53-Necm
1- Kayan yıldız
hakkı için.
2- Arkadaşınız
Muhammed ne sapıttı ne de azıttı.
3- O havadan
konuşmuyor.
4- Söyledikleri,
kendisine indirilen bir vahiydir.
5- Bu vahyi O'na
müthiş güçleri olan Cebrail öğretti.
6- O üstün yetenekli
melek doğruldu.
7- Yüce ufuktayken.
8- Sonra yaklaştı,
yere doğru uzandı.
9- Öyle ki,
Peygamberle araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu.
10- O anda Allah
dilediği mesajı Kul'una vahyetti.
11- O'nun gönlü,
gözünün gördüğünü yalanlamadı.
12- Siz şimdi gözü
ile gördükleri hakkında O'nunla tartışmaya mı girişiyorsunuz?
13- O, Cebrail'i bir
başka inişinde de görmüştü.
14 En uçtaki ağacın
(Sidret-ül Münteha'nın) yanında.
15- Yanıbaşında
me'va cenneti vardı.
16- O sırada ağacı
yaman bir şey bürümüştü.
17- Muhammed'in gözü
ne yana kaydı ve ne de öteye geçti
18- O gerçekten
Rabb'inin bazı büyük ayetlerini gördü.
Surenin bu ilk ayetlerini okurken Peygamberimizin
kalbinin yaşadığı o aydınlık, o engin, o uçarı ufukta bir kaç saniyeliğine
yaşıyoruz. Nurdan kanatlarla yüce ruhların o engin alemine doğru
süzülüyoruz; o ilahi melodinin okşayıcı namelerini sözcüklerin
titreşimlerinde, çağrışımlarında ve mesajlarında işitiyoruz.
Evet, birkaç saniyeliğine Peygamberimizin kalbi ile
başbaşa yaşıyoruz. Bu kalp açıktır, örtüsüzdür, perdesi kaldırılmıştır.
Yüceler aleminden mesaj almaktadır. İşitiyor ve görüyor. Aldığı mesajı içine
sindiriyor. Aslında bu saniyeler o saf kalbe özgü saniyelerdir. Fakat yüce
Allah, kullarına lütufta bulunarak bu saniyeleri canlı bir tasvir üslubu ile
onlara anlatıyor. O saniyelerin seslerini, çağrışımlarını ve mesajlarını
kulların kalplerine aktarıyor. Onlara bu saf kalbin yüceler aleminin
eteklerinde geçen gezisini tasvir ediyor. Adım adım, sahne sahne, kesit
kesit onlara bu gezinin ayrıntılarını sunuyor. Öyle ki, bu ayetlerin
okuyucuları, bu gezinin tanıklarıymış gibi oluyorlar.
Bu çarpıcı niteleme, yüce Allah'ın bir yemini ile
başlıyor: "Kayan yıldız hakkı için."
Burada yıldızın parıldaması, sonra yörüngesinden
kayıp yere yaklaşması hareketini gözlüyoruz. Bu hareketli sahne, adına yemin
edilen Cebrail'in sahnesine tıpatıp benziyor. Okuyoruz:
"Yüce ufuktayken.
Sonra yaklaştı, yere doğru uzandı.
Öyle ki, Peygamber ile araları iki yay aralığı ya da
daha yakın oldu.
O anda Allah, Kul'una dilediği mesajı vahyetti."
Görüldüğü gibi surenin ilk ayetlerinden itibaren
sahneler, hareketler, çağrışımlar ve mesajlar arasında uyum gözetiliyor.
Evet "Kayan yıldız hakkı için".
Bu yemin cümlesinde kasdedilen yıldızın hangi yıldız
olduğu konusunda çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bu yorumların en akla yakın
olanı burada "Şira" yıldızına işaret edildiğini ileri süren görüştür. O
dönemin bazı müşrikleri "Şira" yıldızına tapıyorlardı. Ayrıca surenin
sonlarına doğru bu yıldızın adından şöyle sözediliyor:
"(Bazı müşriklerin taptıkları) `Şira' yıldızının
Rabb'i de O'dur."
Eski çağlarda bu "Şira" yıldızına büyük önem
verilirdi. Bilindiği gibi eski Mısırlıların hesaplarına göre bu yıldız,
yörüngesinin tepe noktasından geçerken Nil nehri taşıyordu. Bu yüzden bu
yıldızı izlerler, hareketlerini gözlerlerdi. Eski İran ve Arap masallarında
bu yıldızdan sık sık sözedildiği görülür. Bu yüzden ayette bu yıldıza işaret
edilmiş olması, akla yakın bir ihtimaldir. Peki niye bu yıldızın "kayma"
sahnesi seçildi? Akla gelen ilk ihtimal bu seçimin yukarda sözünü ettiğimiz
uyumun sağlanması için yapılmış olmasıdır. Bir başka gerekçe de okuyucuya şu
mesajı vermek olabilir: Bir yıldız ne kadar kocaman ve görkemli olursa
olsun, yörüngesinden kayar, yerini değiştirir. Öyleyse tapılmaya, ilah
edinmeye layık değildir. Çünkü değişmezlik, yücelik ve süreklilik, ilahın
vazgeçilmez niteliklerindendir.
İlk ayet yemin cümlesi idi. Yeminin konusu ise
Peygamberimizin müşriklere anlattığı "vahiy" meselesi, bu vahyin
niteliğidir. Okuyalım:
"Arkadaşınız Muhammed ne sapıttı ne de azıttı.
O havadan konuşmuyor.
Söyledikleri kendisine indirilen bir vahiydir: '
Yani arkadaşınız Muhammed -salât ve selâm üzerine
olsun- akıllı bir insandır, şaşkın değildir; doğru yoldadır, sapık değildir;
samimidir, kötü niyetli değildir; Hak'tan, yani Allah'tan aldığı gerçeği
size duyuruyor. Kuruntulu, uydurmacı veya iftiracı değildir. Size mesaj
iletirken havadan konuşmuyor. Söyledikleri, kendisine indirilmiş bir
vahiydir. O doğru ve güvenilir bir aracı sıfatı ile kendisine gelen vahyi
size duyurmaktadır.
Bu vahyin taşıyıcısı belli, hangi yoldan geldiği
belli, nasıl bir çizgi izlediği bellidir. Peygamber bu vahyin izlediği yolu
gözleri ile kalbi ile görmüştür. Bu konuda kuruntuya kapılmış ya da
aldanmış, yanılgıya düşmüş değildir. Okuyalım:
"Bu vahyi O'na müthiş güçleri olan Cebrail öğretti.
O üstün yetenekli melek doğruldu.
Yüce ufuktayken.
Sonra yaklaştı, yere doğru uzandı.
Öyle ki, Peygamber ile araları iki yay aralığı ya da
daha yakın oldu.
O anda Allah, Kul'una dilediği mesajı vahyetti.
O'nun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı.
Siz şimdi gözü ile gördükleri hakkında.
O'nunla tartışmaya mı girişiyorsunuz?"
"Müthiş güçleri olan, üstün yetenekli melek"
Cebrail'dir. Arkadaşınız Muhammed'in size duyurduğu mesajı O'na öğreten bu
melektir. Vahiy yolu budur. Vahiy amaçlı gezi işte böyle gerçekleşmiştir.
Olay bütün ayrıntıları ile gözler önündedir. O üstün yetenekli melek "yüce
ufuktayken" doğruldu. Böylece Muhammed O'nu gördü. Bu olay vahyin başlangıç
aşamasında gerçekleşti. O sırada Muhammed, Cebrail'i aslında olduğu gibi,
yüce Allah tarafından nasıl yaratılmış ise öyle gördü. Sonra Cebrail
kendisine yaklaştı, O'na doğru uzandı, yere sadece iki yay uzunluğu kadar
bir mesafe kaldı. Yani birbirlerine alabildiğine yaklaştılar. Arkasından
yüce Allah, Kul'una "dilediği" mesajı indirdi. Görüldüğü gibi ilahi mesajdan
sözeden ifade kısa, yüceltici ve görkem yükleyicidir.
Demek ki, "uzaktan görme" olayını izleyen bir
"yakından görme" olayı ile karşı karşıyayız. Olay vahiy, öğretme, görme ve
kesinlikle emin olma olayıdır.
Olayda "görme yanılgısı", "göz aldanması" sözkonusu
değildir. Bu yüzden tartışmaya ve demogojiye kapalıdır. Okuyalım:
"O'nun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı.
Şimdi siz, gözü ile gördükleri konusunda O'nunla
tartışmaya mı girişiyorsunuz?"
Gönlün görmesi daha doğru, daha değişmezdir. Çünkü
bu durumda göz aldanması ihtimali ortadan kalkar. Kısacası Muhammed, -salât
ve selâm üzerine olsun- Cebrail'i gözleri ile gördü, kesinlikle tanıdı ve
gönül gözü ile kavradı ki, o vahyin taşıyıcısı olan bir melektir, yüce
Allah'ın kendisine gönderdiği bir elçidir; gelişinin sebebi ilahi mesajı
Peygamberimize öğretmekti, Peygamberimiz de ondan öğrendiklerini insanlara
duyurmakla yükümlü idi. Öyleyse demogoji ve tartışma sona erdi. Madem ki,
kalp güvendi ve gönül kesin inanca kavuştu. Artık bu tür inatçı
reaksiyonlara yer yoktur.
Peygamberimizin Cebrail'i öz kılığı ile görmesi,
sadece bir kereliğine olmuş bir olay değildi. Aynı olay daha sonra bir kere
daha yaşanmıştı. Okuyalım:
"O, Cebrail'i bir başka inişinde de görmüştü.
En uçtaki ağacın (Sidret-ül Münteha'nın) yanında.
Yanıbaşında Me'va cenneti vardı.
O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü.
Muhammed'in gözü ne yana kaydı ne de öteye geçti.
O gerçekten Rabb'inin bazı büyük ayetlerini gördü: '
Elimizdeki en güvenilir bilgiye göre bu "ikinci
görme" olayı Mirac gecesi meydana gelmişti. O gece Cebrail, Peygamberimize
"en uçtaki ağacın yanında" öz kılığı ile bir kez daha yaklaşmıştı.
Okuduğumuz ayetlerin ikincisinde geçen "sidret"
sözcüğü "bir tür ağaç" anlamına gelir. Bu ağacın "en uçtaki ağaç" olması
demek, bu ağacın varılabilecek son noktada olması demektir. Ayetin verdiği
bilgiye göre bu ağacın yanıbaşında "Me'va" cenneti vardır. Acaba bu uç
nokta, mirac yolculuğunun son noktası mıdır, yoksa bu nokta Peygamberimiz
ile Cebrail'in beraberliklerinin bitiş noktasıdır da Cebrail bu noktada
durduktan sonra Peygamberimiz tek başına yolculuğuna devam ederek Rabb'inin
Arş'ının daha yakınlarına mı yükselmiştir? Bunlar tümü ile sadece yüce
Allah'ın bilgisine açık "gayb" konularıdır. Yüce Allah'ın seçkin kulu Hz.
Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- açtığı bu konulara ilişkin bize
gelen bilgi sadece bu kadardır. Bu olayların nasıl olduklarını kavramak
bizim gücümüzün dışındadır. İnsanoğlunun bu olayları kavrayabilmesi için
insanların ve meleklerin yaratıcısı olan, insanın ve meleklerin ayırıcı
niteliklerini bilen yüce Allah'ın dilediğinin bu yolda olması gerekir.
Olaya güç ve kesinlik kazandırmak amacı ile ayette
"en uçtaki ağacın yanında" gerçekleşen bu görmeye eşlik eden bir ayrıntıya
değiniliyor. Okuyoruz:
"O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü."
Yalnız ağacı neyin bürüdüğü açıkça belirtilmiyor.
Çünkü sözkonusu "bürüme" olayı tanımlanamayacak ve biçimi belirtilemeyecek
derecede müthiş ve görkemlidir.
Bütün bu olup bitenler kesin birer gerçektir.
Okuyalım:
"Muhammed'in gözü ne yana kaydı, ne de öteye geçti."
Yani ne bir göz kayması, ne de bakış sekmesi
sözkonusu değildi. Ortada kuşkulu bir yanı olmayan, sam olma ihtimali
bulunmayan açık ve kesin bir "görme" olayı vardı. Bu olaydı Peygamberimiz,
yüce Rabb'inin bazı olağanüstü mucizelerini gözlemiş, kalbi çıplak ve
örtüsüz gerçekle iletişim kurmuştu.
Buna göre olay "vahiy" olayıdır. Ortada çıplak gözle
gerçekleşen bir gözlem, yanılgısız bir görme, kuşku içermeyen bir kesinlik,
dolaysız bir iletişim, güçlü bir bilgi, somut bir yoldaşlık, tüm ayrıntıları
ve aşamaları ile gerçekleşmiş bir yolculuk vardır. Ey müşrikler, işte
"arkadaşınız" Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- size yönelttiği
çağrı bu "kesinlik" temeline dayanıyor. Durum böyleyken, siz O'nun bu
çağrısını reddediyor, yalanlıyorsunuz; O'na inen vahyin doğruluğundan kuşku
duyuyorsunuz. Oysa O, sizin öteden beri tanıdığınız, deneyden geçirdiğiniz
eski bir arkadaşınızdır. Size yabancı biri değil ki, huyunu ve karakterini
bilmemiş olasınız. Ayrıca Rabb'i de O'nu onaylıyor, doğru söylediğine yemin
ediyor; O'na nasıl, hangi şartlar ortasında ve kimin eli ile vahiy
indirdiğini, bu vahiy meleği ile nasıl buluştuğunu, onu nerede gördüğünü
size ayrıntılı biçimde anlatıyor.
İşte Peygamberimizin müşriklere yönelttiği çağrı
böylesine kesin esaslara dayanıyor. Peki, onların tapınmaları, ilahları ve
bu yoldaki masalları neye dayanıyor? Onlar, Lât, Uzza ve Menat adını
taktıkları putlara taparken, bunların birer melek olduklarını, meleklerin
Allah'ın kızları olduklarını ve Allah katında insanlara aracılık
edeceklerini beklediklerini ileri sürerken, bu bulanık iddiaları ileri
sürerken neye dayanıyorlar? Bu saplantıları, bu asılsız kuruntuları herhangi
bir belgeye, herhangi bir kanıta, herhangi bir güçlü desteğe dayanıyor mu?
İşte surenin ikinci kesitinde ağırlıklı olarak işlenen tema budur. Okuyoruz:
19- Lât ve Uzza
hakkındaki görüşünüz nedir?
20- Ya bunların
öbürü, üçüncüsü olan Menat hakkında ne düşünüyorsunuz?
21- Demek erkekler
sizin, dişiler Allah'ın, öyle mi?
22- Öyleyse bu
haksız bir bölüştürmedir.
"Lat" üzerinde yazılar bulunan beyaz bir kaya
parçası idi. Taif'te bulunan bu putun üzerinde bir yapı vardı. Yapı örtü ile
kaplı idi. Tapınağın sürekli bekçisi vardı. Ayrıca bir avlu ile çevrili idi.
Bu puta Sakıfoğulları ile yandaşlarından oluşmuş Taifliler taparlardı.
Taifliler diğer arap kabilelerine karşı bu putla övünürlerdi. Yalnız
Kureyşlilere karşı övünemezlerdi. Çünkü Kureyşliler Hz. İbrahim tarafından
yapılmış olan Kâbe'nin sahipleri idiler. Bu putun adı olan "Lât" sözcüğü,
"Allah" özel isminin dişili (müennesi) sayılırdı.
"Uzza" Mekke ile Taif arasındaki "Nahte" denen yerde
bulunan bir ağaçtı, bu ağacın üzerinde bir anıt-yapı vardı ve anıt da bir
perde ile örtülü idi. Bu puta Kureyşliler tapardı. Nitekim Ebu Süfyan Uhud
savaşı öncesinde müslümanlara "Bizim Uzza'mız var, sizin Uzza'nız yok"
demişti. Bu sözler Peygamberimizin kulağına varınca müslümanlara şu
karşılığı vermelerini önerdi; "Ona deyiniz ki, bizim Rabb'imiz var, fakat
sizin Rabb'iniz yok". "Uzzà ° sözcüğü de "Aziz" sözcüğünün dişili (müennesi)
kabul ediliyordu.
"Menat" adlı put ise Mekke ile Medine arasındaki bir
sapa yol üzerinde bulunan "Muşellel" denen yerde idi. Huzaa, Evs ve Hazreç
kabileleri cahiliyye dönemlerinde bu puta taparlar ve Kâbe'yi ziyaret etmeye
giderken yolculuklarına onun yanından başlarlardı.
Arap yarımadasında bunların yanısıra çeşitli
kabileler tarafından tapılan daha pek çok put vardı. Fakat bu üçü sözkonusu
putların en büyükleri idi.
Öyle sanılıyor ki, bu düzmece ilahlar meleklerin
sembolleri idiler. Melekler ise Araplarca "dişi" varlıklar sayılıyor ve
Allah'ın kızları kabul ediliyordu. Bu gerekçe ile onlara tapıyorlardı. Böyle
durumlarda çoğunlukla işin özü unutulur ve bu semboller halk yığınları
tarafından doğrudan doğruya ilah kabul edilir. Bir avuçluk aydın azınlıktan
başka bu masalın aslını hatırlayan kalmaz olur.
Ayette kullanılan soru kalıbından anlaşılacağı üzere
yüce Allah gerek bu üç putu, gerekse bunlara tapınılmasını hayretle
karşılıyor, bundan tuhaf bir olay olarak sözediyor. Okuyoruz:
"Lât ve Uzza hakkındaki görüşünüz nedir?
Ya bunların öbürü, üçüncüsü olan Menat hakkında ne
düşünüyorsunuz?"
Gerek "Görüşünüz nedir?" şeklinde başlayan soru
cümlesinde, gerekse bu putların üçüncüsü olan Menat'tan sözeden ifadelerde
hayret duygusu ve teşhir edip rezil etme amacı belirgindir.
Yüce Allah bu putlardan sözettikten sonra
müşriklerin erkekleri kendilerine ayırıp dişileri yüce Allah'a bırakan
iddialarını kınıyor. Okuyalım:
"Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın öyle mi?
Öyleyse bu haksız bir bölüştürmedir."
Bu mizah üsluplu ayetler, bu putlar ile meleklerin
dişi varlıklar olduğu ve bunların müşriklerce Allah'a yakıştırıldıkları
yolundaki masal arasında ilişki olduğunu gösteriyor. Bu da yukarda
benimsediğimizi söylediğimiz bu konudaki açıklamamıza ağırlık ve haklılık
kazandırıyor.
Araplar kız çocuklarını hor görüyorlardı. Buna
rağmen utanmadan melekleri "dişi" sayıp onları Allah'ın kızları kabul
ediyorlardı. Oysa ne melekler hakkında böyle düşünmelerini gerektirecek bir
bilgileri ve ne de bu sözde "dişi" varlıkları Allah'a yakıştırmalarını haklı
gösterecek bir gerekçeleri vardı.
Yüce Allah burada onları bu düşünceleri ile, bu
düzmece masalları ile suçüstü yakalayarak hem kendilerini, hem de
uydurdukları masalı alaya alıyor. Tekrar okuyoruz:
"Demek erkekler sizin, dişiler Allah'a, öyle mi?"
O halde Allah ile aranızda yaptığınız bu bölüştürme
adalet ilkesine aykırı bir bölüştürmedir. Tekrarlayalım:
"Öyleyse bu haksız bir bölüştürmedir."
Aslında mesele tümü ile kuruntudur; hiçbir bilimsel
ve objektif dayanağı yoktur; delilden ve ispattan tamamı ile yoksundur.
Okuyoruz:
23- Aslında bunlar
sizin ve atalarınızın uydurduğu kuru isimlerdir. Allah, onlara ilişkin
hiçbir kanıt indirmemiştir. Onlar sadece sanılarının ve canlarının
istediğinin peşinden gidiyorlar. Oysa onlara Rabbleri katından doğru yola
ilişkin bilgi geldi.
24- Yoksa insanın
her hayal ettiği şey gerçekleşir mi sanıyorsunuz?
25- Oysa hayatın
sonu da ilki de (ahiret de dünya da) Allah'a aittir.
26- Göklerde nice
melek var ki, Allah'ın dilediklerine ve hoşlandıklarına ilişkin izni
olmadıkça, şefaatleri hiç bir yarar sağlamaz.
27- Ahirete
inanmayanlar meleklere dişi adları takıyorlar.
28- Oysa onların bu
konuda hiçbir bilgileri yoktur. Sadece sanılarının peşinden gidiyorlar.
Sanıları ise gerçeğin kırıntısının bile yerini tutamaz.
Gerek bu Lât, Uzza, Menat ve benzeri isimler, gerek
bunlara ilah ve melek adlarının takılması, gerek meleklere "dişi" varlıklar
denmesi ve bu dişi varlıkların yüce Allah'a ayrılması; bütün bunlar hiçbir
anlam taşımayan, ardında hiçbir gerçek bulunmayan kuru "isim"lerden
ibarettir. Yüce Allah size bu isimlere ilişkin hiçbir kanıt indirmemiştir.
Yüce Allah'ın yapmadığı açıklamanın hiçbir gücü, hiçbir ağırlığı yoktur.
Çünkü gerçek değildir. Gerçeğin ağırlığı, gücü ve etkinliği olur. Buna
karşılık "batıl" sözler, yani asılsız açıklamalar hafiftirler, ağırlıkları
yoktur; zayıftırlar, güçleri yoktur; basittirler, etkinlikleri yoktur.
Okuduğumuz ayetin ortalarında müşrikler asılsız
kuruntuları ile, masalları ile başbaşa bırakılıyor. Onlara seslenilmeye son
veriliyor, sanki yoklarmış gibi kendilerine yüz çevrilerek üçüncü şahsa
dönülüyor. Ayetin o bölümünü tekrar okuyalım:
"Onlar sadece sanılarının ve canlarının istediğinin
peşinden gidiyorlar
Hiçbir delilleri, hiçbir bilgileri ve hiçbir sağlam
kanıtları yoktur. İnançlarının tek dayanağı sanıları, delillerinin tek
kaynağı kişisel arzularıdır. Oysa inanç sisteminde sanılara, kişisel
arzulara yer yoktur. Bu sistem kesin bilgiye dayanmalı, arzulardan ve
ihtiraslardan arınmış olmalıdır. Üstelik sanılarının ve kişisel arzularının
peşinden giden bu adamların herhangi bir mazeretleri, tutumlarını haklı
saydıracak bir gerekçeleri yoktur.
"Oysa onlara Rabb'leri katından doğru yola ilişkin
bilgi geldi:'
Bu bilginin gelişi ile mazeretleri sona erdi,
bahaneleri geçersiz kaldı. Herhangi bir iş kişisel arzuya ve ihtiraslara
gelip dayanınca çığrından çıkar,doğru yolu bulma imkanı ortadan kalkar.
Çünkü böylesine durumlarda yanılgının sebebi gerçeğin gizliliği ya da delil
yetersizliği değildir. Asıl sebep istediğini ille de yaptırmak isteyen
kişisel arzudur. Bu kişisel arzu önce istediğini yaptırıyor, sonra yaptığına
gerekçe ve kılıf arıyor. Bu durum insan nefsinin yakalanabileceği en kötü
hastalıktır. Böylesine hastalıklı bir ruha ne gerçeğe ilişkin bilgi yararlı
olabilir ne de ona herhangi bir delil inandırıcı gelebilir.
Bundan dolayı bir sonraki ayette kınama içerikli bir
soru ile karşılaşıyoruz. Okuyalım:
"Yoksa insanın her hayal ettiği şey gerçekleşir mi
sanıyorsunuz?"
İnsan hayalperest olunca her özlediği şey gerçeğe
dönüşür, her içinden geçirdiği şey pratiğe yansır. Ama gerçekte durum böyle
değildir. Gerçek, gerçektir; somut da somut. Nefsin arzusu ve özlemi
gerçekleri değiştiremez, başkalaştıramaz. Sadece şu olur: İnsan arzuları
yüzünden sapıtır, özlemlerine kapılarak mahvolur. Yoksa insan zayıf bir
varlıktır, nesnelerin doğasını ne değiştirebilir ve ne de başkalaştırabilir.
Bu alanda yetki tümü ile yüce Allah'ın tekelindedir. O hem dünyada hem de
ahirette dilediğini yapar, nesneleri ve olayları dilediği gibi yönlendirir.
Okuyoruz:
"Oysa hayatın sonu da ilki de (ahiret de dünya da)
Allah'a aittir."
Burada ahiretin dünyanın önüne geçirildiği
dikkatlerimizden kaçmamalıdır. Amaç ayetin sonundaki kafiyeyi ve ses uyumunu
gözetmektir. Fakat burada ahireti, dünyanın önüne geçirmekle anlatılmak
istenen bir incelik de vardır. İşte Kur'an üslubu böyledir. Hem anlatmak
istediği anlamı anlatır, hem ses ve söz uyumunu gözetir. Fakat bu iki amacı
birbiri ile çeliştirmez. Zaten yüce Allah'ın eseri olan şey de aynı özellik
vardır. Mesela evren bütününde varolan "güzellik" ve "fonksiyonellik"
özelliği ile birarada bulunur, atbaşı gider.
Görüldüğü gibi ahirette de dünyada da her iş yüce
Allah'ın elindedir, her işi yönlendirme yetkisi O'nun tekelindedir. Oysa
müşrikler, Allah katından melek kökenli sözde ilahlarından aracılık
bekliyorlar; "Bizi Allah'a yaklaştıranlar diye onlara tapıyoruz" diyorlar.
(Zümer Suresi, 3) Bu açıklamalar, birer asılsız kuruntudur. Çünkü göklerdeki
gerçek melekler kendiliklerinden aracılık edemezler. Bunun için herhangi bir
konuda yüce Allah'ın kendilerine izin vermesi gerekir. Okuyoruz:
"Göklerde nice melek var ki, Allah'ın dilediklerine
ve hoşlandıklarına ilişkin izni olmadıkça şefaatleri hiçbir işe yaramaz."
Böylece müşriklerin iddiaları kökten yıkılmış,
havada kalmış olur.
Zaten daha önce okuduğumuz ayetler bu iddiayı
çürütmüş, asılsızlığını ortaya koymuşlardı. Ama bu ayet müşriklere öldürücü,
son darbeyi indiriyor. İnanç sistemini her türlü karışıklıktan, her türlü
kuşkudan arındırıyor. Neden derseniz, bu ayete göre ahirete ve dünyaya
ilişkin bütün yetkiler yüce Allah'ın tekelindedir. İnsanın özlemi somut
gerçeğin kılını bile değiştiremez. Şefaat, aracılık, yüce Allah'ın
hoşnutluğu ve izni eşliğinde olursa kabul edilebilir. Demek ki, son söz
O'nundur. Hem ahirette, hem dünyada yönelinecek tek merci O'dur.
Bu kümeyi oluşturan ayetlerin sonunda ahirete
inanmayan bu müşriklerin meleklere ilişkin saplantıları, kuruntuları son kez
tartışılıyor. Bu saplantıların asılsızlığı, dayanaksızlığı bir kere daha
gözler önüne seriliyor. Bu saplantıların, bu kuruntuların, inanca temel
oluşturarak nitelikten yoksun oldukları vurgulanıyor. Okuyalım:
"Ahirete inanmayanlar, meleklere dişi adları
takıyorlar. Oysa onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Sadece
sanılarının peşinden gidiyorlar. Sanıları ise gerçeğin kırıntısının bile
yerini tutamaz."
Bu son değerlendirme Lât, Uzza ve Menat adlı putlar
ile müşriklerin melekleri dişi varlıklar kabul eden ve onları Allah'ın
kızları sayan masalları arasında ilişki olduğunu vurguluyor. Oysa bu masalın
hiçbir aslı, hiçbir dayanağı yoktur. Buna inananlar, sanılarının peşinden
gidiyorlar. Çünkü meleklerin öz yapılarına ilişkin kesin bilgi edinmelerini
sağlayacak hiçbir araçları, hiçbir geçerli yöntemleri yoktur. Meleklerin,
Allah'ın kızları oldukları yolundaki iddialarına gelince bu da asılsız
kuruntudan başka hiçbir kanıtı olmayan bir safsata, bir boş inançtır.
Bunların hiçbiri hakkı geçersiz saydıramaz, hakkın bir kırıntısının bile
yerine geçemez. Oysa onlar bu gerçeği bir yana bırakarak, onu gözardı ederek
kuruntulara ve sanılara saplanıyorlar.
Okuduğumuz ayetlerde müşriklik inancının çürüklüğü
açıklanmış; Allah a ortak koşanların, ahirete inanmayanların, yüce Allah'a
kız evlat yakıştıranların ve meleklere dişi isimleri takanların inançlarının
tutarsızlığı vurgulanmıştı. Sözün bu noktasında ise Peygamberimize dönülerek
bu sapıklara önem vermemesi, onlardan yüz çevirmesi ve işlerini Allah'a
bırakması isteniyor. Çünkü yüce Allah, kimin iyi yolda ve kimin kötü yolda
olduğunu bilir, gerek doğru yolda olanlara ve gerekse sapıklara
hakkettikleri karşılığı verir, göklerin ve yerin, dünyanın ve ahiretin bütün
gelişmelerini tek başına yönlendirir; hesaplaşmada adil davranır, hiç
kimseye haksızlık etmez, ısrarla işlenmeyen günahları bağışlar; niyetlerden
ve gizli tutulmuş duygulardan haberdardır. Çünkü insanları yaratan O'dur;
hayatlarının bütün evrelerinde onların içyüzlerine vakıftır. Okuyoruz: .
29- Bizi anmaktan
yüz çeviren ve sadece dünya hayatını isteyenlerden yüz çevir.
30- Onların
bilgilerinin erişebileceği sınır budur. Hiç kuşkusuz senin Rabb'in kimin
yolundan saptığını bildiği gibi kimin doğru yolda olduğunu da bilir.
31- Göklerde ve
yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Amaç kötülük işleyenlere
kötülüklerinin ve iyilik yapanlara da iyiliklerinin karşılığını vermektir.
32- İyilik
işleyenler büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan uzak dururlar. Sadece
küçük kusurları olabilir. Senin Rabb'inin bağışlayıcılığı geniş kapsamlıdır.
O sizi gerek ilk başta topraktan yaratırken ve gerekse annelerinizin
karınlarında cenin aşamasındayken bilir. Öyleyse kendinizi temize
çıkarmayınız. Çünkü o kimin kötülüklerden sakındığını herkesten iyi bilir.
Bu ayetlerde yüce Allah'ı aklına getirmeyen, ahirete
inanmayan ve dünya hayatından başka hiç düşüncesi olmayan kimselerden yüz
çevirilmesi emrediliyor. Bu emir öncelikle Peygamberimize yöneliktir. Yüce
Allah, Peygamberimizden bu surenin daha önceki ayetlerinde masallarından,
kuruntularından ve ahirete inanmazlıklarından sözedilen müşrikleri
umursamamasını, önemsememesini istiyor.
Fakat bu emir, Peygamberimizden sonra bütün
müslümanlara da yöneliktir. Müslümanlar da Peygamberimizin karşılaştığı
türden sapıklardan yüz çevirmelidirler. Bu sapıkların başlıca ortak
özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Bu adamların akıllarında Allah yoktur,
O'na inanmaya yanaşmazlar, tek düşünceleri dünya hayatıdır, gözleri onun
dışında hiçbir şeyi görmez, ahirete inanmazlar, onu hiç hesaba almazlar,
insanın yeryüzündeki hayatını varoluşunun tek amacı sayarlar, insanın
varoluşunun başka bir amacı olduğuna ihtimal vermezler, hayat tarzlarını bu
bakış açısına dayandırırlar, insanın hayatını yönlendiren, şu kısa yeryüzü
yolculuğunun arkasından onun davranışlarına karşılıklar biçecek olan bir
Allah'ın varlığına şiddetle karşı çıkarlar, bu kavramın bütün izlerini insan
vicdanından silmeye yeltenirler. Günümüzde bu niteliklerin en somut örneği
materyalistlerdir, maddeci akımların taraftarlarıdır.
Yüce Allah'a ve ahiret gününe inananlar, Allah'ı
aklına getirmeyen ve ahireti hiç hesaba katmayan insanlar ile dostça yanyana
yaşamak şöyle dursun, onlara zihinlerinde bile yer vermezler. Çünkü bu iki
grup, karşıt hayat felsefelerine bağlıdırlar. Bu hayat felsefelerinin hiç
bir ortak adımı, hiçbir ortak noktası yoktur. Bu iki grubun kafalardaki
hayatın bütün ölçüleri, bütün değerleri ve bütün amaçları birbirlerine
zıttır. Böyle olunca bu iki grubun hayatta işbirliği yapmaları, şu dünyanın
herhangi bir işinde ortak çalışmaları mümkün değildir. Hayatın değerlerine,
amaçlarına, çalışma yöntemlerine ve çalışma amaçlarına ilişkin bu temel
çelişki ortada dururken bu iki grubun birbiri ile bağdaşması, uyuşması
düşünülemez. Aralarında işbirliği ve ortak çalışma düşünülemeyeceğine göre
birbirlerine niye önem versinler, birbirlerini niye umursasınlar. Eğer bir
mümin,'kafalarında Allah düşüncesi bulunmayan, dünya hayatından başka hiçbir
düşüncesi olmayan bu tür sapıkları önemser de yüce Allah'ın kendisine
bağışladığı enerjileri yanlış yerlerde harcarsa emeğini ve zamanını boşuna
tüketmiş olur.
Üstelik bu yüz çevirmenin, bu ilgi kesmenin bir
başka anlamlı yönü daha var. O da Allah'a inanmayan, dünya hayatının
ötesinde başka bir amaç gözetmeyen bu şaşkın yığınları küçümsemek, adam
yerine koymamaktır. Çünkü bu şaşkınlar bu sakat zihniyeti sürdürdükçe
gerçekten uzak kalırlar, onu kavrayamazlar, dünya hayatının kalın surları
içinde tutsak kalırlar. Okuyalım:
"Onların bilgilerinin erişebileceği sınır budur."
Erişebildikleri bu bilgi sınırı aslında basittir,
istediği kadar büyük ve önemli görünsün; yetersizdir, istediği kadar geniş
kapsamlı görünsün; yanıltıcı ve sapıktır, istediği kadar doğru ve erdirici
görünsün. Kalbi ile, duyguları ile, aklı ile şu yeryüzünün sınırlarına
takılıp kalan insan hiçbir önemli gerçeği öğrenemez. Oysa üstünkörü bir
gözlem bile bu dünyanın dışında görkemli bir varlık alemi olduğunu ortaya
koyar. Bu alem kendini yaratmış değildir. Rastgele varolduğunu farzetmek en
yalın mantık kuralları ile çelişir. Eğer bir yaratıcısı varsa o yaratıcının
onu boşuna yarattığı da düşünülemez. "Bu görkemli evrenin sonu ve ana amacı
şu dünya hayatıdır" demek, akılla alay eden bir saçmalıktır. Öyleyse şu
evrenin herhangi bir bölümünün özünü kavramak, bir yaratıcının varolduğuna
ve ahiretin de varolacağına inanmanın teminatıdır. Yoksa şu koca evreni
yaratan yüce yaratıcının amaçsız bir iş yaptığını, oyun oynadığını farzetmek
gibi bir beyinsizliğe saplanmış oluruz.
Yüce Allah'ı kafasından silerek dünyanın dar
sınırları içinde tutsak kalan sapıklardan işte bu gerekçe ile yüz çevirmek
gerekir. Onlara yüz çevirmeli ki, ilgimizi yanlış yere harcamaktan
kurtaralım. Onlara yüz çevirelim ki, bu dar görüşlü, yetersiz bilgili
şaşkınları küçümsediğimizi, hor gördüğümüzü kanıtlamış olalım. Eğer yüce
Allah'ın emrini alırken amacımız bu emre uymaksa böyle davranmak zorundayız.
Yoksa, Allah korusun, bir zamanların yahudilerinin durumuna düşeriz.
Bilindiği gibi o yahudiler, yüce Allah'ın emirlerine "Duyduk ve karşı
geldik" diye cevap vermişlerdi. (Bakara Suresi, 93) Ayetleri okumaya devam
edelim:
"Hiç şüphesiz senin Rabb'in kimin yolundan saptığını
bildiği gibi kimin doğru yolda olduğunu da bilir: '
Yüce Allah sözü edilen şaşkınların sapık olduklarını
biliyor. Bu yüzden gerek Peygamberine, gerekse doğru yolda olan müminlere bu
sapıklarla ilgilenmemeyi, onlarla dost olmamayı, onları adam yerine
koymamayı, onların yanıltıcı ve yetersiz bilgilerinin yüzeysel çekiciliğine
kapılmamayı emretmiştir. Çünkü onların bilgisi dünya hayatının sınırlarına
kadar uzanabilir ve insan idraki ile katıksız gerçeğin arasına girer. Oysa
katıksız gerçek, kendisini kavrayanları yüce Allah'a ve ahirete inanmaya
iletir, onlara şu yeryüzünün yakın sınırlarını ve şu dar ufuklu dünya
hayatının boyutlarını aştırır.
Bu sapıkların yetersiz bilgileri sıradan halkın
gözünde hayatın özünü yapıcı yönde etkileyen, önemli bir faktör olarak
görülür. Kalpleri, idrakleri ve duyguları sıradan halkın düzeyini aşmayan
sözde okumuşlar da bu kanaattedirler. Fakat bu yüzeysel görüntü o sapıkların
temeldeki sapıklıklarını, cahilliklerini ve yetersizliklerini ortadan
kaldırmaz; alınlarındaki sapıklık, cahillik ve kısa görüşlülük damgalarını
sildiremez.
Çünkü bir bilginin gerçek bilgi olabilmesi için şu
varlık bütünü ile yaratıcısı arasındaki bağıntının özünü ve insan davranışı
ile bu davranışa verilecek karşılık arasındaki bağıntının mahiyetini
kavraması gerekir. Bu bağıntıları kavramayan bilgi kabukta kalır, insan
hayatını yapıcı yönde etkileyemez, onu geliştirip yüceltemez. Her bilginin
değeri insan psikolojisi ve insanlar arası ilişkilerin düzeyi üzerinde
meydana getirdiği yapıcı etki ile ölçülür. Bu alanlarda yapıcı etkisi
görülmeyen bilgi, teknolojik araçlar açısından gelişme, fakat insanlar
açısından gerileme anlamına gelir. Teknolojik araçlarda insanın zararına
gelişme sağlayan bilgiden daha kötü, daha zararlı bir şey olabilir mi?
İnsanın bir yaratıcısının olduğunu, bu yaratıcının
aynı zamanda tüm evrenin de yaratıcısı olduğunu, kendisinin ve evrenin
yaratılışının aynı doğal yasalar uyarınca gerçekleştiğini düşünmesi, bu
gerçeğin bilincine varması hayata, çevresindeki tüm canlı-cansız varlıklara
yönelik bakış açısını kökten değiştirir. Varlığına, bu bilinçten yoksun
olanlarınkinden daha büyük, daha geniş kapsamlı, daha yüce bir değer ve amaç
kazandırır. Çünkü böyle bir insanın varlığı, şu evren bütünü ile
ilişkilidir. Bu yüzden o ömrü sayılı günlerden ibaret olan geçici
kimliğinden daha büyüktür, sayılı bireylerden oluşan ailesinden daha
büyüktür; çağdaş maddeci akımlara bağlı olanların böbürlenme gerekçesi
saydıkları soyundan, yurdundan ve sosyal sınıfından daha büyüktür; bütün bu
organizasyonların ideallerinden daha yüce bir ideale sahiptir.
İnsanın yaratıcısı tarafından ahirette hesaba
çekileceğinin ve davranışlarının haklı karşılıklarını alacağının bilincinde
olması onun düşüncelerini, değer yargılarını, duyarlıklarını ve amaçlarını
kökten değiştirir. İçindeki ahlaki duyarlığı ile tüm geleceği arasında bağ
kurar. Bu ahlâki duyarlığa güç ve etkinlik kazandırır. Çünkü onun kurtuluşu
ya da mahvoluşu bu ahlâki duyarlılığına, onun niyetleri ve davranışları
üzerindeki etkisine bağlıdır. Bundan dolayı içindeki "insan" özü güçlenir ve
bu iki ayaklı canlının tüm davranışlarına egemen olur. Çünkü gözünü
kırpmayan bekçi artık uyanıktır. Çünkü son hesaplaşma işlemi, kendisini
"orada" beklemektedir.
Diğer taraftan böyle bir insan iyiliğe gönülden
bağlıdır, son hesaplaşmada onun muzaffer olacağından emindir. Yeryüzündeki
sürekli savaşın bazı aşamalarında kötülük karşısında yenik düşse bile son
kazanan o olacaktır. Bu yüzden o, her zaman iyiliği desteklemekle, onun
uğrunda savaşmakla yükümlüdür. Uğrunda savaştığı iyilik şu dünyada ister
yensin, ister yenilsin, farketmez. Çünkü son ödül ve cezanın verileceği yer
``orası"dır.
Görüldüğü gibi Allah'a ve ahirete inanma meselesi,
son derece büyük bir meseledir, insan hayatının en temel meselesidir. Yeme,
içme, giyinme ihtiyaçlarından daha öncelikli bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç ya
karşılanır, o zaman insan gerçekten "insan" olur, ya karşılanmaz, o zaman da
bu iki ayaklı canlı bildiğimiz hayvanlardan biri olur.
İnsanlar arasında ölçüler, amaçlar ve hayata ilişkin
düşünceler böylesine bağdaşmaz oranda birbirine ters düşünce aralarında
işbirliğine, ortak yaşamaya, hatta belli oranda ilgi doğuran tanışmaya imkan
kalmaz.
Bundan dolayı Allah'a inanan insan ile Allah
kavramını kafasından silerek sırf dünya hayatı peşinde koşan insan arasında
arkadaşlığa, dostluğa, ortak yaşamaya, işbirliğine, alış-verişe, ilgiye,
umursamaya dayalı ilişkiler kurulamaz, gelişemez. Bunun tersine olacak her
söz yüce Allah'ın emrine ters düşen bir demogojidir, bir imkansızı boşu
boşuna zorlama girişimidir. Evet;"Bizi anmaktan yüz çeviren ve sadece dünya
hayatını isteyenlerden yüz çevir. Ayetleri okumaya devam ediyoruz:
"Göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a
aittir. Amaç kötülük işleyenlere kötülüklerinin ve iyilik yapanlara da
iyiliklerinin karşılığını vermektir."
Yüce Allah'ın gökler ve yeryüzü üzerindeki ortaksız
"mülkiyet"inin böylesine kesin bir dille vurgulanması ahiret olgusuna güç ve
etkinlik kazandırır. Sebebine gelince bu durumda ahireti tasarlayıp
planlayan Allah, göklerin ve yeryüzünün "mülkiyeti"ni tek başında elinde
bulunduran Allah'ın kendisidir. Buna göre, O ödül ve ceza vermeye
muktedirdir, bu işlem sadece O'nun tekelindedir ve bu işlemin araçlarına
kesinlikle egemendir. Böylesine tartışmasız bir "mülkiyet"in, davranışlara
adil ve eksiksiz karşılıklar biçmesi normal ve beklenir bir sonuçtur. Zaten;
"Amaç kötülük işleyenlere kötülüklerinin ve iyilik
yapanlara da iyiliklerinin karşılığını vermektir."
Arkasından sözkonusu "iyiler" ile "iyiliklerinin
karşılığında ödüllendirilenler" kimler oldukları belirtiliyor. Bunlar;
"İyilik işleyenler, büyük günahlardan ve çirkin
davranışlardan uzak dururlar. Sadece küçük kusurları olabilir."
Ayetin orjinalindeki geçen "Kebar-ül ism" tamlaması
"Büyük günahlar", "Fevahiş" sözcüğü "ağır ve çirkin günahlar" demektir.
"Lemem" sözcüğünün anlamı konusunda ise çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Meselâ ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir bu konuda şöyle diyor; "Sadece diye
başlayan cümle, ayetin öncesinden kopuk bir istisnadır. Çünkü `lemem'
sözcüğü `küçük günahlar' ve `basit, önemsiz davranışlar' anlamına gelir.
Nitekim İmam-ı Ahmed'in Abdurrezzak Muammer, İbn-i lâvus ve bu zatın babası
kanalı ile bize verdiği bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Abbas Ebu
Hureyre tarafından bize aktarılan Peygamberimizin şu sözleri kadar `Lemem'
kavramım çağrıştıran ve açıklayan bir ifadeye rastlamadım. Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- diyor ki:
"Allah bir insanın hesabına zinadan bir pay yazdığı
zaman o pay o kulu mutlaka bulur. Gözün zinası bakmak, dilin zinası
konuşmaktır İnsan umanı özler ve çeker. Cinsiyet organı da bu arzuyu ya
onaylar ya da ona karşı çıkar." ( Bu hadisi Buhari ve Müslim Abdurrezzak
kanalı ile nakletmişlerdir)
Tanınmış tefsir bilgini İbn-i Cerir ise aynı konuda
şunları söylüyor; "Muhammed b. Abdulalâ'nın İbn-i Sevr, Muammer; Ameş ve Ebu
Duha kanalı ile bize bildirdiğine göre sahabilerden Abdullah b. Mesud şöyle
dedi: "Gözün zinası bakmak, dudakların zinası öpmek, ellerin zinası tutmak
ve ayakların zinası adım atmak, yürümektir. Cinsiyet organı bu ön
girişimleri ya onaylar ya da reddeder. Eğer insan cinsiyet organını bu işe
karıştırırsa zina etmiş olur. Yoksa yaptıkları `Lemem' türünden
günahlardır.'.'
Mesruk ile Şaaki de bu görüşü paylaşıyorlar.
"Lubat-ut Taif'inin oğlu" diye anılan Abdurrahman b.
Nafi ise aynı konuda şöyle diyor; "Bir defasında Ebu Hureyre'ye bu ayette
geçen `Lemem' sözcüğünün ne anlama geldiğini sordum. Bana şu cevabı verdi;
`Bu sözcük öpmek, bakmak, gülümsemek ve ellemek anlamına gelir. Eğer erkeğin
ve dişinin cinsel organları birbirine değerse boy abdesti almak gerekir. Bu
eylem zinadır."
Bu açıklamalar "Lemem" sözcüğünün tanımı konusunda
birbirine yakın görüşlerdir. Aynı konuda başka bir görüş de vardır. Nitekim
Ali b. Talha'nın bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas "Lemem' demek, `geçmiş
günahlar' demektir" demiştir. Zeyd b. Eslem de bu görüştedir.
Tanınmış tefsir bilgini İbn-i Cerir bu konuda diyor
ki; "Süleyman b. Abdülcebbar'ın bize Ebu Asım, Zekeriyya, İbn-i İshak, Amr
b. Dinar ve Ata kanalı ile verdiği bilgiye göre Abdullah b. Abbas "İyilik
işleyenler, büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan uzak dururlar. Sadece
küçük kusurları (lemem'leri) olabilir" ayetini açıklarken şöyle demiştir;
"Lemem" işleyen kimse demek günah işleyip de arkasından tevbe eden kimse
demektir." Nitekim Peygamberimiz `Allah'ım, sen affedince günahların tümünü
affedersin. Senin hangi kulun hiç günaha bulaşmamıştır' buyurmuştur.
Bu hadisi Ahmed b. Osman kanalı ile Ebu Asım Nebil'e
dayandırarak aktaran tirmizi hadisin sonunda şunları söylüyor: "Bu hadis
sahih, hasen ve garip bir hadistir. Onun tek kaynağı Zekeriyya b.
İshak'tır." Bezzaz da aynı hadis hakkında "Bildiğimiz kadarı ile bu hadis,
kesintisiz olarak sadece bu kanaldan gelmiştir" demiştir. Öteyandan tefsir
bilgini İbn-i Cerir, Muhamed b. Abdullah b. Yezi, Yezid b. Zeri, Yunus ve
Hasan kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden Ebu Hureyre "İyilik
işleyenler, büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan uzak dururlar. Sadece
küçük kusurları (lemem'leri) olabilir." ayetini açıklarken `sadece bir kez
zina işleyen, hırsızlık yapan ve içki içen, fakat arkasından hemen tevbe
ederek bir daha bu günahlara dönmeyen bir adamın durumunu düşünün. İşte
"lemem" yapmak budur" demiştir.
Hasan'a "mevkuf" olarak da bu sözlerin benzeri
nakledilmiştir.
Bunlar da "lemem" sözcüğünün anlamını birinci
guruptaki görüşlerden farklı biçimde açıklayan başka bir görüş grubudur.
Kişisel görüşümüze göre ikinci grubun görüşü ayetin
devamını oluşturan "Senin Rabb'inin bağışlayıcılığı geniş kapsamlıdır"
cümlesine daha uygun düşer.
Çünkü "bağışlamanın geniş kapsamlı" oluşunun
vurgulanması ile sözkonusu "lemem"in büyük günahlar ve çirkin davranışlar
işledikten sonra tevbe etme durumu arasında uyum vardır. O zaman bu istisna
ayetin öncesinden kopuk olmayan bir "istisna" olur. Başka bir deyimle ayette
geçen "iyiler" "büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan uzak duranlar ve
bu tür davranışları olsa bile bu kötülükleri yapmakta ısrar etmeyerek hemen
geri dönenler"dir. Tıpkı şu ayette tanımlanan kimseler gibi:
"Yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının
affedilmesini dilerler. Günahları Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar
işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler." (Al-i İmran Suresi,
133-136)
Bu ayetin öncesinde yüce Allah bu kimseleri
"takvalılar" sıfatı ile nitelemekte ve onlara "bağışlanma"yı ve "gökler ile
yeryüzü kadar genişlikteki cennete girme"yi vaadetmektedir. Yüce Allah'ın
geniş kapsamlı rahmeti ve bağışlayıcılığı ile bağdaşan yorum budur.
Ayetin sonunda iyiliklere iyi ve kötülüklere kötü
karşılık biçilmesi işleminin yüce Allah'ın bilgisine dayandığı ve bu
bilginin insan yaratılışın bütün evrelerinin karmaşık sırlarını kapsadığı
belirtiliyor. Okuyoruz:
"O sizi gerek ilk başta topraktan yaratırken ve
gerekse annelerinizin karınlarında cenin aşamasındayken bilir."
Yani yüce Allah'ın insanlara ilişkin bilgisi onların
somut davranışlarının ortaya çıkışının çok öncesine uzanır. Onların değişmez
özlerini kavrayan bir bilgidir bu. İnsanlar bu değişmez özlerini bilemezler.
Onu ancak yüce yaratıcıları bilir. Bu bilgi insanların özü topraktan
yaratılırken, yani henüz onlar "bilinmezlik alemi"nin bir parçası iken
varolduğu gibi insanlar analarının karınlarında cenin aşamasındayken, henüz
gün yüzüne çıkmamışlarken de vardı. Bu bilgi görüntüden önce öze, eylemden
ve davranıştan önce karakteristik yapıya ilişkin bir bilgidir.
Bilgisinin niteliği bu olan yaratıcıya insanın
kendini tanıtması, özünü anlatmaya kalkışması, karşısına geçerek "ben
şöyleyim, ben böyleyim" diye övünmesi boş bir iş, hatta edepsizliktir.
Okuyalım:
"Öyleyse kendinizi temize çıkarmayınız. Çünkü O,
kimin kötülüklerden sakındığını herkesten iyi bilir." ,
Öyleyse gayretkeşlikle O'nun gözüne batmaya
çalışmanıza, O'nun karşısında davranışlarınıza değer biçmenize gerek yoktur.
O'nun katında eksiksiz bilgi ve duyarlı terazi vardır. Davranışlara biçeceği
karşılıklar adildir, sözü kesindir ve her meseleyi kesin çözüme bağlayacak
olan O'dur.
Bundan sonra surenin son bölümü geliyor. Son derece
melodi yüklü bir ahenk yansıtan bölüm, müzikal yönü ile surenin ilk
bölümünün bir benzeri olarak karşımıza çıkar. Bu bölümde bu inanç sisteminin
ana ilkeleri açıklanır. Tek Allah inancının ilk tutarlı savunucusu olan Hz.
İbrahim'den bu yana hiçbir değişikliğe uğramayan ilkelerdir bu ilkeler. Bu
açıklamada insanlara, yüce yaratıcıları tanıtılıyor. Dikkatleri O'nun
hayatları etkileyen, aktif ve yaratıcı dileğine çekiliyor. Bu aktif dileğin
izleri, insanı sarsacak, kendine getirecek, derinden derine titretecek
somutlukta gözler önüne seriliyor. Öyle ki, bu ayetlerin sonuna gelince,
melodilerin son namesi kulaklarda çınlayınca duygular, titrek bir ürperti
içinde verilen etkili mesajı kabul etmeye hazır bir duyarlığa kavuşurlar.
Okuyoruz:
33- Ey Muhammed,
görüyor musun, şu gerçeğe sırt çevireni?
34- Önce biraz verip
de arkasını getirmeyeni.
35- Acaba gaybın
bilgisine sahiptir de o alemin sırlarını mı görüyor?
36- Yoksa Musa'ya
indirilen kutsal sayfaların içeriğinden haberi olmadı mı?
37- Ve görevini
titizlikle yerine getiren İbrahim'e inmiş olan kutsal sayfaların içeriğinden
haberdar olmadı mı?
38- Ki, hiç kimse
başkasının günah yükünü taşımaz.
39- İnsan ancak
kendi çalışmasının karşılığını elde edebilir.
40- Onun çalışması,
ilerde kesinlikle gözler önüne serilecektir.
41- Sonra
çalışmasının karşılığı kendisine eksiksiz olarak verilecektir.
42- Sonunda
kesinlikle Rabb'inin huzuruna varılacaktır.
43- Güldüren de,
ağlatan da O'dur.
44- Öldüren de
dirilten de O'dur.
45- Erkeği ve dişiyi
çiftler halinde yaratan O'dur.
46- Fışkıran
spermadan.
47- Tekrar
diriltecek olan da O'dur.
48- İnsana zenginlik
veren de gözünü doyuran da O'dur.
49- (Bazı
müşriklerin taptıkları) "Şıra" yıldızının Rabb'i de O'dur.
Bu bölümü oluşturan ayetlerin ilk ikisinde "Gerçeğe
sırt çeviren, önce biraz verip de arkasını getirmeyen" bir kişiden
sözediliyor. Yüce Allah sözkonusu kimsenin bu tuhaf tutumunu yadırgayarak
anlatıyor Elimizdeki bazı bilgilere göre bu sözlerle belirli bir kişi
kasdediliyor. Bu kişi önce Allah yolunda biraz hayır yapmış, fakat sonra
"yoksul düşerim" korkusu ile yardımseverlikten vazgeçmiştir. Zemahşeri
"Keşşaf" adlı tefsir kitabında bu kişinin kimliğini belirleyerek onun Hz.
Osman olduğunu söyledikten sonra bu görüşünü destekler nitelikte bir hikaye
anlatıyor. Fakat anlattığı hikayenin hiçbir kaynağı, hiçbir dayanağı yok.
Ayrıca Hz. Osman'ı, O'nun karakterini, Allah yolundaki sürekli, hesapsız ve
kesintisiz cömertliğini bilen; O'nun Allah'a bağlılığını, "sorumluluğun
kişiselliği" ilkesine ilişkin duyarlığını belgeleri ile tespit eden hiç
kimse bu hikayenin doğru olabileceğine ihtimal vermez.(Zemahşeri'nin
anlattığı hikaye şudur: Hz. Osman sürekli hayır yapıyor, durmadan Allah
yolunda mal dağıtıyordu. Bu arada süt kardeşi Abdullah b. Saad b. Ebu Sarh
birgün kendisine "Yeter artık, nerede ise hiçbir şeyin kalmayacak ' dedi.
Hz. Osman ona " Çok sayıda günahım ve kusurum var, hayır yaparak Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmak istiyorum. Umarım ki, beni affeder" dedi. Bunun
üzerine Abdullah kendisine "Bana yükü ile birlikte bir deveni ver ben senin
tüm günahlarını üstleneyim" dedi. Hz. Osman da ona tanıklar huzurunda yüklü
bir devesini bağışladı ve artık yardımseverlik huyundan vazgeçti. İşte bu
ayet bu olay üzerine indi.
Bu hikayenin asılsızlığı apaçıktır. Hz. Osman'a
ilişkin bilgilerimizin hiç biri ile bağdaşmaz bir uydurmadır)
Bu ayetlerde belirli bir kişi de kasdedilmiş
olabilir, belirsiz bir "insanlık" örneği de sunulmuş olabilir. Önemli olan
şudur: Kim bu yolu tutarsa, yani bu inanç sistemi uğrunda belirli oranda
bedeni ve mali fedakârlıklar yaptıktan sonra bu tutumunu değiştirerek
fedakârlıklarının arkasını getirmez ise tuhaf bir tutum benimsemiş olur.
Kur'an böyle bir tutumu yadırgıyor, bu tutumu vesile ederek insanlara bu
inanç sisteminin bazı önemli gerçeklerini tanıtıp açıklıyor. Okuyoruz:
"Acaba gaybın bilgisine sahiptir de o alemin
sırlarını mı görüyor?"
"Gayb" alemi tüm yönleri ile yüce Allah'ın
tekelindedir. O'ndan başka hiç kimse o alemi göremez. Hiç kimse orada
kendisini ne gibi sürprizlerin beklediğini bilemez. Bu yüzden insan
çalışmalarını ve fedakârlıklarını sürdürmeli, yaşadığı sürece geleceğinden
kuşkulu olmalı, elinden geleni tam olarak yapmalı, önce biraz fedakârlık
yapıp da sonra gevşememelidir. Çünkü sözkonusu gayb aleminin sürprizlerine
ilişkin elinde hiçbir garanti yoktur. Tek garantisi sürekli vefakârlığı, bu
sayede yüce Allah'ın yaptığı iyilikleri kabul edeceğine ilişkin umududur.
Okuyoruz:
"Yoksa Musa'ya indirilen kutsal sayfaların
içeriğinden haberi olmadı mı? Ve görevini titizlikle yerine getiren
İbrahim'e inmiş olan kutsal sayfaların içeriğinden haberdar olmadı mı?"
Bu dinin kökü eskilere dayanır. Başlangıcı ile bu
günü birbirine bağlıdır. İlkeleri ve kuralları değişmezdir. Bütün yer ve
zaman uzaklıklarına, çok sayıdaki ardışık peygambere rağmen değişik evreleri
arasında sıkı bir uyum vardır, bütün peygamberleri birbirlerini
onaylamışlardır. Bu dinin mesajı Hz. Musa ya inen kutsal sayfalarda ne ise
Hz. Musa dan çok önceki tarihlerde egemen olan Hz. İbrahim'in döneminde de
öz olarak aynıdır. Hz. İbrahim görevine bağlı bir önderdi. Her anlamda
"vefakâr"dı. Öyle ki, bu sıfatı mutlak anlamı ile hakketmiş bir peygamberdi.
O'nun sıfatı olan "vefakârlık" ve "bağlılık" yukardaki ayetlerde yerilen
"savsaklama"nın ve "görevi yarıda bırakma"nın karşıtı olarak veriliyor. Bu
anlamı taşıyan sözcüğün çift sessiz ile pekiştirilmiş olarak kullanılması
aranan müzikal ahengi ve kafiye uyumunu sağlamak içindir.
Peki gerek Hz. Musa'ya ve gerekse "görevine sıkı
sıkıya bağlı" Hz. İbrahim'e indirilen kutsal sayfaların mesajı nedir? Bu
mesajın başta gelen ilkelerin-den biri şudur:
"...Ki, hiç kimse başkasının günah yükünü taşımaz."
Evet, hiç kimse başkasının yükünü kendî sırtına
alamaz. Ne birinin yükünü hafifletmek için ve ne de bir başkasının yükünü
ağırlaştırmak için böyle bir yola başvurulamaz. Öyle ise hiç kimse kendi
yükünü ve sorumluluğunu başkasının sırtına aktararak hafifletemeyeceği gibi
hiç kimse gönüllü olarak başkasının günahlarını kendi sırtına alamaz. Çünkü;
"İnsan ancak kendi çalışmasının karşılığını elde
edebilir."
Evet, böyle işte. Yani insanın sadece çalıştığı,
kazandığı ve somut eylem olarak ortaya koyduğu kişisel birikimi hesabına
yazılır. Başkasının birikiminden alınarak kendi birikimine ekleme
yapılamayacağı gibi kendi kazancından kısıntı yapılarak başkasının birikim
hanesine ekleme yapılmaz.
Şu dünya hayatı insana verilmiş bir çalışma ve
kazanma fırsatıdır. Ölünce bu fırsat elden gider ve "amel" defteri kapanır.
Yalnız Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- aşağıdaki hadisinde
sözü edilen kimselerin "amel" defterleri ölümlerinden sonra da açık kalır:
"İnsan ölünce sevap defteri kapanır. Yalnız şu üç
kimsenin sevapları öldükten sonra da artmaya devam eder:
1- Ana-babası için dua eden hayırlı bir evlat
bırakan kimse,
2- Arkada kamuya yararlı bir eser bırakarak ölen
kimse,
3- İnsanlara faydalı bir bilgi öğreterek ölen
kimse." (Bu hadisi Müslim, Ebu Hureyre'ye dayanarak nakletmiştir)
Burada Peygamberimizin saydığı üç davranış, aslında
insanın kendi eylemleri, kişisel kazanımlarının bir bölümüdür.
İmam-ı Şafii ile taraftarları bu ayete dayanarak
ölülerin arkasından okunan Kur'an'ın sevabının onlara ulaşmayacağını ileri
sürmüşlerdir. Çünkü başkaları tarafından okunan Kur'an o ölülerin kişisel
ameli, öz kazanımı değildir. Bundan dolayı Peygamberimiz, ne açıkça ve ne de
dolaylı olarak ümmetini ölüler arkasından Kur'an okumaya özendirmemiştir, bu
yolda hiçbir yönlendirmesine, hiçbir uygulamasına rastlanmamıştır. Hiçbir
sahabi de bu anlama gelecek bir söz söylememiştir. Yalnız ölünün arkasından
yapılan duanın ve verilen sadakanın sevabı ona ulaşır. Bunun böyle olduğuna
dair hem ilim adamları arasında görüş birliği (icma) hem de Peygamberimizin
açık beyanı vardır. (Kaynak: İbn-i Kesir Tefsiri) Devam edelim.
"Onun çalışması, ilerde kesinlikle gözler önüne
serilecektir.
Sonra çalışmalarının karşılığı kendisine eksiksiz
olarak verilecektir."
Yani emekler, çalışmalar, kazançlar asla yok
olmayacak, havaya gitmeyecektir. Yüce Allah'ın bilgisinden ve duyarlı
terazisinden en küçük bir şeyin kaçması sözkonusu değildir. Herkes
çalışmasının, ortaya koyduğu işlerin karşılığını tam olarak alacak, hiçbir
kısıntıya uğratılmayacak, en ufak bir haksızlığa maruz bırakılmayacaktır.
Böylece "sorumluluğun kişiselliği" ilkesi yanında
"ödül ve cezanın adilliği" ilkesi de belirleniyor. Bunun sonucu olarak
insanın, "insan" olmaktan kaynaklanan değeri somut gerçeklik kazanıyor. Bu
"değer"in gerekçeleri, dayanakları şunlardır: İnsan olgun, sorumluluk
duygusuna sahip, kendine güvenmek durumunda olan, onurlu bir varlıktır.
Kendisine önce çalışma fırsatı, davranış özürlüğü tanınıyor, arkasından
işlerinden ve davranışlarından hesaba çekiliyor, ayrıca davranışlarına
biçilecek ödüllerin ve cezaların "adil" olacağı yolunda güvence veriliyor.
Sözkonusu adalet "mutlak" adalettir. Arzulara boyun eğmez, yetersizlik
sebebi ile havada kalmaz; olayların mahiyetlerini değerlendirmeye ilişkin
bilgi eksikliklerinin ayıplarını taşımaz. Devam ediyoruz:
"Sonunda kesinlikle Rabb'inin huzuruna
varılacaktır:'
O'na varan yoldan başka bir yol yoktur. O'nun
dışında başka bir sığınak bulunamaz. O'nun dergâhından başka bir korunak
yoktur. Cennet de, cehennem de O'nundur. Bu gerçek insanın duygularını
biçimlendirme bakımından son derece önemlidir. Sebebine gelince insan her
şeyin, her olayın ve herkesin sonunun Allah'a vardığının bilincinde olunca
daha yolun başındayken yolun kaçınılmaz ve yan çizilmez sonunu kavrar,
kendini ve davranışlarını bu gerçeğe göre ayarlar ya da en azından bu çaba
içinde olur, yolculuğunun daha ilk adımlarından itibaren kalbi ve gözü bu
kaçınılmaz "son"a bağlanır.
Ayetler, insan kalbini yolculuğun son durağına
ulaştırdıktan sonra onu tekrar hayata döndürüyor, ona bu sürenin her
aşamasında ve her durumunda beliren ilahi dileği gösteriyor. Okuyalım:
"Güldüren de, ağlatan da O'dur."
Bu ifadede birçok gerçek saklıdır. Onu okurken
zihnimizde birçok düşünceler somutlaşır, beynimizde birçok çağrışımların
uyarıcı ve etkileyici şimşekleri çakar.
Evet "Güldüren de, ağlatan da O'dur." Yani insanı
gülme ve ağlama yetenekleri ile donatmıştır. Bu iki karşıt psikolojik
reaksiyon, insan yapısının iki sırrını oluşturur. Hiç kimse bu iki
reaksiyonun niteliklerini ve "insan organizması dediğimiz şu karmaşık yapıda
nasıl meydana geldiklerini açıklayamaz. Bu organizmanın psikolojik açıdan
yansıttığı karmaşıklığın derecesi, anatomik ve fizyolojik alandaki
karmaşıklığından daha az değildir. İşte bu psikolojik ve fizyolojik
karmaşıklıklar ve etkenler elele vererek, bütünleşerek, ortak bir işlev
halinde "gülme" ve "ağlama" reaksiyonlarını meydana getiriyorlar.
Evet, "Güldüren de, ağlatan da O'dur". Yani
insanları güldüren ve ağlatan etkenleri varetti ve insanların karmaşık ve
esrarlı yapılarına bağlı olarak bu etkenler sonucunda falanca olaya gülme
tepkisi gösterirken filanca olaya ağlama tepkisi göstermelerini, bugün
ağladıkları olaya yarın gülmelerini, dün güldükleri olaya bugün ağlamalarını
sağladı. İnsanda görülen bu çelişkili görünümlü tepkiler delilikten ve algı
yanılmalarından kaynaklanmaz. Sebep değişken psikolojik durumlardır. Çünkü
insan bilincinde kriterler, etkenler, gerekçeler, güdüler ve bakış açıları
sabit kalmaz.
Evet "Güldüren de, ağlatan da O'dur". Yani aynı anda
kimilerini güldürürken, kimilerini de ağlatır. Gülenleri de, ağlayanları da
bu tepkilere birtakım özel etkenler sürükler. Kimi zaman bazı kimseleri
güldüren bir olay, başka birtakım kimseleri ağlatır. Çünkü sözkonusu olayın
berikiler üzerindeki etkisi öbürküler üzerindeki etkisinden farklı olur.
Gerçi olay, aynı olaydır; ama birbirinden tamamen uzak sonuçlara yolaçar.
Evet "Güldüren de, ağlatan da O'dur". Kimi zaman
aynı insan aynı olay karşısında bu iki karşıt tepkiyi gösterebilir. Yani
bugün bir olay karşısında güler, fakat yarın bu olayın sonuçları ile,
olumsuz ürünleri ile yüzyüze gelince bu defa aynı olay yüzünden ağladığı
görülür. O olaya hiç karışmamış olmayı, o olay karşısında hiç gülmemiş
olmayı temenni eder. Mesela dünyada nice gülenler vardır ki, ahirette
ağlayacaklardır. Üstelik orada ağlamanın hiçbir yararı olmaz.
Burada kısa bir Kur'an ayetinin zihinde
canlandırdığı, bilinçte kıvılcımlaştırdığı çok sayıdaki imajın, çağrışımın
ve duygunun bir bölümü ile karşı karşıyayız. İnsanın psikolojik deneyimleri
zenginleştikçe, içindeki gülme ve ağlama etkenleri yenilendikçe bu ayetin
sözcüklerinden süzülen imajların, çağrışımların ve duyguların yumağı daha
kalınlaşır. İşte Kur'an'ın çeşitli görünümlerle sözcüklere damgasını vuran
çarpıcı "veciz"liği, erişilmez ifade zenginliği budur. Devam ediyoruz:
"Öldüren de, dirilten de O'dur."
Evet "Öldüren de, dirilten de O'dur." Yani O, ölümü
ve hayatı varetmiştir. Nitekim başka bir surede O, bize "Ölümü ve hayatı
yaratan O'dur" buyuruyor. (Mülk Suresi, 2) Ölüm ve hayat insanların gözleri
önünde sık sık tekrarlandıkları için herkes tarafından iyi bilinen, hiç
kimseye yabancı olmayan olgulardır. Bununla birlikte eğer insan bu olguların
niteliklerini, insan algılarına kapalı sırlarını bilmeye kalkışırsa bilinmez
ve açıklanamaz bilmeceler oldukları görülür. Evet, ölüm nedir? Hayat nedir?
Eğer insan bu olguların sözcüklerini ve gözler önündeki somut yansımalarını
aşmak isterde bunların mahiyetlerini kurcalamaya yönelirse ne
söyleyebilecektir? "Hayat" canlı varlığın organizmasında nasıl kımıldamaya
başladı? Özü itibarı ile nedir? Nereden geldi, kaynağı nedir? Şu canlı
varlıkla nasıl bütünleşti? Şu canlı varlığın, daha doğrusu şu sayısız canlı
varlıkların eşliğindeki yolculuğunu nasıl sürdürüyor? Peki ölüm nedir?
Organizmalara can yürümeden önce nasıldı? Canlar, organizmalardan
ayrıldıktan sonra nasıldır? Bütün bunlar kalın bir perdenin arkasında saklı
ve tüm yönleri ile yüce Allah'ın tekelinde olan sırlardır.
Evet "Öldüren de, dirilten de O'dur". Canlılar
dünyasında bir an içinde milyonlarca ölüm ve doğum sahnesi yaşanıyor. Mesela
şu anı ele alalım. Kim bilir kaç milyar canlı varlık ölmüştür. Buna karşılık
kaç milyar canlı varlık hayata ilk adımlarını atmış, organizmalarında
nereden geldiğini yüce Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği o esrarengiz
soluğun ilk kımıldamaları başlamıştır. Kim bilir kaç bin canlı varlık yere
yığılmış, fakat bir süre sonra ortaya çıkacak olan başka canlıların
malzemesi olmuştur. Acaba çağlar boyunca bu sahneler kaç kez yinelenmiştir.
İnsan hayatı karanlık geçmişin labirentlerine dalarak bu sahnelerin sayılara
sığmaz yek ününü yakalamaya kalkışınca başı döner. Üstelik bu sahnelerin
varlığı, insanın şu gezegende belirdiği ilk günden önceki nice çağları da
kapsar. Ayrıca "Bu gezegenin dışındaki başka gök cisimlerinde ölüm ve hayat
olayları var mı, yok mu? Varsa bu ölümlerin ve hayatların türü nedir gibi
soruların cevabını sadece yüce Allah'ın bilgisine havale etmek zorundayız.
Çünkü bunları kurcalamak insan hayalinin işi değildir.
Görülüyor ki, hayalimizin önünde yığın yığın
sahneler cirit atıyor. Bu yığın yığın sahneyi zihnimizde canlandıran bu
ayetin sayılı birkaç sözcüğü kalplerimizi derinden sarsıyor. Öyle ki,
kalplerimiz bu çok sesli melodinin ahenkli titreşimleri altında kendinden
geçiyor. Okumaya devam ediyoruz:
"Erkeği ve dişiyi çiftler halinde yaratan O'dur."
Burada her an tekrarlanan görkemli bir gerçektir.
Yalnız gözlerimizin önünde sürekli biçimde yinelendiği için onu
kanıksıyoruz. Oysa bu olay insan hayalinin canlandırabileceği en müthiş
acayipliktir.
Düşünelim. Dışa fışkıran bir meni damlası. İnsan
vücudunun ter gibi, gözyaşı gibi sümük gibi çok sayıdaki salgılarından
birinin damlası. İşte bu salgı damlası ,yüce Allah'ın tasarlayıp belirlediği
bir sürenin sonunda ne oluyor? İnsan oluyor. Bir süre sonra da bu insandan
erkek ve dişi cinsleri türüyor. Nasıl? Eğer gerçekten meydana gelmiş olmasa
insan hayalinin ucundan bile geçmesi düşünülemeyecek olan bu çarpıcı olay
nasıl meydana geliyor? Son derece karmaşık, son derece kompleks yapıya sahip
olan şu "insan" bir damlacık meninin, hatta milyonlarca hücreden oluşan bu
damlanın bir tek hücresinin neresinde gizleniyor? insan denen canlı eti ile,
kemiği ile, derisi ile, damarları ile, saçları ile, tırnakları ile vücut
hatları ile parmak izleri ile, yüz çizgileri ile, huyları ile, karakteristik
özellikleri ile, yetenekleri ile bu tek hücrede nasıl saklanıyor?
Milyonlarca benzeri ile birlikte bir damla meni içinde yüzen bu mikroskobik
hücre bunca ayrıntıyı nasıl bünyesinde barındırıyor? Özellikle ilerdeki
"cenin" evresinde ortaya çıkacak olan erkeklik ve dişilik karakteristikleri
bu hücrenin neresinde saklanıyor?
Hangi insan kalbi bu müthiş, bu çarpıcı gerçek
karşısında şaşkınlıktan donakalmaz da şımarık ve inkarcı bir tavırla şöyle
sözler gevelemeye kalkışabilir?: "Bu iş böyle oldu, o kadar. Doğal olay
yolunu izledi, o kadar. Canlı hücre belirli süreci boyunca gelişti, o kadar:
' Aynı kalbin bir de bilgiçlik taslayarak şöyle sözler söylemesine ne
buyurulur? "Efendim, bu hücre bünyesinde taşıdığı soyunu sürdürme yeteneği
sayesinde bu süreci izledi. Tıpkı aynı yetenekle donanmış olan diğer canlı
türleri gibi."
Bu defa bu açıklamanın kendisi açıklanmaya
muhtaçtır. Peki, hücreyi bu yetenekle donatan kimdir? Bu hücreye soyunu
sürdürme, soyunun yeni bir dölünü meydana getirme arzusunu kim aşılamıştır?
Bu minik, bu zayıf canlı tohumuna yeni bir döl meydana getirme gücünü kim
vermiştir? Bu gizli amacını gerçekleştirebilmesi için izleyeceği doğru yolu
kim çizmiştir? Bu hücreciğin bünyesine sürdüreceği soyun karakteristik
niteliklerini kim yerleştirmiştir? Bu hücreciğinin aynı karakteristik
nitelikleri taşıyacak bir döl vererek soyunu sürdürmekteki amacı ve çıkarı
nedir? Eğer o hücreciğin arkasında tasarlayıcı güçlü bir irade olmasa, bu
iradenin belirli ve plâna bağlanmış bir dileği olmasa, yine bu üstün irade
dileğine vardıracak yolu çizmemiş olsa bu süreç kendi kendine
gerçekleşebilir mi?
Sonra her an gözler önünde tekrarlandığı için hiç
kimsenin inkar edemeyeceği "ilk yaratılış" olgusundan hemen "yeniden
diriliş"olgusuna dönülüyor. Okuyalım:
"Tekrar diriltecek olan da O'dur."
"Yeniden diriliş" insan bilgisine kapalı bir "gayb"
olgusudur. Fakat "ilk yaratılış" olgusu bu ikinci olgunun ön göstergesidir,
onun olabileceğini gösteren bir kanıttır. Sebebine gelince vücuddan
fışkırmış bir damla meniden erkekli-dişili insan çiftlerini yaratan yüce
Allah, hiç kuşkusuz kemik kırıntılarını yeniden canlı insan haline getirmeye
muktedirdir. Çünkü kemik kırıntıları fışkıran bir meni damlasından daha
önemsiz şeyler değildir. Ayrıca yeniden dirilme olayının gerekçesine ilişkin
birer ipucudurlar. Sebebine gelince küçücük bir canlı hücreyi uzun ve
zahmetli yolculuğu boyunca yardımcı olan gizli iradenin mutlaka yeryüzü
yolculuğunu aşan, uzun vadeli bir amacı vardır. Çünkü yeryüzünün sınırları
içinde hiçbir şey tam olarak gerçekleşmiyor. Burada ne iyiler iyiliklerinin
eksiksiz karşılıklarını alabiliyorlar ve ne de kötüler, yaptıkları
kötülüklerin hakkettirdiği cezalara tam olarak çarpılabiliyorlar. Çünkü
sözünü ettiğimiz üstün irade herşeyin tam olarak yerini bulabilmesi için
insanların yeniden dirilmesini planlamıştır. Demek ki, "ilk yaratılış"
olgusu, "yeniden diriliş" olgusuna iki koldan delil sunmaktadır. Bundan
dolayı bu olgu, burada "tekrar diriliş"ten önce gündeme getiriliyor.
Gerek ilk yaratılış aşamasında gerekse yeniden
diriliş döneminde yüce Allah, dilediği kullarına varlık sunar, onları tatmin
eder. Okuyoruz:
"İnsana zenginlik veren de, gözünü doyuran da
O'dur."
Yüce Allah dünyada dilediği kullarına türlü
alanlarda zenginlik bağışlar. Bu alanlar sayıca çoktur. Mal zenginliği olur,
sağlık yeterliliği olur, evlat zenginliği olur, psikolojik zenginlik olur,
düşünce zenginliği olur, yüce Allah'a bağlılık zenginliği olur ki, bu en
emsalsiz hazinedir. Ayrıca O, ahirette de dilediği kullarına ahiret
zenginliği bağışlar. Bunların yanısıra gerek dünya nimetlerinden yana
gerekse ahiret mutluluğundan yana dilediği kullarının gözünü doyurur, onları
tatmine erdirir.
Kullar yoksuldurlar, açtırlar. Ancak hazinelerinden
alacakları paylar sayesinde zengin olurlar, doyuma kavuşabilirler. Zengin
yapan ancak O'dur. Doyuma erdiren de sadece O'dur. Burada pratikte yaşanan
bir gerçek aracılığı ile ve dünyada da ahirette de göz diktikleri bir
ayrıcalık yolu ile kalplerine dokunuluyor. Amaç tek kaynağa yönelmelerini,
dikkatlerini biricik dolu hazineye çevirmelerini sağlamaktır. Gerisi boştur,
tamtakırdır. Devam ediyoruz:
"(Bazı müşriklerin taptıkları) "Şira" yıldızının
Rabb'i de O'dur." "Şira" yıldızı güneşin yirmi kat ağırlığında, güneşten
elli kat daha parlaktır; dünyamız ile arasındaki uzaklık, güneş ile
aramızdaki uzaklığın bir milyon katıdır.
Araplar arasında bu "Şıra" yıldızına tapanlar vardı.
Ayrıca kimileri de onu önemli olayların habercisi sayarak hareketlerini
gözlüyorlardı. Kayan yıldıza andederek söze başlayan, yüceler alemine dönük
yolculuktan sözeden, bunların yanısıra tek Allah inancını zihinlere
yerleştirmeyi, asılsız ve tutarsız putperestlik inancını reddetmeyi amaç
edinen bu surede yüce Allah'ın "Şıra" yıldızının Rabb'i olduğunun
vurgulanması son derece anlamlıdır.
Bir yandan insanın iç dünyasının derinliklerine ve
öbür yandan dış dünyanın çeşitli ufuklarına yönelik uzun gezi burada
noktalanıyor. Arkasından helak edilmiş eski milletlere yönelik gezi
başlıyor. Bu milletler de tıpkı müşrik araplar gibi kendilerine gelen
uyarıcıları yalanlamışlardı. Bu gezide yüce Allah'ın gücüne, özgür dileğine
ve bu gücün tek tek eski milletlere yansıyan belirtilerine dikkat çekiliyor.
50- Eski dönemlerde
yaşamış Adoğullarını yokeden O'dur.
51- Semudoğullarının
da. Kazıdı köklerini.
52- Daha önce de
Nuh'un soydaşlarını yoketmişti. Çünkü onlar son derece zalim ve azgın
kimselerdi.
53- Lût'un
soydaşlarının yaşadıkları yöreleri alt-üst eden O'dur.
54- Buraları yerin
dibine O geçirmiştir.
55- Ey insanoğlu,
öyleyse Rabb'inin hangi nimetinden kuşku duyuyorsun?
56- Bu Peygamber de
eski uyarıcıların bir halkasıdır:
57- Kıyamet günü
iyice yaklaştı
58- Onun dehşetini
Allah'tan başka hiç kimse başınızdan savamaz.
59- Bu Kur'an sizin
tuhafınıza mı gidiyor?
60- Onu dinlerken
ağlayacağınıza gülüyorsunuz, öyle mi? .
61- Gaflet içinde
yüzüyorsunuz, değil mi?
62- Haydi, hemen
Allah'a secde ediniz, O'na kulluk ediniz.
Bu ayetler bizi hızlı bir geziye çıkarıyor. Gezi her
yok edilmiş eski ümmetin kalıntıları önünde verilen kısa molalardan oluşmuş,
bilinci ürperten, çarpıcı dokunlar içermektedir.
Kur'an okuyucuları Adoğullarını, Semudoğullarını ve
Nuh'un soydaşlarını çeşitli ayetlerin verdikleri bilgiler sayesinde yakından
tanıyorlar. Ayetin orjinalinde "Mutefike" lâkabı ile anılan toplum ise Hz.
Lût'un ümmetidir. İftiracı,uydurmacı ve sapık tutumları yüzünden bu lâkap
ile anılıyorlar.
Yüce Allah'ın bu toplumları ve yaşadıkları yurtları
derinliklere batırmış, toprağa gömmüş, ayetin deyimi ile "yerin dibine
geçirmiştir." Bu ifade belirsizlik, korkunçluk ve ürkütücülük
yansıtmaktadır. İfadenin sözcükleri arasında yok edilmenin, yerin dibini
boylamanın, ağır gazaba çarpılmanın somut tablolarını nerede ise görür gibi
oluyoruz. Dile getirilen ilahi gazap herşeyi kapsıyor, her yeri örtüyor ve
belirsiz hale getiriyor. Son ayeti bir daha okuyoruz:
"Ey insanoğlu, öyleyse Rabb'inin hangi nimetinden
kuşku duyuyorsun?" Demek oluyor ki, eski dönemlerde gerçekleşen bu toplu
yoketmeler yüce Allah'ın insanlığa yönelik birer nimeti, birer lütfudur.
Öyle ya, sözkonusu olaylarda aslında kötülük yok edilmemiş miydi? Doğruluğun
balyozu altında eğriliğin beyni ezilmemiş, vücudu dağılmamış mıydı? Bu
olaylar ibret alanlar ve olup bitenlerden ders çıkaracaklar için geride
yararlanılacak belirtiler bırakmamışlar mıydı? Bütün bunlar birer nimet
değil mi? O halde yüce Allah'ın hangi nimetini kuşku ile karşılıyorsunuz?
Ayet herkese, her kalbe ve yüce Allah'ın uygulamalarını akıl süzgecinden
geçirerek belalarda bile O'nun nimetini görebilen her kula sesleniyor.
Gerek insanın iç dünyasına ve gerekse dış dünyaya
yansıyan ilahi iradenin görüntüleri gözden geçirildikten sonra gözlerimizin
önüne serilen eski milletlere, peygamberlerini yalanlayan toplumlara ilişkin
toplu yokediliş sahnelerinin külleri karşısında çınlayan müthiş ve tüyler
ürpertici bir çığlıkla sarsılıyoruz. Bu son çığlık sanki büyük kıyametin
eşiğinde kulak zarlarımızı titreten bir alarm çanıdır. Okuyoruz:
"Bu Peygamber de eski uyarıcıların bir halkasıdır.
Kıyamet günü iyice yaklaştı.
Onun dehşetini Allah'tan başka hiç kimse başınızdan
savamaz."
Peygamber olup olmadığı hakkında kuşku duyduğunuz,
uyarıcılık görevini onaylamak istemediğiniz bu Peygamber var ya? O eski
uyarıcılar zincirinin bir halkasıdır; şu güne kadar o eski uyarıcıları
birçok uyarıcılar izlemiştir. Dehşet dolu günün eşiğindesiniz. Ortalığı
silip süpürecek olan korkunç bir afetin günü yaklaştı.
Sözü edilen felaket ve dehşet günü, ya bu
Peygamberin sizi tehdit ettiği kıyamet günüdür ya da yüce Allah'tan başka
hiç kimsenin türünü ve zamanını bilmediği bir azabın dehşetidir. Bu azabın
dehşetinden sizi ancak yüce Allah kurtarırsa kurtarır. Ayetin deyimi ile
"Onun dehşetini Allah'tan başka hiç kimse başınızdan savamaz."
Koyu tehlike yakınınızdayken ve aranızdaki iyi
niyetli uyarıcı sizi kurtuluşa çağırırken sizler umursamazlık içinde
yüzüyor, boş şeyler ile oyalanıyorsunuz, durumunuzu değerlendirmekten uzak
duruyor, aklınızı başınıza getirmeye yanaşmıyorsunuz. Devam edelim:
"Bu Kur'an sizin tuhafınıza mı gidiyor?
Onu dinlerken ağlayacağınıza gülüyorsunuz, öyle mi?
Gaflet içinde yüzüyorsunuz, değil mi?"
Ayetteki orjinal deyimle "bu söz" yani Kur'an, son
derece ciddi ve önemlidir İnsanların omuzlarına büyük görevler yüklediği
gibi aynı zamanda kendilerini eksiksiz bir hayat sistemine iletiyor. Öyleyse
onun nesini tuhaf görüyorlar, neresine gülüyorlar? Oysa onun yansıttığı
katıksız ciddiyet, önerdiği büyük yükümlülükler ve insanları bekleyen,
yeryüzündeki hayatlarına ilişkin hesaplaşma, bütün bunlar ağlanacak bir
durumla karşı karşıya olduklarını gösterir, üstelik o hesaplaşmanın ötesinde
daha nice korkunçluklarla ve sıkıntılarla yüzyüze geleceklerdir.
Bu noktada müşriklere gök gürlemesini andıran bir
uyarı yöneltiliyor. Kulaklarını ve gönüllerini tırmalayan yüksek bir ses
tonunun yankısı ile sarsılıyorlar. Uçurumun kenarında titreşen bu şaşkınları
kendi insiyatifleri ile yapmaları gereken bir görevi yerine getirmeye
çağırıyor. Okuyoruz:
"Haydi, hemen Allah'a secde ediniz, O'na kulluk
ediniz.
Uzun bir hazırlama aşamasından sonra sure, işte bu
kalpleri titreten, ürpertici ve akılları baştan alıcı bir çığlıkla
noktalanıyor.
Bundan dolayı adamlar hemen secdeye kapandılar.
Müşrik oldukları halde secdeye vardılar. Vahyi ve Kur'an'ı şüphe ile
karşıladıkları, Allah ve Peygamber hakkında tartıştıkları halde secdeye
yattılar.
Kalplerine ardarda inen bu müthiş darbelerin etkisi
altında alınlarını yere koydular. Peygamberimiz bu sureyi okuyor.
Dinleyiciler arasında müslümanlar da vardır, müşrikler de. Surenin sonunda
Peygamberimiz secdeye kapanınca bütün müslüman ve müşrik dinleyicileri
O'nunla birlikte secdeye varıyorlar. Kur'an'ın bu müthiş etkisine karşı
koyamıyorlar, onun büyüleyici yaptırım gücü karşısında direnemiyorlar. Bir
süre sonra kendilerine geldiklerinde anlaşılıyor ki, yaptıkları secdenin
bilincinde değildirler. Tıpkı secde ederken ne yaptıklarının bilincinde
olmadıkları gibi.
Değişik kanallardan gelen rivayetler bu olayı
aktardıktan sonra bu şaşırtıcı gelişmeyi açıklama konusunda farklı görüşler
öne sürüyorlar. Oysa olay aslında garip ve şaşırtıcı değildir. Sebep şu
Kur'an'ın hayret verici etkisi ve gönüllere yönelik müthiş yaptırım gücüdür.
GARANİK OLAYI VEYA
ŞEYTAN AYETLERİ
Değişik rivayet kanallarının bize aktardığı bu olay,
yani müşriklerin müslümanlarla birlikte secde etmeleri olayı, uzun zaman
kafamı kurcaladı. Onu bir türlü açıklayamıyor, tutarlı bir nedene
bağlayamıyordum. Fakat daha sonra yaşadığım bir olay, bu olayın içimde
meydana getirdiği duygusal deneyim ufkumu genişletti. Bu deneyim sayesinde
artık sözkonusu olayı açıklayabilmiş, asıl sebebini açık bir biçimde
görebilmiştim.
"Garanik Olayı" diye anılan bu olay hakkındaki
uydurma rivayetleri daha önce okumuştum. İbn-i Saad, "Tabakat" adlı eserinde
ve İbn-i Cerir lâberi, ünlü "'Tarih"inde bu rivayetleri aktardıkları gibi
kimi tefsir bilginleri de aşağıdaki ayetleri açıklarken bu söylentilere yer
vermişlerdir.
"Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve nebiler
birşey dilediklerinde şeytan, bu dileklerine mutlaka birtakım beşeri arzular
karıştırırdı. Fakat Allah, şeytanın körüklediği bu arzuları her defasında
giderek arkasından ayetlerini pekiştirirdi. Allah herşeyi bilir ve her
yaptığı yerindedir.
Amaç şeytanın körüklediği bu arzular vesilesi ile
kalpleri hasta olanları ve katı yüreklileri sınavdan geçirmektir. Hiç
kuşkusuz zalimler gerçeğe son derece uzak düşen bir ayrılığa
saplanmışlardır." (Hacc Suresi, 52-53)
Ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir, tefsirinde bu
rivayetlerden sözederken "Bunların tümünün rivayet zincirlerinde kopukluk
var, aralarında rivayet zincirinin halkaları tamam olanına rastlamadım" der.
Bu rivayetlerin en ayrıntılısı, hurafelere en az
batmış olanı ve Peygamberimize yönelik en az iftiraya yer vereni İbn-i
Hatem'in aktardığı şu rivayettir. İbn-i Hatem diyor ki: Musa b. Ebu Musa
Kufî'nin, Muhammed b. İshak b. Şeybi, Muhammed b. Fuleyh ve Musa b. Akabe
kanalı ile bize anlattığına göre İbn-i Şihab şöyle diyor:
"Necm suresi inmişti. O günlerde müşrikler şöyle
diyorlardı: Eğer bu adam (yani Peygamberimiz) bizim tanrılarımız hakkında
saygılı bir dil kullansa biz de onu ve arkadaşlarını anlayışla karşılardık.
Fakat o bizim tanrılarımıza karşı, dininin öbür karşıtları olan yahudilere
ve hristiyanlara karşı kullandığından daha sert ve kırıcı sözler kullanıyor.
Bu sıralarda müşriklerin Peygamberimize ve
arkadaşlarına yönelik baskıları ve yalanlama girişimleri doruk noktasına
ulaşmıştı. Peygamberimiz bu eziyetlerden bıkmıştı, adamların sapıklıkları
O'nu üzüyor, bir an önce doğru yola gelmelerini temenni ediyordu. Necm
suresi inip de "Lât ve uzza hakkındaki görüşünüz nedir? Ya bunların öbürü,
üçüncüsü olan Menat hakkında ne düşünüyorsunuz?" ayetlerini okuyunca şeytan
bu putların isimlerinin söylenişinden sonra araya girerek "Onlar kutsal kuğu
kuşlarıdırlar. Kuşku yok ki, Allah katında onların aracılığı umulur." dedi.
Bu sözleri şeytanın kendisi uydurmuştu, amacı zihinleri karıştırmaktı.
Bu iki cümle bütün Mekke müşriklerinin hoşuna
gitmişti. Onları dilden dile aktarmaya koyulmuşlardı. Olaydan son derece
memnun olmuşlar ve "Muhammed, eski dinine, atalarının inancına döndü"
diyerek bu sevinçlerini dile getirmeye yönelmişlerdi.
Bu arada Peygamberimiz, surenin son ayetini okuyup
da secdeye kapanınca müslüman ve müşrik bütün dinleyicileri de secdeye
kapandı. Sadece çok yaşlı bir ihtiyar olan Velid b. Muğire secdeye
varamamıştı. O da avucuna doldurduğu toprağı yukarı kaldırarak ona secde
etmişti.
Her iki grup ta taraftarlarının Peygamberimiz ile
birlikte secde etmelerine şaşırmışlardı. Müslümanlar ise müşriklerin
inanmadıkları, ikna olmadıkları halde secde etmelerine anlam veremiyorlardı.
Çünkü şeytanın kulaklarına fısıldamış olduğu sözkonusu cümleleri
işitmemişlerdi. Müşrikler ise istediklerine ermişlerdi. Şeytan,
Peygamberimizin dileklerine müdahale ederek araya bazı cümleler katmış ve
müşriklere bu sözleri Peygamberin kendisinin surenin bir parçası gibi
okuduğunu sandırmıştı. Bunun üzerine müşrikler putlarına saygı gösterisi
olarak secde etmişlerdi.
Bu sözler kısa sürede halk arasına yayıldı. Şeytan
bu yayılmayı körüklemiş, öyle ki, yankıları Habeşistan'a kadar uzanarak.
oradaki müslümanların kulaklarına kadar varmıştı. Osman b. Maz'un ve
arkadaşlarından oluşan müslüman göçmenler Mekkelilerin topluca müslüman
olduklarını ve Peygamber ile birlikte namaz kıldıklarını işitmişlerdi. Velid
b. Muğire'nin de avucuna doldurduğu toprağa secde ettiğini, müslümanların
artık Mekke'de güven içinde yaşadıklarını haber almışlar, bu yüzden hemen
Mekke'ye geri dönmüşlerdi.
Ama yüce Allah, şeytanın sözlerini silip atmış,
ayetlerini sağlamlaştırmış ve bu aldatma girişiminden korumuştu. Bu amaçla
"Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve nebiler bir şey dilediklerinde
şeytan bu dileklerine mutlaka birtakım beşeri arzular karıştırırdı:' diye
başlayan ayetleri indirdi. (Hacc Suresi, 52-53) Yüce Allah bu konudaki kesin
hükmünü açıklayıp şeytanın uydurmalarını silince müşrikler tekrar eski
sapıklıklarına ve müslümanlara yönelik düşmanlıklarına döndüler. Hatta bu
düşmanlığın dozajını daha da arttırdılar." İbn-i Hatem'in sözleri burada
sona eriyor.
Bu konuda daha aşırı ve daha çok iftira dolu
rivayetler de vardır. Bu rivayetler sözkonusu şeytan uydurması cümleleri
Peygamberimizin araya kattığını ve bu işi -haşa- Kureyşli müşriklerin
gönüllerini kazanmak, onları tavlamak amacı ile yaptığını ileri sürecek
kadar ileri giderler.
Ben daha işin başından beri bu rivayetlere tümü ile
karşı çıktım. Çünkü bu iki cümle Peygamberlerin yanılmazlığı ve Kur'an'ın
uydurma ve tahrif girişimlerine karşı korunmuşluğu ilkeleri ile
bağdaşmadıkları gibi surenin içeriğine de taban tabana ters düşüyorlardı.
Sebebine gelince sure baştan sona kadar müşriklerin bu putlara ilişkin
inançları ve onların çevresinde uydurulmuş masalları alaya alan ifadelerle
dolu idi. O halde bu cümlelere surenin akışı içinde uygun bir yer bulmak
asla mümkün değildi. Bu uyuşmazlık o kadar belirgindi ki, "Bu cümleleri
şeytan sadece müşriklerin kulaklarına fısıldamıştı, müslümanların onlardan
hiç haberleri olmamıştı" diyenlerin görüşleri bile inandırıcı olmaktan
uzaktı. Çünkü Mekkeli müşrikler dillerinin ifade zevkini özümlemiş
araplardı. Bu niteliklerini gözönünde tutarak şöyle düşünelim: Adamlar bu
uydurma, bu şeytan tarafından araya sokuşturulmuş cümleleri işittikten sonra
şu ayetleri dinlemiş olacaklardı:
"Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın, öyle mi?
Öyleyse bu haksız bir bölüştürmedir.
Aslında bunlar sizin ve atalarınızın uydurduğu kuru
isimlerdir. Allah, onlara ilişkin hiçbir kanıt indirmemiştir."
"Ahirete inanmayanlar, meleklere dişi adları
tapıyorlar. Oysa onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Sadece
sanılarının peşinden gidiyorlar. Sanıları ise, gerçeğin kırıntısının bile
yerini tutamaz."
"Göklerde nice melek var ki, Allah'ın dilediklerine
ve hoşlandıklarına ilişkin izni olmadıkça şefaatleri hiçbir yarar sağlamaz."
Adamlar o uydurma cümlelerin arkasından bu ayetleri
işitince Peygamberimizle birlikte secdeye varmazlardı. Çünkü bu gerçek
ayetler sözkonusu şeytan fısıltıları ile, tanrılarına yönelik övgülerle ve
onların Allah katında aracılık fonksiyonu üstleneceklerinin beklenmesi
gerektiği yolundaki vurgulama ile asla bağdaşmaz. Zira Mekke müşrikleri bu
rivayetleri uyduranlar kadar aptal değillerdi. Daha sonraları ya maksatlı
olarak ya da bilmeyerek batılı oryantalistler o aptalca uydurmalara dört
elle sarılmışlardır.
Durum böyle olunca gerek müşriklerin Peygamberimizle
birlikte secde etmelerinin ve gerekse göçmen müslümanların Habeşistan'dan
dönmelerinin ve bir süre sonra başka müslümanlarla birlikte oraya geri
gitmelerinin başka sebepleri olmalıydı.
Göçmen müslümanların neden önce Habeşistan'dan
döndüklerini ve bir süre sonra niçin başkaları ile birlikte tekrar oraya
gittiklerini incelemenin yeri burası değildir.
Müşriklerin secde etmelerine gelince burada bu konu
üzerinde durmamız gerekir.
Uzun bir süre bu secde olayına tutarlı bir sebep
aradım. Arasıra böyle bir olayın olmadığını, sadece Habeşistan göçmenlerinin
iki-üç ay sonra geri dönmelerini açıklamak için ileri sürüldüğünü
düşünüyordum. Çünkü bu kısa süreli dönüşün mutlaka bir sebebi olmalıydı.
İşte bu tereddütlü günlerimden birinde yukarda
sözünü ettiğim özel psikolojik deneyimi yaşadım. Kafamdaki tereddüt
bulutlarını dağıtan olay şu oldu: Gecenin birinde idi. Birkaç arkadaş
toplanmış, aramızda sohbet ediyorduk.
Derken bir ara kulağımıza Kur'an sesi geldi. Sesin
kaynağı yakınımızda idi. Necm suresi okunuyordu. Konuşmayı keserek Kur'an'ı
dinlemeye koyulduk. Okuyanın sesi etkileyici ve güzeldi. Kelimeleri tek tek
ve çarpıcı bir ahenkle okuyordu.
Yavaş yavaş okunan ayetlerin ahengine ve içeriğine
kapıldım. Peygamberimizin yüceler alemine yönelik yolculuğunu O'nun kalbi
ile birlikte yaşadım. Cebrâil'i, Allah tarafından yaratıldığı asıl kılığı
ile gördüğü sahneyi O'nunla birlikte yaşadım. Eğer insan düşünecek, hayal
etmeye çalışacak olursa ne müthiş, ne çarpıcı bir olaydır bu!
Peygamberimizle birlikte o yüce ve uyarıcı yolculuğu yaşadım. "En uçtaki
ağacın (Sidret-ül Münteha'nın) yanında, "Me'va" cennetinin yanında O'nunla
birlikte oldum. Hayal gücümün elverdiği, sezgimin kanat çırpabildiği,
duygularımın ve algılarımın kaldırabildiği oranda O'nunla birlikte yaşadım.
O'nun önderliğinde müşriklerin sapıklıklarını kavramaya çalıştım. O
zavallıların meleklerin niteliklerine ilişkin masallarının, onları ilah
sayan saplantılarının, onların erkek ya da dişi olduklarına yönelik
kuruntularının ne kadar saçma olduğunu, bu iddiaların ilk okunuşta yıkılan
oyuncak çocuk çadırlarına ne kadar benzediklerini gönlümün derinliklerinde
hissettim.
"İnsan" denen varlığın topraktan yaratılışını ve
analarının karnındaki "cenin"leri somutlaştıran sahnelerin önünde durdum.
Yüce Allah'ın bilgisi bu olayları tek tek izliyor, onları kapsamı içinde
tutuyordu. Surenin son kesitindeki ardışık dokunuşların etkisi altında bütün
vücudum titremeye başladı. Bilgimize kapalı "gayb" alemini yüce Allah'tan
başka hiç kimse göremiyordu. Kayda geçen "ameller'in hiç biri hesaplaşma ve
ödül-ceza verme işlemi sırasında ihmal edilmiyor, gözden kaçırılmıyordu.
Kulların üzerinden geçtikleri her yol sonunda yüce Allah'a varıp
dayanıyordu. Ağlayanlar, gülenler, ölüler ve diriler yığın yığın karşımda
duruyordu. Bir meni damlası içinde yüzen embriyo hücresi karanlıklar içinde
yol bularak adım adım gelişiyor ve sonunda sırlarını ortaya koyarak ya erkek
ya da "dişi" kimliğinde karşımıza çıkıyor. Yeniden diriliş. Eski toplumların
toplu yokoluş sahneleri. Yerin dibine geçen "iftiracı sapıklar" ve onları
her yönden kuşatan ilahi gazap!
Derken "son uyarıcının" "müthiş felaketin eşiğindeki
şu çığlığına kulak verdim; "Kıyamet günü iyice yaklaştı.
Onun dehşetini Allah'tan başka hiç kimse başınızdan
savamaz."
Arkasından son feryadın titreşimleri kulak zarlarıma
çarptı ve bu müthiş "Bu Kur'an sizin tuhafınıza mı gidiyor? Onu dinlerken
ağlayacağınıza, gülüyorsunuz, öyle mi? Gaflet içinde yüzüyorsunuz değil mi?"
, darbe karşısında tiril tiril titredim
Bütün bunlardan sonra "Haydi, hemen Allah a secde
ediniz, O'na kulluk ediniz: ' duyunca kalbimin titremesi gerçekten
eklemlerime, kemiklerime geçti. Artık tüm vücudum gözle görülür biçimde
zangır zangır titriyordu. Çok uğraşmama rağmen bunu önleyemiyordum. Ayrıca
gözlerimden de sürekli yaşlar boşanıyordu, bunu da bütün gayretime rağmen
durduramıyordum.
İşte o anda sözkonusu "secde olayı"nın doğru
olduğunu ve bu olayın nedenini açıklamanın hiç de zor olmadığını anladım.
Olayın sebebi şu Kur'an'ın çarpıcı etkisi ve surenin ayetlerinde yankılanan
bu sarsıcı namelerin büyüleyiciliği idi. Necm suresini ilk kez okuyor ya da
dinliyor değildim. Fakat bu defa üzerimdeki etkisi ve benim ona karşı
reaksiyonum böyle oldu. Bu da Kur'an'ın bir başka esrarengiz özelliğidir.
Önceden bilinmesi mümkün olmayan bazı uğurlu özel anlar vardır. Belirli bir
ayet, ya da belirli bir sure bu anlarda bambaşka bir duyarlılıkla algılanır
ve insan kalbi güç kaynağı arasında kontak kurulur; o zaman da olacak
olanlar olur.
Anlaşılan Necm suresinin o günkü bütün
dinleyicilerinin kalpleri böyle bir ana yakalandılar. Peygamberimiz bu
sureyi tüm benliği ile okuyordu. Daha önce bizzat yaşadığı olayların bu defa
somut sahnelerinde yaşıyordu. Surenin bütün potansiyel enerjisi
Peygamberimizin sesinin dalgaları aracılığı ile dinleyicilerin sinir
sistemine akıyor, onlar da "Haydi, hemen Allah'a secde ediniz, O'na kulluk
ediniz:' buyruğunu işitir-işitmez titremeye tutuluyorlar. Sonra
Peygamberimiz ile müslümanlar secdeye varınca kendilerini tutamayarak
secdeye kapanıyorlar. ,
Denebilir ki; "Sen bu açıklamayı yaparken kendi
başından geçen bir anı yüzyüze geldiğin bir psikolojik deneyimi ölçü olarak
alıyorsun. Sen müslümansın. Bu Kur'an'a inanıyorsun. Onun senin ruhuna
yönelik özel bir etkisi vardır. Oysa o adamlar müşrikti. İmanı da Kur'an'ı
da reddediyorlardı: '
Fakat bu itirazı yapanlar şu iki önemli noktayı
gözönünde tutmalı, hesaba katmalıdırlar:
1- O gün bu sureyi okuyan, Peygamberimizdi. O bu
Kur'an'ı kaynağından doğrudan doğruya almış, onu iliklerine kadar yaşamıştı.
Onu o kadar seviyordu ki, içinde Kur'an okunan dostunun evinin önünden
geçerken adımları ağırlaşıyor, kapının önünde dikilerek okuma bitinceye
kadar dinlemekten kendini alamıyordu. Üstelik bu sureyi okurken yüceler
aleminde yaşamış olduğu anların, Cebrail ile birlikte onu asıl kılığında
görerek geçirdiği dakikaların anısını tazeli-yordu. Oysa ben bu sureyi
sıradan bir okuyucunun sesinden dinlemiştim. Bu iki pozisyon arasında büyük
fark olduğu kuşkusuzdur.
2- Sözü edilen müşrikler, Peygamberimizi dinlerken
ürpermekten ve titremekten kendilerini alamazlardı. Fakat yapmacık inatları
onları dinlediklerini kabul etmekten alıkoyuyordu. Aşağıdaki iki olay
onların kalplerinde doğan bu ürpermelerin tanığıdır:
İbn-i Asakir, azılı müşriklerden biri olan Utbe b.
Ebu Leheb'in hayatını anlatırken şunları söyler: İbn-i İshak'ın Osman b.
Urve, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Zübeyr'in babası kanalı ile bize verdiği bilgiye
göre Hennad b. Esved şöyle diyor: Ebu Leheb ile oğlu Utbe bir gün Şam'a
gitmeye hazırlanmışlardı. Ben de onlarla birlikte gitmek üzere
hazırlanmıştım. Ebu Leheb'in oğlu Utbe "Vallahi, Muhammed'e gideceğim ve
O'na Rabb'i hakkında sataşacağım" dedi. Gerçekten Peygamberimizin yanına
varıp "Ya Muhammed" diye söze girdi ve '' `Yüce ufuktayken sonra yaklaştı,
yere doğru uzandı. Öyle ki, Peygamber ile araları iki yay aralığı ya da daha
yakın oldu." (Necm Suresi, 7,9) ayetlerine inanmadığını belirtti.
Peygamberimiz de ona "Ya Rabbi, bunun üzerine köpeklerinden birini sal" diye
beddua etti.
Utbe Peygamberin yanından ayrılarak babasının yanına
döndü. Babası "Oğlum, Muhammed'e ne dedin?" diye sordu. Utbe, söylediklerini
aktardı. Babası "Peki, o sana ne dedi?" diye sorunca kendisine "Ya Rabbi,
bunun üzerine köpeklerinden birini sal" diye beddua ettiğini anlattı. Bunun
üzerine Ebu Leheb "Onun bedduasının seni tutmayacağından vallahi emin
değilim" dedi.
Yola çıktık. Sudde'deki "Ebrah" denen yerde mola
verince bir hristiyan Rahibinin manastırına vardık. Rahip bize "Ey araplar,
burada ne işiniz var? Biz burada arslan gezdiririz. Sizin çayıra koyun
saldığınız gibi" dedi. Ebu Leheb, Rahibe "Biliyorsunuz ben yaşlı bir adamım
ve aramızda eskiden beri gelen bir dostluk var. Şu adam oğluma bir beddua
yaptı da vallahi bedduası tutar diye korkuyorum" dedi. Sonra bize dönerek
"Erzakınızı toplayıp manastıra taşıyın ve oğluma orada bir yatak serin ve
kendi yataklarınızı da onun etrafına serin" dedi. Biz de dediği gibi yaptık.
Bir ara arslan gelip yüzlerimizi kokladı. İstediğini bulamadığı için geri
çekildi ve hemen erzaklarımızın üzerine atıldı. Arkasından Utbe'nin de
yüzünü kokladı ve sert bir darbe ile başını dağıtıverdi. Bunun üzerine Ebu
Leheb "Muhammed'in bedduasından yakasını kurtaramayacağını biliyordum" dedi.
Anlatılan bu ilk olayın kahramanı Ebu Leheb'dir. Bu
adam Peygamberimizin en amansız düşmanıdır. O'nun aleyhinde düzenlenen her
komplonun elebaşısıdır, kendisi de ailesi de Peygamberimize ellerinden gelen
her kötülüğü yapmışlardır Bu yüzden Kur'an'da kendisine ve ailesine şöyle
beddua edilmiştir; "Ebu Leheb'in elleri kurusun, yokolsun! Malı ve kazancı
kendisine fayda vermez. O kızgın alevli ateşe yaslanacaktır. Eşi de boynunda
bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır." (Leheb Suresi) Fakat bu azılı
düşmanlığına rağmen Peygamberimiz ve O'nun sözü hakkındaki gerçek düşüncesi
budur. Görüldüğü gibi Peygamberimizin onun oğluna yönelik bedduası
karşısında kalbi iliklerine kadar titremektedir!
Müşriklerin Peygamberimizin hakkında besledikleri
gerçek duyguyu belgeleyen ikinci olay da şudur: Bu olayın kahramanı önde
gelen müşriklerden biri o an Utbe b. Ebu Rebia'dır. Bir defasında
Kureyşliler bu adamı Peygamberimize göndermişlerdi. Onunla pazarlık etmesini
istemişlerdi. Bu pazarlığa göre Peygamberimiz Kureyş kabilesini ikiye bölen
yeni dininden ve müşriklerin putlarını kötülemekten vazgeçmeyi kabul ettiği
takdirde kendisine mal, mevki kadın, kısacası ne isterse verilecekti. Utbe
teklifini açıkladıktan sonra Peygamberimiz kendisine "Ya Utbe
söyleyeceklerin bitti mi?" diye sorar. Utbe "Evet bitti" der. Bunun üzerine
Peygamberimiz "Öyleyse şimdi beni dinle" der. Utbe'nin "Peki söyle" demesi
üzerine besmele çekerek "Fussilet" suresini okumaya başlar:
"Ha Mim. Bu, Rahman ve Rahim olan Allah tarafından
indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış, arapça okunan bir
kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat çokları onu
anlayıp, kabul etmekten yüz çevirmiştir. Onlar işitmezler: '
Surenin devamında sıra "Eğer yüz çevirirlerse de ki;
`Ben sizi Ad ve Semudoğullarının başlarına gelen yıldırıma benzer bir
yıldırım tehlikesine karşı uyardım" gelince Utbe, büyük bir korku içinde
yerinden fırlayarak eli ile Peygamberimizin ağzını kapattı ve "aramızdaki
akrabalığın hatırı için seni susmaya çağırıyorum" dedi. Biraz sonra
Kureyşlilerin yanına vararak olup bitenleri anlattıktan sonra sözlerini şu
değerlendirme ile bağladı "Muhammed birşey söyleyince yalan söylemeyeceğini
biliyordum. Bu yüzden başınıza bir azap, bir bela geleceğinden korktum." (Bu
olay değişik rivayetlerden özetlenerek aktarılmıştır)
İşte müslüman olmayan bir adamın Peygamberimize
yönelik gerçek duyguları. Bu duyguların ürperme içerdiği açıktır. İnadının
ve kof gururunun baskısı altında kalan etkilenmişliği meydandadır.
İşte bu gibi insanlar peygamberimizin sesinden
dinlediklerinde kalplerinin en duyarlı anını yaşamaları, bu yüzden
işittikleri sözlere karşı koyamayarak kendilerini Kur'an'ın çarpıcı etkisine
kaptırmaları ve bunun sonucunda secdeye kapanan müslümanlarla birlikte
secdeye varmaları son derece akla yakın bir ihtimaldir. Yoksa bu davranışın
sebebi ne "garanik" olayı ve ne de uydurma rivayetlerin ileri sürdüğü başka
bir gerçektir.
NECM SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.