsa- azimleri bileyen
ayakları sağlamlaştıran, azığı sunmaktadır.
"İtaat etmek ve güzel söz söylemektir. İş ciddiye
bindiği zaman Allah'a sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha
hayırlı olurdu."
Evet, "İtaat etmek ve güzel söz söylemektir." Onlar
için şu rezaletten, şu çığlıktan, şu korkudan ve şu münafıklıktan daha
uygundur, daha hayırlıdır. Allah'ın emrine böyle gönül huzuru ile teslim
olan, O'nun emrini tam bir güvenle yerine getiren bir itaat ve duyguların
temizliğini, kalbin doğruluğunu, vicdanın lekesizliğini gösteren iyi sözler
onlar için daha hayırlıdır. Bir şeye kesin olarak karar verilince, iş
ciddileşince ve cihadla yüzyüze geldiklerinde Allah'a karşı samimi
olsalardı, kararlarında ve duygularında samimi olsalardı onlar için çok daha
hayırlı olurdu. Ki böylece ulu Allah onların kalplerini güçlendirir ilham
verir, azimlerini pekiştirir, ayaklarını kararlı kılar, çileleri kendilerine
kolaylaştırır ve kendilerine kendilerini yutmak için sonuna kadar ağzını
açmış bir dev gibi görünen tehlikeyi basitleştirir. Ve kendilerine, iki
iyilikten birisini lütfederdi. Ya kurtuluş ve zafer ya da şehitlik ve
cennet... İşte en uygunu budur. Ve işte imanın sunduğu ve azimleri
güçlendirip ayakları sağlamlaştıran, korkuyu gideren ve onun yerine dayanma
gücü ve iç huzuru veren azık budur. Yüce Allah bizlere münafıklardan söz
ederken sözünü doğrudan doğruya kendilerine çevirerek onlara hitab ediyor.
Bundan gayesi ise, eğer onların kendi durumları kendilerini şu geri dönme ve
inkarcılığa, sapmaya ve islamın şu ince perdesini üzerlerinden yırtıp
çıkarmaya sev kederse kötü akibetle tehdit etmek ve kendilerini şiddetle
uyarmaktır.
"Demek sizler iş başına gelecek olursanız,
yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını da koparacaksınız, öyle
mi?"
Ayette yer alan (Umar mısınız?) deyimi, kendilerine
seslenilen kişilerin durumlarından umulanı, beklenileni ifade etmekte ve
kendilerine uyarı ve sakındırma yapmaktadır. Yani, sakınınız çünkü, sizlerin
girdiği yolun sonu bir zamanlar içinde bulunduğunuz cahiliye dönemine geri
dönmektir. İslam'dan önce yaptığınız gibi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak,
yakınlarınızla ilişkilerinizi kesmektir.
Bu dehşetli ve uyandırıcı dikkat çekmeden sonra,
yüce Allah kendilerini sakındırdığı yola koyulurlarsa durumlarının nasıl
olacağını belirtmek için yeniden sözünü onlardan çevirip, onları bizlere
anlatmaya başlıyor:
"İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lanetlediği, bu
yüzden kendilerini sağır ve gözlerini kör kıldığı kimselerdir."
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri
kilitli mi?" Onların hastalıkları ve münafıklıkları halâ kendilerindedir.
Üzerlerinden atamamışlardır. Çünkü göstermelik olarak girdikleri, fakat
Allah'a karşı samimi olmadıkları ve kesin bilgiyi ve imanı elde etmedikleri
şu din gerçeğinden yüz çevirmişlerdir. "İşte bunlar Allah'ın kendilerini
lanetlediği kimselerdir." Onlar Allah'ın koyduğu, doğru yola ermekten mahrum
ettiği kimselerdir. "Kendilerini sağır ve gözlerini kör kıldığı
kimselerdir."
Onlar işitme ve görme duygusunu yitirmiş
değillerdir. Fakat onlar işitme ve görmeyi ihmal etmişlerdir. Ya da işitme
ve görme olayının gerisindeki kavrama gücünü işlemez hale getirmişlerdir.
Artık bu duyu organlarının bir fonksiyonu kalmamıştır. Çünkü artık
görevlerini yerine getirmemektedirler. Ve yüce Allah, onların durumlarını
yadırgayarak soruyor:
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı?"
Kur'an'ı iyice düşünmek kalpteki gaflet perdesini
kaldırır, kalbe nur doldurur, duyularını harekete geçirir, kalpleri
coşturur, vicdanları temizler, durulaştırır ve ruha bir hayat bahşeder ki,
ruhlar o hayatla canlanır ve aydınlanır. "Yoksa kalpleri kilitli mi?"
Yani kalplerinde kilit var da, bu kilitler mi
kalpleri ile Kur'an'ın arasına kalpleri ile nurun arasına girip engel
oluyor? Çünkü onların kalplerinin kilitlenmesi havanın ve ışığın girmesine
izin vermeyen kilitlerin kapanması gibidir.
DOĞRU YOLDAN SONRA
MÜNAFIKLIK
Yüce Allah münafıkların durumunu ve tam imana
yaklaşmış iken ondan yüz çevirmelerini anlatmaya devam ediyor. Ve ortaya
çıkan o ki onlar yahudilerle birlik olmuşlar ve yahudilerin düşündükleri
konuda kendilerine boyun eğme sözü vermişlerdir.
25- Şüphesiz ki
kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan
sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir.
26- Bunun sebebi;
onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara "Bazı hususlarda size itaat
edeceğiz " demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.
Ayetin ifadesi kendilerine doğru yol gösterildikten
sonra ondan geri dönmelerini somut bir hareket şeklinde "gerisin-geriye,
dönme" biçiminde anlatmaktadır. Ve bu davranışın gerisinde ise, şeytanın
vesvesesini, (fısıltısını) yaptıklarını süslü göstermesini ve onları
ayartmasını ortaya çıkarmaktadır. O halde bu davranışlarının içyüzü de dış
yüzü de ortadadır, bilinmektedir. Şu halde onlar gizlenmeye ve kendilerini
perdelemeye çalışan münafıklardır. Sonra yüce Allah şeytanın onların
üzerinde elde ettiği bu gücün kaynağını hidayeti öğrenip açıkça gördükten
sonra sonunda gerisin-geriye dönmelerinin nedenini ortaya koyuyor.
"Bunun sebebi, onların Allah'ın indirdiğinden
hoşlanmayanlara `Bazı hususlarda size itaat edeceğiz' demeleridir."
Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanların ilki
yahudiler idi. Çünkü onlar , son peygamberliğin kendi içlerinde, son
peygamberin kendilerinden olacağını tahmin ediyorlar ve bekliyorlardı.
Kafirler bu konuda söz açıyorlar ve onları bir peygamber çıkacak, bize önder
olacak, bizi yeryüzüne hakim kılacak, yitirdiğimiz saltanatımızı ve gücümüzü
geri alacak diye tehdit ediyorlardı. Yüce Allah Hz. İbrahim'in neslinden
gelen Peygamberler halkasının sonuncusu olan Hz. peygamberi yahudilerin
dışından seçince O'nun peygamberliğinden hoşlanmadılar. Peygamber Medine'ye
hicret edince kendilerine kalan yuvalanma merkezi olan Medine'ye hicret
edince de hoşlanmadılar.
Dolayısı ile daha ilk günden Peygambere karşı düşman
oldular. Ve kendisine savaş meydanlarında açıkça düşmanlık yapamayınca,
tuzak, hile savaşına başvurdular ve ne kadar açık İslam düşmanı, münafık
varsa peşlerine taktılar. Ve Resulullah ile aralarında savaş sürüp gitmiş
sonunda Resulullah onları yarımadanın tamamından sürüp çıkarmış ve
yarımadayı tümü ile İslam yurdu yapmıştır.
Bu doğru yol kendilerine apaçık belli olduktan sonra
gerisin geriye dönen münafıklar, yahudilere "Bazı işlerde size itaat
edeceğiz" dediler. Büyük bir ihtimale göre bu boyun eğmeleri hilede tuzak
kurmada islama ve islamın peygamberine komplo kurmada idi.
"Oysa Allah onların gizlediklerini bilir."
Bu da onların sözünden sonra gelen tehdit dolu bir
ifadedir. O halde onların komplolarının gizlice konuşmalarının ne değeri
olabilir? Bunların ne etkisi olabilir? Çünkü bunlar yüce Allah'ın ilminde
apaçık ortada ve O'nun gücünün karşısındadırlar.
Sonra komplocular hayatlarının son demlerinde
Allah'ın askerleri ile tehdit edilmektedirler.
27- Ya melekler
onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl
olacak?
Bu gerçekten dehşet saçan alçaltıcı bir tablodur.
Onlar can çekişmektedirler... Ne güçleri kalmıştır ne de çareleri... Bu
yeryüzündeki yaşantılarının sonundalar. Diğer hayatlarının, yüzlerine ve
sırtlarına vurula vurula, başlayan hayatlarının başındalar. Ölüm anında
darlık, sıkıntı ve korku dolu ölüm anındalar... Kendilerine doğru yol belli
olduktan sonra geriye döndükleri sırtlarına vurula vurula başlayan bir
hayattır bu. Aman Allah'ım! Bu ne kötü bir facia! ..
28- Bu, Allah'ı
gazaplandıran şeye uymaları ve O'nun rızasından hoşnut olmamalarından
ötürüdür. Allah ta onların işlerini boşa çıkarmıştır.
Bu akibeti isteyenler ve tercih edenler
kendileridir. Yüce Allah'ı gazaplandıran münafıklığa, günaha yönelen,
Allah'ın ve O'nun dininin ve Peygamberinin düşmanları ile komplo kuranlar ve
onlara uyanlar bizzat kendileridir. Allah'ın hoşnutluğunu sevmeyen, onu elde
etmek için amel etmeyenler aksine Allah'ı gazaplandıran ve kızdıran şeyleri
yapanlar da kendileridir. Ve Allah ta müminlere karşı komplo ve tuzak
kurarlarken, beğendikleri ve birbirlerine karşı övünme konusu edindikleri
bir maharet ve üstün bir iş saydıkları "İşlerini boşa çıkarmıştır." Ve bir
de ne görsünler bu amelleri büyümüş büyümüş, kabarmış, şişmiş, sonra da yok
olup kaybolmuştur.
MÜNAFIKLARI
KONUŞMALARINDAN TANIRSIN
29- Yoksa,
kalplerinde hastalık olanlar, Allah'ın onların kinlerini dışarı
vurmayacağını mı sandılar?
30- Biz isteseydik
onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen
onları, konuşma üslubundan tanırsın. Allah bütün yaptıklarınızı bilir.
31- Andolsun ki
içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve söylediğiniz
sözlerin doğru olup olmadığını açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.
Doğrusu münafıklar, münafıklık sanatını iyi
becermelerine ve genel olarak müslümanlar tarafından tanınmamalarına
güveniyorlardı. Ancak Kur'an onların bu münafıklıkları sürekli gizli kalacak
şeklindeki zanlarını, alaya almakta ve onları, durumlarını ortaya çıkarmakla
ve müslümanlara duydukları kinleri ve nefretleri meydana koymakla tehdit
etmektedir. Ve Peygamberine "Biz isteseydik onları sana gösterirdik de sen
onları yüzlerinden tanırdın" demektedir. Yani biz isteseydik, onları teker
teker, ayrı ayrı tanıtırdık da sen onlardan, kimi görsen simasından
tanırdın. (Bu ayet yüce Allah'ın Peygambere onlardan bir zümreyi, isimleri
ile teker teker açıklamasından önce inmişti) Bununla birlikte, onların
konuşmaları ses tonları, sözü doğru anlamından saptırmaları ve seninle
konuşurken sözlerinin mantık dışına çıkması tüm bunlar sana onların münafık
olduklarını ifade eder de sen "Andolsun ki sen onları konuşma üslubundan
tanırsın." Ve yaptıkları ameller ve o amellere yol açan nedenler yüce
Allah'ın herşeyi kuşatan ilmine yükselir. "Allah bütün yaptıklarınızı
bilir." Onun için gizli kapaklı hiçbir şey yoktur.
Sonra yüce Allah'ın imtihan vaadi gelmektedir.
Mücahidler, sabredenler ortaya çıksın, başkalarından ayrılsın diye,
durumları bilinsin ve saflar arasında başkaları ile karıştırılmasınlar diye,
sonra münafıkların zayıfların ve sabırsız kimselerin durumlarının gizli
kalması için bir ortam kalmasın diye İslâm toplumunun tümüne yönelik bir
imtihan vaadi yer almaktadır:
"Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri
belirleyinceye kadar ve söylediğiniz sözlerin doğru olup olmadığını
açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz."
Yüce Allah, ruhların özünü ve cevherini bildiğine
göre, ruhların durumlarını bildiğine göre ve ilmiyle bütün olayları
gerçekten kuşatmış olduğuna göre, bu imtihan da ne demek oluyor? İmtihan
sonucu ortaya çıkan sonuç ile imtihanın gerisinde kim içindir bu ilim?
Hikmeti açık (yüce) olan Allah, insanoğlunu gücü
dahilinde olan şeylerle, temel yapısı ve yetenekleri sınırı içinde olan
şeylerle yükümlü kılar. İnsanlar O'nun bildiği gizli gerçekleri bilmezler. O
halde gerçeklerin ortaya çıkarılması gerekir ki insanlar da onları
kavrasınlar, öğrensinler, kesin bilgi ile bilsinler ve sonra da onlardan
yararlansınlar...
Sıkıntı ile bolluk ve rahatlık ile, nimet ve sefalet
ile, rahatlık ve darlık ile, zorluk ve ferahlık ile imtihan edilmek... Bütün
bunlar ruhların temel yapısında ve cevherinde gizli olan ve hatta kişilerin
bizzat kendilerince bile meçhul olan cevheri ortaya çıkarır.
İmtihan sonucu ruhlardan ortaya çıkan cevherleri
yüce Allah'ın bilmesine gelince, bunun anlamı insanların gördükleri
belirtiye O'nun ilminin bağlanmasıdır. İnsanlara etki eden, duygularını
ortaya çıkaran ve güçlerindeki araçlarla hayatlarını yönlendiren, onların
ruhlarının derinliklerinde olan gizli gerçekleri akıllarının kavrayabileceği
biçimi ile görmeleridir. İşte yüce Allah'ın imtihanla gözetmiş olduğu hikmet
böylece ortaya çıkar ve gerçekleşir.
Bununla birlikte mümin olan bir kul Allah'ın belası
ve imtihanı ile karşı karşıya gelmemeyi temenni eder, O'nun vereceği
esenliği ve rahmetini arzu eder. Buna rağmen Allah'ın belasına uğrayınca,
ona sabreder çünkü onun gerisinde gizli olan hikmeti kavramıştır, Allah'ın
hikmetine güvenerek, rahmetini ve imtihandan sonra vereceği esenliği arzu
ederek, O'nun dilemesine teslim olur. Rivayet edilir ki, sofï Fudayl bu
ayeti okuyunca ağlar ve şöyle dermiş: Allah'ım bizi imtihan etme! Çünkü bizi
imtihan edersen biz rezil rüsvay oluruz. Sırlarımız ortaya çıkar ve senin
azabına uğrarız...
32- Nankörlük edip
Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra
peygamberi incitenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların
işlerini boşa çıkaracaktır.
33- Ey inananlar,
Allah'a ve Rasulüne itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın.
34- Nankörlük edip
Allah yoluna engel olan, sonra kafir olarak ölenleri Allah affetmeyecektir.
35- Sakın
gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin. Allah sizinle
beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez.
36- Doğrusu dünya
hayatı ancak oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder sakınırsanız Allah size
mükafatlarını verir ve sizden mallarınızın tümünü sarf etmenizi istemez.
37- Eğer sizden
onları isteyip de sizi zorlasa, cimrilik edecektiniz. O da kinlerinizi
ortaya çıkaracaktı.
38- İşte sizler,
Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz; fakat içinizden kiminiz cimrilik
ediyor. Kim cimrilik ederse o ancak kendisine cimrilik eder. Allah
zengindir, sizler fakirsiniz. Eğer yüz çevirecek olursanız, yerinize başka
bir toplum gelir de onlar sizin gibi olmazlar.
Surenin bu son bölümünün ilk kesimi "Nankörlük edip
Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra
peygamberi incitenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların
işlerini boşa çıkaracaktır" ayetin kapsamına girenlerden söz etmektedir.
Bunlar büyük bir ihtimal ile surenin başında kendilerine söz edilen
müşriklerdir. Çünkü İslam davasının önüne dikilme yüzsüzlüğü ve şımarıklığı
tam onlara uygun düşmektedir. Ortada başka ihtimal olsa da Allah yolundan
çevirmek ve Resulullah'a karşı gelmek şeklinde dile getirilen bu şımarıklık
ancak onlarca uygun düşmektedir. Bir diğer ihtimale göre, bu ayetin hükmü
her yer ve zamanda geçerlidir. İslam davası karşısında aynı tutumu takınan
herkese yöneliktir yani Medine'deki yahudileri, münafıkları kapsamakta onlar
da açık ya da gizli İslam davası aleyhine aynı tutumu takınırlarsa, onları
da aynı akibetle tehdit etmektedir. Fakat ne olursa olsun birinci ihtimal
daha güçlüdür.
İkinci ve son bölümde ise, surenin sonuna dek
müminlere seslenilmektedir. Yüce Allah onları canları ile ve malları ile
cihadı sürdürmeye çağırmaktadır. Gevşemeksizin ya da zayıflık gibi,
akrabalık gibi veya bir yararı gözetme gibi, bir etkene boyun eğmeksizin
zalim ve azgın küfür ile ateşkese çağırmaksızın, cihadı sürdürmeye
çağırmaktadır. Yüce Allah'ın insanların gönüllerindeki -yaratılıştan- mala
düşkünlüğü gözönüne alarak, onların güçlerinin yetebileceği sınırlar içinde
kalarak, harcamayı farz kıldığı dünya malına ihtiras göstermeden, cihadı
sürdürmeye çağırmaktadır. Eğer bu davanın yükümlülüklerini yerine
getirmezlerse yüce Allah onları bu davanın üstlenilmesi ve kabul edilmesi
şerefinden mahrum etmekle ve yerlerine bu davanın yükümlülüklerini yerine
getiren ve değerini bilen bir başka toplum getirmekle tehdit etmektedir. Bu
tehdit surenin atmosferine uygun düşen sert dehşet verici bir tehdittir.
Ayrıca bu son kesim de, o zamanlar münafıkların dışında, müslümanların
saflarında var olan çeşitli ruhsal durumları tedavi etmek hedefi olduğuna
işaret de vardır. Buna ek olarak bu son kesim gönülleri rivayetlerde meşhur
olan davaya canla başla sarılma, kendini bütün benliği ile davaya verme ve
fedakârlık gibi özellikleri yerleştirmek için tedavi etmektedir. Müslüman
toplumda bu karekterlerin her ikisini de taşıyan insanlar vardı. Ve Kur'an
davadan geri kalanları yüce ve şerefli seviyeye yüceltmek için gönülleri
tedavi edip eğitiyordu.
"Nankörlük edip Allah yolundan alıkoyanlar ve
kendilerine doğru yol belli olduktan sonra peygamberi incitenler, Allah'a
hiçbir zarar veremezler. Allah onların işlerini boşa çıkaracaktır."
Bu ifade yüce Allah'ın kesin kararı ve verilmiş
sözüdür. Şöyle ki, inkar edenler, insanlara ulaşmasın diye hak davanın
karşısına dikilenler, güç kullanarak, para harcayarak, hileye başvurarak ya
da herhangi bir aracı kullanarak insanları hak davadan çevirenler.
Resulullah'a sağlığında savaş açarak, gittiği yolunda O'na aykırı davranarak
hak davanın dışında başka saflara katılarak... Ya da ölümünden sonra
Peygambere dini ile şeriati ile, getirdiği sistem ile sünnetine uyanlar ile
ve davası üzere bulunanlar ile "Kendilerine doğru yol belli olduktan sonra"
Peygamberin getirdiği davanın hak olduğunu öğrenip fakat heveslerine
uyduktan sonra. İnatları kendilerini azdırdıktan, arzuları kendilerini kör
ettikten ve dünya menfaati kendilerini peşinden sürükledikten sonra... Evet
bunlardan sonra Peygambere düşmanlık edenler...
Evet yüce Allah'ın kesin kararı ve verilmiş sözüdür
ki bu inkarcı düşmanlar "Allah'a hiçbir zarar veremezler." Onlar Allah'a
zarar verme konusunda adları anılmaya değmeyecek kadar zayıf ve cılızdırlar.
Fakat ayetin amacı bu değildir. Gaye o kafirler, Allah'ın dinine, sistemine
ve O'nun davasını güdenlere asla zarar veremeyeceklerini belirtmektir. Onlar
yüce Allah'ın koyduğu kanunlarını ve adetini ne kadar güçlü olurlarsa
olsunlar ve bazı müslümanları belli bir süre ne kadar incitirse incitsinler,
asla değiştiremeyeceklerdir. Çünkü onların bu yapacakları yüce Allah'ın
gözettiği bir hikmet dolayısı ile kendi izni ile geçici bir süre meydana
gelen beladır. Yoksa yüce Allah'ın adetine, kanununa, nizamına, sistemine ve
nizamı ile sistemini izleyene kullarına yönelik gerçek bir zarar değildir.
Çünkü akibet belirlenmiştir. Akibet "Onların işlerini boşa çıkaracaktır."
Böylece akibet tıpkı zehirli otları yiyen davarların akibeti gibi kaybetmek,
arzusuna ulaşamamak ve mahvolup gitmektir. İnkar edenlerin, Allah'ın
yolundan insanları çevirenlerin, Peygambere düşmanlık edenlerin korkunç
akibetlerinin ışığı altında, yüce Allah inananlara yöneliyor. Onları bu
akibete düşmekten sakındırıyor, kendilerini Allah'a ve Peygambere itaate
yönlendiriyor.
"Ey inananlar, Allah'a ve Resulüne itaat edin,
işlerinizi boşa çıkarmayın."
Bu emir o zamanlar İslam toplumunda itaatın
mükemmelini araştırmayan, ya da islamın koyduğu bazı yükümlülükleri zor
kabul eden veya islamın karşısına dikilen ve O'nun her yönden gücünü deneyen
güçlü ve çetin, çeşit çeşit zümrelerle cihad etmenin gerektirdiği
fedakârlıkları katlanılmaz sayan bir zümre olduğunu gösterir. Bu is lamla
çarpışan zümreleri müslümanlara ortak yararlar ve akrabalık bağları
bağlıyordu. Bu bağlardan İslam inancının gerektirdiği şekilde, tamamı ile
vazgeçmek ve onları kesip atmak son derece zordu.
Bu emir samimi müslümanların ruhlarına derin ve
şiddetli bir etki bırakmıştı. Bu emir nedeni ile kalpleri ürpermiş, bunun
sonucunda amellerini boşa çıkaracak ve iyiliklerini yok edecek şeyler
yapmaktan korkmuşlardı.
Nasr oğlu Mervezli İmam Ahmed, kitabının namaz
bölümünde derki: Bize Ebu Kudame, Veki', Rey'li Ebu Cafer, Enes oğlu Rabi',
Ebulahye kanalı ile haber verdi. Ve dedi ki: Resulullah'ın sahabeleri
Allah'a şirk koşulduğunda hiçbir amelin yarar sağlamadığı gibi, bir insan
"La ilahe illallah" derse ona hiçbir günah zarar vermez görüşünde idiler.
Bunun üzerine "Allah'a ve Rasulüne itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın."
ayeti indi. Bunun üzerine günahlarının iyi amellerini geçersiz kılmasından
korkmaya başladılar.
Mübarek oğlu Abdullah, Ma'ruf oğlu Bekr, Hayyan oğlu
Mukatil, Nafi kanadından gelen bir habere göre Hz. Ömer'in oğlu şöyle der:
"Bizler Resulullah'ın sahabeleri olarak, iyi amellerden ne yapılmışsa hepsi
kabul olunur diye düşünüyorduk. Nihayet şu ayet indi: "Allah'a ve Resulüne
itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın." Bu ayet inince bizler, amellerimizi
boşa çıkaran nedir ki? demeye başladık. Sonra herhalde bunlar büyük günahlar
ve yüz kızartıcı sözler ve işlerdir diye yorum yapmaya başladık. Nihayet
"Allah kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları
dilediğine bağışlar." (Nisa suresi, 116) ayeti indi. Bu ayet inince bu
konuda konuşmaktan vazgeçtik. Büyük günah işleyenlerle yüz kızartıcı işler
yapıp ve sözler söyleyenlerin akibetlerinden korkmaya ve o günahları
işlemeyenlerin akibetlerinin iyi olacağını ummaya başladık.
Bu hadis ve haberlerden, Kur'an ayetlerini
Peygamberden alan samimi müslümanların ruhsal durumları nasıldı? Ayetler
karşısında nasıl ürperip titrerlerdi, nasıl sarsılır korkarlardı? Ayetlerin
düşmanlık ve intikamına uğramaktan nasıl kaçınırlardı? Ayetlere uygun
kimseler olmak için, kendilerini o ayetlere uydurmak için nasıl
çabalarlardı? Bunlar bu hadis ve haberlerden açıkça görülmektedir. İşte
Allah'ın kutsal sözlerini almadaki bu duyarlılıkla müslümanlar bu ayette
kınanan kimseler olmaktan kurtulmuşlardı.
Sonra bu ayeti izleyen ayette, yüce Allah onlara,
Resulullah'a düşmanlık eden, ona itaat etmekten kaçınan sonra da bu
sapıklıkta ısrarlı olup şu dünyadan kafir olarak göçüp giden kimselerin
akibetlerini açıklıyor:
"Nankörlük edip Allah yoluna engel olan, sonra kafir
olarak ölenleri Allah affetmeyecektir."
Bağışlanma için fırsat yalnız bu dünyada vardır.
Tövbe kapısı kafirler ve isyankarlar için bu dünyada can boğaza gelip
dayanıncaya kadar açık kalacaktır. Can boğaza gelip dayanınca ne tövbe
geçerli olacaktır ne bağışlanma olacaktır. Artık fırsat bir daha geri
gelmemek üzere geçip gidecektir.
Bu ayet kafirlere seslendiği gibi müminlere de
seslenmektedir. ama kafirler için bu ayet, tövbe kapıları kapanmadan önce
durumlarını düzeltmeleri ve tövbe etmeleri için bir korkutma müminler için
ise, kendilerini bu uğursuz, bu tehlikeli yola yaklaştıracak tüm araçlardan
ve vesilelerden kaçındırma ve uyarı anlamı taşır.
Biz bütün bunları daha sonra gelen ayetlerde,
gevşemenin yasaklanmasından, barışa davet edilmesinden anlıyoruz. Nitekim
bir önceki ayette de Peygambere düşmanlık eden inkarcıların akibetleri
açıklanmıştır.
"Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa
davet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez."
Bu ayet müminleri sakındırmakta ve Peygambere
düşmanlık eden inkarcıların akibetlerini, onların gözleri önüne koymakta ve
onları bu akibetin uzaktaki hayalinden bile sakındırmaktadır.
Bu sakındırma, müslümanların arasında bitip tükenmek
bilmeyen cihadın yükümlülüklerini ve sürekli meşakkatini ağır bulan, cihad
karşısında azim ve kararlılıkları gevşeyen barış ve ateşkes arzulayarak
savaşların güçlüklerinden kurtulup rahata kavuşmak isteyen kimselerin
olduklarını ima etmektedir. Belki de bunların bazılarının müşriklerle
akrabalık ve kan bağları vardı. Ya da müşriklerle karşılık yarar ve mal
bağları vardı. İşte bu faktörler onları barışa ve ateşkes istemeye
yöneltiyordu. İnsan ruhu hep aynı ruhtur. İşte İslam terbiyesi bu gevşekliği
ve bu gibi insanın yaratılışında doğuştan var olan duyguları kendine özel
araçlarla tedavi eder. Ve İslam terbiye sistemi bu alanda gerçekten olmazı
başarmıştır. Fakat bu, bazı ruhların derinliklerinde -özellikle Medine
döneminin ilk yıllarında olmak üzere- bu gibi kalıntıların olmadığı anlamına
gelmez. Nitekim bu ayet o çeşit kalıntıların bir kısmını tedavi etmektedir.
Şimdi biz Kur'an'ın ruhları nasıl ele aldığına bir göz atalım. Bizler
terbiye konusunda Kur'an'ın atmış olduğu adımları izlemek ve araştırmak
zorundayız. Ve buna muhtacız çünkü o günkü insanların ruhları ile bugünkü
insanların ruhları hep aynıdır.
"Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa
davet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez."
Sizler üstün ve galipsiniz. O halde gevşeyip de
kafirleri barışa çağırmayın. Siz inanç sistemi ve hayat görüşü bakımından
daha üstünsünüz. Sizler en üstünsünüz çünkü yücelerin yücesi ile bağınız ve
bağlantınız var. Sizler, sistem bakımından, hedef bakımından ve gaye
bakımından daha üstünsünüz. Sizler duyguca, ahlakça ve hareketçe daha
üstünsünüz. Sonra... Ve sizler güç, konum ve destek bakımından en
üstünsünüz. Çünkü en üstün kuvvet sizinle birliktedir. "Allah sizinle
beraberdir." Şu halde siz yalnız değilsiniz. Yüce, Cabbar, herşeye gücü
yeten, en üstün olan Allah sizlerle birliktedir. O sizlere yardımcıdır,
sizlerle birliktedir. Sizleri savunmaktadır. Allah sizlerle birlik olduktan
sonra, bu düşmanlarınız ne anlam ifade eder? Bütün gönülden
bağışladıklarınız, tüm yaptıklarınız ve yapmak zorunda kaldığınız tüm
fedakarlıklar sizin lehinize hesaba dahil edilecek ve yüce Allah onların bir
zerresini bile gözardı etmeyecektir. "O amellerinizi asla eksiltmeyecektir."
Yüce Allah amellerinizden bir zerre bile kesmez. Yaptıklarınızın
sonuçlarından, semerelerinden ve mükafatından size ulaşmayan bir zerre bile
kalmaz.
Şu halde yüce Allah'ın kendisini en üstün kıldığı,
kendisi ile birlikte olduğunu, yaptığı amellerin zerre kadar karşılığını
eksik etmeyeceğini dolayısı ile yüce Allah'ın katında şerefli olacağını,
yardım edilip mükafat göreceğini bildirmiş olduğu bir kimse, neden gevşer,
kendini zayıf görüp de düşmanı barışa çağırır?
El atılan birinci nokta bu... İkinci noktada ise
müslümanların bazı fedakarlıklara katlanmak zorunda kalabilecekleri dünya
hayatının değersizliği ifade edilirken ahirette mükafatlarını tam olarak
alacakları ve bu mükafatları elde etmek için de ağır bir mali bedel ödemek
zorunda kalmayacakları belirtilmektedir:
"Doğrusu dünya hayatı ancak oyun ve eğlencedir. Eğer
iman eder sakınırsanız Allah size mükafatlarınızı verir ve sizden
mallarınızın tümünü sarf etmenizi istemez."
Dünya hayatı, eğer bu hayatın gerisinde daha şerefli
ve daha kalıcı bir hedef olmazsa, yüce Allah'ın sisteminden uzak olarak
hayat sürülürse ancak bir oyun ve bir eğlenceden ibarettir. Bu öyle bir
sistemdir ki, bu dünya hayatını ahiretin tarlası ve halifelik nimetini ebedi
ahiret yurdunu elde etmenin aracı olarak kılar. İşte ayetin ikinci
paragrafında işaret edilen nokta budur. "Eğer iman eder sakınırsanız Allah
size mükafatınızı verir." Dünya hayatını bir oyun ve bir eğlence olmaktan
çıkaran ve ona ciddiyet damgasını vuran, onu hayvansal seviyeden çıkarıp
yücelerin yücesine bağlı olan doğru yoldaki halifelik seviyesine yükselten
ancak ve ancak iman ve takvadır... İşte o gün, Allah'tan korkan müminin
can-ı gönülden feda ettiği dünya hayatındaki şeyler boşa gitmez, yok olmaz.
İşte ebedi ahiret yurdunda bol mükafat ancak bununla elde edilir. Tabi
bununla birlikte yüce Allah, insanlardan tüm mallarını harcamalarını
istemiyor. Getirdiği yükümlülüklerle ve farzlarla onları sıkıntıya sokmak
istemiyor. Çünkü O ruhların ve nefislerin yaratılış ve fıtrat itibarı ile
dünya malına düşkün olduklarını bilmektedir. Ve yüce Allah bir kimseye ancak
yapabileceğini yükler. Dolayısı ile yüce Allah, kullarının mallarının tümünü
harcamalarını isteyip de onları sıkıntıya sokup, kinlerini ortaya
çıkarmayacak kadar onlara karşı merhametlidir.
"Eğer sizden onları isteyip de sizi zorlasa,
cimrilik edecektiniz. O da kinlerinizi ortaya çıkaracaktı."
Bu ifade lütuf sahibi, herşeyi bilen yüce Allah'ın
hikmetini göstermekte, bu dinin yükümlülüklerinde gözetmiş olduğu çok hassas
planlamayı, yükümlülükleri getirirken insanın fıtrat ve yaratılışı nasıl
gözettiğini ve bu dinin insanın tüm yetenekleri güçleri ve genel durumu ile,
insanın insanlığı ile nasıl uyum içinde olduğunu ortaya koyan bir ifadedir.
Bu din, insanî, kutsal bir nizam kurmak için getirilmiş kutsal bir inanç
sistemidir. Bu din kutsal bir sistemdir dedik, çünkü bu dinin sistemini ve
kurallarını belirleyen yüce Allah'tır. İnsanî bir sistemdir dedik, çünkü
yüce Allah insanlara yükümlülükler koyarken insanın gücünü ve ihtiyaçlarını
gözetmiştir. Çünkü insanoğlunu yaratan O' dur. O halde yarattıklarını en iyi
bilen de O' dur ve O herşeyi bilen lütuf sahibidir.
En sonunda, yüce Allah insanları, Allah yolunda
harcama çağrısı karşısında gerçek ruhsal durumları ile yüzyüze getiriyor. Ve
ruhların dünya malına olan düşkünlüklerini Kur'an'ın çeşitli araçları ile
tedavi ediyor, nitekim aynı ruhları cihad çağrısı karşısında canlarına
düşkün oldukları zaman da tedavi etmişti."İşte sizler, Allah yolunda
harcamaya çağrılıyorsunuz; fakat içinizden kiminiz cimrilik ediyor. Kim
cimrilik ederse o ancak kendisine cimrilik eder. Allah zengindir, sizler
fakirsiniz. Eğer yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum gelir de
onlar sizin gibi olmazlar."
Bu ayet, o günkü müslüman toplumun gerçek durumunu
yansıtan ve her toplumda insanların mallarını Allah yolunda harcama çağrısı
karşısındaki ruhsal durumlarını gösteren bir tablo çizmektedir. Ayet onların
arasında cimrilik edecekler çıkabileceğini ifade etmektedir. Bunun anlamı
hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak cimrilik etmeyenler de çıkabileceğidir. Ve
bu durum gerçekten meydana gelmiştir. Bunun örneklerini doğrulayan birçok
rivayetler kaydettiği gibi Kur'an-ı Kerim'de birçok yerlerinde belirtir.
İslam dini bu alanda, hoşnutlukla can-ı gönülden verme ve fedakarlık etmenin
ve verip harcayarak ferahlık duymanın olağanüstü sayılabilecek örneklerini
gerçekleştirmiş ve insanlığa sunmuştur. Ancak şu kadar var ki, bu
söylediklerimiz ortada mala karşı düşkün kimselerin olabileceğine engel
değildir. Herhalde bazıları için canı ile cömertlik etmek, malı ile
cömertlik etmekten çok daha kolaydı.
Kur'an-ı Kerim, bu ayette bu tür cimriliği ele
almakta ve tedavi etmektedir: "Kim cimrilik ederse o ancak kendisine
cimrilik eder."
İnsanların can-ı gönülden Allah yolunda harcadıkları
ancak ve ancak kendileri için biriktirilmiş bir sermayedir, sermayeye muhtaç
olacakları o gün, sahip oldukları herşeyden soyutlanmış olarak mahşere gelip
toplanacakları gün o sermayeyi önlerinde hazır bulacaklardır. Eğer Allah
yolunda harcamakta cimri davranırlarsa, ancak ve ancak kendilerine cimri
davranmış olurlar. Ancak kendi sermayelerini azaltmış olurlar, mal
harcamaktan kaçınırlarsa kendi nefisleri için harcamamış olurlar,
kendilerini kendi elleri ile gelecekte mahrumiyete düşürmüş olurlar.
Evet... Şu halde yüce Allah onlardan mal harcamayı
ancak kendileri adına hayır dilediği için, nasiplerini çoğaltmak için kendi
nasiplerini saklamak ve biriktirmek için istemektedir. Harcayıp
sarfettikleri şeylerden hiçbirisi yüce Allah'a erişmediği gibi kendisi
onların harcadıkları şeylere muhtaç da değildir.
"Allah zengindir sizler ise fakirlersiniz."
Size mallarınızı veren O'dur. Harcadığınız şeyleri
kendi katında sizlerin adına biriktiren O'dur. Dünyada size verdiklerine
kendisi asla muhtaç değildir. Ahiret için biriktirdiğiniz sermayelerinize de
muhtaç değildir. Her iki dünyada da ve her iki durumda da sizler O'na
muhtaçsınız. Dünyada O'nun vereceği rızka muhtaç olan sizlersiniz. Sizler
rızık namına hiçbir şeye güç yetiremezsiniz. Elde ettiğiniz ne varsa ancak
O'nun sizlere bahşettiği şeylerdir. Ve ahirette O'nun vereceği karşılığa
muhtaç olan da sizlersiniz. Size rızıkla ihsanda bulunan da O'dur. Sizler
ise üzerinize gerekli olan hiçbir şeyi veremezsiniz O'na. Üstelik ahirette
de sizlerin biriktirmiş olduğunuz bir sermayeniz de yoktur. Ancak sözkonusu
olan O'nun sizlere ihsanıdır.
O halde bu cimrilik niye? Bu ihtiras niye?
Ellerinizde ne varsa, harcadıklarınıza karşılık elde edeceğiniz ne varsa
hepsi yüce Allah'ın katından gelmektedir ve O'nun ihsanıdır. Arkasından son
hüküm gelmektedir. Bu da bu konuda bütün sözleri kesip atan bir hükümdür.
Yüce Allah'ın kendi davasını götürmeniz için sizleri
seçmesi, sizlere verilmiş bir şeref, bir ihsan ve bir bağıştır. Eğer sizler
bu ihsana layık olmaya çalışmaz iseniz, sizler bu makamın yükümlülüklerini
yerine getirmez iseniz ve sizler kendinize verilen şeyin değerini kavramaz
da bunun dışındaki herşeyi değersiz görmezseniz yüce Allah bahşetmiş olduğu
şeyleri geri alır ve ihsanı bahşetmek için sizin dışınızda, bunun değerini
bilecekleri seçer. '
"Eğer ondan yüz çevirirseniz yerinize sizden başka
bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar."
Bu ayet, imanın tadını tadan, onun Allah katında
şerefini ve şu kainattaki yerini hisseden kimse için ürpertici bir uyarıdır.
Çünkü inanan insan bu büyük ve kutsal sırrı beraberinde taşır, yeryüzünde
Allah'ın kalbine bahşetmiş olduğu güç ile benliğine vermiş olduğu nur ile
yürür, Mevlasının işareti üzerinde olmak üzere, yeryüzünde dolaşır.
İnsanın gerek niteliğini taşıyan ve O'nunla
bütünleşerek yaşayan bir insanın, bir süre sonra ondan mahrum edildiğini, bu
sığınağın dışına atıldığını, kapandığını düşünelim. Bu insan bu yeni hayata
dayanamaz, ondan zevk alamaz. Hatta yaşadığı yeni hayat önce Rabbine bağlı
iken sonra önüne perdeler gerilen kimse için cehenneme döner.
Gerçekten iman büyük bir bağıştır. Buna şu kainatta
hiçbir şey denk değildir. İman, terazinin bir kefesine, imanın dışında ne
varsa kefenin öbürüne koyulup karşılaştırılınca, hayat değersiz mi değersiz,
dünya malı önemsiz mi önemsizdir.
İşte bunun için bu uyarı bir müminin
karşılaşabileceği en korkunç bir uyarıdır. Çünkü mümin bu uyarıyı yüce
Allah'tan almaktadır.
MUHAMMED SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.