23-Müminun
1- Mü'minler
kurtuluşa, mutluluğa ermişlerdir.
2- Onlar ki, huşu
içinde namaz kılarlar.
3- Onlar ki, boş ve
yararsız şeylerle ilgilenmezler.
4- Onlar ki, zekâtı
aksatmaksızın, tam olarak verirler.
5- Onlar ki; edep
yerlerini sakınırlar.
6- Onlar yalnız
eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Bu iki
durumda ayıplanmaları sözkonusu değildir.
7- Bunların ötesine
geçmek isteyenler, yasal sınırı aşmış olurlar.
8- Onlar ki,
uhdelerine verilen emanetleri korurlar ve sözlerini tutarlar.
9- Onlar ki,
namazlarını aksatmaksızın kılarlar.
10- İşte onlar
"varis "lerdir.
11- Yani "`Firdevs"
cennetinin mirasçılarıdırlar, sürekli olarak orada kalacaklardır.
Bu gerçek bir vaaddir. Daha doğrusu mü'minlerin
kurtuluşa erdiklerine ilişkin pekiştirilmiş bir karardır. Bu Allah'ın
verdiği bir sözdür ve Allah sözünden dönmez. Bu Allah'ın verdiği bir
karardır, bu kararı hiç kimse geri çeviremez. Hem dünya hem ahiret
kurtuluşu... Mü'min ferdin ve mü'min toplumun kurtuluşu... Mü'minin kalbi
ile hissettiği, pratik hayatında doğruluğunun kanıtlarını gözlemlediği
kurtuluşu... Bu kurtuluş insanların bildiği tüm anlamları içerir, bunun
yanında yüce Allah'ın sadece mü'min kullarına özgü kıldığı ama diğer
insanların bilmediği anlamları da içerir.
Peki yüce Allah'ın kendileri hakkında bu belgeyi
yazdığı, bu sözü verdiği, kurtulduklarına ilişkin bu duyuruyu yaptığı
mü'minler kimlerdir?
Yeryüzünde kendilerine iyilik, zafer, mutluluk,
başarı ve iyi bir geçim öngörülen mü'minler kimlerdir? Kendilerine ahiret
hayatında başarı, kurtuluş, sevap ve hoşnutluk yazılan, bunun yanında dünya
ve ahirette sadece yüce Allah'ın bildiği daha nice iyilikler vadedilen
mü'minler kimlerdir?"
Kimdir bu varisler? Firdevs cennetine varis olup
orada sonsuza kadar kalacak olan mü'minler?
İşte onlar, surenin açılış ayetinden sonra
nitelikleri ayrıntılı olarak sunulan şu kimselerdir?
"Onlar ki, huşu içinde namaz kılarlar."
"Onlar ki, boş ve yararsız şeylerle ilgilenmezler."
"Onlar ki, zekâtı aksatmaksızın, tam olarak
verirler."
"Onlar, yalnız eşleri ve cariyeleri dışında mahrem
yerlerini herkesten korurlar. Bu iki durumda ayıplanmaları sözkonusu
değildir."
"Bunların ötesine geçmek isteyenler, yasal sınırı
aşmış olurlar."
"Onlar ki, uhdelerine verilen emanetleri korurlar ve
sözlerini tutarlar:"
"Onlar ki, namazlarını aksatmaksızın kılarlar."
Peki bu niteliklerin değeri nedir? Bu niteliklerin
değeri en yüce ufuklarda, müslümanın kişiliğini çizmesindedir. Allah'ın
peygamberi, onun yarattıklarının en hayırlısı, Rabb'i tarafından en güzel
şekilde terbiye edilen ve yüce kitab'ında: "Kuşkusuz sen yüce bir ahlâk
üzeresin" (Kalem Suresi, 4) diye ahlâkının yüceliğine şahitlik edilen Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzérine olsun- yeraldığı ufuktur bu. Nitekim Hz.
Aişe'ye -Allah ondan razı olsun- ahlâkı sorulmuş o da "O'nun ahlâkı
Kur'andı" demiş, sonra da bu surenin "Mü'minler kurtuluşa, mutluluğa
ermişlerdir" ayetinden "onlar ki, namazlarını aksatmaksızın kılarlar"
ayetine kadar okumuş ve "işte böyleydi Resulullah" demişti. (Nesai rivayet
etmiştir.)
Bir kez daha soruyoruz... Bizzat bu niteliklerin
değeri nedir? Fert ve toplum hayatında, insan türünün hayatında ne gibi bir
değer vardır bu niteliklerin?
"Onlar ki, huşu içinde namaz kılarlar." Kalpleri
namazda, Allah'ın huzurunda bulunmanın heybeti ile titrer. Bu yüzden durulur
ve derinden ürperir. Bu ürperti oradan organlara, duygu ve hareketlere
yansır. Allah'ın huzurunda O'nun ululuğuna bürünür ruhları. Zihinlerini
kurcalayan tüm uğraşlar kaybolur. Allah'ın ululuğunun bilincine vardıkları
onunla konuşmanın verdiği huzuru hissettikleri için başka bir şeyle
uğraşmazlar. Bu kutsal huzurdayken, çevrelerinde bulunan, âkıllarında
yereden her şey bir kenara çekilir, kaybolur. Allah'dan başkasını görmezler.
Sadece O'nu hissederler. Ancak namazdaki sözlerin anlamlarından zevk
alırlar. Vicdanları her türlü kirden arınır. Her türlü leke silinir gider.
Allah'ın ululuğu karşısında bunun dışında hiçbir şey barınmaz içlerinde.
İşte bu noktada boşlukta yüzen zerre, ana kaynağı ile buluşur. Şaşkın ruh
yolunu bulur, ürkek kalp sığınağını tanır. Bu anda Allah'a bağlanamayan
bütün değerler, eşyalar ve şahıslar küçülür gider.
"Onlar ki, boş ve yararsız şeylerle ilgilenmezler."
Boş sözlerden, boş hareketlerden, boş ilgi ve düşüncelerden kaçınırlar.
Çünkü mü'minin kalbini boş şeylerden, oyun ve eğlenceden, gereksiz ve
yakışıksız şeylerden alıkoyan uğraşları vardır. Allah ı anmak, O'nun
ululuğunu tasavvur etmek, O'nun iç ve dış alemde yeralan ayetlerini
kavramaya çalışmak gibi uğraşları vardır. Evrensel sahnelerin herbiri, insan
aklını bütünüyle kaplayacak niteliktedir. İnsanın düşüncesini uğraştıracak,
vicdanını harekete geçirecek özelliktedir. Sonra, mü'minin kalbinin inancın
yükümlülükleri gibi uğraşıları da var. Kalbi arındırmak, ruhu ve vicdanı
temizlemek gibi uğraşıları vardır. Hayat tarzında yerine getirmesi gereken
sorumlulukları, imanın öngördüğü yüce hayat düzeyini koruma çabaları vardır.
İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, toplumsal hayatı bozulmaktan ve
sapıklıktan korumak gibi yükümlülükleri vardır. İnancını korumak, zafere
ulaştırmak ve her zaman üstün tutmak için cihad etmek, düşmanların
komplolarına karşı gece gündüz uyanık bulunmak gibi görevleri vardır...
Bunlar hiçbir zaman bitmeyen, sonu gelmeyen sorumluluklardır. Mü'min bunları
görmezlikten gelemez, kendini bunlara karşı sorumsuz sayamaz. Bunların hepsi
de farzdır, ya farz-ı ayn ya da farz-ı kifayedir. Bütün bu görev ve
yükümlülükler insanın tüm emeğini, tüm ömrünü kaplayacak yeterliliktedir.
İnsanın gücü, enerjisi sınırlıdır.. Bu güç ve enerji ya insan hayatını
iyileştiren, geliştirip kalkındıran bir yönde harcanacak ya da gereksiz
şeyler uğruna, boşu boşuna, oyun ve eğlence için harcanacaktır. Oysa mü'min
inancının gereği olarak bu enerjiyi yapıcı bir amaçla dünyanın kalkınma ve
ıslahı için harcamak zorundadır.
Bu durum mü'minin kimi zaman dinlenmeyeceği anlamına
gelmez. Fakat bu başka, gereksiz ve yakışıksız davranışlar, boş ve anlamsız
hareketler başkadır.
"Onlar ki, zekâtı aksatmaksızın, tam olarak
verirler." Allah'a yöneldikten, hayatta boş ve anlamsız şeyleri yapmaktan
kaçındıktan sonra... Zekât kalp ve malın temizliğidir: Kalbin cimrilikten
temizlenmesi, kişinin bencillikten kurtulmasıdır, şeytanın fakirlik
konusunda verdiği vesveselere üstün gelmesidir. Allah katındaki karşılık ve
mükafata güvenmesidir. Mal için temizliktir zekât. Geri kalanını temiz ve
helal kılar. Zorunlu durumların dışında artık hiç kimsenin hakkı yoktur bu
malda. Bu mal etrafında herhangi bir kuşku, herhangi bir dedikodu
çıkarılamaz. Zekât, toplumun bir kesimi, her şeyden mahrum, yoksulluk içinde
yaşarken diğer kesiminin bolluk içinde tantanalı bir hayat yaşamasından
dolayı meydana gelèn dengesizliğe karşı koruyucu bir kalkandır. Zekât bütün
fertler için 'toplumsal bir güvencedir. Çaresizlerin toplumsal garantisidir.
Çözülmeye ve dağılmaya karşı toplumun sigortasıdır.
"Onlar ki, edep yerlerini sakınırlar."
Bu ruhun, yuvanın ve çevrenin temizliğidir. Nefsin,
ailenin ve toplumun arınmasıdır. Bu temizlik ve arınma; mahrem yerleri helâl
olma yanların bulaşıp kirletmesine, kalbin helâl olmayan şeylere ilgi
duymasına, toplumda şehvet ve arzuların hesapsız bir şekilde başını alıp
gitmesine, ailenin ve soyun bozulmasına karşı korunmakla sağlanır..
Şehvet ve arzuların bir sınır tanımadan başını alıp
gittiği bir toplum çözülme ve bozulma ile karşı karşıya kalmış bir
toplumdur. Çünkü orada yuvanın güvenliği, ailenim dokunulmazlığı yok
demektir. Aile, toplum binasını oluşturan ilk ve temel birimdir. Çocuğun
doğup geliştiği yuvadır. Yuvanın ve gelişme ortamının sağlıklı olması,
anne-babanın birbirlerine güven duyup bu yuvayı ve içindeki yavruları
gözetmesi için bu ortamın güvenli, sağlam ve temiz olması kaçınılmazdır.
İçinde şehvetin hiçbir sınır tanımadan kol gezdiği
bir toplum, insanlık basamaklarından aşağıya doğru yuvarlanan pis bir
toplumdur. insanlık düzeyinin yüksekliğini gösteren şaşmaz ölçü, insanın
iradesine hükmedip ona üstünlük sağlamasıdır. Fıtri istekleri temiz ve
verimli bir yöne kanalize edilmesidir. Artık çocuklar dünyaya geliş
yollarından dolayı kınanmazlar, çünkü bu temiz ve bilinen bir yoldur. Bu
yolda her çocuk babasını tanır. Döllenme dürtüsü ile dişinin önüne gelen
erkekle çiftleştiği, insanlık düzeyinden çok aşağı hayvanlarınki gibi bir
durum sözkonusu değil. Çünkü burada yavru nasıl türediğini, nereden
geldiğini bilemez.
Burada Kur'an-ı Kerim erkeğin, hayatın tohumlarını
ekeceği uygun ve helâl yerleri gösteriyor: "Onlar, yalnız eşleri ve
cariyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Bu iki durumda
ayıplanmaları sözkonusu değildir." Eşler meselesi şüphe götürmeyen,
tartışmayı gerektirmeyen bir meseledir. Çünkü bu yasal ve bilinen bir
kurumdur. Sahip olunan cariyeler meselesine gelince; bu konuda biraz
açıklamada bulunmak gerekir.
Fi Zilâl-il Kur'an'da (Bakara suresi 177. Ayetin
açıklaması) kölelik meselesi hakkında geniş açıklamalarda bulunduk. Orada
şöyle demiştik. İslâm'ın geldiği zamanlarda kölelik kurumu evrensel bir
kurumdu, savaş esirlerinin köleleştirilmesi uluslararası boyutta geçerliliği
olan bir uygulamaydı. İslâm, karşısına maddi güçleriyle dikilen düşmanları
ile amansız bir savaşa tutuşmuşken, tek taraflı olarak bu uygulamaya son
veremezdi. Düşmanlarının elinde bulunan esir müslümanlar köleleştirilirken,
düşmanlarından esir düşenleri serbest bırakamazdı. Ama -savaş esirlerinin
dışında- İslâm köleliğin bütün kaynaklarını kurutmuştur: Böylece insanlık
için esirler meselesinde uluslararası boyutta bağlayıcılığı olan bir
uygulamanın başlatılmasına imkân sağlamıştır.
Bundan dolayı İslâm ordusunun eline kadın esirler
geçtiğinde, misillemede bulunma kuralı bu kadınların köleleştirilmesini
öngörüyordu. Ayrıca nikahlı eşlerin düzeyine çıkmamaları da bu kuralın
gereğiydi. Bu yüzden İslâm, sadece onlara sahip olanların onlardan
yararlanmasına izin verdi. Bunun yanında köleleri özgür bırakmak için
İslâm'ın öngördüğü birçok sebepten herhangi biri yerine gelir gelmez
bunların serbest bırakılmasını öngörüyordu.
Belki de bu yararlanmada bizzat bu kadın esirlerin
fıtri ihtiyaçları gözönünde bulundurulmuştur. Böylece bu ihtiyaçlarını
neslin karışmasına neden olan pis ve kural tanımaz yollardan tatmin
etmelerine engel olunmuş olur. Nitekim, günümüzde köleliğin kaldırılmasına
ilişkin antlaşmalardan sonra bile savaş esiri kadınlarla İslâm'ın sevmediği
bu ahlâksız ilişkiye girilmektedir. Bu durum Allah'ın izni ile
özgürlüklerine kavuşana kadar sürmektedir. İslâm'da cariyenin özgürlüğüne
kavuşmasının birçok yolu vardır. Eğer efendisinden bir çocuk doğurur ve
efendisi ölürse cariye özgürlüğüne kavuşur. Efendisi isteyerek veya bir
günahına kefaret ederek serbest bıraktığında yine özgürlüğüne kavuşur.
Cariye belli bir meblağ mal karşılığında serbest bırakılması için anlaşır ve
bu malı efendisine öderse serbest kalır. Yine cariyenin yüzüne tokat vuracak
olursa bunun kefareti cariyenin serbest bırakılmasıdır.
Kısacası savaş esirlerinin köleleştirilmesi bir
döneme özgü bir zorunluluktu. Kölelik kurumu, savaş esirlerinin
köleleştirilmesini öngörèn bir dünyada misillemede bulunma kuralının bir
sonucuydu. Kesinlikle İslâmın toplumsal düzeninin bir parçası değildir.
"Bunların ötesine geçmek isteyenler, yasal sınırı
aşmış olurlar." Eşlerin ve cariyelerin fazlasını isteme için hiçbir,yol açık
değildir artık. Bunun ötesine geçmek isteyen normal sınırı aşmış, serbest
bölgeyi geçip harama düşmüştür. Nikâh veya cihadla haketmediği ırzlara
tecavüz etmiştir. Burada yasak bir bölgede gezdiğinin bilincinde olan kişi
bozulur. Bir güvencesi ve garantisi kalmadığı için aile de bozulur. Bağları
koptuğu, temeli dağıldığı için toplum düzeni de bozulur. İşte İslâmın
üzerine titrediği, özenle korumak istediği bunlardır.
EMANETE VE SÖZE
BAĞLILIK
`Onlar ki, uhdelerine verilen emanetleri korurlar ve
sözlerini tutarlar." Fert olarak emanetlerine ve sözlerine bağlı kalırlar.
Toplum olarak da öyle. Gerek ferdin, gerekse toplumun boynuna yüklenmiş
birçok emanet vardır.
En başta da fıtrat emaneti gelir. Yüce Allah onu
varlık bütününe egemen olan yasalar sistemi ile uyumlu ve aynı doğrultuda
yaratmıştır. O da bu varlığın bir parçasıdır, birlikte yüce yaratıcının
varlığına ve birliğine tanıklık oluşturmaktadırlar. Çünkü fıtrat içten gelen
bir sezgi ile hem kendisine hem de varlık bütününe egemen olan yasalar
sisteminin birliğini ayrıca bu sistemi belirleyip bu varlığı yönlendiren
iradenin birliğini bilir. Mü'minler bu büyük emaneti gözetirler ve
fıtratlarının bu doğrultudan sapmasına izin vermezler. Yaratıcının varlığına
ve. birliğine tanıklık eden bu emaneti her zaman korurlar. Bundan sonra bu
büyük emaneti izleyen diğer emanetler gelir.
Aynı şekilde bağlı kalınması gereken ilk antlaşma da
fıtrat antlaşmasıdır. Bu antlaşmayı yüce Allah, insan fıtratı ile kendi
varlığına ve birliğine iman etmesi şartı ile gerçekleştirmiştir. Bütün
sözleşme ve antlaşmalar bu ilk antlaşmaya dayanır. Bu yüzden mü'min yaptığı
bütün sözleşmelerde Allah'ı şahit tutar. O'na bağlılık içinde Allah
korkusunu gözönünde bulundurur.
Müslüman toplum bütün emanetlerinden sorumludur.
Yüce Allah'la yaptığı sözleşmeden, bu sözleşmenin öngördüğü yükümlülüklerden
sorumludur. Ayeti kerime sözü kısa ve tüm emanet ve sözleşmeleri kapsayacak
şekilde genel tutuyor. Mü'minleri emanetlerine ve antlaşmalarına bağlı
kimseler olarak tanımlıyor. Bu onların her zamanki nitelikleridir. Emanetler
yerine getirilmediği, antlaşmalar gözetilmediği toplumda yeralan herkes, bu
kuralları sosyal hayatın temeli olarak görmediği sürece toplum hayatı doğru
ve sağlıklı bir görünüm arzedemez. Güven ve huzurun yaygınlaşması için bu
ilkelere bağlılık bir zorunluluktur.
"Onlar ki, namazlarını aksatmaksızın kılarlar."
Tembellikten dolayı namazlarını geçirmezler, namazı kılma konusunda ihmalkâr
davranmazlar. Nasıl kılınması gerekiyorsa öyle kılarlar, namazı
kısaltmazlar. Tam vaktinde, farzıyla, sünnetiyle, eksiksiz kılarlar. Bütün
kuralları, bütün hareketleri yerine getirirler. Canlı ve gönüllerini
bütünüyle namazın anlamı ile doldurarak kılarlar. Bu duygu ile vicdanları
harékete geçer. Namaz; kalp ile Rabb arasında bir bağdır. Bu bağı korumayan
birisinin, vicdanın doğruluğundan kaynaklanan bir duyguyla kendisi ile
insanlar arasındaki bağları gerçek anlamda koruması beklenemez. Mü'minlerin
nitelikleri namazla başlayıp namazla bitiyor. Bu da namazın iman binasındaki
önemli yerini göstermektedir. Çünkü namaz Allah'a ibadetin, o'na yönelişin
en büyük ve eksiksiz şeklidir.
Bu özellikler, kurtuldukları tescil edilen
mü'minlerin kişiliklerini belirlemektedir. Bu özellikler, mü'min kitlenin
özelliklerinin ve hayat türünün belirlenmesinde etkin rol oynarlar. Bu
özelliklere sahip mü'min kitlenin hayatı, erdemli ve yüce Allah'ın
onurlandırıp kemal aşamalarından geçmesini istediği insana yakışır bir
hayattır. Yüce Allah insanların hayvanlar gibi yaşamalarını, onlar gibi
yiyip eğlenmelerini istememiştir.
İnsanoğlu için planlanan tam olgunluk düzeyi bu
dünya hayatında gerçekleşmediği için yüce Allah, yollarından sapmadan
hareket eden mü'minlerin kendileri için takdir edilen hedefe firdevs
cennetinde ulaşmalarını dilemiştir. Burası yok olmanın sözkonusu olmadığı
sonsuzluk yurdudur, korkusuz güvenin, bitmeyen sürekliliğin yurdudur.
"İşte onlar "varis"lerdir.''
Yani "Firdevs" cennetinin mirasçılarıdırlar, sürekli
olacak orada kalacaklardır."
Yüce Allah'ın mü'minler için yazdığı kurtuluşun
zirvesi burasıdır. Bunun ötesinde gözlerin ya da hayallerin uzandığı bir
zirve yoktur.
12- Andolsun ki, biz
insanı süzme çamurdan yarattık.
13- Sonra sperma
halinde korunaklı bir yuvaya yerleştirdik.
14- Sonra spermayı
embriyoya dönüştürdük. Arkasından embriyoyu et parçasına dönüştürdük,
arkasından et parçasından kemikler yarattık, arkasından kemiklere et
giydirdik. Sonra onu başka bir yaratığa dönüştürdük. Yaratıcıların en güzeli
olan Allan ne yücedir!
15- Sonra siz, bunun
ardından öleceksiniz.
16- Sonra siz,
kıyamet günü, yeniden diriltileceksiniz.
Bu varoluşun evrelerinde, bu evrelerin bu kadar
düzenli olarak birbirini izlemesinde, bu olayın sürekli aynı tarzda devam
etmesinde en başta yaratıcının varlığına, sonra da bu varoluşta ve bu
varoluşun yönelişinde bir amaç ve planlamanın olduğuna tanıklık eden
kanıtlar vardır. Bu, tesadüfen meydana gelmiş geçici bir olay değildir. Bu
varoluşun plansız,hedefsiz kör bir rastlantı sonucu gerçekleşip de bu sapmaz
çizgiyi yanılmadan, hiç şaşmadan izlemesi, akla ve düşünceye göre başka
yollar da izlemesi mümkünken hep bu yolu takip etmesi imkânsızdır. İnsanın
varoluşunun izlenmesi mümkün olan birçok yoldansa, bu yolu izlemesi varlık
bütününü yönlendiren yaratıcı iradenin öngördüğü bir amaca, bir plana
dayanmaktadır.
Nitekim bu varoluş evrelerinin bu şekilde, ince,
düzenli ve değişmez bir süreklilikle peşpeşe sunulması gösteriyor ki, varlık
bütününün gelişmesini planlayan yaratıcıya inanmak ve önceki bölümde
açıkladığı mü'minlerin hayat sistemine uymak, her iki hayatta, dünya ve
ahiret hayatında bu varoluş için planlanan tam olgunluk düzeyine ulaşmak
için izlenmesi gereken tek yoldur. İşte surenin iki bölümünü birleştiren
eksen budur.
"Andolsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık."
Bu ayet insanın varoluşunun evrelerine işaret ediyor, ama bir açıklama
getirmiyor. İnsanın zincirleme olarak gelişen evrelerden geçerek çamurdan
insana dönüştüğünü ifade etmektedir. Çamur varoluşun ilk kaynağıdır. Veya
ilk evresidir. İnsan ise, son evresidir. Biz bu gerçeği Kur'andan
öğreniyoruz. Bu yüzden insanın varoluşunu veya canlıların meydana gelişini
ele alan bilimsel teorilerden bu gerçeği doğrulayıcı kanıtlar bulma gereğini
duymuyoruz.
Kur'an-ı Kerim, bu gerçeği yüce Allah'ın yaratması
üzerine düşünmek, çamurdan insana doğru bir silsile şeklinde gerçekleşen
uzun dönüşümü kavramaya çalışmak için bir fırsat olarak değerlendirilsin
diye vurguluyor ve zincirleme olarak gelişen bu evreleri ayrıntılı olarak
açıklamaya çalışmıyor. Çünkü Kur'anın varmak istediği hedefler içinde buna
yer yoktur. Fakat bilimsel teoriler, çamur ile insan arasındaki evrim
zincirinin halkalarına ulaşmak için insanın varoluşu ve gelişimi için
belirli aşamaları ispat etme çabası içindedirler. Bunlar -Kur'an-ı Kerim'in
ayrıntısına girmediği- bu çabalarında yanılabilirler veya doğruyu
bulabilirler. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in vurguladığı değişmez gerçekle,
zincirleme gerçeği ile bilimsel teorilerin bu zincirin halkalarını araştırma
çabalarını birbirine karıştırmamalıyız. Çünkü bunlar yanılmaları ve doğruyu
bulmaları aynı oranda mümkün olan çabalardır. Bunlar bugün ispat
ettiklerini, insanın elindeki araştırma yöntemleri ve yolları geliştikçe
yarın çürütebilirler.
Kur'an-ı Kerim kimi zaman bu gerçeği kısaca ifade
ederek şöyle der: "İnsanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde Suresi, 7) Ama
insanın geçtiği evrelere işaret etmez. Bu konuda başvurulacak en ayrıntılı
ayet, insanın çamurdan bir evreler zincirinden geçirilerek yaratıldığına
işaret eden bu ayettir. Diğer ayet ise oradaki özel bir münasebetten dolayı
bu evreleri özetlemektedir.
İNSANIN YARATILIŞI
Peki insan süzme çamurdan nasıl yaratılmış? Çünkü
Kur'anda bundan söz edilmiyor. Az önce de söylediğimiz gibi bu husus
Kur'anın varmak istediği hedeflerden biri değildir. Bu evrelerin halkaları
bilimsel teorilerin söyledikleri gibi olabilir de olmayabilir de. Bu evreler
henüz bilinmeyen başka bir yolla da tamamlanıyor olabilir. İnsanların henüz
keşfedemedikleri başka etkenler ve sebepler sözkonusu olabilir. Ama Kur'anın
insana bakışı ile bilimsel teorilerin bakışı arasındaki yol ayrımı; Kur'anın
insanı onurlandırdığı, onda Allah'ın ruhundan bir soluk olduğunu
vurguladığıdır. İşte süzme çamurun insana dönüşmesini, birtakım özellikler
bahşederek insan olarak belirip hayvandan farklı olmasını sağlayan bu ilahi
soluktur. Bu noktada İslâmın görüşü materyalistlerin görüşünden kesin
şekilde ayrılmaktadır. Kuşkusuz en doğrusunu söyleyen ulu Allah'dır.
İnsan türünün varoluşunun aslı budur, insan türü
süzme çamurdan yaratılmıştır. Bundan sonra tek bir insanın fert olarak
meydana gelmesi ise, bilinen bir yolla gerçekleşmektedir.
"Sonra sperma halinde korunaklı bir yuvaya
yerleştirdik." İnsan türü süzme çamurdan meydana gelmiştir. Ama fertlerin
tekrarı ve çoğalmasına gelince, yüce Allah'ın yasası bu işin erkeğin
sülbünden çıkıp kadının rahmine yerleşen bir damla su kanalı ile
gerçekleşmesini öngörmüştür. Bir damlacık su... Hayır! Daha doğrusu bu bir
damlacık su'da yeralan onbinlerce hücreden tek bir hücre... "korunaklı bir
yuvaya" yerleşiyor. Bir çanak gibi koruyucu nitelikli olan kalça kemikleri
arasında yeralan rahime yerleşiyor. Bu kemikler, onu bedenin hareketleri ite
meydana gelen sarsıntılardan, sırta ve karna gelen yumruklardan,
tekmelerden, titreme ve etkilerden korur.
Kur'an-ı Kerim rahime yerleşmiş bu spermayı insanın
varoluşunun evrelerinden biri, varlığı itibariyle insanın varlığının bir
uzantısı olarak ifade ediyor. Kuşkusuz bu, bir gerçeğin ifadesidir. Ama
insanı düşünmeye iten olağanüstü bir gerçektir. Çünkü bu güçlü kuvvetli
insan, bütün unsurları ile, bütün özellikleri ile bu spermanın şahsında
özetlenmiştir, onun içine yerleştirilmiştir. Nitekim cenin halindeyken bu
olağanüstü özet yoluyla varoluşunu tamamlamaktadır.
Embriyondan kan pıhtısına dönüşür. Erkeğin sperması
kadının yumurtası ile birleşince başlangıçta annenin kanı ile beslenen
küçücük bir nokta olarak rahmin duvarına yapışır.
Rahmin duvarına yapışmış bu küçücük nokta büyüyüp
pıhtılaşmış ve karışmış kana dönüşünce, kan pıhtısından bir çiğnem et haline
gelir.
Bu yarattık, bu değişmez, sapmaz ve şaşmaz çizgiyi
izleyerek yoluna devam eder. Sırası belirlenmiş bu düzenli hareket bir an
bile sekteye uğramaz. Planlama ve takdir arasındaki yolunu izleyen, ilahi
yasadan kaynaklanan gizli güçle bu hücre kemik aşamasına gelir. "Arkasından
et parçasından kemikler yarattık." Sonra kemiklere et giydirilmesi aşamasına
gelir. "Arkasından kemiklere et giydirdik." Burada insan Kur'an-ı Kerim'in
ceninin oluşumuna ilişkin olarak ortaya koyduğu gerçek karşısında dehşete
kapılıyor. Bu gerçek bu denli ayrıntılı ve dikkatli bir tarzda ancak anatomi
biliminin gelişmesi ile ve son dönemlerde öğrenilmiştir. Buna göre kemik
hücreleri, et hücrelerinin aynısıdır. Yine kanıtlanmıştır ki, cenin de ilk
önce kemik hücreleri oluşur. Kemik hücreleri ortaya çıkmadıkça ve ceninin
kemik iskeleti tamamlanmadıkça bir tek et hücresine rastlanmaz. Bu Kur'an
ayetinin tescil ettiği bir gerçektir. "Arkasından et parçasından kemikler
yarattık, arkasından kemiklere et giydirdik." Her şeyi bilen ve her şeyden
haberdar olan Allah eksikliklerden uzaktır. "Sonra onu başka bir yaratığa
dönüştürdük." İşte ayırıcı ve belirgin özelliklere sahip insan budur. Çünkü
bedensel evreleri bakımından insan cenini, hayvan ceninine benzer. Ne var
ki, insan cenini bir başka tarzda yaratılır ve belirgin, gelişmeye müsait
bir varlığa dönüşür. Ama hayvan cenini, insan cenininin belirginleştiği
gelişme ve olgunlaşma özelliklerinden uzak hayvan mertebesinde kalır.
İnsan cenini belli özekliklerle donatılmıştır. Daha
sonra onu insan olma yoluna yönelten bu özelliklerdir. Çünkü insan cenini,
ceninin geçtiği evrelerin sonunda "Başka bir yaratılışla" varedilir. Öte
yanda hayvan cenini hayvansal evrelerin sınırında durur. Çünkü hayvan cenini
insanınkine benzer özelliklerle donatılmamıştır. Bu yüzden, hayvanın
hayvanlık mertebesini aşması, materyalist teorilerin ileri sürdüğü gibi
mekanik bir evrimleşme ile insanlık düzeyine çıkması mümkün değildir. Çünkü
insan ile hayvan birbirlerinden farklı özelliklere sahip iki ayrı türdürler.
Süzme çamurun insana dönüşmesini sağlayan ilahi solukla birbirlerinden
ayrılırlar. Bunun yanında ilahi soluktan kaynaklanan ve insan cenininin "bir
başka yaratılışla" oluşmasını sağlayan belli özellikler açısından da
farklılık arzederler. Ne var ki, insan ile hayvan sadece hayvansal oluşumun
noktasında birbirlerine benzerler. Sonra hayvan, hayvan olarak yerinde kalır
ve bunun ötesine geçmez. Ama insan bir başka yaratma ile kendisi için
belirlenen tam olgunluk düzeyine erişecek duruma getirilir. Kuşkusuz bunu
kendisine özgü özellikler aracılığı ile gerçekleştirir. Bu özellikleri yüce
Allah ona, önceden belirlenmiş bir plan uyarınca bahşetmiştir. Hayvan
türünden insan türüne doğru gerçekleşmiş mekanik bir evrim sonucu kazanmış
değildir bu özellikleri. (Evrim teorisi çelişkili bir temele dayanır. Çünkü
bu teori bir yandan insanın hayvanın evrimleşmesinin sonucu meydana
geldiğini ileri sürerken bir yandan da hayvanın insan derecesine yükselecek
özelliklere sahip olduğunu iddia etmektedir. Ama göz önündeki realite hayvan
insan ilişkisi üzerine gèliştirilen bu yorumu yalanlamakta ve hayvanın bu
tür özelliklere sahip olmadığını ortaya koymaktadır. Hayvan sürekli olarak
hayvan türünün gelebildiği en son sınırda durur ve bu noktayı aşmaz. Ama
hayvanın buraya kadar ki, evrimleşmesi Darwin'in söylediği gibi de olabilir,
başka bir yolla da olabilir. Ama insan kendine özgü belli özelliklere sahip
olmakla hep farklı bir tür olarak kalır. Onu insan kılan bu özelliklerdir.
Otomatik bir evrimin sonucu meydana gelmiş değildir. Bu, ona bir başka güç
tarafından bir hedefe yönelik olarak bahşedilmiş bir yetenektir.)
"Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir!"
Allah'ın dışında bir yaratıcı yoktur. Bu yüzden ayette geçen "en güzel"
sıfatı, birkaç kişi arasından birinin daha iyi yarattığını vurgulamak amacı
ile yeralmıyor. Bu, sadece yüce Allah'ın yaratmasındaki tartışmasız
güzelliği vurgulamak içindir.
"Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir!"
İnsan fıtratına, değişmez, sapmaz ve şaşmaz yasa doğrultusunda bu evreleri
geçme gücünü veren Allah her şeyden yücedir... Bu güç sayesinde insan, son
derece titiz bir düzen içinde \kendisi için belirlenen, planlanan olgunluk
mertebelerinin zirvesine ulaşır.
Bir insan, insanın doğrudan müdahalesi almaksızın
otomatik olarak hareket eden bir alet icad ettiği zaman, insanlar "Bilimin
Mucizeleri" diye bu aletin karşısında dehşete kapılırlar. Halbuki bu nerdè
ceninin geçtiği aşamalardaki, geçirdiği evrelerdeki, yaşadığı dönüşümlerdeki
hareketi nerde? Üstelik bu aşamaların herbiri özellik bakımından birbirinden
çok farklıdır ve cenin bu aşamalarda mahiyet itibariyle büyük bir değişiklik
yaşar. Ne yazık ki, insànlar bu olağanüstülükler karşısında gözlerini
yumarak, kalplerini kilitleyerek geçip gidiyorlar. Çünkü uzun süre aşina
oluşları bu olayın olağanüstülüğünü, harikalığını unutmalarına neden
olmuştur. İnsan denen bu karmaşık organizmanın bütün özellikleri,
karakterleri ve çizgileri ile bu gözle görülmeyen küçücük noktada gizli
olduğunu, bu özelliklerin, karakter ve çizgilerin cenin evrim aşamalarında
geliştiklerini, açılıp hareket ettiklerini, cenin değişik bir yaratılış
evresinden geçince de apaçık belirginleştiklerini, çocuğun şahsında bir kez
daha belirginleşip dile geldiğini, her çocuğun insan olmanın genel
yeteneklerine sahip olmakla beraber ayrıca kendine özgü yeteneklere sahip
olduğunu, bu yeteneklerin bütünüyle sözkonusu ufacık noktada gizli olduğunu
düşünmek... Evet her saniye tekrarlanıp duran bu büyük gerçeği sadece
düşünmek, kalplerin kilitlerinin bu olağanüstü, bu şaşırtıcı planın önünde
açılması için yeterlidir.
Sonra surenin akışı yolculuğun aşamalarını,
varoluşun evrelerini tamamlamak üzere çizgisini sürdürüyor. Çünkü yeryüzünde
ortaya çıkan insan hayatı yeryüzünde bitmiyor. Çünkü yeryüzü menşeli olmayan
bir diğer unsur karışmış yapısına. Gelişim çizgisine katılan bir başka unsur
vardır. İçine üflenen o yüce soluk, hayvani bedenin hedefinden başka bir
hedef öngörmüştür onun için. Ona et ve kanın basit akıbetinin dışında bir
akıbet hazırlamıştır. Bu soluktan dolayı insanın gerçek olgunluğu, bu dünya
hayatında tamamlanmıyor. İnsanın olgunluğu bir başka aşamada yepyeni bir
hayatta ancak gerçekleşebiliyor:
"Sonra siz, bunun ardından öleceksiniz."
"Sonra siz, kıyamet günü, yeniden
diriltileceksiniz."
Bu, dünya hayatının sonu olan ölümdür. Dünya ile
ahiret arasındaki ara dönemdir. Şu halde ölüm insan varoluşunun gelişiminin
evrelerinden biridir, evrelerin sonu değildir.
Sonra diriliş, insan varoluşunun, gelişiminin son
evre habercisi... Bundan sonra eksiksiz bir hayat başlar. Bu hayat yeryüzü
menşeli eksikliklerden, et ve kanın zorunluluklarından, korku ve sıkıntıdan,
dönüşüm ve gelişimlerden uzaktır. Çünkü bu, insan için planlanan tam
olgunluğun zirvesidir. Ama bu olgunluk, olgunluğa götüren yolu izleyenler
içindir. Ama dünya hayatını kapsayan aşamada hayvanların düzeyine
yuvarlananlar, diğer hayatta en aşağı dereceye yuvarlanacaklardır. Çünkü
bunlar insanlıklarını kaybetmişler, cehennem yakıtı, tutuşturulmak için odun
haline gelmişler, yakıtı insan ve taş olan cehennemi haketmişlerdir. Bu tür
insanlarla taşlar arasında hiçbir fark yoktur.
DIŞ ALEMDEN İMAN
MESAJLARI
Surenin akışı burada iç alemde yeralan imanın
kanıtlarını sunmaktan dış alemde yeralan imanın kanıtlarını sunmaya geçiyor.
Bu kanıtları insanlar her zaman görüyor ve biliyorlar. Ne yazık ki, bu
kanıtların verdikleri mesajın farkına varmadan geçip gidiyorlar.
17- Üstünüzde
birinden diğerine geçilebilen yedi katman yarattık. Bu yarattıklarımızı
başıboş bırakmayız.
18- Biz gökten
belirli miktarda su yağdırarak onu yerin yüzeyinde durdurduk. Hiç şüphesiz
onu geri götürmeye de gücümüz yeter.
19- Bu su sayesinde
sizin için hurma ve üzüm bağları yarattık. Bu bağlarda size yararlı birçok
meyvalar yetişir, onları yiyorsunuz.
20- Yine su
sayesinde asıl kaynağı Tur-ı Sına olan ve yiyenlere yağ ve katık sağlayan
ağacı da yarattık.
21- Büyükbaş
hayvanlarda sizin için alınacak dersler vardır. Karınlarındaki sütten size
içiriyoruz. Onlardan başka birçok yararlar sağlıyorsunuz ve etlerini
yiyorsunuz.
22- Onların
sırtlarında ve gemilerde taşınıyorsunuz.
Surenin akışı, bu kanıtları sunarken hepsini
birbirine bağlıyor. Bu bağlantıyı ilahi güce kanıt oluşturmaları, aynı
şekilde ilahi planlamaya tanıklık etmeleri açısından kuruyor. Çünkü bu
kanıtlar yapıları, görevleri ve amaçları açısından birbirleriyle uyum
oluşturmaktadırlar. Hepsi aynı yasaya boyun eğer, görevlerinde hep
birbirlerine yardımcı olurlar. Hepsinde yüce Allah'ın onurlandırdığı
insanoğlunun payına bir hesap vardır.
Bunun için surenin akışı içinde bu evrensel
sahnelerle insan varoluşunun evreleri arasında ilgi kuruluyor.
"Üstünüzde birinden diğerine geçilebilen yedi katman
yarattık. Biz yarattıklarımızı başıboş bırakmayız."
Ayette geçen "Taraik" kelimesi üstüste veya ardarda
yeralan katmanlar anlamındadır. Bununla yedi yörünge veya güneş sistemi gibi
yedi yıldız sistemi de kastedilmiş olabilir. Ya da yedi gaz kütlesidir
kastedilen. Astronomi bilginlerine göre yıldız kümeleri bunlardan meydana
gelmektedir. Her halukârda bunlar, insanın üstünde yeralan gök
cisimleridirler. Yani bunlar düzen itibariyle uzay boşluğu içinde yerden
daha yukardadırlar. Yüce Allah bunları bir plan ve hikmet uyarınca
yaratmıştır. Onları bir yasa doğrultusunda dağılmaktan korumuştur. "Biz
yarattıklarımızı başıboş bırakmayız."
"Biz gökten belirli miktarda su yağdırarak onu yerin
yüzeyinde durdurduk. Hiç şüphesiz onu geri götürmeye de gücümüz yeter."
İşte bu noktada sözkonusu yedi katman yeryüzüne
bağlanıyor. Çünkü su gökten iniyor ve bu katmanlarla da ilgisi vardır. Suyun
gökten inmesine imkân veren, evrenin yapısına hükmèden düzenin bu tarzda
belirlenmiş olmasıdır.
Yeraltı sularının yağmurla gelen yerüstü sularından
kaynaklandığı, bunların toprağın içine sızdığı ve orada korunduğu teorisi
henüz yenidir. Daha yakın bir zamana kadar yeraltı suları ile yerüstü suları
arasında bir ilgi olmadığı sanılıyordu. Ama bakın Kur'an-ı Kerim bu gerçeği
1300 sene önce ortaya koymuştur.
"Biz gökten belirli miktarda su yağdırırız."
Bir hikmet, bir plan uyarınca indirdik. Ne her
tarafı kaplayıp altüst edecek kadar çok, ne de kuraklığa ve susuzluğa
yolaçacak kadar az, ne de hiçbir şeye yaramayacak şekilde zamansız indirdik.
"Onu yerin yüzeyinde durdurduk."
Gökten inen suyun yeryüzünde durması, ana rahmine
yerleşen sperma hücresinin plazmasına ne kadar da benziyor.
"Korunaklı bir yuvaya yerleştirdik."
Ana rahmine yerleşen embriyo ile toprak tarafından
emilen su, Allah'ın planlaması uyarınca hayatın ortaya çıkmasına kaynaklık
oluşturmaktadırlar. Bu da Kur'anın tasvir yöntemi doğrultusunda sahneler
arasındaki ahenge güzel bir örnek oluşturmaktadır.
"Hiç şüphesiz onu geri götürmeye de gücümüz yeter."
Sert tabakalardaki yarıklardan yerin alt
katmanlarına kadar inen su, kayaların içindeki oyuklarda korunur. Ya da
bunun dışındaki sebeplerden dolayı gökten inen su kaybolur gider. Kuşkusuz
suyun o toprakta durmasını sağlayan güç, onun dağılmasını, ortadan
kaybolmasını da sağlayabilir. Bu sadece Allah'ın bir lütfudur, insanlara
bahşettiği bir nimettir.
Ve hayat su'dan doğar!
"Bu su sayesinde sizin için hurma ve üzüm bağları
yarattık. Bu bağlarda size yararlı birçok meyvalar yetişir, onları
yiyorsunuz."
Hurma ve üzüm bağları sudan meydana gelen hayatın
bitkiler aleminden seçilen iki örneğidir. -Nitekim insanlar da sperma
plazmasından meydana gelmişler ve böylece sudan meydana gelen hayatın
insanlık alemindeki örneğini oluşturmuşlardır.- Hurma ve üzüm bağları o
zamanlar Kur'ana muhatap olan insanların bildikleri iki örnektir. Bunlar
kendileri gibi sudan meydana gelen birçok bitkiye işaret etmektedirler.
Diğer türler adına da zeytin ağacı seçiliyor.
"Yine su sayesinde asıl kaynağı Tur-ı Sına olan ve
yiyenlere yağ ve katık sağlayan ağacı da yarattık." (Burada geçen "Esbağa"
kelimesi katık anlamındadır. Katık, boya gibi lokmaya sürüldüğü için bu
kelime kullanılmıştır.)
Zeytin ağacı yağı ile, meyvesi ile, odunu ile
insanların en çok yararlandığı bir ağaçtır. Arap memleketlerine bu ağacın
yetiştiği en yakın yer Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen kutsal vadinin yanında
yeralan Tur-ı Sına'dır. Özellikle zeytin ağacının yetiştiği bu bölgenin
anılması bu yüzdendir. İşte bu ağaç burada toprağa yerleşmiş sudan
yetişiyor, onunla yaşıyor.
Bitkiler aleminden hayvanlar alemine geçiyor surenin
akışı.
"Büyükbaş hayvanlarda sizin için alınacak dersler
vardır. Karınlarındaki sütten size içiriyoruz. Onlardan başka birçok
yararlar sağlıyorsunuz ve etlerini yiyorsunuz."
"Onların sırtlarında ve gemilerde taşınıyorsunuz."
Bu yaratıklar, yüce Allah'ın gücü ve planlaması; bu
büyük evrende görev ve özellikleri paylaştırması uyarınca insanın yararına
sunulmuşlardır. Bunlarda, açık bir kalple, yanılmaz bir duyu ile bakan,
bunların ötesindeki hikmet ve planlamayı düşünenler için alınacak ibretler
vardır. Onlar küçük ve büyükbaş hayvanların karnından çıkan ve insanların
içtiği latif ve kolay yutulan süte bakıp ibret dersleri çıkarmaya
çalışırlar. Hayvanın yiyip sindirdiği çeşitli gıdaların süt denilen akıcı,
kolay yutulan, latif bir maddeye dönüşümünü görüp ibret alırlar. "Onlardan
başka birçok yararlar sağlıyorsunuz." Önce genel bir ifade kullanılıyor,
ardından bu yararlardan ikisi anılıyor. "Ve etlerini yiyorsunuz. Onların
sırtlarında ve gemilerde taşınıyorsunuz." Deve, sığır, koyun ve keçi gibi
hayvanların etini yemek insanlara helaldir. Ama onlara eziyet etmek,
organlarını kesmek helâl değildir. Çünkü onların etini yemek hayat düzeni
için zorunlu olan bir yararı gerçekleştirir. Eziyet etmek, organlarını
kesmek ise, kalbin katılığını, fıtratın bozulmuşluğunu ifade etmektedir. Bu
davranışların canlılara bir yararı da yoktur çünkü.
Surenin akışı, insanın hayvanlara binmesi ile gemiye
binmesini birbirine bağlıyor. Çünkü hayvanlar ve gemi, bütün yaratıkların
görevlerini düzenleyen, varlıklarını birbirleriyle ahenkli kılan yüce
Allah'ın evrensel düzeninin emrinde hareket etmektedirler. Çünkü suyun ve
gemilerin bu özelliklere sahip olması, sonra su ve gemileri saran atmosferin
bu mahiyette olması geminin batmadan suyun yüzeyinde kalmasını
sağlamaktadır. Bu üç unsurdan birinin yapısı bozulsa ya da ufak bir
değişikliğe uğrasa insanlığın eskiden beri bildiği deniz taşımacılığının
yapılması imkânsız hale gelirdi ve denizcilik halâ bütünüyle bu unsurlara
dayanmaktadır.
Evrende yeralan bunca iman kanıtı, anlayıp
kavrayacak şekilde düşünenlerin dikkatine sunulmuştur. Bunlar ayrıca surenin
birinci ve ikinci bölümü ile de ilgilidirler, surenin akışı içinde her iki
bölümle de uyum oluşturmaktadırlar.
Bu derste insanın iç ve dış alemde yeralan iman
kanıtlarının sunulmasından bütün peygamberlerin getirdiği iman gerçeğinin
sunulmasına geçiliyor. Hz. Nuh'tan -selâm üzerine olsun- bu yana,
peygamberlerin birbirinin ardısıra gelmiş olmasına, birden çok risaletin
(mesajın) gönderilmiş olmasına rağmen, insanlık tarihi boyunca hiç
değişmeyen bu gerçeği, insanların nasıl karşıladıkları açıklanıyor. Birden
peygamberler kafilesini ya da ümmetini seyrediyor gibi oluyoruz. Hepsi de
insanlara aynı anlama gelen, aynı hedefe yönelik aynı sözleri söylüyorlar.
Bu sözleri birbirine o kadar benziyor ki, Arapça tercümeleri bile aynı
oluyor. Oysa her peygamber gönderildiği toplumun dili ile bu gerçeği ifade
etmiştir. Yani bu gerçek değişik dillerden sunulmuştur. Hz. Nuh'un -selâm
üzerine olsun- söylediği sözü, ondan sonra gelen her peygamber aynı
ifadelerle, aynı kelimelerle söylemiştir. İnsanlar da hep aynı cevabı
vermişlerdir. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen kullanılan sözcükler bile
aynıdır.
HZ. NUH VE
SOYDAŞLARI
23- Biz Nuh'u
soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. O dedi ki; "Ey soydaşlarım, Allah'a
kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur. Allah'dan korkmaz mısınız?"
24- Soydaşlarının
önde gelen kâfirleri dediler ki; "Bu adam tıpkı si;,in gibi bir insandır.
üzerinizde üstünlük kurmak istiyor. Eğer Allah dileseydi, bize bir melek
gönderirdi. Onun söylediklerini eski atalarımızdan hiç duymamıştık. "
25- "Bu adam bir
deliden başka bir şey değildir. Bir süre için onu gözetim altında tutunuz. "
"Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka
bir ilahınız yoktur." Değişmeyen gerçek söz. Varlık bütünü buna dayanır.
Varlıklar aleminde yeralan her şey buna tanıklık etmektedir. "Allah'dan
korkmaz mısınız?" Diğer tüm gerçeklerin dayandığı bu ilk ve temel gerçeği
inkâr etmenin akıbetinden korkmaz mısınız? Apaçık gerçeği inkâr etmekle ne
büyük bir cinayet işlediğinizin, bu cinayetin ardından ne kadar acıklı bir
azabı hakettiğinizin farkında değil misiniz?
Ne var ki, kavminin ileri gelenleri bu sözü tartışma
konusu yapmıyorlar, bu sözün kanıtlarını inceleniyorlar, kendi kişilikleri
ve kendilerini davet edenin kişiliği ile ilgili dar bakış açısından
kurtulamıyorlar, kişilerden ve benliklerden soyutlanmış bu büyük gerçeği
gözlemleyebilecekleri engin ufuklara yükselemiyorlar... Varlık bütününün
dayandığı varlıklar aleminde yeralan her şeyin tanıklık ettiği bu büyük
gerçeği bir yana bırakıyor. Hz. Nuh'un kişiliğini gündeme getiriyorlar.
"Soydaşlarının önde gelen kâfirleri dediler ki; `Bu
adam tıpkı sizin gibi bir insandır, üzerinizde üstünlük kurmak istiyor. Eğer
Allah dileseydi, bize bir melek gönderirdi. Onun söylediklerini eski
atalarımızdan hiç duymamıştık."'
Kavmi işte bu daracık, bu küçücük açıdan bakıyor bu
büyük davaya. Şu halde bu davanın tabiatını kavrayamazlar, bu davanın
gerçekliğini göremezler. Küçük ve basit kişilikleri bu davanın özünü
perdeliyor, davanın unsurlarını görmelerini önlüyor. Onunla kalpleri
arasında engel oluşturuyor. Onların gözünde sorun, kendilerinden hiçbir
ayrıcalığı bulunmayan, kendilerine üstünlük sağlamak isteyen, konumlarından
üstün bir konum elde etmek isteyen, aralarından çıkmış bir adamın sorunudur.
Kendilerince Nuh'un ulaşmaya çalıştığını sandıkları,
bu yüzden peygamberlik iddiasına başvurduğunu düşündüklerini, bu yere
gelmesini önlemek üzere gösterdikleri bu basit tepki yüzünden, sadece Hz.
Nuh'un üstünlüğünü inkâr etmekle kalmıyorlar, kendilerinin de mensubu
bulundukları insanlığın üstünlüğünü reddediyorlar. Yüce Allah'ın bu türe
verdiği onuru tepiyorlar, şayet yüce Allah mutlaka bir peygamber
gönderecekse, onu insanlardan seçmesini çok görüyorlar:
"Eğer Allah dileseydi, bize bir melek gönderirdi."
Bunun nedeni, insanı yüceler alemine bağlayan,
insanlar arasından seçilmiş kimselerin bu yüce mesajı algılamalarını, ona
güç yetirmelerini, onu diğer kardeşlerine aktarmalarını, onları bu mesajın
aydınlık kaynağına ulaştırmalarını sağlayan o yüce soluğu ruhlarında
bulmamalarıdır.
Bu yüzden meseleyi alışılmış geçmişe havale
ediyorlar,düşünüp inceleyen akla değil.
"Onun söylediklerini eski atalarımızdan hiç
duymamıştık."
Geleneğin fikir hareketine, kalp özgürlüğüne baskın
çıktığı her durumda bu tür örneklere sürekli rastlanır. Böyle durumlarda
insanlar, realitenin ışığında doğru bir sonuca ulaşmak için karşılarındaki
önermeleri düşünüp incelemektense, geçmişin tozlu raflarında
dayanabilecekleri, geçmişte yaşanan bir örnek, bir belge araştırırlar. Eğer
bu ilk örneği bu belgeyi bulmazlarsa, bu önermeyi ve sonuçlarını kabul
etmezler.
Bu inatçı ve uyuşuk toplumlara göre, bir kere olan
bir şey, ikinci bir sefer de olabilir. Ama eğer daha önce olmamışsa, o şeyin
şu anda olması imkânsızdır. Böylece hayat donuklaşır, hareketsiz hale gelir.
"Eski atalarımız" dedikleri belli bir kuşağın çizgisine çakılıp kalır.
Keşke bunlar taşlaşmış, donuklaşmış olduklarını
bilselerdi! Tersine onlar, özgürlük ve serbestlik hareketinin davetçilerini
delilikle suçluyorlar. Oysa bu davetçiler, onları incelemeye, düşünmeye
çağırıyorlar. Kalpleri ile varlık bütününde dile gelen iman kanıtları
arasındaki engelleri kaldırmaya davet ediyorlar. Ama onlar bu çağrıya,
inatlaşma ile suçlama ile karşılık veriyorlar:
"Bu adam bir deliden başka bir şey değildir. Bir
süre için onu gözetim altında tutunuz."
Yani ölüp gidene kadar bekleyin. O zaman ondan ve
davasından, yeni sözlerle kafanızı çelmesinden kurtulursunuz.
Bu durumda Hz. Nuh -selâm üzerine olsun- bu donmuş
ve taşlaşmış kalplere gidecek bir yol bulamaz. Alaya almalarından,
işkencelerinden kaçıp sığınacağı bir yerde kalmamıştır. Ancak bir ve
ortaksız Rabb'ine yönelir. Karşılaştığı yalanlamayı ona şikayet eder. Bu
yalanlamadan dolayı ondan yardım ister.
26- Nuh "Ya Rabb'i,
onların bu yalanlamaları karşısında bana yardım et" dedi.
Canlılar bu şekilde donuklaşınca, hayat ileriye
doğru belirlenen olgunluk yolunda ilerleyemez, yola dikilen engellerden
dolayı hareket edemez hale gelince... Böyle bir durumda ya bu taşlaşmışlık
parçalanacak ya da hayat olduğu gibi kalacaktır. Nuh kavminin başına
birincisi geldi. Çünkü onlar henüz insanlık hayatının şafağı sayılan bir
zaman diliminde ve henüz yolun başındaydılar. Bu yüzden yüce Allah onların
yok edilmesini, insanlığın yolunun açılmasını dilemiştir.
27- O'na vahiy yolu
ile bildirdik ki; "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca bir gemi
yap. Emrimiz gelip de tandır kaynamaya (her yandan sular fışkırmaya)
başlayınca her canlı türünün birer çifti ile boğulacağına ilişkin hükmümüzün
kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini gemiye bindir. Zalimler
konusunda bana başvurma; çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır. "
Yüce Allah'ın yasası, insanlık hayatı kendisi için
belirlenen yolda devam etsin diye yolun taşlaşmış engellerden temizlenmesini
öngörmüştür. Hz. Nuh selâm üzerine olsun- döneminde insanlık kokuştuğu için,
zayıf gövdeli, henüz yeni yetişmiş bir ağaç gibi bir hastalığa yakalanmış
olduğu için, gelişip büyüyemediği için, kuruyup solmaya yüz tuttuğu için,
üstelik bu durumdan kurtulamadığı için bu hastalığa bir ilaç gerekliydi. O
da her şeyi silip süpüren, her şeyi önüne katıp götüren, toprağı yıkayıp
temizleyen Tufandır. Sağlıklı hayat tohumunun yeniden yeşermesi, tertemiz
gelişmesi, belirlenen süreye kadar boy salıp büyümesi için bu gerekliydi.
"Ona vahiy yolu ile bildirdik ki; "Bizim gözlerimiz
önünde ve vahyimiz uyarınca bir gemi yap." Tufandan kurtulmak, yeniden
yeşermesi için sağlıklı hayat tohumunu korumak için bir araçtır gemi. Yüce
Allah Hz. Nuh'un gemiyi bizzat kendi elleriyle yapmasını dilemiştir. Çünkü
insanın sebeplere ve araçlara sarılması, gücünü son noktasına kadar
harcaması zorunludur. Ancak bu şekilde Rabb'inin desteğini kazanabilir.
Çünkü Allah, yan gelip yatan, rahatını bozmayan, sadece bekleyen ve
beklemekten başka bir şey yapmayıp tembel tembel oturanlara destek vermez,
onlara yardım etmez. Sonra yüce Allah Hz. Nuh'un -selâm üzerine olsun-
insanlığın ikinci babası olmasını dilemişti. Bu yüzden emrini yerine
getirmesi için kendi gözetiminde ve gemi inşasına ilişkin öğrettikleri
doğrultusunda Hz. Nuh'u sebeplere sarılmaya yöneltmiş, yüce iradesi bu yolla
gerçekleşmişti.
Yüce Allah, hastalıklı yeryüzünü temizlemek amacı
ile başlatılacak kapsamlı operasyon için bir de işaret belirlemişti onun
için. "Emrimiz gelip de tandır kaynamaya (her yandan sular fışkırmaya)
başlayınca." (Ayette geçen `Tennur" ocak, tandır, fırın anlamına gelir.) Su
fışkırıncaya başlayınca, bu Nuh'un harekete geçmesi için bir işaret olacak
ve derhal hayatın tohumlarını gemiye yükleyecektir. "Her canlı türünün birer
çiftini gemiye al." Hayvan türlerinden, kuş ve bitkilerden, Nuh döneminde
bilinen ve insanoğlunun yararına sunulan her türden... "Boğulacağına ilişkin
hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini gemiye bindir."
Onlar kâfirlerdir. Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimselerdir. Bu yüzden
yüce Allah'ın daha önce verilmiş sözünün yürürlüğe konmuş yasasının
aleyhlerinde işlemesini haketmişlerdir. Bu yasa Allah'ın ayetlerini
yalanlayanların yok edilmesini öngörür.
Hz. Nuh'a yönelik son emir de aleyhlerinde hüküm
verilmiş kimseler hakkında -en yakın akrabaları dahi olsa- tartışmaya
girmemesi, kurtarmaya çalışmamasıdır.
"Zalimler konusunda bana başvurma; çünkü onlar
kesinlikle boğulacaklardır."
Bir dostun ya da yakının hatırı için Allah'ın yasası
hiç kimseye tolerans tanımaz, tek ve doğru yolundan sapmaz.
Burada, bundan sonra Nuh kavminin başına ne geldiği
ayrıntılı olarak anlatılmıyor. Kuşkusuz sorun çözümlenmiştir. "Onlar
kesinlikle boğulacaklardır" kararı gerçekleşmiştir. Ama surenin akışı Hz.
Nuh'a -selâm üzerine olsun- nimetlerïne karşılık Rabb'ine nasıl
şükredeceğini, lütuf ve bağışına karşılık nasıl hamdedeceğini, yolunu
göstermesini nasıl isteyeceğini öğreterek yoluna devam ediyor.
28- Ey Nuh, sen ve
beraberindekiler gemiye yerleştiğinizde "Bizi zalim soydaşlarımızdan
kurtaran Allah'a hamdolsun" dedi.
29- Yine de ki; "Ya
Rabb'i, beni bereketli bir yere indir. Sen kullarını en iyi yerlere
konduransın. "
Hz. Nuh'tan Allah'a böyle hamdetmesi, ona bu şekilde
yönelmesi, onu sıfatları ile bu şekilde nitelendirmesi, kullara yönelik
mucizelerini böyle dile getirmesi isteniyordu. Kullar, en başta da
başkalarına örnek olması gereken peygamberler böyle eğitilir.
Sonra kıssanın bütünü ve ilahi güç ve hikmetin
kanıtı adına içerdiği genel çizgileri üzerine şu değerlendirme yapılıyor.
30- Bu olayda
alınacak birçok dersler vardır. Biz Nuh'u ve soydaşlarını bu yolla sınavdan
geçirmiş olduk.
İmtihanın çeşitli şekilleri ve amaçları vardır.
Sabır için imtihan edilir, şükür için imtihan edilir, sevap için imtihan
edilir, yönlendirme, eğitme, arındırma ve sağlamlaştırma için imtihan
edilir. Nuh kıssasında da hem kendisinin, hem kavminin hem de soyundan
gelenlerin geçtiği çeşitli imtihan şekilleri yeralmaktadır.
DEĞİŞMEZ TARİHİ
GERÇEKLER
Surenin akışı tarih boyunca tek ve değişmez bir
mahiyet arzeden peygàmbèrlik olgusu ile sürekli yinelenen yalanlama
reaksiyonunun yeraldığı sahnelerden bir diğerini sunmakla devam ediyor.
31- Onların ardından
başka bir kuşak ortaya çıkardık.
32- Onlara da
"Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur, Allah'dan korkmaz
mısınız"diyen kendilerinden bir peygamber gönderdik.
33- Soydaşları
arasındaki ahiret buluşmasını yalanlayan ve kendilerine bol nimet verdiğimiz
için baştan çıkan öncü kâfirler dediler ki; "Bu adam tıpkı sizin gibi bir
insandır, sizin yediğinizden yiyor ve sizin içtiğinizden içiyor. "
34- Eğer kendiniz
gibi bir insana itaat edecek olursanız, o halde aldanmış cahiller olursunuz.
35- "O sizi, ölüp
toprak ve kemik olduktan sonra yeniden diriltileceksiniz diye mi
korkutuyor?"
36- "Heyhat, heyhat!
Gerçekten ne kadar uzak bir korkutmadır bu!"
37- "Hayat, bu
dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Kimimiz ölürüz, kimimiz yaşarız. Yeniden
diriltileceğimiz sözkonusu değildir!"
38- "Bu adam,
kesinlikle Allah'a iftira eden, Allah adına yalan söyleyen biridir. Ona
inanmamız sözkonusu değildir. "
39- O peygamber "Ya
Rabb'i, bunların yalanlamaları karşısında bana yardım et. "
40- Allah "Onlar
yakında pişman olacaklardır" dedi.
41- Derken ansızın
hakettikleri müthiş bir gürültüye tutuluverdiler de kendilerini sel
süprüntüsüne dönüştürdük. Kahrolsun zalimler güruhu!
Bu surede sunulan peygamber kıssaları, hikâye
anlatmak, olayları ayrıntılı biçimde aktarmak amacı ile yer almıyorlar.
Bütün peygamberlerin getirdikleri tek sözü, ayrıca topluca gördükleri aynı
tepkiyi vurgulamak amacı ile yeralıyor bu kıssalar. Bu yüzden önce Hz.
Nuh'dan başlanıyor, amaç başlangıç noktasını belirlemektir. Hz. Musa ve Hz.
İsa -selâm üzerlerine olsun- ile de son buluyor. Bununla da son peygamberden
önceki bitiş noktası vurgulanıyor. Başlangıçla bitiş noktası arasındaki
halkaların benzerliğinin vurgulanması amacı ile bu uzun silsilenin ortasında
yeralan peygamberlerin ismi geçmiyor. Her halkada o biricik söz ve
değişmeyen tepkiden söz ediliyor sadece. Çünkü kıssaların sunulması ile
güdülen amaç budur.
"Onların ardından başka bir kuşak ortaya çıkardık."
Bunların kim oldukları belirtilmiyor. Genel kanıya göre bunlar Ad ve Hud
kavimleridir.
"Onlara da "Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir
ilahınız yoktur, Allah'dan korkmaz mısınız" diyen kendilerinden bir
peygamber gönderdik." Daha önce Hz. Nuh'un söylediği sözlerin aynısını
söylüyor bu peygamber. Kuşakların konuştukları dillerin farklı olmasına
rağmen bu konuşma aynı kelimelerle aktarılıyor.
Peki bu sözlere nasıl bir cevap vermişlerdi? Aşağı
yukarı aynı cevap.
"Soydaşları arasındaki Ahiret buluşmasını yalanlayan
ve kendilerine bol nimet verdiğimiz için baştan çıkan öncü kâfirler dediler
ki; "Bu adam tıpkı sizin gibi bir insandır, sizin yediğinizden yiyor ve
sizin içtiğinizden içiyor."
"Eğer kendiniz gibi bir insana itaat edecek
olursanız, kesinlikle hüsrana uğrarsınız."
Her zaman tekrarlanan bu itiraz peygamberin insan
oluşuna yönelik bir itirazdır. Bu itirazın kaynağı, büyüklük taslayan
şımarıkların kalpleri ile insanı yüce yaratıcıya bağlayan yüce soluğun
birbirinden kopuk olmasıdır.
Bolluk içinde yüzüp şımarmak fıtratı dejenere eder,
duyguları taşlaştırır, mesajları algılayacak insanın içindeki açık noktaları
kapatır. Kalpler algılayan, etkilenen ve tepki gösteren bu keskin
duyarlılığı yitirirler. Bu yüzden İslâm, lüks ve konfor içinde şımarıkça bir
hayat sürdürmeye savaş açar. Toplumsal hayatını, müslümanlar arasında lüks
içinde yüzen şımarıklara varlık hakkı tanımayan bir temele dayandırır. Çünkü
onlar kokuşmuş bataklık gibidirler. Çevrelerini bulaştırırlar. Çok geçmeden
haşereler türer, solucanlar yüzer içinde.
Ayrıca burada bu rahatlık düşkünü şımarıklar, ölüp
çürüdükten sonra tekrar dirilmeyi de inkâr ediyorlar. Kendilerine tuhaf
sayılan bu olayı haber veren peygambere de şaşırıyorlar.
"O sizi, ölüp toprak ve kemik olduktan sonra yeniden
diriltileceksiniz diye mi korkutuyor?"
"Heyhat, heyhat! Gerçekten ne kadar uzak bir
korkutmadır bu!"
"Hayat, bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Kimimiz
ölürüz. Kimimiz yaşarız. Yeniden diriltileceğimiz sözkonusu değildir."
Bu gibi insanlar hayatın büyük hikmetini
kavrayamazlar, uzaktaki hedefine ulaşsın diye hayatın evrelerini yönlendiren
planın inceliklerini göremezler. Halbuki bu hedef bu dünya hayatında tam
anlamıyla gerçekleşmez. İyilik dünya hayatında gerçek karşılığını asla
göremez, kötülük de öyle. Her ikisi de gerçek karşılıklarını öbür dünyada
görürler. Orada salih mü'minler ideal hayatın zirvesine ulaşırlar. Orada bir
korku, bir meşakkat duymazlar. Allah dilemedikçe bu hayatın değişmesi, sona
ermesi sözkonusu olamaz. Fıtratları dejenere olmuş, tersyüz olmuş şımarıklar
da aşağılık bir hayat düzeyine yuvarlanırlar ve orada insanlıklarını
yitirirler. Taşlara veya taş gibi şeylere dönüşürler.
Bu gibi adamlar bu tür incelikleri kavrayamazlar,
surede sunulan hayatın ilk evrelerinin, daha sonra gerçekleşecek evrelerin
kanıtı olduğunun farkına varmazlar. Bu evreleri planlayan gücün sanıldığı
gibi insan hayatını ölüm ve çürüme aşamasında durdurmayacağı sonucunu
çıkarmazlar. Bu yüzden şaşırıyorlar, tekrar dirileceklerinden söz eden
peygamberi tuhaf karşılıyorlar. Bilgisizce bir tutumla ölümden sonraki
dirilişe ihtimal vermiyorlar. Dünya hayatının dışında bir hayatın olmadığını
ve sadece bir kere ölüneceğini ahmakça iddia ediyorlar. Bir kuşak ölür,
arkasından bir başka kuşak yaşar. Ölenlerse, kemik ve toprak yığınına
dönüşüp giderler.
Bu tuhaf adamın söylediği gibi bir daha dirilip
yaşama nerde? Olacak iş değil! Sözünü ettiği ölümden sonra diriliş olayının
gerçekleşmesi mümkün değildir. Çürüyüp sadece kemikleri kalacak, toz toprak
olacaklar (!)
Onlar bu bilgisizliği, hayatın ilk evrelerinde
ortaya çıkan ilahi hikmeti düşünmekten uzaklığın bu kadarıyla yetinmiyorlar.
Bu cahilliklerini bu noktada durdurmuyorlar. Üstelik peygamberlerini Allah'a
iftira atmakla suçluyorlar. Daha önce tanımadıkları Allah'ı şimdi
hatırlıyorlar. O da peygamberi suçlamak için:
"Bu adam, kesinlikle Allah'a iftira eden, Allah
adına yalan söyleyen biridir. Ona inanmanız sözkonusu değildir."
Bu durumda peygamber, daha önce Hz. Nuh'un yaptığı
gibi Rabb'inden yardım istemekten başka çözüm bulamıyor, hem de Hz. Nuh'un
yardım isterken kullandığı ifadenin aynısı ile:
"O peygamber "Ya Rabb'i, bunların yalanlamaları
karşısında bana yardım et."
İşte o zaman, toplum kendisi için belirlenen süreyi
tamamlayınca, inat, gaflet ve yalanlamanın ardından içlerinde bir iyilik
umudu da kalmayınca Allah'ın cevabı gerçekleşiyor:
"Allah "Onlar yakında pişman olacaklardır" dedi."
Ama o zaman pişmanlık fayda vermeyecektir. Tövbeleri
işe yaramayacaktır.
"Derken ansızın hakettikleri müthiş bir gürültüye
tutuluverdiler de kendilerini sel süprüntüsüne dönüştürdük. Kahrolsun
zalimler güruhu."
Ayette geçen "Gusa" sel sularının önünde biriken
kırık dökük otlar, hiçbir işe yaramayan, bir değeri olmayan, aralarında bir
ilgi de bulunmayan çerçöp yığını demektir. Bunlarda, yüce Allah'ın
kendilerini .onurlandırdığı özelliklerden soyutlandıkları, dünya hayatındaki
varlıkların hikmetinden habersiz oldukları, yüceler alemi ile ilgilerini
kestikleri için içlerinde saygı duyulacak bir unsur kalmamıştır, sel
sularının önündeki çerçöp yığınına dönüşmüşler, bir değer, bir özen
gösterilmeden bir kenara atılmışlardır. Bu da Kur'anın incelikli ifade
tarzının erişilmez örneklerinden biridir.
Onlar bu aşağılanmışlığın üstüne bir de Allah'ın
rahmetinden kovuluyorlar, insanların ilgisinden uzaklaştırılıyorlar.
"Kahrolsun zalimler. güruhu."
Hem pratik hayatta, hem de vicdan aleminde hayattan
ve anılardan silinsinler.
ALLAH'IN
YÜRÜRLÜKTEKİ TOPLUM YASASI
42- Onların ardından
başka kuşaklar ortaya çıkardık.
43- Hiç bir ümmet,
ecelini ne öne alabilir ve ne de erteleyebilir.
44- Sonra ardarda
peygamberlerimizi gönderdik. Hangi ümmete peygamberi geldi ise onu
yalanladılar. Biz de onları birbiri peşisırâ yokederek tarihi olaylara
dönüştürdük. Kahrolsun inanmayanlar güruhu!
Bu şekilde genel bir ifade ile davetin tarihi
özetleniyor, başında Nuh ve Hud'un bulunduğu, sonunda da Musa ve İsa'nın
yeraldığı uzun zaman içinde her zaman yürürlükte olan Allah'ın yasası
açıklanıyor. Buna göre her kuşak yaşama süresini doldurup gidiyor: "Hiç bir
ümmet, ecelini ne öne alabilir ve ne de erteleyebilir." Ama hepsi de
peygamberlerini yalanlıyorlar. "Hangi ümmete peygamberi geldi ise onu
yalanladılar." Yalanlayanlar gönderilen peygamberleri yalanladıkça Allah'ın
yasası uyarınca cezalandırılıyorlar: "Bizde onları birbiri peşisıra yok
ettik." Yok edildikleri yerlerde, harap olmuş yurtlarında, gördüklerinden
ders çıkarmasını bilenler için somut ibret tabloları kaldı.
"Hepsini tarihi olaylara dönüştürdük." Kuşaklar boyu
bu efsaneleri dilden dile dolaşıp duruyor.
Bu hızlı tempolu ve özet sunuş, mü'min olmayan bu
toplumların rahmetten uzak olmaları, kovulmaları, gözlerden ve gönüllerden
uzak olmaları temennisi ile sona eriyor. "Kahrolsun inanmayanlar güruhu."
KALIPLAŞMIŞ SÖZLER
Ardından sunuş ahengine uyması, belirlenen hedefe
yönelik olması amacı ile peygamberlik misyonu ile buna karşı olan insanların
yalanlamaları konusu etrafında Musa peygamberin kıssası da özet olarak
yeralıyor.
45- Sonra Musa ile
kardeşi Harun'u ayetlerimiz ile ve açık kanıtla destekli olarak gönderdik.
46- Firavun ile onun
önde gelen adamlarına. Fakat onlar büyüklük kompleksine kapılarak iman
etmeye yanaşmadılar. Zaten onlar kendilerini beğenmiş kimselerdi.
47- Onlar dediler
ki; "Kendimiz gibi birer insan olan şu iki adama mı inanacağız ki, onların
soydaşları bize tapıyorlar?"
48- Onları
yalanladılar ve bu yüzden yok edildiler.
Burada da peygamberlerin birer insan oluşuna ilişkin
itiraz ön plana çıkıyor "Kendimiz gibi birer insan olan şu iki adama mı
inanacağız."
Bir de İsrailoğullarının Mısır'daki durumlarını
ortaya koyan şu özel noktayı da ekliyorlar. "Onların soydaşları bize
tapıyorlar." Bizim emirlerimize uyup, bize boyun eğiyorken... Firavun ve
kurmaylarına göre bu durum Musa ve Harun'un küçümsenmesi için bir nedendir.
Musa ve Harun'un getirdiği ayetlere, ellerinde
bulunan belgelere gelince, bunların yeryüzünün çirkefine batmış, batıl
rejimlerinin esiri olmuş, ucuz değerlerin peşine takılmış bu körelmiş
kalplere etki etmeleri imkânsız bir şeydir.
Burada Meryemoğlu İsa'ya, annesine, yaratılışındaki
belirgin mucizeye kısaca işaret ediliyor. Tıpkı Hz. Musa'nın gösterdiği
mucizeler gibi yalanlayanlar Hz. İsa'nın yaratılışındaki mucizeyi de
yalanlıyorlar.
49- .Soydaşları
doğru yolu bulsunlar diye Musa'ya kitap verdik.
50- Meryemoğlu İsa
ile annesini gücümüzün bir kanıtı olarak ortaya çıkardık. Onları yaşamaya
elverişli ve akarsulu bir tepeye yerleştirdik.
Bu ayette işaret edilen tepenin neresi olduğuna
ilişkin değişik rivayetler vardır. Nerede bu yer?.. Mısır'da mı? Şam'da mı?
Yoksa Kudüs'te mi? Buralar Meryem'in oğluyla birlikte gittiği yerlerdir.
Kitaplarında da yazıldığı gibi Hz. İsa çocukluğunda buralara annesiyle
birlikte gitmiştir. Ama buraları yer olarak belirlemek önemli değildir. Amaç
yüce Allah'ın temiz, taze hoş kokulu bitkilerin bulunduğu, suların aktığı,
gözetip korundukları bir yerde onları barındırdığına işaret etmektedir.
Peygamberlik zincirinin bu halkasına ulaşılınca,
hitap peygamberler ümmetine yöneltiliyor. Aynı zamanda ve aynı bölgede
toplanmış, hep birlikte dinliyorlar gibi... Çünkü onları birbirine bağlayan
tek ve değişmez gerçek karşısında zaman ve mekana bağlı farklılıklar bir
anlam ifade etmez.
51- Ey peygamberler,
temiz yiyeceklerden yiyiniz ve iyi ameller işleyiniz. Hiç kuşkusuz ben sizin
neler yaptığınızı bilirim.
52- Sizin de bir
parçasını oluşturduğunuz şu ümmet, tek bir ümmettir, ben de sizin
Rabb'inizim. Öyleyse sırf benden korkunuz.
Bu çağrı peygamberlere -selâm üzerlerine olsun-
yöneliktir ve gerçeklerden habersiz olanların inkâr ettikleri beşeri
özelliklerini ön plana çıkarmaktadır. "Temiz yiyeceklerden yiyiniz." Yemek,
insan olmanın genel özelliklerinden biridir. Ama temiz şeylerden yemek
insanı yücelten, arındıran yüceler alemine bağlayan özel bir durumdur.
Bu aynı zamanda yeryüzünü düzeltmelerine ilişkin bir
çağrıdır: "İyi ameller işleyiniz." Çalışmak da insan olmanın doğal
sonuçlarından biridir. Fakat iyi ve yararlı işler yapmak, seçkin ve salih
kulların ayırıcı özelliğidir. Böylece hayatta tutunacakları bir dal,
gözetleyecekleri bir hedefleri olur. Kendilerini yüceler alemine bağlayacak
bir amaç uğruna çalışırlar.
Peygamberden insanlığından soyutlanması istenmez.
Ondan istenen, bir ferdi olduğu insanlık alemini yüce Allah'ın kendileri
için belirlediği ulu ve aydınlık ufka yükseltmesidir. Yüce Allah
peygamberleri bu ufka götüren önderler ve üstün örnekler kılmıştır. Bundan
sonra yüce Allah ince ve duyarlı terazisiyle onların yaptıklarını
değerlendirir. "Hiç kuşkusuz ben sizin neler yaptığınızı bilirim."
Peygamberlerin getirdiği gerçeğin, peygamberlerin
belirginleştikleri tabiatın, onları gönderen yaratıcının ve hep birlikte
yöneldikleri hedefin birliği karşısında zamanın uzunlukları, mekanın
boyutları ortadan kalkar
"Sizin de bir parçasını oluşturduğunuz şu ümmet, tek
bir ümmettir, ben de sizin Rabb'inizim. Öyleyse sırf benden korkunuz."
Surenin bu üçüncü dersi, peygamberler topluluğundan
sonra insanların içine düştükleri durumun tasviri ile başlıyor. Son
peygamber de onları bu durumda bulmuştu. Daha önce gelmiş bütün
peygamberlerin getirdiği tek gerçek etrafında görüş ve inanç ayrılığına
düşmüş, birbirleriyle çekişir durumdaydılar.
Son Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun-
getirdiği gerçeğin farkında olmayışlarını, içinde bulundukları durumun
akıbetini düşünmelerine engel olan sapıklıklarını tasvir ediyor. Öte tarafta
mü'minler Allah'a kulluk ediyorlar. İyi ve yararlı işler yapıyorlar. Buna
rağmen karşılaşacakları akıbetten korkuyorlar. Rabb'lerine dönecekler diye
kalpleri titriyor. Böylece mü'minin şahsında somutlaşan sürekli uyanıklık ve
sakınma tablosu ile kâfirin şahsında somutlaşan sapıklık ve gaflet tablosu
karşılıklı olarak yeralıyor.
Sonra, surenin akışı içinde onlarla birlikte değişik
gezintilere çıkılıyor. Bir keresinde tutumları kınanıyor. Kuşkuları gözler
önüne seriliyor bir keresinde. Bir diğer sefer, hem iç alemlerinde, hem de
dış alemde yeralan iman kanıtlarına değinilerek vicdanları uyarılmak
isteniyor. Bir de kabullendikleri gerçeklere değinilerek bunlar birer belge
olarak önlerine çıkarılıyor.
Ders içinde yeralan bu gezintiler onların kaçınılmaz
akıbetleri ile başbaşa bırakılmaları ile sona eriyor. Ardından hitap Hz.
Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltiliyor ve kendi yolunu
izlemesi, onların inat etmelerine öfkelenmemesi, kötülüğü iyilikle savması,
onların göz göre göre sapıklığa sürükleyen şeytanlardan Allah'a sığınması
isteniyor.
İNANÇ BİRLİĞİ VE
PARÇALANMA
53- Fakat insanlar
bu inanç birliğini yıkarak çeşitli gruplara ayrıldılar. Her grup kendi inanç
sistemi ile övündü.
54- Bir süre için
onları gafletleri ve sapıklıkları ile başbaşa bırak.
55- Onlar sanıyorlar
mı ki, kendilerine verdiğimiz servetle ve evlatlarla,
56- Onların
iyiliklerine koşuyoruz? Aslında onlar işin farkında değildirler.
Peygamberler -selâm üzerlerine olsun- aynı sözleri
söyleyen, aynı ibadeti yapan, aynı hedefe yönelen tek bir ümmet olarak gelip
gitmişlerdi. Oysa insanlar onlardan sonra birbirleriyle çekişen, aynı sistem
ve aynı yolda buluşmaları mümkün olmayan gruplara bölünmüşlerdi.
Kur'anın olağanüstü ifade tarzı onların birbirleri
ile çekişmelerini son derece sert ve somut bir ifadeyle dile getiriyor.
Peygamberlerin getirdiği gerçeği o kadar çekiştirdiler ki, adeta çeşitli
parçalara böldüler, herbiri bir taraftan tutup, parçaladılar. Ve her grup
elinde kalan parçayı alıp yoluna devam etti. Hiçbir şeyi düşünmeden, hiçbir
şeye bakmadan elindeki parçadan memnun yoluna devam etti. Yoluna devam etti
ve herhangi bir esintinin duygularına girebileceği, aydınlatıcı bir ışığın
nüfuz edebileceği tüm açıklıkları kapattı. Her grup elinde bulunanla
oyalanarak, uğraşarak sapıklık içinde yaşadı. Bu öyle bir sapıklıkta ki, can
veren herhangi bir esinti, aydınlatan herhangi bir ışık onlara etki edemedi.
Onların durumu bu şekilde tablolaştırıldığı sırada
hitap Hz. Peygambere salât ve selâm üzerine olsun- yöneltiliyor.
"Bir süre için onları gafletleri ve sapıklıkları ile
başbaşa bırak."
Bırak onları sapıklıkları ile, sahip oldukları
şeylerle gafilce oyalansınlar, belirlenmiş süresi dolup kaçınılmaz sonları
beklenmedik bir sırada ortaya çıkana kadar.
Daha sonra onları ayıplamaya, gafilliklerinden
dolayı onları alaya almaya başlıyor. Çünkü bir süre kendilerine zaman
tanınmasını deneme döneminde kendilerine mal ve evlat verilmesini,
kendilerinin iyilikte öncelikli oldukları, nimet ve bolluk içinde sürekli
kalacaklardır şeklinde yorumluyorlar:
"Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz
servetle ve evlatlarla." "Onların iyiliklerine koşuyoruz."
Mal ve evladı onları denemek için veriyoruz. Onları
imtihan ediyoruz.
"Aslında onlar işin farkında değildirler."
Mal ve evlat bağışının ardındaki karanlık akıbetin,
örtülü kötü geleceğin farkında değiller.
MÜ'MİNLERİN ÜSTÜN
KARAKTERİ
Sapık kalplerin gaflet ve sapıklık tablosunun
yanında mü'min kalplerin uyanıklık ve sakınma tablosu yeralıyor.
57- Onlar ki,
Rabb'lerinin korkusu ile titriyorlar.
58- Ve onlar ki,
Rabb'lerinin ayetlerine inanıyorlar.
59- Ve onlar ki,
Rabb'lerine ortak koşmuyorlar.
60- Ve onlar ki,
Rabb'lerine dönecekler diye kalpleri ürpererek verdikleri şeyi verirler.
61- İşte onlar
iyiliklerde yarışanlar ve bu yarışı önde bitirenlerdir.
Burada imanın kalp üzerindeki etkisi kendini
gösterir. Bu etki, duyarlılık, incelik, çekingenlik, eksiksize ulaşma
isteği, görev ve sorumlulukları yerine getirme ve sonuçları hesaplama
şeklinde belirir.
İşte bu mü'minler ürpererek, sakınarak,
Rabb'lerinden korkarlar. Hem onlar Rabb'lerinin gönderdiği ayetlere
inanıyorlar, O'na ortak koşmuyorlar. Ayrıca onlar görev ve sorumluluklarını
da yerine getiriyorlar. Güçleri yettiği, ellerinden geldiği oranda
Rabb'lerine itaat ediyorlar. Bütün bunlara rağmen onlar "Ve onlar ki,
Rabb'lerine dönecekler diye kalpleri ürpererek verdikleri şeyi verirler."
Bütün güçlerini harcamış olmalarına rağmen Allah'ın verdiği nimetler
karşısında bunun yetersiz olduğunu az bir şey olduğunu bilirler.
Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- şöyle dediği
rivayet edilir. "Ya Resulullah "Rabb'lerine dönecekler diye kalpleri
ürpererek verdikleri şeyi verirler" ayetinde kastedilenler, hırsızlık yapan,
zina eden, içki içen, bununla beraber ulu Allah'dan korkan kimseler midir?
diye sordum." Hayır ey doğru sözlü kişinin (Sıddık'ın kızı). Burada
kastedilen, namaz kılan, oruç tutan, Allah yolunda mali harcamada bulunan
beraberinde de her şeyden üstün ve her şeyden güçlü olan Allah'dan
korkandır" dedi. (Tirmizi)
Mü'min kalp Allah'ın elini üzerinde hisseder. Her
nefesinde her çırpıntısında Allah'ın nimetlerini düşünür. Bu yüzden bütün
ibadetlerini küçümser, Allah'ın nimetleri ve bağışları karşısında O'na itaat
amacı ile yerine getirdiği yükümlülükleri az görür. Aynı zamanda o her
zerresi ile yüce Allah'ın büyüklüğünün, ululuğunun bilincindedir. Duyuları
ile çevresinde olup biten her şeyde Allah'ın elini gözetler. Bu yüzden
ürperir, heyecanlanır. O'nun hakkını eksik verdiğini, ibadet ve itaatte
üstüne düşeni gereği gibi yerine getirmediğini, duygularını ve düşüncesini
onu bilmekle,. O'na şükretmekle doldurmadığını düşünerek Allah'la
buluşmaktan korkar çekinir.
İşte iyilik yapmak için yarışanlar bunlardır.
İyiliğe koşan, bu çabuklukla, bu uyanıklıkla, bu bilgi ile, çalışma ve bu
itaatle onu elde edenler bunlardır. Yoksa sapık bir hayat yaşadıkları halde,
kendilerine nimet bahşedildiğini sanan, iyilik yapılmak istendiğini düşünen
kimseler öyle değil... Bunlar azgın bir iştahla yavaş yavaş tuzağa yaklaşan
ve hiçbir şeyden haberi olmayan ava benzerler. Toplum için de bu kuşun
benzerleri çoktur, rahatlık saptırır onları, içinde yüzdükleri nimetle
oyalanırlar, zenginlik azgınlaştırır onları, gurur aldatır, sonunda
kaçınılmaz akıbetle yüzyüze kalırlar.
İNSANIN KAPASİTESİ
İslâmın, müslüman kalbine kazandırdığı bu uyanıklık,
imanın kalplere yerleşir yerleşmez uyandırdığı bu duygu, insanın gücünü aşan
bir olay, insanın kapasitesinin üstünde bir yükümlülük değildir. Bu, Allah'ı
bilmekten, O'na bağlılığın bilincine varmaktan, O'nun gizli açık gözetimini
düşünmekten kaynaklanan bir duyarlılıktır. İçinde bu aydınlatıcı ışık
parlayınca, insanın gücünün kaldırabileceği bir sorumluluktur bu.
62- Biz herkese
taşıyabileceği kadar yük yükleriz. Bizim katımızda, gerçeği olduğu gibi
söyleyen bir kitap vardır. Onlara asla haksızlık edilmez.
Yüce Allah insanların kapasitelerine ilişkin kesin
bilgi uyarınca belirler sorumlulukları. İnsanları yapabildikleri şeylerden
hesaba çeker. Güç yetiremeyecekleri şeyi yüklemek veya yaptıkları bir şeyi
geçersiz saymak suretiyle onlara haksızlık etmez. Yaptıkları her şey
"gerçeği söyleyen" bir defterde yazılıdır ve hesapları ona göre yapılır.
Bunları eksiksiz olarak ve açıkça ortaya koyar. Çünkü Allah hesapları en iyi
şekilde görür.
Gafillerse, hiçbir şeyin farkında değiller, çünkü
kalpleri haktan sapmıştır. Onun diriltici aydınlığını algılamamıştır. Çünkü
başka şeylerle oyalanmaktadır, bir bataklıkta çırpınıp durmaktadır. Nihayet
dehşetle yüz yüze gelirler, acıklı bir azap görürler, bununla birlikte
azarlanıp horlanırlar.
63- Fakat kâfirlerin
kalpleri, mü'minlerin bu davranışlarından tamamen habersizdir. Onların,
bunlar dışında, birtakım kötü işleri var ki, sürekli olarak onlarla
meşguldürler.
64- Ama onların
azılı elebaşlarının yakasına azabımızla yapıştığımızda hemen feryadı
basarlar.
65- "Bugün boşuna
feryad etmeyiniz, bizden yardım göremeyeceksiniz. "
66- "Vaktiyle
ayetlerimiz size okunduğunda yüzünüzü arkanıza çevirirdiniz. "
67- "Ayetlerimize
dudak bükerek gizli toplantılarınızda saçmalıyordunuz. "
İçinde bulundukları durumu bırakmamalarının nedeni,
insanın gücünü aşan bir sorumluluk yüklenmiş olmasından değildir. Asıl
neden, kalplerinin sapıklık içinde yüzmesi, Kur'anın getirdiği gerçeği
görmemesidir. Sonra onlar Kur'anın belirlediği hareket metodunun dışında bir
yol izlemektedirler. "Onların, bunlar dışında, birtakım kötü işleri var ki,"
ardından, birdenbire beklenmedik bir felâketle karşı karşıya kalışlarını
sergileyen sahne canlandırılıyor. "Ama onların azılı elebaşlarının yakasına
azabımızla yapıştığımızda hemen feryadı basarlar." İnsanlar arasında en
fazla eğlenceye dalanlar, sapıtanlar, sonucu düşünmeden sorumsuz bir hayat
sürdürenler kendilerine verilmiş bol nimetlerden dolayı şımaranlardır.
İşte bakın onlar, kendilerini kıskıvrak yakalamış
olan azap karşısında şaşkına dönmüş, avazları çıktığı kadar bağırıp feryat
ediyorlar. Yardım istiyorlar, merhamet dileniyorlar. (Bu durum, daha önceki
şımarıklıklarına, gafletlerine, büyüklük taslamalarına, gurura kapılmalarına
karşılıktır). Sonra bakın, şimdi de eziyet görüyorlar, azar işitiyorlar.
"Bugün boşuna feryad etmeyiniz, bizden yardım göremeyeceksiniz."
Artık sahne karşımızdadır. Onlar eziyet görüyor,
azar işitiyorlar. Kurtuluştân ümit kesiyorlar, yardım görebilecekleri biri
de yok. Bunun yanında daha önce sapıklıklarına dalıp gittikleri hayatları
hatırlatılıyor kendilerine. "Vaktiyle ayetlerimiz size okunduğunda yüzünüzü
arkanıza çevirirdiniz."
Size okunanlar bir tehlikeymiş, siz de ondan
kaçıyormuşsunuz gibi, ya da hoş olmayan, bir şeyden sakınıyormuşsunuz gibi
geri geri kaçıyordunuz. Bu gerçeği kabullenmiyor, büyüklük taslıyordunuz.
Buna ek olarak bir de Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve onun
getirdiği gerçeği duyduğunuzda kötü sözler söylediğiniz, gece
toplantılarınızda çirkin laflar edip, ona hakaret ederdiniz. Geceleri
Kâ'be'deki putların etrafında halka oluşturup toplandıkları zaman
ağızlarından çirkin ve kaba sözler dökülürdü. İşte Kur'an bu tavırlarından
dolayı hesaba çekilişlerini bir sahne şeklinde canlandırıyor. Onlar feryad
edip, yardım istiyorlar. Fakat onlara o çirkin gece toplantıları, o pis
konuşmaları hatırlatılıyor. Ama olay öylesine canlandırılıyor ki, şu anda
meydana geliyormuş gibi seyrediyorlar, olayı yaşıyorlar. Bu da kıyamet
sahnelerini gözle görülen realite gibi canlandıran Kur'anın eşsiz ifade
tarzının örneklerinden biridir.
Müşrikler meclislerinde gece toplantılarında Hz.
Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- ve Kur'an-ı Kerim'e saldırırlarken
cahilliğin neden olduğu büyüklük kompleksinin somut birer örneğiydiler. Bu
tipler gerçeğin değerini anlayamazlar, çünkü bunların basiretleri
kapanmıştır, birer kördürler bunlar. Gerçeği alay konusu etmek, eğlenmek
hatta itham etmek için ele alırlar. Bu tiplere her zaman rastlanır. Arap
cahiliyesi her zaman ve her yerde görülen çeşitli cahiliye düşünce ve
toplumlarının yalnızca bir örneğidir. Şu anda da vardır, bundan sonra da
varolacaktır cahiliye.
NEDEN İNKÂR YOLU
Surenin akışı, onları ahirette gerçekleşen azarlanma
sahnesinden alıp yeniden dünyaya getiriyor; o tuhaf tutumlarının nedenini
sormak şaşırtıcılığını vurgulamak için... Güvenilir peygamberin kendilerine
sunduğu gerçeğe inanmalarına engel olan neydi? İçlerini kemiren kuşku neydi
ki doğru yola giremediler? Gerçeğe sırt çevirmelerinin, gece toplantılarında
kötü sözler sarfetmelerinin gerekçesi neydi? Oysa Hz. Peygamberin
kendilerine sunduğu katışıksız gerçekti, onları doğru yola iletmek
istiyordu. ,
68- Acaba onlar
Kur'anı incelemediler mi? Yoksa onlara, eski atalarına gelmemiş olan bir
mesaj mı geldi?
69- Yoksa
peygamberlerini tanıyamadılar da bu yüzden mi ona karşı çıkıyorlar?
70- Yoksa onun deli
olduğunu mu söylüyorlar. Hayır, O onlara gerçeği getirdi ve onların çoğu
gerçekten hoşlanmıyorlar.
71- Eğer gerçek
onların keyfi arzularına uysaydı, göklerin, yerin ve gökler ile yerde
bulunan canlı-cansız tüm varlıkların düzeni ve dengesi bozulurdu. Aslında
onlara nam ve şan bağışladık. Fakat onlar kendi nam ve şanlarına sırt
dönüyorlar.
72- Yoksa sen
onlardan ücret mi istiyorsun ki? Oysa Rabb'inin sana vereceği ücret daha
üstündür. O rızık verenlerin en iyisidir.
73- Aslında sen
onları doğru yola çağırıyorsun.
74- Ama ahirete
inanmıyorlar doğru yolun uzağına düşüyorlar.
Kuşkusuz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- getirdiği hak içerikli mesajını düşünenler, iyice inceleyenler ondan
vazgeçmezler, ona sırt çeviremezler. Çünkü onun getirdiklerinde bir
güzellik, bir bütünlük, bir ahenk ve bir çekicilik vardır. Fıtratla uygunluk
vardır. Vicdanı uyandıran, harekete geçiren unsurlar vardır. Kalbin gıdası,
düşüncenin azığı, yönelişin görkemlisi ondadır. Sistemin tutarlı ve
dengelisi, yaşamının adil ve sağlamı onun içinde yeralır. Hz. Muhammed'in
-salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği din'de fıtratın tüm unsurlarını
harekete geçiren, onları besleyen, ihtiyaçlarına cevap veren, özellikler
mevcuttur. Şu halde "Kur'anı incelemediler." Ondan yüz çevirmelerinin sırrı
budur demek ki. Çünkü onlar bu dinin üzerinde düşünmüyorlar.
"Yoksa onlara, eski atalarına gelmemiş olan bir
mesaj mı geldi?" Bir peygamberin gelmesi ya da bu peygamberin onlara tevhid
gerçeğini anlatması, hem onların hem de atalarının alışık olmadıkları garip
bir olay mı. İşte peygamberliğin tarihi, birçok peygamberin ardarda
geldiğini ve bu peygamberlerin kavimlerine tek ve değişmez gerçeği
sunduklarını kanıtlamaktadır.
"Yoksa peygamberlerini tanıyamadılar da bu yüzden mi
ona karşı çıkıyorlar?" Bu mudur yüz çevirmelerinin ve Allah'ın gönderdiği
peygamberi yalanlamalarının sebebi? Ama onlar peygamberlerini gerçekten
tanıyorlar? Kişiliğini, soyunu çok iyi biliyorlar. Herkesten çok onun
niteliklerini biliyorlar; doğruluğunu güvenilirliğini biliyorlar. Bu yüzden
henüz peygamberlikle görevlendirilmemişken O'na güvenilir kişi anlamında
"el-emin" lâkabını takmışlardı..
"Yoksa onun deli olduğunu mu söylüyorlar."
Gerçi aralarında kimi aptallar böyle diyorlardı. Ama
onlar hayatı boyunca en ufak bir yanılgısına tanık olmadıkları bu kişinin
kusursuz bir akla sahip olduğundan şüphe etmiyorlardı.
Bu kuşkularından herhangi birinin dayanağının olması
imkansızdı. Bu tutumlarının tek nedeni büyük bir çoğunluğun hak'tan
hoşlanmamasıydı. Çünkü bu, hayatlarının dayanağı olan batıl değerleri
ortadan kaldırıyor, övünüp durdukları ve vazgeçemedikleri arzuları ile
çatışıyordu.
"Hayır, O onlara gerçeği getirdi ve onların çoğu
gerçekten hoşlanmıyorlar."
Hak, ihtiraslarla, arzularla birlikte hareket etmez,
onlara uymaz. Göklerle yerin dayanağı haktır. Evrensel yasalar sistemi hak
ilkesine göre düzenlenmiştir. Evrene, evrenin içindeki canlı cansız tüm
varlıklara egemen olan kanunlar hak ilkesi doğrultusunda işlerler:
"Eğer gerçek onların keyfi arzularına uysaydı,
göklerin, yerin ve gökler ile yerde bulunan canlı-cansız tüm varlıkların
düzeni ve dengesi bozulurdu."
Hak birdir ve kalıcıdır. İhtiraslar ve arzular ise,
hem çok hem de değişkendir. Bütün evren bu bir ve kalıcı hakka göre
yönlendirilir. Bu yüzden evrene egemen olan yasalar sistemi geçici heveslere
uymaz. Gelip geçici arzulara göre değişmez evrensel kanunlar. Şayet evren
geçici heveslere, değişken arzulara uyacak olsaydı, evrenin düzeni
bozulurdu. Onunla birlikte insanlar da bozulurdu. Değer yargıları ve hayat
biçimleri bozulurdu. Ölçü ve kriterler dengesiz ve tutarsız olurdu.
Kızgınlık, hoşnutluk, nefret,.kin, arzu, korku, zindelik ve yılgınlık gibi
arzular, heyecanlar, tepkiler ve üzüntüler arasında gidip gelirdi. Maddi
evrenin yapısı ve hedefine yönelişi, sağlam bir temele, değişmesi
yalpalaması ve sapması sözkonusu olmayan belirlenmiş bir metoda dayalı bir
kalıcılığı, dengeliliği ve sürekliliği gerektirir.
Evrenin yapısının ve yönlendirilişinin dayanağı olan
bu büyük ilkeden hareketle İslâm, insanlığın hayatını yönlendiren kanunları
belirleme işini evren düzeninin bir parçası olarak öngörmüştür. Evreni
yönlendiren ve tüm parçaları arasında bir ahenk oluşturan el, insanlık
hayatı için gerekli olan kanunları da koyar. İnsanlar evrenin bir
parçasıdırlar ve onun büyük yasasına boyun eğerler. Bu yüzden tüm evrene
egemen olan kanunları koyan ve evreni böylesine olağanüstü bir ahenkle
yönlendiren kimse, evrenin bir parçası olan insanların hayatı için gerekli
olan kanunları da koymalıdır. Böylece insanların hayat düzeni değişken
arzulara uymaktan; dolayısıyla bozulup sapmaktan kurtulmuş olur. "Eğer
gerçek onların keyfi arzularına uysaydı, göklerin, yerin ve gökler ile yerde
bulunan canlı-cansız tüm varlıkların düzeni ve dengesi bozulurdu." Evren ve
içindekiler bölünmez bir bütün olan gerçeğe uyarlar, yönlendirme yetkisini
elinde bulunduran yüce Allah'a boyun eğerler.
Kendisine İslâm dini gönderilen bu ümmet de,
toplumlar içinde İslâmın varlığında somutlaşan hakka uymalıdır.' İslâm
gerçeğin kendisi olmakla beraber, onlar için bir şeref, bir anılma
unsurudur. Eğer İslâm olmasaydı insanlık aleminde onların adı sanı
anılmazdı. "Aslında onlara nam ve şan bağışladık. Fakat onlar kendi nam ve
şanlarına sırt dönüyorlar."
Kendilerine İslâm gönderilene kadar insanlık
tarihinde Araplar'ın adı sanı anılmazdı. İslâm'a bağlı kaldıkları sürece de
kuşakların kulaklarında onların namı, şanı yankılanıyordu. Ama İslâm'dan
kopunca da küçülüverdiler, önemsizleştiler. Ne kervanda ne de kafilede
yeraldılar.(Arapça'da bu deyim suya sabuna dokunmayan, önemli bir etkinliği
bulunmayan silik ve önemsiz kişiler için kullanılır.) Tekrar İslâma;
kendilerine nam ve şan kazandıran dine dönmedikleri sürece de kayda değer
bir ünleri olmayacaktır!..
Gerçeğe çağırılmaları, buna karşın yüz çevirip
gerçeği sunan peygamberi mesnetsiz şeylerle suçlamaları münasebetiyle
yeniden değinilen bu hususun ardından surenin akışı tutumlarını kınamaya ve
güvenilir peygamberin kendilerine sunduğu gerçekten kendilerini
alıkoyabilecek kuşkularını tartışmaya başlıyor.
"Yoksa sen onlardan ücret mi istiyorsun."
Doğru yola girmeleri ve öğrettiğin gerçekler
karşılığında bir ücret istiyorsun da onun için mi kaçıyorlar? Oysa sen
onlardan herhangi bir şey istemiş değilsin. Çünkü Rabb'inin katındaki ödül
onların verebileceklerinden daha hayırlıdır. "Oysa Rabb'inin sana vereceği
ücret daha üstündür. O rızık verenlerin en iyisidir." Kuruması, sonunun
gelmesi sözkonusu olmayan dolaysız ilahi kaynağa bağlı bulunan bir
peygamberin zayıf, yoksul, muhtaç insanlardan ne tür bir beklentisi
olabilir? Onlardan ne elde etmek isteyebilir? Dilediğine bol, dilediğine az
veren yüce Allah'ın katındaki nimetlere göz koyan, gönüllerini o nimetlere
yönelten peygamber izleyicileri şu yeryüzü nimetlerinden hangisini
arzulayabilirler, hangisine kapılabilirler? Dikkat edin, kalp Allah'a
bağlandığı gün, içindeki canlı cansız varlıklarla birlikte tüm evren
küçülür, önemsizleşir.
Sen sadece onların adil ve dengeli hayat sistemine
ulaşmalarını istiyorsun. "Aslında sen onları doğru yola çağırıyorsun." Bu
yol, onları fıtratların hükmeden yasalar sistemine ulaştırır. Onları varlık
bütününe bağlar. Sapmaz bir çizgide varlığın yaratıcısına doğru yol alan
varlık kafilesine katar onları.
Ne yazık ki, onlar -ahirete inanmayan herkes gibi-
ilahi metodun dışına çıkıyorlar, yoldan sapıyorlar. "Ama ahirete
inanmıyorlar, doğru yolun uzağına düşüyorlar." Eğer doğru yola girmiş
olsalardı, kalpleri ve akılları ile insanı ahirete, insan için mümkün olan
kemal noktasının gerçekleşmesine ve belirlenmiş adaletin yerini bulmasına
imkân veren aleme inanmaya zorlayan varoluşun evrelerini izlerlerdi. Çünkü
ahiret, yüce Allah'ın bu varlık alemini yönlendirilmesi için seçtiği
evrensel yasalar sisteminin halkalarından biridir.
Şu ahirete inanmayanlar, şu yoldan sapanlar var ya,
ne nimetle sınama ne de yoklukla sınama fayda vermez onlara. Eğer bir nimet
geçse ellerine. "Eğer biz onlara acısak da başlarındaki sıkıntıyı gidersek
yine azgınlıkları içinde debelenmeye ısrar ederler." Ama başlarına bir
musibet gelse, kalpleri yumuşamaz, vicdanları uyanmaz, Allah'a dönmezler, bu
sıkıntıyı gidermesi için O'na yalvarmazlar. Kıyamet günü o korkunç azaba
çarptırılana kadar bu tutumlarını sürdürürler. O zaman da şaşırıp kalırlar,
hiçbir yerden de ümitleri olmaz.
75- Eğer biz onlara
acısak da başlarındaki sıkıntıyı gidersek yine azgınlıkları içinde
debelenmeye ısrar ederler.
76- Biz onların
yakalarına azapla yapıştık. Fakat ne Rabb'lerine boyun eğdiler ve ne de O'na
yalvardılar.
77- Ama ağır bir
azabın kapısını yüzlerine açtığımızda kurtuluş ümitlerini yitirerek ne
yapacaklarını şaşırırlar.
Bu insanlar arasında katı kalpli, Allah'dan
habersiz, ahiret gerçeğini yalanlayan bir zümrenin genel niteliğidir. Hz.
Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- karşı koyan müşrikler de bu
zümredendirler.
Musibet anında, zarara uğrama sırasında boyun
bükmek, yakarmak Allah'a dönmenin, O'ndan başka bir sığınak, bir korunak
olmadığının bilincine varmanın kanıtıdır. Kalp bu tarzda Allah'a bağlandığı
an, incelir, yumuşar. Uyanır, gerçekleri algılar. İşte bu duyarlılık kalbi
gafletten ve zilletten koruyan, onu gözetleyen bir bekçidir. Bu durumda kalp
imtihandan yararlanır, musibetten ders alır, olumlu sonuçlar çıkarır. Fakat
buna rağmen sapıklığını sürdürür çirkefte bocalamaya devam ederse, artık
ondan ümit kesilir, düzelmesi beklenmez. Ahiret azabı ile başbaşa bırakılır.
Bu azaba beklemediği bir sırada yakalanınca elleri çaresizlikten yana düşer,
karamsarlığa kapılır, şaşkına döner, kurtuluş ümidini yitirir.
SOMUT KANITLAR
78- Gözü, kulakları
ve gönülleri yaratıp size veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!
79- Sizi yeryüzüne
yerleştiren O'dur ve O'nun huzurunda toplanacaksınız.
80- Sizi yaratan ve
öldüren O'dur. Gecenin ve gündüzün birbirini izlemesi O'nun uygulamasıdır.
Hiç düşünmeyecek misiniz?
Şayet insan, kendi yaratılışını, organik yapısını,
kendisine verilen duyu ve organları, bahşedilen yetenek ve güdüleri gereği
gibi inceleyip düşünecek olursa, kesinlikle Allah'ı bulur. Onun biricik
yaratıcı olduğunu kanıtlayan bu mucizelerin kılavuzluğu ile O'na doğru yol
alır. Çünkü Allah'ın dışında hiç kimse bu olağanüstü yaratılışı büyük, küçük
hiçbir varlıkta gerçekleştiremez.
Örneğin sadece şu kulak, nasıl çalışır? Sesleri
nasıl algılar ve nasıl ayırır birbirinden? Sonra şu göz kendi kendine nasıl
görür? Işıklar ve şekilleri nasıl algılar? Sonra şu kalp denen şey nedir?
Nasıl kavrar? Eşyayı, şekilleri, anlamları, değerleri, duygu ve düşünceleri
nasıl değerlendirir?
Sırf bu duyu ve güçlerin özelliklerini, çalışma
şekillerini öğrenmek insanlık aleminde mucize düzeyinde bir keşif olarak
nitelendirilmektedir. Yaratılışları ve yapıları itibariyle insanın içinde
yaşadığı evrenin özellikleriyle bu tarzda bir ahenk nasıl oluşmuştur. Bu
ahenk öylesine ince planlanmış ki, evrenin veya insanın tabiatına olan
oranlarından biri bozulacak olursa duyu ve organlar arasındaki bağ
kopacaktır. Kulak hiçbir sesi, göz hiçbir ışığı algılayamayacaktır. Ne var
ki, her şeyi düzenleyip yönlendiren güç, insanın yapısı ile insanın içinde
yaşadığı evrenin yapısı arasında bir ahenk oluşturmuştu. Duyu ve organlar
arasındaki bağ bu şekilde sağlanmıştır. Buna rağmen, insan, nimete karşılık
şükretmez. "Ne kadar az şükrediyorsunuz." Şükür, nimeti vereni bilmekle,
O'nun sıfatlarını üstün saymakla başlar. Sonra sadece O'na kulluk etmekle
somutlaşır. O birdir, sanatındaki izler O'nun birliğine şahitlik etmektedir.
Ardından duyu ve güçlerin hayat ve nimetlerden zevk almada kullanılması
gelir, ama kulluk edenin, her hareketinde, her zevkinde Allah'ı düşünmesi,
O'na şükretmesi şartıyla.
"Sizi yeryüzüne yerleştiren O'dur."
Size kulak, göz ve kalp bahşettikten sonra, sizi
yeryüzüne halife yapan, bu halifelik için zorunlu olan yetenek ve enerjiyi
veren O'dur. "Ve O'nun huzurunda toplanacaksınız." Bu halifelik, görevini
yerine getirirken yaptığınız iyilik ve kötülükler, yapıcılık ve
bozgunculuklar,'hidayet ve sapıklıklar hususunda sizi sorgulayacaktır. Çünkü
siz boşuna yaratılmamışsınız, başı boş bırakılmamışsınız. Tamamen bir
hikmet, bir plan ve bir kader doğrultusunda yaratılıp yeryüzüne halife
kılınmışsınız.
"Sizi yaratan ve öldüren O'dur." Hayat ve ölüm, her
an meydana gelen iki olaydır. Ama Allah'dan başka hiç kimse öldürme ve
yaratma gücüne sahip değildir. Örneğin -yaratıkların en üstünü olan- insan
bir tek hücrede hayatı meydana getirme gücünden yoksundur. Aynı şekilde
herhangi bir canlının hayatına gerçek anlamda son verme gücünden de
yoksundur. Hayatı bahşeden kimse, sırrını da O bilir. Hayatı verip alma
gücüne O sahiptir. İnsanlar hayatın yok edilmesine kimi zaman aracı ve sebep
olabilirler. Fakat gerçekte canlıyı hayattan yoksun bırakan onlar
değildirler. Yoksa yaratan ve öldüren Allah'dır. O'ndan başkası değil.
"Gecenin ve gündüzün birbirini izlemesi O'nun
uygulamasıdır." Ölüm ve hayatın peşpeşe meydana gelmesi gibi, gece ile
gündüzün birbirinin ardından geçip gitmesini yönlendiren O`dur. Bu yetki ve
güç O'na aittir. Gece ve gündüzün bu tarzda gerçekleşmesi tıpkı ölüm ve
hayat gibi evrensel bir yasadır. Ölüm ve hayat ruhlara ve bedenlerle
ilgiliyken, gece ve gündüz, evren ve uzayla ilgilidir. Canlı bir varlıktan
hayat unsurunu çekip çıkardığı zaman, bedeni sönüp hareketsiz kaldığı gibi,
yeryüzünden aydınlığı giderip sönük ve hareketsiz kalmasını da
gerçekleştirir. Sonra hayat ve ışık ortaya çıkar. Ölüm ve karanlığın yerini
bunlar alır. Bu düzen Allah dilemedikçe aksamadan, kesintiye uğramadan sürüp
gider... "Hiç düşünmeyecek misiniz?" Bütün bunları planlayan yaratıcıya,
hayat ve evreni yönlendirme işine tek başına sahip olan ortaksız hükümrana
şahitlik eden bunca kanıtı düşünüp kavramıyor musunuz?
MÜŞRİKLERİN ÇİRKİN
SÖZLERİ
Kendilerine sunulan bunca kanıttan ve ayetten sonra,
ölümden sonra diriliş ve hesaplaşma konusunda neler söylediklerini anlatmak
için surenin akışı onlara hitap etmeyi, onlarla tartışmayı bırakıyor,
onların sözlerini aktarıyor.
81- Tersine onlar
daha önceki sapıkların dediklerini söylediler.
82- "Biz ölüp de
toprak ve kemik olduktan sonra yeniden mi diriltileceğiz?"
83- "Bu tehdit şimdi
bize yöneltildiği gibi daha önce atalarımıza da yöneltilmişti. Bu eskilerin
masallarından başka bir şey değildir. "
Yüce Allah'ın planlamasını, yaratılıştaki hikmetini
dile getiren bu ayetlerden ve kanıtlardan sonra onların bu sözleri oldukça
tuhaf ve çirkin olarak beliriyor. İnsan hareketlerinden ve eylemlerinden
sorumlu olsun diye kendisine kulak göz ve kalp bahşedilmiştir. Bu bağışların
bir diğer gerekçesi de insanın yapıcılığının ve bozgunculuğunun karşılığını
görmesidir. Hesaplaşma ve yapılanların karşılık görmesi ise, ancak ahirette
tamamlama ile gerçekleşebilir. Görülen odur ki, yapılanların karşılık
görmesi yeryüzünde gerçekleşmiyor. Çünkü bu olay, öte dünyadaki hesaplaşma
anına bırakılmıştır.
Yaratan ve öldüren Allah'dır. Ölümden sonra
dirilişin zor bir tarafı da yoktur. Her an hayat unsuru yol almakta,
Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği bir yerden ortaya çıkmaktadır.
Bunların da kavrama yeteneklerinin Allah'ın
hikmetini ve yeniden diriltmeye olan gücünü kavramaya yetmemesi bir yana,
kalkıp sözü edilen ölümden sonra dirilişi ve yapılanların karşılık görmesini
alaya almaları ne tuhaftır. Güya bu tür şeyler daha önce atalarına da
söylenmiş ama bir türlü gerçekleşmemiş.
"Bu tehdit şimdi bize yöneltildiği gibi daha önce
atalarımıza da yöneltilmişti. Bu eskilerin masallarından başka bir şey
değildir."
Ölümden sonra diriliş yüce Allah'ın planı ve hikmeti
uyarınca belirlediği zamanda gerçekleşecektir. Bu süre, insanlar arasında
herhangi bir kuşağın isteğine ya da gerçekleri göremeyen, gafil bir toplumun
alaya almasına cevap vermek için ne öne alınır, ne de geciktirilir.
ŞİRKİN MANTIĞI
Arap müşrikleri bir inanç karmaşası içindeydiler.
Yüce Allah'ı inkâr etmezlerdi. O'nun göklerin ve yerin sahibi olduğunu,
gökleri ve yeri O'nun yönlendirdiğini, göklere ve yere egemen olduğunu inkâr
etmezlerdi. Buna rağmen onlar yüce Allah'a birtakım düzmece tanrıları ortak
koşarlardı ve Zümer süresinde geçtiği gibi şöyle derlerdi: "Biz bunlara bizi
Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Birde Allah'ın kızlarının
olduğunu ileri sürerlerdi. Hiç şüphesiz, yüce Allah onların
nitelendirmelerinden uzaktır.
Surenin akışı burada, onların içinde bulundukları
inanç karmaşasını ortadan kaldırmak ve şayet fıtrat doğrultusunda hareket
edip yoldan sapmamış olsalardı, kabullendikleri gerçeklerin kendilerini
zorlayacağı saf tevhide döndürmek için razı olacakları gerçeklerle
karşılarına çıkıyor.
84- Onlara de ki,
"Eğer biliyorsanız, söyleyiniz, yeryüzü ve üzerindeki tüm varlıklar
kimindir?"
85- Sana
"Allah'ındır" diyecekler. De ki; "Siz kafanızı çalıştırmayacak mısınız?"
86- Onlara de ki;
"Yedi göğün ve yüce Arş'ın Rabb'i kimdir?
87- Sana "Bunlar
Allah'ındır" diyecekler. De ki; "Siz hiç O'ndan korkmaz mısınız?
88- Onlara de ki;
"Eğer biliyorsanız, söyleyiniz; tüm varlıkların egemenliği, elinde olan, her
şeyi koruyup gözeten, Fakat koruyanı ve işine karışanı olmayan kimdir?"
89- Sana ' `Bu yetki
Allah'a aittir" diyecekler. De ki; "O halde nasıl oluyor da
yanıltılıyorsunuz?"
Bu diyalog, hiçbir mantığa sığmayan, hiçbir akla
dayanmayan, inanç karmaşalarının boyutlarını gözler önüne sermektedir;
İslâm'ın doğuşu sırasında Arap yarımadasındaki müşriklerin inançlarının
çarpıklığının, bozulmuşluğunun boyutlarını ortaya koymaktadır.
"Onlara de ki; "Eğer biliyorsanız, söyleyiniz,
yeryüzü ve üzerindeki tüm varlıklar kimindir?" Bu, yerin ve içinde
bulunanların mülkiyetine ilişkin bir sorudur!
"Allah'ındır" diyecekler. Buna rağmen onlar bu
gerçeği hatırlamıyorlar ve Allah'dan başkasına ibadet ederek yöneliyorlar:
"De ki; "Siz kafanızı çalıştırmayacak mısınız?
"Onlara de ki; "Yedi göğün ve yüce Arş'ın Rabb'i
kimdir?" Bu soruda her şeyi planlayan, yedi göğü ve yüce Arş'ı yönlendiren
Rabb'lik makamına ilişkindir. Yedi gök; yedi yörünge veya yedi yıldız kümesi
yahut yedi galaksi ya da yedi alem veya bir diğer yedi gök cisimi olabilir.
Şu halde kimdir yedi göğün ve yüce Arş'ın Rabb'i? "Sana "Bunlar Allah'ındır"
diyecekler." Yine de onlar Arş'ın sahibinden korkmazlar, yedi göğün
Rabb'inden sakınmazlar. Yere atılmış, kendi kendine ayakta duramayan basit,
değersiz, putları O'na ortak koşarlar. "De ki; "Siz hiç O'ndan korkmaz
mısınız?"
"Onlara de ki; "Eğer biliyorsanız, söyleyiniz; tüm
varlıkların egemenliği elinde olan, her şeyi koruyup gözeten, fakat koruyanı
ve işine karışanı olmayan kimdir?"
Bu da, egemenlik, otorite ve yetki ile ilgili bir
sorudur. Hükümranlık yetkisine sahip, her şeyden üstün ve egemen olana
ilişkin bir sorudur. Kimdir gücüyle dilediğini koruyan, kimseye ihtiyacı
olmayan, kimsenin onu korumasına imkân bulunmayan, kullarından birine bir
kötülük dilediğinde, o kulu kurtaracak hiçbir güç bulunmayan kimdir?
"Sana "Bu yetki Allah'a aittir" diyecekler." Peki
niye Allah'a kulluk yapmaktan kaçınıyorlar? Ne oldu akıllarına ki,
sapıtıyorlar, büyülenmiş gibi çarpık düşüncelere kapılıyorlar. "De ki; "O
halde nasıl oluyor da yanıltılıyorsunuz?"
Dikkat edin! Bu ancak büyülenmiş kimselerin başına
gelen bir inanç karmaşası ve çarpıklığıdır.
NİHAİ SÖZ
Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun-
getirdiği tevhidin gerçekliğini, buna karşılık müşriklerin Allah'a
yaptıkları çocuk ve ortak yakıştırmasının çürüklüğünü vurgulamak amacı ile,
bu tartışmadan hemen sonra son derece uygun bir anda şu açıklama yer alıyor.
90- Aslında biz
onlara gerçeği sunduk, fakat onlar yalan söylüyorlar.
91- Allah evlat
edinmemiştir ve O'nun yanısıra bir başka ilah yoktur. Yoksa her ilah, kendi
yaratıklarını otoritesi altına alıp bir yana gider ve biri öbürüne karşı
üstünlük kurmaya çalışırdı. Allah onların bu asılsız yakıştırmalarından
münezzehtir.
92- O görünmeyeni de
görüneni de bilir. O onların koştukları ortaklardan münezzehtir.
Bu açıklama, farklı ifade yöntemlerine sahip. Hem
onlarla tartışmayı kesiyor, hem de katmerli yalanlarını yüzlerine çarpıyor:
"Aslında biz onlara gerçeği sunduk, fakat onlar yalan söylüyorlar."
Arkasından onların yalan söyledikleri hususlar ayrıntılı olarak sunuluyor:
"Allah evlat edinmemiştir ve O'nun yanısıra birbaşka ilah yoktur."
Sonra onların iddialarını çürüten kanıt yer alıyor;
şirk inancındaki basitlik ve imkânsızlık unsuru tasvir ediliyor: "Yoksa her
ilah, kendi yaratıklarını otoritesi altına alıp bir yana gider." Her tanrı
yarattığını ayırır, onu özel bir yasa ile yönlendirirdi; o zaman evrenin her
bir parçasının, ya da yaratıklardan her bir grubun kendine özgü bir yasası
olurdu. Her parçayı ve her grubu yönlendiren genel bir yasa etrafında
birleşmezlerdi. "Biri öbürüne karşı üstünlük kurmaya çalışırdı." Diğerlerine
galip gelmek, egemenlik kurmak ve evrenin yönlendirmesini elinde bulundurmak
için üstünlük sağlamaya çalışırdı. O zaman da ancak bir yasa, bir
yönlendirme ve bir planlama ile ayakta kalabilen, düzeni sağlanan evrenden
eser kalmazdı.
Bu tabloların hiçbiri evrende mevcut değildir.
Evrenin biçiminin birliği yaratıcısının birliğine, kendisine egemen olan
yasalar sisteminin birliği de planlayıcısının birliğine,tanıklık etmektedir.
Evrenin her parçası, evrende yeralan her şey birbirleriyle uyum
içindedirler. Bir çatışmanın, bir zıtlaşmanın, bir karmaşanın olduğu
görülmemiştir.
"Allah onların bu asılsız yakıştırmalarından
münezzehtir."
"O görünmeyeni de görüneni de bilir." Dolayısıyla
Allah'dan başkasına ait, onun yarattıklarından ayrı yaratıklar yoktur; bu
yüzden Allah'ın bilmediği, ama, o düzmece tanrıların bildiği ayrı varlıklar
sözkonusu değildir. "O onların koştukları ortaklardan münezzehtir."
DUA VE YARDIM
Bu noktada, surenin akışı, onlarâ hitap etmekten,
onlarla tartışmaktan ve içinde bulundukları durumu anlatmaktan vazgeçip Hz.
Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yöneliyor; Rabb'ine yönelmesini, o
kavime benzememesi için Rabb'ine sığınmasını emrediyor. (Yüce Allah'ın
onlara vadettiği azabın bir kısmının gerçekleştiğini görse bile) Aynı
şekilde şeytanların kötülüklerinden Allah'a sığınmasını, karamsarlığa
kapılmamasını söylediklerine karşı canının sıkılmamasını istiyor.
93- De ki; "Ya
Rabb'i, eğer onların tehdit edildikleri azabı eğer mutlaka bana
göstereceksen. "
94- "Ya Rabb'i, beni
zalimler arasında bırakma. "
95- Onlara
yönelttiğimiz tehdidin gerçekleştiğini sana göstermeye elbette gücümüz
yeter.
96- Sana yaptıkları
kötülüğü en iyi davranışla karşıla. Biz onların asılsız yakıştırmalarını
herkesten iyi biliyoruz.
97- De ki; "Ya
Rabb'i, şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım. "
98- "Onların yanımda
olmalarından da sana sığınırım, ya Rabb'i. "
99- Sonunda onlardan
biri ölümün eşiğine geldiğinde der ki; "Ya Rabb'i, beni geri çeviriniz. "
Acıklı azaba çarptırılacak veya kendilerine
vadedilen musibetin bir kısmı gerçekleşecek olursa, yüce Allah'ın Hz.
Peygamberi onlarla birlikte, azaba uğratmayacağı, onu kurtaracağı kesindir.
Fakat bu dua, sakınma duyusunu arttırmak, ondan sonra gelecek nesillerin
Allah'ın planından emin olmalarını, her zaman uyanık olmalarını, sürekli
O'nun himayesine sığınmalarını sağlama amacına yöneliktir.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, daha Hz. Peygamber -salât
ve selâm üzerine olsun hayatta iken zalimlere vadettiği azabı
gerçekleştirebilir.
"Onlara yönelttiğimiz tehdidin gerçekleştiğini sana
göstermeye elbette gücümüz yeter."
Nitekim Bedir savaşından sonra büyük fetihte onlara
yönelttiği tehdidin bir kısmını peygamberine göstermiştir.
Ne var ki, Mekke döneminde inen bu surenin inişi
sırasında uygulanan davet metodu; kötülüğü iyilikle savmak, Allah'ın buyruğu
gelene kadar sabretmek ve işi Allah'a bırakmak şeklindeydi:
"Sana yaptıkları kötülüğü en iyi davranışla karşıla.
Biz onların asılsız yakıştırmalarını herkesten iyi biliyoruz."
Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- Allah
tarafından korunduğu halde şeytanların vesveselerinden ve telkinlerinden
Allah'a sığınması da,sakınmayı, Allah'a sığınma duygusunu arttırma, aynı
şekilde önderi ve örneği bulunduğu ümmetine her an için şeytanların
vesveselerinden Allah'a sığınmalarını öğretme amacına yöneliktir. Kaldı ki,
peygamber, sırf vesvese ve telkinlerinden değil, şeytanların yaklaşmasından
bile Allah'a sığınmakla emrolunmaktadır.
"Onların yanımda olmalarından da sana sığınırım, Ya
Rabb'i."
Şeytanların yaklaşmalarından Allah'a sığınma ölüm
döşeğinde olabilir. Surenin akışı içinde bu ayetin ardından gelen şu ayet bu
anlamı desteklemektedir. "Sonunda onlardan biri ölümün eşiğine geldiğinde"
Kur'an-ı Kerim'deki anlam ve çağrışım uyuşması yöntemi uyarınca bu yorum
mümkündür.
KABİRDEN CEHENNEME
YOLCULUK
Surenin bu son dersinde tekrar müşriklerin
akıbetinden söz ediliyor. Bu korkunç akıbet, kıyamet sahnelerinin birinde
gözler önüne seriliyor. Sahne dünyada gerçekleşen ölüm olayı ile başlıyor.
Öbür dünyada sura üflenmesinden sonra da sona eriyor. Ardından sure tek ve
ortaksız ilahlığın vurgulanması, Allah'la birlikte başka ilahların da
bulunduğunu iddia edenlerin uyarılması ve bunların az önce işaret edilen
akıbetle korkutulması ile son buluyor.
Surenin sonunda Hz. Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- bağışlamasını ve rahmetini istemek üzere Rabb'ine yönelmesini
isteyen bir ifade yeralıyor. Hiç kuşkusuz yüce Allah merhamet edenlerin en
iyisidir.
100- "Ki, ihmalkâr
davrandığım konularda iyi ameller işleyeyim. " Asla. Bu söz, boş yere
söylenmiş yararsız bir lâftır. Yeniden dirilecekleri güne kadar onların
önünde geçit vermez bir engel vardır.
Bu, ölüm sahnesidir. Ölümle karşı karşıya kalınırken
duyulan pişmanlığın, tövbe etmenin ifadesidir. Kaçırılan fırsatları
değerlendirmek, geride bırakılan mal ve evladı yapıcı ve yararlı yollarda
kullanmak için yeniden dünya hayatına dönme özlemidir. Sahne adeta şu anda
yaşanıyormuş gibi, seyirciler tarafından izleniyormuş gibi sergileniyor. Bu
yüzden cevap da istek sahibine değil seyircilere veriliyor.
"Asla. Bu söz, boş yere söylenmiş yararsız bir
lâftır."
Anlamsız bir sözdür bu. Ötesinde bir amaç yok. Bu
yüzden ne sözü ne de söyleyeni dikkate almamak gerekir. Korkudan söylenmiş
bir sözdür bu. İçten gelerek, pişmanlık duyularak söylenmiş değildir.
Sıkıntı anında söylenmiş bir sözdür: Kalpte bu sözü destekleyen samimi
duygular yoktur.
Bununla da ölüm sahnesi sona eriyor. Artık bu
sözleri söyleyen kişi ile dünya arasına, bütün engeller yerleştirilmiştir.
İş sonuçlanmış, bütün bağlar koparılmıştır. Kapılar kapatılmış, perdeler
indirilmiştir.
"Yeniden dirilecekleri güne kadar onların önünde
geçit vermez bir engel vardır." '
Şimdi onlar ne dünyalıdırlar ne de ahiretlidirler.
İkisinin arasındaki bu ara yerdedirler. Ve bu durumları dirilecekleri güne
kadar bu şekilde sürecektir. Sonra surenin akışı o güne dönüyor, o günü
tasvir ediyor, gözler önüne seriyor
101- Sura üflendiği
zaman, o gün artık aralarında soy bağı kalmaz ve birbirlerine hal-hatır
sormazlar.
Bütün bağlar bütün ilgiler kesilmiştir. Dünyadaki
geçerli değerleri şimdi geçersizdir. "O gün aralarında soy bağı kalmaz."
Korkudan dona kalmışlar, çıt çıkmıyor. Sessizce duruyorlar, bir tek laf
etmiyorlar: "Ve birbirlerine hal-hatır sormazlar."
Ardından hesapları görme ve tartma olayı çok çabuk
ve özetle sunuluyor.
102- Kimlerin
tartıları ağır gelirse onlar kurtuluşa ermişlerdir.
103- Kimlerin
tartıları hafif kalırsa onlar kendilerini mahvetmişlerdir, çünkü sonsuza dek
cehennemde kalacaklardır.
104- Orada ateş
yüzlerini yalar, bu yüzden dudakları kasılacağı için dişleri sırıtır.
Öbür dünyada amellerin terazi ile tartılma olayı;
Kur'anın tasvirli ifade yöntemi uyarınca sunuluyor; anlamlar elle tutulur
gibi somutlaşıyor, sahneler adeta canlıymış gibi sergileniyor.
Ateşin yüzleri yalaması, bu durumda dişlerin
sırıtarak ortaya çıkması, şeklinin çirkinleşmesi, renginin bozulması
sahnesi, iç karartıcı, sıkıntı verici ve acı bir sahnedir.
Şu tartıları hafif gelenler, her şeylerini
kaybetmişlerdir. Bir kere kendilerini kaybetmişlerdir. İnsan kendini de
kaybettikten sonra neye sahip olabilir ki? Nesi var artık? Kendisini bile
kaybetmiş, kişiliğini kaybetmiştir, bundan önce hiç varolmamış gibi.
Burada bir olayı anlatma üslubu bir yana
bırakılıyor, doğrudan hitap üslubuna geçiliyor. Bu sayede -bunca
korkunçluğuna rağmen- adeta elle tutulacak olan somut azap, işittikleri
azarın, kınamanın, ayıplamanın yanında çok basit kalıyor. Ve biz sanki şu
anda seyrediyor gibiyiz, uzayıp giden o karşılıklı konuşmayı gözlerimizle
görüyor gibiyiz.
105- Ayetlerimiz
size okunduğunda onları yalanlıyordunuz, öyle değil mi?
Bu soruyu işittikten sonra kendilerine konuşma izni
verildiğini, isteklerini ifade etmelerine müsaade edildiğini sanıyorlar?
Suçlarını itiraf etmelerinin ricalarının kabulünde etkili olacağını düşünmüş
olmalılar.
106- Cehennemlikler
derler ki; "Ey Rabb'imiz, kötü arzularımıza yenik düşerek sapık bir topluluk
olduk. "
107- "Ey Rabb'imiz,
bizi buradan çıkar, eğer eski tutumumuza dönersek biz gerçekten zalim
oluruz. "
Bu itirafta acı ve bedbahtlık unsuru ön plana
çıkmaktadır... Fakat onlar hadlerini aşmış, terbiyesizlik yapmış gibiler.
Çünkü onlara soruya cevap vermenin dışında bir şey söyleme izni
verilmemiştir. Daha doğrusu, bu soru kınamak için sorulmuş, bu soruya cevap
vermeleri istenmemiştir. Bu yüzden çok sert ve acı bir azar işitiyorlar.
108- Allah, der ki;
"Kesin sesinizi ve sürünün orada; bana bir şey söylemeyin. "
Susun, konuşmayın, basit ve aşağılık kimseler gibi
kesin sesinizi. Çünkü siz, şu anda içinde bulunduğunuz acıklı azabı,
aşağılayıcı bedbahtlığı haketmişsiniz.
109- Hani vaktiyle
kullarımın bir bölümü `Ey Rabb'imiz, biz sana inandık, bizi affeyle, bize
merhamet et, sen merhamet edenlerin en iyisisin' diyorlardı. "
110- ".Siz onları
alaya alıyordunuz. Sonunda bu tutumunuz beni anmayı size unutturdu, artık
onlara hep gülüyordunuz. "
Sizin suçunuz sadece .kâfir olmanız değildir. Sadece
kâfir olmanız bile büyük bir suçtur, ama siz beyinsizlikte ve küstahlıkta o
kadar ileri gittiniz ki, Rabb'lerinden bağışlanma ve merhamet dileyen
mü'minleri alaya aldınız, onlara güldünüz. Bu da sizi Allah'ı hatırlamaktan
alıkoydu. Sizi, varlık aleminin sayfalarına serpiştirilmiş iman kanıtlarını
düşünmekten, onları etüd etmekten uzaklaştırdı. Şimdi bakın bakalım bugün
siz nerdesiniz, o alaya aldığınız, üzerlerine güldüğünüz kimseler nerdedir?
111- "Bugün ben
onlara sabretmelerinin karşılığını verdim, şimdi onlar kurtuluşa, mutluluğa
ermişlerdir. "
Bu sert ve aşağılayıcı karşılıktan nedenlerinin
açıklanmasından ve bu açıklamaların içerdiği rezil edici, ayıplayıcı
ifadelerden sonra yeni bir diyalog başlıyor.
112- Allah,
cehennemliklere der ki; "Siz yeryüzünde kaç yıl yaşadınız?"
Hiç kuşkusuz yüce Allah yeryüzünde kaç yıl
kaldıklarını biliyor. Ama bu sorunun amacı yeryüzünü küçümsemek, günlerini
azımsamaktır. Nitekim onlar bu kısa hayata karşılık ebedi hayatı
satmışlardı. Ama onlar şimdi o hayatın kısalığını, önemsizliğini çok iyi
anlıyorlar. Ümitsizliğe kapılıyor, canları sıkılıyor. Bu yüzden dünyada
kaldıkları günlerin hesabını yapamıyor, ne kadar kaldıklarını
söyleyemiyorlar.
113- Cehennemlikler
derler ki; "Orada ya bir gün, ya da bir günden daha az yaşadık, saymış
olanlara sor. "
Bu cevap sıkıntının, ümitsizliğin, karamsarlığın,
çaresizliğin ifadesidir. Onlara şu cevap verilir. Siz şu anda
karşılaştığınız hayata oranla çok kısa bir süre kaldınız. Eğer iyi
değerlendirebilirseniz bunu anlarsınız.
114- Allah, onlara
der ki; "Orada az bir süre kaldınız. Keşki bunu vaktiyle bilmiş olsaydınız.
"
Sonra yeniden onların rezil edilmelerine, ahireti
yalanlamalarına karşılık olarak azarlanmalarına dönülüyor. Bu arada ilk
yaratılıştan itibaren gözetilen gizli hikmet kendilerine gösteriliyor.
115- Sizi boşuna
yarattığımızı ve huzurumuza döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?
Ölümden sonra dirilişin hikmeti, yaratılışın
hikmetinin gereğidir. İlk defa yaratılış gerçekleşirken dirilişin hesabı da
yapılmış, meydana gelmesi planlanmış, hedefi belirtilmiştir. Ölümden sonra
diriliş, varoluş evrelerinin zinciri içinde bir halkadır. Varoluş bu halka
ile olgunluğun zirvesine ulaşır, bununla tamamlanır. Bu gerçeğin ancak,
basiretleri körelmiş, önlerine perdeler gerilmiş, beyinsizler farkında
olmaz. Bunlar yüce Allah'ın yaratılışta gözettiği büyük hikmet üzerinde
düşünmezler. Oysa bu hikmet evrenin sayfalarında son derece belirgindir.
Varlık bütününün her yanına serpiştirilmiştir.
EGEMENLİK
ALLAH'INDIR
Ve bu "İman" suresi, imanın en başka gelen ilkesinin
vurgulanması ile sona eriyor. Allah'ın birliği ilkesinin yerleştirilmesi ile
noktalanıyor. Bu arada surenin başında yeralan mü'minlerin kurtuluşa
erdiklerine ilişkin açıklamaya karşılık surenin sonunda Allah'a ortak
koşanların uğradıkları büyük zarar duyuruluyor. Bunun yanında rahmet ve
bağışlama istemek üzere Allah'a yönelinmesi isteniyor. Çünkü O merhamet
edenlerin en merhametlisidir.
116- Egemenliğin
ortaksız sahibi ve gerçek olan Allah, her türlü noksanlıktan münezzehtir;
O'ndan başka ilah yoktur ve yüce Arş'ın sahibidir.
117- Kim kanıtlayıcı
bir delile dayanmadığı halde Allah'ın yanısıra başka bir ilaha taparsa onun
hesabını Rabb'i görecektir. Hiç kuşkusuz kâfirler iflah olmazlar.
118- De ki; "Beni
affeyle, bana merhamet et, sen merhamet edenlerin en iyisisin. "
Bu değerlendirme, az önce sunulan kıyamet
sahnesinden, bu sahneden önce surenin içerdiği diyaloglardan, gerekçelerden,
kanıtlardan ve açıklamalardan sonra yeralıyor. Hiç kuşkusuz bu değerlendirme
surenin tüm içeriğinin doğal ve mantıklı bir sonucudur. En başta yüce
Allah'ın onların söylediklerinden ve yakıştırmalarından uzak olduğuna
tanıklık ediyor. Onun hükümdar, gerçek egemen olduğunu vurguluyor. Ondan
başka ilahın olmadığını, otorite, egemenlik ve üstünlük niteliklerine sahip
olduğunu dile getiriyor: "Ve yüce Arş'ın sahibidir."
Allah'la birlikte herhangi bir kimsenin ilahlığına
ilişkin bütün iddialar, geçerliliği bulunmayan, mesnetsiz iddialardır. Bu
iddiaların evrensel bir kanıtı yoktur, fıtratın mantığına uymazlar, akli bir
dayanakları da yoktur. Bu iddiaların sahibi Rabb'inin huzurunda hesap
verecektir. Sonuç ise bellidir "Hiç kuşkusuz kâfirler iflah olmazlar." Bu,
yürürlükte olan ve asla değişmeyen bir yasadır. Nitekim mü'minlerin
kurtuluşu da büyük yasanın bir kuralıdır.
Kimi zamanlarda, insanların gördüğü şekliyle
kâfirlerin elde ettikleri nimetler, bol rızıklar, sahip oldukları güç ve
egemenlik gerçek değerlerin terazisinde kurtuluş sayılmazlar: Bu bir
imtihandır, yavaş yavaş bir akıbete doğru sürüklenmedir, dünyada yüklenilen
bir sorumluluktur. Bazıları bu dünyada hesap vermeden kurtulup gidiyorlarsa,
asıl hesap ahirette görülür. Ahiret varoluş aşamalarının son bölümüdür.
Allah'ın takdir ve planlamasında apayrı bir şey değildir. Bu yüzden ahiret
zorunludur. Olayları gereği gibi değerlendiren tutarlı bir düşünce ahireti
kaçınılmaz görür.
"Mü'minler" suresinin son ayeti, Allah'dan rahmet ve
bağışlama istemesine ilişkin bir direktiftir.
"De ki; "Beni affeyle, bana merhamet et, sen
merhamet edenlerin en iyisisin."
Burada surenin başı ile sonu mü'minlerin kurtuluşu,
kâfirlerinse kaybedişleri hususu etrafında buluşuyor. Yine, surenin başında
yeralan namazdaki iç ürpertisi ile, sonunda vurgulanan şekliyle Allah'a
yönelinirken duyulan ürperti aynı noktada buluşuyor. Böylece surenin başı
ile sonu imanın gölgesinde güzel bir ahenk oluşturuyor.
MÜ'MİNUN SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.