40-Mümin
1- Hâ Mim.
2- Bu kitabın
indirilmesi, güçlü ve her şeyi en iyi bilen Allah katındandır.
3- O günahı
bağışlayan, tevbeyi kabul eden, cezası şiddetli, lütfu bol olandır. O'ndan
başka ilah yoktur. Dönüş O'nadır.
Bu sure, "Ha-Mim" harfleriyle başlayan yedi surenin
ilkidir. Bu yedi surenin birinde "Ha-Mim"den sonra üç harf daha yer
almaktadır: "Ayn-Sin-Kaf". Surelerin başlarında yer alan bu tek tek harfler
hakkında daha önce açıklamalar yapmış ve bunların Kur'an'ın kendisinden
oluştuğu ana malzemeye işaret niteliğinde olduğunu belirtmiştik. Yani bu
harfler o günkü arapların bilinen ve elleri altında bulunan malzemeler
olmalarına ve dillerinin konuşma yazma harflerini oluşturmalarına rağmen
bunlardan oluşan Kur'an'ın bir mucize olduğuna dikkat çekmektedirler.
Bu harflerin ardından Kitab'ın indirilmesine işaret
edilmektedir. Kitabın indirilmesi, Mekke'de inen surelerde özellikle ele
alınan ve inanç sisteminin kurulmasında yer yer tekrar edilen temel
gerçeklerden biridir.
"Bu kitabın indirilmesi, güçlü ve her şeyi en iyi
bilen Allah katındandır."
Bu kısa bir işaretten ibarettir. Sure bundan hemen
sonra Kur'an-ı Kerim'i indiren yüce Allah'ın bazı sıfatlarını bildirmeye
geçiyor. Bunlar surenin içeriği ve konuları ile çok yakından ilgileri olan
bir demet ilahi sıfatlardır.
"Bu kitabın indirilmesi, güçlü ve her şeyi en iyi
bilen Allah katındandır." "O günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, cezası
şiddetli, lütfu bol olandır. O'ndan başka ilah yoktur. Dönüş O'nadır."
Üstünlük, ilim, günahı bağışlama, tevbeyi kabul
etme, azabın şiddeti, lütuf, ikram, ilahlığın birliği, dönülecek ve
varılacak yerin birliği.....
Surenin bütün konuları girişte yer alan bu olgularla
yakından ilgilidir. Bu olgular, düzenli nağmeler ve güçlü ritimler halinde
sergilenen dokunuşlarla ortaya konmuştur. Bu da istikrarı, sağlamlığı ve
köklülüğü çağrıştırmaktadır.
Yüce Allah kendisini kullarına tanıtırken onların
hayatlarında ve varlıklarında etkili olan sıfatlarla tanıtıyor. Bu
sıfatlarla onların duygularına ve kalplerine dokunuyor. Umutlarını ve
arzularını kamçılıyor. Korkularını ve ürperişlerini harekete geçiriyor.
Onların kendi avucu içinde olduklarını, takdirinden kaçamayacaklarını
kavratıyor. İşte yüce Allah'ın bu sıfatlarından bazıları:
"Aziz": Güç ve kudret sahibi olan, galip gelen,
mağlup edilmeyen. Her şeyi evirip-çeviren. Kimsenin karşı çıkamayacağı ve
kimsenin hükmünü bozamayacağı zat.
"Alîm": Varlığı bilgisi ve maharetiyle yöneten.
Hiçbir şeyin kendisinden gizli olmadığı ve hiçbir şeyin ilmi dışında
kalmadığı zat.
"Günahı bağışlayan": Kullarının bağışlanmayı hak
ettiklerini bildiği için onların günahlarını bağışlayan zat.
"Tevbeyi kabul eden": Emrine karşı gelenlerin
tevbelerini kabul eden, onları himayesi altına alan , aracısız olarak onlara
kapısını açan zat.
"Cezası çetin olan": Büyüklük taslayanların
yıkılışını hazırlayan, tevbe etmeyen ve bağışlanma dilemeyen inatçıları
cezalandıran zat.
"Lütuf sahibi": Nimetlerini ikram eden, iyilikleri
kat kat artıran ve hesapsız olarak bağışta bulunan zat.
"Ondan başka ilah yoktur": İlahlık yalnız O'nun
özelliğidir. Bu konuda hiçbir ortağı olmadığı gibi hiçbir benzeri de yoktur.
"Dönüş O'nadır": O'na hesap vermekten kaçış, O'nunla
karşılaşmaktan kurtuluş yoktur. Sığınak ve dayanak ancak O'dur.
İşte bu şekilde yüce Allah'ın kulları ile olan
ilgisi ve kullarının da onunla ilişkisi netlik kazanmaktadır. Bu olgu
insanların duygularında, düşüncelerinde ve kavrayışlarında açıklık
kazanmaktadır. Böylece insanlar uyanıklık ve duyarlılık içinde, O'nu hoşnud
eden ve öfkelendiren şeylerin bilincinde olarak O'na karşı nasıl hareket
edeceklerini öğrenmektedirler.
Efsanevi inanç sistemlerine bağlı olan insanlar
ilahlarına karşı bir şaşkınlık içindeydiler. Onlar hakkında sağlıklı-kesin
bir şey bilmiyorlardı. Nelerin onları öfkelendirdiğini ve nelerin de onları
hoşnud ettiğini net olarak ortaya koyamıyorlardı. İlahlarını arzu ve
istekleri değişen, yönelişleri gizemli olan, aşırı tepkisél duygusal hareket
eden varlıklar olarak düşünüyorlardı. Bu nedenle onlara karşı sürekli bir
tedirginlik ve endişe içinde yaşıyorlardı. Efsunlarla, muskalarla, adaklarla
ve kurbanlarla onların gönüllerini almaya, hoşnudluklarını elde etmeye
çalışıyorlardı. Yine de onların öfkelendiklerini ve hoşnud olduklarını
bilemedikleri için kaygıya düşüyorlar ve tahminleriyle bu konuda kendilerini
tatmin etmeye çalışıyorlardı.
Derken islam çıkageldi. Bütün açıklığı ve yalınlığı
ile birlikte. İnsanları gerçek ilahlarına ulaştırdı. O'nun sıfatlarını,
özelliklerini kendilerine öğretti. O'nun iradesini ve dilemesini kavrattı
onlara. Ona nasıl yaklaşacaklarını, rahmetini nasıl ümit edebileceklerini,
azabından nasıl korkacaklarını bildirdi. Dosdoğru, tertemiz ve apaçık bir
yolla bu gerçekleri onlara öğretti.
4- İnkar edenlerden
başkası Allah'ın ayetleri hakkında mücadeleye girişmez. Ey Muhammed!
İnkarcıların memlekette gezip dolaşması seni aldatmasın.
Bu yüce sıfatların ve Allah'ın birliğinin açıkça
ortaya konmasından sonra, bu gerçeklerin varlık alemindeki herkes ve her şey
tarafından kesin biçimde kabul edildiği belirtiliyor. Yani bütün bir
varlığın yapısı ve fıtratı bu gerçeklerle ilgilidir. Onlara doğrudan
bağlıdır. Hem de tartışmasız ve itirazsız olarak. Bütün bir evren Allah'ın
gerçekliğine ve bir]iğine tanıklık eden ayetlerine, delillerine kesin
inanmış bulunmaktadır. Bu konuda tartışmaya giren kimse de yoktur. Yalnız
inkar edenler hariç. Bunlar evrendeki her şeye ve herkese aykırı olarak
tutarsız tartışmalara girmektedirler.
"İnkar edenlerden başkası Allah'ın ayetleri hakkında
mücadeleye girişmez."
Bu dehşet verici koca evren içinde yalnız onlar
kural dışına çıkıyorlar. Bu muhteşem yaratıklar içinde yalnız onlar
gerçekten sapıyorlar. Halbuki onlar bu koca varlıkla
karşılaştırıldıklarında, yeryüzü ile kıyaslandıklarında karıncadan daha
güçsüz ve daha küçüktürler. Bunlar bir cephede durup Allah'ın ayetleri
konusunda tartışmaya girerken karşı cephede bütün ihtişamı ile koca evren
varlığın yaratıcısını kabul etmekte bütün gücü ile ve üstünlüğü elinde
bulunduran Allah'a dayanmaktadır. İşte bu tutumları ile onlar ne kadar mal,
makam, güç ve iktidar türünden imkanları hazırlasalar ve ne kadar kuvvetli
de olsalar kendi acı akıbetlerini hazırlamış ve kendi elleriyle fermanlarını
çıkarmış olurlar.
"Ey Muhammed! İnkarcıların memlekette gezip
dolaşması seni aldatmasın." Onlar ne kadar evirip çevirseler,
gezip-dolaşsalar sahiplenip güzel imkanlardan yararlansalar da sonuçta
intihara, yıkılışa ve yok oluşa mahkumdurlar. Savaşın sonu bellidir. Şayet
bütün evrenin ve yaratıcısının gücü ile bu güçsüz ve miskin olan inkarcılar
arasında bir savaştan söz edilebilirse tabi!
Onlardan önce nice milletler ve topluluklar bu tutum
içine girmişlerdi. Fakat akıbetleri çok fena olmuştu. Kendisini Allah'ın
azabı ile karşı karşıya getiren herkesi ezip geçen un-ufak eden koca kuvvete
karşı gelerek sonlarını getirmiş oldular.
5- "Onlardan önce
Nuh kavmi ve onlardan sonra gelen kollar da ya1anladı. Her millet,
Peygamberlerini yakalamağa yeltendi; Batılı hakkın yerine koymak için
mücadele etmişlerdi. Bu yüzden onları yakaladım. (Bak işte) azabım nasıl
oldu?!"
Bu ta Hz. Nuh devrinden beri sürüp gelen eski bir
hikayedir. Her zaman birbirine benzer meydanlarda gerçekleşen bir
çatışmadır. İşte bu ayet söz konusu hikayeyi dile getiriyor. Asırlar ve
nesiller boyu süregelen Peygamberlik ile ilahi mesajı yalan sayma ve
azgınlık arasındaki çatışmanın hikayesini anlatıyor. Bunun yanında her
durumda akıbeti de gözler önüne seriyor.
Bir Peygamber geliyor. Toplumun azgınları onun
getirdiği mesajı yalan sayıyorlar. Peygamberin getirdiği delile delille
karşılık vererek önünde durmuyorlar. Zalimlerin ve zorbaların mantığına
sığınıyorlar. Peygamberi zorla susturmak istiyorlar. Kitleleri tutarsız,
temelsiz şeylerle oyalamak suretiyle hakka, gerçeğe, galip gelmeye
çağırıyorlar... Tam bu sırada kıskıvrak yakalayan kudret eli olaya el
koyuyor. Ve onları hayret edilecek, dehşet verecek bir biçimde
yakalayıveriyor. Gerçekten hayret edilmeye ve görülmeye değer bir
yakalayıştır bu: "...(Bak işte) azabım nasıl oldu?"
Bu azap, yıkıcı, yok edici, çetin ve şiddetli bir
azaptı. Hâlâ kalıntıları silinmeyen toplumların akıbetleri buna tanıklık
etmekte, pek çok olaylar ve rivayetler onu dile getirmektedir.
Çatışma sona ermiş değildir. Etkileri ahirette de
görülecektir.
6- İnkar edenlerin
cehennemlik olduklarına dair Rabb'inin sözü böylece gerçekleşti.
Yüce Allah'ın hükmü bir kişiye hak olduğunda artık o
iş bitmiştir. Hüküm kesin yerini bulur. Bütün tartışmalar biter.
Kur'an-ı Kerim gözler önündeki bir olgu olan gerçeği
böyle ortaya koyuyor. İman ile küfür arasında, hak ile batıl arasında tek
olan Allah'a çağıranlar ile yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayan
zorbalar, zalimler arasındaki savaş gerçeğini. Böylece öğreniyoruz ki, bu
insanlık tarihinin şafağında başlayan çok eski bir çatışmadır. Bu savaşın
meydanı ise yeryüzünden daha geniştir. Çünkü bütün bir varlık Rabbine
inanan, müslüman olan ve teslim olan bir varlıktır. Bu kuralın dışına yalnız
inkar edenler çıkmaktadır. Bunlar koca evrene rağmen Allah'ın ayetleri
konusunda tartışan tek yaratıklardır. İki tarafın birbirine denk olmadığını
gördüğümüz bu çatışmanın sonucunu da öğreniyoruz. Bir tarafta korkunç
kalabalık ve genişlikte olan hakkın taraftarları, diğer tarafta ise, cılız,
sönük, zayıf ve bir avuç kadar olmayan batılın taraftarları. Onlar
istedikleri kadar ülkeleri ellerine geçirmiş olsunlar. Dış görünüş
bakımından ne kadar iktidar sahibi, güçlü ve geniş imkan sahibi görünürlerse
görünsünler fark etmez.
Kur'an-ı Kerim bu gerçeği -bu savaş gerçeğini, bu
savaştaki belli başlı güç odaklarını, yer ve zaman içindeki sahasını-
gönüllere iyice yerleşsin ve özellikle her yerde ve her zaman hak ve iman
davasını yüklenecek olan müslümanların bu gerçeği kavramaları, batılın
sınırlı bir zaman dilimindeki ve sınırlı olan herhangi bir bölgedeki üstün
gibi görünen gücünü gözlerinde büyütmemeleri için gözler önüne sermektedir.
Zira gerçek bu geçici durumdan ibaret değildir. Gerçek, sadece Allah'ın
kitabının sergilediği ve Allah sözünün dile getirdiği olgular-dan ibarettir.
Çünkü o, söz sahiplerinin en doğru sözlü olanıdır. Her şeyi en iyi bilen ve
her şeye egemen olan da O'dur.
Bu temel gerçekle ilgili olarak arşı yüklenen ve
onun etrafında görevli bulunan ve bu varlık aleminde Allah'a iman eden
güçler arasında yer alan meleklerin Rableri katında inanmış insanlardan söz
ettikleri, onların bağışlanmalarını diledikleri ve Allah'ın onlara ilişkin
vaadinin çabucak gerçekleşmesini arzu ettikleri dile getiriliyor. Zira bu
melekler ile mü'minler arasında iman bağı bulunmaktadır.
7- Arş'ı taşıyanlar
ve onun çevresinde bulunanlar. Rabb'lerini överek tesbih ederler, O'na
inanırlar. Mü'minler için: "Rabbimiz! İlmin ve rahmetin her şeyi kapladı.
Tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla; onları cehennem azabından koru "
diye bağışlama dilerler.
Biz insanlar arşın nasıl bir şey olduğunu
bilmiyoruz. Onu herhangi bir şeye benzeterekte tasvir edemeyiz. Taşıyıcı
meleklerin O'nu nasıl taşıdıklarını da, O'nun çevresinde görevli olanların
orada nasıl bir işlev gördüklerini de bilmiyoruz. Aslında insanın kavrayış
kapasitesi dışında kalan bir takını zihinsel tabloların peşine düşmenin de
bir yararı yoktur. Gaybe ilişkin konularda tartışmaya girmeye gerek yoktur.
Zira yüce Allah bu konuda hiç kimseye bir şey bildirmemiştir. Surenin akışı
içinde dile getirilen gerçekle ilgili olarak verilen bilginin tamamı şundan
ibarettir: Allah katında yüksek bir dereceye sahip olan "O'na iman eden" ve
"Rablerini övgü ile noksan sıfatlardan tenzih eden" birtakım kullar, evet
işte bu kullar yüce Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ettikten sonra
yeryüzünde inanmış insanlara inanmış birinin inanmış biri hakkında yapacağı
en güzel dua türünden bir dua ediyorlar. Kur'an-ı Kerim bu meleklerin
özellikle imanlarına dikkat çekiyor -ki zaten meleklerin iman ettikleri
açıkça ifade ediliyor- bu iman bağı ile onları inanmış insanlara bağlasın.
Melekler dualarına edeplerini takınarak başlıyorlar.
Bununla bize de dua ve dileğin edebini öğretmiş oluyorlar. Diyorlar ki:
"Rabbimiz! İlmin ve rahmetin her şeyi kapladı."
Duadan önce -insanlar için rahmet dilerken- yüce
Allah'ın her şeyi kuşatan rahmetine sığındıklarını ve Allah'ın her şeyi
kuşatan ilmine havale ettiklerini dile getiriyorlar. Allah'ın huzurunda
hiçbir öneride bulunamayacaklarını bütün yaptıklarının Allah'ın rahmetine ve
ilmine sığınarak ve onlara dayanarak bir dilekte bulunmaktan ibaret olduğunu
ifade ediyorlar.
"Tevbe edenleri ve senin yolunu izleyenleri bağışla.
Onları cehennem azabından koru."
Bağışlama ve tevbeye ilişkin bu işaret surenin
girişi ve orada Allah'ın "Günahları bağışlayan, tevbeyi kabul eden"
şeklindeki nitelemeleriyle bütünleşmektedir. Cehennem azabına ilişkin işaret
de oradaki Allah'ın "Azabı şiddetli olan" sıfatını karşılamaktadır.
Şimdi melekler müminlerin bağışlanmaları ve azaptan
korunmalarına ilişkin dualarını ileriye götürerek cennet dileğinde
bulunmakta ve Allah'ın iyi kullarına vaadinin çabuk gerçekleşmesini
istemektedirler:
8- Rabbimiz!
Mü'minleri ve babalarından, eşlerinden, soylarından iyi olanları,
kendilerine söz verdiğin Adn cennetlerine koy; şüphesiz güçlü olan, hakim
olan ancak sensin.
Cennete girmek hem bir nimet hem bir kurtuluştur.
Buna bir de ataların, eşlerin ve nesillerin iyi olanları ile arkadaşlık
ilave edilmektedir. Bu ise başlı başına bir nimettir. Ayrıca bu bütün
inananlar arasındaki birliğin bir görüntüsüdür. Demek ki, iman bağı
olduğunda atalar, nesiller ve eşler birbiriyle buluşmakta, bu bağ
olmadığında ise aralarındaki ilişki kopmaktadır.
Duanın bu bölümünden sonraki cümle hikmete işaret
ettiği gibi kuvvete de işaret etmektedir. Zira ancak bunlarla kullar
hakkında hüküm verilebilir:
"Şüphesiz güçlü olan, hakim olan ancak sensin."
9- Onları
kötülüklerden koru! O gün kötülüklerden kimi korursan, ona şüphesiz rahmet
etmiş olursun. Bu büyük kurtuluştur.
Müminleri Adn cennetlerine koyması için yaptıkları
duadan sonra meleklerin böyle bir niyazda bulunmaları o günkü zor şartların
en önemlisine dikkat çekmek içindir. Zira ahiret gününde insanları uçuruma
yuvarlatan ve onları korkunç badirelerle karşı karşıya getiren günahlardır.
Cenabı Allah kullarını bu günahlardan koruduğunda, onların sonuçlarından ve
cezalarından da muhafaza etmiş olur. Bu ise o durumda rahmetin ta
kendisidir. Ve aynı zamanda mutluluğa doğru atılan ilk adımdır: "Bu büyük
kurtuluşdur." Yani sırf günahlardan korunmuş olmak bile gerçekten büyük bir
saadettir!
Arşı taşıyanlar ve etrafında görevli olan melekler
mümin kardeşleri için Rablerine yönelip bu şekilde dua ederken inkar eden
kafirleri görüyoruz. Herkesin bir yardımcı aradığı fakat yardımcı bulmanın
çok zor olduğu bu durumda inkar eden bu insanların evrende bulunan herkes ve
her şeyle tüm bağlarının, ilişkilerinin kesildiğini görüyoruz. Her taraftan
onlara azarlamaların aşağılamaların ve hakaretlerin yağdığını seyrediyoruz.
Onların büyüklük tasladıktan sonra şimdi zillete düştüklerini, umudun hiçbir
yarar sağlayamayacağı bir günde kurtuluş ümidi peşine düştüklerini
görüyoruz:
10- İnkar edenlere
de bağrılır: "Allah'ın gazabı sizin birbirinize olan öfkenizden daha
büyüktür. Zira siz imana çağrıldığınızda inkar ederdiniz."
Ayeti kerimede geçen "makt" kavramı tiksinmenin,
nefretin en son haddi anlamına gelmektedir. Onlara her taraftan şöyle
seslenilmektedir: "Siz imana çağrıldığınız halde inkar ettiğiniz gün yüce
Allah o kadar sizden nefret etmiştir ki, bu nefret sizin bu inkarınızın sizi
sürüklediği kötülüğü ve çirkinliği gördüğünüz bugün kendi kendinize
duyduğunuz nefretten daha fazladır. Siz iş işten geçmeden önce iman
çağrısına kulak asmadığınız ve onu inkar ettiğiniz için bugün kendinizden
nefret ediyorsunuz." Böyle korkunç ve çetin bir günde bu hatırlatma ve bu
sitem o kadar acı olmaktadır ki!
Şu anda aldanma ve sapıklık maskeleri indirildiği
için onlar yalnız Allah'a yönelineceğini öğreniyorlar ve O'na yöneliyorlar:
11- Dediler ki:
"Rabbimiz, bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı itiraf
ettik. Şimdi şu ateşten çıkmak için bize bir yol var mı?"
Bu aşağılanmış, umudunu yitirmiş, dünyası kararmış
bir insanın son çırpınışıdır... "Ey Rabbimiz!" Halbuki daha önce onlar
inkara kalkışıyor ve küfrü seçiyorlardı. Bizi önce yarattın. Sonra ölülere
ruh üfledin. Birden diriliverdiler. Birden kendimizi dirilmiş gördük. Sonra
bizi öldükten sonra tekrar dirilttin. Ve huzuruna geldik. Sen bizi şu anda
içinde bulunduğumuz durumdan kurtarabilirsin. Günahlarımızı itiraf etmiş
bulunuyoruz zaten: "Kurtuluşun bir yolu var mı acaba?" Yanmayı, hayıflanmayı
ve acı ümitsizliği çağrıştıran böyle bir ifadeyle: Herhangi bir yol.
Böyle ümitsizlik dolu bir ortamda bu akıbetlerinin
sebebi yüzlerine vuruluyor:
12- Onlara "Bu
duruma düşmenizin sebebi şudur: Tek Allah'a çağrıldığınız zaman inkar
ederdiniz. O'na ortak koşulunca inanırdınız. Artık hüküm yüce ve büyük
Allah'ındır."
İşte sizi bu zillet ortamına sürükleyen sebep budur.
Allah'a ortak koşulan düzmece ilahlara inanmanız ve Allah'ın birliğini kabul
etmemeniz. Hüküm yüce ve büyük olan Allah'ındır. Yücelik ve büyüklük hüküm
konumu ile tam uyum sağlayan iki sıfattır. Her şeyden üstün olmak ve her
şeyden büyük olmak. Hem de herkesin son durumunun belirlendiği sırada.
Bu sahnenin etkileri devam ederken bu üstünlük
konumuna uygun düşen Allah'ın bazı sıfatlarına geçilmekte ve bu esnada
müminler Allah'a niyazda bulunmaya yöneltilmektedir. Sırf Allah'a yönelerek,
samimi bir biçimde O'na teslim olarak dua etmeleri istenmektedir.
Karşılaşma, hüküm ve ceza-mükafat gününün yüce Allah'ın hakimiyet, egemenlik
ve üstünlük konusunda yegane güç odağı olarak ön plana çıktığı günün önemine
dikkat çekmek için vahiy gerçeğine işaret ediliyor:
13- Size
mucizelerini gösteren, size gökten rızık indiren O'dur. Allah`a yönelenden
başkası ibret almaz.
"Ayetlerini size gösteren O'dur:' Allah'ın ayetleri
bu varlık alemindeki her şeyde görülmektedir. Güneşten yıldızlara, geceden
gündüze, yağmura, şimşeğe gök gürültüsüne varıncaya kadar büyük ve geniş bir
sahada... Çiçek, yaprak, hücre ve atom gibi en küçük varlıklara varıncaya
kadar her şeyde harika bir ayet bir mucize göze çarpmaktadır. Bu harika
varlıkların dehşet verici büyüklüğü insan onları - yoktan var etmek şöyle
dursun- taklid etmeye kalktığı zaman dahi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Bu evrende yüce Allah'ın eli tarafından yaratılan en basit ve en küçük
yaratığı bütün inceliğiyle eksiksiz olarak taklid etmek o kadar olmayacak
bir iştir ki!
"Gökten size rızık indiren O'dur". İnsanlar gökten
inen bu rızkın bir kısmı olan yağmuru biliyorlar. Yağmur bu yeryüzünde
hayatın kaynağı yiyecek ve içeceklerin temel sebebidir. Yine bu gökten inen
rızkın kapsamında değerlendirilmesi gereken şeylerin bazılarını insanlar gün
geçtikçe bir bir keşfetmektedirler. Bu dünya gezegenine hayat veren ve
olmadıkları takdirde burada hayatın sona ermesine neden olacak kadar önemli
olan diriltici ışınlar da bu rızkın kapsamında değerlendirilir. Daha
çocukluk döneminden itibaren insanlığa yol gösteren, adımlarını doğru yola
Allah'a ve O'nun sağlam olan yasasına ileten yaşam biçimlerine doğru yol
gösteren ilahi mesajlar, Peygamberlikler de herhalde bu gökten inen rızkın
kapsamında değerlendirilmelidir.
"Allah'a yönelenlerden başkası ibret almaz". Rabbine
yönelen O'nun nimetlerini hatırlar, lütuflarını aklına getirir, katı kalbli
insanların unuttuklarını ilahi ayetleri hatırına getirir.
Allah'a yönelmeden söz edilmesi ve bu yönelmenin
kalbte meydana getirdiği hatırlatma ve düşündürmenin harekete geçirilmesi
üzerine yüce Allah müminleri yalnız Allah'a dua etmeleri ve yalnız O'na
boyun eğmeleri, kâfirlerin antipatilerine değer vermemeleri için
yönlendiriyor:
14- Ey inananlar!
Kafirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na
çağırın. ,
Kafirler müminlerin yalnız Allah'a boyun
eğmelerinden, sırf O'na çağırıp başkalarına önem vermemelerinden
hoşlanmazlar. Müminler onlarla ne kadar iyi geçinseler ne kadar barış içine
girseler ve çeşitli yollarla onların gönüllerini almaya çalışsalar da asla
onları memnun edemezler. Öyleyse müminler kendi yollarına devam etmeliler.
Yalnız Rablerine çağrıda bulunmalılar. İnanç sistemlerini sırf O'nun
ilkeleriyle oluşturmalılar. Gönüllerini O'na bağlamalılar. Kafirler memnun
olmamış, küplere binmiş onları ilgilendirmemelidir. Zaten onlar hiçbir zaman
memnun olmayacaklardır!
Müminlerin, kafirler hoşlanmasalar da sadece Allah'a
kulluk yapmaya yöneltildikleri bu ortamda yüce Allah'ın bazı sıfatlarından
söz ediliyor. Bu sıfatlar arasında yüce Allah'ın şu niteliklerine yer
veriliyor:
15- Arş sahibi,
varlıkların en yücesi olan A!!ah , kavuşma gününü ihtar etmek için
kullarından dilediğine emriyle vahyi indirir.
Yalnız O noksan sıfatlardan münezzeh zattır, yücelik
sahibi. üstün makam sahibi. Yükseltilmiş ve egemen kılınmış arşın (tahtın)
sahibi. Dilediği kullarının ruhlarına ve kalblerine diriltici direktifini
gönderen de O'dur. Bu diriltici direktif Peygamberlik yolu ile vahiy
göndermenin kinaye seklinde ifade edilmesidir. Yalnız vahyin bu biçimde
ifade edilmesi bir taraftan bu vahyin gerçek mahiyetini açıklamakta ve O'nun
insanlık için bir ruh ve hayat olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan O'nun
yücelerin yücesinden seçkin kullara inmekte olduğu ifade edilmektedir.
Bunların hepsi de Allah'ın "Yücelik ve büyüklük" sıfatları ile uyum içine
giren olgulardır.
Yüce Allah'ın kendi kulları arasından seçip katından
kendisine vahiy gönderdiği insanların başlıca görevleri ise uyarmaktır.
"Kavuşma gününü ihtar etmek için.
Bugünde bütün insanlar karşılaşırlar. İnsanlar ve
onların dünya hayatında işleyip kendilerinden önce gönderdikleri amelleri de
karşılaşırlar. Ayrıca bütün insanlar, cinler, melekler ve herkesin hazır
olacağı günde bulunması gereken bütün yaratıklar orada karşılaşırlar. Hesap
verme alanında bütün yaratıklar Rabbleriyle de karşılaşırlar. Yani bugün
karşılaşmanın bütün anlamları ile bir karşılaşma günüdür.
Öte yandan bugün onların örtü, koruma, göz boyama ve
aldatmadan soyutlanmış olarak ortaya çıkacakları gündür.
16- O gün onlar
meydana çıkarlar; onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. "Bugün
hükümranlık kimindir?" denir. Hepsi "Gücü her şeye yeten tek Allah'ındır"
derler.
Her yerde ve her zaman onların Allah'tan gizli bir
şeyi olamaz. Yalnız onlar bugünün dışındaki günlerde kendilerinin örtülü
olduklarını, hareketlerinin ve işlerinin gizli kaldıklarını sanabilirler.
Bugün ise onlar bütün çıplaklıkları ile ortada olduklarını görüyorlar. Bütün
ayıplarının, suçlarının ortaya çıkarıldığını biliyorlar. Bütün örtülerden,
kuruntudan ibaret olan örtülerden dahi soyutlanmış halde meydanda
duruyorlar.
İşte o gün büyüklük taslayanlar küçülürler. Zorbalar
ve zalimler büzülürler. Bütün bir varlık ürkeklikle ve bütün kullar tam bir
gönülden teslimiyetle huzuri ilahide dururlar. Mülkün, egemenliğin tek
sahibi ise bütün gücü ve otoritesi ile öne çıkar. Zaten o bu konularda her
zaman ortaksızdır. Bu günde ise söz konusu gerçeklik gözle görülebilecek
derecede açıklık kazanır. Karanlıklara, gizliliklere göründükten sonra... Bu
gerçekliği her inkar eden öğrenir, her büyüklük taslayan kavrayıp anlar.
Bütün sesler kesilir. Bütün hareketler durur. Her yüreği titreten yüce bir
ses ortalığa yayılır. Kendisi sorar, yine kendisi cevap verir. O gün bütün
bir varlık içinde ondan başka soru sorabilecek ve cevap verebilecek kimse
yoktur:
"Bugün hükümranlık kimindir?" "Gücü her şeye yeten
tek Allah'ındır."
17- Bugün herkese,
kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah,
hesabı çabuk görendir.
Bugün ortaya konan eylemin gerçek karşılığının
verileceği gündür. Bugün adalet günüdür. Bugün kesin hüküm günüdür. Fırsat
verme ve geciktirme yoktur bugün.
Her tarafa gerçek bir saygı ve sessizlik egemendir.
Her tarafta korku ve içten boyun eğiş hakimdir. Bütün yaratıklar dinliyorlar
ve teslim oluyorlar. Böylece mesele biter ve hesap defterleri dürülür.
Bu manzara surenin baş tarafında Allah'ın ayetleri
hakkında tartışmalara giren insanlar hakkında söylenen "İnkarcıların
memlekette gezip-dolaşmaları seni aldatmasın" cümlesi ile tam bir ahenk
içine girmektedir. İşte yeryüzünde gezip dolaşmanın ve haksız yere üstünlük
taslamanın, azgınlaşmanın, büyüklenmenin, servetin ve imkanların içinde
boğulmanın sonu budur.
Surenin akışı devam ediyor. Yüce Allah'ın hüküm ve
yargıda ortaksız olarak gösterildiği kıyamet sahnelerinden birinde
Peygamberimiz onları bugünün azabından sakındırma konusunda yönlendiriliyor.
Daha önce bugün, hikaye biçiminde sergilenmiş ve hitap doğrudan onlara
yöneltilmemişti:
18- Ey Muhammed!
Onları yüreklerin ağıza geleceği, tasadan yutkunacakları yaklaşan Kıyamet
günü ile uyar. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenecek şefaatçisi olur.
Ayet-i kerimede geçen "Azife" kavramı yakınlaşan,
gelmekte olan demektir. Bu da kıyamet günüdür. Kavramın sözlü ifadesi dahi
onun gelmekte olduğunu ve yaklaştığını tasvir etmektedir. Bu nedenle
nefesler yorgunlukla ve hızlı hızlı alınmaktadır. Sanki sıkışan kalpler
ağızlara gelmektedir. Onlar buna rağmen nefeslerini, acılarını ve
korkularını gizlemektedirler. Bu hallerini gizlemek ise onları yoruyor.
Göğüslerini daraltıyor. Ama yine de kendilerine acıyacak bir dost
bulamıyorlar. Bu korkunç ve zorlu günde sözü dinlenen bir şefaatçi, aracı da
bulamıyorlar.
Onlar bugünde apaçık ortadalar. Hiçbir şeyleri
Allah'tan gizli değil. Hatta bir çırpıda gözlerinin kaymasından, gizli olan
kalplerinin sırlarından dahi habersiz değil:
19- Allah gözlerin
hainliğini ve gönüllerin gizlediğini bilir.
Hain olan göz, bu hainliğini gizlemeye çalışır.
Fakat bu onu Allah tan gizlemez. Kapalı olan sırrı göğüsler gizler. Yalnız
bu Allah'ın bilgisinde gizli değil apaçıktır.
Bu günde gerçek hükmü verecek olan yalnız Allah'tır.
Onların sözde sahte ilahlarının hiçbir işleri, hiçbir otoriteleri ve hiçbir
yargılama güçleri yoktu
20- Allah adaletle
hükmeder. O'ndan başka çağırdıkları tanrılar ise, hiçbir şeye hükmedemezler.
Çünkü işiten, gören yalnız Allah'tır.
Yüce Allah bilerek ve ustalıkla, işiterek ve görerek
hak ile hükmeder. Bu nedenle hiç kimseye zulmetmez ve hiçbir şeyi unutmaz:
"Şüphesiz Allah işitendir, görendir."
Surenin bu bölümünün konusunu daha önce
özetlemiştik. Geniş açıklamasına geçmeden önce kıssanın bu bölümünün surenin
konusuyla paralellik arz ettiğini, surenin ifade üslubuyla da uyum
sağlayacak bir üslubun hatta yer yer aynı ifadelerin kullanıldığını, bazı
cümlelerin aynen tekrar edildiğini belirtmekte yarar görüyoruz. Firavun
ailesinden iman etmiş olan adamın diliyle daha önce surede geçen bazı
olgular ve ifadeler yeniden verilmiştir. Bu adam, Firavun'a Haman'a ve
Karun'a kısa bir süre ülkelerde gezip-dolaşacaklarını hatırlatıyor ve
kendilerini birleşik orduların yenilgiye uğratıldıkları gün gibi bir günden
sakındırıyor. Aynı zamanda surenin girişinde birtakım sahneleri sergileyen
kıyamet gününden de onları sakındırıyor. Allah'ın ayetleri konusunda
tartışmalardan yüce Allah'ın ve müminlerin onlardan nefret edişinden söz
ediyor. Tıpkı surenin birinci bölümünde geçtiği gibi.
Daha sonra surenin akışı içinde bu inkarcıların ateş
içindeki aşağılanmış durumları sergileniyor. Orada içtenlikle yakardıkları
halde duaları kabul edilmiyor. Nitekim daha önce surede onların
benzerlerinin durumları sergilenmişti.
Bu olaylar ve gelişmeler gösteriyor ki; imanın
mantığı ve inananların mantığı birdir. Çünkü her ikisi de bir olan hakka
dayanır. Bu da surenin havasına bir uyum katmakta ve tevhidi özellikleri
bulunan bir "kimlik" kazandırmaktadır. Zaten Kur'an-ı Kerim'in tüm
surelerinde bu özellik söz konusudur.
21- Onlar,
yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden önce gelenlerin sonunun
nasıl olduğunu görsünler. Onlar kuvvet ve yeryüzündeki eserleri bakımından
kendilerinden daha üstün idiler. Fakat Allah, onları günahları yüzünden
yakaladı. Onları Allah'ın azabından koruyan da olmadı.
Hz. Musa'nın kıssası ile surenin ondan önceki
konusu arasında er alan bu geçiş Allah'ın ayetlerini kabul etmeye yanaşmayan
arap müşriklerine önceki tarihten ders almalarını hatırlatıyor. Yeryüzünde
gezip dolaşmalarını, Allah'ın ayetlerine karşı kendileri gibi tavır koyan,
güç ve uygarlık alanında kendilerinden çok ilerde olan önceki inkarcıların
akıbetlerini görmelerini tavsiye ediyor. Onlar bu güçleri ve uygarlıklarına
rağmen Allah'ın başkalarına ibret olacak biçimde cezalandırması karşısında
güçsüz düştüler. Günahları gücün gerçek kaynağından onları uzaklaştırmış,
güç ve egemenlik sahibi olan Allah'ın gücünü de yanına alan iman güçlerinin
şimşeklerini üzerlerine çekmişlerdi:
"Allah onları günahları yüzünden yakaladı.
Onları Allah'ın azabından koruyan da olmadı.
Zaten imandan, güzel iş yapmaktan, hak, iman
ve iyilik cephesinde yer almaktan başka koruyucu ve kurtarıcı da olamaz.
Peygamberlerin mesajlarını ve onların apaçık delillerini yalanlamanın ise
sonu yıkımdır, başkasına ibret olacak biçimde cezaya çarptırılmaktır:
22- Çünkü onlar öyle
kimselerdir ki, elçileri onlara açık belgeler getirdiği halde kabul
etmemişlerdi. Bu yüzden Allah onları yakaladı. Zira O üstündür, cezası çetin
olandır."
Ana hatları özet halinde veren bu işaretten sonra
arap müşriklerinden daha önce yaşayan güç ve uygarlık alanında kendilerinden
çok ilerde oldukları halde yüce Allah'ın günahları yüzünden kıskıvrak
yakaladığı toplumlardan bir örnek veriliyor. Bu toplum Firavun, Karun, Haman
ve onlarla birlikte olan zorbaların, azgınların oluşturduğu toplumdur.
Hz. Musa kıssasının burada sergilenen bölümü değişik
durumları ve manzaraları sunmaktadır. Kıssa Hz. Musa'nın Firavun ve
kabinesine Peygamberlik mesajını sunmasıyla başlayan ahirette, onların
ateşte birbirleriyle çekişmeleriyle sona eriyor. Bu uzun bir yolculuktur.
Yalnız surenin akışı bu yolculuğun sadece belli "aşamalarını" seçerek
veriyor. Bunlar da kıssanın bu bölümünün bu surede anlatılmasındaki amacı
ortaya koymaya yetiyor:
23- Andolsun biz
Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık yetki ile gönderdik.
24- Firavun'a,
Haman'a ve Karun'a gönderdik. "Bu yalancı bir büyücüdür" dediler.
İşte bu ilk karşılaşmadır: Bir tarafta Hz. Musa,
yanında Allah'ın ayetleri ve haktan destek alan elindeki manevi güç, öbür
tarafta Firavun, Haman ve Karun. Yanında tutarsız ve güçsüz olan batılları,
somut-maddi güçleri ve büyük etki sahibi gerçekle karşılaşmasından
korktukları makamları... İşte bu ilk karşılaşmada onlar gerçeği etkisiz hale
getirmek için gerçeğe dayanmayan sahte bir yönteme başvuruyorlar: "Bu
yalancı bir büyücüdür" dediler.
Surenin akışı bu tartışmadan sonra meydana gelen
olayları özet halinde veriyor. Hz. Musa'nın büyücülerle
mücadelesi/müsabakası ve onların saçma temellere dayalı oyunlarını bozan,
uydurdukları şeyleri yutuveren gerçeğe iman etmeleri anlatılmıyor. Bu
olaylardan sonraki aşamaya geçiliyor:
25- "Musa, onlara
katımızdan hakkı getirince: "Onunla beraber inananların oğullarını öldürün,
kadınlarını sağ bırakın!" dediler. Fakat kafirlerin tuzağı hep boşa çıkar."
Daha ayet tamamlanmadan onların bu sözlerine şöyle
cevap veriliyor: "Kafirlerin tuzağı hep boşa çıkar."
Bu, katı yürekli kaba kuvvetin delil karşısında aciz
düştüğünde, kesin kanıtlar onu aşağıladığında, yapısındaki gücü, netliği ve
açıklığı ayrıca fıtrata hitap edişi, fıtratın ona kulak verip mesajlarını
kabul etmesi ile hakkın üstün gelmesinden korktuğu her yerde başvurduğu
değişmez mantığıdır. Nitekim Hz. Musa'yı ve yanında bulunan gerçeği alt
etmek için derlenip getirilen büyücüler bu gerçeğe kulak vermiş onu kabul
etmiş ve zorbanın biri olan Firavun'a karşı bu gerçeğe iman edenlerin
ilklerine dönüşmüşlerdi.
Firavun'a, Haman'a ve Karun'a gelince onlar şöyle
demişlerdi:
"Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün,
kadınlarını sağ bırakın."
Firavun daha önce de -Hz. Musa'nın doğduğu
sıralarda- buna benzer bir yasa çıkartmıştı. Bu ilk yasadan sonra meydana
gelen olaylar konusunda iki ihtimal bulunmaktadır:
Birinci ihtimal: Bu yasayı çıkaran Firavun ölmüştü.
Onun yerine oğlu veya veliahdı geçmişti. Söz konusu yasa bu yeni dönemde
uygulanmıyordu. Hz. Musa Peygamber olarak geldiğinde, daha veliahd iken
kendisini tanıyan, sarayda yetiştiğini ve İsrailoğullarının erkeklerinin
öldürülmesi, kızlarının ise sağ bırakılmasına ilişkin önceki yasayı bilen
yeni Firavun ile karşılaşmıştır. İşte bu esnada Firavun'un danışmanları O'na
bu önceki yasayı sadece Hz. Musa'ya iman edenlere uygulamasını teklif
etmişler ve bu inananlar ister büyücüler olsun isterse Firavun ve
kabinesinin dehşet saçan tepkilerine rağmen iman eden bir avuç
İsrailoğulları olsun fark etmez demişlerdir.
İkinci ihtimal: Bu yasayı çıkaran Hz. Musa'yı evlat
edinen önceki Firavun'du. Halâ tahtında bulunuyordu. Daha önceki yasanın
uygulanmasında bir süre sonra gevşeklik gösterilmiş veya zamanı geçtiği için
uygulanması durdurulmuştu. Şimdi Firavun'un danışmanları bu yasayı tekrar
uygulamasını öneriyorlar. Korkutma ve sindirme amacıyla bu yasayı sadece Hz.
Musa ile birlikte iman edenlere uygulamasını söylüyorlar.
Firavun'a gelince öyle anlaşılıyor ki, onun başka
bir görüşü vardı. Veya komplo esnasında geçici bir önerisi vardı. Yani o
bizzat Hz. Musa'nın kendisinden kurtulma ve böylece rahat etmenin yolunu
arıyordu.
26- Firavun: "Ben
bırakın da Musa'yı öldüreyim. O Rabb'ine yalvara dursun. Onun sizin dininizi
değiştireceğinden veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum"
dedi.
Firavun'un "Bırakın beni Musa'yı öldüreyim"
demesinden anlaşılıyor ki, onun bu görüşüne aykırı ve O'na engel olan
görüşler vardı. Mesela şöyle deniyordu: Musa'yı öldürmek problemi çözmez.
Zira böyle bir uygulama halk kitlelerinin onu kutsamasına ve şehid saymasına
neden olabilir. Ona ve getirdiği dine karşı onların duygusal
bilinçlenmelerine yol açabilir. Özellikle Hz. Musa'nın mesajını kırmak ve
milleti ondan soğutmak için getirilen büyücülerin kalabalık bir halk
kitlesinin huzurunda iman etmelerinden ve iman etmelerinin sebeplerini
açıklamalarından sonra böyle bir işe kalkışmak fayda yerine zarar
getirebilir... Kralın bazı danışmanlarının içinde şöyle bir korku da
kendisini hissettirebilir: Eğer Firavun böyle bir işe kalkışırsa Hz.
Musa'nın ilahı ondan intikamını alır. Kendilerini de cezalandırır. Bu da,
uzak bir ihtimal sayılmaz. Zira onlar putperest insanlardı. İlahların
çokluğuna inanıyorlardı. Bu insanlar Hz. Musa'nın bir ilahı olduğunu ve O'na
saldıranları cezalandıracağını, rahat düşünebilirlerdi. Bu durumda
Firavun'un: "Varsın Rabbine çağırsın" sözü bu yaklaşıma bir cevap niteliğini
kazanır. Firavun'un bu çirkin sözü zorbalığından ve azgınlığından söylemiş
olması da uzak bir ihtimal değildir. Az sonra geleceği gibi o işin sonunda
bu tutumunun cezasını çekmiştir.
Firavun'un Hz. Musa'yı öldürmek için ileri sürdüğü
delil ilginç olması nedeniyle üzerinde durmaya değer:
"Çünkü ben O'nun, dininizi değiştireceğinden, veya
yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum."
Putperest bir sapık olan Firavun'un yüce Allah'ın
elçisi Hz. Musa hakkında "Çünkü ben onun dininizi değiştireceğinden, yahut
yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum" demesinden daha ilginç ne
olabilir
Bu söz, her bozguncu azgının her ıslahat (iyilik)
önderi için söylediği sözün aynısı değil midir? Bu, çirkin batılın güzel
olan hakkın karşısında söylediği sözün kendisi değil midir? Bu söz, imanın
sakin ve masum olan yüzüne karşı kuşkular uyandırmak isteyen çirkin ve
aldatıcı sözün kendisi değil midir?
Bu her zaman aynı olan bir mantıktır. Hak ile batıl,
iman ile küfür, iyilik ile azgın nerede ve ne zaman karşı karşıya gelmişse,
onca yer ve zaman farklılığına rağmen değişmeyen bir anlayıştır. Bu uzun bir
hikayedir. Zaman zaman gün yüzüne çıkmakta ve yeniden yaşanmaktadır.
Hz. Musa'ya gelince, o sağlam sütuna, muhkem kaleye
sığınmıştır. Kendisine sığınanları koruyan ve himayesine girenlere güven
veren yüce zata sığınmıştır.
27- "Musa dedi: Ben
hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz
olan Allah'a sığınırım."
Böyle dedi. Gönül huzuru içinde. İşini-durumunu
büyüklük taslayan herkesin üstünde bir yüceliğe sahip olan, zorbalık yapan,
herkese egemen olan, büyüklük taslayanlardan kaçarak kendisine sığınanları
korumaya gücü yeten Allah'a havale etmiştir. Hem kendisinin hem de onların
Rabbi olan Allah'ın birliğine dikkat çekmiş, onca tehdide ve tepkiye rağmen
bu gerçeği unutmamış ve onu elinden bırakmamıştır. Ayrıca hesap gününe
inanmadıklarına da değinmiştir. Zira hesap gününe inandığı halde bir insanın
büyüklük taslaması mümkün değildir. Kıyamet günündeki hazin, ürkek, boyun
eğmiş, zilleti kabul etmiş, her çeşit güç ve kuvvetten soyutlanmış halini,
samimi bir dostunun, sözü dinlenen bir şefaatçısının olmadığı durumunu
düşünen biri büyüklük taslayamaz.
Bu sırada Firavun ailesinden kalbine hak, gerçek
yerleşen yalnız bu imanını gizleyen bu adanı meydana atılıyor. Meydana
atılıp Hz. Musa'yı savunuyor. Topluluğun onunla uğraşmaması için yollar
arıyor. Firavun'a ve kabinesine çeşitli yöntemlerle hitab ediyor. Öğütte
bulunarak onların gönüllerine ulaşmak, korkutma ve ikna etme yoluyla onların
duyarlılıklarını harekete geçirmek istiyor:
28- Firavun
ailesinden olup da, inandığını gizleyen bir adam dedi ki: "Rabb'im Allah'tır
diyen bir adamı mı öldüreceksiniz? Oysa size Rabb'inizden belgeler
gelmiştir. Eğer yalancı ise yalanı kendinedir; eğer doğru sözlü ise, sizi
tehdit ettiklerinin bir kısmı başınıza gelebilir. Şüphesiz Allah aşırı
giden, yalancı kimseyi doğru yola iletmez.
Bu inanmış adamın Firavun ve kabinesinden oluşan
komploculara karşı giriştiği bu eylem gerçekten geniş çaplı bir eylemdir.
Aynı zamanda inanmış fıtratın temkinli, usta ve güçlü mantığının gereğidir.
Bu imanlı insan, onların girişmek istedikleri
eylemin korkunçluğunu ortaya koyarak başlıyor: "Rabbim Allah dediği için bir
adamı öldürüyorsunuz ha?" Kalbin inancına, vicdanın kanaatına bağlı olan bu
tertemiz söz bir kişinin ölümü için yeterli olur mu? Yaşam hakkını yitirmesi
için yeter sebep kabul edilebilir mi? Bu eylem bu şekliyle nefret uyandırıcı
ve alçakça bir iştir. Çirkinliği ve alçaklığı apaçık ortadadır.
Bu inanmış adam şimdi onları bir adım daha ileri
götürüyor. "Rabbim Allah'tır" tertemiz sözünü söyleyen adamın elinde delili
var. Kesin kanıtı var. "Oysa o size Rabbinizden mucizeler getirmiştir."
Burada Hz. Musa'nın onlara gösterip kendilerinin gözleriyle gördükleri
mucizelere işaret edilmektedir. Onların -kendi aralarında ve halk
kitlelerinden uzak oldukları halde- bu mucizelerden kuşkulanmaları çok
zordur!
Sonra onlarla birlikte en kötü ihtimali göz önüne
getiriyor. Mesele karşısında onlarla beraber insaflı olarak bir tavır
takınıyor. En kötü ihtimalde dahi onların yapmaları gereken şeyin ne
olduğunu belirliyor: "Eğer yalancı olursa yalanı kendi zararınadır." Bu
durumda o yaptığı işin kötü sonucuna katlanacak ve cezasını çekecektir.
Günahının yükünü kendisi taşıyacaktır. Yani nerden bakılırsa bakılsın
onların Hz. Musa'yı öldürmeye kalkmalarını tutarlı gösterecek bir sebep yok.
Kaldı ki bir ihtimal daha var. Bu ihtimal de Hz.
Musa'nın doğru söylemiş olmasıdır. Bu ihtimale karşı temkinli hareket etmek
ve onun sonuçlarına maruz kalmamak için ihtiyatlı hareket etmek güzel bir
şey olur. "Eğer doğru söylüyorsa size söylediklerinin hiç değilse bir kısmı
başınıza gelir." Hz. Musa'nın söylediklerinin bir kısmının onların başına
gelmesi de bu konuda en küçük ihtimaldir. Yani o bundan fazlasını onlardan
istememektedir. Bu yöntem, tartışmada ve karşı tarafın delillerini çürütmede
insafın son haddidir.
Sonra onları kapalı bir şekilde tehdit ediyor. Hz.
Musa'ya ve hem de onlara uygulanabilecek sözünü söylerken bunu ifade ediyor:
"Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancı olan kimseyi doğru yola iletmez." Eğer
bu Hz. Musa ise Allah O'na doğru yolu göstermez ve onu başarıya ulaştırmaz.
Onu Allah'a bırakın. Cezasını versin. Bu arada siz de Hz. Musa ve Rabbine
karşı yalan söylemekten aşırı gitmekten sakının. Yoksa siz de bu cezaya
çarptırılırsınız.
Bu inanmış kişi yüce Allah'ın haddini aşan bu
yalancılara uygulayacağı cezayı anlatırken atağa geçiyor. Onları Allah'ın
azabı ile korkutuyor. Servetlerinin ve iktidarlarının Allah'ın kendilerini
ibret olacak şekilde cezalandırmasına engel olamayacağı uyarısında
bulunuyor. Nankörlüğü değil şükretmeyi gerektiren onca nimetleri kendilerine
hatırlatıyor:
29- Ey kavmim! Bugün
memlekette hükümranlık sizindir. Buraya siz. Ancak Allah'ın baskını bize
çatınca, O'na karşı bize kim hakimsiniz yardım eder? Firavun: "Ben size
kendi görüşümden başkasını söylemiyorum. Ben size ancak doğru yolu
gösteriyorum" dedi.
Bu adam inanmış bir kalbin hissettiklerini
hissediyor. Buna göre yüce Allah'ın ibret olacak biçimde cezalandırması
yeryüzünde servet ve iktidar sahiplerine daha yakın bir ihtimaldir. Bu
nedenle Allah'ın bu cezasından en çok onların çekinmeleri, onu somut halde
hissetmeleri ve ondan sakınmaları gerekirdi. Her an onun korkusuyla
yatıp-kalkmaları lazımdı. Çünkü Allah'ın bu cezası gecenin ve gündüzün her
anında onları dört gözle beklemektedir. İnanmış olan adam bunun için onların
içinde bulundukları servete ve iktidara dikkatlerini çekiyor. Uzbakış sahibi
vicdanına yerleşmiş olan bu gerçeğe parmak basıyor. Sonra onları Allah'ın
kıskıvrak yakalayacak olan cezasından sakındırırken kendisini de onların
arasına katma nezaketini gösteriyor. "Allah'ın cezası geldiğinde kim bize
yardım edebilir?" Böylece onların durumlarının kendisini de
ilgilendirdiğini, zira onlardan biri olduğunu ve onlarla birlikte akıbetini
beklediğini hissettiriyor. Öyleyse o, kendilerine öğütte bulunuyor. Şefkatle
üzerlerine titriyor. Belki bu üslup onların bu uyarıya kulak vermelerini
sağlayabilir. Onun masumluğunu ve samimiyetini ortaya koyabilir. Bu adam
Allah'ın cezası geldiği zaman ona karşı hiçbir yardımcı ve kurtarıcının
olamayacağını ve kendilerinin ona karşı zayıf, çok çok zayıf kalacaklarını
onlara kavratmaya çalışıyor.
Bu sırada kendisine öğüt verilen her azgın iktidar
sahibini yakalayan duygu Firavun'u da yakalıyor. Suçlu-haksız olduğu halde
üstünlük havasına kapılıyor. Samimi öğütü iktidarına karşı bir tehlike,
nüfuzuna gölge düşürücü bir müdahale, nüfuz ve iktidarına karışma onlara
ortak olmaya çalışma şeklinde yorumluyor:
"Firavun: "Ben size kendi görüşümden başkasını
söylemiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum" dedi."
Ben size doğru gördüğümden, faydalı olduğuna
inandığımdan başkasını söylemem. Bu söylediklerimin doğru ve gerçek
olduğunda kuşku yoktur. Tartışma götürmez söylediklerim! Azgın iktidar
sahiplerinin söyledikleri herhalde doğru, iyi ve gerçekten başka ne olabilir
ki? Birilerinin onların bazan hata edebileceklerini söylemesine izin
verirler mi acaba? Başkalarının kendilerinin görüşleri yanında başka
görüşler ileri sürmelerine izin verirler mi? Eğer tüm bunlar olmasaydı onlar
neden azgın kimseler oluyorlardı?
Fakat inanmış olan adam, imanından kaynaklanan başka
bir duyguya sahip. Onları sakındırmayı, onlara öğüt vermeyi ve görüşünü
açıkça ortaya koymayı üstüne görev biliyor. Azgın iktidar sahiplerinin
görüşleri ne olursa olsun inandığı gerçekten yana tavır almasını kendisine
görev biliyor. Sonra belki duygulanırlar, ürperirler, uyanırlar ve
yumuşarlar diye onların kalpleriyle başka bir dokunuşla temas kurmaya
çalışıyor.
30- İnanan adam dedi
ki: "Ey kavmim, ben üzerinize önceki toplulukların uğradıkları bir günün
benzerinden korkuyorum.
31- Nuh kavminin, Ad
ve Semud'un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi bir durumla
karşılaşmanızdan korkuyorum. Allah kullara zulmetmek istemez.
Her topluluğun ayrı bir günü vardı. Yalnız burada
inanmış adam onların hepsini bir günde buluşturuyor: "Önceki toplulukların
günü gibi bir gün". Bugün yüce Allah'ın başkasına ibret olacak biçimde
gerçekleşen cezasının geldiği gündür. Bugün toplulukların değişmelerine
rağmen özelliği değişmeyen bir gündür. "Allah kullara zulmetmek istemez.
(Günahsız kimselere ceza vermez)." Onları günahları yüzünden cezalandırır.
Allah bu ceza günleriyle onların çevresindeki insanları ve sonraki nesilleri
ıslah eder.
Sonra onların kalplerine bir daha dokunur. Onlara
Allah'ın günlerinden birini daha hatırlatır; kıyamet gününü, çağrışma
gününü:
32- Ey kavmim, sizin
için insanların korku ve dehşetten bağırıp bir birlerinden yardım
isteyecekleri o çağırma gününden korkuyorum.
33- Arkanıza dönüp
kaçacağın gün Allah'a karşı sizi koruyan bulunmaz. Allah kimi şaşırtırsa
artık ona yol gösteren olmaz.
Bu günde insanları mahşer alanına toplayan melekler
çağırırlar. A'raftakiler cennetliklere ve cehennemliklere seslenirlér.
Cennetlikler cehennemliklere çağırırlar. Cehennemlikler de cennetliklere
çağırırlar. Yani bu günde çağrışma değişik biçimlerde gerçekleşir. Bu güne
"Çağrışma günü" adının verilmesi bağrışmaları, şuradan-buradan seslerin
yükselişini çağrıştırmaktadır. Mahşeri kalabalık ve birbirinden davacı olma
gününü tasvir etmektedir. İnanmış olan adamın şu ifadesiyle de uyum
sağlamaktadır: "Arkanıza dönüp kaçacağın gün Allah'a karşı sizi koruyan
bulunmaz."
Bu, onların cehennemin korkunç çehresiyle
karşılaştıklarında kaçmaları veya kaçmaya çalışmaları da olabilir. Ne yazık
ki o gün koruyucu kimse yoktur. Ve kaçıp kurtulmanın zamanı da çoktan
geçmiştir. O gün dehşete kapılma ve kaçmaya çalışma yeryüzünde büyüklük
taslayan, zorbalık eden makam ve iktidar sahiplerinin ilk göze çarpan
manzarasıdır!
"Allah kimi şaşırtırsa artık ona yol gösteren
olmaz." Herhalde bununla Firavun'un: "Ben sizi ancak doğru yola götürüyorum"
şeklinde iddiasına gizlice işaret ediliyor. Buna ilave olarak hidayetin
Allah'ın verdiği hidayet olduğuna Allah'ın saptırdığı kimseye artık yol
gösteren olmadığına dikkat çekiliyor. Yüce Allah'ın insanların gerçek
hallerini ve durumlarını bildiğine ve hangilerinin doğru yolu, hangilerinin
ise sapıklığı hak ettiklerine işaret ediliyor.
Mümin olan bu kişi son olarak onların Hz. Yusuf'a
karşı tutumlarını hatırlatıyor. Hz. Musa, Hz. Yusuf'un neslindendi. Daha
önce Hz. Yusuf'un da Peygamberliğini ve onlara gösterdiği mucizeleri
kuşkuyla karşıladıklarını hiç olmazsa şimdi Hz. Musa'ya aynı tavrı
takınmamalarını öğütlüyor. Nitekim Hz. Musa da Hz. Yusuf'un getirdiği mesajı
onaylıyor ve doğruluyor. Onlar ise kendisini kuşku ve tereddüt ile
karşılıyorlar. Yüce Allah'ın Hz. Yusuf'tan sonra hiçbir Peygamber
göndermeyeceğine ilişkin iddialarını yalanlıyor. İşte şimdi Hz. Musa'nın Hz.
Yusuf'tan bir süre sonra bir Peygamber olarak geldiğini ve bu iddialarını
kökten yalanladığını dile getiriyor.
34- Daha önce Yusuf
da size açık kanıtlar getirmişti. Onun getirdiklerinden de kuşkulanıp
duruyordunuz. Nihayet o ölünce: "Allah ondan sonra peygamber göndermez"
dediniz. İşte Allah, aşırı giden, şüpheci kimseleri böyle saptırır."
İşte bu, Hz. Yusuf'un Mısır toplumuna Peygamber
olarak gönderildiğini belirten biricik Kur'an ayetidir. Yusuf suresinde Hz.
Yusuf'un yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarının başına geçecek ve bu
alanda dilediğince hareket edecek tam yetki sahibi bir makama kadar
yükseldiğini ve "Mısır'ın azizi" olduğunu öğrenmiştik. Bu ünvan Mısır
başbakanının ünvanı olabilir. Hz. Yusuf'un neticede Mısır'ın tahtına
oturduğu da o sureden anlaşılabilir. Fakat bu konuda kesin bir açıklık
yoktur. Onun Mısır'ın tahtına oturduğuna işaret eden ayet şudur: "Ana
babasını makam koltuğuna oturttu, bu arada hep birlikte önünde secdeye
kapandılar. Bunun üzerine Hz. Yusuf, bahasına dedi ki: Babacığım bu olay,
bir zamanlar gördüğüm rüyanın somut yorumudur, Rabbim o rüyayı gerçeğe
dönüştürdü." '(Mümin Suresi, 100)
Hz. Yusuf'un ana-babasını üstüne çıkardığı taht
Firavunların ülkesi olan Mısır'ın tahtından başka bir makam koltuğu da
olabilir. Nerden bakarsak bakalım, Hz. Yusuf'un yönetim ve iktidar makamına
ulaştığı kesindir. Dolayısıyla bu inanmış adamın değindiği durumu
gözlerimizin önünde canlandırabiliyoruz. Yani daha önce Hz. Yusuf'un
getirdiği mesajdan kuşkulanmaları ile beraber iktidar sahibi olan Hz.
Yusuf'a yaranmaya çalışmalarına ve o böyle yüksek bir makamdayken açıkça onu
yalanlamaya cesaret edemeyişlerine ilişkin hallerini zihnimizde
canlandırabiliyoruz: "Nihayet o ölünce Allah ondan sonra Peygamber göndermez
dediniz."
Sanki onlar Hz. Yusuf'un ölmesiyle rahatlamış
oldular. Ve rahatlamalarını bu şekilde dile getirdiler. Onun getirmiş olduğu
arı-duru tevhid gerçeğinden yüz çevirdiler. Hz. Yusuf'un bu mesajı hapishane
arkadaşlarına söylediği şu sözlerinden anlaşılmaktadır: "Ey hapishane
arkadaşlarım, çok sayıda ilaha inanmak mı, ezici, iradeli, tek Allah'a
inanmak mı daha iyidir?" (Mümin Suresi, 39) Onlar sandılar ki ondan sonra
hiç Peygamber gelmeyecek kendilerine. Zira onlar böyle arzu ediyorlardı.
İnsanların arzu ettikleri bir şeyin gerçekleştiğini doğruladıkları çok
görülmüştür. Çünkü bu şeyin gerçekleşmesi onların arzusunu tatmin eder.
İnanmış olan adam ise kuşkulanmaya ve yalanlamada
aşırı gitmeye parmak basarken hiddetleniyor ve şöyle haykırıyor:
"İşte Allah, ayı giden, şüpheci kimseleri böyle
saptırır."
Adam, onları sakındırıyor. Kendisine gösterilmiş
olan apaçık belgelere rağmen inancında kuşkuya düşen ve aşırı giden herkesi
beklemekte olan Allah'ın saptırmasından onları sakındırıyor.
Hiçbir delile ve belgeye dayanmadıkları halde
Allah'ın ayetleri hakkında ileri geri konuşanların ve bunu en çirkin biçimde
sergileyenlerin hem Allah'ın hem de müminlerin hışmına uğrayacaklarını
apaçık olarak yüzlerine vuruyor. Büyüklük taslamayı ve zorbalık yapmayı
tenkid ediyor. Büyüklük taslayanların ve zorbalık yapanların kalplerini yüce
Allah'ın kör etmesinden sakındırıyor!
35- Bunlar, Allah'ın
ayetleri üzerinde kendilerine gelmiş bir delil bulunmadan tartışırlar. Bu
Allah katında da, inananların yanında da öfkeyi artırır. Allah büyüklük
taslayan her zorbanın kalbini bundan dolayı mühürler.
Bu inanmış adamın ağzından çıkan söz surenin
girişinde doğrudan ortaya konan ifadenin hemen hemen aynısıdır. Kesin delil
elde edemedikleri halde Allah'ın ayetleri hakkında ileri-geri konuşanların
gazaba mahkum oldukları, büyüklük taslayanların ve zorbalık yapanların
kalplerinde hidayete hiç yer kalmayacak ve meseleyi kavramalarına neden
olacak hiçbir kapı bırakmayacak biçimde saptırılmaları gerçeği ortaya
konuyor.
İnanmış adamın onların kalblerini yumuşatmak için
sergilediği bu büyük gezintiye rağmen Firavun sapıklığında diretti. Hakkı
teslim etmemede diretti. Bununla beraber Hz. Musa'nın iddiasını incelemeye
alacağı imajını vermeye özen gösterdi. Öyle anlaşılıyor ki, adı geçen bu
inanmış adamın ileri sürdüğü deliller ve gerekçelerin büyük etkisinden
Firavun ve onunla birlikte olanlar bunları bilmezlikten gelemediler. Bu
nedenle Firavun kendisine başka bir kaçamak yolu bulmaya çalıştı:
36- "Firavun dedi:
Ey Haman, bana yüksek bir kule yap ki o sebeplere (yollara) erişeyim."
37- "Göklerin
yollarına erişeyim de Musa'nın tanrısına çıkıp bakayım. Çünkü ben onu
(Musa'yı, peygamberlik davasında) yalancı sanıyorum. Böylece yaptığı kötü
iş, Firavuna süslü gösterildi ve o yoldan çıkarıldı. Firavun'un tuzağı
tamamen boşa çıktı."
Ey Haman, bana yüksek bir bina yap. Belki onunla
göklerin yollarına ulaşırım! Orada Musa'nın ilahını arar bulurum! "Ben onu
yalancı sanıyorum". İşte zalim ve zorba olan Firavun gerçekle açık bir
şekilde yüzyüze gelmemek, tahtını sarsmakta ve mülkünün üzerinde kurulduğu
efsanevi hikayeleri tehdit etmekte olan tevhid davasını kabul etmemek için
olayı bu şekilde saptırıyor, demogoji yapıyor, manevralar sergiliyor.
Firavun'un anlayışının ve kavrayışının bu olması ihtimali çok uzaktır. Hz.
Musa'nın ilahını böyle basit ve somut bir şekilde gerçekten aramaya kalkmış
olması da uzak bir ihtimaldir. Mısır Firavunları bilgi ve kültür seviyeleri
açısından bu düşüncenin ve anlayışın çok ilerisinde bulunuyorlardı. Aslında
onun bu tutumu bir taraftan olayı alaya aldığının ve ona karşı büyüklük
taslayarak basit gördüğünün ifadesi, öbür taraftan göstermelik bir
insaflılık, hakşinaslık ve inceleme-temkinli davranmadır.
Firavun'un bu tutumu, inanmış olan adamın
konuşmasında balyoz gibi kafasına inen imanlı yaklaşım karşısında adımını
geri alma planı da olabilir! Bütün bu ihtimaller Firavun'un sapıklığında
direttiğini inkarında şımardığını göstermektedir. "İşte bu şekilde Firavun'a
eyleminin çirkinliği güzel gösterilmiş ve yoldan saptırılmıştı." Zaten
Firavun, sağlıklı istikametten yüz çeviren ve yoldan sapan bu çarpık
anlayışı yüzünden yoldan saptırılmayı çoktan hak etmişti. Ayet-i kerime bu
düzenbazlık ve hilekârlıktan sonra onun mutlaka hüsrana ve yıkıma
uğrayacağını belirtiyor:
"Firavun'un tuzağı boşa çıkmaktan başka işe
yarayamazdı."
Bu demogoji, bu büyüklük taslayıp hafife alma ve
bunca ısrar üzerine inanmış olan adam son sözünü apaçık ve yankılanacak
biçimde haykırıyor. Allah'a giden yolda, ki bu yol doğruluğa giden yolun
kendisidir, kendisine uymaları çağrısında bulunduktan, bu geçici hayatın
değerini onlara açıkladıktan, sonsuz hayatın nimetlerine onları teşvik
ettikten, ahiretin azabından onları sakındırdıktan, Allah'a ortak koşma
inancındaki sakatlıkları ve tutarsızlıkları açıkladıktan sonra tabi.
38- İnanan adam dedi
ki: "Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüreyim."
39- Ey kavmim! Bu
dünya hayatı kısa bir geçimdir: Ahiret ise ebedi olarak durulacak yerdir.
Bunlar daha önce surenin başında tesbit edilip
yerleştirilen gerçeklerdir. Şimdi sözü edilen inanmış adam dönüyor bu
gerçekleri Firavun'a ve yönetimdeki kabinesine karşı açıklıkla ortaya
koyuyor. Firavun'a karşı şöyle haykırıyor: "Ey milletim, bana uyunuz; size
doğru yolu göstereyim." Halbuki az önce Firavun da: "Ben size ancak doğru
yolu gösteririm" diyordu. İnanmış adamın bu tutumu doğru sözü alıyor ve
onunla apaçık bir biçimde meydan okuyor. Bu konuda ne zorba Firavun'un
gücünden ve otoritesinden ne de söylentilere göre Firavun'un iki veziri olan
Haman ve Karun gibi iki veziri komplo arkadaşından, onunla birlikte konuyu
ele alan büyüklerden korkuyor.
Onlara dünya hayatının gerçek mahiyetini de
açıklıyor: "Şüphesiz bu dünya hayatı kısa bir yararlanmadır." Sürekli
olmayan, devam etmeyen geçici bir yararlanma. "Şüphesiz ahiret ise asıl
kalınacak yurttur." Önemli olan orasıdır. Oraya bakmak ve ona değer vermek
gerekir.
Asıl kalınacak yurdun sorgu ve ceza yasasını da
belirtiyor:
40- Kim bir kötülük
işlerse onun kadar ceza görür: Kadın veya erkek, kim, inanarak yararlı iş
yaparsa, cennete girerler ve orada kendilerine hesapsız rızıklar verilir:
Yüce Allah'ın hikmeti, kullarına merhametinden ve
onların güçsüzlüğünü en iyi takdir ettiğinden onların iyiliklerini
katlamayı, kötülüklerini ise katlamamayı gerektirmiştir. İyiliğin ve
sağlıklı yönün yolunda bir dizi engel bulunduğundan başka tarafa çeken
etkenler olduğundan onların iyiliklerini katlamış ve bunları onların
kötülüklerine kefaret yapmıştır. Eğer onlar hesaba çekildikten sonra cennete
kavuşurlarsa yüce Allah onları sınırsız bir şekilde rızıklandıracak,
ödüllendirecektir.
İnanmış adam onları kurtuluşa çağırırken onlar
kendisini ateşe çağırmalarını yadırgıyor ve onlara şöyle çıkışıyor:
41- Ey kavmim! Neden
ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde siz beni ateşe çağırıyorsunuz?
Aslında onlar kendisini ateşe değil sadece şirke
çağırıyorlardı. Şirke çağırmak ile ateşe çağırmak arasında ne fark var ki?
Bunlar birbirine çok yakın şeyler. Aşağıdaki ayette çağrıyı çağrı ile
değiştiriyor:
42- Siz beni Allah'ı
inkar etmeye, bilmediğim bir şeyi O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben
ise, güçlü olan, çok bağışlayan Allah'a çağırıyorum.
Bu iki çağrı arasında dağlar kadar fark var. İnanmış
adamın onlara çağrısı açıktır. Sapa sağlamdır. O, yüce kudret sahibi ve çok
bağışlayıcı olan Allah'a onları çağırıyor. Onları tek bir ilaha çağırıyor.
Bu tek ilahın varlık alemindeki eserleri O'nun birliğine tanıklık ediyor.
Sanatının eşsiz güzellikleri ürünleri O'nun kudretini ve takdirini dile
getiriyor. Onları bu ilaha çağırıyor ki, günahlarını bağışlasın. Zira o
kendilerini bağışlama gücüne sahiptir. Zaten bağışlama yolu ile lütufta
bulunma da O'nun sıfatlarından biridir. "Üstün güç sahibidir, çok
bağışlayandır." Peki onlar kendisini neye çağırıyorlar? Onu Allah'ı inkar
etmeye çağırıyorlar. Kesin bilmediği iddialar, kuruntular ve uydurmalar
yoluyla O'na ortak koşması yoluyla Allah'ı inkara çağırıyorlar.
İnanmış adam kuşkusuz ve tereddütsüz olarak Allah'a
ortak koşulan bu yaratıkların elinde hiçbir yetki bulunmadığını belirtiyor.
Ne dünyada ne de ahirette onların elinde bir şey olmadığım, her şeyin
Allah'ın elinde olduğunu ifade ediyor. İddiada hadlerini aşan savurganların
cehennemlik olacaklarını dile getiriyor:
43- Sizin beni davet
ettiğiniz şeyin ne dünyada, ne de ahirette hiçbir davet yetkisi yoktur:
Gerçekte dönüşümüz Allah'adır. Aşırı gidenlere gelince, işte onlar ateş
ehlidirler:
İnanç sistemindeki temel gerçeklere ilişkin bu
kapsamlı, net ve açık ifadenin ötesinde geriye ne kalıyor? İnanmış adam bu
gerçekleri Firavun ve kadrosu karşısında tereddütsüz ve korkusuzca
haykırıyor. Daha önce inandığını gizlemesine rağmen şimdi imanını açıkça
ilan ediyor. Artık sözünü söylemiş, vicdanını rahatlatmış olarak işini
Allah'a havale etmekten başka yapacak şeyi kalmamıştır. Ayrıca onları
kendilerine söylediği bu sözleri, hatırlamanın fayda vermeyeceği ve işin
tamamının Allah'a havale edileceği günde hatırlayacaklarını tehdit yollu
ifade ederek sözlerini bitiriyor:
44- Benim size
söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a bırakıyorum.
Şüphesiz Allah kulları görür.
Tartışma ve söz düellosu sona eriyor. Ama Firavun'un
ailesinden olan bu inanmış adam gerçek sözünü zamanın kalbine sonsuza dek
silinmeyecek biçimde kazımış bulunuyor artık.
Burada kıssanın bundan sonraki bölümleri Hz. Musa,
Firavun ve İsrailoğulları arasında meydana gelen olaylar, boğulma ve
kurtulma sahnelerine kadar ki bölüm anlatılmıyor. İnanmış adamın bu son
tavrından ve bu dünya hayatından sonraki durumlarından bazı kesitler
açıklanıyor:
45- Allah o adamı,
kurmak istedikleri tuzaktan korudu. Kötü azab, Firavun'un adamlarını sardı.
Dünya hayatının defteri dürülmüş, ondan sonra gelen
hayatın ilk sayfası açılmıştır. Bir de bakıyoruz ki, gerçek olan sözü
söyleyip giden inanmış adamı yüce Allah Firavun'un ve kabinesinin
hazırladığı tuzağın tüm kötülüklerinden korumuş ne bu dünyada ne de bundan
sonraki hayatta ona hiçbir kötülük dokunmamışken Firavun ailesini azabın en
kötüsü yakalayıvermiştir:
46- Onlar
sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, `Firavun'un adamlarını
azabın en ağırına sokun' denir.
Ayet-i kerime bu sabah-akşam ateşe sunulmalarının
ölümden sonra fakat kıyametin kopmasından önceki bir zaman dilimine
rastladığını ima ediyor. Bu kabir azabı da olabilir. Çünkü bundan sonra
şöyle deniyor: "Kıyamet koptuğu gün Firavun adamlarını azabın en
şiddetlisine sokun". Öyle ise bu azap kıyamet gününden öncedir. Ve bu
gerçekten çetin bir azaptır. Sabah ve akşam ateşe sunulmaya onu görme,
acısını ve sıcaklığını gerçekten hissetme şeklindeki bir cezalandırmadır.
-Aslında bu da ağır bir azaptır- Veya bu sunulma, bilfiil oraya girme
şeklinde gerçekleşmektedir. "Arz" (sunma) sözcüğü çoğu zaman dokunma ve bir
şeyi bizzat yapma anlamında kullanılır. Bu ise daha dehşet vericidir...
Sonra kıyamet günü olduğunda daha şiddetli bir azaba sokulurlar!
Şimdi gelecek olan ayette ise kıyamet artık
kopmuştur. Kur'an onların ateşteki manzaralarından bir kesit sunmaktadır.
Burada onlar birbiriyle çelişmektedirler:
47- Ateşin içinde
birbirleriyle tartışırken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara dediler ki:
"Biz size uymuştuk. Şimdi siz şu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir
misiniz?'
Öyleyse güçsüzler de büyüklük taslayanlarla birlikte
cehennemdedirler. Kuyruk oluşları, her gelene paşam demiş olmaları onları
kurtarmamıştır! Hiçbir görüşü, iradesi ve tercihi olmayan güdülen bir koyun
sürüsü olmaları onların cezalarım-azaplarını hafifletmemiştir! Oysa yüce
Allah onlara şeref, onur bahşetmiştir. İnsanlık onuru, bireysel sorumluluk
onuru, seçebilme ve özgürlük onuru bağışlamıştır. Fakat onlar bu
özelliklerin hepsini hiçe saymışlar. Onlardan vazgeçmişler. Büyüklerin
zalimlerin, idarecilerin ve yönetenlerin peşlerine takılmışlardır.. 'Onlara
hiçbir zaman "Hayır" dememişlerdir. Hatta "Hayır" demeyi düşünmemişlerdir
bile. Onların kendilerine söyledikleri üzerine düşünmedikleri gibi onların
kendilerini sürükledikleri sapıklığı da düşünmemişlerdir. Orada sözleri:
"Biz dünyada size uymuştuk" olacak. Doğal olarak onların yüce Allah
tarafından kendilerine bağışlanan yeteneklerinden vazgeçmeleri ve
büyüklerine uymaları Allah katında kendilerini kurtaracak değildi. Onlar da
cehennemliktirler. Önderleri dünya hayatında nasıl onları koyunlar gibi
güdüyor idiyse şimdi de tıpkı onları koyun sürüsü güder gibi cehenneme
sürüklemişlerdir. İşte şimdi bu insanlar büyüklerine soruyorlar: "Siz şu
ateşten küçük bir parçayı bizden savabilir misiniz?" Nitekim dünya hayatı
boyunca kendilerini doğru yola ilettikleri bozgunculuktan onları korudukları
kötülükten, zararlı şeylerden ve düşmanların tuzaklarından onları
kurtardıkları imajını vermeye özen gösteriyorlardı!
Büyüklük taslayanlara gelince bunlar güçsüzlerin bu
isteklerinden dolayı canları sıkılıyor, göğüsleri daralıyor. Sıkıntı, üzüntü
ve acı içinde, vaktiyle büyüklük tasladıktan sonra gerçeğe teslim olmuş
halde onlara cevap verirler:
48- Büyüklük
taslıyanlar: "Doğrusu hepimizde onun içindeyiz. Allah kulları arasında
şüphesiz hüküm vermiştir" derler.
"Hepimiz ateş içindeyiz". Hepimiz güçsüz haldeyiz.
Ne yardım eden ne de imdada koşan kimsemiz var. Hepimiz eşit halde bu
sıkıntı ve ızdırap içindeyiz. Burada büyükler ile onların izinde giden
güçsüzlerin aynı durumda olduğunu göre göre ne diye bize soruyorsunuz?
"Allah kullar arasında şüphesiz hüküm vermiştir."
Hükmün tekrar gözden geçirilmesine imkan yok. Herhangi bir değişikliğin ve
düzeltmenin yapılmasına da imkan yok. İş bitmiştir artık. İnsanların hiçbiri
yüce Allah'ın verdiği hükümde ufak bir hafifletme yapamaz.
Hem büyükler hem de güçsüzler Allah'tan başka bir
sığınak ve kurtarıcı olmadığını anladıklarında her iki kesim de herkesi
saran bir zillet içinde cehennem bekçilerine yöneliyorlar. Büyüklerle
güçsüzleri aynı hizaya getiren bir niyaz içinde onlara sesleniyorlar:
49- Ateştekiler,
cehennemin bekçilerine dediler ki: "Ne olur Rabbinize dua edin de hiç
değilse bir gün, bizden azabı biraz hafifletsin."
Rabblerine dua etmeleri için cehennem bekçilerine
yalvarıyorlar. Uğradıkları belanın şiddetini ortaya koyan dilektir bu. "Ne
olur Rabbinize dua edin de hiç değilse bir gün, bizden azabı biraz
hafifletsin". Bir gün olsun. Yalnız bir gün. Rahat nefes alacakları ve
istirahat edecekleri tek bir gün. Demek ki, bir tek gün dahi duaya,
yalvarmaya ve aracı kullanmaya değiyor.
Fakat cehennem bekçileri bu hazin, zavallı ve
umutsuz yakarışlara gönül rahatlatan bir cevap vermiyorlar. Çünkü onlar
ilkeleri biliyorlar. Allah'ın yasalarını ve zamanın çoktan geçtiğini
biliyorlar. Bu nedenle onlar azarlamaları ve bu azaba düşüş nedenlerini
hatırlatmaları ile azap içindekilerin ızdıraplarını daha da arttırıyorlar:
50- Bekçiler dediler
ki: "Peygamberleriniz size açık kanıtlar getirmezler miydi?" "Evet
getirirlerdi " dediler. Bekçiler: "Öyleyse yalvarıp durun. Nankörlerin
yalvarması hep çıkmazdadır" dediler.
Bu soru ve ona karşı verilen cevap, bundan sonra her
tür diyaloğu anlamsız kılacak yeterliktedir. Burada cehennem bekçileri
onlardan ellerini çekmektedirler. Aşağılayıcı ve alaycı bir tutumla onları
umutsuzluğun kucağına terk etmektedirler.
"Bekçiler: Öyleyse yalvarıp durun dediler."
Eğer dua etmek sizin durumunuzda bir değişiklik
yapacaksa buyurun siz kendiniz dua edin.
Ayet-i kerime tamamlanmadan bu duanın durumu ortaya
konuyor: "Nankörlerin yalvarması hep çıkmazdadır."
Ne yerine ulaşır, ne de amacına varır, ne de kabul
edilir. Hem büyüklerin hem de onları izleyen güçsüzlerin ciddiye
alınmamalarından ve aşağılanmalarından başka işe yaramaz.
İşte tam bu zor durumda bölümün hepsini kuşatan son
yorum geliyor. Bu yorum, ilahi mesajı yalan sayıp büyüklük tasladıktan sonra
başkalarına ibret olacak biçimde Allah'ın cezasına çarptırılan ve bu
bölümden önce işaret edilen toplulukları da kapsamaktadır:
51- Elbette biz,
peygamberlerimize ve inananlara dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik
edecekleri günde yardım ederiz.
52- D gün zalimlere,
özür beyan etmeleri fayda vermez, lanet onlaradır. Yurdun kötüsü de
onlaradır.
Bu kesin yorum ve hüküm, yukardaki zor duruma uygun
düşmektedir. Artık insanlık bu örnekle hakkın ve batılın sonuna vakıf
olmuştur. Hak ve batılın hem bu dünyadaki hem de ahiretteki akıbetlerini
görmüştür. Firavun ve kabinesinin bu dünya hayatındaki sonunu görmüştür.
Onların cehennemde birbiriyle boğuştuklarını da görmüştür. Onların ihmale ve
zillete düştüklerini müşahede etmiştir. Kur'an'ın da belirttiği gibi her
konuda durum bundan ibarettir.
Ahiret gününe iman eden herkes o gün yüce Allah'ın
mü'minlere yardım edeceği ve onları bu sona ulaştıracağı konusunda
tartışmaya girmez. Bu konuda tartışmayı gerektirecek bir durumla da
karşılaşmaz. Dünya hayatındaki yardıma gelince bu konu açıklamayı ve
aydınlatmayı gerektirebilir.
Hiç şüphesiz yüce Allah'ın sözü kesindir, tartışma
götürmez. "Elbette biz peygamberlerimize ve inananlara dünya hayatında ve
şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz."
Bir de şu gerçek vardır ki, insanlar bazı
Peygamberlerin öldürüldüklerini, bazı Peygamberlerin de yalanlanarak,
kovularak yurtlarını ve toplumlarını bırakarak göç ettiklerini gözleriyle
görmektedirler. Yine insanlar, bazı müminlerin en acı işkencelere maruz
kaldıklarını, bazılarının ateş çukurlarına atıldıklarını, bazılarının şehid
edildiklerini bazılarının ise, baskı, sıkıntı ve ızdırap dolu bir hayat
yaşadıklarını gözlemektedirler... Peki yüce Allah'ın dünya hayatında onlara
yardım edeceğine ilişkin sözü nerede? İşte şeytan bu gedikten insanların
kalplerine nüfuz etmekte ve orada yapacağını yapmaktadır.
Şu kadar var ki, insanlar işleri-olayları dış
görünüşlerine göre değerlendirirler. Bunun yanında takdirde yer alan pek çok
değerleri ve pek çok gerçeği hesaba katmazlar. Onlardan habersiz hareket
ederler.
İnsanlar, kısa bir zaman dilimini, yerin sınırlı bir
bölgesini esas alırlar. Bunlar ise insanların ortaya koydukları küçük, basit
ölçülerdir. Kapsamlı ölçü ise böyle sınırlı değildir. Yer ve zamanın geniş
penceresinden, geniş alanından olayları değerlendirir. Bir asırla diğer
asrın arasına, bir yer ile diğer yer arasına birtakım sınırlar koymaz. Eğer
inanç sistemine ve iman meselesine bu açıdan bakacak olsak onların kuşkusuz
zafere kavuştuklarını görürüz. İnanç sisteminin zafere kavuşması o inançta
olan insanların zaferidir. Zira bu inançta olan insanların bu inanç olmadan
var olmaları mümkün değildir. Bu insanlardan imanın istediği şeylerin
başında kendilerini onun uğrunda feda etmeleri, kendilerini yok edip onu ön
plana çıkarmalarıdır!
İnsanlar, yardımın/zaferin anlamına da kendilerince
belli olan alışageldikleri dar açılardan bakıyorlar. İlk etapta gözlerine
çarpan manalarını arayarak onu yorumluyorlar. Ne var ki, zaferin şekilleri
pek çoktur. Dar açıdan bakıldığında bu zaferin bazı şekilleri yenilgiyle de
karıştırılabilir. Ateşe atıldığı halde inancından ve davasından vazgeçmeyen
Hz. İbrahim zafer konumunda mıdır yoksa yenilgi konumunda mıdır? İnanç
sisteminin mantığına göre o ateşe atılırken dahi zaferin zirvesindeydi.
Ateşten kurtulması ise ikinci bir zaferdir. İşte zaferin bir şekli öyle, bir
şekli ise böyledir. Dış görünüş açısından bunlar birbirinden uzak zafer
şekilleridir. Gerçekte ise bunlar birbirine alabildiğine yakın zafer
şekilleridir!
Bir açıdan korkunç, öbür açıdan dramatik bir biçimde
şehid edilen Hz. Hüseyin (r.a.) in bu eylemi bir zafer miydi yoksa bir
yenilgi miydi? Dış görünüş açısından ve basit küçük ölçülerle bakıldığında
bu bir yenilgidir. Kuşatıcı büyük ölçülerle ve gerçeğin net bakış açısıyla
ele alındığında ise bu bir zaferdir. İnsanların gönüllerinde sevgiden ve
merhametten bir taht kuran, yeryüzünde Hz. Hüseyin kadar vicdanların sevgi
ve merhametle üzerine titrediği, kalplerin onunla beraber çarptığı,
insanların azimlerini ve fedakarlık duygularını kamçılayan başka bir şehid
yoktur. Bu konuda şii müslümanlar ile şii olmayan müslümanlar arasında fark
yoktur. Hatta müslüman olmayan çok kimseler de böyledir!
Nice şehitler var ki, şehitliğiyle inancına ve
davasına yaptığı yardımı ve hizmeti bin sene yaşasa daha başka şekilde
yapamazdı. Ömrünün sonunda kanıyla yazdığı son mesajı ile binlerce kalbe
önemli büyük gerçekleri kazıyamaz ve binlerce insanı büyük eylemlere
sürükleyemezdi. Çocuklarını ve torunlarını harekete geçirecek, belki de
nesiller boyunca tarihin seyir çizgisini değiştirecek önemli bir dinamik
olamazdı...
Zafer nedir? Yenilgi nedir? Biz bugün bizim
ölçülerimizi oluşturan şekilleri ve değerleri yeniden gözden geçirmek
durumundayız. Yüce Allah'ın Peygamberine ve müminlere dünya hayatında zafer
vereceğine ilişkin sözünün nerede olduğunu sormadan önce yapmamız gereken
budur.
Bunun yanında zaferin dış görünüş itibariyle ve ilk
akla gelen şekliyle gerçekleştiği pek çok durumlarda vardır. Yeter ki, bu
ilk akla gelen ve dış görünüşten ibaret olan bu zafer şekli kalıcı ve
değişmeyen diğer şekliyle ilintilendirilsin.
Mesela Hz. Muhammed (salat ve selam üzerine olsun)
kendi hayatında zafere ulaşmıştır. Zira bu zafer, islamın getirdiği inanç
sisteminin eksiksiz gerçekliğiyle yeryüzünde hakim kılınması ile ilgilidir.
Zira bu inanç sistemi insan toplumunun hayatına egemen kılınmadığı ve onun
hayatına bütünüyle hükmetmediği sürece hedefine ulaşmış olamaz. Bireyin
kalbinden haşlayıp egemen olan bir devlete dönüşmedikçe tamamlanamaz. İşte
bu nedenle yüce Allah bu inanç sisteminin sahibini hayatında muzaffer etmeyi
dilemiştir ki, bu inanç sistemini eksiksiz şekliyle gerçekleştirsin. Ve bu
gerçeği, tarihin belli bir döneminde yaşanmış bir realite olarak insanların
zihinlerine yerleştirsin. Bundan ötürüdür ki burada zaferin ilk etapta akla
gelen şekli uzak olan diğer şekliyle bitiştirilmiştir. Allah'ın takdiri ve
düzenlemesine uygun olarak, burada dış görünüşteki zafer şekli gerçek
şekliyle bütünleşmiştir.
Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir husus daha
var. Yüce Allah'ın sözü Peygamberleri ve iman edenler için geçerlidir.
Dolayısıyla bu sözün kendileri hakkında yürürlüğe konması istenen kalplerin
içinde gerçek imanın yerleşmiş olması gerekmektedir. İnsanlar iman gerçeği
konusunda çoğu zaman gevşek davranırlar. Halbuki iman gerçeği, bütün
şekilleri ve biçimleriyle şirkten arındırılmadığı sürece kalbe gelip
yerleşmez. Sonra şirkin bazı gizli şekilleri vardır ki insan yalnız Allah'a
yönelmedikçe, yalnız O'na tevekkül etmedikçe, yüce Allah'ın kendisi lehinde
ve aleyhindeki kazası ve kaderine gönül huzuru ile teslim olmadıkça, yalnız
yüce Allah'ın kendisini yönlendirdiğini, Allah'ın seçtiğinden başka seçeneği
olmadığını somut biçimde hissetmedikçe bunların hepsini gönül huzuru, tam
bir güven, kabullenme ve iç rahatlığı ile karşılamadıkça insanın kalbi bu
şirk çeşitlerinden arınmaz, kurtulmaz. İnsanın kalbi bu dereceye kavuştuğu
zaman ise asla Allah'ın önüne geçmeye kalkışmaz. Zaferin veya iyiliğin belli
bir şeklini vermesi için ona öneride bulunamaz. Bunların hepsi Allah'a ait
işlerdir. O ise Allah'ın emrine bağlıdır. Kendisinin başına gelen her şeyin
hayır, iyilik olduğunu kabul eder... İşte zaferin anlamlarından biri de
budur. Kişinin kendi benliğine, egosuna, şehevi ihtiraslarına karşı muzaffer
olması. Bu içe dönük bir zaferdir ve onsuz hiçbir şekliyle dışa dönük
herhangi bir zafer gerçekleşmez.
"Elbette biz peygamberlerimize ve inananlara dünya
hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz."
"O gün zalimlere, özür beyan etmeleri fayda vermez,
lanet onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır."
Daha önceki sahnede zalimlere mazeretlerinin nasıl
fayda vermediğini ve onların nasıl lanete uğradıklarını kötü bir yere
sürüldüklerini görmüştük. Hz. Musa'nın kıssasında görülen zaferin
şekillerinden biri de şudur:
53- Andolsun! Biz
Musa'ya hidayet verdik ve İsrailoğullarına o Kitab ı miras kıldık.
54- O, akıl
sahipleri için bir öğüt ve doğruluk rehberidir.
Bu, cenabı Allah'ın vereceği zaferin numunelerinden
sadece biridir. İnsana kitabı ve doğru yolu vermek. Kitaba ve doğru yola onu
mirasçı yapmak. Yüce Allah'ın Hz. Musa'nın kıssasında bir misal olarak
sergilediği bu numune önümüze geniş bir saha açmaktadır. Burada hedefi
gösteren zafer şekillerinden birini görüyoruz. ,
Bu sırada bu bölümün son dokunuşu yer almaktadır.
Burada Allah'ın elçisi Hz. Muhammed'e (salat ve selam üzerine olsun)
zorluklara ve sıkıntılara rağmen Mekke'de onunla birlikte iman edenlere, Hz.
Muhammed'in (salat ve selam üzerine olsun) ümmetinden olup onlardan sonra
geldikleri halde onların o zamanki şartlarıyla karşılaşan herkese yönelik
bir direktiftir bu:
55- Ey Muhammed!
Sabret, Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. suçunun bağışlanmasını
dile; Rabbini akşam-sabah överek tesbih et.
Bu son dokunuştur... Sabretmeye çağırmaktadır.
Yalanlamaya karşı sabır. İşkencelere karşı sabır... Geçici bir zaman
sürecinde batılın, haksızlığın çoğunluk ve kaba kuvvet ile borusunu
öttürmesine karşı sabır... İnsanların birbirinden farklı olan
karakterlerine, tabiatlarına, ahlaklarına ve hareketlerine karşı sabır.
İnsanın kendi arzu ve sabırsızlıklarına, eğilimlerine, tereddütlerine, somut
zafere ilişkin isteklerine ve aceleciliğine, beklentilerine ve umutlarına
karşı sabır. Uzun
olan yol boyunca düşman olan taraftan önce,
dostların tarafından gelebilecek olan (eleştirilere, eziyetlere)
kalleşliklere, dönekliklere karşı sabır!
"Sabret, Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir."
Süre ne kadar uzasa da işler ne kadar karmaşıklaşsa
da, şartlar ne kadar değişse de. Bu gerçekleştirmeye gücü yetenin sözüdür.
Dilediği için söz verenin sözüdür.
Yolcusun! Yol azığını hazırla:
"Suçunun bağışlanmasını dile; Rabbini sabah-akşam
överek tesbih et."
İşte yol azığın budur. Uzun ve zorlu olan sabır
yolunda azık. Günahlarının bağışlanmasını dilemek. Rabbini övgü ile yad
etmektir. Allah'ı takdis ile birlikte günahların bağışlanmasını dilemek bu
dileği kabule yaklaştırır. Aslında bu insanın iç dünyasının terbiye edilmesi
ve hazırlanmasıdır. Kalbin arınması ve temizlenmesidir. İşte kalpte
gerçekleşen zaferin şekli budur. Bundan sonra hayatın pratiğinde gerçekleşen
diğer zafer gelir.
Bu eylem için sabah ve akşamın seçilmesi ya zamanın
tamamını kinaye yolu ile ifade etmektedir -zira bunlar zamanın iki uç
tarafıdır- ya da bunlar kalplerin arındığı, Allah'ı anarak düşünme ve
gezinmenin müsait olduğu zamanlardır.
İşte yüce Allah'ın zafere giden yolun hazırlığını
tamamlama ve azığını almaya ilişkin seçtiği yol budur. Zaten her savaş için
bir hazırlık yapılması ve azık alınması şarttır...
Surenin önümüzdeki bölümü önceki bölümle tam bir
ilişki içindedir. Bu geçen son dersin bir devamı niteliğindedir. Yalanlama,
eziyet etme, hakkı engelleme ve batılda diretmeye karşı sabretmesi için Hz.
Peygamber'e yöneltilen direktifi tamamlamaktadır. Bu direktiften sonra hiç
delile ve sağlıklı belgeye dayanmadan Allah'ın ayetleri hakkında ileri-geri
söz söylemenin nedeni ortaya konuyor. Buna göre asıl neden sahibini hakka
teslim olmaktan alıkoyan kibirdir. Halbuki onlar göğüslerini kabartan kibire
göre çok zavallı ve çok cılızdırlar.
Bu nedenle yüce Allah'ın yarattığı bu evrenin
büyüklüğüne, yerin ve göklerin büyüklüğü ile karşılaştırıldığında bütün
insanların ne kadar küçüldüklerine dikkat çekilmektedir. Dersin devamında
evrense1 (doğal) bazı ayetler sergilenmekte, bunların bazılarının insanlar
onlardan küçük ve cılız oldukları halde Allah'ın bir lütfu olarak insanların
hizmetlerine sunulduğuna dikkat çekilmekte, insanların bizzat kendi
bünyelerinde yer alan Allah'ın lütuflarına işaret edilmektedir. Hem dış
dünyadaki hem de iç dünyadaki gerçeklerin kendisine ortaklar koştukları
yaratıcının birliğine tanıklık ettikleri belirtilmektedir. Bu arada Hz.
Peygamber'e ilişkin Allah'ın birliğini açıklamaya ve onların Allah'ın
dışında taptıkları düzmece ilahlardan yüz çevirmeye yönelik direktifi yer
almaktadır. Bu bölüm çetin bir kıyamet sahnesiyle sona ermektedir. Müşrikler
orada susturulmak ve aşağılanmak amacıyla Allah'a ortak koştuklarından
sorguya çekilmektedirler. Bölüm önceki bölümün sonuçlandığı biçimde
sonuçlanmaktadır. Burada da Hz. Peygamber sabretme direktifi alıyor. İster
yüce Allah söz verdiklerinin bir kısmını ona gösterene kadar ömrünü uzatsın
isterse Allah'ın bu sözü gerçekleşmeden vefat etsin fark etmez. Hüküm
Allah'ındır. Ve onlar herhalde O'na döneceklerdir.
Bu insan denen yaratık çoğu zaman kendi kendisini
unutur. Kendisinin küçük, zayıf bir varlık olduğunu, gücünü kendisinden
değil, gücün birinci kaynağı olan Allah'a bağlılığından aldığını unutur. Bu
kaynakla olan bağını koparır. Sonra başını alıp gider. Kabarır, şişer,
görkemlileşir, yükselir, göğsünü kibir doldurur. Bu kibir yüzünden helak
olan şeytandan alır bu büyüklük taslayışını. O şeytan ki, insanın başına
musallat olmuş ve bu kibir yolu ile ona yanaşmıştır:
İşte bu insan Allah'ın ayetleri hakkında mücadeleye
girişir ve büyüklenir. Halbuki bu ayetler fıtratın diliyle fıtrata hitap
eden olgulardır. İnsan bir tartışmayı yaparken kalbi yatmadığı için
irdelediğine, tam anlamı ile inanmadığı için mücadele ettiğine kendisini ve
insanları inandırmaya özen gösterir. Halbuki yüce Allah kullarını
bilmektedir. Onların en gizli şeylerine varıncaya kadar her şeylerine vakıf
olan, işiten ve görendir. İşte o, bunun yalın kibir olduğunu belirtmektedir.
İnkarcı insanın onun kalbini dolduran işte bu kibirdir. İnsanı tartışılması
imkansız olan konularda daha da tartışmaya iten bu kibirdir. Büyüklük
taslama ve olduğundan daha büyük görünmedir. Hak etmediği ve gerçekten layık
olmadığı bir yere gelmeye çalışmadır. Onun kendisiyle tartışmasını
sürdüreceği kesin bir delili yoktur. Ortaya koyacağı bir belgesi de yoktur.
Bütün sermayesi bu yalın kibirdir.
56- Allah'ın
ayetleri üzerinde kendilerine gelen bir delil olmadan tartışanların
gönüllerinde, ulaşamayacakları bir büyüklenme vardır. Sen Allah'a sığın. O
şüphesiz işitendir, görendir.
Eğer insan kendi gerçek kimliğini ve bu varlığın
gerçeğini kavrasaydı... Görevini öğrenip onu mükemmel biçimde yerine getirip
onun sınırlarını zorlamaya çalışmasaydı... Kendisinin varlığın yaratıcısının
emriyle ve kendisinden başka kimsenin bilmediği takdirine uygun olarak
yaratılan ve onun emrine bağlı olan sayısız varlıklardan sadece birisi
olduğuna tam kanaat getirseydi... Görevinin de bu varlığın yapısı içindeki
gerçekliğiyle orantılı olduğunu anlasaydı... Evet eğer insan bunların
hepsini anlasaydı gönül huzuruna kavuşacak ve rahat edecekti. Sakinleşecek
ve alçak gönüllü olacaktı. Hem kendi iç alemiyle hem de etrafını kuşatan
evrenle barış içinde yaşayacaktı. Allah'a boyun eğecek teslim olacaktı.
"Sen Allah'a sığın. O şüphesiz işitendir, görendir."
Kibirlenmenin karşısına Allah'a sığınmanın konulması
onun çok çirkin ve çok korkunç bir hareket olduğunu göstermektedir. Çünkü
insan ancak kötülük ve eziyete sebep olması beklenen çirkin ve korkunç
şeylerden Allah'a sığınır. Kibirde bunların hepsi de vardır. Kibir, sahibini
yorduğu gibi etrafındaki insanları da yorar. Hem içine girdiği göğsü hem de
diğer insanların göğsünü daraltır, rahatsız eder. Nereden bakılırsa bakılsın
kibir, gerçekten kendisinden Allah'a sığınılması gereken bir kötülüktür.
"O şüphesiz işitendir, görendir."
İşitir ve görür. Çirkin olan kibir de görülebilen
hareketlerde işitilebilen sözlerde somutlaşan bir eylemdir. Bu nedenle
insan, işini işiten ve gören Allah'a havale etmelidir. Allah onu istediği
şekilde idare eder.
Sonra bu koca evrende insanın gerçek konumu ortaya
konuyor. İnsanların gözleriyle gördükleri, sade bir görmekle dahi muhteşem
büyüklüklerini kavradıkları, gerçekliğini öğrendikten sonra onları daha
güzel biçimde ele aldıkları Allah'ın bazı yaratıkları ile
karşılaştırıldığında insanın ne kadar cılız ve küçük kaldığı belirtiliyor:
57- Göklerin ve
yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat
insanların çoğu bilmezler.
Gökler ve yeryüzü insanın gözleri önüne serilmiştir.
İnsan onları görür, kendisini onlarla karşılaştırabilir. Ancak insan
oranların ve boyutların gerçeğini, hacimlerin ve kuvvetlerin gerçeğini
"öğrendiğinde" büyüklük taslamaktan vazgeçer, küçülür, güçsüzlüğünü,
cılızlığını kavradığından eriyip bitecek hale gelir. Yüce Allah'ın
kendisinin bünyesine yerleştirdiği ve bu nedenle onu onurlandırdığı o yüce
özü düşündüğünde evet işte ancak bunu düşündüğünde bu korkunç ve koca
evrenin büyüklüğü önünde yine de ayakta kalabilir.
Gökleri ve yeri yıldırım hızı ile gözden geçirmek
dahi insanın bu gerçeğe ulaşması için yeterlidir.
Üzerinde yaşadığımız bu dünya, güneşin büyük
uydularından biridir. Dünyanın kütlesi güneşin kütlesinin milyonda üçü
kadardır. Hacmi ise güneşin hacminin milyonda birinden azdır.
Güneş ise bize yakın olan ve içinde yer aldığımız
saman yolunda yer alan yüz milyon güneşten sadece birisidir. Bugüne kadar
insanlık bu saman yollarından yüz milyon tanesini keşfetmiştir. Bunların
hepsi korkunç genişlikteki uzaya serpiştirilmişlerdir. Ama yine de orada
kaybolur gibi olmuşlardır!
İnsanların keşfettikleri basit ve küçücük bir alanı
kapsamaktadır. Evrenin bütünü içinde bunların sözünü etmeye bile değmez.
İnsanların bu keşfettikleri bütüne oranla o kadar küçük olmasına rağmen sırf
düşünülmesi dahi insanın başını döndürecek genişlikte ve korkunçluktadır.
Bizimle güneş arasındaki uzaklık doksan üç milyon mil kadardır. Yani o,
bizim küçük dünya gezegenimizin aile reisidir. Hatta o -tercih edilen görüşe
göre- bu küçük dünyanın anasıdır. Bizim dünyamız anasının kucağından bu
uzaklıktan daha uzağa gitmemiştir: Doksanüç milyon mil.
Güneşin bağlı olduğu (Galaksiye) saman yoluna
gelince, onun çevresi yüz milyon yıl kadardır... Işık yılı... Işık yılı ise,
altıyüz milyar mili ifade eder! Zira ışığın saniyedeki hızı yüzseksen altı
bin mildir!
Bizim saman yolumuza en yakın Galaksi ise, bizden
yediyüzelli bin ışık yılı kadar uzaklıktadır.
Bir daha hatırlatıyoruz ki, bu uzaklıklar, bu
boyutlar ve bu hacimler basit olan insan biliminin şu ana kadar
keşfettikleridir. İnsanların bu bilimi itiraf ediyor ki, bu keşfettikleri şu
uçsuz bucaksız evrenin ancak küçük bir parçasıdır.
"Göklerin ve yerin yaratılması, insanların
yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler."
Allah'ın kudretine oranla daha büyük, daha küçük,
daha zor daha kolay diye bir şey yoktur. O her şeyi tek kelime ile
yaratandır. Ancak bunlar eşyanın yapısındaki gerçeklerdir. İnsanlar onları
böyle tanırlar ve öyle değerlendirirler. Bu ölçülere göre insan nerede,
dehşet verici evren nerede? Onun büyüklüğü nerde koca evrenin büyüklüğü
nerde?
58- Körle gören bir
olmaz. İnanan ve iyi işler yapanlarla, kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az
düşünüyorsunuz.
Gözü gören adam görür ve öğrenir. Kadrini, değerini
bilir, olduğundan büyük görünmez. Kabarmaz, büyüklük taslamaz. Çünkü gerçeğe
bakar ve görür. Kör olan ise görmez. Konumunu da bilmez. Çevresindeki
varlıklarla oranını da anlamaz. Kendisini de, çevresindeki varlıkları da
yanlış değerlendirir. Yanlış değerlendirmeden dolayı şurada burada boşuna
uğraşıp durur... Aynı şekilde iman edip iyi işler yapanlarla kötülük yapan
bir değildir. Birinci kesim gözlerini açmış görmüş ve tanımıştır. Bunlar
güzel biçimde değerlendireceklerdir. Diğeri ise kör olmuş, cahil kalmıştır.
O ise yanlış değerlendirecektir. Her şeyi yanlış değerlendirecek... Kendisi
ise kötülük edecek. İnsanlara da kötülük edecek... Her şeyden önce kendi
değerini ve çevresindekilerin değerini anlamada yanılgıya düşecektir.
Kendisini, çevresindekilerle karşılaştırırken hataya düşecektir. Çünkü o
kördür. Zaten asıl kör olma, kalplerin kör olmasıdır!
"Ne kadar az düşünüyorsunuz."
Eğer düşünseydik gerçeği anlardık. Çünkü mesele
gözlerimizin önünde ve açıktır. Hatırlatma ve hatırlamadan öte bir şeye
gerek yoktur.
Sonra eğer biz ahireti hatırlasaydık, geleceğine tam
güvenseydik, oradaki durumumuzu düşünseydik ve oradaki sahneyi gözlerimizin
önüne getirseydik gerçeği kavrardık.
59- Kıyamet saati
mutlaka gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu
inanmazlar.
İşte bunun için tartışır ve büyüklenirler. Gerçeğe
boyun eğmezler, gerçek konumlarını belirleyemezler, hadlerini aşarlar.
İbadet ederek Allah'a yönelmek, O'na elini açıp
niyazda bulunmak insanı kibirle kabaran, hiçbir delile ve kesin belgeye
dayanmadan Allah'ın ayetleri hakkında ileri geri konuşmaya iten bu
hastalıktan kurtarır. Yüce Allah O'na yönelelim ve niyazda bulunalım diye
bize kapılarını açmakta, kendisine dua ederek yalvaranın duasını kabul
etmeyi prensip edindiğini bize açıklamaktadır. Ona ibadet etmekten burun
kıvıranları kendilerini bekleyen zillete ve cehenneme atılmaya karşı
uyarmaktadır.
60- Rabbiniz buyurdu
ki: "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül
etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.
Duanın da kendisine özgü bir kuralı vardır. Bunlara
uyulması gerekir. Bir kere insan samimi bir yürekle Allah'a yönelmelidir.
Duasına karşılık verileceğine tam güvenmelidir. Fakat bu karşılığın herhangi
bir şeklini öngörmemelidir. Herhangi bir yer veya zaman tayin etmemelidir.
Zira bu türden bir ön şart ileri sürmek dileğin adabına uygun düşmez. İnsan,
dua için Allah'a yönelmenin dahi Allah'tan bir yardım olduğuna ve duasına
karşılık verilmesinin ise ayrı bir lütuf olduğuna inanmalıdır. Hz. Ömer
(Allah O'ndan razı olsun) şöyle diyordu:
"Ben duanın kabul edilmesi arzusunu değil, sadece
duanın arzusunu taşırım yüreğimde. Çünkü bana gerçekten güzel bir dua nasib
olduğunda peşinden kabul edilişinin de geleceğinden eminim." Bu söz
gerçekten Allah'ı tanıyan irfan sahibi bir kalbin sözüdür. Bu kalb, yüce
Allah'ın kabul etmeyi takdir ettiğinde onunla birlikte dua etmeyi de takdir
ettiğini anlamaktadır. Allah denk düşürdüğünde dua ile kabul edilişinin
birbirine uygun, birbiriyle uyumlu hale geleceğini kavramaktadır.
Allah'a yönelmeyi onurlarına yedirmeyenlerin gerçek
cezası aşağılanmış, horlanmış bïr biçimde cehenneme sürülmeleridir. İşte bu
küçücük dünyada ve bu basit hayatta kalpleri ve göğüsleri kabartan, Allah'ın
muazzam yaratıklarını buna ilave olarak yüce Allah'ın ululuğunu, büyüklüğünü
ve geleceğinde hiçbir kuşku bulunmayan ahireti unutturan kibrin, üstünlük
taslamanın sonu budur. Bu hareket, bir süre kabardıktan ve büyüklük
tasladıktan sonra insanın ahirette uğrayacağı zillet durumunu da ona
unutturmaktadır.
Allah'a tapmayı onurlarına yedirmeyenlerden söz
edildikten sonra yüce Allah'ın insanlara verdiği bazı nimetleri göz önüne
sermeye başlıyor. Allah'ın ululuğunu, yüceliğini gösteren ve onların bunlara
karşı Allah'a şükretmedikleri nimetlerden söz ediyor. Onlar bu nimetlere
rağmen Allah'a tapmaktan ve O'na yönelmekten burun kıvırmaktadırlar.
Gece ve gündüz kainatın önemli iki olayıdır. Yer ve
gök de evrenin içinde iki varlıktır. Bunlar yüce Allah'ın insana güzel bir
şekil vermesi, onları tertemiz rızıklarla beslemesi ile birlikte
anlatılıyor. Bunların hepsi yüce Allah'ın insanlara verdiği nimetler ve
lütuflar sadedinde, Allah'ın birliği ve dini yalnız O'na has kılma konusunda
gündeme getirilmektedir. Bu da, söz konusu olayların, yaratıkların ve
olguların arasında bir bağ bulunduğunu, onların sağlam bir biçimde
birbirlerine bağlı olduklarını, bunların hepsini geniş çerçeveleriyle
düşünmenin, bunlar arasındaki bağı ve uyumu göz önünde bulundurmanın zorunlu
olduğunu göstermektedir.
Bu yeryüzünde hayatın varlığına, gelişmesine ve
ilerlemesine zemin hazırlayan, bildiğimiz şekildeki insan hayatının
varlığına izin veren, bu insan dediğimiz varlığının ve fıtratının
ihtiyaçlarına uygun şartlar oluşturan temel faktör, bu evrenin yapısının
Allah'ın kendisi için belirlediği anayasaya uygun hareket etmesidir. Geceyi
insan için yerleşme, rahat etme ve toplanma, gündüzü ise aydınlık, görmesi
ve hareket etmesi için yardımcı kılan, yeryüzünü hayat ve hareket için güzel
bir yerleşim alanı göğü ise, dağılmayan, yıkılmayan oranları ve boyutları
birbirine karışmayan birbirine kenetlenmiş bir bina yapan da kainatın bağlı
olduğu bu anayasadır. Eğer göğün yapısını oluşturan oranlar ve boyutlar
karışacak olsa, bu yeryüzünde insanın varlığı hatta hayatın varlığı dahi
imkansız hale gelirdi. Tertemiz rızıkların yerden çıkmasını ve gökten
inmesine müsaade edip yüce Allah'ın şekil verdiği ve ona en güzel şekli
verdiği, ona bu evrenin yapısıyla uyum sağlayan özellikler ve yetenekler
bahşettiği böylece bu koca varlığa bağlı olarak ve içinde bulunduğu şartlara
uyum sağlayarak yaşamasını garanti ettiği insanın bu nimetlerden
yararlanmasını temin eden de yine bu anayasadır.
Görüldüğü gibi bu olayların hepsi birbirine bağlı ve
birbiriyle uyum içindedir. Bu nedenle Kur'an onların hepsini bu karşılıklı
uyum içinde bir yerde anlatmaktadır ve onların hepsinden yaratıcının
birliğine ilişkin kesin delilini çıkarmaktadır. Bunların ışığı altında
insanın kalbini yalnız Allah'a çağırmaya, samimi bir şekilde onun dinine
sarılmaya doğru yöneltmektedir. "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun"
diye haykırmaktadır. Bütün bu varlıkları eşsiz bir uyumla yoktan var eden ve
onlara şekil verenin ancak ilah olmaya layık olduğunu bunun da Allah
olduğunu, alemlerin Rabbi olduğunu belirtmektedir. Böyleyken insanlar nasıl
olur da bu apaçık gerçekten yüz çevirirler?
Burada bu evrenin özündeki bağlılıkların bazı
yönlerine ve insanın hayatı ile ilişkilerine kısaca bir göz atmak istiyoruz.
Allah'ın kitabında yer alan bu özlü işarete paralel düşen kısa işaretlerde
bulunacağız.
"Eğer dünya, güneş karşısında kendi ekseni etrafında
dönmeseydi gece ve gündüz meydana gelmezdi."
"Eğer dün a kendi ekseni etrafında şu anki hızından
daha hızlı dönseydi evler havaya savrulur, yeryüzü darmadağın hale gelir
uzaya saçılırdı."
"Eğer dünya kendi ekseni etrafında şimdikinden daha
yavaş dönseydi insanlar sıcaktan ve soğuktan kırılırlardı. Dünyanın kendi
ekseni etrafında dönme hızı yani şu anda sürekli olarak devam eden hızı
yeryüzünde yaşayan bitkilerin ve canlıların hayatı için kelimenin tam anlamı
ile en uygun olan hızdır. "Eğer dünya kendi ekseni etrafında dönmeseydi
denizlerin ve okyanusların suyu boşalırdı:'
"Eğer dünyanın ekseni dik ve dünya merkezi güneş
olan daire biçiminde bir yörüngede dönseydi ne olurdu? O zaman mevsimler
kaybolur, insanlar yaz nedir, kış nedir, ilkbahar nedir, sonbahar nedir
bilmezlerdi.
"Eğer yeryüzünün kabuğu şimdikinden birkaç karış
daha kalın olsaydı karbonun ikinci oksidi oksijeni emer ve bitkilerin
hayatının varlığı imkansızlaşırdı. "Eğer hava tabakası bugün olduğundan daha
yüksekte bulunsaydı hava dışında yanmakta olan ve saniyede altı mil ile kırk
mil arasında değişen bir hızla seyretmekte olan milyonlarca alevlerin
bazıları yerkürenin bütün parçalarına çarpar ve yanabilecek olan her şeyi
yakabilirdi. Eğer bu meteorlar tabancanın kurşunu hızıyla seyretmiş
olsalardı hepsi yere çakılırdı. O zamanda sonuç korkunç olurdu. İnsana
gelince, onun kurşun hızının doksan katı hızla gelmekte olan küçük bir
göktaşı ile çarpışması, doğal olarak onu sırf hızının sıcaklığıyla paranı
parça ederdi."
"Eğer havadaki oksijenin oranı yüzde 21 yerine yüzde
50 olsaydı dünyadaki yanabilecek her şey hemen alevlenebilirdi. Yıldırımdan
saçan bir kıvılcımın bir ağaca isabet etmesiyle bütün bir orman adeta
patlayarak alevlenecekti. Havadaki oksijenin oranı yüzde 10'a ve daha da
aşağıya düşseydi belki hayat asırlar boyunca kendisini ona ayarlayabilirdi
ama o zaman da insanın alışageldiği ateş gibi medeniyet kaynaklarından
(etkenlerinden) çok azını elde edebilirdi.
Bu evrenin öz yapısında birbirine denk getirilmiş
binlerce sistem vardır. Bunlardan herhangi biri az bir şey dengesini
kaybetse hayat bildiğimiz şu şekliyle varlığını sürdüremez ve ortam insan
hayatı için bu kadar uygun olmaz
İnsanın kendisine gelince, onun güzel yaratılışının
bir yönü onun bütün canlılar arasında bu kadar eşsiz bir şekilde
yaratılması, bütün görevlerini rahatlıkla ve dikkatli bir biçimde yerine
getirmesi için gereken cihazlar ve organlarla mükemmel biçimde donatılması,
kendi yapısı ile genel olan evrensel şartları arasında, bu evrensel ortamda
olduğu gibi varlığını ve hareket etmesini sağlayan imkanların oluşturulması
evet işte bunların hepsi onun güzel yaratılışının belgeleridir. Bunun da
ötesinde insanın en büyük özelliği yeryüzünde halife olmasıdır. Halifeliğin
başta gelen araçlarıyla donatılmış olmasıdır: Bunlar akıldır, şekillerin ve
sebeplerin ötesiyle ruhani bağlar kurabilmektir.
Eğer biz insanın yapısındaki inceliğini parçalarının
ve görevlerinin ahengini araştırma konusu yapsak ve bunların hepsini: "Size
şekil verip de, şeklinizi güzel yapan" ayetinin kapsamında değerlendirsek,
bu hayret verici ince yapıda yer aldığı için insanın her bir küçük organının
ve hatta her hücresinin üzerinde durmak zorunda kalacaktık.
Bu hayret verici inceliğe bir örnek olarak insanın
çenesini ve oraya yerleştirilen dişleri sırf mekanik yönden ele alıyoruz.
Çene o kadar ince hesaplarla yapılmıştır ki diş etlerinde veya dilde
milimetrenin onda biri kadar bir çıkıklık olma bu diş etlerini ve dili
rahatsız eder. Normal dişlerde ve azı dişlerinde de bu büyüklükteki bir
çıkıklık, karşısındaki dişe çarpar ve onu tahriş eder! Alt çene ile üst çene
arasına sigara kağıdı gibi bir kağıt konulup çeneler kapandığında bu kağıt
üzerinde kapanmanın izleri görülür. Çünkü bu iki çene öyle bir incelikte
yapılmıştır ki, sigara kağıdı inceliğindeki bir şeyi dahi çiğneyebilir ve
öğütebilir!
Ayrıca bu insan söz konusu olan bu yapısı ile bu
evrende yaşasın diye donatılmıştır. İnsanın gözü, bu yeryüzünde görme
vazifesini sağlayacak ışın dalgalarını alabilecek biçimde ayarlanmıştır.
İnsanın kulağı, bu yeryüzünde işitme görevini sağlayacak ses dalgalarını
alabilecek şekilde ayarlanmıştır. Bütün duyguları ve bütün iç organları
hayatı için hazırlanan ortama uygun yaratılmıştır. Şartların değişmesi
halinde, sınırlı da olsa, ona göre vaziyet alabilecek güçlerle
donatılmıştır.
Şüphesiz ki insan bu ortam için yaratılmıştır. Bu
ortamda yaşasın. Bu ortamda etkilensin. Bu ortamı etkilesin diye
yaratılmıştır. Öz itibariyle bu ortamın yapısı ile insanın yapısı arasında
köklü bağlar da vardır. İnsanın bu şekilde tasvir edilmesi onun ortamı ile
yani yer ve gökle yakından ilgilidir. Onun içindir ki Kur'an insanın bu
tasvirini yer ve göğü anlattığı ayetin devamında söz konusu etmektedir. Bu
da Kur'an-ı Kerim'in eşsiz anlatım sanatının (i'cazının) bir parçasıdır.
Allah'ın sanatına ve bu sanatın gereği olarak
evrenle insan arasında sağladığı uyuma ilişkin özlü olarak sergilediğimiz bu
işaretler yeterlidir.
Simdi Kur'an'ın ayetleri önünde kısa kısa durmaya
geçiyoruz:
61 - Allah O'dur ki,
geceyi içinde istirahat etmeniz için (serin ve karanlık) gündüzü de işinizi
görmeniz için aydınlık yaptı.
Şüphesiz Allah, insanlara lütufkârdır fakat
insanların çoğu şükretmezler.
Geceleyin sükunet her canlı için zorunludur. Her
canlının ertesi gün tekrar hayata hareketli başlaması için canlı olan
hücrelerinin içinde rahata kavuşacağı karanlık bir zaman diliminin olması
şarttır. Bu sükunetin elde edilmesi için sırf uyku yeterli değildir. Gecenin
olması da lazımdır. Karanlıklar gerekmektedir. Sürekli olarak ışıkta kalan
hücreler sükunetin zorunlu olan payını alamadıkları için aşırı derecede
yorulur ve dokuları bozulur.
"Gündüzü işinizi görmeniz için aydınlık yaptı."
Bu şekildeki bir ifade, tasvir edici ve
somutlaştırıcı bir ifade biçimidir. Sanki gündüz bakabilen ve görebilen bir
canlıdır. Aslında gündüzleri görebilenler insanlardır ama gündüzün genel
niteliği aydınlık ve görünme olduğu için böyle ifade edilmiştir.
Gece ile gündüzün böyle yer değişmesi nimet içinde
nimettir. Eğer bunlardan biri sürekli olsaydı hatta bunlardan biri şimdi
olduğundan bir kaç kat uzun olsaydı, hayat yok olurdu. Bunun için Kur'an-ı
Kerim'in gece ile gündüzün ardarda gelişini insanların çoğunun şükretmediği
bir nimet olarak ortaya koymasında garip bir şey yoktur.
Bu iki evrensel (doğal) olaydan sonra Kur'an-ı Kerim
bu iki olayı yaratanın ancak ilah olabileceğini ve bu ulu ismi hak
edebileceğini belirtmektedir:
62- İşte her şeyin
yaratıcısı Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Nasıl da
aldatılıp döndürülüyorsunuz?
İnsanların yüce Allah'ın elini her şeyde görüp,
eşyanın varlığına bakarak aklın kesin ölçüleriyle O'nun her şeyin yaratıcısı
olduğunu öğrenip, hiç kimsenin bunları yarattığını iddia edemeyeceğini,
hiçbir yaratıcı olmadan onların var olduklarını söylemenin de tutarlı
olamayacağını kavradıktan sonra... Evet bunların hepsini anladıktan sonra
Allah'ı tanımamaları ve O'na iman etmemeleri gerçekten ilginçtir. Gerçekten
hayret edilecek bir olaydır."Nasıl da aldatılıp döndürülüyorsunuz?"
Fakat ne yazık ki, birtakım insanlar bu apaçık
gerçekten böylece yüz çevirmişlerdir. Tıpkı Kur'an'la ilk defa muhatap olan
insanların yaptıkları gibi. Bu tutum her zaman da böyledir. Sebepsiz,
delilsiz, belgesiz bir tavırdır bu:
63- Allah'ın
ayetlerini bile bile inkar edenler böylece döndürülüyorlardı.
Şimdi ayetlerin seyri gece ve gündüz ayetlerinden
yeryüzünün kendi özüne geçmekte onun bir yerleşim alanı olduğunu, göğe
değinmekte ve onun da bir bina olarak kurulduğunu dile getirmektedir:
64- Sizin için yeri
durak, göğü bina eden, size şekil verip de, şeklinizi güzel yapan, sizi
temiz şeylerle rızıklandıran Allah'tır. İşte Rabbiniz olan Allah budur.
Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir.
Yeryüzü daha önce öz olarak bazılarına değindiğimiz
pek çok uygun şartlardan dolayı insanın hayatı için en uygun yerdir. Gök
ise, oranlamaları, uzaklıkları, hareketleri ve dönmeleri değişmeyen bir
yapıdır. Bu nedenle insan hayatı için istikrarı ve devamlılığı garanti
etmektedir. Nitekim insan bu koca varlığın içinde hesabı kitabı yapılmış ve
bu evrenin yapısında değeri biçilmiş bir varlıktır.
Göğün ve yerin inşası, daha önce bazı önemli
sırlarına işaret ettiğimiz biçimde, insanın yaradılışına ve temiz rızıklarla
beslenmesine bağlanmaktadır. "Size şekil verip de şeklinizi güzel yapan,
sizi temiz şeylerle rızıklandıran Allah'tır."
Bu mucizelerden ve bağışlardan sonra, öncekilere
olduğu gibi, şu ifade yer almaktadır:
"İşte Rabbiniz Allah budur. Bütün alemleri yaratan
Allah ne yücedir!" Yaratan, takdir eden, idare eden, sizi gözeten ve
mülkünde size bir yer belirleyen bu Allah işte o sizin Rabbinizdir. "Allah,
ne yücedir". Bereketi ne büyük ne çoktur! "Alemlerin Rabbidir!" Tüm
alemlerin Rabbi.
65 - O diridir.
O'ndan başka ilah yoktur. Dini yalnız O'na has kılarak O'na yalvarın. Övgü,
alemlerin rabbi Allah içindir.
Evet, diri olan yalnız O'dur. Sonra elde edilmeyen,
yaratılmayan, başlangıcı ve sonu olmayan, geçici ve perdeli olmayan değişme
ve başkalaşım göstermeyen hayatın sahibi O'dur. Hayat kendisindendir. Hiçbir
varlığın bu özelliklere sahip hayatı yoktur. O'nu eksik sıfatlardan tenzih
ederiz. Yegane hayat sahibi O'dur.
İlahlıkta tek olan da O'dur. Zira yegane hayat
sahibi yalnız O'dur. Öyleyse tek diri O'dur: Allah.
Bu mucizeler, bağışlar ve onları izleyen yorumlar
önünde ve birlik gerçeği, ilahlık gerçeği ve Rabblik gerçeği ile insanın iç
dünyasının dolduğu anların en hararetlisinde Hz. Peygamber'e direktif
veriliyor. Hemşehrilerinin Allah dışında çağırdıklarına tapmasının
yasaklandığını, alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmakla emrolunduğunu
insanlara açıklamasını isteyen bir direktiftir bu.
66- Ey Muhammed! De
ki: "Sizin, Allah'ı bırakıp da kulluk ettiklerinize kulluk etmek bana yasak
kılınmıştır. Zira bana Rabbimden belgeler gelmiştir. Ben, alemlerin Rabbine
teslim olmakla emrolundum."
Allah'ın ayetlerinden yüz çevirip, O'nun bağışlarını
inkar edenlere söyle ki: Senin onların Allah dışında çağırdıklarına tapman
yasaklanmıştır. Onlara de ki: Bu iş bana yasak oldu. Ve ben de onu bitirdim.
"Zira bana Rabbimden belgeler gelmiştir." Yani elimde belge var. Ve ben buna
inanmışım. Bu belgenin hakkıdır ki, ben ona kanaat getireyim, onu tasdik
edeyim sonra gerçek olan sözü açıklıyayım. Allah'tan başkasına kulluğu sona
erdirmek -ki bu red etmektir- ve Alemlerin Rabbine teslim olmakla -ki bu da
kabul etmektir- yani bu iki yönü ile ancak inanç sistemi tamamlanmış olur.
Dış dünyadaki ayetleri böylece gözden geçirdikten
sonra şimdi de yüce Allah'ın insanın iç dünyasına yerleştirdiği ayetlerinden
birini sergilemektedir. Bu da insan hayatı ve onun geçirdiği evrelerle
ilgili olan mucizedir. Bu hayat bir giriş yapılarak, Allah'ın önünde hayat
gerçeğinin tümünün nasıl olduğunu açıklamaktadır:
67- Sizi topraktan,
sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından yaratan; sonra erginlik çağına
ulaşmanız, sonra da yaşlanmanız için sizi yaşatan O'dur. Kiminiz daha önce
öldürülür, kiminiz de belirlenmiş süreye ulaşırsınız. Belki artık
düşünürsünüz.
İnsanın yaratılışı konusunda insan biliminin
ulaşmadığı konular vardır. Zira bu konuların bazıları insanın varlığından
önce vardı. Bunun yanında insanın yaratılışı konusunda insanın gördüğü ve
gözlemlediği konular da vardır. Ancak insanlar bu konularda Kur'an'ın
indirilişinden asırlar sonra yeni yeni bilgi sahibi olmaktadırlar.
İnsanın topraktan yaratılışı, insanın varlığından
önce söz konusu olan bir gerçektir. Toprak bu yeryüzünde bütün hayatın
temelidir. İnsanın hayatı da topraktandır. Bu harika olayın, dünya tarihinde
ve hayat tarihinde çok önemli olan bu gelişmenin nasıl meydana geldiğini
Allah'tan başkası bilemez. Bundan sonra insanların çiftleşme yoluyla
çoğalmalarına gelince bu da erkeklik hücresi olan nutfenin (spermanın)
yumurtacıkla buluşması, birleşmesi ve ikisinin rahimde embriyo şeklinde
yerleşmeleri gerçekleşmektedir. Ceninlik aşamasının sonunda çocuk, ilk
hücrenin yapısında çok büyük değişimler ve gelişimler gösterdikten sonra
dünyaya gelir. Eğer ceninin ana rahminde geçirdiği bu aşamaları güzel bir
biçimde incelersek bu aşamaların çocuğun doğumundan ölümüne kadar geçirdiği
ve ayeti kerimelerin çocukluk, yaklaşık olarak otuz yaşlarına rastlayan
olgunluk ve ihtiyarlık gibi bazı önemli aşamaları üzerinde durduğu
merhalelerden daha karmaşık ve daha büyük olduklarını görürüz. Bunlar,
zayıflığın iki tarafı arasında kuvvetliliğin en zirvede olduğunu
somutlaştıran aşamalardır. "Kiminiz daha önce öldürülür." Bu aşamaların
hepsine veya bir kısmına yetişmeden... "Kiminiz de belirlenmiş süreye
ulaşırsınız." Belirlenmiş, bilinen bir süredir bu. Bir an dahi ne ondan
ileri gidebilir ne de geri kalabilirsiniz. "Belki artık düşünürsünüz."
Embriyonun ve yeni doğan çocuğun yolculuğunu izlemede, bu her iki yolculuğun
gösterdiği güzel yaratmayı ve güzel oranlamayı-dengelemeyi düşünmekte aklın
rolü gerçekten çok büyüktür.
Embriyonun geçirdiği değişim süreci gerçekten ilginç
ve düşündürücüdür. Biz bu değişimin çoğu aşamalarını tıbbın, özellikle cenin
biliminin gelişmesinden sonra öğrendik. Fakat Kur'an-ı Kerim'in bundan
yaklaşık ondört asır önce bu kadar incelikle ceninden (embriyodan)
bahsetmesi hayli dikkat çekmektedir. Akli başında olan bir insanın bu olgu
karşısında durup düşünmeden adam akıllı bir değerlendirme yapmadan geçip
gitmesi imkansızdır.
Ceninin ve çocuğun geçirdiği gelişim süreci hangi
toplum içinde yaşarsa yaşasın ve akli olgunluğun hangi aşamasında bulunursa
bulunsun beşeri duygu üzerinde etkili olmakta ve insanın kalbine
dokunmaktadır. Her kuşak kendi bilgisi oranınca ve şartlarına göre bu
dokunuşun etkisini yüreğinde hissetmektedir. Kur'an bu dokunuşla insanlığın
bütün nesillerine hitap etmektedir... Onlar da bu dokunuşu
hissetmektedirler... İster ona olumlu karşılık versinler ister olumsuz!
Bunun hemen ardından diriltme ve öldürme gerçeğine,
yaratma ve yoktan var etme gerçeğine bir arada yer verilmektedir.
68- Yaşatan ve
öldüren O'dur. Bir işin olmasını istedi mi, ona sadece "ol" der o da olur.
Kur'an-ı Kerim'de hayat ve ölüm mucizelerine çokça
işaret edilir. Zira bu iki gerçek insanın kalbini sert bir biçimde ve
derinden sarsar. Ayrıca bunlar insanın hissedip gördüğü her şeyde apaçık
olarak tekrar tekrar gördüğü olaylardır, realitelerdir. Diriltmenin ve
öldürmenin ilk bakışta göze çarpanın ötesinde büyük anlamları vardır.
Hayatın çeşitleri vardır. Ölümün de çeşitleri. Hayatın hiçbiri izi
bulunmayan kupkuru bir toprağı gördükten sonra onun hayat dolu olgunluğunu
görmek... Bir mevsimde yaprakları ve dalları ile kupkuru olan bir ağacı
görüp sonra da onun her tarafından hayatın kaynadığını, yeşerdiğini,
yapraklandığını ve çiçek açtığını... Sanki her tarafından hayatın coşup
taştığını görmek... Yumurtayı sonra da ondan çıkan yavruyu görmek... Bir de
bu sürecin tersini izlemek. Ölümden hayata doğru giden süreç gibi bir de
hayattan ölüme doğru giden süreci seyretmek. Evet bu olayların hepsi insanın
kalbine dokunmakta ve onu harekete geçirmektedir. İnsanlar durumlarına ve iç
alemlerinin hallerine göre farklılık gösteren derecelerde bu olaylar
üzerinde düşünür ve onlardan etkilenirler.
Hayat ve ölüm gerçeklerinden yaratma gerçeği ve
yoktan var etme aracına geçilmektedir. Bu da Allah'ın dilemesidir. Yaratmaya
yönelişinde somutlaşan iradesi. Herhangi bir şeyin yaratılması "ol"
kelimesine bağlı. Onun ardından bir de bakmışsın ki, varlık "oluvermiş". En
güzel yaratıcı olan Allah'ın şanı ne yücedir!
İnsan hayatının yaratılması önünde, hayat ve ölüm
sahnelerinin, yaratma ve yoktan var etme gerçeğinin gölgesi altında Allah'ın
ayetleri hakkında ileri geri söz etmek çok abes ve çirkin kaçmaktadır.
Peygamberleri yalanlamak hayret ve nefret verici bir hareket olarak ortaya
çıkmaktadır. Onun için bu eyleme, ürpertici bir kıyamet sahnesi biçiminde
sunulan korkunç bir tehdit ile karşılık veriliyor:
69- "Allah'ın
ayetleri hakkında tartışanların nası1 Hak'tan çevrildiklerini görmedin mi?"
70- "O, Kitab'ı
duyurulması için elçilerimize gönderdiğimiz şeyleri yalanlayanlar, yakında
bileceklerdir."
Bu, Allah'ın ayetlerinin sergilendiği bir ortamda
O'nun ayetlerini kabul etmemek için tartışmaya girenlerin tutumlarına hayret
etmenin ifadesidir. Bu hayret, ahirette onları bekleyen akıbetin açıklanması
için bir giriş niteliğindedir.
"Allah'ın ayetleri hakkında tartışanların nasıl
Hak'tan çevrildiklerini görmedin mi?"
"O, kitabı duyurulması için elçilerimize
gönderdiğimiz şeyi yalanlayanlar..."
Aslında onlar bir tek kitabı, bir tek Peygamberi
yalanlamışlardı. Fakat onlar bununla, bütün Peygamberlerin getirdiği her
şeyi yalanlamış oluyorlardı. Zira tüm Peygamberler bir tek inanç sistemine
çağırmışlardır. Bu da son Peygamber olan Hz. Muhammed'in (salât ve selam
üzerine olsun) mesajında en mükemmel şeklini bulmuştur. Bu nedenle onlar,
her Peygamberi ve her ilahi mesajı yalanlamış oldular. Tek olan gerçeğe ve
tevhid akidesine çağıran Peygamberini yalanlayan önceki ve şimdiki herkes de
aynı durumdadır. "Yakında bileceklerdir."
Sonra onların ileride neyi öğreneceklerini
açıklıyor: Bu, sırf azap değil, azabın içinde aşağılanma ve horlanmadır.
71- Boyunlarında
demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürükleneceklerdir.
Davarların ve yırtıcı hayvanların sürüldükleri gibi
sürülerek horlanacaklardır! Onlara neden saygı gösterilsin ki artık? Kendi
elleriyle onurlarının, şereflerinin damgasını söküp atanlar onlar değil mi?
Bu azap ve bu aşağılama içinde sürülüp-çekildikten
sonra gelip kaynar suya ve ateşe dayanıyorlar:
72- Kaynar suda
sonra da ateşte yakılacaklardır.
Yani onlar köpekler gibi bağlanacak ve
hapsedileceklerdir. Onlar için belirlenmiş olan yer kaynar su ve alevlenmiş
ateşle doldurulacaktır. Onlar da varıp oraya gireceklerdir.
Onlar bu aşağılayıcı azabın içindeyken kendilerine
bir de azarlama, aşağılama, sıkıştırma ve çaresiz bırakma amacı ile sorular
yöneltiliyor:
73- Sonra onlara
denilecektir Ortak koştuklarınız nerede? Allah'tan başka taptıklarınız?
Onlar bu soruya oyuna getirildiğini anlayan insanın
hayıflanarak ve ümitsizlik içinde verdiği cevabı andıran bir şekilde cevap
veriyorlar:
74 - Dediler ki:
"Bizden uzaklaşıp kayboldular; hayır, meğer biz önceden hiçbir şeye
tapmamışız. (Taptıklarımız hiçbir şey değilmiş)." İşte Allah kafirleri böyle
şaşırtır.
Taptıklarımız kaybolup gittiler. Artık ne biz onlara
varan bir yolu biliyoruz. Ne de onlar bize gelen yolu biliyorlar... Aslında
biz daha önce hiçbir şeye çağırmamışız. Onların hepsi kuruntularmış,
sapıklıklarmış!
75- Bu durum sizin
yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan ve aşırı derecede sevinip
böbürlenmenizdendir.
76- Cehennemin
kapılarından, girin orada ebedi kalacaksınız. Kibirlenenlerin yeri ne
kötüdür.
İmdat! Zincirler ve bukağılar içinde kaynar su ve
ateşe nerede sürükleniyorlar acaba? Öyle anlaşılıyor ki bu, bir giriştir.
Sonra cehenneme girecekler ve orada ebedi olarak kalacaklardır. "Büyüklük
taslayanların yeri ne kötüdür." Bu aşağılanma, büyüklük taslamadan
kaynaklanmıştır. İşte bu horlanma da o büyüklenmenin cezasıdır.
Zillet, aşağılanma ve korkunç azap, Allah'ın
ayetleri hakkında ileri-geri konuşup-tartışma ve göğüsleri kabartan
büyüklenmeyi tasvir eden bu sahne önünde... Evet işte bu sahne ve bu akıbet
önünde Kur'an, Hz. Peygamber'e yöneliyor. Karşılaştığı büyüklenmeye ve
yersiz tartışmalara karşı sabretmesi gerektiğini ve
her halde yüce Allah'ın gerçek olan sözüne güvenmesi
lazım geldiğini öğütlüyor. İsterse yüce Allah onlara ilişkin sözünün bir
kısmını hayatında kendisine göstersin isterse onun hayatına son versin ki
işi tamamen kendi üzerine alsın. Mesele bütünü ile Allah'ın elindedir,
Peygamber'in görevi sadece bildirmektir. Sonuçta onların hepsi O'na
dönecektir.
77- Ey Muhammed!
Sabret, şüphesiz Allah'ın verdiği söz gerçektir. Onlara söz verdiğimiz
azabın bir kısmını sana gösteririz veya seni öldürürüz, nasıl olsa onların
dönüşü Bize'dir.
Burada üzerinde derin düşünülmesi gereken bir konuyu
biraz açmak istiyoruz: Onca eziyetler, yalanlamalar, büyüklük taslamalar ve
inatlaşmalarla karşılaşan Hz. Peygamber'e şu anlamda bir direktif veriliyor:
Sen görevini yap; ötesine karışma. Sonuçlara gelince bu senin işin değildir.
Hatta yüce Allah'ın büyüklük taslayanlara ve ilahi mesajı yalan sayanlara
ilişkin sözünün yer yer gerçekleşmesini görüp vicdanen rahatlama bile senin
kalbine yakışan bir duygu değildir. Sen sadece çalış, o kadar. Görevini yap
ve geçip git. Dava senin davan değildir, mesele senin meselen değildir. İşin
tamamı Allah'ın elindedir ve O dilediğini yapar.
Aman Allah'ım! Bu ne yücelik, bu ne ululuk! Bu ne
mükemmel edep! Yüce Allah, Hz. Peygamber'in şahsında islam davasına gönül
verenlerin bu adabı takınmalarını istiyor.
Bu insanın nefsine ağır gelen bir iştir. İnsan
kalbinin doğal arzularına karşı sabretmeyi gerektiren bir iş. Herhalde bu
nedenle surenin burasında sabretmeye dikkat çekiliyor. Bu daha önce dikkat
çekilen bir olguya tekrar dikkat çekme değildir. Burada başka bir sabır
çeşidine dikkat çekilmektedir. Bu sabır çeşidi belki de eziyetlere,
büyüklenmelere ve yalanlamalara karşı sabretmekten daha zordur.
İnsan kalbinin yüce Allah'ın kendi düşmanlarını ve
davasının düşmanlarını nasıl kıskıvrak yakalayıp cezalandırdığını görme
isteğinden vazgeçmesi gerçekten zor bir i tir. Bu düşmanların bizzat
düşmanlık yaptıkları ve saldırıya geçtikleri bir sırada Allah'ın onlara
karşı cezasını görme isteğine karşı sabır kolay değildir. Fakat bu, yüce
ilahi terbiye ve yüce Allah'ın seçkin kullarını özel biçimde hazırlaması,
seçtiği kişinin gönlünü bu tür arzulardan arındırması ile gerçekleşebilir.
Bu terbiyeden geçen, bu dinin düşmanlarına karşı muzaffer olma arzusuna dahi
gönlünü kaptırmaz. Onun tüm arzusu görevini yapma arzusudur.
Böylesine köklü ve derin olan bu meseleden dolayı
Allah yoluna çağıranların kalplerinin sürekli O'na yönelmeleri
gerekmektedir. İlk bakışta tertemiz ve masum görünen fakat sonradan şeytanın
içine girip vaziyet etmeye başladığı arzuların-isteklerin deryasından insanı
kurtaracak cankurtaran simidi budur işte!
Bu bölüm geçen dersin sonunda yer alan yorumun bir
eki niteliğindedir. Hz. Peygamberin ve müminlerin, Allah izin verene, sözünü
ve cezaya ilişkin tehdidini gerçekleştirene kadar sabretmeleri için
yönlendirilmeleri konusunu tamamlamaktadır. Yüce Allah'ın bu sözü ister Hz.
Peygamber'in hayatında gerçekleşsin isterse onun vefatından sonraya kalsın
fark etmez. Bu iş Peygamber'in işi değildir. Bu inanç sisteminin, ona
inananların, bu konuda haksız yere tartışanların ve ona karşı
büyüklenenlerin işi Allah'ın elindedir. Bu konuda hüküm yetkisine sahip olan
sadece Allah'tır. İşte bu dinin hareketini götüren ve onun aşamalarını
dilediği biçimde yönlendiren de O'dur.
Surenin kendisiyle noktalandığı bu yeni bölüm ise
aynı gerçeğin başka yönlerini sergilemektedir.
Bu işin süreci, çok eski ve çok uzun olan bir
süreçtir. Son Peygamber olan Hz. Muhammed (salat ve selam üzerine olsun) ve
O'nun mesajı olan islam ile başlamış değildir. O'ndan önce de pek çok
Peygamber gönderilmiştir. Bu Peygamberlerin bir kısmını yüce Allah Kur'an'da
Hz. Muhammed'e (salat ve selam üzerine olsun) anlatmış bir kısmını ise
anlatmamıştır.
Bu Peygamberlerin hepsi de yalanlama ve büyüklük
taslama ile karşılanmış ve onların hepsinden mucizeler ve harikalar
istenmiştir. Bu Peygamberlerin hepsi de yüce Allah'ın yalanlayıcıların ister
istemez boyun eğmek zorunda kalacakları harika bir olay onlara göstermesini
arzu etmiştir. Ne var ki, Allah'ın izni olmadan ve O'nun dilediği zaman
gelmeden hiçbir mucize meydana gelmez. Çünkü bu dava O'nun davasıdır.
Kendisi dilediği biçimde onu yürütür.
Bununla beraber, yüce Allah'ın mucizeleri evrene
serpiştirilmiş durumdadır. Her zaman ve her yerde gözler önündedir. İşte bu
bölümde söz konusu mucizelerden hayvanlar ve gemiler mucizesine yer
verilmektedir. Hiç kimsenin inkar edemeyeceği diğer mucizelere ise genel
olarak değinilmektedir.
Sure önceki milletlerin akıbetlerine ilişkin köklü
bir dokunuşla sona ermektedir. Bunlar Hz. Muhammed'in (salat ve selam
üzerine olsun) mesajını yalanlayanların tutumunu sergilemiş, güçlerine,
bilgilerine ve uygarlıklarına güvenmiş kimselerdir. Doğal olarak Allah'ın
yasası bundan dolayı onları kıskıvrak yakalamıştır:
"Fakat şiddetli azabımızı gördükleri zaman
inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı. Allah'ın kulları hakkında
eskiden beri yürürlükte olan yasası budur. İşte o zaman kafirler ziyana
uğramışlardır." (Mümin Suresi, 85)
İşte hak ile batıl, iman ile küfür, iyilik ile
azgınlık arasında sürüp gelen savaşı ta baştan bu son ayete kadar işleyen
sure bu dokunuşla sona ermektedir.
78- Andolsun, biz
senden önce de Peygamberler gönderdik. Onlardan kiminin hayatını sana
anlattık, kimini de anlatmadık. Hiçbir elçi, Allah'ın izni olmadan bir
mucize getiremez. Allah'ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o
zaman Allah'ın ayetlerini boşa çıkarmağa çalışanlar, hüsrana uğrarlar.
Daha önce islam dini nice badirelerden geçmiştir. Bu
Kur'an'da yüce Allah bunların bazılarını Peygamberine anlatmış, bazılarını
ise anlatmamıştır. Peygamberlerin durumları ile ilgili olarak anlattıkları
arasında hedefe ulaştıran ve yol işaretleri belli olan yolun uzunluğuna
işaret edilmekte, sürekli geçerli olan ve asla değişmeyen yasa dile
getirilmekte, Peygamberlik gerçeği, Peygamberlerin görevleri ve hadleri en
güzel biçimde açıklanmaktadır.
Ayet-i kerime insanın gönlünde sağlam biçimde
yerleşmesi gereken bir gerçeği pekiştirmekte ve iyice sağlamlaşması için
özellikle üzerinde durmaktadır:
"Allah'ın izni olmadan hiçbir Peygamber bir mucize
yaratamaz:'
İnsan yürekten, davanın üstün gelmesini ve ona karşı
çıkanların tezelden boyun eğmelerini arzu eder. -İsterse bu gönül bir
Peygamberin gönlü olsun fark etmez- Bu nedenle her türlü büyüklük taslamayı,
inatlaşmayı yok edecek harika bir mucize arar. Ne var ki yüce Allah seçkin
kullarının sınırsız sabır zırhına bürünmelerini istemektedir. Nefislerini bu
potada eritmelerini dilemektedir. Böylece onlar bu konuda ellerinde hiçbir
şey olmadığını daha rahat kavrayacaklar, mesajı ilettikleri taktirde
görevlerinin bittiğini anlayacaklardır. Mucize göndermenin ise, onun elinde
olduğunu, dilediğinde onu yaratacağını kavrarlar. Böylece kalpleri huzura
kavuşur, rahatlar ve sakinleşir. Ellerinden gelen her şeyi en güzel biçimde
yerine getirdikten sonra bunun ötesini Allah'a bırakmaları kolaylaşır.
Yine yüce Allah insanlara ilahlık gerçeğinin
Peygamberlik gerçeğinin yapısını kavratacak ve Peygamberlerin insanlar
arasında yetişen insanlar olduklarını, yüce Allah'ın onları seçtiğini,
onların görevlerini belirlediğini, onların bu görevlerinin sınırlarını
aşmaya güçlerinin yetmediğini ve böylesi bir işe teşebbüs de etmediklerini
kavratmak istiyor.
İnsanlara şunu da kavratıyor: Mucizelerin
geciktirilmesi Allah'ın insanlara merhametindendir. Zira Allah'ın yasası
mucizelerin ortaya çıkışından sonra yine de ilahi mesajı yalan sayanları bu
dünyada yok etmeyi gerektirmektedir. Demek ki Allah'ın mucizeyi geciktirmesi
onlara zaman tanıması demektir ve bu da Allah'ın onlara acımasından
kaynaklanmaktadır.
"Allah'ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve
işte o zaman Allah'ın ayetlerini boşa çıkarmaya çalışanlar hüsrana
uğrarlar."
Allah'ın son hükmünden sonra ne iyilik yapmaya, ne
tevbe etmeye ne de dönüş yapmaya zaman kalır.
Şimdi de harika bir olayın meydana gelmesini
isteyenler, yüce Allah'ın gözler önünde bulunan fakat uzun zaman göz önünde
kaldıkları için unutulan ayetlerine-mucizelerine yöneltilmektedirler.
Aslında onlar bu gözler önündeki harikalar üzerinde biraz düşünselerdi
bunların istedikleri harikaların kendileri olduklarını görürlerdi. Zira
bunlar da ilahlığa tanıklık etmektedirler. Çünkü Allah'tan başka birinin
onları yarattığını iddia etmek saçma olduğu gibi bunların düzenleyen-dileyen
bir yaratıcı olmadan yaratıldıklarını iddia etmek de saçmadır.
79- Binek olarak
kullanmanız ve yemeniz için hayvanları sizin için yaratan Allah'tır.
80- Onlardan sizin
için daha nice faydalar vardır, gönüllerinizdeki arzulara, onlara binerek
ulaşırsınız. Onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız.
Bu hayvanların yaratılmaları da insanın yaratılması
gibi harika bir mucizedir. Onlara hayatın verilmesi, yapılarının oluşumu ve
şekillendirilmesi hep birer harikadır! İnsan bunların hiç birini kendisinin
yaptığını iddia edemez! Bu hayvanların insanın emrine ve hizmetine
verilmeleri... Vücutları ve güçleri yönünden insanı kat kat katlayabilen
hayvanların Allah tarafından onun emrine verilmeleri... "Binek olarak
kullanmanız ve yemeniz için hayvanları sizin için yaratan Allah'tır."
Evet "Bunların hepsi kendiliğinden böyle var
olmuşlardır; o kadar! İnsana oranla bunlar harika birer mucize değildir!
Bunlar, onları yaratan, onlara ve insana verdiği özelliklerle kendilerini
insanın hizmetine veren yaratıcının varlığını göstermezler!" şeklindeki bir
yaklaşıma bu apaçık gerçekler nedeniyle saygılı bakmak doğru olmaz. Zira
fıtratın mantığı hiçbir tartışmaya ve direnmeye meydan vermeyecek biçimde
söz konusu gerçekleri kabul etmektedir.
Onlara bu harika ayetlerde yer alan büyük nimetler
de hatırlatılıyor: "Kimine binesiniz, kiminin etini yiyesiniz, içinizdeki
ihtiyacınıza ulaşasınız, onların ve gemilerin üzerinde taşınasınız diye."
Onların gönüllerindeki ihtiyaçlar ve hayvanların
sırtından elde ettikleri yararlar özellikle o zamanda büyük ve önemli
ihtiyaçlardı. Taşıma, ulaşım ve haberleşme araçlarının sadece bu hayvanlarla
sınırlı olduğu sırada bunun ciddi önemi vardı. Bugün de hatta yarın da bu
hayvanların sırtından karşılanan ihtiyaçlar az değildir. Bugün dahi tren,
araba ve uçağın varlığına rağmen dağlık bölgelerde ulaşım ancak hayvanlarla
sağlanmaktadır. Zira burada hayvanların ayaklarından başka hiçbir şey için
elverişli olmayan dar geçitler ve daracık yollardan başka bir yol yoktur!
"Onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız."
"Bu da diğeri gibi Allah'ın mucizelerinden biridir.
Allah'ın imana verdiği nimetlerden biridir. Geminin su üzerinde yüzmesi
yeri-göğü,.yaşı-kurusu ile bu evrenin özünde eşyanın ve elementlerin
yapısında bulunan değişmez yasalara ve uygunluklara dayanmaktadır. Geminin
su üzerinde seyretmesi için bu faktörlerin bulunması şarttır. Gemi ister
yelkenle, ister buharla ister atom enerjisiyle isterse yüce Allah'ın bu
kainata yerleştirdiği ve insanın kullanabileceği başka bir enerji çeşidi ile
çalışsın fark etmez. İşte bu nedenle bu olayın da Allah'ın mucizeleri ve
nimetleri arasında sayıldığını görüyoruz.
Bu evrenin içinde serpiştirilmiş halde bulunan bu
türden nice mucizeler var ki aklı başında bir insan onları inkar edemez:
81- Allah size
ayetlerini gösteriyor. Allah'ın ayetlerinden hangisini inkar ediyorsunuz?
Evet inkar edenler ve Allah'ın ayetleri hakkında
ileri-geri konuşarak tartışan, hatıl-saçma şeyleri savunarak onunla gerçeği
örtmeye çalışanlar vardır. Fakat bunların hiçbiri gerçeğe ulaşmak için
uğraşmamaktadır. Gerçeği çarpıtmakta, amaçlı yaklaşmakta, büyüklük
taslamakta veya demogoji yapmaktadır.
Kimileri Firavun ve benzerleri gibi bir azgın
oldukları için Allah'ın apaçık mucizeleri hakkında tartışmaktadır.
İktidarının, tahtının elinden alınmasından korkmaktadır. Zira bu tür
zalimlerin tahtı, hakkın karşısında duramayacak olan efsanelere
dayanmaktadır. Hakkın temeli ise tek olan ilahlık gerçeğinin sağlam biçimde
yerleşmesidir.
Kimileri iktidara yönelik bir ideolojik görüş sahibi
oldukları için Allah'ın ayetleri hakkında tartışmaktadırlar. Mesela komünizm
gibi. Bu ideoloji, insanların gönüllerinde ilahi olan inanç gerçeği
yerleştiğinde dağılmaktadır. Zira o, insanları yere yapıştırmak ve
kalplerini midelerine ve bedenlerinin ihtiraslarına, arzularına bağlamak
istemektedir. İnsanları, kendi ideolojilerine kulluk yapsınlar, liderlerine
tapsınlar diye Allah'a tapmaktan uzaklaştırmaktadırlar!
Kimileri de -orta çağda kilise tarihinde yaşandığı
gibi- din adamlarının baskısı ile mücadele ederken Allah'ın gerçek
ayetlerini de silip-süpürmektedir. O bu baskıdan kurtulmak istemektedir.
Hedefini şaşırarak kilisenin adına insanların köleleştirildiği ilahını red
etmektedir.
Daha bunun gibi nice sebepler vardır. Yalnız
fıtratın mantığı bu tür tartışmalardan tiksinir. Varlığın vicdanında özünde
sağlam yer eden ve her tür tartışmaya rağmen yüce Allah'ın mucizelerinin
dile getirdiği değişmeyen gerçeği kabul eder!
Surenin en sonunda ise şu kuvvetli dokunuş yer alır:
82- Yeryüzünde
dolaşıp, kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıkları
eserler, daha sağlam olan, öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler
mi? Kazandıkları, onlara bir fayda vermemişti.
83- Peygamberleri,
onlara belgelerle gelince, kendilerinden olan bilgiden gururlandılar da,
alaya aldıkları şey kendilerini salıverdi.
İnsanlık tarihinde önceki milletlerin sonlarına
ilişkin çok bilgi vardır. Bunların bir kısmının bugüne kadar yaşayan ve
onların yapılarını ortaya koyan kalıntıları vardır. Bazılarının akıbetlerine
ilişkin haberler dilden dile dolaşan rivayetlerle bize kadar gelmiştir. Ya
da belgeler ve kitaplar bunları muhafaza etmişlerdir. İnsanlığın seyir
çizgisinde bunlar değişmeyen gerçekleri ifade ettikleri için Kur'an çoğu
zaman kalpleri onlara doğru çevirir. Zira bu akıbetlerin insanın ruhu
üzerinde de köklü-derin etkileri vardır. Kur'an-ı Kerim onu gönderen
Allah'ın sınırsız bilgisi gerçeği olarak fıtrat gerçeğinden, onun
kanallarından iç dünyasından insana hitab eder. Bazıları ufak bir dokunuşla
açılan, üzeri tortularla örtülmüş bulunanları ise, ancak defalarca
çalınmakla ancak açılabilen kapılardan fıtrata seslenir!
İşte burada onlara soru sormakta açık bir göz,
hassas bir duyarlılık ve basiretli bir kalp ile yeryüzünü dolaşmalarını
teşvik etmektedir ki, gözlerini açıp baksınlar. Önceleri yeryüzünde
yaşayanların halini düşünsünler. Burada işledikleri yüzünden başlarına
nelerin geldiğini anlasınlar.
"Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden daha çok, daha
kuvvetli, yeryüzünde bıraktıkları eserler, daha sağlam olan, öncekilerin
sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi?"
Sonlarının nasıl olduğu ortaya konmadan, öncekilerin
durumları tasvir ediliyor. Dengenin kurulması ve tam bir ders ve ibret
sahnesi olması için onların durumları ile karşılaştırma yapılıyor.
Sayıları çoktu. Güçleri fazlaydı, uygarlıkta daha
ileri idiler. Peygamber dönemindeki araplardan önce yaşayan nesiller ve
milletler de bunlardandı. Yüce Allah bunların bir kesimini Peygamberine
anlatmış bir kesimini de anlatmamıştı. Bunlarında bazılarının kıssalarını
araplar biliyor ve gerilerinde kalıntılarını görüyorlardı.
"Kazandıkları, onlara bir fayda vermemişti."
Güçleri, sayılarının çokluğu ve uygarlıkları onları
koruyamadı. Halbuki onlar bunlarla iftihar ediyor ve onlarla
böbürleniyorlardı. Hatta onların sapıklıklarının temeli ve yok edilmelerinin
nedeni buydu.
"Peygamberleri, onlara belgelerle gelince,
kendilerinden olan bilgiden gururlandılar."
İmansız ilim beladır. Kör eden ve azdıran bir bela.
Çünkü bu tür yüzeysel bilgi insanı gurura iter. Bu bilgi sahibi bilgisiyle
büyük güçlere hükmettiğini, büyük işler yapmaya gücünün yettiğini zanneder.
Kendi konumunu ve değerini takdir etmede yanılır. Bilmediği korkunç
boyutları, derinlikleri unutur. Halbuki bunların hepsi kainatta vardır.
Kendisi bunlara hükmetmemekte hatta onları kavrayamamaktadır. Onların bize
yakın olan uçları-kenarları dışında hiçbir şeyi bilmemektedir. İşte
bilmediği için şişmekte, kendisini olduğundan büyük görmeye başlamakta, ilmi
onu basitleştirmekte ve cahilliğini unutturmaktadır. Eğer bu adam
bildikleriyle bilmediklerini karşılaştırsaydı, bu evrende gücünün yettiği
ile yetmediği şeyleri karşılaştırsaydı, hatta surenin sırrını biraz
düşünseydi, büyüklük taslaması söner ve kendisini basitleştiren sevincinden
kurtulurdu.
Bunlar kendi ilimlerine güvenip bunun ötesindekileri
kendilerine hatırlatanları alaya almışlardır:
"Alaya aldıkları şey kendilerini salıverdi."
Allah'ın ibret olacak biçimde kıskıvrak yakalayan
azabını gördüklerinde maskeleri düşüverdi. Ne kadar aldandıklarını
anladılar. İnkar ettiklerini kabul etmeye başladılar. Allah'ın birliğini
kabullendiler. Allah dışında ona koştukları ortakları reddettiler. Fakat
artık iş işten geçmiş bulunmaktadır.
84- Ne zaman ki,
şiddetli azabımızı gördüler: "Tek Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz
şeyleri inkar ettik "dediler.
85- Fakat şiddetli
azabımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı.
Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur. İşte o
zaman kafirler ziyana uğramışlardır.
Böyledir. Çünkü Allah'ın azabı gelip çattıktan sonra
tevbenin kabul edilmemesi öteden beri gelen sünnetullah gereğidir. Bu korku
tevbesidir, iman tevbesi değil.
"Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte
olan yasası budur." Allah'ın yasası ise kesindir. Sarsılmaz, değişmez ve
yolundan sapmaz.
"İşte o zaman kafirler ziyana uğramışlardır."
Bu ürpertici sahnenin, ilahi mesajları yalan
sayanları kıskıvrak yakalayan Allah'ın cezası sahnesinin, onların
ürkekliklerini ve feryatlarını somutlaştıran boyun eğdiklerini ve teslim
olduklarını sergileyen sahnenin üzerine perde kapanıyor. Sure sona eriyor.
Böylece bu son surenin havası, etkisi ve asıl konusu ile tam bir uyum
sağlıyor.
Surenin içinde yer yer Mekke'de inen surelerin ele
aldıkları inanç konularına; tevhid, diriliş ve vahiy konularına da
değinildi. Fakat bu konular surenin ön landa olan konuları değildir.
Hak-batıl, iman-küfür ve iyilik-kötülük arasındaki savaş hep ön planda
tutuldu. İşte bu savaş ile ilgili konular "Surenin kişiliğini" ve diğer
Kur'an sureleri arasındaki belirgin özelliklerini ortaya koydu...
MÜMİN SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.