79-Naziat
1-Andolsun söküp
çıkaranlara.
2- Hemen çekip
alanlara.
3- Yüzüp gidenlere.
4- Yarışıp,
geçenlere.
5- Derken işi
düzenliyenlere!
Ayet-i kerimelerin bu ifadelerinin yorumu hakkında
denmiştir ki: Naziat ruhları sert bir şekilde çekip alan meleklerdir. "Naşitat"
hareketlerinde serbest olan melekler, "sabihat" yüceler aleminde yüzen
melekler, "sabikat" ise herkesten önce imana veya Rabblerinin emrine itaata
koşan melekler, "müdebbirat" ise kendilerine havale edilen işleri
düzenleyen, idare eden meleklerdir. Yine denmiştir ki, bunlar yörüngelerinde
giden, hareket eden, bir konaktan diğerine geçip giden, Allah'ın uzay
boşluğunda ona bağlı olarak yüzüp giden koşuşunda ve dönüşünde bir yarış
içinde bulunanlar ve Allah'ın kendilerine yüklediği görevi yerine getiren
yıldızlardır. Ve sonuçlarını en güzel şekilde dünyadaki hayat ve onunla
ilgili olaylar üzerinde etkilerini mükemmel idare eden yıldızlardır.
Yine denmiştir ki; Naziat, naşitat, sabihat ve
sabikat yıldızdırlar. Müdebbirat ise meleklerdir.
Şöyle de denmiştir: Naziat, naşitat ve sabihat
yıldızlar; sabikat ve müdebbirat ise meleklerdir.
Bu kelimelerin anlamları ne olursa olsun Kur'an'ın
atmosferdeki hayattan ve onların bu şekilde sergilenişinden birtakım hislere
kapılıyoruz. Bunlar her şeyden önce duygularda bir sarsıntı meydana
getirmektedir. Vicdanlarda bir ürperti, ürküten ve korkutan bir şeyin
tesirini ve etkisini meydana getirmektedir. Bu nedenle bunlar surenin girişi
ile güçlü bir bütünlüğe ulaşmaktadır. Böylece sonda gelmekte olan ürpertici,
yıldırıcı büyük tehlikenin oluşturduğu korku ve dehşeti karşılamaya duyguyu
hazırlamaktadır.
Biz de bu duyarlılıkla beraber olmak için onları
olduğu gibi anlamlarının ayrıntılarına girip tartışmaya gerek duymadan,
bırakmayı tercih ediyoruz ki Kur'an'ın mesajına, direktiflerine açık bir
hayat yaşayalım. Kur'an'ı bütün mesajları ve direktifleri ile kendi yapısı
içinde tanışıp etkilerini içimizde hissedelim. Asıl hedef kalbin sarsılarak
uyarılmasıdır. Kur'an bunu değişik yöntemler kullanarak elde etmeye çalışır.
Sonra Hz. Ömer bu konuda bizim için güzel bir örnektir. Hz. Ömer Abese
suresini okumuş "ve fakiheten ve ebben" ayetine geldiğinde şöyle demişti:
Fakihe meyvedir, anladık bunu. Ebben nedir acaba? Ardından sözlerine hemen
şu cümleyi ilave etmişti: Ey Hattabın oğlu Ömer, Allah'a yemin olsun ki bu
tekellüftür, işi yokuşa sürmektir. Yüce Allah'ın kitabından bir kelimeyi
bilmemen sana ne zarar verir ki? Başka bir rivayete göre ise O "bunların
hepsini biliyoruz, fakat ebben nedir" demiş, hemen ardından kendi kendine
kızarak elindeki değneği kırıp yere atarak şöyle demiştir: "Bu Allah'a yemin
olsun ki yokuşa sürmektir. Ey ümmü Ömer'in oğlu sen Ebb'in ne olduğunu
bilmesen ne olur ki Sonra şöyle demiştir. Bu kitabın açık hükümlerine uyun,
açık olmayanlarını ise öyle bırakın". Bunlar Allah'ın yüce sözlerine karşı
edepten kaynaklanmış davranış örnekleridir. Kulun Rabbin sözleri
karşısındaki edebinin ifadesidir. Zira bu sözlerin bir kısmının özü itibarı
ile kapalı kalması hedeflenmiş ve böylece bu kapalılık bir amacın
gerçekleşmesine yol açmış olabilir.
Surenin "yemin edilme" havasındaki bu girişinden
sonra gelen ayetler, bu önemli gerçeği tasvir etmektedir:.
6- o gün bir
sarsıntı sarsar.
7- Ardından bir
başka sarsıntı gelir.
8- O gün kalpler
titrer.
9- Gözler korkudan
aşağı kayar.
10- Diyorlar ki:
"Biz yine eski halimize döndürülecek miyiz?
11- Biz çürümüş
kemikler olduktan sonra ha?
12- Öyle ise bu,
ziyanlı bir dönüştür" dediler.
13- Doğrusu bir tek
çığlık yetecektir.
14- Hepsi hemen bir
düzlüğe dökülecektir.
Ayet-i kerimede geçen racife kavramının dünya olduğu
belirtilmiştir. Çünkü başka bir surede geçen bir ayette şöyle denilmektedir:
"Yer ve dağlar sarsıldığı gün." (Müzzemmil 14) Radife ise göktür,
denilmiştir. Çünkü gök evrendeki alt üst sırasında yeri izler ve onun
peşinden gelir, yarılır, yıldızları dağılıp saçılır.
"Racife"nin yeri, dağları ve tüm canlıları sarsan,
göklerde ve yerde ne varsa Allah'ın diledikleri dışında herkesi bayıltıp
öldüren birinci çığlık olduğu, "Radife"nin ise insanları tekrar dirilten ve
bir araya toplayan ikinci çığlık olduğu da söylenmiştir. (Nitekim Zümer
suresinin 68. ayeti bu konuda delil olmaktadır). ister bu ister diğeri
olsun, artık insanın kalbi sarsılmayı, titremeyi, korku ve çalkantıyı
hissetmiş durumdadır. Korku, ürperti ve irkilme ile sarsılmıştır. Sükunet ve
rahattan tamamen uzak o günkü korkunun, kalbler üzerinde ne kadar etkili
olduğunu anlamaya hazır duruma gelmiştir. "O gün kalpler titrer. Gözler
korkudan aşağı kayar." sözünün gerçekliğini kavramış ve hissetmiştir.
Bu kalbler büyük sıkıntı içindedir. Apaçık bir
şaşkınlık içindedir. Korku ürperti, irkiliş ve burukluk her yanlarını bütünü
ile kaplamıştır. İşte sarsacak olanın sarstığı ve peşinden diğerinin geldiği
o günde meydana gelecek olan budur. İşte "Andolsun söküp çıkaranlara. Hemen
çekip alanlara. Yüzüp gidenlere. Yarışıp geçenlere. Derken işi
düzenleyenlere!" ifadelerindeki yeminin asıl amacı da bu gerçeği ortaya
koymaktır. Bu sahnenin bıraktığı etki girişin içeriği ile bütünlük
sağlamaktadır. Surenin bundan sonraki akışı, onların kabirlerden kalktıkları
zamanki şaşkınlıklarından ve Hayretlerinden söz etmektedir.
"Diyorlar ki: `Biz yine eski halimize döndürülecek
miyiz? Biz çürümüş kemikler olduktan sonra ha?"
Onlar birbirlerine soruyorlar: Biz tekrar hayata mı
döndürülecek, ilk yaşamama mı geri geleceğiz? Arap dilinde "recea fi
hafıretihi" denir. Yani geldiği yola tekrar döndü. Onlar bu şaşkınlıkları ve
Hayretleri içinde soruyorlar Geldikleri yoldan hayata dönmelerini Hayretle
karşılıyorlar. Rüzgarın içinden geçebileceği kadar çürümüş, delik deşik
olmuş kemikler haline geldikten sonra. Bu nasıl olabilir? diyerek
korkularını ve dehşetlerini dile getiriyorlar.
Herhalde onlar ayılıyorlar. Ya da basiretleri
açılıyor. Bunun tekrar hayata dönüş olduğunu, fakat bu hayatın başka bir
hayat olduğunu anlıyorlar. Bu dönüşün kendileri için bir yıkım ve ceza
olduğunu hissediyorlar. Bu nedenle şöyle diyorlar:
"Öyle ise bu, ziyanlı bir dönüştür' dediler."
Bu onların hesaba katmadıkları bir durumdur. Hiçbir
azık hazırlamamışlardır. Orada onların hiçbir payları olmaz.
Burada, bu sahnenin karşısında, Kur'an'ın akışı var
olan bir gerçeği dile getirerek devam ediyor:
"Doğrusu bir tek çığlık yetecektir. Hepsi hemen bir
düzlüğe dökülecektir."
Ayet-i kerimede geçen "zecra" çığlık demektir. Fakat
surenin diğer sahneleri ile bu sahnenin havası uyum sağlasın diye bu sert ve
katı sözcükle ifade edilmektedir. "Sahire" ise parlayan beyaz yer demektir.
Burası mahşer yeridir. Biz mahşerin nerede kurulacağını bilemeyiz. Onunla
ilgili haberleri ancak inandığımız doğru kaynaktan alabiliriz. Kesin sağlam
olmayan ve garanti edilmeyen şeyleri ona ilave etmeyiz.
Kur'an'ın diğer ayetlerine dayanarak buradaki tek
çığlığın kıyametteki ikinci çığlık, diriliş ve mahşer çığlığı olduğunu
söyleyebiliriz. Bu ifade hızlıca geçilmiştir. Zaten onun kendisi de
hızlılığı çağrıştırmaktadır. Çünkü surenin tamamı da bu türden bir hızlılığı
ve korkuyu telkin etmektedir. Korku dolu kalblerdeki bu titreyiş, nabzın
hızlı atışıyla paralellik arzetmektedir. Akışın tüm hareketlerinde , tüm
işaretlerinde ve her mesajında bu uyum göze çarpmaktadır.
Bundan sonra surenin akışı ve vurgusu yeni gelen
bölümdeki hikayelerin havası ile uyum sağlasın diye biraz yumuşamaktadır.
Burada Hz. Musa ile Firavun arasında geçen olaylar ve bu zorba adamın
azdığında ne tür bir sona hazırlandığı, nasıl bir sonla karşılaştığı dile
getirilmektedir.
15- Musa'nın haberi
sana geldi mi?
16- Tiva'da, kutsal
bir vadide, Rabbi ona şöyle hitab etmişti:
17- "Firavuna git
çünkü o azdı.
18- Ona de ki:
`Arınmağa niyetin var mı?
19- Rabbine giden
yolu göstereyim ki O'na saygı duyup korkasın."
20- Bunun üzerine
ona en büyük mucizeyi gösterdi.
21- Fakat o Musa'yı
yalanladı, karşı geldi.
22- Sonra sırtını
döndü; çalışmağa koyuldu.
23- Adamların:
toplayıp seslendi:
24- "Sizin en yüce
Rabbiniz benim" dedi.
25- Allah bunun
üzerine onu dünya ve ahiret azabına uğrattı.
26- Doğrusu bunda
.Allah'tan korkan kimseye ders vardır.
Hz. Musa'nın kıssası Kur'an'da en çok ve en detaylı
biçimde geçen bir kıssadır. Daha önce birçok surede geçmiştir. Çeşitli
halkalar yer almış ve bunlar çeşitli üsluplarla ortaya konmuştur. Bu
halkaların ve üslupların herbiri içinde yer aldıkları surelerin akışı ile
uyum sağlamış ve Kur'an'ın kıssaları sergileme ve aktarma metoduna bağlı
olarak anlatım içindeki amaca ve hedefe doğrudan katkıda bulunmuşlardır.
Burada Hz. Musa'nın kıssası özlü bir şekilde ve
hızlı bir anlatımla verilmektedir. Hz. Musa'ya kutsal vadide
seslenilmesinden Firavun'un cezalandırılmasına kadar geçen olaylara kısaca
yer verilmektedir. Bu dünyadaki cezalandırılmasının yanında ahiretteki
cezalandırılmasından da söz edilmektedir. Böylece surenin asıl konusu ile
yani ahiret gerçeği ile bütünleşmektedir. Hikayenin bu uzun zaman dilimi
içinde gerçekleşen bölümü birkaç kısa ayette hızlı bir anlatımla
verilmektedir ki surenin yapısına ve ana konusuna uyum sağlasın.
Hızlı bir anlatımla geçilen bu kısa ayetler
hikayenin değişik yönlerini ve sahnelerini içermektedir.
Bölüm Hz. Peygambere yöneltilen bir soru ile
başlamaktadır:
"Musa'nın haberi sana geldi mi?"
Bu kalpleri ve algıları uyanık tutarak hikayeyi
dinlemeye hazırlamak için sorulmuş bir sorudur.
Ayrıca belirttiği hikayeyi ana hatlarıyla
sergilemeye başlamaktadır. Böylece onun gerçekliğini telkin ederek onun
yaşanmış gerçek bir olay olduğuna işaret etmektedir. Önce seslenme ve
çağırma sahnesiyle başlamaktadır: "Hani Rabbi ona kutsal bir vadi olan
Tuva'da şöyle seslenmişti." Tuva tercih edilen görüşe göre vadinin adıdır.
Burası Hicaz'ın kuzeyindeki, Medyen bölgesine göre Tur dağının sağ
tarafıdır.
Seslenme anı gerçekten dehşet verici, yüce bir
andır. Ayrıca insanı Hayretler içinde bırakmaktadır. Yüce Allah'ın bizzat
kendisinin kullarından birine seslenmesi gerçekten dehşet vericidir.
insanların kullandıkları sözcüklerle anlatılamaz. Bu yüce ilahlığın
sırlarından olduğu gibi Allah'ın bu insana yerleştirdiği oluşumun
sırlarından biridir de. İnsan bu sır ile o yüce çağrıyı algılayabilmektedir.
Bu konuda söyleyebileceğimiz en son söz budur. İnsanın kavrayış ve akli
donanımı bu konuda kendi başına bilgi elde etmek imkanına sahip değildir.
Belirlenen çizgide durmalıdır. Allah bunu açıklayana kadar... İnsan Allah'ın
bildirmesi ile bu sırlardan zevk alacaktır.
Başka yerlerde kıssanın bu bölümünde Hz. Musa ile
Rabbi arasında geçen bu diyalog hayli geniş anlatılmıştır. Buradâ ise
olaylara kısaca değinilmekte ve hızlı dokunuşlara yer verilmektedir. Bu
nedenle kutsal bir vadi olan Tuva'da seslenme sözkonusu edildikten hemen
sonra yüce Allah'ın Hz. Musa'ya yönelik ilahi teklifine geçilmektedir:
"Firavuna git çünkü o azdı. Ona de ki: Arınmağa
niyetin var mı?"
Azgınlık, olmaması ve devam etmemesi gereken kötü
bir haldir. Tiksindirici bir iştir. Yeryüzünün düzenini bozar. Allah'ın
rızasına aykırıdır. O'nun hoşnutsuzluğuna yol açar. Bu azgınlığı önlemek
için yüce Allah seçkin kullarından birini seçip görevlendirerek devreye
sokmaktadır. Amaç bu kötülüğü durdurmak, bu bozgunculuğu engellemek ve bu
azgınlığı durdurmaktır. Bu gerçekten çok tiksindirici bir iştir. Bu nedenle
yüce Allah bizzat kendisi kullarından birine hitap ederek bu azgın adama
gitmesini, onu bu İşten vazgeçirmesini istemektedir. Böylece hem dünya hem
ahiret cezasına çarptırılmadan Allah onun tüm mazeretlerini de ortadan
kaldırmaktadır.
"Firavuna git. Çünkü o azdı."
Sonra yüce Allah elçisine, bu azgın adama sevimli
bir üslup ve gönülleri etkisi altına alan bir hitapla nasıl sesleneceğini
öğretmektedir. Olur ki vazgeçer. Allah'ın gazabından ve cezasından korunur:
"Ona de ki: Arınmağa niyetin var mı? Rabbine giden
yolu göstereyim ki O'na saygı duyup korkasın."
Sana Rabbinin yolunu göstereyim mi? Eğer sen Rabbini
tanırsan O'nun korkusunu kalbinde hissedersin. insan Rabbinden uzaklaşmadığı
sürece kesinlikle azgınlaşamaz, isyana kalkışamaz, Rabbine götüren yolu
şaşırmadığı sürece kalbi katılaşmaz ve bozulmaz. Orada azgınlık ve inat
barınmaz.
Sesleniş ve davet sahnesinde bunlar vardı. Bunun
hemen ardından yüzleşme ve mesajı iletme sahnesi yer almaktadır. Surenin
akışı mesajı iletme sahnesinde bunları tekrar dile getirmez. Çünkü bunlar
sergilenmiştir. Bu sebepten sesleniş sahnesinden sonrasını atlayarak
yüzleşme sahnesinde mesajın metnini kısa tutmaktadır. Ardından perde
kapanarak görüşmeden sonra açılmaktadır.
"Bunun üzerine ona en büyük mucizeyi gösterdi. fakat
o Musa'yı yalanladı, karşı geldi."
Hz. Musa iletmekle yükümlü olduğu mesajı Rabbinin
kendisine telkin edip öğrettiği üslupla tebliğ etti. Fakat bu güzel, sevimli
üslup dahi Rabbinin bilgisinden, marifetinden tamamen uzaklaşmış azgının
kalbini yumuşatamadı. Bunun üzerine Hz. Musa ona büyük mucizeyi gösterdi.
Kur'an'ın başka yerlerinde geçtiği gibi ona yılana dönüşen asa ve bembeyaz
el mucizelerini gösterdi: "Fakat o yalanladı ve karşı geldi." Böylece
yalanlama ve karşı gelme eylemi ile görüşme ve mesajı iletme sahnesi kısa ve
özlü bir şekilde sona erdi.
Şimdi başka bir sahneye geçilmektedir. Bu sahne de
Firavun Hz. Musa'ya tavır koymakta ve büyü ile gerçek arasında bir
mücadeleye girişmeleri için büyücüleri toplamakla uğraşmaktadır. Çünkü
burada o Hakka ve doğru yola teslim olmayı kendine yedirememektedir.
"Sonra sırtını döndü, çalışmaya koyuldu. Adamlarını
toplayıp seslendi: `Sizin en yüce Rabbiniz benim' dedi.
Surenin akışı içinde bu azgın ve inkarcı adamın sözü
hemen verilmektedir. Çalışması, büyücüleri toplaması ve bunların detaylarına
ilişkin çabası kısaca geçilmektedir. Dönüp gitmiş, tuzağa ve çalışmaya
koyulmuştur. Sihirbazları ve kitleleri toplamış, ardından gurur ve cahillik
dolu, azgınlık ve taşkınlıkla yoğrulmuş sözünü söyleyivermiştir:
"Ben sizin en yüce Rabbinizim."
Bu azgın iktidar sahibi, halkının cahilliğinden,
kendisine boyun eğişinden ve bağlanışından destek olarak bu sözü
söyleyebilmiştir. Zalim iktidar sahiplerini, kitlelerin cahilliği, zilleti,
itaati ve bağlılığı kadar hiçbir şey aldatamaz. Aslında bunlar bir kişiden
başka birşey değildir. Gerçekte ne bir güçleri, ne de bir otoriteleri
vardır. Ancak cahil ve itaatkâr kitleler eğilirse onlar da sırtlarına
binerler. Onlar boyunlarını uzatır zalimler de onların yularından tutarlar.
Kitleler başlarını eğer, tağutlar da onların üzerlerine çıkarlar. izzet ve
onura ilişkin haklarından vazgeçerler. Sonuçta bu azınlığı azdırırlar.
Kitleler bunu bir taraftan aldandıkları için bir
taraftan da korktukları için böyle yaparlar. Bu korku ise kuruntudan başka
kaynağı olmayan bir korkudur. Sadece bir tek şahıstan ibaret olan zalim
iktidar sahibinin binlerce, milyonlarca insandan daha güçlü olması mümkün
değildir. Yeter ki bu binler ve milyonlar, insanlıklarının, onurlarının,
şereflerinin ve özgürlüklerinin bilincinde olsunlar. Aslında bu binlerin
içindeki tek bir fert, kuvvet açısından azgın iktidar sahibine denktir.
Fakat zalim iktidar sahibi onu aldatır. Kendisine sahip olduğu imajını
verir. Onurlu bir toplulukta herhangi bir ferdin azgınlaşması mümkün
değildir. Rabbini tanıyan, O'na iman eden, bilinçli, iyi bir topluluğun
içinde bir ferdin zorbalık yapması asla mümkün değildir. Ayrıca kendilerine
zarar verme ve yol gösterme imkanına sahip olmayan, Allah'ın
yarattıklarından birine kulluk yapmayı reddeden bir topluluk içinde bir
kişinin azgınlaşması mümkün değildir.
Firavun, toplumunun cahilliğinden, zilletinden,
kalplerinin imandan uzaklaşmasından cesaret alarak bu çirkinliğin ve
kafirliğin sembolü olan sözü söyleme cesaretini bulmuştur. "Ben sizin en
yüce Rabbinizim." O, hiçbir şeye gücü yetmiyen zayıf bir yaratık olduğunu
bilen, küçücük bir sineğin aldığına bile engel olamıyacağını gören, inanmış,
bilinçli ve onurlu bir toplum karşısında olsaydı asla böyle diyemezdi.
Bu hayasızca büyüklük taslama ve küstahca
azgınlaşmadan sonra karşı konulmaz kuvvet harekete geçmiştir.
"Allah bunun üzerine onu dünya ve ahiret azabına
uğrattı."
Burada ahiret cezası dünya cezasından önce yer
almaktadır. Zira ahiretin cezası daha şiddetli ve daha süreklidir. Azgın
iktidar sahiplerini ve isyan edenleri bütün şiddeti ve sonsuzluğu ile
yakalayacak olan gerçek ceza budur çünkü. Ayrıca burada surenin akışı içinde
en uygun gelecek ceza da budur. Çünkü burada surenin kendisinden söz ettiği
ve ana konusu haline getirdiği mesele ahirettir. Ayrıca ahiret cezası manevi
yönden ana konu ve temel gerçekle uyum sağlamasının yanında söz dizimi
açısından kafiyedeki musiki tonuna da en uygun düşen ifadedir.
Dünyanın cezası da şiddetli ve acımasız olmuştur.
Ondan daha şiddetli ve daha katı olan ahiretin cezası nasıl olurdu acabâ?
Firavun atalarından gelen köklü bir şerefe, güç ve otoriteye sahipti ve o
buna rağmen böyle cezalandırılmıştı. Öyle ise mesajı yalanlayan diğerlerinin
hali nice olacaktı. islamın mesajına karşı duran bu müşriklerin durumu ne
olacaktı?
"Doğrusu bunda Allah'tan korkan kimseye ders
vardır."
Rabbini tanıyan ve O'ndan korkan müminler, Firavun
olayında anlatılmak istenen ibretleri kavrayabilir. Kalbi takva ile
tanışmayan insana gelince onunla ibret arasında bir engel vardır. Onunla
öğüt arasında bir perde vardır. Bu hali akıbetiyle yüzyüze gelene kadar
devam eder. Allah onu hem ahirèt, hem dünya cezasına çarptırıncaya kadar
sürer. Herkesin kolaylaştırılmış bir yolu, kolaylaştırılmış bir akıbeti
vardır. İbret almak ise Allah'tan korkanlara mahsustur.
Kendi güçlerine güvenerek azgınlaşan bu zalimlerin
akıbetlerine ilişkin açıklamadan sonra tıpkı onlar gibi kendi güçleri ile
böbürlenen müşriklere dönmektedir. Onları büyük yaratılış mucizeleri ile
karşı karşıya getiriyor. Evrende yer alan bu olağanüstü manzaralar
insanların gücü ile kıyaslandığında gerçekten insan gücünün bir hiç olduğu
ortaya çıkmaktadır.
27- Ey
inkarcılar!Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?
28- Ki Allah onu
bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir.
29- Gecesini
karanlık yapmıştır. Gündüzünü aydınlatmıştır.
30- Ardından yeri
düzenlemiştir.
31- Suyunu ondan
çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir.
32- Dağları
yerleştirmiştir.
33- Bunları sizin ve
hayvanların geçinmesi için yapmıştır.
Bu bölüm, tartışma götürmeyecek biçimde tek cevabı
bulunan bir soru ile başlıyor. "Ey inkarcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur,
yoksa göğü yaratmak mı?" Göğü! Bir şey söylemeye ve tartışmaya gerek yok!
Öyleyse gök sizden daha büyük bir yapıya sahip olduğu ve onu yaratan da
ondan daha çok güçlü olduğuna göre sizi kendi gücünüze güvenmeye iten sebep
nedir? İşte sorunun mesajlarından biri budur. Bir yönü daha var. Bu da
şudur: Dirilişinizi zor görmenize yol açan nedir? Halbuki O göğü
yaratmıştır. Gök ise, sizden daha zor bir şeydir. Dirilişiniz sizin tekrar
yaratılmanızdır. Sizden daha önemli ve daha zor olan göğü yaratan, sizi
haydi haydi yaratabilir. Çünkü bu diğerine göre daha kolaydır.
Bu göğü yaratmak hiç şüphesiz daha zordur. "Allah
onu kurmuştur." Yaratma, kuvveti ve durdurmayı bütünleştirmeyi ifade eder.
Gök de aynen bunun gibi. bütünleşmiş durumdadır. Yıldızların ve hareket
sistemlerinden dışarı çıkmamakta, dökülüp yıkılmamaktadır. Öyle ise o
sağlam, köklü ve parçaları birbirine kenetlenmiş bir yapıdır.
"Ki Allah onu bina edip yükseltmiş ve ona şekil
vermiştir." Ayet-i kerimede geçen "semk" kavramı herşeyin boyu ve yüksekliği
anlamına gelir. Gök, bir uyum içinde kenetlenmiş haliyle yükseltilmiştir.
İşte düzenlemede budur: "Ona şekil verdi:' Basiretini ve düşünme yeteneğini
kaybetmemiş bir insan bu sınırsız ahenge rahatlıkla tanıklık eder. Bu
korkunç büyüklükteki cisimlerin kenetlenmesi, etkileri ve etkilenmeleri
arasında uyumun gerçek yasalarını öğrenmek bu ifadelerin anlamını
genişletmekte, bu olağanüstü gerçeğin alanını, sınırsızlaştırmaktadır.
insanlar kendi bilgileri ile şu anda bu yasaların ancak küçük bir kısmını
anlayabilmişler ve onların karşısında Hayrete kapılmışlardır. Dehşete
düşmüş, endişeye kapılmışlardır. Onları evirip, çeviren, planlayıp
düzenleyen büyük bir kuvvetin varlığını kabul etmeden onları açıklamaktan
aciz düşmüşlerdir. insan hiçbir dine inanmasa dahi onları yönlendiren bir
kuvveti kabul etmekten başka çıkar yol bulamaz!
"Gecesini karanlık yapmıştır. Gündüzünü
aydınlatmıştır."
ifadede hem ses tonu hem de mana yönünden bir
sertlik bulunmakta ve bu, güç ve sertlikten söz eden konu ile bütünlük
arzetmektedir. Ayet-i kerimede geçen "ağtaşa leyleha" gecesini kararttı,
"ahraca duhaha" da gündüzünü aydınlattı demektir. Fakat burada kelimeler
surenin akışı ile uyum sağlayacak şekilde seçilmiştir. Karanlık ve aydınlık
halleri, gecede ve gündüzün ilk saatleri olan kuşlukta birbirlerini
izlemektedir. Bu herkesin gördüğü bir gerçektir. Her kalb ondan etkilenir.
insan bu olayların sürekli tekrar edilmesi ve alışkanlık yapması sonucu bu
canlılığı göremeyebilir. Fakat Kur'an duyguları ona yöneltmekle canlılığını
tekrar geri getirmektedir. Bu olay sürekli olarak yenidir. Hergün
yenilenmektedir. Ona beslenilen duygu ve onun etkisiyle oluşan tepki de
sürekli yenilenmektedir. Bunların gerisindeki değişmez yasalar ise aynı
büyüklükte ve aynı inceliktedir. Kendilerini tanıyanları korkuya ve dehşete
düşürmektedir. Bu konuya ilişkin bilgi genişledikçe tanımanın çapı büyüdükçe
bu gerçeğin kalpler üzerindeki etkisi ve tesiri daha da kökleşecektir.
"Ardından yeri düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış
ve otlak yer meydana getirmiştir. Dağları yerleştirmiştir."
Ayet-i kerimede geçen "dahf" kavramı yerin
düzenlenmesi ve kabuğunun düzleştirilmesidir. Üzerinin yürümeye uygun hale
getirilmesi, bitkilerin yeşermesine müsait bir toprağın üzerinde
oluşturulmasıdır. Dağların salıverilmesi yer kabuğunun düzene kavuşması ve
sıcaklık derecesinin hayata elverişli olan bu normal hale düşmesi sonucudur.
Yüce Allah yerden suyunu çıkarmıştır. ister bu kaynaklardan fışkıran su
olsun, isterse gökten inen yağmur suyu olsun farketmez. Zira yağmur suyu da
aslında yerin kendi suyudur. Önce buharlaşmış, sonra yağmur şeklinde tekrar
yere inmiştir. Ayrıca yerden otlaklar çıkaran da O'dur. Burada mera hem
insanların, hem de hayvanların yediği bitkileri ifade etmektedir. Canlıların
yaşamları ya doğrudan ya da dolaylı olarak ona bağlıdır.
Bunların hepsi göğün yapılmasından, gecenin
karartılmasından ve gündüzün aydınlatılmasından sonra olmuştur. Modern
astronomi teorileri de Kur'an'ın bu hükmünün anlamına yakın bulunmaktadır.
Bu teorilere göre yeryüzü düzeltilmeden, ekine elverişli hale getirilemeden
ve yerkabuğu üzerindeki yükseklikler ve düzlükler ile istikrara kavuşmadan
yüz milyonlarca sene önce dünya düzeni devam edip durmuş, gece ile gündüz
birbirini izlemiştir.
Kur'ana Kerim tüm bunların amacını da açıklıyor:
"Bunları sizin ve hayvanların geçinmesi için yapmıştır." Böylece insanlara
bir yönden Allah'ın yüce tedbirini hatırlatmış öbür yandan Allah'ın,
mülkündeki yüce takdirine parmak basmıştır. Çünkü göğün bu şekilde kurulması
ve yeryüzünün bu şekilde düzenlenmesi de tesadüf olarak rastgele olmamıştır.
Herşey bir plana göre gelişmiştir. Yeryüzünde halifelik görevini üstlenecek
insanın hesabı yapılmıştır. Çünkü insanın varlığı, gelişmesi ve ilerlemesi
bu evrenin içinde özellikle güneş sistemi içinde daha özel bir anlam ile
yeryüzünde uygun şartlara bağlıdır.
Kur'an-ı Kerim gerçeğin temeline ilişkin özlü, mesaj
yüklü derin anlamlı işaret metoduna bağlı olarak bu yaşamaya uygun şartların
birkaçını hatırlatmaktadır. Bunlar; göklerin kurulması, gecenin
karaltılması, gündüzün aydınlatılması, yerin düzeltilmesi, suyunun ve
merasının çıkarılması ve dağlarının salınmasıdır. Tüm bunlar, insanlar ve
onların hayvanları için yapılmıştır. Bu ise herkese açık bulunan ilahi
tedbir ve takdirin gerçek manzaralarından bazılarına parmak basan bir
işarettir. Gözle görülen bu manzaralarla her çevrede yaşayan her insana
hitap edilebilir. Bu konuda bilgi ve kültür derecesinin bir düzeyine
ulaşmaya ihtiyaç yoktur. Nerede olursa olsun, insanın bu konudaki payı hak
ettiğinden fazladır. İşte bu nedenle Kur'an tüm devrelerdeki ve her zaman
dilimindeki bütün insanoğluna seslenerek hitabını genelleştirmektedir.
Bu düzeyin ötesinde sözkonusu büyük gerçeğin daha
başka boyutları ve ufukları vardır. Bu koca evrenin özündeki takdir ve
tedbir gerçeğine, bu evrenin açıkça haykırdığı tesadüfün ve gelişi
güzelliğin bu işleyişten tamamen uzak olduğu gerçeğine işaret edilmektedir.
Zira tesadüfün doğası bunca Hayret verici uygunlukların bir araya
gelmelerini imkansızlaştırmaktadır.
Dünyanın da kendisine bağlı olduğu güneş sisteminin
oluşumundaki uygunluktan başlayan bu uyum ve ahenk yüz milyonlarca yıldız
kümesinin içinde gerçekten nadir rastlanan bir düzene sahiptir. Dünya da
güneş sistemi içindeki yeri ve konumu açısından gezegenler içinde eşsiz bir
yapıya sahiptir. İşte bu eşsiz yapı dünyayı insan hayatı için elverişli
kılmaktadır. Şu ana kadar insanlar binlerle ifade edilen, bu zorunlu
uygunlukların herhangi bir gezegende buluştuğunu öğrenebilmiş değiller!
"Hayat şartları bu gezgende bütünüyle
gerçekleşmiştir. Uygun bir hacim normal bir uzaklık, maddenin elementlerinin
hayatın hareketine elverişli bir oranda buluşup oluşması.
Uygun bir hacmin bulunması gerekmektedir. Zira
gezegenin etrafını kuşatan hava atmosferinin orada kalması ondaki çekim
gücüne bağlıdır.
Normal bir uzaklığın olması da şarttır. Zira güneşe
yakın olan kütleler çok sıcaktır. Cisimler orada bütünlüklerini ve bağlarını
koruyamazlar. Güneşe uzak olan kütleler ise çok soğuktur. Cisimler oraya
giremezler.
Ayrıca hayatın hareketine ve şartlarına uygun bir
biçimde elementlerin belli bir oranda buluşup oluşumlar meydana getirmesi de
zorunludur. Zira bu belli oranda bitkinin yetişmesi ve buna bağlı olarak da
hayatın meydana gelmesi için kaçınılmaz bir şarttır.
Dünyanın konumu hayat için vazgeçilmez olan bu
şartların hepsini kendisine toplayan konumların en müsait olanıdır. Şu ana
kadar tanıyabildiğimiz ve başka şeklini öğrenemediğimiz tüm şartları burada
bir arada bulunmaktadır."
Bu koca evrenin özündeki tedbir ve takdir gerçeğine,
yaradılışında ve evirilip çevirilmesinde insanın konumunun hesaba katılması
gerçeğine dikkat çekilmesi insanın kalbini ve aklını ahiret gerçeğine,
oradaki hesaba çekilme ve karşılık görme gerçeklerine güven ve teslimiyetle
çevirmektedir. Evrenin yaradılışı ve insanın yaradılışı gerçekten böyle olup
bunların bütünü ile tamamlanmaması ve karşılıklarını bulmaması mümkün
değildir. Bu düzenin ve bu sistemin fani dünyadaki bu kısa hayat döneminin
sona ermesiyle noktalanması mümkün değildir. Kötülüğün, zalimlerin ve
batılın bu yeryüzünde bütün cinayetleriyle çekip gitmesi, iyiliğin, adaletin
ve hakkın bu dünyada onca haksızlıklara uğrayarak geçip gitmesi sağduyu ile
izah edilemez. Böyle bir ihtimal doğası itibariyle koca evrenin özündeki
apaçık takdir ve tedbirin tabiatına aykırıdır. İşte bu bölümde surenin akışı
içinde kéndisine temas edilen bu gerçek suredeki ana konuyu oluşturan ahiret
gerçeği ile bütünleşmektedir. Kalblerde ve akıllarda bu gerçeğe bir giriş
niteliğini kazanmaktadır. Ve hemen ardından tam yerinde ve zamanında "Büyük
Baskın" gerçeği yer almaktadır.
34- Herşeyi bastıran
o büyük felaket geldiği zaman.
35- O gün insan,
neyin peşinde koşmuş olduğunu hatırlar.
36- Gören kimseler
için cehennem ortaya çıkarılmıştır.
37- Artık kim
azmışsa.
38- ve şu yakın
hayatı yeğlemişse.
39- Onun barınağa
cehennemdir.
40- Ancak kim
Rabbinin huzurunda durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini kötü heveslerden
menetmişse.
41- Onun barınağı da
cennettir.
Şüphesiz dünya hayatı bir yararlanmadır. Bütün
evrenle, hayatın ve insanın yaratılması ile irtibatı bulunan tedbirin gereği
olarak dikkatle ve sağlam biçimde takdir edilen bir yararlanma. fakat sadece
bir yararlanmadır. Zamanı geldiğinde sona erecek bir yararlanma. Büyük
baskın gelip çattığında herşeyin üzerini kuşatır. Her şeyin üzerini kapatır.
Tüm geçici nimetlerin üzerini örter. Sağlam, takdir edilmiş düzenlenmiş
evreni kuşatır. Kurulan göğü, düzeltilen yeri, salınan dağları, canlıları ve
hayatı tümüyle avucuna Alır. Varolan her şeyin konumunu ve akıbetini
belirler. Çünkü O, bunların hepsinden büyüktür. Bunların hepsini kuşatır ve
bastırır.
İşte o zaman insan yaptığını hatırlar. Çabasını
hatırlar ve gözlerinin önüne getirir. Hayatın olaylarının ve uğraşlarının
kendisini gaflete düşürdüğünü ahireti unuttuğunu anlar. Hatırlar ve
gözlerinin önüne getirir ama hatırlama, gözlerinin önüne getirmenin
hayıflanma ve pişmanlıktan başka işe yaramadığı bir zamanda. Artık bunun
ötesindeki azabı ve felaketi düşünmekten başka çaresinin kalmadığı bir
sırada.
"Gören kimseler için cehennem ortaya çıkarılmıştır."
Cehennem görenlerin karşılaşacağı apaçık ve ortada
olan bir gerçekliktir. "Ortaya çıkarılır." cümlesiyle daha da
sertleştirilmektedir. Hem mana yönünden hem de ses tonu yönünden. Ayrıca
sahneyi tüm gözlerin önünde canlandırma açısından.
Burada insanların sonları ve akıbetleri değişmekte
ve ilk yaratılıştaki tedbirin ve takdirin amacı ortaya çıkmaktadır.
"Artık kim azmışsa ve şu yakın hayatı yeğlemişse,
onun barınağı cehennemdir."
Ayet-i kerimede geçen "tuğyan" kavramı normal
anlamından daha kapsamlı bir mana ifade etmektedir burada. Bu hakkı ve
hidayeti aşıp geçen her kişinin vasfıdır. Alanı güç ve otorite sahibi olan
zalim iktidar sahiplerini içermekten daha geniştir. Burada tuğyan, hidayetin
sınırını aşan, dünya hayatını tercih eden, onu ahiretin önüne geçiren,
yalnız dünyaya çalışan, ahiret için hiçbir hesabı olmayan her insanı
kapsamaktadır. Ahiret kriteri, insanın elindeki ve vicdanındaki ölçüleri
değerlendiren tek ölçüdür. Ahiret hesabı bir kenara itildiğinde veya dünya
hayatı ona tercih edildiğinde elindeki bütün ölçüler altüst olur.
Ölçüsündeki bütün değerlerin düzeni bozulur. Hayatındaki vicdani ve ahlaki
tüm ilkeler ve prensipler yıkılır. Azgın, isyankar, haddini aşan bir insan
konumuna düşer.
İşte bu adamın "Onun barınağı cehennemdir" ortaya
çıkarılmış, yaklaştırılmış, gözler önüne getirilmiş her hali ile dehşet
verici cehennem. Büyük baskın günü!
"Ancak kim Rabbinin huzurunda durup hesap vermekten
korkmuş ve nefsini kötü heveslerden men etmişse, onun barınağı da
cennettir."
Rabbinin huzuruna çıkarılma endişesi taşıyan günaha
yönelemez. Beşeri zaafının baskısıyla ona yöneldiği zaman dahi bu yüce
makamın endişesi onu hemen pişmanlığa, istiğfara ve tevbeye yöneltir. itaat
dairesinde hareket etmeye devam eder.
Kişinin kendisini heva ve hevesten alıkoymasının
yolu itaat dairesindeki noktada yoğunlaşmaktır. Çünkü heva ve heves her tür
azgınlığın, zalimliğin, her tür haddi aşmanın ve her çeşit günahın itici
gücüdür. Belanın esası ve kötülüğün kaynağıdır. insanın başına ne gelirse
hevasından gelir. Cahilliğin tedavisi kolaydır. Fakat bilgiden sonraki heva
heves, tedavisi için uzun zorlu bir mücadele gereken nefsin başbelasıdır.
Allah korkusu, azgın isteklerin şiddetli
saldırılarına karşı sağlam ve muhkem bir kale durumundadır. Heva ve hevesin
saldırılarına karşı bu muhkem kaleden başkası ayakta duramaz. Bu nedenle
Kur'an'ın ifadesi bunların her ikisini de bir ayette topluyor. Çünkü burada
konuşan, nefsin hastalığını en iyi bilen yüce yaratıcı olan Allah'tır.
Tedavisini de bilen O'dur. Girintilerini ve çıkıntılarını en iyi bilen de
yalnız O'dur. Heva ve hevesinin nerede gizlendiğini, gizliliklerinin ve
hareketlerinin nasıl koordine edildiğini bilir.
Yüce Allah, insanı içinden taşkın arzuları hiç
geçirmemekle yükümlü tutmuştur. Çünkü yüce Allah insanın buna gücünün
yetmeyeceğini bilir. insanın heva ve hevesini serbest bırakmamasını, onu
frenlemesini ve dizginini eline almasını istemiştir. Bu konuda korkudan
destek almasını istemiştir. Ürpertici, ulu ve büyük olan Rabbinin huzuruna
çıkarılma endişesidir bu. Bu çetin cihadına karşı ona cenneti ödül ve
sığınak olarak vermiştir. "Onun barınağı da cennettir." Böyledir çünkü yüce
Allah bu cihadın büyüklüğünü bilir. İnsanın nefsini terbiye etmede,
düzeltmede ve en yüce makama yükseltmedeki değerini takdir eder.
Şüphesiz insan, bu alıkoyma, bu cihad, yükseliş ile
insandır. Hiçbir insan doğasının gereği budur, yapısında bu vardır diye heva
ve hevesini serbest bırakamaz. Nefsin cazibesine kapılarak alçalamaz. Çünkü
insanın içine heva ve hevesin dürtülerinden etkilenme yeteneği veren Allah
aynı zamanda heva ve hevesin dizginini tutma yeteneğini de vermiştir. Heva
ve hevesi frenlemeyi, cazibesinden kurtulup yükselmeyi öneren de O'dur.
İnsanın bu mücadelede başarı olarak çıkıp yükselmesi ve yücelmesi halinde
ona mükafat ve sığınak olarak cenneti veren de O'dur.
O insana yaraşır bir hürriyet var ki, bu yüce
Allah'ın insanı onurlandırmasına uygun düşmektedir. Bu hürriyet heva ve
hevesin etkilerine karşı üstün gelme, şehvetin esaretinden kurtulma,
dengeli, ölçülü bir şekilde hareket edip seçebilme özgürlüğünü ve insani
değerleri korumaya dayanır. Bir de hayvana yakışır hürriyet vardır. Bu da
insanın heva ve hevesine karşı yenilgiye uğraması, şehvetine kulluk yapması,
iradelerinin dizginini elinden kaçırmasıdır. Buna insanlığını yitiren,
köleleştirmiş, köleliğine hürriyetten zayıf bir maske çeken kimseden başkası
Talip olmaz.
Eşyanın haki katını en güzel biçimde değerlendiren
islam dininin kriterine göre alçalma ve yükselmenin en doğal seyri ve tabii
süreci bu iki durumdur. Son olarak, surenin ürpertici, derin etkili ve
çarpıcı son dokunuşu gelmektedir:
42- Ey Muhammed!
Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar.
43- Sen nerede, onun
vaktini söylemek nerede?
44- Onun bilgisi
Rabbine aittir.
45- Sen ancak, ondan
korkacak olanları uyarırsın.
46-Onlar onu
gördükleri zaman sanki dünyada bir akşam veya onun kuşluk vaktinden fazla
kalmamış gibi olurlar.
Müşriklerin inatçı olanları Hz. Peygamberden
kıyametin dehşeti ve olaylarına, oradaki hesaba çekilme ve yaptığının
karşılığını görmeye ilişkin bir şey duyduklarında hemen bu kıyamet ne zaman
kopacak? daha ne kadar var diye sorarlardı. Nitekim burada onların
söyledikleri hikaye edilmektedir.
"Ne zaman gelip çatacak?" Onların sorularına cevap
şudur: "Sen nerede onun vaktini söylemek nerede?" Bu, kıyametin büyüklüğünü
ve dehşetini çağrıştıran bir cevaptır. Bu sorunun saçma ve tutarsız
olduğunu, çocuklaşmaktan ve haddini aşmaktan kaynaklandığını ortaya
koymaktadır. İşte bak Hz. Peygambere şöyle deniyor: "Sen nerede onun vaktini
söylemek nerede?!" Kıyamet o kadar büyüktür ki ne sen ondan sormalısın ne de
onun zamanı sana sorulmalıdır. Onun işi Rabbine havale edilmiştir. Sadece O
bilir onu. O senin işin değildir. "Onun bilgisi Rabbine aittir."
Kıyametin işinin varacağı son merci O'dur. Onun
zamanını da ancak O bilir. Oradaki herşeyi düzenleyen de O'dur.
"Sen ancak ondan korkacak olanları uyarırsın."
Senin görevin budur. Senin sınırların da budur.
Uyarmanın kendisine fayda verdiklerini onunla uyarmalısın. Kıyametin gerçek
mahiyetini kalbinde hissedecek ondan yana endişe sahibi olacak ve onun için
çalışacak olan da O'dur. Takdis edilmiş güce sahibine havale edilen zamanını
bekleyecek olan da O'dur.
Ardından kıyametin dehşetini ve büyüklüğünü
duygularda ve düşüncelerdeki etkisiyle birlikte tasvir etmektedir.
İnsanların duygularında ve değerlendirmelerinde ahireti dünya ile
karşılaştırıyor.
"Onlar onu gördükleri zaman sanki dünyada bir akşam
veya onun kuşluk vaktinden fazla kalmamış gibi olurlar."
Onların bu halleri kıyametin onların vicdanları
üzerindeki büyük etkisinden kaynaklanıyor. Bu dehşetin yanında dünya hayatı,
ömürleri, olayları, nimetleri ve eşyası basitleştirmektedir. Bunları
yaşayanların kalbinde bir günün belli bir bölümü akşamı ve sabahı gibi
görünmektedir.
İnsanların üzerinde çarpıştıkları ve tokuştukları bu
dünya hayatı böylece dürülüp gidiyor. insanların kendisini tercih ettikleri
ve uğrunda ahiretteki paylarını, nasiplerini unuttukları, onun uğrunda onca
suçlar, günahlar ve zulümler işledikleri, bu hayat sona eriyor. Heva ve
heveslerinin kendilerine egemen olduğu ve kendisi için yaşadıkları bu hayat,
yaşayanların içlerinde dahi dürülüp gidiyor. Bizzat onlar da bu hayatın bir
akşam veya sabah vaktinden öte bir şey olmadığını görüyorlar.
İşte dünya hayatı budur Kısadır. Tez gelip geçer.
Basittir. Geçicidir. Değersizdir. Önemsizdir. Onlar sırf bir akşam veya
sabah vakti için mi ahireti feda ediyorlar? Geçici bir ihtiras için mi
karşılık ve sığınak olarak verilecek cenneti bir kenara itiyorlar?
Şüphesiz bu büyük bir aptallıktır. Görebilen gözü,
işitebilen kulağı olan hiçbir insanın işlemeye asla yanaşamayacağı bir
aptallıktır!
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.