Şu halde onlar imanı biliyorlar ama küfre dönmeyi
imana tercih ediyorlar Kavrama yeteneği bulunan güzelliklerden zevk
alabilen, canlılığını yitirmeyen bir kalbin imanı tanıdıktan sonra küfre
dönmesi mümkün değildir. Yoksa, imanın tadına varan, onu gereği gibi
tanıyan, varlıklarla ilgili imanı düşünceyi öğrenen iman aracılığı ile
hayattan zevk almayı bilen, imanın temiz havasını soluyan, imanın parlak
aydınlığı içinde yaşayan, imanın huzur verici gölgesinde serinlenen birisi
tekrar çirkin, ölü, ıssız, kurak ve çorak küfür ortamına döner mi? iman ile
küfür arasındaki derin farklılığın bilincinde olmayan, kavrayamayan,
algılayama yan körelmiş, kindar ve nankör kişilerden başkası böyle bir cürüm
işlemeye yeltenebilir mi?
"Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir; artık onlar hiç
anlamazlar." Ardından surenin akışı münafıkların kişiliklerini çarpıcı
biçimde ortaya koyar benzersiz ve olağanüstü bir tablo çiziyor. Bu tablo,
insanlar arasında yer alan fıtratları dejenere olmuş, duyu organları
körelmiş, bu grubu alay konusu yapıyor onların adiliklerini, basitliklerini
alaycı bir ifadeyle ortaya koyuyor. Onları boşlukla, ıssızlıkla,
körelmişlikle, korkaklıkla, ödleklikle, kindarlıkla, nankörlükle suçluyor.
Daha doğrusu onları gülünçlüğün somutlaştığı bir heykel, bir hedef olarak
varlık vitrinine dikiyor.
4- Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider,
konuşurlarsa onların sözlerini dinlediğin zaman sanki elbise giydirilmiş
(Bir yere dayandırılmış) kütük gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine
sanırlar. Onlar düşmandır; onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl da
Hak'tan döndürülüyorlar?
Şu halde onlar dış görünüş itibariyle insanın hoşuna
giden cesetlerdirler. Algılayan ve algıladığına karşılık veren insanlar
değildirler. Sessiz kaldıkları sürece göze hoş görünen. kalıplardırlar. Ama
konuşmaya başladıkları zaman her türlü anlamdan, her türlü duygudan, her
türlü heyecandan yoksun boş kalıplar oldukları ortaya çıkar. "Onların
sözlerini dinlediğin zaman sanki kütük gibidirler." Fakat sadece kütük
değildirler. Onlar "Bir yere dayandırılmış kütük gibidirler." Hiçbir
canlılık belirtisi yok onlarda, bir duvarın dibine atılmış gibi hareketsiz
duruyorlar.
Bu donukluk, bu soğukluk ve bu hareketsizlik onları
ruhsal kavrayış açısından tasvir ediyor -şayet ruhları varsa tabi (!)-. Öte
yandan sürekli bir tedirginlik, sürekli bir korku, sürekli bir sarsıntı
içinde oluşları tasvir ediliyor:
"Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar."
Şu halde onlar münafık olduklarını; dış görünüşten,
yeminlerden, sahte sevgi gösterisinden, kaypaklıktan oluşan ince bir
perdenin arkasına gizlendiklerini biliyorlar. Bu yüzden her an gerçek
durumlarının ortaya çıkması, arkasına gizlendikleri ince perdenin açılması
endişesi içindedirler. Ayet-i kerime onları, sürekli etrafına bakıp duran,
her hareketten, her sesten ve fısıldamadan ürken, gerçek kimliklerinin
ortaya çıkmış olmasından korkan kimseler olarak tasvir ediyor!
Derinden kavrama, algılayan bir ruha sahip bulunma
ve imanın mesajlarını algılama söz konusu olduğu zaman onlar bir kenara
bırakılmış, dayandırılmış hissiz kütükler gibidirler. Mal ve can korkusu söz
konusu oluğu zaman da rüzgarın önünde savrulan, inim inim inleyen kuru ve
içi boş bir bitki artığı gibidirler.
Onlar her iki durumda da Hz. Peygamberin ve
Müslümanların baş düşmanlarının somut örneğidirler:
"Onlar düşmandır; onlardan sakın."
Onlar gerçek düşmandırlar. Ordunun içine gizlenmiş,
askerlerin safları arasına sızmış sinsi düşmanlardırlar. Bunlar açık ve dış
düşmanlardan daha tehlikelidirler. "Onlardan sakın" Fakat Hz. Peygambere
onları öldürmesi emredilmiyor. Tam tersine Peygamber Efendimiz, onlara karşı
hikmet dolu, uzun vadeli, onların hilelerinden kurtulmayı garantileyen bir
başka yol izliyor. (Az sonra bu tür bir ilişkinin bir örneğini göreceğiz.)
"Allah onları kahretsin! Nasıl! da Hak'tan
döndürülüyorlar?"
Ne tarafa kaçarlarsa ve ne tarafa giderlerse
gitsinler Allah onları öldürecektir. Yüce Allah'tan gelen bir temenni, bu
temenninin anlamının kesin olarak gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Onun
isteği hemen yürürlüğe giren bir karardır. Geri çevrilemez ve buna
alternatif bir karar verilemez. En sonunda onlarla ilgili bu karar yürürlüğe
girecektir.
Surenin akışı münafıkların kalplerindeki kötülüğe,
Hz. Peygambere yönelik art niyetlerine, buna karşın yüzüne karşı yalan
söylemelerine işaret eden davranışlarını sayıp dökmeye devam ediyor. Bunlar
münafıkların bilinen temel nitelikleridirler:
İlk kuşak tefsircilerin bir çoğu bu ayetlerin
tümünün Abdullah b. Ubey b. Selul hakkında indiğini söylemişlerdir.
İbn İshak Beni Mustalık seferinden söz ederken bu
meseleyi ayrıntılı olarak anlatır. Olay Beni Mustalik kabilesine ait Mureysi
kuyusunun başında hicretin altıncı yılında geçer. Savaştan sonra Peygamber
Efendimizin bu suyun başında konakladığı bir sırada insanlar grup grup suyun
başına iniyorlardı. Ömer b. Hattab'ın yanında para ile tuttuğu Beni Gıfar
kabilesine mensup bir kişi vardı. Adı Cehcah b. Mesut'tu. Ömer'in atını
sürüyordu. İşte bu Cehcah ile Avan b. Hazrec 'in müttefiki Sinan B. Vebr
Cüheni suyun başında itişmeye başladılar. Ardından kavga ettiler. Sinan b.
Vebr el-Cüheni. Ey Ensar topluluğu diye seslendi. Cehcah da "Ey Muhacirler!"
diye bağırdı. Bunun üzerine Abdullah b. Ubey b. Selul öfkelendi. O sırada
yanında akrabalarından bir grup bulunuyordu. Bunlar arasında genç bir
delikanlı olan Zeyd b. Erkam da yer alıyordu. Abdullah b. Ubey şöyle dedi:
Gerçekten böyle yaptılar mı? Bize karşı soylarıyla övünmeye başladılar mı?
Bizim ülkemizde çokluklarını ileri sürüp bizimle rekabete kalkıştılar mı.
Vallahi. bizimle Kureyş'in sürgünlerinin durumu
tıpkı eskilerin şu sözünü andırıyor: "Besle köpeğini yesin seni" (Besle
kargayı oysun gözünü) Allah'a an dolsun ki Medine'ye döndüğümüzde şerefliler
mutlaka aşağılıkları oradan çıkaracaktır. Sonra yanında bulunan akrabalarına
döndü ve onlara şöyle dedi: Bu durumu siz kendi elinizle hazırladınız.
Yurdunuzu onlara açtınız, mallarınızı onlarla bölüştünüz. Fakat Allah'a an
dolsun ki eğer siz onların yakalarına yapışmayacak olursanız sizi
evlerinizden çıkaracaklardır. Zeyd b. Erkam bunları duydu Sonra kalkıp
Rasullullah'ın yanına gitti. -O sırada Peygamber Efendimiz de henüz düşmanla
giriştiği savaşı bitirmişti-. Abdullah b. Ubey b. Selul'un sözlerin birer
birer anlattı. Ömer b. Hattab ta Peygamber Efendimizin yanında bulunu-yordu.
Ömer: "Ubad b. Bişr'e emret gidip öldürsün onu" dedi. Peygamber Efendimiz
şöyle dedi: "Ya Ömer, insanların Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demeleri
daha mı iyidir? Hayır öyle yapmayalım ama yola çıkılacağını bildir."
Peygamber Efendimizin hiç yolculuk yapmadığı bir saatti bu. Halk yola çıktı.
Abdullah b. Ubey b. Selul da sözlerinin Zeyd b. Erkam tarafından Hz.
Peygambere iletildiğini duyunca Peygamber Efendimizin yanına yürüdü ve böyle
bir söz söylemediğine yemin etti. İbn Selul akrabaları arasında saygın bir
yere sahipti. Peygamber Efendimizin yanında bulunan Ensar'dan bazı kişiler:
"Ya Resulallah belki de çocuk yanlış anlamış, adamın dediklerini tam
kavrayamamıştır" diyerek İbn Selul'u korumaya, onu savunmaya çalıştılar.
İbn İshak diyor ki: Peygamber Efendimiz konakladığı
yerden ayrılıp yola koyulunca Useyd b. Hudeyr'e rastladı. Useyd Peygamber
Efendimizi peygamberlik selamı ile selamladı ve şöyle dedi: Ey Allah'ın
peygamberi, Allah'a And olsun ki hiç te uygun olmayan bir saatte yola
çıkıyorsun ki bundan önce böyle bir saatte hiç yolculuk yapmamıştın. Bunun
üzerine Peygamber Efendimiz şöyle dedi: "Yoksa sen arkadaşınızın ne dediğini
duymadın mı?" Useyd: "Hangi arkadaş ya Resulallah?" dedi. Peygamberimiz:
"Abdullah b. Ubey" dedi. Useyd: "Ne dedi?" diye sordu. Peygamberimiz: "Eğer
Medine'ye dönerlerse şereflilerin aşağılıkları oradan çıkaracağını iddia
etti" dedi. Bunun üzerine Useyd: "Ey Allah'ın elçisi Allah'a And olsun ki
eğer sen dilersen onu Medine'den çıkarırsın. Allah'a And olsun ki aşağılık
olan odur ve sen şereflisin" dedi ve şunları ekledi: "Ey Allah'ın elçisi
O'na yumuşak davran, Allah'a And olsun ki, Allah seni bize gönderdiği zaman
kavmi başına taç giydirmek üzere kıymetli taşlar düzüyorlardı. Bu yüzden o,
senin onun elindeki mülkü aldığını düşünüyor.
Sonra Hz. Peygamber o gün halkı akşama kadar yürüttü
ve hiç dinlenmeden aynı gece de sabaha kadar yol aldı. Aynı gün güneş iyice
rahatsız edene kadar yürüdüler. Daha sonra halkın dinlenmesine izin verdi.
Daha yere oturur oturmaz uykuya daldılar. Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber halkı
önceki gün meydana gelen Abdullah b. Ubey b. Selul olayı ile ilgilenmekten
alıkoymak için böyle yapmıştı.
İbn İshak diyor ki: Yüce Allah'ın münafıklardan söz
ettiği bu sure Abdullah b. Ubey ve onun durumundaki kimseler hakkında
inmiştir. Bu sure indiği zaman Peygamber Efendimizin Zeyd b. Erkam'ın
kulağından tutmuş ve şöyle buyurmuştur: "işte bu adam kulağı ile Allah'a
karşı sorumluluğunu yerine getirmiştir." Abdullah b. Ubeyy'in oğlu Abdullah
ta babası ile ilgili bu meseleyi duymuştu.
İbn İshak diyor ki: Asım b. Ömer b. Katade'nin
anlattığına göre Abdullah Peygamber Efendimizin yanına gelmiş ve "Ya
Resulallah duyduğuma göre, bazı sözlerinden dolayı Abdullah b. Ubey'i
öldürmek istiyormuşsun. Eğer mutlaka onu öldüreceksen bana emret başını sana
getireyim. Allah'a And olunki Hazreç kabilesi bilir ki aralarında benden
daha çok babasına iyi davranan bir kimse yoktur. Şayet onu öldürme işini bir
başkasına verirsen ve o da gidip Abdullah b. Ubey'i öldürürse, nefsimin
babamın katilini insanlar arasında dolaşmasına tahammül edememesinden dolayı
gibi onu öldürmekten korkarım. Bir kafire karşılık bir mü'mini öldürüp
cehenneme girmekten endişelenirim" demişti. Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmuştu: Aksine biz ona iyi davranacak ve bizimle beraber
olduğu sürece iyi arkadaşlık edeceğiz."
Bundan sonra Abdullah B. Ubey herhangi bir olay
çıkaracak olsa bizzat akrabaları tarafından azarlanır, kızılır ve yaptıkları
kınanırdı. Bu durumu haber alınca Peygamberimiz Ömer B. Hattab'a şöyle
demişti: "Görüyor musun ey Ömer? Vallahi eğer senin söylediğin gibi o gün
onu öldürecek olsaydım birçok kişi üzerine titrerdi. Ama bugün onlara onu
öldürmelerini emretsem hemen öldürürler." Hz. Ömer diyor ki: "O gün
Peygamber Efendimizin görüşünün benim görüşümden daha isabetli, daha
bereketli olduğunu anladım: '
İkrime, İbn Zeyd ve başkalarının anlattığına göre,
halk Medine'ye girmeye başladığı sıralarda Abdullah b. Ubey'in oğlu Abdullah
Medine'nin giriş kapısının önünde durmuş ve kılıcını kınından çekmiş durumda
bekliyordu. Herkes önünden geçiyordu. Babası Abdullah b. Ubey gelince: "Geri
dön!" dedi. Babası: "Ne oluyor sana, yazıklar olsun" dedi. Oğlu: "Vallahi
Resulallah izin vermedikçe buradan geçemezsin. Çünkü o şereflidir, sense
aşağılıksın: ' dedi. Peygamber Efendimiz gelince -Peygamberimiz kafilenin
ardından gözcü olarak gelirdi- babası oğlu Abdullah'ı ona şikayet etti.
Oğlu: "Vallahi, ya Resulallah, sen ona izin vermedikçe o, bu kapıdan içeri
giremez" dedi. Peygamberimiz girmesine izin verdi. Bunun üzerine Abdullah
babasına: "Resulallah sana izin verdiğine göre şimdi şehre girebilirsin"
dedi.
Bir olaylara, bir olayların kahramanlarına, bir de
Kur'an ayetlerine bakıyoruz ve kendimizi Peygamberimizin hayatı ile, ilahi
eğitim sistemi ile, olayları yönlendiren hayret verici Allah'ın kaderi ile
karşı karşıya buluyoruz.
İşte bu, Müslümanların oluşturduğu saftır.
Aralarında münafıklar kol geziyor. On seneye yakın bir süre -Peygamberimiz
hayattayken- Müslümanlar arasında yaşıyorlar. Peygamber Efendimiz de onları
İslam safının dışına çıkarmıyor. Yüce Allah onların adlarını ve şahıslarını
vefatına yakın bir süreye kadar kendisine bildirmiyor. Gerçi Peygamberimiz
onları konuşma biçimlerinden, kaypaklıklarından ve çevirdikleri dolaplardan,
heyecanların, endişelerin yansıdığı yüz hatlarından tanıyordu. Bunun sebebi
yüce Allah'ın kalpleri ilgilendiren meseleleri insanlara bırakmamış
olmasıdır. Çünkü kalpler sadece Allah'ın kontrolündedirler. Kalplerde
olanları sadece O bilir ve bu bilgisi uyarınca onları sorguya çeker.
insanlara gelince meselenin dışa yansımış şekli onları ilgilendirir. Böylece
zanna dayanarak birbirlerini suçlamaları önlenmiş olur. Bu sayede sezgiden
yola çıkarak herhangi bir meselede karar vermeye kalkışmazlar. Öyle ki yüce
Allah Peygamberimizin hayatının sonuna doğru, halâ münafıklıklarını sürdüren
bir gurubu kendisine bildirdiği halde Peygamberimiz onları cemaatten
atmamıştı. Çünkü onlar Müslüman görünüyor, İslam'ın öngördüğü farzları
yerine getiriyorlardı. Bu yüzden Peygamber Efendimiz onları bilmek ve sadece
arkadaşları arasında birine, Huzeyfe b. Yeman'e bildirmekle yetinmişti.
Müslümanlar arasında onları deşifre etmemişti. Hatta Hz. Ömer
Peygamberimizin kendisini münafık olarak nitelendirmediğinden emin olmak
için gelip Huzeyfe'ye kendisinin münafık olup olmadığını soruyordu. O da: Ya
Ömer, sen onlardan değilsin diyor başka da bir şey demiyordu. Hz. Peygambere
hiçbir zaman ölen bir münafığın cenaze namazını kılmaması emredilmişti.
Arkadaşları Peygamberimizin birinin namazını kılmadığını gördüklerinde onun
münafık olduğunu öğrenmiş oluyorlardı. Peygamber Efendimiz vefat ettikten
sonra da Hz. Huzeyfe münafık olduğunu bildiği kimsenin namazını kılmazdı.
Hz. Ömer, etrafına bakınmadıkça hiçbir cenazenin namazını kılmazdı. Şayet
Huzeyfe'yi görseydi cenazenin münafıklara ait olmadığını bilirdi. Aksi
taktirde o da cenazenin namazını kılmaz ve bir şey de söylemezdi.
İşte -kaderin belirlediği şekliyle- olaylar bir
hikmete, bir hedefe yönelik olarak eğitim, ibret alınmasını sağlama, ahlâk,
düzen ve adap kurallarını yerleştirme amacı ile bu şekilde akıp gidiyordu.
Hakkında bu ayetlerin inmiş olduğu bu olay bile tek
başına ders alınması , önemli sonuçların, öğütlerin çıkarılması gereken bir
olaydır...
Şu Abdullah b. Ubeyy b. Selul'dur. Müslümanların
arasında yaşıyor... Peygamber Efendimizin yakınında bulunuyor. Önünde ve
arkasında cereyan eden olayları, bu dinin gerçekliğini, Peygamberimizin
doğruluğunu kanıtlayan ayetleri gözleriyle görüyor. Ne var ki yüce Allah
kalbini imana, doğru yola iletmiyor. Çünkü yüce Allah bu rahmetten, bu
nimetten ona pay ayırmamıştır. Peygamberimizin İslam'ı Medine'ye getirmesi
nedeniyle Evs ve Hazreç kabilelerine kral olamamanın hıncı bu coşan,
parlayan nurun kaynağından etkilenmesine engel oluyor. Sadece bu ihtiras onu
doğru yola girmekten alıkoyuyor. Oysa her yönden bu yolu gösteren
işaretlerle karşılaşıyordu. İslam'ın kaynağında, Yesrib'in aydınlığında
yaşıyordu oysa.
Bu da onun oğlu Abdullah'tır. Fedakâr ve itaatkâr
Müslümanın üstün bir örneği. Babasından memnun değil. Yaptıklarına canı
sıkılıyor. Konumundan utanıyor. Fakat her şefkatli ve iyi niyetli evlat gibi
davranıyor. Hz. Peygamberin babasını öldürtmek istediğini duyuyor. İçinde
birbiriyle çelişen karmaşık duygular, düşünceler geçiyor. Fakat o İslam'ı
seviyor. Peygamber Efendimizin buyruğuna uymayı, babası hakkında da olsa
Peygamberimizin emrini kendisinin yerine getirmesini arzuluyor. Bununla
beraber bir başkasının gidip babasının boynunu vurmasını, sonra da
gözlerinin önünde dolaşmasını hazmedemiyor. Nefsinin kendisine ihanet
etmesinden, kan bağını kullanan şeytanı yenememekten, intikam duygusunu
frenleyememekten endişeleniyor. Bu yüzden kalbinin içinde kopan fırtınalara
karşı Peygamberinin, komutanının yardımına sığınıyor. Karşı karşıya kaldığı
bu beklenmedik sıkıntıyı gidermesini istiyor. Şayet yapmak zorundaysa
babasın öldürme işini kendisine vermesini öneriyor. Hiç kuşkusuz bu emre
uyacak, babasının kesik başını getirecektir. Tâ ki bir başkası bu işi
üstlenmesin. Çünkü bu durumda babasının katilinin gözlerinin önünde
dolaşmasına katlanamayacak, Dolayısıyla bir kafire karşılık bir mü'mini
öldürmek suretiyle cehennemi boylayacaktır...
Burası öylesine yüce, öylesine erişilmez bir makam
ki, kalp nereye yönelirse yönelsin, göz nereye ilişirse ilişsin bir ürperti
alır insanı. Bir insanın kalbini bürüyen iman ürpertisidir bu. Bu insan
kalkıyor Peygamber Efendimize dünyanın en zor işini -babasını öldürme işini-
kendisine vermesini öneriyor. Bu öneride bulùnurken niyetinde doğrudur.
Çünkü kendisine göre daha büyük ve daha ağır bir yükümlülükten korunuyor.
İnsanın doğasından gelen duyguların azgınlaşıp kendisini bir kafire karşılık
bir mü'mini öldürmeye zorlamasını, Dolayısıyla ateşe girmesini önlemiş
oluyor. Bu doğruluğun, açık yürekliliğin neden olduğu bir ürpertidir. Bu
insan babasına yönelik beşeri zaafına karşı şunları söylüyor: "Allah'a And
olunki Hazreç kabilesi bilir ki aralarında benden daha çok babasına iyi
davranan bir kimse yoktur." İşte bu insan, bu zaafına karşı Peygamberinin ve
komutanının yardımına sığınıyor, bu sıkıntıdan kurtarmasını istiyor.
Kuşkusuz verdiği emri geri alarak veya değiştirerek değil. -Çünkü onun
emrine kesinlikle uyulur, işareti derhal yerine getirilir-. Fakat babasının
başını kesme işini kendisine vermesini istiyor.
Yüce Peygamber bu sıkıntılı, bu dertli mü'min nefsi
görüyor, bir hoşgörü ve yücelik örneği göstererek onu okşuyor, sıkıntısını
gideriyor: "Aksine biz ona iyi davranacak ve bizimle beraber olduğu sürece
iyi arkadaşlık edeceğiz" diyor. Bundan önce de Ömer b. Hattab'ı -Allah ondan
razı olsun- görüşünden vazgeçiriyor: "Ya Ömer insanların Muhammed
arkadaşlarını öldürüyor demeleri daha mı iyidir?"
Sonra Peygamber Efendimizin ön sezişi güçlü ve her
yaptığını yerinde yapan bir komutan gibi olaya müdahale etmesi, zamansız
yola çıkma emrini verip herkes bitkin düşene kadar bu yolculuğu
sürdürmesi... Hiç kuşkusuz, kavgaya tutuşan iki adamın: "Ey Ensar!" "Ey
Muhacirler!" diye bağırmak suretiyle uyandırdıkları ırkçılık düşüncesinden
insanları alıkoymak amacına yöneliktir. Burada güdülen bir diğer amaç ta,
inanç sistemlerinin ve insanlığın tarihinde sevgi ve kardeşliğin eşsiz
örnekleri olan Muhacir ve Ensar arasında münafık Abdullah b. Ubey b.
Selul'un yaktığı fitne ateşini söndürmek ve insanları buna kapılmaktan
alıkoymaktır. Öte yandan Hz. Peygamberin Useyd b. Hudayr'a söylediği sözler,
bu sözlerde kargaşaya karşı duyulan ruhsal bezginliğin belirtileri ve
İslam'dan sonra bile akrabaları arasındaki saygın yerini koruyan arkadaşının
elinden tutma isteği, insanı ürpertici olaylardır.
Şimdi de insanı derinden ürperten olayın son sahnesi
karşısında duruyoruz. Münafık Abdullah b. Ubey b. Selul'un oğlu mü'min
Abdullah'ın yer aldığı sahne karşısında durup düşünüyoruz. Abdullah
kılıcıyla Medine'nin giriş kapısını tutmuş, babasının "Şerefliler mutlaka
aşağılıkları oradan çıkaracaktır" sözünü doğrularcasına, onun şehre
girmesine izin vermiyor. Ona Allah'ın elçisinin şeréfli kendisininse
aşağılık olduğunu gösteriyor. Resulallah gelip izin verene kadar babasını
şehrin kapısında durduruyor ve Peygamber Efendimizin izniyle şehre girmesine
müsaade ediyor. Böylece olay henüz bitmemişken ve olayın geçtiği zaman
diliminde kimin şerefli, kimin aşağılık olduğunu pratik olarak kanıtlıyor.
Dikkat edin bu, imanın o insanları yükselttiği
erişilmez bir zirvedir. Onlar insan oldukları halde, insana özgü zaaflar,
eğilimler ve duygular taşıdıkları halde iman onları bu zirveye çıkarmıştır.
Bu durum İslam inancının mahiyetini en güzel ve en doğru şekliyle ortaya
koymaktadır. insanlar bu inanç sistemini gerçek mahiyetiyle kavradıkları
zaman, bizzat kendileri bu inancın yemek yiyen, çarşılarda dolaşan, insanlar
şeklinde yürüyen gerçekleri oldukları zaman bu inanç sistemi en güzel ve en
doğru şekliyle ortaya çıkar.
Biz tekrar bu olayları içeren ayetlerin gölgesine
dönüyoruz:
"Münafıklara: `Gelin de Allah'ın Resulü sizin için
bağışlanma dilesin' denildiği zaman başlarını çevirirler ve onların büyüklük
taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün."
Münafıklar kendi içyüzlerini ortaya çıkaran bazı
davranışlarda bulunur, bazı sözler söylerlerdi. Bunların Peygamber
Efendimize ulaştığını öğrendiklerinde ise korkmaya, utanmaya ve yeminler
etmeye başlarlardı. Bu yeminleri koruyucu kalkanları olarak kullanırlardı.
Birisi onlara "Gelin, Allah'ın elçisi sizin için bağışlanma dilesin" dediği
zaman, eğer Hz. Peygamberle yüz yüze gelmeyeceklerinden emin iseler üstünlük
taslayarak büyüklük kompleksine kapılarak başlarını çevirirlerdi. Bu ikisi
münafık ruhların birbirinin varlığını zorunlu kılan nitelikleridir. Böyle
bir davranış genellikle akrabaları arasında saygın bir yere sahip kimselerce
sergilenirdi. Fakat onlar özleri itibariyle yüzleşmekten korkan zayıf
kimselerdi. Yüzleşmeyeceklerinden emin oldukları sürece büyüklük taslar,
engellemelerde bulunur, başlarını çevirirlerdi. Yüzlenince de korkudan
titrer, utanır ve yeminlere başvururlardı.
Bu yüzden hitap Peygamber Efendimize yöneltiliyor ve
yüce Allah'ın onlara ilişkin bütün durumları kapsayan kararı belirtiyor.
Yüce Allah'ın bu kararından sonra bağışlanma dileğinin onlara bir yarar
sağlamayacağı vurgulanıyor:
"Onlar için bağışlanma dilesen de dilemesen de
birdir; Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah yoldan çıkmış topluluğu
doğru yola iletmez."
Bu arada yüce Allah'ın haklarında bu kararı
vermesine neden oluşturan yoldan çıkmalarının bir yönü anlatılıyor:
"Bunlar: `Allah'ın peygamberinin yanında bulunanlara
bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler' diyen kimselerdir."
Bu sözlerde münafıkların iğrenç karakterleri ve pis
tabiatları belirginleşmektedir. Aç bırakmak suretiyle işkence etme
politikasıdır bu. Öyle anlaşılıyor ki inanç savaşlarında, dinlerin
mücadelesinde hak ve iman karşıtları zaman ve mekan farklılığına rağmen hep
bu yönteme başvurmuşlardır. Çünkü onlar basit anlayışlarından dolayı bir
lokma ekmeği dünya hayatında her şey sanırlar. Herkesi kendileri gibi
bildikleri için aç bırakmak suretiyle mü'minleri yeneceklerini sanırlar.
Kureyş'liler, Haşimoğullarını Peygamber Efendimize
yardım etmekten vazgeçip etrafından dağılsınlar ve onu müşriklere teslim
etsinler diye her türlü ilişkiyi keserek ekonomik ablukaya alırken bu
yönteme başvurmuştu.
Kur'an ayetinde vurgulandığı gibi münafıklar da
Peygamberimizin arkadaşları sıkıntı ve açlığın baskısına dayanamayıp
dağılsınlar diye bu yönteme başvurmuşlardır.
Komünistler de bu yönteme başvuruyorlar.
Ülkelerindeki dindar insanları yiyecek karnelerinden yoksun bırakarak ya
açlıktan ölmek ya da Allah'ı inkar etmek namazı terk etmek durumunda
bırakıyorlar.
Bu yöntem, İslam memleketlerinde Allah'ın davetine
ve İslami diriliş hareketine karşı savaş açanların da başvurduğu bir
yöntemdir. Ablukaya almak, aç bırakmak, iş ve geçimini sağlama yollarını
tıkamaya çalışmak gibi yöntemlerle dava adamlarını sindirmeye çalışırlar.
işte böyle eski çağlardan günümüze kadar gelmiş
geçmiş tüm iman karşıtları kesintisiz bu iğrenç yöntemi uygulamışlar. Ama
onlar Kur'an-ı Kerim'in daha bu ayetin sonu gelmeden hatırlattığı şu basit
gerçeği unutuyorlar:
"Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır.
Fakat münafıklar anlamazlar."
Mü'minlerin rızklarını kontrolleri altına almak
suretiyle egemenlik kurmaya çalışan bu adamlar da geçimlerini yüce Allah'ın
göklerde ve yerdeki rızk kaynaklarından sağlıyorlar. Çünkü onlar kendi
rızklarını yaratmıyorlar. Şu halde başkalarının rızklarını kesmeye
kalkışmaları ne büyük düşüncesizlik ve ne derin anlayışsızlıktır.
İşte yüce Allah mü'minleri bu şekilde
yüreklendiriyor. Allah düşmanlarının dava adamları ile giriştikleri her
savaşta başvurdukları bu iğrenç tatbik, bu adi yöntem karşısında onları bu
şekilde destekliyor, güçlendiriyor. Her canlının rızk kaynağının Allah'ın
göklerde ve yerdeki hazineleri olduğu güvencesini veriyor. Hiç kuşkusuz
düşmanlarına rızk veren dostlarını unutacak değildir. Yüce Allah'ın rahmeti
düşmanları bile olsa kullarını açlığa mahkum etmemeyi, rızklarını kesmemeyi
öngörmüştür. Yüce Allah rızklarını kesecek olsa kulların az veya çok hiçbir
şekilde kendilerini rızklandıramayacaklarını bilir. Hiç kuşkusuz Allah,
düşmanları bile olsa kullarına yapamayacakları bir sorumluluk yüklemeyecek
kadar yücedir, kerimdir. Çünkü aç bırakma ancak bayağının bayağısı, alçağın
alçağı insanların düşünebileceği bir yöntemdir.
Bir de münafıkların şu sözlerine değinelim:
"Diyorlar ki: "And olsun eğer Medine'ye dönersek
şerefli olan, alçak olanı oradan mutlaka çıkaracaktır."
Abdullah b. Ubey b. Selul'un oğlu Abdullah'ın bunu
nasıl gerçekleştirdiğin ve şerefli olan izin vermedikçe alçak olanı
Medine'ye nasıl sokmadığını gördük.
"Şeref ancak Allah'ın, O'nun peygamberinin ve
müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler."
Burada yüce Allah Peygamberini ve mü'minleri kendisi
ile birlikte anıyor ve kendisine özgü olan şereften onlara da bahşediyor.
Hiç kuşkusuz bu, olağanüstü derece sahip bir bağıştır ve ancak ulu Allah bu
bağışta bulunabilir. Yüce Allah'ın peygamberini ve mü'minleri yanına alıp
"işte biz! ve işte şereflilerin bayrağı. En üstün saf budur" demesinden daha
büyük, daha onurlandırıcı bir bağış var mıdır?
Elbette ulu Allah doğru söylüyor. Allah üstünlüğü,
şerefi imanın ikizi olarak mü'minin kalbine yerleştirmiştir. Bu üstünlük, bu
şeref Allah'ın üstünlüğünden, şerefinden kaynaklanır. Bu şeref yıpranmaz ve
bu üstünlük zayıflamaz. Bu şerefe, bu üstünlüğe sahip bulunan bükülmez,
ezilmez imanı sarsılmadıkça en zor anlarda bile mü'minin kalbi gevşemez.
iman oraya yerleşip kökleşince şeref ve üstünlükte beraberinde yerleşir,
kökleşir.
"Fakat münafıklar bunu bilmezler."
Nasıl bilebilirler ki, onlar bu onuru tatmamışlar
ki. Onurun, üstünlüğün asıl kaynağına ulaşmamışlar ki!