110-Nasr
1- Allah'ın yardımı ve fethi
geldiğinde
2- İnsanların dalga dalga
Allah'ın dinine girdiğini gördüğünde,
3- Rabbini överek tesbih et,
O'ndan mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri kabul edendir.
Surenin birinci ayetinde bu evrende meydana
gelen olayların ve bu hayatta meydana gelen hadiselerin bu havada, Hz.
Peygamberin ve müminlerin görevinin ve bu konuda onların gelip dayanacağı
sınırın gerçekliğine ilişkin özel bir bakış açısının oluşturulması için açık
bir mesaj yer Alıyor. Bu mesaj yüce Allah'ın "Allah'ın yardımı geldiği
zaman" sözünde somutlaşıyor. Yardım ve zafer Allah'ındır. Yüce Allah onu
belirlediği zaman da, çizdiği amacı gerçekleştirmek için, dilediği şekilde
gerçekleştirir, dilediği zamanda meydana getirir. Ne Peygamberin ne de
arkadaşlarının bu konuda bir yetkileri vardır. Bu zafer konusunda onların
bir güçleri de yoktur. Onda kişisel çıkarları, özel faydaları da olmadığı
gibi. Gönüllerini rahatlatan özel bir hazları da yoktur! Zafer Sadece
Allah'ın işidir. Onu kendileri ile veya kendileri olmadan gerçekleştirir.
Yüce Allah'ın, zaferi kendilerinin eliyle gerçekleştirmesi, onun başına
bekçi dikmesi ve bu zaferi onlara emanet etmesi de şeref olarak kendilerine
yeter. İşte zaferden, fetihten, insanların akın akın Allah'ın dinine
girişinden onların payına düşen budur.
Bu mesaja ve meselenin gerçekliğine ilişkin
oluşturduğu özel bakış açısına göre Hz. Peygamberin ve beraberindekilerin
konumu belirlenmektedir. Buna göre onları onurlandıran Allah'tır. Onların
elleri ile zaferini gerçekleştirmesi onlar için bir şereftir. Dolayısıyla
Peygamberin ve O'nunla birlikte olanların konumu zafer anında Allah'a
yönelmeleri, hamd ile Allah'ı tesbih etmeleri ve günahlarının bağışlanmasını
dilemeleridir.
Hamd ve tesbih Allah'ın nimetlerine ve
lütuflarına karşılıktır. Çünkü O, kendilerini davasının güvenilir elleri ve
dininin bekçileri kılmıştır. Dinine yardım etmekle, Peygamberine fetih
vermekle, bütün bir insanlığa verdiği rahmete karşılıktır. Sapıklık, körlük
ve hüsrandan sonra insanların akın akın, bu coşup taşan hayır kaynağına
girmesini sağlamakla insanlığa verdiği lütfunun karşılığıdır.
Günahların bağışlanmasını dilemek, insanın iç
alemine gizlice sinmeye çalışan pek çok etkenlere, olumsuzluklara
karşılıktır. Uzun mücadeleden sonra zaferin verdiği sarhoşlukla kalbe
sirayet edebilecek veya yol bulabilecek, sevinçten dolayı mağfiret dilemek,
uzun yorgunluktan sonra gelen zaferin sevincinden istiğfar. Bunlar insan
kalbinin kendisini zor tutabildiği anlardır. İşte bunlardan dolayı insanın
günahının bağışlanmasını dilemesi gerekir.
Uzun mücadele, aşırı yorgunluk, büyük
sıkıntılar, büyük belalar süreci içinde insanın kalbine sirayet eden
sıkıntılardan, bunalımlardan, sarsılmalardan dolayı günahların
bağışlanmasını dilemek, Allah'ın zafere ilişkin sözünün geciktiğini düşünme
halinden dolayı istiğfar gerekmektedir. Nitekim bu sıkıntı halleri başka bir
yerde şu şekilde dile getirilmiştir.
"Acaba sizden öncekilerin başlarına
gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, kolayca cennete
gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara
uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, peygamberleri ile çevresindeki
inanmışlar `Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İyi bilin ki
Allah'ın yardımı yakındır." (Bakara 214)
Bu halden de istiğfar edilmesi gerekir.
insanın Allah'a hamd etme ve şükretmesinde görülen aksaklıklardan dolayı da
istiğfar etmesi gerekir. Çünkü insanın çabası ne kadar fazla da olsa
sınırlıdır, zayıftır. Allah'ın nimetleri ise sürekli coşmakta ve bol şekilde
verilmektedir. "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız onları saymakla
bitiremezsiniz." (İbrahim Suresi, 34)
İşte insan bu eksikliğinden ve
yetersizliğinden dolayı da Allah'a istiğfarda bulunmalıdır.
Özellikle zafer anında istiğfarda bulunmanın
bir inceliği daha vardır. Bu da neşe ve sevinç anında acizliğini ve
eksikliğini hatırlatıp hissettirmek içindir. Dolayısıyla insan bu anda
büyüklenme duygusunu bastırmalı ve Rabbinin affına sığınmalıdır. Bu da
sevinç ve gurura yol açacak bilinçteki güçleri frenler.
Öte yandan insanın eksikliğini, acizliğini ve
yetersizliğini hissetmesi, Allah'a yönelerek bağış, af ve müsamaha
dilemesine yol açar. Yenilen, mağlup olan insanlara karşı zulüm ve azgınlık
yapılmasını da önler. Böylece zaferi elde eden, Allah'ın onlara yaptığı
uygulamadan dolayı kendisini hesaba çekeceğini bilir. Çünkü kendisini zafere
kavuşturan Allah'tır. Kendisi ise aciz, yetersiz ve eksiktir. Yüce Allah
dilediği bir işi gerçekleştirmek için onu mağlup insanların başına
dikmiştir. Yoksa zafer zaten Allah'ın zaferi, fetih O'nun fethi, din O'nun
dinidir. Her şey dönüp dolaşıp O'na gelecektir.
Bu yüce ve aydınlık bir ufuktur. Kur'an-ı
Kerim insanın ruhunu bu ufka doğru çevirmek, onu basamaklarında zirveye
doğru tırmandırmak, güzel, onurlu bir konuma getirmek ister. Bu ufukta
insan, gururunu, büyüklüğünü yendiği için büyür. Bu ufukta, Allah'a doğru
açıldığı için insanın ruhu özgür bir havaya doğru kanatlanır.
Bu, insanın Allah'ın ruhlarından biri
olabilmesi için benlik bağlarından kurtulmasıdır. Burada insan Allah'ın
rızasından başka bir paye aramaz. Bu özgürlükle birlikte Hayrın,
iyiliğin,zaferi, hakkın gerçekleştirilmesi, yeryüzünün uygarlığı ve hayatın
ilerlemesi için çalışma, insanlığa yapıcı, tertemiz ve olgun bir liderlikte
bulunma, bu liderliğini yapıcı, adil, güzel ve iyi ilkelere ve bunlarla
birlikte Allah'a yönelime temelinde cihad yer alır.
İnsanın kendi şahsi, kişisel zaaflarına bağlı
olduğu, arzu ve istekleri ile sınırlı olduğu, şehevi ihtiraslarının ağır
yükü altında bulunduğu halde özgürlük ve bağımsızlık çabaları boşunadır.
insanın kendi beninden kurtulmadan, zaferin ve ganimetin ardında kendine pay
çıkarmaktan sıyrılıp yalnız Allah'ı ön plana çıkarmadan yapacağı tüm
çalışmalar boşunadır.
İşte bu peygamberliğin sürekli olarak
damgasını taşıdığı edebin, anlayışın kendisidir. Yüce Allah insanlığı bu
edebin ufuklarına doğru çıkarmak ister. Sürekli olarak gözlerini bu ufuklara
dikmesini öngörür.
Hz. Yusuf'un herşeyi elde ettiği ve rüyasının
gerçekleştiği anda takındığı edeb ve tutum budur: "Ana-babasını makam
koltuğuna oturttu, bu arada hep birlikte önünde secdeye kapandılar. Bunun
üzerine Hz. Yusuf, babasına dedi ki; `Babacığım bu olay, bir zamanlar
gördüğüm rüyanın somut yorumudur. Rabbim o rüyayı gerçeğe dönüştürdü. Ayrıca
beni hapisten çıkararak ve şeytanın kışkırtması sonucunda kardeşlerimle
aramın açılmasından sonra sizleri çöl ortasından kaldırıp yanıma getirerek
bana lütufta bulundu. Hiç şüphesiz Rabbim dilediklerine karşı lütufkâr
davranır. O herşeyi bilen ve her yaptığını yerinde yapandır." (Yusuf 100)
Bu anda Hz. Yusuf, içini sevinç, seçkinlik ve
üstünlük duygularından arındırarak şükreden, Rabbini hatırlayan bir kulun
Rabbini yüceltmesi gibi O'na yönelmiştir. Saltanatının zirvesinde ve
rüyalarının gerçekleşmesinin sevinci içinde Rabbine şöyle yalvarmıştır:
"Rabbim sen bana egemenlikten pay verdin, beni olayları (ya da rüyaları)
yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın. Ey göklerin ve yerin
yaradanı! Gerek dünyada gerek ahirette dayanağım sensin; canımı Müslüman
olarak al ve beni iyi kulların arasına kat." (Yusuf 101)
Burada şöhret ve saltanat geriye çekiliyor.
Buluşma, aile fertlerinin bir araya gelişi ve kardeşlerin kaynaşması ile
oluşan sevinç geriliyor. Son sahnede tek başına olan, Rabbine içtenlikle
yönelen bir insanın sahnesi ön plana çıkıyor. Ölene kadar Müslüman kalması,
vefat ettikten sonra ise katındaki salih kulların arasına alması için O'na
yalvarıyor. Lütfuna ve ihsanına sığınıyor.
Hz. Süleyman'da gözünü açıp kapayıncaya kadar
kısa bir zamanda Sebe kraliçesinin tahtını yanında gördüğünde bu edebi
takınmıştı: "Kutsal kitap kaynaklı bilgisi olan biri ise `Gözünü kapamadan o
tahtı sana getireyim' dedi. Süleyman tahtı önünde yere konmuş görünce, `Bu
şükür mü edeceğim yoksa, nankörce mi davranacağım diye beni sınavdan
geçirmek isteyen Rabbimin bana yönelik bir lütfudur. Kim şükrederse kendisi
için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, yüce Allah'ın hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur ve bağışı karşılıksızdır' dedi." (Neml 40)
Bütün hayatı boyunca Hz. Muhammed'in tutumu
da bu sebep çerçevesinde idi. Rabbinin kendisi için bir alamet kıldığı zafer
ve fetih konumundaki durumu bu idi. Bineğinin üzerinde Rabbine başı eğmiş ve
bu şekilde Mekke'ye girmişti. Kendisine eziyet eden, kendisini sürgün eden,
kendisi ile savaşan davanın önünde bu kadar inatçı bir tutumla dikilen
Mekke'ye... Allah'ın zaferi ve fetih kendisine nasip olunca, Peygamber
zaferin sevincini unutmuş, şükreden bir kulun tutumu ile başını eğmiş,
Rabbinin kendisine aşıladığı şekilde hamd etmiş, O'nu tesbih etmiş ve
günahlarının bağışlanmasını dilemiştir. Rivayetlerde belirtildiği gibi
tesbihini, hamdını ve istiğfarını artırmıştı. Kendisinden sonra ashabına
bıraktığı sünneti de buydu. Allah onların hepsinden razı olsun.
İşte bu şekilde insanlık Allah'a iman ile
yükselmiştir. Bu şekilde parlamış, arınmış ve kanatlanmıştır. Ve bu şekilde
büyüklüğe, kuvvete ve özgürlüğe kavuşmuştur.
Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden
teşekkürler.