60-Mümtehine
1- Ey iman edenler!
Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size
gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar
Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı, Peygamberi ve sizi yurdunuzdan
çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için
çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösteriyorsunuz? Oysa ben sizin
gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa doğru
yoldan sapmış olur.
2- Onlar sizi ele
geçirseler, size düşman olurlar, size ellerini, dillerini kötülükle
uzatırlar ve inkar etmenizi isterler.
Sure-i celile bu hoş ve etkili çağrı ile başlıyor.
"Ey iman edenler!" Kendisine iman ettikleri Rabblerinden gelen bir çağrıdır
bu. Kendilerini O'na bağlayan iman adıyla onlara seslenmektedir. Konularının
gerçeklerini kendilerine göstermek, düşmanlarının ağlarından, tuzaklarından
sakındırmak ve omuzlarına yüklenen görevi hatırlatmak için onlara çağrıda
bulunuyor.
Bu sevgi dolu havada onların düşmanlarını kendisinin
de düşmanları, kendisinin düşmanlarını onların da düşmanları olarak
gösteriyor:"Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olanları
dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi
gösteriyorsunuz." Böylece müminlerin kendisinden olduğunu ve O'na
dayandıklarını hissettiriyor. Kendisine düşmanlık edenlerin onların da
düşmanları olduğunu bildiriyor. Müminlerin, bu yeryüzünde O'nun sancağını
taşıyan, O'na bağlı olan insanlar olduklarını ifade ediyor. Müminler O'nun
dostları ve sevgili kullarıdır. Bu nedenle hem Allah'ın düşmanlarına hem de
kendi düşmanlarına dostluk ve sevgi beslemeleri doğru olmaz deniyor.
Müminlere, kendilerinin, dinlerinin ve
peygamberlerinin düşmanları olan bu kimselerin işledikleri cinayetleri
hatırlatıyor. Onların tüm bunlara karşı nasıl bir düşmanlık beslediklerini,
zulüm ve haksızlık yaptıklarını bildiriyor.
"Halbuki onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan
dolayı, Peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar."
Bu zalimce cinayetlerden öteye onlar dostluğa ve
sevgiye yol açabilecek ne bıraktılar ki? "Onlar hakkı, gerçeği inkar
ettiler. Peygamberi ve müminleri yurtlarından çıkardılar. Rabbleri Allah'a
inandıkları için. Başka hiçbir şey için değil." Böylece müminlerin
kalplerinde inançlarıyla ilgili bulunan bu hatıraları canlandırıyor. Bunlar
müşriklerin kendilerine karşı savaş açmalarının başlıca nedenleridir.
Müşrikler sırf bu sebepten onlarla savaşıyorlardı. Başka hiçbir sebep yoktu
ortada. Burada ayrılığın, sürtüşmenin ve savaşın asıl nedeni de açık bir
şekilde ortaya konuyor. Bu da inanç meselesidir. Başka bir şey değil. İnkar
ettikleri hakkın, gerçeğin ve yurdundan çıkardıkları peygamberin
meselesidir. Uğrunda vatanlarını terkettikleri iman meselesidir.
Mesele bu şekilde köklü olarak ortaya konup ön plana
çıkarıldıktan sonra müminlere şu hatırlatmada bulunuluyor Eğer siz Allah'ın
rızasını elde etmek ve O'nun yolunda savaşmak için yurtlarınızı
terketmişseniz artık sizinle müşrikler arasında herhangi bir dostluğa yer
kalmamıştır. "Eğer siz benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için
çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösteriyorsunuz?"
Allah'ın rızasını elde etmek amacıyla ve O'nun
yolunda savaşmak için yurdundan hicret eden bir insanın kalbinde, bu eylemle
birlikte sırf Allah'a inandığı için kendisini yurdundan çıkaran hem Allah'ın
hem de O'nun elçisinin düşmanı bulunan kimselerin sevgisi bir arada
bulunamaz!
Ardından kalplerinde gizledikleri duygulara karşı
onları yumuşak bir şekilde uyarıyor. Hem kendilerinin hem de Allah'ın
düşmanlarına karşı gizlice besledikleri sevgiye karşı onları sakındırıyor.
Çünkü Allah kalplerin gizli açık her eyleminden haberdardır. "Ben sizin
gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim." Ardından onları korkunç bir
şekilde tehdit ediyor. Bu tehdit inanmış kalplere korku ve endişe salıyor:
"Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur." Hidayete ve doğru yola
ulaştıktan, amacına vardıktan sonra doğru yoldan sapmak kadar hiçbir şey
müminleri korkutmaz ve onların kalplerini ürpertemez!
Bu tehdit ve bu uyarı müminlere kendi düşmanlarının
gerçek yüzünü gösterme ve onların kendi içlerinde mü'minlere karşı
gizledikleri kötülük ve tuzakların gösterilmesinin ortasında geliyor. Sonra
düşmanların diğer özelliklerine geçiliyor: "Onlar sizi ele geçirirlerse,
size düşman olurlar, size elleri, dillerini kötülükle uzatırlar ve inkar
etmenizi isterler."
Müslümanlara zarar verebilecek bir fırsat ellerine
geçer geçmez o fırsatı acımasız bir düşman gibi rahatlıkla kullanırlar.
Müminlere karşı ellerinden geleni ardlarına koymazlar. Elleriyle ve
dilleriyle her tür aracı ve her yolu kullanarak zarar vermeye, eziyet etmeye
ve cezalandırmaya çalışırlar.
Bunların hepsinden daha acısı, daha kötüsü ve daha
korkuncu ise şudur:
"Ve inkar etmenizi isterler."
İnanmış bir insan için, kafir olmak, dille veya elle
uğrayacağı her tür kötülükten ve her eziyetten daha acıdır. Müminin bu
değerli hazineyi, iman hazinesini kaybedip küfre dönmesini isteyen herkes
ona eliyle ve diliyle işkence eden düşmandan daha kötü bir düşmanlık yapmış
olur.
Bir süre küfürde yaşadıktan sonra imanın
güzelliğini, tatlılığını ve zevkini tadan, bir süre sapıklıkta bulunduktan
sonra imanın nuru ile yolunu aydınlatan, düşünceleri; duyguları ve hisleri
ile yolunun doğruluğu ve kalbinin huzuruyla inanmış birinin hayatını yaşayan
insan, küfre dönmekten nefret eder, tiksinir. Tıpkı ateşe atılmaktan
ürperdiği gibi. Allah'ın düşmanı inanmış adamı iman cennetine çıktıktan
sonra onu küfür cehennemine tekrar döndürmek isteyendir. Her yönüyle
onarılmış iman dünyasına girdikten sonra onu, harap halde bulunan küfür
boşluğuna tekrar bırakmayı arzu edendir.
Bu nedenle Kur'an-ı Kerim inanmış insanların
kalplerini yavaş yavaş hem Allah'ın, hem de kendilerinin düşmanlarına karşı
bir öfkeyle dolduruyor: "Onlar sizin kafir olmanızı arzu ederler" sözünü
söylediği sırada müminlerin kalbindeki öfkeyi zirveye ulaştırıyor.
AKİDE BAĞI İLE SOY
BAĞLARI
İşte çeşitli dokunuşlarıyla ve temaslarıyla birinci
bölüm burada sona eriyor. Hemen ardından yeni bir dokunuşla başlayan ikinci
bölüm geliyor. Burada akrabalık duyguları ve köklü olan bağları ele
alınıyor. Bunlar kalplerde kök salan ve onları sevgiye doğru çeken inanç ile
farklı bir özelliğe sahip olmasını gerektiren yükümlülükleri unutturan
bağlardır.
3- Kıyamet günü
yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda veremezler. Allah aranızı ayırır.
Allah, yaptıklarınızı görendir.
İnanmış insan yapacaklarını yapar ve ahiretteki
kurtuluşu amaçlar, ümit eder. Ekinini bu dünyada eker, ürününü ise orada
almayı düşünür. Ahiret gününde akide bağı kopuk olduktan sonra diğer tüm
akrabalık bağlarının da kopacağını bildiren ifade ile inanmış insanın
kalbine dokunmak, kısa süreli dünya hayatı içindeki diğer bağların
basitliğini ve değersizliğini ortaya koymak ister. Onun kalbini hem dünyada
hem de ahirette kopmayan sürekli bağı elde etmeye yöneltir.
Bu nedenle onlara diyor ki: "Yakınlarınız ve
çocuklarınız size fayda vermezler." Üzerlerine titrediğiniz ve gönül
bağladığınız, onları korumak amacıyla Allah'ın ve kendinizin düşmanlarına
dostluk kurmak zorunda kaldığınız yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda
veremezler. Nitekim Hatib, çocuklarını ve mallarını korumak amacıyla
müşriklere karşı bir dostluk gösterisinde bulunmak zorunda kalmıştı. Ayrıca
Hatib'ten başka hicret yurdu olan Mekke'de yakınlarını ve çocuklarını
bırakıp gelen pek çok kimsenin aklına da bu türden dostluklar ve yakınlıklar
gelmekteydi. Sizin yakınlarınızın ve çocuklarınızın size fayda veremezler.
Çünkü "Allah aranızı ayırır." Zira sizi onlara bağlayan bağ kopmuş
durumdadır. Allah katında bu bağdan başkası insanları birbirine bağlayamaz
"Allah sizin işlediklerinizi görendir." Allah yaptığımız her görünen işi ve
onun ardındaki gönlünüzde gizli bulunan niyeti bilmektedir.
HZ. İBRAHİM VE ÜMMET
BİLİNCİ
Sonra üçüncü bölüm geliyor. Müslümanları bu tek olan
ümmetin, tevhid ümmetinin, bu tek kafilenin; iman kafilesinin ilki ile
temasa geçiriyor, tanıştırıyor. Bir de bakıyoruz ki, bu ümmet zaman süreci
içinde süzülüp geliyor. İnanç bağına aykırı düşen her bağdan arınarak akıp
geliyor. Bu Hz. İbrahim'den beri uzanıp gelen ümmettir. Hz. İbrahim onların
atası ve sistematik tek Allah inancının temsilcisidir. Yalnız inançta değil,
yaşantıda da o güzel bir örnektir onlar için. Akrabalık duygusu ve bağlarına
karşı mücadelenin deneyimlerine ve zorluklarına o da katlanmıştır. Sonra o
ve onunla birlikte iman edenler bu bağların etkisinden kurtulmuşlar ve
yalnız inançlarına kendilerini adamışlardır.
4- İbrahim'den ve
onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar
kavimlerine demişlerdi ki, "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka
taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya
kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret
belirmiştir"demişlerdi. Yalnız, İbrahim'in babasına: "Andolsun ki, senin
için mağfiret dileyeceğim, fakat sana Allah'tan gelecek herhangi birşeyi
savmaya gücüm yetmez"sözü bu örneğin dışındadır. Ey inananlar deyin ki:
"Rabbimiz, sana güvendik, sana yöneldik, dönüşümüz sanadır."
5- Rabbimiz! Bizi,
inkar edenlerle imtihan etme; bizi bağışla, doğrusu sen, güçlü olan, Hakim
olansın.
6- Andolsun, Allah'ı
ve ahiret gününü arzu edenler için, bunlarda güzel örnekler vardır. Kim yüz
çevirirse şüphesiz Allah, zengindir, övülmeye lâyık olandır.
Müslüman baktığında tarihin derinliklerinden
kaynaklanan bir soyu, uzun bir geçmişi, zamanın derinliklerine doğru uzanan
örnek şahsiyetleri olduğunu görmektedir. Bağının Hz. İbrahim'e kadar
uzandığını görmektedir. Sırf inancı açısından değil. Karşılaştığı
deneyimleriyle O'na kadar uzandığını hissetmektedir. Kendi kişisel
deneyimlerinden, içinde yaşadığı neslin tecrübelerinden daha büyük ve zengin
bir deneyimler hazinesine sahip olduğunu anlamaktadır. Zaman süreci içinde
Allah'ın dinine inanan, O'nun sancağı altına giren herkesi kuşatan bu uzun
kafile onun yaşadığı olayların benzerlerini yaşamıştır. Deneyimleriyle
olanların vardıkları sonuca kendisi de varmıştır. Yani mesele yeni değildir.
Uydurma değildir. Müminlere zor gelen bir yük değildir. Sonra müminin uzun
zamandan beri sürüp gelen geniş bir ümmeti vardır. İnanç konusunda onlarla
bütünleşmekte ve ona dayanmaktadır. O'nunla inancının düşmanları arasındaki
bağlar koptuğunda bu ümmete dayanır. Çünkü O kökleri derinliklerine kadar
inen, pek çok dalları bulunan, geniş gölgeleri olan yüksek ve büyük bir
ağacın dalı durumundadır. Müslümanların ilki olan Hz. İbrahim'in diktiği
ağacın dalı.
Hz. İbrahim ve O'nunla birlikte iman edenler de
Mekke'den hicret eden müslümanların karşılaştıkları sıkıntıların aynısıyla
karşılaşmışlardı. Onlar bu nedenle şimdiki müslümanlar için güzel bir
örnekti: "Onlar kavimlerine demişlerdi ki: `Biz sizden ve sizin Allah'tan
başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a
inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret
belirmiştir' demişlerdi:'
Bu onların kendi toplumlarından, ilahlarından ve
ibadetlerinden tamamen uzaklaşmaları demekti. Bunların hepsini inkar sadece
Allah'a iman demekti. Toplum da yalnız Allah'a inanıncaya kadar sona
ermeyecek olan bir düşmanlık ve öfke vardı artık aralarında. Bu kesin ve
apaçık bir ayrılıştı. Bunun ötesinde artık herhangi bir bağ ve herhangi bir
ilişki kalamazdı. Çünkü inanç bağı ve iman ipi kopmuştu aralarında. Bu
tutum, bu tür durumlarla karşılaşan her inanmış nesil için güzel bir
deneyimdi. Gerçeği ortaya koyan bir tavırdı. Hz. İbrahim ve O'nunla birlikte
iman edenlerin bu kararı kıyamet gününe kadar varolacak müslümanlar için
güzel bir örnekti.
Bazı müslümanlar Hz. İbrahim'in müşrik olan babası
için dua etmesini kendi bastırılmış duyguları ve kendilerini müşrik olan
yakınlarına bağlayan hislerini dile getirmek için bir çıkış yolu olarak
kullanmaya yelteniyorlardı. Kur'an-ı Kerim Hz. İbrahim'in babası için:
"Senin için mağfiret dileyeceğim" sözünü söylerken ki gerçek tavrını,
müslümanlara açıklamak için meseleyi bu vesileyle açmayı uygun görüyor.
Hz. İbrahim bu sözü babasının şirk üzere ısrar
ettiğine kesin kanaat getirmeden önce söylemişti. Bunu söylerken onun
inanacağını umuyor, iman edeceğini ümit ediyordu: "Babasının bir Allah
düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca onunla ilişkisini kesti." (Tevbe
suresi, 114) Nitekim başka bir surede bu konu izah edilmektedir.
Hz. İbrahim'in işin tamamını Allah'a havale ettiği
ve herhalde tevekkül, yöneliş ve dönüş ile O'na yöneldiği burada
belirtilmektedir: "Fakat sana Allah'tan gelecek herhangi bir şeyi savmaya
gücüm yetmez' sözü bu örneğin dışındadır. Ey inananlar deyin ki: `Rabbimiz,
sana güvendik, sana yöneldik, dönüşümüz sanadır."
İşte bu, Allah'a kesin ve sınırsız teslim oluş Hz.
İbrahim'in kişiliğinde apaçık ortaya çıkan imanın simgesidir. Burada o simge
ön plana çıkarılarak onun müslüman torunlarının bu noktaya dikkatleri
çekilmek isteniyor. Hikayeler ve bunlara getirilen yorumlarla eğitmenin ve
yönlendirmenin bir halkasıdır bu. Kur'an-ı Kerim kendi metoduna uygun olarak
kıssanın seyri içinde önemli işaretleri, simgeleri ve yönlendirmeleri
yerleştirmektedir.
Bu teslim oluş Hz. İbrahim'in geri kalan duasında ve
Rabbine niyazında da devam etmektedir: "Rabbimiz, bizi inkar edenlerle
imtihan etme."
Onları başımıza musallat etme. Bu onlar için bir
sınav aracı olmasın. Bu durumda onlar şöyle derler: "Eğer inananları
korusaydı biz onların üzerine musallat olmaz ve kendilerini yenmezdik!" Bu
çoğu zaman insanların kalplerinde rahatsızlık yaratan bir şüphedir. Nerede
Allah'ın bildiği bir hikmet gereği olarak herhangi bir zaman diliminde batıl
hakka karşı güçlenmişse, azgın zalimler iman edenlere egemen olmuşsa orada
bu şüphe zihinleri tırmalamaya başlamıştır. İnanmış insan sıkıntılara,
belalara karşı sabreder. Fakat bu onun kendisini gönüllerde şüphelere ve
denemelere yol açacak belalara uğratmaması için Allah'a dua etmesine engel
değildir.
Duanın devamı şöyle: "Bağışla bizi."
Rahman'ın dostu olan Hz. İbrahim böyle diyor.
Rabbinin hak ettiği, layık olduğu ibadet düzeyini idrak ettiğinden Allah'ın
nimetlerini ve bağışlarını karşılayabilecek düzeyde bir ibadet yapmaktan
aciz kalışını, yetersiz oluşunu anladığından dile getiriyor. Rabbinin
yüceliğini ve büyüklüğünü takdis ederek Rabbinden bağışlanma diliyor.
Böylece kendisiyle birlikte olanlara ve sonra gelecek nesillere bilinçli,
duyarlı bir örneklik sergiliyor.
Duasını, niyazını ve bağışlanma arzusunu noktalarken
Rabbinin bu duaya uygun düşecek sıfatları ile niteliyor:
"Rabbimiz, doğrusu sen güçlü olan, Hakim olansın."
Aziz: Herşeyi yapmaya gücü yeten. Hakim: Uyguladığı
planı ustaca uygulayan.
Hz. İbrahim'in ve O'nunla birlikte olanların tutumu
bu şekilde sergilendikten, Hz. İbrahim'in teslim oluşu ve O'na niyazda
bulunuşu ortaya konduktan sonra tekrar dönülüyor. O'nun güzel bir örnek
olduğu tekrar ifade ediliyor. Müminlerin kalplerine yeniden dokunarak
deniyor ki:
"Andolsun Allah'ı ve ahiret gününü arzu edenler için
bunlarda güzel örnekler vardır. Kim yüz çevirirse, şüphesiz Allah zengindir,
övülmeye layık olandır."
Allah'a ve ahiret gününe bel bağlayanların örneği
Hz. İbrahim ve O'nunla birlikte olanların hayatında gerçekleşmiştir. İşte
bunlar sözü edilen onurlu kafilenin yaşadığı olayları, elde ettikleri
deneyimlerin değerini kavrayabilecek kimselerdir. Onlar Hz. İbrahim ve
beraberindekileri izlenmesi gereken bir örnek, yol gösteren bir kılavuz
kabul ederler. Allah'a ve ahiret gününe bel bağlayanlar onları kendilerine
örnek alsınlar. Bu o zaman yaşayan müminler için gerçekten etkili bir
direktiftir.
Kim de bu sistemden yüz çevirmek, bu kafilenin
yolundan sapmak, bu köklü nesle bağlılıktan sıyrılmak istiyorsa yüce Allah
onlara asla muhtaç değildir. "Şüphesiz Allah zengindir, övülmeye layık
olandır."
Bu bölüm sona erdiğinde müminler artık uzun
tarihlerinin başlarına kadar ulaşmışlardır. Yeryüzündeki ilk ortaya
çıkışlarını hatırlamışlardır. Nesiller boyunca elde etmiş bulundukları
yığınlarca deneyimlerini görmüşlerdir. Bu tecrübeleri yaşayanların
vardıkları son kararı, son aşamayı idrak etmişlerdir. İçine girdikleri yolun
ilk yolcuları olmadıklarını, kendilerinden önce çok yolcuların buradan
geçtiklerini anlamışlardır.
Kur'an-ı Kerim bu anlayışı yer yer tekrarlamakta ve
pekiştirmektedir ki, inanmış kafileyi birbirine bağlayıp bütünleştirsin.
Onlar tek başına yola giren insanın yalnızlığını ve endişesini taşımasınlar.
İsterse bir nesil içinde tek başlarına olsunlar. Bu yolcu yürüyen herkesin
onunla birlikte nice sıkıntıları ve zorlukları göğüslediklerini, ona
göstererek yükünü hafifletmektedir.
BARIŞ VE SAVAŞ
HUKUKU
Bundan sonra dönüyor. Bu sıkıntıların kendilerine
yükledikleri düşmanlık ve sertlik halinin ortadan kaldırılmasını şiddetle
arzu eden, onun için can atan bu kalplere bir meltem gönderiyor. En güzel
umutları taşıyan hafif rüzgarları estiriyor üzerlerine. Bu, sözkonusu
düşmanların islamın sancağı altına girmeleri ve müslümanların saflarına
katılmalarına ilişkin haberdir. İşte aralarındaki sertliğin ortadan
kaldırılması ve sağlam bir temele dayalı olarak dostluğun oluşması ancak bu
yolla mümkündür. Sonra bir kere daha meseleyi hafifletiyor, biraz daha
kolaylaştırıyor. Müslümanlarla müslüman olmayanların devletler arası
ilişkilerini düzenleyecek en temel islami ilkeyi belirliyor. Sürtüşme ve
ilişkilerin kesikliğini, saldırı ve düşmanlık hallerine has kılıyor. Bu
düşmanlık ve saldırının olmadığı zamanlarda ise iyiliği hak edenlere
iyiliğin yapılabileceğini, ilişkilerde ise dürüstlüğün ve adaletin ilke
olacağını belirtiyor.
7- Belki de Allah
sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına ağır sevgi koyar, Allah buna
kadirdir. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.
8- Allah, sizinle
din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanız
ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.
9- Allah, yalnız
sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarından çıkaranları ve
çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onları dost
edinirse, işte zalim onlardır.
İslam barış dinidir. Sevgiye dayalı bir inançtır.
Bütün insanlığın onun himayesinde o havayı teneffüs etmesini hedefler. Bütün
dünyaya sistemini egemen kılmak ister. İnsanların tümünü Allah'ın sancağı
altında birbiriyle tanışan birbirini seven kardeşler haline getirmek ister.
İslamın bu temel misyonuna islama ve müslümanlara karşı düşmanlık ve saldırı
temeline dayalı yönelişlerden başkası engel sayılmaz. Onlar barış içinde
yaşamayı istediklerinde islam ille de sürtüşmeyi ön görmez. Kendisi de böyle
düşmanca bir ortamı istemez. Hatta islam sürtüşme hallerinde bile gönüllerde
sevginin tohumlarını muhafaza eder. Güzel davranmayı, ilişkilerde adaleti
gözetmeyi öngörür. Her zaman düşmanlarının yüce sancağın altına
girdiklerinde kurtuluşa ereceklerine kanaat getirecekleri günü bekler. Bütün
ruhların ve gönüllerin düzeleceği, doğru yola geleceği ve sağlam yöne
yöneleceği bu günden islam asla umudunu kesmez.
Birinci ayette ümitsizliğin asla alt edemeyeceği bu
umuda işaret edilmektedir. Mekke'den hicret eden bazı Muhacirlerin
gönüllerini rahatlatmak, aileleri ve yakınlarıyla ilişkilerini kesmiş
olmanın ve onlarla savaşmanın zorluklarıyla, sıkıntılarıyla boğuşarak yorgun
düşen kalpleri beslerken buna değinmektedir:
"Belki de Allah sizinle onlardan düşman olduklarınız
arasında bir sevgi koyar Allah buna kadirdir. Allah çok bağışlayan çok
esirgeyendir."
Allah tarafından belirtilen bu umudun anlamı onun
kesin gerçekleşeceği anlamına gelir. Bu haberi duyan müminlerin de onun
gerçekleşeceğine kesin kanaat getirmeleri gerekir. Zaten kısa bir zaman
sonra Mekke fethedildiğinde Kureyşliler müslüman olduklarında, hepsi tek
sancağın altında toplandığında o zamana kadarki bütün kinler ve intikam
duyguları sona erdiğinde, hepsi kalpleri birbirine ısınan kardeşler haline
geldiklerinde bu umut gerçekleşmiştir.
"Allah herşeye kadirdir." İstediğini yapar. "Allah
çok bağışlayan çok esirgeyendir." Geçmişte işlenen şirki ve günahları
bağışlar.
Temenni ifadesiyle dile getirilen Allah'ın sözü
gerçekleşene kadar yüce Allah, inananların din konusunda kendileriyle
savaşmayan ve kendilerini yurtlarından çıkarmayan müşriklerle dostluk
kurmalarına izin vermiştir. Onlara iyilik yapmalarındaki sakıncayı
kaldırmıştır. Onlarla ilişkilerinde adaleti gözetmelerini, onların haklarına
tecavüz etmemelerini öngörmüştür. Bunun yanında din konusunda kendileriyle
savaşan, kendilerini yurtlarından çıkaran ya da çıkarılmalarına yardımcı
olmuş kimselerle dostluğu kesin biçimde yasaklamıştır. Onlarla dostluk
kuranların zalimlerin ta kendileri olduğuna hükmetmiştir. Hiç şüphesiz ki
"Allah'a ortak koşmak büyük bir zulümdür." (Lokman suresi, 13) ayetini
gözönünde bulundurduğumuzda zulmün anlamlarından birinin de şirk olduğunu
söyleyebiliriz. Bu ise korkunç bir tehdittir. Müminler ondan ürperir. Onun
korkunç olan kapsamına girmekten kesinlikle uzak dururlar.
Müslüman olmayanlarla ilişkileri düzenleyen bu ilke
islam dininin yapısına, yönelişine, insan hayatına hatta onun bu evrene
ilişkin köklü anlayışına, en uygun ve en adil ilkedir. Çünkü bütün bir
varlık çeşitliliğine ve yüzeysel ayrılıklarına rağmen ilahi kaynaklı özünde
ve ezeli planında birbiriyle uyum içindedir, dayanışma içindedir. Tek bir
ilahtan gelmiştir. Tek bir ilaha yönelmiş bulunmaktadır.
Bu ilke, islamın devletlerarası hukukunun da
temelidir. Buna göre islam ile insanlar arasında barış hali değişmeyen temel
tutumdur. Bu hal ve tutum, savaş açılması ve bu savaşa karşılık verilmesinin
zorunlu olması veya antlaşma yapıldıktan sonra ihanet edilmesi durumları
dışında değişmez. Antlaşmaya ihanet ise saldırıyla tehdit etmek demektir.
Davanın özgürlüğü ve inanç hürriyeti önünde kaba kuvvetle durmak da bunun
gibidir. Bu da bir saldırıdır. Bunların dışındaki hallerde islam tüm
insanlara barışı, sevgiyi, iyiliği ve adaleti öngörür.
Sonra bu ilke islam düşüncesiyle de uyum içine
girmektedir. İslam düşüncesine göre müminler ile onların düşmanları
arasındaki temel sorun, inanç davasıdır. Başkası değil. Müminin uğrunda her
fedakârlığı göze alabileceği ve ölebileceği tek davanın sadece inanç davası
olduğunu ortaya koymaktadır. Müslümanlarla diğer insanlar arasında
düşmanlığa yol açabilecek ve çarpışmalarına neden olabilecek tek şey davanın
özgürlüğü ve inancın özgürlüğüdür. Yeryüzünde Allah'ın sisteminin
gerçekleştirilmesi ve sözünün yüceltilmesidir.
Bu yöneliş, surenin tüm akışıyla da uyum içindedir.
Sure bütünüyle inancın değerini ortaya koymakta ve onun tüm müslümanların
altında toplanacakları biricik sancak olduğunu ön plana çıkarmaktadır. Kimi
müslümanlarla birlikte bu sancak altında durursa o müslüman topluluktandır.
Kim de bu topluluğa karşı savaşırsa o da müslümanların düşmanıdır. Kim islam
toplumuyla barış antlaşması yapar, onları inançları ve davalarıyla başbaşa
bırakır, insanları ondan alıkoymazsa, insanların onu duyup anlamasına engel
olmazsa ve ona iman edenlere zorluk çıkarmazsa o da müslümanlarla barış
içinde demektir. İslam bu insanlara iyilik yapmayı ve onlara adil davranmayı
yasaklamaz.
Müslüman bu yeryüzünde inanç davası için yaşar.
Kendisine ve insanlara karşı en önemli sorunu inancıdır. Müslüman çıkar için
düşmanlık yapmaz. Irk, vatan, soy ve aile gibi tutkunluklar ve taassuplar
için savaşmaz. Onun savaşı sadece Allah'ın sözünü yüceltmek içindir.
İnancının hayatta uygulanan egemen bir sistem olması içindir.
Bundan sonra Tevbe suresi inmiş ve orada şöyle
denilmişti: "Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve
Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır bu." (Tevbe
suresi, 1) Bununla müslümanlar ve müşrikler arasındaki tüm sözleşmeler ve
barış antlaşmaları yürürlükten kaldırıldı. Süresi belli olmamış olan
antlaşma sahiplerine dört aylık bir süre tanınmış, süreleri belirlenmiş olan
antlaşma sahiplerine ise bu sürenin bitimine kadar izin verilmiştir.
Şu kadar var ki bu uygulama müşriklerin
antlaşmalarına bağlı kalmadıkları çeşitli deneyimlerle tesbit edildikten
sonra yürürlüğe girmiştir. Çünkü onlar antlaşmayı bozduklarında kazançlı
çıkacaklarına inandıkları ilk fırsatta, bu anlaşmaları bozacak kimselerdi!
Bunlara başka bir ilke uygulandı: "Eğer antlaşmalı bir toplumun antlaşmasını
bozacağından endişeli isen, aranızdaki antlaşmayı, karşılıklılık ilkesi
uyarınca açıkca yüzlerine fırlat. Çünkü Allah ihanet edenleri sevmez."
(Enfal suresi, 58)
Böyle bir uygulama o zamanki islam yurdunun -ki
burası o sıralarda aşağı yukarı Arap yarımadasının tamamıydı- güvenliği için
zorunluydu. Çünkü bu sırada fırsat kollayan düşman komşular olan müşrikler
ve ehl-i kitap defalarca islama saldırılarda bulunmuş ve antlaşmalarını
bozmuşlardı. Bu ise, öz itibariyle saldırıdan başka bir şey. değildi. Onlara
da savaş ve saldırı uygulanması gerekiyordu. Özellikle o sırada islamın
yurdunu çepeçevre kuşatan iki imparatorluk ondan önce kendisine karşı
hazırlık yapmaya ve onun tehlikesini hissetmeye başlamıştı. O sırada Bizans
ve Pers imparatorlukları, kendilerine bağlı bulunan göçebe Arap
emirliklerini ona karşı kışkırtıyorlardı. Müslümanlar, o gün beklenen dış
bir savaşa girmeden önce kendi içindeki düşman güçleri temizlemek zorunda
idiler.
Bu kadarlık açıklama ile yetiniyor ve surenin
akışına tekrar dönüyoruz. Burada Mekke den hicret eden müslüman kadınlarla
ilgili hükümler yer alıyor:
HİCRET EDEN KADINLAR
10- Ey iman edenler!
Mümin kadınlar hicret ederek size gelirse, onları imtihan edin. Allah
onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların gerçekten inanmış
olduklarını anlarsanız onları kafirlere geri döndürmeyin. Bu kadınlar, o
inkarcılara helal değildir. Onlar da bunlara. helal olmazlar. Onların
kocalarının sarfettiğini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine
geri verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kafir
kadınları nikahınızda tutmayın, harcadığınızı isteyin. Onlarda harcadığını
istesinler. Allah'ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir,
hikmet sahibidir.
11- Eğer
eşlerinizden biri, sizden kafirlere kaçar da sizde savaşta galip durumda
olursanız, eşleri gitmiş olanlara ganimetten, harcadıkları kadar verin.
İnandığınız Allah'a karşı gelmekten sakının.
Bu hükümlerin iniş şartları ile ilgili bazı
rivayetlerde onların Hudeybiye antlaşmasından sonra indikleri
belirtilmektedir. Hudeybiye antlaşmasında: "Müslüman da olsa Mekke'den
Medine'ye göç eden bizden birini geri vereceksin" deniyordu. Bu antlaşmadan
sonra Hz. Peygamber ve O'nunla birlikte olan müslümanlar daha Hudeybiye'nin
alt tarafında iken hicret etmek ve Medine'deki islam yurduna katılmak
istediklerini bildiren bazı inanmış kadınlar Peygambere geldiler.
Kureyşliler ardlarından gelerek antlaşma gereği onların geri verilmelerini
istediler. Öyle anlaşılıyor ki antlaşma metninde kadınlar konusunda kesin
bir hüküm yoktu. Bu iki ayet-i kerime olay üzerine gelerek inanmış
kadınların tekrar kafirlere verilmelerini yasakladı. Çünkü kadınlar güçsüz
bulunuyorlardı. Dinleri uğrunda zulme ve işkenceye uğratılacakları kesindi.
Devletlerarası hukuki ilişkileri de belirleyen
hükümler de bunlarla birlikte indi. Bu hükümler sözkonusu hükümleri en adil
bir şekilde düzenliyor, uygulamanın kendisinde adaleti ilke kabul ediyordu.
Karşı grubun uygulamalarından ve ondaki zulüm ve taşkınlıktan
etkilenmiyordu. Zaten islam gerek iç, gerekse dış ilişkilerinde adalet
ilkesini bu şekilde gözetmiştir.
Bu konuda ilk uygulama, ilk iş hicret eden inanmış
kadınların hicret sebebini öğrenmek için onların sınavdan geçirilmeleriydi.
Çünkü bu kadınların hicret nedeni istenmeyen bir evlilikten kurtuluş, bir
çıkar elde etme, islam yurdunu kişisel bir sevgi peşinde koşarak seçme
olmamalıydı!
İbni Abbas der ki: Hz. Peygamber onları şöyle
imtihan ediyordu: "Allah'a yemin ederim ki ben eşime kızdığım için hicret
etmedim. Allah'a yemin ederim ki bir yerden nefret edip başka bir yeri arzu
ettiğim için hicret etmedim. Allah'a yemin ederim ki dünyalık bir çıkarı
elde etmek için çıkmadım. Allah'a yemin ederim ki ben sırf Allah ve Rasulünü
sevdiğim için hicret ettim." İkrime der ki; onlara şöyle deniyordu:
"Kocandan kaçmadığına, bizden birine aşık olmadığına, sırf Allah ve
Resulünün sevgisi için hicret ettiğine yemin et." İşte imtihan buydu.
Allah'a yemin ederek dış görünüşlerinin ve ikrarlarının durumlarına
bakılıyordu. Onların içlerinde gizledikleri şeyler ise Allah'a havale
ediliyordu. Çünkü bunları insanlar bilemezlerdi. "Allah onların imanlarını
daha iyi bilir." "Eğer siz de onların gerçekten inanmış olduklarını
anlarsanız onları kafirlere geri döndürmeyin. Bu kadınlar o inkarcılara
helal değildir. Onlar da bunlara helal olamaz:'
Çünkü aralarındaki inanç bağı olan temel bağ
kopuvermiştir. Artık bu birbirinden kopan parçaları, birbirine bağlayacak
başka bir bağ yoktu. Evlilik ise kaynaşma, uyuşma ve huzura kavuşma halidir.
Bu temel bağ koptuktan sonra evliliğin devam etmesi mümkün değildir. Gönül
hayatının temel direği imandır. Başka hiçbir duygu onun yerini dolduramaz.
İman bağından yoksun olan bir kalbin inanmış bir kalp ile kaynaşması, onunla
uyuşması, dost olması, sevmesi, onunla huzura kavuşup himayesinde rahat
etmesi mümkün değildir. Evlilik ise sevgidir, merhamettir, kaynaşmadır ve
huzura kavuşmadır.
Hicretin ilk yıllarında bu konu herhangi bir hükme
bağlanmış değildi. İnanmış kadınla kafir kocanın ayrılması öngörülmediği
gibi inanmış erkekle kâfir kadının ayrılması da şart koşulmamıştı. Zira
islam toplumu henüz tüm ilkelerini belirlememiş ve oturmamıştı. Hudeybiye
antlaşmasından -veya birçok rivayette kullanılan deyimle Hudeybiye
zaferinden sonra- ise artık tamamen ayrılığın zamanı gelmişti. Mümin
erkeklerin ve mümin kadınların kalbinde yer eden ilkenin artık pratik
hayatlarına da yerleşmesi gerekiyordu. "Yani günlük hayatlarında da iman
bağından başka bir bağ yoktur. İnanç bağından başka bir bağ yoktur. Bağlar
ancak Allah'a bağlı olanlar arasında geçerlidir" ilkelerinin yürürlüğe
konması gerekiyordu.
Ayrılık hükmünün yürürlüğe girmesiyle bedel ödenmesi
hükmü de yürürlüğe girdi. Bu adalet ve eşitliğin gereğiydi. Buna bağlı
olarak inanmış hanımı kendisinden ayrılıp Medine'ye geldiğinde zararının
karşılanması amacıyla eşine verdiği mehrin tazminatı kafir olan kocasına
veriliyordu. Aynı şekilde kafir olan eşini boşayan müslüman erkeğe de
mehrinin karşılığı iade ediliyordu.
Bundan sonra inanmış erkeklerin hicret eden inanmış
kadınlarla mehirlerini verdikten sonra evlenmeleri helal olur. Bu konuda
fıkhi açıdan birtakım görüş ayrılıkları vardır. "Bu kadınların iddet
beklemeleri gerekir mi? Yoksa sadece hamile olanlarının doğum yapana kadar
iddetlerini beklemelidirler? Eğer iddet beklemeleri gerekir deniyorsa bu
iddet normalde boşanan kadınlarınki gibi üç ay mıdır? Yoksa tek bir
aybaşıyla rahmin temizliği ortaya çıkıncaya kadar mıdır^" gibi.
"Onların kocalarının sarfettiğini (mehrini) verin.
Mehirlerini kendilerine geri verdiğiniz zaman, onlarla evlenmenizde bir
günah yoktur. Kafir kadınları nikahınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin,
onlarda harcadıklarını istesinler."
Sonra bu hükümlerin hepsi müminin vicdanındaki büyük
teminata bağlanıyor. Bu Allah'ın gözetimi altında olma, O'ndan korkma ve
takva bilincidir. "Allah'ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah
bilendir, hikmet sahibidir."
İşte bu sözünde durmamanın, hilenin ve aldatmanın
kökünü kazıyan yegane güvencedir, teminattır. Allah'ın hükmü, herşeyi bilen
ve herşeyi en güzel yerleştiren Allah'ın hükmüdür. İnsanın içindeki her
şeyden haberi olan üstün güç ve kudret sahibinin hükmüdür. İşte müslümanın
bu bağı hissetmesi yeterlidir. Bu hükmün kaynağını kavraması onun
doğrultusunda düzelmesi ve ona uyması için yeterlidir. Çünkü o eninde
sonunda Allah'ın huzuruna çıkacağına kesin inanmaktadır.
Eğer inanmış bir kocanın, kafir olan eşinden
ayrıldıktan sonra eşi ya da ailesi onun yaptığı masrafı kendisine iade
etmezse -nitekim buna benzer olaylar olmuştur- devlet başkanı, eşleri iman
edip islam yurduna sığınan kafir erkeklerin mehir karşılığı alacağı haktan
bu mümin erkeğin alacağını tahsil eder. Ya da kafirlerin müslümanlar
tarafından elde edilen ganimet mallarından bu inanmış kocanın zararını
karşılar.
"Eğer eşlerinizden biri, sizden kafirlere kaçarda
sizde savaşta galip durumda olursanız, eşleri gitmiş olanlara ganimetten
harcadıkları kadar verin."
Bu hüküm de ve uygulaması da her hükmün ve her
uygulamanın bağlandığı temel güvenceye bağlanmaktadır:
"İnandığınız Allah'a karşı gelmekten sakının."
Bu inanmışların kalbine Allah'ın bir dokunuşudur. Bu
dokunuşun onların kalpleri üzerine büyük ve köklü etkileri vardır.
İşte bu şekilde eşler arasındaki ayrılık hükümleri
islam düşüncesinin realiteye dayalı bir uygulaması niteliğindedir. Hayatın
değerleri ve bağları böylece yerlerine oturtulmaktadır. İslamın safı bire
indirgenmekte ve diğer saflardan tamamen ayrılmaktadır. Hayatın tamamı inanç
ilkesi üzerine kurulmakta ve bütün bir hayat iman eksenine bağlanmaktadır.
Bütünüyle insanca bir dünya kurulmaktadır. Burada ırk, renk, dil, soy ve
vatan farklılıkları eriyip gitmektedir. İnsanları birbirinden ayıran tek bir
arma kalmaktadır. Bu da insanların bağlı bulunduğu tarafın armasıdır. Ortada
sadece iki cephe bulunmaktadır: Allah'ın cephesi ve şeytanın cephesi.
KADINLARIN BİATI
Sonra Hz. Peygamber'e inanmış kadınlarla iman üzere
nasıl sözleşeceğini açıklıyor. İslama giren bu kadınların ve onların dışında
islama gireceklerin hangi ilkelere bağlı kalmak üzere söz vereceklerini
(bey'at edeceklerini) açıklamaktadır:
12- Ey Peygamber!
İnanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak,
zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ile ayakları arasında bir
iftira uydurup getirmemek, iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda
sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için
Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
Bu ilkeler inancın temel ilkeleridir. Ayrıca bunlar
islamın yeniden kurduğu sosyal hayatın temel direkleridir. Bunlar kesin bir
şekilde Allah'a ortak koşmamaktır. Allah'ın kesin yasaklarına yanaşmamaktır.
Hırsızlık ve zinadan uzak durmaktır. Çocukları hiçbir gerekçeyle
öldürmemektir. Burada cahiliye döneminde egemen olan kız çocuklarının
toprağa gömülmesi geleneğine işaret edilmektedir. Bu ilke herhangi bir
sebeple kadının rahmindeki cenini öldürmesini de kapsamaktadır. Çünkü
kadınlar rahimlerindekini korumakla görevlendirilmişlerdir. '
" "Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup
getirmemek...
İbni Abbas der ki; Bu kadınların kocalarına
başkalarından olan çocuklarını nisbet etmesinler demektir. Mukatil de aynı
şeyi söylemiştir. Zina etmeyeceklerine ilişkin onlardan söz alındıktan sonra
bu noktaya da dikkat çekilmesi herhalde cahiliye döneminde yürürlükte olan
bir geleneğe işaret etmektedir. Bu dönemde kadın birçok erkekle beraber
olur. Bir çocuğu olduğunda ise hangisine daha çok benziyorsa onun çocuğu
olduğunu söylerdi. Bazen en güzel erkeği seçer ve çocuğunu ona nisbet
ederdi. Aslında çocuğunun babasının o olmadığını bile bile!
Ayet-i kerimenin ifadesi hem bu tür hallerdeki
iftiraları hem de yalana dayalı her tür uydurma iftirayı kapsamaktadır.
Herhalde İbni Abbas ve Mukatil ayeti bu şekilde yorumlamakla o zaman meydana
gelen bir olayla ilgi kurmak istemişlerdir. Son şart ise şudur:
"İyi bir işte sana karşı gelmeyeceklerine."
Bu onların peygamberin kendilerine emrettiği her
işte kendisine itaat edeceklerine söz vermeleri anlamındadır. Peygamber
zaten iyilikten başkasını emretmez. Fakat bu, islam yasasının temel
ilkelerinden biridir. Bu anayasa devlet başkanı olsun, idareci olsun, hiç
kimseye yönetilenlerin iyiliğin dışında itaat etmemeleri gerektiğini ifade
etmektedir. Allah'ın dini ve Allah'ın yasasıyla uyum içindeki iyilik. Bu
yasaya göre yetki sahiplerine her işte sınırsız itaat edilmez. İşte bu ilke
yasama ve yürütme gücünü doğrudan Allah'ın yasasına bağlamaktadır. Devlet
başkanına ve millet iradesine bırakmamak gerekir. Allah'ın yasaları ile
çeliştiğinde bunlara itaat yoktur. Devlet başkanı da ümmet de Allah'ın
yasasına bağlıdır. Her ikisi de gücünü Allah'ın şeriatinden alır.
Hicret eden kadınlar bu kapsamlı ilkelere bağlı
kalacaklarına söz verdiklerinde onların verdikleri bu söz beyat olarak kabul
edilir. Hz. Peygamber onların daha önce işlemiş oldukları günahlarının
bağışlanması için dua eder:
"Çünkü yüce Allah çok bağışlayan, çok merhamet
edendir." Bağışlar, merhamet eder ve tökezleyenleri ayağa kaldırır.
GAZABA UĞRAYANLARI
DOST EDİNMEYİN
Surenin sonunda şu genel direktif yer alıyor:
13- Ey iman edenler,
Allah'ın gazabına uğrayan bir topluluğu dost edinmeyin. Çünkü bunlar
kafirlerin mezardakilerden ümitlerini kestikleri gibi ahiretten ümitlerini
kesmişlerdir.
Bu çağrı inananlara iman adıyla yöneltilen bir
çağrıdır. Onları diğer topluluklardan ayıran sıfatlarıyla kendilerine
seslenmektedir. Çünkü onları Allah'a bağlayan ve Allah'ın düşmanlarından
ayıran onların bu sıfatlarıdır.
Bazı rivayetlerde Allah'ın gazabına uğrayan
topluluğun yahudiler olduğu ifade edilmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de birçok
yerde bu sıfat onlar için kullanılmıştır. Ne varki, bu hükmün genelliğine
hem yahudiler hem de bu surede sözü edilen müşrikleri ve Allah'ın tüm
düşmanlarını kapsamına almaktadır. Onların hepsi Allah'ın düşmanıdır. Ve
hepsi Allah'ın gazabına uğramıştır. Hepsi ahiretten ümitlerini kesmiştir.
Ahirete ilişkin hiçbir umutları yoktur. Kafirler ölülerden, mezardakilerden
umutlarını kestikleri gibi ahiretten hiçbir şey beklemezler. Çünkü kafirler
ölümle herşeyin bittiğine inanırlar. Ölümden sonra dirilmeye ve hesaba
çekilmeye inanmazlar.
Bu son sesleniş surenin tüm direktiflerini ve
yönlendirmelerini içinde toplamaktadır. Bu nedenle sure onunla başladığı
gibi yine onunla sona ermektedir. Bu surenin son direktifi olmaktadır.
Böylece surenin yankıları insanların kalplerinde dalgalanıp gitmektedir...
MÜMTEHİNE SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.