27-Neml
1- Ta sin, bunlar
Kur'an'ın, açık anlamlı kitabın ayetleridir.
"Ta sin"Bu hece harfleri surenin ve Kur'an'ın
bütününü oluşturan ana malzemeye dikkat çekmek içindir. Bu harfler, Arapça
konuşan herkesin eli altındadır. Onca meydan okuyuşa ve delillerin hepsinin
çürütülmesine rağmen onlar, bu malzemeden Kur'an gibi bir Kitap meydana
getirmekten aciz kalıyorlar.
Bu noktaya dikkat çekildikten sonra hemen Kur'an'dan
söz ediliyor. "Bunlar Kur'an'ın açık anlamlı kitabın ayetleridir."
Burada sözü edilen kitap, Kur'an'ın kendisidir. Öyle
anlaşılıyor ki, Kur'an'ın bu sıfatla anılması, müşriklerin Allah'ın kitabına
karşı tutumları ile Sebe kraliçesi ve milletinin Allah'ın kullarından biri
olan Hz. Süleyman'ın gönderdiği mektubu karşılamaları hakkında gizli bir
karşılaştırma yapmak içindir:
Sonra Kur'an'ı şu şekilde tanıtıyor:
2- Bu ayetler
mü'minler için doğru yol kılavuzu ve müjde içeriklidirler.
Bu söz, "Kur'an'da mü'minlere müjde ve hidayet
vardır" denilmesinden daha etkilidir. Çünkü bu şekildeki Kur'an ifadesi,
Kur'an'ın özünün ve temel esprisinin mü'minler için müjde ve hidayet kaynağı
olduğunu gösteriyor. Kur'an her dar geçitte ve her çetrefilli yolda
mü'minlere kılavuzluk yapıyor. Bunun yanında onları hem dünya, hem ahiret
hayatında mutluluğa kavuşturuyor.
Müjde ve hidayetin mü'minlere özgü kılınmasında
büyük ve derin bir gerçek vardır. Çünkü Kur'an teorik bir bilim kitabı
olmadığı gibi onu okuyan herkesin kendisinden faydalanıp sadece bilgisini
derinleştirdiği bir uygulama kitabı da değildir. Kur'an, her şeyden önce
kalbe hitap eden bir kitaptır, ışığını ve kokusunu kendisini iman ve kesin
inançla karşılayan açık kalplere doldurur. Kişinin kalbi imanla dolduğu
oranda Kur'an'ın tatlılığından zevk alışı da artar. Katılaşmış ve koflaşmış
yüreklerin anlayamadığı, kavrayamadığı manaları, yönlendirmeleri anlamaya
başlar. Kur'an'ın ışığı ile sapık kimselerin ulaşamayacağı gerçeklere
ulaşır. O'nun sohbetinden, duyguları körelmiş okuyucuların istifade
edemediği şeyleri öğrenir. İnsan çok kere ayetleri bilinçsizce ve aceleci
olarak okur, fakât bu ona bir fayda sağlamaz. Bazen de gönlünde bir ışık
parlar ve düşünemediği dünyalar ona açılır. Bu onun hayatında mucizevi bir
etki yapar. Hayatının programını başka bir programla, yolunu başka bir yolla
değiştirir.
Bu Kur'an'ın içerdiği tüm ahlaki ilkeler, yasalar ve
düzenlemeler her şeyden önce iman üzerine kuruludur. Allah'a iman etmeyen,
bu Kur'an'ı Allah tarafından gönderilen bir vahiy olarak kabul etmeyen,
orada yer alan her şeyin Allah'ın gerçekleşmesini istediği şeylerin bir
yansıması olduğuna teslim olmayan ve bu şekilde iman etmeyen bir kalp,
Kur'an ile gereği gibi yolunu düzeltemez, onda yer alan müjdeleri gereği
gibi algılayamaz.
Kur'an'da doğru yol, irfan, hareket ve yönlendirme
ile ilgili büyük hazineler vardır. İman bu hazinelerin anahtarıdır.
Kur'an'ın hazineleri ancak iman anahtarı ile açılabilir.
Gerçekten iman edenler, bu Kuran'la mucizeler meydan
getirdiler. Kur'an, nağme yaparak okunan bir kitap haline geldiğinde bu
nağmeler sadece kulaklara ulaşır oldu. Artık kulakları geçip kalplere
ulaşmaz hale geldi. Bu durumda Kur'an bir eylem meydana getirmeyen ve
kimsenin istifade edemediği nağmeler yığını oldu. Çünkü artık anahtarı
olmayan bir hazineye dönüşmüştü:
Ayetler, Kur'an'ı müjde ve hidayet kitabı olarak
gören mü'minlerin özelliklerinden bahsediyor.
3- Onlar namaz
kılarlar, zekâtı verirler ve ahirete kesinlikle inanırlar.
Namazı kılarlar! Onu gerçekten kılmaları gerektiği
biçimde kılarlar. Kalpleri, Allah'ın huzurunda durduklarını hisseder.
Duygular aydınlık ufuklara doğru yükselir. Zihinleri Allah'ın yüce huzurun
da O'na yönelme, niyazda bulunma ve kurtuluş dileme ile meşguldür.
"Zekatı verirler" İç dünyalarını, cimriliğin
rezilliğinden arındırırlar. Ruhlarını mala olan tutkunluktan kurtarıp
erdemli kılarlar. Yüce Allah'ın kendilerine verdiklerinin bir kısmı ile,
O'nun rızası için kardeşlerine iyilikte bulunurlar. Üyesi bulundukları
müslüman toplumun hakkını ödemeye çalışırlar "ahirete kesin biçimde
inanırlar" Bu sebeple ahirette hesap verme düşüncesi anların zihinlerini
diri tutar. Onların azgın ihtiraslarını firenler. Onların ruhlarını,
Allah'dan sakınma, O'nun cezasından korkma, O'nun huzurunda isyankâr bir
konuma düşmekten utanma duyguları ile doldurur.
Allah'ı zikreden, O'nun emirlerini yerine getiren,
O'nun hesaba çekişinden ve azabından sakınan, rızasını ve sevabını arzulayan
mü'minler... İşte bu mü'minlerin kalpleri Kur'an'a açılır. Kur'an onlara
müjdeleyici ve doğruluk rehberi olur. Bir de bakarsın ki, Kur'an onların
ruhlarında bir meşaleye, kanlarında bir canlılığa, hayatlarında bir harekete
dönüşmüştür.
Kur'an, ahiretten bahsederken bu gerçek üzerine
duruyor ve onu pekiştiriyor. Bunu, ona inanmayanlara karşı bir korku ve
tehdit unsuru olarak kullanıyor. Onlar dehşet verici sonlarıyla
karşılaşıncaya kadar sapıklıklarında debelenip duruyorlar.
4- ahirete
inanmayanlara gelince onlara yaptıkları kötü işleri güzel gösteririz de
sapıklıkları içinde bilinçsizce debelenirler.
5- Onlar azapların
en kötüsüne çarpılacaklardır ve yine onlar ahirette en ağır zarara
uğrayanlar olacaklardır.
Ahirete iman ihtirasları ve şehevi istekleri
frenleyen bir dizgin niteliğindedir. Dünya hayatında orta yolu ve ölçülü
olmayı garanti eder. ahirete inanmayan kimse ise, nefsinin şehevi
isteklerine veya ihtiraslarına karşı koyamaz. O nimetlerden yararlanması
için kendisine verilen biricik fırsatın bu gezegen üzerindeki hayatla
sınırlı olduğunu zanneder. Bu dünya hayatı ne kadar uzun bir ömür olsa da
yine kısadır. Bu dünya hayatı insanın özlem duyduğu beklentilerin
şekillendiği bir şeye cevap veremeyecek kadar kısadır. Sonra eğer insan
Allah'ın huzurunda hesap vermeyi düşünüyor, şahitlerin konuşturulacağı bir
mükafat ve ceza gününü beklemiyorsa, kabaran şehevi arzularını ve
ihtiraslarını tatmin etmesine, zevklerine ve isteklerine engel olmasına ne
sağlayabilir?
Bu nedenle ahirete inanmayan insan için bütün
ihtirasları ve zevkleri yaşamak güzeldir. Bu arzu ve zevklere, takva veya
haya gibi hiç bir engelle karşılaşmadan dalar. Nefis yaradılış gereği zevk
aldığı şeyleri sever; onları hoş ve güzel görür. Allah'ın ayetleri ve
mesajları (risalet) ile bu fani dünyadan sonra başka bir dünyanın olacağına
inanmadığı sürece olayları böyle değerlendirecektir. Başka bir hayata
inandığı andan itibaren artık nefis başka eylemlerden ve arzulardan zevk
almaya başlar. Bunların yanında midelerin ve bedensel zevklerin tamamı
değersizleşip basitleşir.
Yüce Allah insanın nefsini bu şekilde yaratmıştır.
İnsan gönlünü doğru yol işaretlerine açtığında hidayeti bulabilecek, anlama
yeteneğini hidayet ışıklarına kapadığı zamanda körelebilecek şekilde
yaratmıştır. Allah'ın iradesi ve dilemesi hem doğru yolu bulma hem de ona
karşı körleşme halinde geçerlidir. Bu irade, insan nefsinin yaratıldığı
yasaya uygun biçimde gerçekleşir.
Bu nedenle yüce Allah ahirete inanmayanlardan şöyle
bahsediyor: "Onlara yaptıkları kötü işleri güzel gösteririz de sapıklıkları
içinde bilinçsizce debelenirler." Onlar ahirete inanmadıkları için Allah'ın
yasası da yaptıkları işlerin arzu ve isteklerinin onlara süslü ve iyi
gösterilmesi şekliyle gerçekleşmiştir. Burada süslü göstermekten amaç da
budur. Onlar körü körüne giderler. Ondaki iyiliği ve kötülüğü görmezler.
Yada şaşırmışlardır. Bu konuda doğruya ulaşamazlar.
Kötülüğün ve fesadın kendisine güzel gösterilmesinin
akibeti bellidir. "Onlar azapların en kötüsüne çarpılacaklardır ve yine
onlar ahirette en ağır zarara uğrayanlar olacaklardır." İster dünyada, ister
ahirette olsun azabın en şiddetlisi onları bulacaktır. ahirete ise onlar
mutlak hüsrana uğrayacaklardır.
Kötü işler çevirmenin uygun bir cezası olarak onlar
böyle hüsrana uğrayacaklardır.
Surenin giriş kısmı, Hz. Peygambere bu Kur'an'ın
gönderildiği ilahi kaynağın sağlamlığı pekiştirilerek sona eriyor.
6- Bu Kur'an sana,
her işi yerinde olan ve her şeyi bilen Allah katından indirilmektedir.
"Telakka" kavramı, her şeyi bilen ve her şeyi uygun
biçimde düzenleyen Allah'dan, doğrudan hidayet almayı ifade ediyor. Allah
her şeyi bir hikmete göre yapar. Her şeyi ilmi ile idare eder. Onun hikmeti
ve ilmi bu Kur'an'da ortaya çıkar. Programı, yükümlülükleri, direktifleri,
izlemiş olduğu yolu, inişindeki yer ve zaman uygunluğu, ardarda gelişi,
konularının birbirine uygunluğu ile bütün bir Kur'an, onun ilmini ve
hikmetini ortaya koyuyor.
Sonra kıssalar başlıyor. Bu da Allah'ın ilmini,
hikmetini, gizli ve güzel olan idaresini en mükemmel biçimde gözler önüne
seriyor:
HZ. MUSA'NIN
KISSASINDAN BİR BÖLÜM
Hz. Musa -selâm üzerine olsun- kıssasının bu bölümü
surenin şu ayetinden sonra yer alıyor. "Bu Kur'an sana, her işi yerinde olan
ve her şeyi bilen Allah katından indirilmektedir." Sanki Peygamber
efendimize -salât ve selâm üzeri-ne olsun- Allah'dan vahiy alanların ilki
sen değilsin deniliyor. İşte Hz. Musa'da aynı şekilde Allah'dan emirler
alıyor. Firavun ve milletine götürmesi için peygamberliği yüklenmeye
çağırılıyor. Senin müşrik olan milletin ilahi mesajı yalan saymaları yeni
bir şey değildir. İşte Hz. Musa'nın milleti de iç alemleri Allah'ın
ayetlerini kesin hissettikleri halde yine de haksızlık yapıp büyüklük
taslayarak Allah'ı inkar ediyorlar" Gör bakalım o bozguncuların sonu nice
oldu? (Neml Suresi, 14) Senin milletin de inkâr edenlerin ve büyüklük
taslayanların sonunu beklesin!
7- Hani Musa
ailesine: "Ben uzaklarda bir ateş gördüm gideyim de ora-dan size ya bir
haber getiririm ya da bir kor parçası alıp gelirim de ısınırsınız" dedi.
Bu bölüm Taha suresinde, Hz. Musa, Hz. Şuayb'ın kızı
olan hanımı ile birlikte Medyen şehrinden Mısır'a dönerken yolda başından
geçen olaylar arasında anlatılmıştı (Hz. Musa'nın kendisine hizmet edip iki
kızından biri ile evlendiği yaşlı ihtiyarın Şuayb peygamber olduğunu
gösteren kesin bir hüküm yoktur. Yalnız her iki kıssanın Kur'an'da tarih
süresi içinde verildiği her defasında Hz. Musa kıssasının Hz. Şuayb'ın
kıssasından sonra yer almasına bakılırsa, bu görüşün tescil edilmesi
isabetli olur. Bu da onların çağdaş olduklarını veya peş peşe
gönderildiklerine işaret etmektedir.). Hz. Musa o sırada, hem karanlık hem
de soğuk bir gecede yolunu şaşırmıştı. Nitekim Hz. Musa'nın ailesine
söylediği şu söz de bunu göstermektedir: "Gideyim de, oradan size ya bir
haber getirin ya da bir kor parçası alıp gelirim de ısınırsınız" dedi.
Burada Tur dağına yöneldiği anlatılıyor. O zaman insanlar, gece yolcularına
yol göstermek amacı ilé çölde yüksek yerlerde ateş yakarlardı. Oraya
vardıklarında bir ateş, bir meşale veya bir kılavuz bulabilirlerdi.
"Ben uzaklarda bir ateş gördüm"
Ateşi uzaktan gördü. Ona karşı içinde bir güven ve
yakınlık hissetti. Orada kendisine yol gösterecek veya ailesini çölün
gecesinin soğuğundan kurtarıp ısıtacak bir ateş parçası bulabileceğini
umuyordu.
Hz. Musa gördüğü ateşe doğru yola koyuldu. Orada ne
olduğunu öğrenmek istiyordu. Birden yüce çağrı ile karşılaştı.
8- Musa, ateş
gördüğü yere geldiğinde şöyle bir ses duydu: Gerek ateşin yanındakiler ve
gerekse çevresinde bulunanlar kutsanmıştır. Tüm varlıkların Rabb'ı olan
Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir.
9- Ya Musa Kesin
olarak bil ki, ben üstün iradeli ve her işi yerinde olan Allah'ım.
Bu, bütünü ile kainatın kendisine karşılık verdiği
alemlerin ve göklerin kendisiyle ilişkide bulunduğu, bütün bir varlığın
kendisine boyun eğdiği, ruhların ve vicdanların önünde tir tir titrediği bir
çağrıdır. Yerin kendisi ile göğe bağlandığı, küçük atomun büyük olan
yaratıcısının çağrısını onda bulduğu, zayıf ve fani olan insanın Allah'ın
lütfu ile yalvarma ve yakarma makamına yükseldiği bir çağrıdır bu:
"Musa ateş gördüğü yere geldiğinde şöyle bir ses
duydu"
Bu ifade etkenden edilgen biçimde kullanılıyor. Yüce
çağrıcıya saygı, O'na hürmet ve ta'zim için ifade böyle tersine çevriliyor.
Gerek ateşin yanındakiler ve gerekse çevresinde
bulunanlar kutsanmıştır" Ateşin yanında kim vardı? Bu ateş en sağlıklı
görüşe göre yaktığımız ateşten değildi. Bu, kaynağı yüceler aleminden gelen
bir ateşti. Büyük hidayeti göstermek için Allah'ın melekleri tarafından
yakılmış bir ateşti. Ve bildiğimiz ateş gibi görünmüştü. Bu tertemiz ruhlar
o ateşin içinde bulunuyorlardı. Onun içindir ki, çağrıda şöyle denilmiştir
"Ateşin yanındakiler ve gerekse ateşin içindekiler kutsanmıştır" Böylece
ateşte bulunan ve onun çevresinde bulunanlardan biri de Hz. Musa idi. Bütün
bir varlık bu yüce bağışı kabullenmişti. Varlık aleminde ki dünyanın bu
bölgesi, yüce Allah'ın orada tecelli etmesiyle kutsal ve bereketli olmuş ve
öyle de devam etmiştir. Bu, orası için büyük bir rahmet kaynağı olmuştu.
Bütün bir varlık, çağrının ve kurtuluşun geri kalan
kısmını şöyle tescil etmïştir "Tüm varlıkların Rabb'ı olan Allah her türlü
noksanlıklardan münezzèhtir." "Ya Musa kesin olarak bil ki, ben üstün
iradeli ve her işi yerinde olan Allah'ım."
Allah kendisini tenzih ederek alemlerin Rabb'i
olduğunu ilan ediyor. Seslendiği kuluna, kendisinin üstün ve hikmet sahibi
olduğunu açıklıyor. Ve bütün insanlık Hz. Musa'nın -selâm üzerin olsun-
şahsında bu şerefli ve parlak ufuklara yükseliyor. Ve Hz. Musa gördüğü
ateşin yanında yüce mesajı buluyor. Ne var ki, bu mesaj dehşet verici
büyüklükte bir mesajdır. Ayrıca kendisini soğuktan koruyacak ateşi de
buluyor. İnsanlığı doğru yola ileten meşale olan ateş...
Bu hitab, Hz. Musa'nın peygamber seçilmesi ve o
zaman da ki yeryüzünün en büyük azgınlarına karşı ilahi mesajı yüklenmekle
görevlendirilmesi içindi. Bu nedenle Rabb'i Hz. Musa'yı peygamberliğe
hazırlıyor, donatıyor ve onu dayanıklı hale getiriyor.
10- Elindeki değneği
yere at. Musa yere düşen değneğin yılan gibi kıvrılıp yürüdüğünü görünce
geriye döndü ve arkasına bakmadan kaçmaya başladı. Bu sırada şöyle bir ses
duydu "Ya Musa korkma! Çünkü Peygamberler benim huzurumdayken korkuya
kapılmazlar. "
Burada Yahudilerin Firavunun zulmünden kurtuluşu
"Taha Suresi"nde olduğu gibi uzun uzadıya anlatılmayıp özet şeklinde
veriliyor.
Çünkü burada ibret alınması gereken nokta, yüce
Allah'ın Hz. Musa'ya hitabı ve onu peygamberlikte görevlendirmesidir.
"Musa yere düşen değneğin yılan gibi kıvrılıp
yürüdüğünü görünce geriye döndü ve arkasına bakmadan kaçmaya başladı."
Hz. Musa emredildiği şekilde "Asasını attığında"
birden onun harekete geçtiğini ve sürünmeye başladığını gördü. Onun bu
hareketi, yılanların hızlı hareket eden küçük türlerinden "conn" diye
bilinenlerin hareketini andırıyordu. Bu sırada Hz. Musa'nın heyecanlı
tepkisel karakteri devreye girdi. Ansızın onu hiç akla gelmeyecek bir korku
yakaladı ve geri dönmeyi düşünmeksizin yılandan kaçarak uzaklaşmaya başladı.
Bu hareket, aşırı heyecanlı karaktere sahip olan insanların böyle ani korku
hallerinde nasıl bir dehşete kapıldıklarını ortaya koyuyor.
Sonra Hz. Musa'ya güven verici, yüce bir çağrı ile
sesleniliyor. Taşıyacağı yükümlülüğün içeriği de kendisine açıklanıyor.
(Bu sırada şöyle bir ses duydu)" Ya Musa korkma!
Çünkü peygamberler benim huzurumdayken korkuya kapılmazlar."
Korkma! Sen peygamberlikle görevlendirildin.
Peygamberler, Rabb'lerinin huzurunda bu görevleri alırken korkmaz.
11- Yalnız
zalimlerin durumu başka. Fakat eğer böyleleri kötülük yaptıktan sonra
tutumlarını değiştirip iyilik yapmaya koyulurlarsa, hiç kuşkusuz ben
affedici ve merhametliyim.
12- Elini yenine
sok: Dışarı çıkardığında, hiçbir hastalık belirtisi olmaksızın, ak bir
parıltı saçacaktır. Bu olağanüstülükler, Firavun ile soydaşlarına
göstereceğin dokuz mucizenin ikisidir. Onlar kesinlikle yoldan çıkmış bir
toplumdu.
Ancak zulmedenler korkarlar. Bu böyle. Yapmış
oldukları kötü amelleri terk ettikten sonra iyi amellere yönelenler,
işledikleri zulümleri terk edip adalete sarılanlar, içinde bulundukları
şirkten kurtulup iman edenler, kötülüğü bırakıp iyiliğe yapışanlar, bunun
dışındadır. Benim rahmetim geniştir ve bağışlamam da boldur.
İşte şimdi Hz. Musa ikna oldu ve kalbi yatıştı.
Peygamberliğin ve sorumlulukların mahiyeti kendisine açıklanmadan önce
Rabb'i onu ikinci bir mucize ile donatıyor.
Öyle de oldu Hz. Musa elini elbisesinin açık yerine
-yani yenine- soktu. Elini bembeyaz ve parlak olarak çıkardı. Bu bir
hastalık eseri değil, mucizeydi. Rabb'i Hz. Musa'ya iki örneğini gösterdiği
mucizelerin dokuz tane olduğunu ve bunların kendisini destekleyeceğini
bildiriyordu.
Burada "A'raf suresinde açıklanan dokuz mucizenin
tümü sayılmıyor. Bunlar kuraklık yılları, meyvelerin azalması, tufan,
çekirge, tahıl güvesi, kurbağa ve kandır. Çünkü burada amaç, mucizelerin
gücüne dikkat etmektir, yoksa mahiyetlerinin ne olduğuna değil. Ayetler,
apaçık olmasına rağmen o toplumun bu mucizeleri inkâra kalkışmaları üzerinde
yoğunlaşmaktadır.
13- Mucizelerimiz
onların gözleri önüne serilince "Bu apaçık bir büyüdür" dediler.
14- Vicdanların
kesinlikle doğru kabul ettiği bu mucizeleri gerçeği çiğneyerek ve küstahça
burun kıvırarak inkâr ettiler. Gör bakalım, o bozguncuların sonu nice oldu?
Çok sayıdaki bu mucizeler apaçık gerçeği ortaya
koymaktadır ki, gözü olan herkes onları görebilsin. Bu ayetlerin bizzat
kendileri de aydınlatıcı, görmeyi sağlayıcı olarak nitelendirilmektedir. Bu
mucizeler insanlara gerçeği gösteriyor ve onları doğru yola iletiyor. Buna
rağmen onlar "Bunlar apaçık bir büyüdür" dediler. Böyle söylemeleri, bu
kanaatte olduklarından veya birtakım şüpheleri bulunduğundan dolayı değildi.
Böyle demelerinin başlıca nedeni, haksızlığı ve böbürlenmeyi esas aldıkları
içindi. "Gerçeği çiğneyerek ve küstahça burun kıvırarak." Halbuki onlar, bu
mucizelerin şüphe götürmeyen gerçeğin kendisi olduğuna gönülden ve kesin
biçimde inanmışlardı. "Vicdanlarının kesinlikle doğru kabul ettiği bu
mucizeleri" büyüklük taslamalarından ve inkâr etmelerinden dolayı böyle
dediler. Çünkü onlar iman etmeyi istemiyorlar, delil de istemiyorlar. Zira
gerçeğe karşı üstünlük taslıyorlar. Bu basitçe üstünlük taslayışlarıyla, hem
gerçeğe, hem de kendilerine zulmetmiş oluyorlardı.
Kureyş'in ileri gelenlerinin de Kur'an'a karşı
tavırları böyle idi. Bu Kitab'ın gerçek olduğunu bildikleri halde onu inkar
ediyorlardı. Peygamberimizin kendilerini bir olan Allah'a çağrısını inkar
ediyorlardı. Çünkü onlar inançlarına ve dinlerine bağlı kalmayı
istiyorlardı. Zira onlar bu dinlerine ve inançlarına bağlanmaları ile önemli
bir konuma geliyor ve bundan büyük kazançlar elde ediyorlardı. Onların bu
konumları ve gelirleri bu saçma inançlara dayanıyordu. Onlar, İslam
çağrısının bu saçma inançlara karşı önemli bir tehlike oluşturduğunu
ayakları altındaki kumların kaymasına sebep olacağını ve vicdanları
titrettiğini biliyorlardı. Apaçık gerçeğin balyozları puslu batılın beynine
ineceğini de biliyorlardı.
İnkarcılar gerçeği bilmediklerinden dolayı değil,
tanı tersine onu çok iyi bildikleri için kabul etmiyorlardı. Özellikle onlar
gerçeğe içlerinden kesin inandıkları halde onu inkar ediyorlardı. Çünkü
onlar, gerçeğin konumlarına, çıkarların ve gelirlerine karşı bir tehlike
oluşturduğunu görüyorlardı. İşte bu nedenle bu apaçık gerçeğin karşısına
dikilip duruyorlardı. "Gör bakalım, o bozguncuların sonu nice oldu?"
Firavun ve milletinin akibeti ortadadır. Kur'an
onların sonlarını başka yerlerde açıklamaktadır. Burada bu konuya kısaca
değiniliyor. Gerçeği inkar eden ve ona karşı dikilen, öğütlere kulak
asmayanların dikkatleri Firavun ve milletinin akibeti üzerine çekiliyor.
Belki bu yolla daha önceki bozguncuları yakalayan ceza, kendilerini de
yakalamadan uyanırlar.
HZ. DAVUD VE
SÜLEYMAN'IN KISSASI
Kur'an'dan söz ederek başlayan ve ayetleri arasında
"Kuşku yok ki, bu Kur'an, İsrailoğulları'na anlaşmazlığa düştükleri
konuların çoğunu açık açık anlatmaktadır." (Neml Suresi, 76)
Bu surede Hz. Süleyman'ın -selâm üzerine olsun-
hikâyesi diğer surelere oranla daha geniş ve kapsamlıca yer verilmiştir.
Burada kıssa, Hz. Süleyman'ın hayatının yalnız bir bölümünü, Hüdhüd ile
Kraliçe Bel kıs arasında geçen bölümünü kapsıyor. Ayetlerin akışına uygun
olarak Hz. Süleyman'ın kendisine kuş dilinin öğretilmesini, her şeyin emrine
verilmesini ve tüm·bu nimetler karşılığında Allah'a nasıl şükrettiğini
insanlara açıklayarak hikâyeye giriş yapılıyor. Ardından cinlerin,
insanların ve kuşların oluşturduğu topluluğun sahnesi yer alıyor. Karıncanın
da kendi hem cinslerini, bu kervana karşı uyarması anlatılıyor. Hz.
Süleyman'ın karıncanın sözünü anlayarak Rabb'inin nimetine karşı şükürde
bulunması açıklanıyor. Kendisine bahşedilen bu nimetin bir imtihan olduğunu
anlaması ve Rabb'inden bu sınavdan başarıyla ve şükrederek çıkabilmeyi
istemesi anlatılıyor.
Bu kıssaların surede özet şekilde verilmesi ile
surenin Kur'an'dan söz ederek haşlaması arasında bir ilişki vardır. Aynı
şekilde bu Kur'an'ın İsrailoğulları'nın ayrılığa düştüğü konuların çoğunu
ele alıp çözüme kavuşturduğu hükümleriyle, İsrailoğulları'nın tarihinde
önemli dönemleri oluşturan Hz. Musa, Hz. Davud ve Hz. Süleyman kıssaları
arasında da bir ilgi bulunmaktadır.
Bu bölüm ve girişlerin surenin konusu ile ilgisi
ise, surenin ve bu bölümün değişik yerlerinde ortaya çıkmaktadır.
Daha önce surenin başlarında belirttiğimiz gibi,
surenin atmosferi ve çağrışımları ilim üzerinde yoğunlaşıyor. Nitekim Hz.
Davud ve Hz. Süleyman kıssasında da ilk olarak buna işaret ediliyor. "Biz
Davud ve Süleyman'a izin verdik." Hz. Süleyman, Allah'ın kendisine vermiş
olduğu nimetleri dile getirirken öncelikle Allah'ın kendisine kuş dilini
öğrettiğini dile getiriyor. "Ey insanlar, bize kuşdili öğretildi" Hudhud
kuşu da bir ara hangi nedenle kaybolduğunu izah ederken mazeretine şöyle
başlıyor. "Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim, sana Sebe'den çok önemli
doğru bir haber getirdim." Yine bu kıssada Kitap'tan bir bilgiye sahip olan
kimsenin göz açıp kapayıncaya kadar Sebe kraliçesinin tahtını getirmesi
ilimle ilintili olarak sunuluyor.
Surenin yüce Allah'ın apaçık bir mektubu, Kitab'ı
olan Kur'an'dan söz ederek başlaması ve onların bu yüce mektubu yalanlamaya
kalkmaları ile kıssadaki Hz. Süleyman'ın mektubuna karşı Kraliçe Belkıs'ın
tutumu arasında bir ilgi kurulmaktadır. Kraliçe Belkıs, Hz. Süleyman'ın
emrine verilen güçleri, insanların, cinlerin ve kuşların onun hizmetine
verildiğini gördüğünde çok geçmeden, hem kendisi, hem de toplumu teslim
olduğu halde müşrikler Hz. Süleyman'a bu güçleri bahşeden, kullarının çok
üstünde bir güce sahip olan ve yüce tahtın sahibi bulunan Allah'a teslim
olmaya yanaşmadıklarına dikkat çekilmektedir.
Surede Allah'ı, kullarına verdiği nimetleri, evrene
serpiştirdiği ayetleri ve insanı yeryüzünde halife kıldığı halkı, Allah'ın
ayetlerini inkâr edip bu nimetlere karşı şükretmediği sergileniyor. Kıssada
Allah'ın kendisine verdiği nimetle şımarmayan, kuvvetine güvenip azmayan,
sürekli verilen nimetlere şükreden bir insan örneği yer almaktadır...
Böylece görülüyor ki, surenin konusu ile kıssanın değindiği meseleler ve
durumlar arasında pek çok ve apaçık uygunluklar vardır.
Hz. Süleyman'ın Sebe Kraliçesi ile ilgili kıssası
aynı zamanda edebi ifade biçiminin bütün şartlarını taşıyan en güzel
örnektir. Bu kıssa hareketler, duygular ve tablolarla dolu bir kıssadır.
$imdi hikâyenin detaylarına geçebiliriz.
15- Biz Davud'a ve
Süleyman'a ilim verdik. Onlar da "Bizi birçok müslüman kulundan daha üstün
kılan Allah'a hamd olsun" dediler.
Burası kıssanın başlama noktasıdır, giriş
cümlesidir. Allah'ın Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a vermiş olduğu en önemli
nimetin değerini vurgulayan haberdir. Bu en önemli nimet, ilim nimetidir.
Başka surelerde Allah'ın Hz. Davud'a vermiş olduğu ilim, etraflıca
açıklanıyor. Zebur'un bölümlerini yanık bir sesle okumayı öğretmesi,
çevresini kuşatan kâinatın Hz. Davud'un sesini yankılaması ve ona eşlik
etmesi, yanık sesi, nağmesinin sıcaklığı, Rabb'ine bütün varlığı ile
yönelmesi, ona verilmiş nimetlerdendi. Kendisini, kendisi ile bu varlığın
arasına giren engellerden ve ondan uzaklaştıran etkenlerden soyutlaması ve
hem dağların hem de kuşların onunla birlikte vecde kapılarak huzura
kavuşması Allah'ın bahşettiği bu ilmin kapsamındaydı Ona zırh yapma sanatını
ve savaş araç gereçlerini öğretmesi, demiri emrine vererek ondan dilediğini
yapmasını sağlaması da bu verdiği ilim içerisindeydi. İnsanlar arasında
hüküm vermesi de bu nimetler kapsamındaydı. Nitekim bu konuda Hz. Süleyman
da ona ortaktı.
Hz. Süleyman'a gelince bu surede, yüce Allah'ın ona
öğrettiği kuş dili ve diğer konular geniş biçimde açıklanmaktadır. Başka
surelerde Allah'ın ona otorite ve hüküm verdiği ve Allah'ın emri ile
rüzgârlara hükmettiği ayrıca açıklanıyor.
Sure şöyle başlıyor: "Biz Davud'a ve Süleyman'a ilim
verdik." Ayet sona ermeden Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın bu nimete karşı
şükretmeleri yer alıyor. ßu nimetin değeri ve üstünlüğü açıklanıyor.
Kendilerini, inanmış olan pek çok kulundan üstün kılan Allah'a hamd
etmelerine değiniliyor. Böylece ilmin değeri ve onu kullarına vermekle
Allah'ın ne büyük lütufta bulunduğu ortaya çıkıyor. Kendisine ilim
verilenlerin Allah'ın inanmış pek çok kullarından daha erdemli ve daha üstün
olacakları açıklanıyor.
Yalnız burada ilmin türü ve konusu geliştirilmiyor.
Çünkü burada ön plana çıkarılmak ve ortaya konmak istenen ilmin içeriği
değil kendisidir. Böylece bütün ilimlerin Allah'ın bir bağışı olduğuna
işaret ediliyor. Her ilim sahibine yakışan tutumun o ilmin kaynağını
bilmesi, verilen bilgiye karşı Allah'a övgüde bulunarak O'na yönelmesi, bu
ilmi bağışlayıp veren Allah'a hoşnut edecek biçimde onu kullanması gerektiği
belirtiliyor. Böyle bir ilim, Allah'ın bir bağışı ve lütfu olarak sahibini
Allah'dan uzaklaştırmayacak, kendisine Allah'ı unutturmayacaktır.
İnsanın kalbini Rabb'inden uzaklaştıran ilim,
yolundan şaşmıştır. Kaynağından ve hedefinden sapmıştır. Sahibine ve
insanlara bir fayda sağlayamaz. Onları mutlu edemez. Kötülükten, korkudan
bunalımdan ve yıkımdan başka bir ürün veremez. Zira kaynağından kopmuş,
yönünü şaşırmış ve Allah'a giden yoldan sapmıştır...
Atomun parçalanması ve kullanılmaya başlanması ile
insanlık, bilim alanında yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Fakat insanlık bugüne
kadar Allah'ı hatırlamayan, O'ndan korkmayan, O'na şükretmeyen bilimlerden
ve O'na yönelmeyen uzmanların araştırmalarından ne gibi bir yarar
sağlamıştır. Bu bilim "Hiroşima" ve "Nagazaki"ye atılan atom bombalarının
yol açtığı barbarca katliamlardan,
Doğunun ve Batının tüylerini ürperten korku ve
huzursuzluktan, her iki tarafı da yerle bir etme, yakıp-yıkma ve haritadan
silme gibi tehditlerle sindirmekten başka ne fayda vermiştir?('Birmingham
Üniversitesi öğretim üyesi ve atom bombasının hazırlama sanayi heyetinin
üyesi Prof. M.i. Wilifnith Hiroşima ve Nagazaki olaylarından sonra şöyle
demişti: Ben kesinlikle inanıyorum ki, kısa bir süre sonra patlama gücü bu
bombaların patlama gücünü on binlerce ton aşan bombalar, dünyamızda
yeryüzüne çıkacaktır. Bunların ardından kuvvetleri milyon tonla ifade edilen
bombalar yapılacaktır. Artık o gün hiçbir savunma ve korunma fayda
vermeyecektir. Bu türden altı bomba İngiltere'yi baştan sona harabeye
çevirebilecektir."
Uzmanın kehaneti tutmuş ve kısa bir süre sonra
hidrojen bombaları yapılmıştır. Ki bunların yanında Hiroşima ve Nagazaki
bombaları çocuk oyuncağı gibi kalmaktadır.
Bu vesileyle Hiroşima'ya atılan atom bombasının ilk
etapta 210.000 ile 240.000 civarında Japon'un ölmesine sebep oldu. Tabii bu
arada sakatlananlar yanıp daha sonra ölenler hariç. Bunların sayıları da on
binlerle ifade ediliyor)
Hz. Süleyman ve Hz. Davud'a ilmin verilmesine, her
ikisinin de Allah'ın bu nimetine karşı şükredişlerine, onun değerini ve
önsezisini en güzel biçimde kavrayışlarına işaret edildikten sonra artık
yalnız Hz. Süleyman`dan söz edilmeye geçiliyor.
16- Süleyman,
Davud'un yerine geçince de ki: "Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi ve her
şey bol bol verildi, kuşku yok ki, bu apaçık bir lütuftur. "
Hz. Davud'a ilim, peygamberlik ve hükümdarlık
verilmişti. Fakat Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a Allah'ın verdiği nimetten söz
edilirken, hükümdarlıktan söz edilmemiştir. Sadece ilimden söz edilmiştir.
Çünkü hükümdarlık bu alanda kendisinden söz edilebilecek kadar büyük bir
nimet değildir. "Süleyman Davud'un yerine geçince" Öyle anlaşılıyor ki bu
ilim mirasıdır. Zira belirtilmeye değer bir yüceliğe sahip olan nimet
ilmidir. Bunu, Hz. Süleyman'ın insanlara açıklaması da pekiştiriyor: "Ey
insanlar, bize kuş dili öğretildi ve her şey bol hol verildi." Böylece Hz.
Süleyman'a kuş dilinin öğretilmesi ön plana çıkarılıyor. Diğer nimetler ise
özetleniyor. Yine de hepsi kuş dilini öğreten kaynağa dayandırılıyor. Bu
kaynak Hz. Davud değildi. Çünkü o bu ilmi babasından miras almamıştı. Aynı
şekilde kendisine verilen her şey, kuş dilini öğreten kaynaktan gelmişti.
"Ey insanlar bize kuş dili öğretildi ve her şey bol bol verildi."
Hz. Süleyman -selâm üzerine olsun- Allah'ın
kendisine verdiği bu ilmi insanlara da açıklıyor. Bununla Allah'ın
nimetinden söz ediyor ve lütfunu açığa çıkarıyor. Onu bir böbürlenme ve
imrendirme aracı olarak kullanmıyordu. Hemen ardından şunu ilave ediyor:
"Kuşku yok ki, bu apaçık bir lütuftur."
Kaynağını açıklayan ve sahibini gösteren Allah'ın
lütfu. Allah'ın dışında hiç kimse insanlara kuşların dilini öğretemez. Aynı
şekilde hiç kimse bir insana bu kadar geniş imkan sağlayamaz.
Kuşların, hayvanların ve böceklerin kendi aralarında
anlaşmalarını sağlayan özel dilleri ve koruma araçları vardır. Nitekim
alemleri yaratan yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yerde kımıldayan bütün hayvan
türleri ve kanatları ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler gibi canlılar
topluluğudurlar." (En'am Suresi, 38)
Bunların birer canlılar topluluğu olmaları,
yapımlarını düzenleyen, belirlenmiş bağları bulunmalarını ve kendi
aralarında anlaşmalarını sağlayan araçların olmasını gerektirmektedir. Bu
tür nitelikler ise pek çok kuşların, hayvanların ve böceklerin hayatlarında
gözlenebilmektedir. Bu alanlarla ilgilenen bilginler, kesin ve değişmez
hükümler olarak değil, tahmin ve varsayım yolu ile hayvanların kendi
aralarındaki anlaşma araçlarını ve dillerini anlamak için çaba sarf
ediyorlar. Yüce Allah'ın Hz. Süleyman'a kuş dilini öğretmesine gelince, bu
ona mahsus bir özellik olup insanlardan alışageldikleri şeylerden farklı
mucizevi bir yol ile gerçekleşmiştir. Yoksa Hz. Süleyman bugünkü bilginlerin
ve uzmanların çabasına benzer bir çalışma ile talimin ve gözlem metodunu
kullanarak, kuşların ve başka varlıkların dillerini anlamak için özel bir
çaba harcamış ve çalışma yapmış değildir.
Ben bu noktayı aydınlatmak ve ona açıklık
kazandırmak istiyorum. Çünkü modern ilmin başarılarına tutkun olan çağdaş
tefsircilerin bazıları Kur'an'da geçen Hz. Süleyman'ın kıssasını yorumlarken
diyorlar ki; Hz. Süleyman'ın kuşların, hayvanların ve böceklerin dillerini
anlaması bugünkü modern bilimsel araştırmalar yoluyla hayvan dillerini
çözmeye çalışmanın bir türüdür. Halbuki böyle bir yorum mucizenin
karakterini ve tabiatını değiştirmek anlamına gelir. İnsanın sınırlı olan
bilimi karşısında, hayranlık duygusuna kapılmanın ve bu bilim karşısında
yenilgiye uğramanın etkilerinden biridir. Çünkü Allah'ın kullarından birine
böceklerin, hayvanların ve kuşların dillerini hiçbir çaba sarf etmeden ve
hiç yorulmadan katından bir bağış olarak öğretmesi, gerçekten çok basit ve
çok kolaydır. Böyle bir şey Allah'ın canlı türleri arasına koyduğu engelleri
kaldırmasından ibarettir. Çünkü Allah bu türlerin hepsini yaratandır.
Her şeye rağmen bu Allah'ın, kulu Hz. Süleyman'a
bağışlamış olduğu mucizenin sadece bir yönüdür. Kuşlardan ve cinlerden bir
grubun onun hizmetine verilmesi, emri altında bulunması ve tıpkı insanlardan
oluşan askerlerin itaat ettiği gibi emrine itaat etmeleri de mucizenin diğer
bir yönünü oluşturuyor. Onun hizmetine verilen bu kuşların yetenekleri ve
anlayışları ise diğer kuşlara oranla bir kat daha gelişmiştir.
Bu durum, Sebe Kraliçesi ve milletinin durumunu en
akıllı, ileri görüşlü ve takva sahibi insanların anlayabileceği biçimde
kavrayıp onu anlatan Hüdhüd'ün hikâyesinde ortaya çıkıyor. Bu olayda diğeri
gibi mucize yoluyla meydana gelmişti.
Şu bir gerçektir ki, Allah'ın yaratma yasasına göre
kuşların özel bir anlama yetenekleri vardır. Fakat onlar, bu anlama
yetenekleriyle insanların anlama düzeyine yükselemezler. Kuşların bu şekilde
yaratmaları kâinattaki genel uyum zincirinin yalnızca bir halkasıdır.
Kâinattaki zincirin tüm halkaları gibi bu halkada genel yasaya boyun eğer.
Zaten bu halka söz konusu genel yasaya bağlı olarak var olmuştur.
Günümüzde nesilleri devam eden hudhud kuşları,
binlerce ve milyonlarca sene yani, hudhudların yaratıldığı günden beri var
olan hudhud kuşlarından bir kopyadır. İlahi yasa gereği ile hüdhüd kuşunun
hemen hemen tıpkısını meydana getiren özel genetik etkenler vardır.
Aralarındaki karşılıklı konuşma en doruk noktaya ulaşsa da onu kendi
türünden daha yüksek bir türe çıkaramaz. Görüldüğü gibi bu olay, Allah'ın
yaratmadaki kanunlarının evrenin uyumu içinde genel yasaların bir bölümünü
oluşturmaktadır.
Yalnız bu değişmez iki gerçek, yasaları, kanunları
meydana getiren Allah'ın bir mucize yaratmasına engel olamaz. Hatta
mucizenin kendisi de bizzat Allah'ın belirlediği tabiat yasalarından biri
olabilir. Zira biz bu genel yasanın bir bölümünü keşfedememiş olabiliriz. Bu
genel yasa ancak Allah'ın zamanını bilebileceği bir dönemde insanlar
tarafından keşfedilerek genel uyum için belirlenen yaratma yasası
tamamlanmış olacaktır.
İşte bu yasa gereği olarak Hüdhüd Süleyman'ı
bulmuştur. O zaman Hz. Süleyman'ın emrine verilen tüm kuşların da böyle
niteliklere sahip olduğu düşünülebilir.
Bu ara açıklamadan, Hz. Süleyman'ın Hz. Davud'a
varis olmasından, Allah'ın kendisine verdiği ilmi, imkânları ve lütufları
açıklamasından sonra hikâyenin ayrıntılarına geçebiliriz.
17- Süleyman'ın
cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordusu toplanarak disiplinli bir
halde biraraya gelerek, düzgün saflar halinde ve uygun adımlarla yürüyüşe
geçti.
Biraraya gelip toplanmış ve hazırlanmış olan bu
ordu, Hz. Süleyman'ın ordusudur. Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan
bir ordudur bu. İnsanın yapısal özelliklerini biliyoruz. Cinlere gelince,
yüce Allah'ın onlar hakkında Kur'an'da verdiği bilgiden başka bir şey
biliniyoruz. Buna göre cinler ateşin alevinden yaratılmışlardır. Yani ateşin
birbirine giren alevlerinden yaratılmışlardır. Onlar insanları görürler,
fakat insanlar onları göremezler. "...Sizin şeytanın ve adamlarının
göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanlara
dost yaptık." (A'raf Suresi, 27) (Burada şeytandan söz ediliyor. Şeytan ise
cinlerdendir.) Onlar normalde insanların kalplerine kötülük telkin
edebilirler. İnsanlara günahları aşılayabilirler. Bunu nasıl yaptıklarını
bilmiyoruz. Onlardan bir grup Peygamberimize iman etmişler. Fakat Resulullah
-salât ve selâm üzerine olsun onları görmemiş ve onların iman ettiklerini de
bilememiştir. Yalnız Allah kendisine bildirmiştir."
Ey Muhammed! De ki: "Cinlerden bir topluluğun
Kur'an'ı dinlediği bana vah yolundu." Onlar şöyle demişlerdi: "Doğrusu biz
doğru yola erdiren hayrete düşüren bir Kur'an dinledik ve ona inandık. Biz
Rabb'imize hiç kimseyi ortak koşmayacağız." (Cin Suresi 1-2)
Yine biliyoruz ki, yüce Allah onlardan bir grubu Hz.
Süleyman'ın hizmetine vermiştir. Bu cinler Hz. Süleyman'a, saraylar,
camiler, büstler, yemek için büyük kazanlar yapıyorlardı. Onun için denize
dalıyorlardı. Allah'ın buyruğuyla onun emrine bağlı kalıyorlardı. İşte
burada kuşlar ve insanlarla kardeşçe bir ordu oluşturanlar arasında bu
cinlerde vardı.
Biz diyoruz ki, yüce Allah insanlardan bir topluluğu
Hz. Süleyman'ın emrine verdiği gibi kuşların ve cinlerin bir kesimini de
hizmetine vermiştir. Yeryüzünde yaşayan insanların tümü Hz. Süleyman'ın
askeri olmadığı gibi (çünkü o zamanlar Hz. Süleyman'ın otoritesi ancak bugün
Filistin, Suriye, Lübnan ve Irak diye bilinen Fırat kıyılarına kadar
uzanıyordu) cinlerin ve kuşların da hepsi onun hizmetine verilmemişti. Eşit
bir şekilde her ümmetten belirli bir topluluk onun emrine verilmişti.
Biz bu cinler meselesinde, İblis'in ve neslinin
cinlerden olduğu görüşündeyiz. Nitekim Kehf suresinin 50. ayetindé "Şeytan
cin kökenli idi" ve Nass suresinin 5 ve 6. ayetlerinde ise "İnsanların
kalbine ister insan olsun ister cin olsun vesvese veren" deniyor.
İşte bu cinler Hz. Süleyman'ın zamanında da
insanları aldatmaya, kötülüğe bulaştırmaya ve onların kalplerini kötülüğe
kaydırmaya çalışıyordu. Eğer hepsi, doğru yola iletici bir peygamber olan
Hz. Süleyman'ın emrine verilmiş olsalardı, onun hizmetinde ve emrin altında
oldukları halde bu işleri yapamazlardı. Böylece anlaşılıyor ki, Hz.
Süleyman'ın emrine verilenler cinlerin sadece bir kesimiydi.
Kuşlar konusundaki yorumumuzda Hz. Süleyman'ın
kuşları denetlediğinde Hudhud'un olmadığını öğrenmesine dayandırıyoruz. Eğer
bütün kuşlar onun emrine verilmiş olsaydı, hepsi onun ordusunda toplanacak
ve bütün hudhud'lar bir araya gelecekti. O zaman da milyarlarca kuşun içinde
milyonlarca hudhud'un içinden bir tek onun kaybolmasını fark edemezdi. "Ben
neden Hudhud'u göremiyorum?" diyemezdi. Demek ki bu yaratılışı ve görevi ile
özel bir kuştur. Bu hudhud kuşları içinde Hz. Süleyman'a tahsis edilen kuş
olabilir.
Ya da bu sırada Hz. Süleyman'ın emri altında bulunan
belli sayıdaki hudhud sürüsünün başında görevli nöbetçi olan hudhud, sürü
içinde ve tüm kuşlar içinde özel bir yetenek ve anlayış kabiliyetinin
verilmesidir. Herhalde Hz. Süleyman'ın emri altında bulunanlardan bazısına
verilmişti. Tüm kuşlara verilmemişti. Çünkü bu hudhud kuşuna verilen yetenek
akıllı, zeki ve takva sahibi insanları çağrıştıran bir yetenektir.
Hz. Süleyman'ın cinler, kuşlar ve insanlardan oluşan
askerleri toplandı. Bunlar büyük bir ordu, büyük bir kalabalık idi. Hz.
Süleyman ordusunun başını ve sonunu toparlıyor: Saflar halinde ve uygun
adımlarla yürüyüşe geçti: Böylece dağılmalarını ve içlerinde kargaşanın
çıkmasını önlüyor. Bu düzenli askeri bir topluluktur. Onu askeri terimlerle
ifade etmek onun kalabalık olmasına düzenli disiplinli olduğunu belirtmek
içindir.
18- Ordu karınca
vadisine vardığında ordudaki karıncalardan biri "Ey karıncalar yuvalarınıza
giriniz ki, Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi çiğnemesin" dedi.
19- Süleyman,
karıncanın dediklerini işitince gülümseyerek dedi ki; "Ya Rabbi gerek bana
ve gerekse ana babama bağışladığın nimetlere olanca gücümle şükretmemi ve
hoşnut olacağın iyi işler yapmamı nasip eyle, rahmetinle beni iyi kullarının
arasına kat.
Ordu yürüdü. Hz. Süleyman'ın kuşlardan ve cinlerden
oluşan ordusu. Göz alıcı bir düzen ve disiplin içinde. Önü arkası bir bütün
içinde. Safları sık. Adımlar birbiriyle uyum içinde. Böylece karıncaları bol
olan bir vadiye geliyorlar. Bu öyle karıncası bol bir vadidir ki, Kur'an
oraya karınca vadisi adını veriyor. "Karınca vadisi" Vadiye yayılan
karıncaların başında bulunan onların disiplininden ve korunmasından sorunlu
olan bir karınca diğer karıncalara, özel iletişim ve haberleşme yoluyla
aralarında geçerli olan dille diğer karıncalara seslendi. "Ey karıncalar
yuvalarınıza giriniz ki, Hz. Süleyman ve orduları farkında olmadan sizi
çiğnemesinler." Ayakları altında ezmesinler. Karınca yuvaları arının
yuvaları gibi ince hesaplara göre düzenlenir. Oradâ herkesin görevi
bellidir. Üstün bir akıl, üstün bir anlayış verilmesine rağmen insanlar çoğu
zaman bu iş bölümünün bir benzerini yapmaktan aciz kalırlar.
Hz. Süleyman karıncanın söylediklerini anladı.
Tebessüm etti. Söylediği sözlerin anlamına sevinip içi açıldı. Cezayı
geciktirmeyen büyük bir adamın, cezasından kurtulmaya çalışan küçük birinin
çabasına sevindiği gibi o da sevindi. Bu sözleri aracısız anladığı içinde
çok huzurluydu. Çünkü bu Allah'ın kendisine verdiği bir nimetti. Bu nimet
sayesinde insanlara kapalı olan, aralarına engeller konan, dünyalarla
iletişim kesikliği nedeniyle bundan yoksundu. Ayrıca bir karıncanın böyle
bir anlayışa sahip olması ve diğer karıncaların onun sözünü dinleyip itaat
etmeleri de Hz. Süleyman'ın gönlünü ferahlatmıştı. Zira bu hayret verici,
ilginç bir olaydı.
Hz. Süleyman "Karıncanın dediklerini işitince
gülümseyerek" Bu tablolar kendisini hemen harekete geçirdi. Kalbini, bu
olağanüstü bilgi nimetini kendisine bahşeden Rabb'ine yöneltti. İnsanlara
kapalı olan gizli dünyalarla kendi arasındaki engelleri kaldırdı. İçtenlikle
Rabb'ine yönelerek O'na niyazda bulundu "Ya Rabbi, gerek bana ve gerekse ana
babama bağışladığın nimetlere olanca gücümle şükretmemi ve hoşnut olacağın
iyi işler yapmamı nasip eyle.
"Rabb'im" Böyle candan, doğrudan, içten bir niyaz
ile... "Olanca gücümle" Beni tüm parçalarıyla bir bütün haline getir. Bütün
organlarımı, hislerimi, dilimi, düşüncelerimi, duygularımı, sözlerimi,
ifadelerimi, işlerimi ve yönelişlerimi derli toplu kıl. Bütün enerjimi
toplamayı nasip eyle. Başını sonuna, sonunu başına ulaştır. (Zaten "Evziğni"
kelimesinin dil bilgisi yönünden anlamı da budur) Ki bana ve babama verdiğin
nimetlere karşı şükredebileyim.
Bu ifade o sırada Hz. Süleyman'ın kalbine dokunan
Allah'ın nimetini ortaya koyuyor. Ondan nasıl etkilendiğini, yönelişinin
gücünü, vicdanının ürperişini tasvir ediyor. Allah'ın bu geniş lütfunu
hissettiriyor. Allah'ın kendisi ve babası üzerindeki rahmet elini
somutlaştırıyor. Korku ve ürperti içinde rahmetin ve nimetin dokunuşunu
hissettiriyor.
"Ya Rabbi, gerek bana ve gerekse ana babama
bağışladığın nimetlere olanca gücümle şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi
işler yapmamı nasib eyle"
Güzel amel işlemek de ayrıca Allah'ın bir lütfudur.
Yüce Allah verdiği nimetlere şükreden kullarını bu güzel amelleri nasip
eder. Tüm varlığı ile yönelmesi, verdiği nimetlere şükretmesi için
Rabb'inden yardım dileyen Süleyman da Rabb'ine yakarıyor ki razı olacağı
işler yapması için kendisini başarıya ulaştırsın. O da çok iyi biliyor ki,
iyi işler yapmak yüce Allah'ın eşsiz bir nimeti ve yardımıdır.
"Rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat."
Beni rahmetine kat. Çünkü o salih kullar arasına
girmenin Allah'ın bir rahmeti olduğunu biliyor. Kulun imdadına yetişen ve
onu iyi işler yapmaya muvaffak eden, böylece iyi insanların arasına katan
rahmeti... O bunu biliyor. Merhamet olunanlardan başarıya ulaşanlardan
olması ve salihler kafilesine katılması için Rabb'ine yalvarıyor.
Allah'ın azabından emin değil, endişe ediyor...
Peygamber seçildikten sonra bile az olmasından ve şükrünün noksan
kalmasından korkuyor. Allah'a karşı takva bilinci ve korkuyla hareket eden,
O'nun rızasını ve rahmetini gönülden arzu eden bir duyarlılık ile O'nun
nimeti olduğu gibi ortaya çıkıyor. Burada karınca söylüyor. Hz. Süleyman,
Allah'ın lütfu ve öğretmesiyle onun dediklerini anlıyor.
Burada sadece bir değil iki mucizeyle
karşılaşıyoruz. Birincisi Hz. Süleyman'ın karıncanın kendi topluluğunu
sakındırmasını anlaması. İkincisi ise, karıncanın bu gelenin Hz. Süleyman ve
askerleri olduğunu anlamasıdır. Birincisi yüce Allah'ın Hz. Süleyman'a
öğrettiği ilimden kaynaklanan bir mucizedir. Hz. Süleyman ise hem bir insan,
hem bir peygamberdir. Bu mucize vadideki karıncalar yüce Allah'ın
hayatlarını korumaları için bünyelerine yerleştirdiği içgüdülerin etkisiyle
tehlikeden kaçabilirler. Ama bu karaltıların, Hz. Süleyman ve orduları
olduğunu anlaması ise gerçekten insanların şimdiye kadar eşine
rastlamadıkları bir mucizedir. Bu tür durumlarda konuyu mucizelerden
saymaktan başka çare yoktur.
Şimdi Hz. Süleyman'ın Hudhud ve Sebe kraliçesi ile
ilgili kıssasına geliyoruz. Bu bölüm altı sahneden oluşuyor. Sahne
aralarında edebi boşluklar vardır. Ve bu boşluklar sunulan sahnelerle bir
uyum oluşturup onlarla anlam kazanmaktadır. Sahneler edebi sunuş
güzelliğiyle tamamlanıyor. hikâyede bazı sahnelerden sonra verilen bir takım
yorumlarda yer alıyor. Bunlarla da kıssada sahnelerin ne amaçla
sergilendikleri ortaya konuyor. Ve Kur'an'daki genel özellik uyarınca
hikâyelerden çıkarılması gereken ibret ve derslerde belirtiliyor. Bu
yorumlar, sahneler ve boşluklarla mükemmel bir uyum içine giriyor. Hem edebi
güzellik yönü hem de vicdani yönü ile tam bir ahenk sergiliyor.
Kıssada Hz. Süleyman'dan söz açıldığı için onun emri
altındaki cinlere , insanlara ve kuşlara değinmek gerektiği gibi ilim
nimetine de işaret gerekiyor. Zira cinlerin, insanların ve kuşların ilim
konusundaki fonksiyonları üzerinde duruluyor. Ve ilmin fonksiyonu özellikle
ön plana çıkarılıyor. Sanki bu giriş ile kıssada önemli rol alan herkese bir
işarette bulunuyor. Bu ise Kur`an kıssalarında gerçekten önemli bir edebi
özelliği oluşturuyor.
Aynı şekilde bu girişte kişilerin özel karakterleri
ve bu karakterlerin en belirgin özellikleri de açıklık kazanıyor. Hz.
Süleyman'ın kişiliği, kraliçenin kişiliği, hudhud'un kişiliği ve kraliçenin
yakın çevresinin kişiliği bu arada netlik kazanıyor. Bunun yanında değişik
tablolarda ve durumlarda bu şahsiyetlerin psikolojik durumları ve tepkileri
de ortaya çıkıyor.
HZ. SÜLEYMAN VE
HUDHUD KUŞU
Birinci sahne Hz. Süleyman'ın ve ordusunun askeri
durumunu sergilemektedir. Ayrıca karınca vadisine geldikten ve onun
sözlerini duyup anladıktan, şükür, dua ve niyaz ile Rabb'ine yöneldikten
sonraki o'nun durumunu sergiliyor.
20- Süleyman,
ordusunun kuşlardan oluşan birliğini denetleyince dedi ki "Hudhud'u niçin
göremiyorum, yoksa burada değil mi?
21- Onu ya ağır bir
cezaya çarptıracağım, ya keseceğim ya da bana mazeretini belgeleyen açık bir
kanıt getirecek.
İşte hem hükümdar hem peygamber olan Hz. Süleyman.
Güçlü ve büyük ordusu içinde. Şimdi o kuşları denetliyor fakat göremiyor.
Buradan anlıyoruz ki, bu kuş denetleme sırasında özel bir görevi olan bir
hudhud'du. Yoksa bu kuş yeryüzünde bulunan yüz binlerce, milyonlarca hudhud
kuşu içerisinde sıradan bir kuş değildi. Hz. Süleyman'ın özellikle bu kuşu
araması da onun bu ayırıcı bazı özelliklerini ortaya koymaktadır. Bu
dikkatli, uyanık bir kuştur.
Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan onca
büyük kalabalık içinde bir tek askerinin kaybolması Hz. Süleyman'ın gözünden
kaçmıyor. Çünkü o ordusunun baştan sona denetim altında tutuyor. Böylece
ayrılma ve geride kalmanın önüne geçiyor.
Bu nedenle hudhud kuşunu esnek, şahane ve mükemmel
bir cümle ile soruyor: "Hudhud'u niçin göremiyorum, yoksa burada değil mi?
Hudhud'un kaybolduğu anlaşılıyor. Hükümdarın onu
sorması üzerine herkes, hudhud'un izinsiz olarak ordudan ayrıldığını
öğreniyor! Öyleyse konu, anarşizmin engellenmesi için kesin bir tavır almayı
gerektiriyor. Hükümdarın bu sorusundan sonra mesele bir sır olmaktan
çıkıyor. Eğer bu konuda iş sıkı tutulmazsa diğer askerlere kötü bir örnek
olabilirdi. İşte bu nedenle disiplinli bir hükümdar olan Hz. Süleyman emrine
aykırı olarak ortadan kaybolan bu askerine tehditler savuruyor. "Onu ya bir
cezaya çarptıracağım ya keseceğim"
Fakat biz biliyoruz ki, Hz. Süleyman yeryüzünde
zorbalık yapan bir kral değildir. O Allah'ın bir elçisidir. Ve henüz ortadan
kaybolan hudhud'un söylediğini dinlememişti. Onu dinlemeden ve sebebini
araştırmadan hakkında son hükmü vermesi doğru olmazdı. İşte burada adil olan
peygamberin karakteri ortaya çıkıyor "Ya da bana, mazeretini belgeleyen açık
bir kanıt getirecek."Suçsuzluğunu açığa çıkaran ve cezalandırılmasını
önleyen güçlü bir delil getirir belki.
Birinci sahne henüz sona ermeden hudhud kuşu
çıkageliyor. Yanında çok ilginç hatta Hz. Süleyman'ı şok eden büyük bir
haber var. Aynı şekilde gözlerimiz önüne serilen hikâyedeki bu olay bizi de
şaşkınlığa düşürüyor.
22- Hudhud çok
geçmeden çıkagelerek dedi ki: "Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim, sana
Saba'dan çok önemli bir haber getirdim. "
23- "Ben o yörenin
halkını yöneten bir kadınla karşılaştım. Allah ona her şeyi vermiş, görkemli
bir tahtı var. "
24- "Onun ve
soydaşlarının Allah'ı bir yana bırakarak güneşe secde ettiklerini gördüm.
Şeytan, yaptıkları yanlış işleri onlara güzel göstererek kendilerine doğru
saptırmış, bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar. "
25- Şeytanın amacı,
onları göklerdeki ve yeryüzündeki gizli şeyleri meydana çıkaran gerek saklı
tuttukları ve gerekse açığa vurdukları tüm duygularını bilen Allah'a secde
etmelerini engellemektir.
26- O Allah ki,
kendisinden başka ilah yoktur ve yüce Arş'ın Rabb'idir.
Hudhud hükümdarın kesin kararlılığını ve disiplinini
biliyor. Bu nedenle ortadan kayboluşunu açıklayacak ve hükümdarın
dinlemesini sağlayacak sürpriz bir haberle sözlerine başlıyor: Senin
bilmediğin bir şeyi öğrendim, sana Saba'dan çok önemli doğru bir haber
getirdim. Halkından biri "senin bilmediğin bir şey biliyorum" dediği halde,
hangi hükümdar bu adamı dinlemez ki? "Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim."
Bu şok etkiyle hükümdarın kendisini dinlemesini
sağladıktan sonra sebe tarafından getirdiği kesin haberi ayrıntılarıyla
anlatmaya başlıyor. Sebe ülkesi arap yarımadasının güneyinde bulunan
Yemen'in bir bölgesidir. Orada bu ülkeyi bir kadının idare ettiğini
bildiriyor. "Allah ona her şeyi vermiş, görkemli bir tahtı var.
Bu ifade kraliçenin hükmünün ve servetinin kuvvet ve
güzel yaşam şartlarını en mükemmel biçimde gerçekleştirdiğini ifade ediyor:
"Görkemli bir tahtı var."Zenginliği, refahı, teknolojik gelişmeyi gösteren
ihtişamlı debdebeli bir hükümdarlık tahtı olduğu belirtiliyor kraliçenin.
Kraliçe ve milletinin Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini belirtiyor.
Burada onların sapıklığa düşüşlerini, şeytanın onlara yaptıklarını güzel
göstermesine bağlanıyor. Bu nedenle onlar her şeyi bilen ve her şeyden
haberi olan Allah'a kulluk etmeye fırsat bulamadıklarını açıklıyor. Onun ve
soydaşlarının Allah'ı bir yana bırakarak güneşe secde ettiklerini gördüm.
Şeytan yaptıkları yanlış işleri onlara güzel göstererek kendilerine doğru
saptırmış, bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar.
Ayeti kerimede geçen "Hab'e" kavramı özlü bir ifade
ile gizlenmiş şey demektir. İster gökten inen yağmur ve yerdeki bitkiler
olsun, isterse yerin ve göklerin sırları olsun fark etmez. Bu sözcük;
uçsuz-bucaksız evrende gayp perdesinin ötesinde gizlenmiş bulunan her şeyi
içeren kinayeli bir sözdür. "Gerek saklı tuttukları ve gerekse açığa
vurdukları tüm duyguları bilen Allah'a" Bu da göklerde ve yerde gizlenmiş
olan sırların insanın iç aleminden gizlenmiş olan sırlar ile
karşılaştırılmasıdır. Psikolojik dünyasının, gizli-açık her şeyini
kuşatmaktadır bu ifade.
Şu ana kadar hudhud, henüz hakkında kralın hüküm
vermediği bir sanık konumundadır. Hudhud burada, anlattığı hikâyenin
ardından her şeye gücü yeten, herkesin Rabb'i olan, yüce Arş'ın sahibi,
tahtı ile hiçbir insan tahtının karşılaştırılamayacağı Allah'a işaret
etmektedir. Böylece hükümdarın insani gücünü, Allah'ın büyüklüğü karşısında
bastırmak, gölgede bırakmak istemektedir.
"O Allah ki, kendisinden başka ilah yoktur ve yüce
Arş'ın Rabb'idir. Kraliçenin ve milletinin yaptıklarının yorumu ile birlikte
bu gizli işaret ile Hz. Süleyman'ın kalbine tesir etmektedir!
Biz şimdi kendimizi ilginç bir kuşla karşı karşıya
buluyoruz. Bu, anlayış, zeka ve inanç sahibi bir hudhud'dur. Haberi
ustalıkla anlatmakta, konumunun özelliğini bilmektedir. Mabirane
işaretlerde, değinmelerde bulunmaktadır. Secdenin ancak yerin ve göklerin
gizliliklerini açığa çıkaran, yüce tahtın sahibi olan Allah'a
yapılabileceğini kestirebilmektedir. Ama normalde hudhud kuşları
anlayamazlar. Bu özel bir hudhuddur. Kendisine bu özel yetenek verilmiştir.
Bu ise alışılan şeylere ters düşen, mucizevi bir olgudur! Hz. Süleyman,
hemen onu tasdik etmeye veya yalanlamaya kalkınıyor. Getirdiği büyük haberi
hafife almıyor. Hemen araştırmaya geçiyor. Haberin sağlık derecesini
belirlemeye çalışıyor. Zaten adil bir peygambere, işini sağlam yapan bir
hükümdara yakışan
27- Süleyman,
hudhud'a dedi ki; "Göreceğiz bakalım, doğru mu söylüyorsun yoksa yalancının
birimisin?"
28- "Şu mektubumu
götürüp onlara at, sonra seni göremeyecekleri bir yere çekil de bak bakalım
ne gibi bir sonuca varacaklar?"
Burada mektubun içeriği açıklanmıyor. İçeriği de
mektubun kendisi gibi gizli tutuluyor. Oraya gidiyor. Açıklıyor ve ilan
ediliyor. Korkutma sanatı da en uygun yerinde sunuluyor!
MEKTUP VE SEBE'NİN
KRALİÇESİ
Böylece bu sahnenin perdesi kapanıyor. Açıldığında
birden kraliçeyi görüyoruz karşımızda. Mektup kendisine ulaşmış, bu önemli
iş konusunda kraliçe halkının ileri gelenleriyle bunu değerlendiriliyor.
29-Kraliçe dedi ki;
"Ey devletin ileri gelenleri, bana havadan çok önemli
bir mektup atıldı.
30-Mektup,
Süleyman'dan geliyor, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile başlıyor.
31-İçinde "Bana
karşı büyüklük taslamayınız, boyun eğerek huzuruma geliniz " diyor.
Kraliçe kendisine bir mektubun gönderildiğini onlara
haber veriyor. Bu ifadeden biz onun bu mektubun kim tarafından
gönderildiğini bilemediğini çıkarabiliriz. Eğer tefsir bilginlerinin
belirttiği gibi kraliçe bu mektubun hudhud tarafından getirildiğini bilseydi
normalde meydana gelmeyen bu ilginç olayı onlara açıklardı. Fakat kimin
getirdiğini bilmediği için gönderme fiilini edilgen biçimde kullanmıştır.
(Gönderildi) Bu da, kraliçenin mektubun kim tarafından ve nasıl
ulaştırıldığını bilmediğini tercih etmemize neden olmaktadır.
Kraliçe mektubu "değerli" bir mektup diye niteliyor.
Bu nitelik belki mektubun mühründen belki şeklinden belki de ileri gelenlere
açıkladığı içerikten kaynaklanmaktadır: "Mektup Süleyman'dan geliyor. Rahman
ve Rahim olan Allah'ın adı ile başlıyor." İçinde Bana karşı büyüklük
taslamayınız, boyun eğerek huzurumuza geliniz diyor." Kraliçe Allah'a
tapmıyordu. Fakat Hz. Süleyman'ın namı bu bölgede de yayılmıştı. Kur'an'ın
aktardığı mektubun ifade biçiminde bir üstünlük, ustalık ve kesinlik vardır.
Bu da kraliçenin gönderilen mektubu "değerli bir mektup" şeklinde
nitelemesinde etkili olmuş olabilir.
Mektubun içeriği gayet kolay anlaşılmakta ve etkili
olmaktadır. Esirgeyen, bağışlaşan Allah'ın adı ile başlamaktadır. Ve sadece
bir şeyin yerine getirilmesini istemektedir: Mektubu gönderene karşı
büyüklük taslamayın, ona karşı dikilmeyin. Kendilerine adı ile hitab ettiği
Allah'a teslim olarak gelsin.
Kraliçe mektubun içeriğini milletinin ileri
gelenlerine anlattıktan sonra yeniden söze giriyor. Onların düşüncelerini
almak istiyor. Toplu bir değerlendirme yapılmadan kesin kararı vermeyeceğini
açıkça bildiriyor.
32- Kraliçe "Ey
devletin ileri gelenleri, bu konuda ne yapmam gerektiğine ilişkin
görüşlerinizi söyleyiniz, ben sizin görüşünüzü almadan hiçbir işi kesin
sonuca bağlamam.
Buradan da kraliçenin tedbirli, ileri görüşlü
karakteri ortaya çıkıyor. Açıktır ki o ilk andan itibaren bilinmeyen bir
şekilde kendisine gönderilen, üstünlüğü ve kesinliği ortada olan bu mektuba
kendisini kaptırmıştır. Milletinin ileri gelenlerine bu mektubun "değerli"
bir mektup olduğunu açıklarken bu etkisinde kalışı ileri gelenlerin
gönüllerine de aşılamıştı. Anlaşılıyor ki o, cephe almak ve düşmanlık yapmak
istemiyor. Fakat bunu açık olarak söylememektedir. Fakat mektubu bu şekilde
nitelemekle görüşüne zemin hazırlamaktadır. Daha sonrada onların görüşlerini
istemekte ve olayı değerlendirip ortak bir fikir ortaya çıkarmalarını
beklemektedir.
Devlet başkanının emri altında çalışan adamlar genel
kararlara bağlı olarak iş yapmaya hazır olduklarını açıklamakta, fakat asıl
kararın kraliçeye ait olduğunu belirtmektedirler:
33- İleri gelen
devlet adamları dediler ki; "Biz güçlüyüz, yaman savaşçılarız, ferman
senindir, düşün de ne buyuracağına karar ver. "
Burada kraliçenin kişiliğinin ötesinde `kadının
kişiliği ortaya çıkmaktadır. Kadın karakter olarak savaşlardan ve
yıkımlardan hoşlanmaz. Kuvvet ve sertlik silahını kullanmadan hile ve
yumuşaklık silahını kullanır:
34- Kraliçe dedi ki;
"Hükümdarlar bir ülkeye ayak bastıklarında oranın düzenini alt-üst ederler
ve halkının seçkinlerini hor ve itibarsız duruma düşürürler. Onlar hep böyle
yaparlar. "
35- "Şimdi ben
onlara bir hediye göndereceğim ve elçilerimin nasıl bir cevapla
döneceklerini göreceğim. "
Kadın biliyor ki, bir kente girdiklerinde orada
bozgunculuğu yaymak, yakıp yıkmak, ırza-namusa tecavüz etmek, orayı savunan
güçleri ve bunlara komuta eden düşkünleri, ileri gelenleri ezip geçmek,
direnişin ana kaynağını oluşturdukları için onları horlamak ve aşağılamak
kralların genel karakteridir.
Hediye kalbi yumuşatır ve sevginin sembolüdür.
Savaşın önlenmesine de yol açabilir. Bu aynı zamanda bir denemedir. Eğer Hz.
Süleyman onu kabul ederse, bu onun dünyalık peşinde olduğunu ve dünya
vasıtalarının fayda verebileceğini gösterir. Yok eğer kabul etmeye
yanaşmazsa o zaman bu bir inanç meselesidir. Hiç bir mal onu engelleyemez.
Yeryüzünün en değerli varlıkları bile onu durdurmaz.
Böylece sahnenin perdesi iniyor ve sonra yeni bir
sahne için tekrar açılıyor. Bir de bakıyoruz ki, kraliçenin elçileri ve
hediyeleri Hz. Süleyman'ın huzurunda. Hz. Süleyman onların kendisini mal ile
satın almaya yönelmelerine fena halde kızıyor. Kendisini bu yolla islama
çağırmaktan vazgeçirmeye çalışmalarını şiddetle reddediyor. Sert biçimde ve
ısrarla son sözünü söylüyor ve tehdidini savuruyor.
36- Kraliçenin
elçisi gelince Süleyman ona dedi ki; "Beni mal ile mi kandıracaksınız?
Allah'ın bana bağışladığı ayrıcalıklar size verdiklerinden daha üstündür.
.Siz bu hediyenizle övünebilirsiniz?"
37- "Şimdi
efendilerine dön. Yemin ederim ki, karşı koyamayacakları kadar güçlü bir
ordu ile üzerlerine yürürüz. Ve onurlarını çiğneyerek burunlarını yere sürte
sürte onları yurtlarından çıkarırız. "
Tekliflerinin red edilişinde malın basite alındığı,
yeri ve zamanı olmayan bu teklifin abesliği ortaya konuyor. İnanç ve dava
alanında bu tür tekliflerin saçma olacağı belirtiliyor. "Beni mal ile mi
kandıracaksınız? " Siz bana bu basit ve değersiz malları mı takdim
ediyorsunuz? "Allah'ın bana bağışladığı ayrıcalıklar size verdiklerinden
daha üstündür." Yüce Allah, elinizdekinden çok daha değerlisini bana
vermiştir. Bana maldan daha değerli olduğu kesin olan şeyleri vermiştir.
İlim ve peygamberlik. Cinlerin ve kuşların emrine verilişi. Onun için
yeryüzünün diğer değerleri ve malları beni mutlu etmiyor. "Siz bu
hediyenizle övünebilirsiniz? Siz ancak yüce Allah ile bağları bulunmayan,
onun hediyelerine mazhar olmayan, toprağa bağımlı insanları ilgilendiren bu
tür basit değerleri arzu edersiniz?
Böylece onların tekliflerini reddettikten sonra
tehdide başvuruyor: "Şimdi efendilerine dön. Ve korkunç olan akibeti
bekleyin" Yemin ederim ki, karşı koyamayacakları kadar güçlü bir ordu ile
üzerine yürürüz." Hiçbir insanını sahip olamayacağı hiçbir kraliçe ve
milletinin karşı koyamayacağı ordularla geliriz. "Ve onurlarını çiğneyerek,
burunlarını yere sürte sürte onları yurtlarından çıkarırız. Onları
aşağılanmış ve horlanmış bir biçimde oradan çıkarırım. Onları sürerim.
Böylece bu çetin sahnenin de perdesi kapanıyor.
Elçiler geri dönüyorlar. Olay içinde onların görevi bitiyor. Ve artık
onlardan hiç söz edilmiyor. Sanki her şey bitmiş ve bu konudaki söz sona
ermiştir.
Sonra Hz. Süleyman'a -selâm üzerine olsun-
yöneliyoruz. O, böyle bir karşılamanın düşmanlık isteyen kraliçenin işinin
bitireceğini anlıyor. -Nitekim kraliçenin Hz. Süleyman'ın etkili mektubunun
bir hediye ile karşılık vermesi de bunu gösteriyor!- Kraliçenin bu teklifi
kabul edebileceğini kesinkes biliyor. Zaten öyle de oluyor.
Konunun içinde kraliçenin elçilerinin kendisine
nasıl döndükleri, ona neler söylediği, bundan sonra onun ne yapmaya karar
verdiği belirtilmiyor. Bu konular açıklanmıyor. Sonraki gelişmelerden
kraliçenin gelmekte oldu unu Hz. Süleyman'ın bunu bildiğini ve kraliçenin
gelirken geride bıraktığı güvenli ve korumalı tahtının da getirilmesi işini
komutanlarıyla müzakere ettiğini anlıyoruz.
38- Süleyman
(yanındakilere dönerek) Ey devletin ileri gelenleri, bu adamlar boyun eğerek
huzuruma gelmeden önce hanginiz kraliçenin o tahtını bana getirebilir? dedi.
39- Cinlerin ele
başlarından biri "Sen şu oturduğun yerden kalkmadan önce o tahtı sana
getiririm. Hem bu işi başaracak gücüm vardır ve hem de bu konuda güvenilir
bir kişiyim" dedi.
40- Kutsal Kitap
kaynaklı bilgisi olan biri ise "Gözünü açıp kapamadan o tahtı sana getireyim
" dedi. Süleyman tahtı önünde yere konmuş görünce, "Bu, şükür mü edeceğim
yoksa, nankörce mi davranacağım diye beni sınavdan geçirmek isteyen
Rabb'inin bana yönelik bir lütfudur. Kim şükrederse kendisi için şükretmiş
olur. Nankörlük eden de bilsin ki, yüce Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur
ve bağışı karşılıksızdır. " dedi.
Acaba Hz. Süleyman -selâm üzerine olsun- kraliçe ve
milletini teslim almış olarak getirmeden önce neden onun tahtını getirtmek
istiyor? Tercihimize göre Hz. Süleyman bunu, emrindeki olağanüstü
kuvvetlerin bir göstergesi olarak ona takdim ediyordu. Böylece kraliçenin
kalbini etkisi altına almayı ve onu Allah'a iman etme çağrısına itaate
yaklaştırmayı planlıyordu.
Cinlerden olan ifrit, bu tahtı oturum sona ermeden
getirebileceğini söyledi. Hz. Süleyman hüküm ve karar amacıyla sabahtan
öğleye kadar oturum düzenliyordu. Herhalde... Hz. Süleyman bu zamanı uzun
buldu ve geç olur dedi. Birden "Kutsal Kitap kaynaklı bilgisi olan biri ise"
bir göz açıp kapayana kadar, öbür tarafına dönmeden onu getirebileceğini
teklif etti. Burada adamın ismi ve bilgisine sahip olduğu Kitab'ın adı
verilmiyor. Biz onun Allah ile sağlam bağları bulunan, Allah'dan kendisine
bir ayrıcalık verilen, bu ayrıcalık ile engelleri ve uzaklıkları rahat
biçimde aşabilecek büyük bir kuvvet elde eden inanmış bir adam olduğunu
anlıyoruz. Bu, Allah ile sağlam bağı bulunan insanların eliyle gerçekleştiği
görülen ve şu ana kadar sırrı ve sebebi çözülmeyen, insanların normal
hayatlarında alışageldikleri olayların ötesinde kalan bir realitedir. İşte
bu konuda hurafeler ve mitolojiler dünyasına dalmadan, sağlıklı görüşlerin
sınırlarını zorlamadan söylenebilecek sözlerin en ilerisi bunlardır!
Bazı tefsir bilginleri "Kutsal Kitap kaynaklı
bilgisi olan birisi" sözünün ardına düşmüşlerdir. Bazıları bu Tevrat'tır
demişler. Bazıları da bu adam Allah'ın ismi a'zamını biliyordu demişlerdir.
Diğer bazıları ise bu iki görüşün dışında başka görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bu ileri sürülen görüşler içinde sağlam bir yorum ve açıklamaya
rastlayamadık. Gerçekçi bir bakış açısı ile olaya baktığımızda işin çok daha
kolay olduğunu görüyoruz. Bu evrende bilmediğimiz nice sırlar,
Kullanmadığımız nice kuvvetler, enerjiler vardır. Aynı şekilde insanın
bünyesinde nice sırlar ve kuvvetler vardır ki, henüz onları keşfedebilmiş
değiliz. Ne zaman ki yüce Allah kullarından birine bu sırlardan birini açar,
bu kuvvetlerden birini hizmetine verirse, o zaman hayatta alışılmışın
dışında olağanüstü bir olay meydana getirir.
Yüce Allah'ın imkan vermediği hiç bir olay kulun
gerçekleştiremeyeceği bu olaylar, O'nun izni, planı ve dilemesi sonucu bu
adamın eliyle meydana gelmiştir.
Yanında bir parça kitap bilgisi olan bu adam, sahip
olduğu ilim meydana gelen harika olayın oluşması için gereken bazı evrensel
sırları ve kuvvetleri elde etmeye kendisini hazırlamış bulunuyordu. Çünkü
elde ettiği Kitap bilgisi kalbini, Rabb'ine öyle bağlamıştı ki, bu onu
donatılacağı kuvvetlere ve sırlara karşı duyarlı kılması ve Allah'ın
kendisine bağışladığı kuvvetleri ve sırları kullanmaya hazır hale
getirmişti.
Bazı tefsir bilginleri bu adamın Hz. Süleyman'ın
-selâmı üzerin olsun- kendisi olduğunu belirtmişlerdir. Biz bu adamın başka
bir kişi olduğu kanısındayız. Eğer bu adam Hz. Süleyman'ın kendisi olsaydı
konu içinde bu anlaşılırdı. Onun ismi gizlenmezdi. Zaten bu hikaye kendisini
anlatmaktadır. Böyle önemli, onurlu bir davranışta onun adının gizlenmesini
gerektiren bir neden de yoktur. Bazıları ise: Onun adının Araf ibni Berhiya
olduğunu söylemişlerdir. Bunun da sağlıklı bir delili yoktur.
"Süleyman tahtı önünde yere konmuş görünce `Bu,
şükür mü edeceğim, yoksa nankörce mi, davranacağım diye beni sınavdan
geçirmek isteyen Rabb'imin bana yönelik bir lütfudur. Kim şükrederse kendisi
için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, yüce Allah'ın hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur ve bağışı karşılıksızdır' dedi."
Bu çarpıcı sürpriz ve ilginç olay Hz. Süleyman'ın
-selâm üzerine olsun- kalbine dokunuyor, yüce Allah'ın onun isteklerini
böyle mucize biçiminde gerçekleştirmesi onu etkiliyor ve bu şekilde verilen
nimetin korkunç bir sınavı beraberinde getiren ve uyanıklık gerektiren bir
olay olduğunu, bu sınavı başarabilmek için Allah'ın yardımına muhtaç
olduğunu anlıyor. Verilen nimetin değerini takdir etmesi ve onu verenin
lütfunu takdir etmesi gerektiğini biliyor. Allah'ın ancak bu bilinci
gördüğünde kendisine destek vereceğini ifade ediyor. Aslında yüce Allah
şükredenlerin şükretmelerine muhtaç değildir. Şükreden kendi yararına
şükretmiş olur. Allah'ın verdiği nimetlerini arttırmasına neden olur. Sınavı
geçmesini, yardım edilmesini sağlar. Nankörlük edenlere gelince, Allah
onların şükrüne `muhtaç değildir. Cömerttir' cömert olduğu için verir.
Nimet ve bu nimetin ardından gelen sınavın bilincine
varmak karşısında bir süre sarsıldıktan sonra Hz. Süleyman -selâm üzerine
olsun- az sonra gelecek olan kraliçenin irkilmesini, ürpermesini sağlayacak
hazırlıklara devam ediyor.
41- Sonra
yanındakilere dönerek "Tahtı kraliçenin tanımayacağı şekilde değiştirin!
bakalım onu tanıyabilecek mi, yoksa tanımayacak mı? dedi. "
Yani tahtının en belirgin özelliklerini,
işaretlerini değiştirin. Bakalım bu değişikliklere rağmen hatırası ve
dikkatliliği onu tanımasına neden olur mu yoksa onu başka tahtlarla
karıştırıp bu değişiklik nedeniyle onu tanıyamaz mı?
Herhalde Hz. Süleyman ona tahtını sorarak zekasını
ve yeteneğini ölçmek istiyordu... Sonra birden, kraliçenin geldiği sahneye
geçiliyor.
KRALİÇE İMAN EDİYOR
42- Kraliçe gelince
kendisine: "Bu senin tahtın mıdır? diye soruldu. O da dedi ki; "Sanki odur.
Zaten bu mucizeden önce bize bilgi verilmiş ve biz senin çağrına boyun
eğmeye hazırlanmıştık. "
Bu büyük bir irkiliştir. Burada kraliçenin aklına
bir şey gelmiyor. Yurdundaki kilit altında, muhafızların korumasında bulunan
kendi tahtı nerede sultan Süleyman'ın başkenti olan Kudüs nerede? onu nasıl
buraya getirebilirler? Kim onu getirebilir?
Fakat bunca değişikliklere ve farklıklara rağmen
taht yine kraliçenin tahtıdır.
Sonunda zekice ve usta bir dille ifade edilen
cevabını veriyor: "Sanki odur" Ne benim diyor, ne de benim değil diyor. Bu
ilginç olay karşısında ileri görüşlülüğünü ve keskin zekâsını ortaya
koyuyor.
Burada anlatımda bir boşluk var. Sanki ona,
irkilmesine neden olan bu olayın sırrı haber verilmiş ve o da şöyle demişti:
"Ben daha önceden, yani Hz. Süleyman'ın hediyeyi reddedip onunla görüşmeyi
kabul ederken iman edip müslüman olmaya karar verdim. Zaten bu mucizeden
önce bize bilgi verilmiş ve biz senin çağrına boyun eğmeye hazırlanmıştık."
Bundan sonra ayetlerin akışı kraliçeyi, Hz.
Süleyman'ın mektubu geldiği sırada Allah'a iman etmesinden ve İslam'a
girmesinden alıkoyan sebebi açıklamaya geçiyor. Bunun sebebini kâfir bir
toplumda yetişmesine bağlıyor. Güneşe ve bunun gibi Allah'ın yaratıklarına
tapınılan bir ortam, o'nun Allah'a tapmasına engel olmuştu. Nitekim kıssanın
başında buna değinilmişti:
43- O'nu, Allah'ı
bir yana bırakarak taptığı putlar doğru yola girmekten alıkoymuştu. Çünkü
kafir toplumun bir üyesi idi.
Hz. Süleyman, kraliçeye beklenmedik bir olay daha
hazırlamıştı. Şimdiye kadar ki ayetlerin anlatımı onu açıklamamıştı.
Kraliçenin gelişinden önce hazırlanan ilk sürpriz olaya değindiği sırada
bundan söz etmemişti. Bu ise Kur'an'ı Kerim'in hikâye anlatımında kullandığı
başka bir özelliktir.
44- Kraliçeye "Şu
köşke gir" dendi. Kadın köşkün girişini görünce onu engin bir havuz sandı ve
ıslanmamak için topuklarını sıvadı. Bunun üzerine Süleyman kendisine "Bu
cilalı billur bir köşktür" dedi.
Bunun üzerine kraliçe dedi ki "Ya Rabb'i, ben
kesinlikle kendime zulmetmişim, şimdi Süleyman'la birlikte tüm varlıkların
Rabb'i olan Allah'a teslim oldum.
Buradaki beklenmedik olay, camın
billurlaştırılmasıyla yapılmış bir saraydı. Zemini su üzerine kurulmuştu. Bu
sebepten derin bir havuz şeklinde görünüyordu. "Saraya gir" denildiğinde, bu
suya girmesi gerektiğini sandı. Eteklerini toparladı. Böylece beklenmedik
olay amacına ulaşınca Hz. Süleyman ona bunun sırrını açıkladı. "Bu cilalı
billur bir köşktür."
Kraliçe insanlığı aciz bırakan bu hayret verici
olaylar karşısında irkilmiş ve dehşete kapılmıştı. Hemen yüce Allah'a
dönmüş, daha önce başka varlıklara tapmakla kendi kendine zulmettiğini
itiraf ederek O'na niyazda bulunmuş ve Hz. Süleyman'a değil, "Süleyman ile
birlikte tüm varlıkların Rabb'i olan Allah'a" teslim olduğunu açıklamıştır.
Hz. Süleyman'a insanın gücünü aşan büyük kuvvetlerin verildiğine şahit ve
tanık olması bu teslim oluşunu kolaylaştırmıştı.
Böylece kraliçe belki doğru yola kavuşmuş ve
aydınlanmıştı. Allah'a teslim oluşun onun kullarından birine itaat etmek
olmadığını anlamıştı. İsterse bu insan onca mucizenin sahibi peygamber ve
hükümdar olan Hz. Süleyman olsun fark etmez. İslam sadece alemlerin Rabb'i
olan Allah'a teslim olmaktır. Ona iman edenlere O'nun davetçileriyle bir
tarağın dişleri gibi eşit bir şekilde kul olmaktır: Şimdi Süleyman ile
birlikte tüm varlıkların Rabb'i olan Allah'a teslim oldum.
Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu bu noktaya parmak
basıyor ve onu ön plana çıkarıyor. Böylece Allah'a imanın ve O'na teslim
olmanın yapısını, özünü ortaya koyuyor. Bu öyle bir izzet ve şereftir ki,
yenilgiyi zafere dönüştürüyor. Burada galip olan da mağlup olan da Allah
yolunda kardeş olur. Ne galip vardır ne de mağlup. Tüm insanlar alemlerin
Rabb'i olan Allah yolunda eşit haklara sahip kardeşler olurlar.
Kureyş kabilesinin ileri gelenleri ve seçkinleri Hz.
peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini islama çağırmasını
kabul edemiyor, bunu kendilerine yediremiyordu. Abdullah'ın oğlu Muhammed'e
bağlanmayı bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Bu adamın başlarına
geçmesini ve kendilerinden üstün olmasını kabul edemiyorlardı. İşte burada
tarihte yaşayan bir kadın, Allah'a iman edişin özünü, davetçi ile muhatabı,
lider ile peşinde gidenleri eşit kıldığını gösteriyor. Çünkü onlar, imanı
kabullendiklerinde, Allah'ın elçisi ile birlikte alemlerin Rabb'i olan
Allah'a teslim olmuş olurlar.
Kur'an-ı Kerim'in çoğu yerinde Hz. Salih (Ve sedum)
kıssası Hz. Nuh, Hz. Hud. Hz. Lut ve Hz. Şuayb'ın kıssaları ile birlikte,
genel bir anlatım içinde verilmektedir. Bazen bu anlatım içinde Hz.
İbrahim'in kıssası yer alır. Bazen de yer almaz. Bu surede ise özellikle
İsrailoğulları'nın hikâyesi üzerinde yoğunlaşıldığı için Hz. Musa'nın
kıssası ile Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın kıssası yer alıyor. Bu dizi içinde
Hz. Hud ve Hz. Şuayb'ın hikâyesi kısaca verilmiş Hz. İbrahim'in hikâyesine
ise hiç yer verilmemiştir.
HZ. SALİH VE
KOMPLOCULAR
Bu surede Hz. Salihin -selâm üzerine olsun- hikâyesi
anlatılırken dişi deve ile ilgili bölüm yer almıyor. Sadece Hz. Salih'e ve
ailesine karşı duran, O'nun haberi olmadığı halde başlarına çorap örmeye
çalışan dokuz kişilik bir grubun gece planlarına yer veriliyor. Yüce Allah
da bu bozgunculara karşı onların haberi yok iken bir tuzak hazırlıyor.
Onları ve toplumlarını topluca yok ediyor. İman eden ve günaha girmekten
sakınanları ise, kurtarıyor. Bozguncuların evlerini harabeye çeviriyor. Ve
bunları gelecek kuşaklar için ibret kılıyor. Mekke'deki müşrikler
yıkılmış-harabeye çevrilmiş bu evlerin yanından geçiyorlar fakat onlardan
ders ve ibret almıyorlar...
Hz. Salih'in mesajı, bir tek cümleyle özetleniyor:
"Allah'a kulluk edin" Her kuşak için yüce ufuklardan gönderilen mesajın,
üzerinde yoğunlaştığı temel ilke budur. Evrende insanın etrafını kuşatan her
delil, içinde, ruhunda gizlenen her işaret insanları, bu biricik gerçeği
kabul etmeye çağırmaktadır. Allah'dan başka kimsenin bilemeyeceği kuşaklar
ve zamanlar boyunca insanlık, kolayca anlaşılabilen gerçek karşısında, karşı
koymaya, alaya almaya ve yalanlamaya yönelik tavır takınmıştır. İnsanlık
bugüne kadar da sürekli mutlak gerçeğe karşı çıkmış, bir ve doğru olan
Allah'ın yolundan saptıran değişik yollara yönelmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim Hz. Salih'in ilahi mesaja çağrısı ve
bu konuda bütün çabasını ortaya koyduktan sonra onların nasıl bir tutum
izlediklerini özetlemektedir. Böylece onlar birbirine cephe almış ve iki
gruba ayrılmışlardır.
45- Semudoğullarına
da "Allah'a kulluk ediniz" çağrısını seslendirsin diye kardeşleri Salih'i
peygamber olarak gönderdik. Fakat Semudoğulları, birbirleri ile çatışan iki
karşı gruba ayrıldılar.
Bir grup onun çağrısına kulak verip kabul etmiş,
diğer grup da ona karşı çıkmıştır. Kur'an-ı Kerim'in başka yerlerinde bu
kıssaya ilişkin açıklamalarından anladığımıza göre O'na karşı çıkanlar
çoğunluktaydı. Surenin bu bölümünde, Kur'an-ın, hikâye anlatımında izlediği
metoda bağlı olarak bir boşluk yer alıyor. Burada bırakılan boşluktan
anlıyoruz ki, ilahi mesajdan yüz çevirip onu yalan sayan Mekkeli müşriklerin
Peygamberimize -salat ve selam üzerine olsun- karşı tutumları gibi, Allah'ın
hidayetini isteyecekleri yerde Hz. Salih'in kendilerini uyardığı Allah'ın
azabının hemen gelmesini istediler. Hz. Salih ise hidayeti istemeyip azabın
hemen gelmesini istemelerini yadırgamış ve onları tevbe edip Allah'a
yönelmeye çağırmıştır. Belki bu yolla Allah'ın rahmeti kendilerine
ulaşabilirdi.
46- Salih onlara "Ey
soydaşlarım, niye iyilikten önce kötülüğü istiyorsunuz, neden çarpılacağınız
cezanın biran önce başınıza gelmesini diliyorsunuz? Allah'tan af dileseniz
ola ki O'nun merhametinden pay alırsınız. "
İlahi mesajı yalanlayanların kalbleri bozuk olduğu
için şöyle diyorlardı: "Allah'ım hu senin katındaki gerçeğin kendisi ise,
bize gökten bir taş yağdır veya bize acıklı bir azap gönder" Halbuki onların
"Allah'ım! Eğer bu senin katındaki gerçek ise bizi O'na iman etmeye, O'nu
tasdik etmeye ilet" demeleri gerekiyordu.
Hz. Salih'in kavmi de böyle diyordu.
Peygamberlerinin rahmet, tevbe ve bağışlanma istemeye ilişkin yol
göstermesini, yönlendirmesini kabul etmiyorlardı. O'nun ve onunla birlikte
iman edenlerin, başlarına bela olduklarını ileri sürüyor ve onları uğursuz
sayıyorlardı. Bunların ardından başlarına bir kötülük geleceğinden endişe
ediyorlardı.
47- Semudoğulları,
Salih'e "Sen ve yanındakiler bize uğursuzluk getirdiniz" dediler. Salih dedi
ki; "Sizin kısmetiniz Allah katında belirlenmiştir. Aslında siz toplum
olarak sınavdan geçiriliyorsunuz. "
Ayetin metninde geçen "Tatayyür" kavramı uğursuzluk
demektir. Bu anlayış, hurafeler ve kuruntular peşinde sürüklendikleri ve
bunlarla imanın netliğine Kavuşamadıkları için cahil, bilinçsiz milletlerin
geleneklerinden biri haline gelmiştir. Bu bilinçsiz insanlar, bir iş yapmak
istediklerinde bir kuşa sığınırlardı. P,u kuşu ürküterek uçurduklarında
kendilerine yol göstereceğine inanıyorlardı. Eğer kuş önce sağ tarafa uçar
sonra sol tarafına dönerse bunu bir müjde olarak kabul eder ve hemen o işi
yapmaya koyulurlardı. Yok eğer kuş önce sol tarafa uçar sonra sağ tarafa
dönerse bunu uğursuzluk olarak değerlendirirlerdi. Ve zarara yol
açabileceğini beklerlerdi. Zavallı kuş gaybı nereden bilecek! kendisine
öğretilen uçma hareketiyle meçhul alemden nasıl haber getirebilir ki? Fakat
insanın ruhu ve duyguları bilemediği, gücünün yetmediği konularda meçhule ve
gaybe dayanmadan yaşayamaz. İnsanlık bu konuları, iman ederek gaybleri
Allah'a havale etmediğinde sınır tanımayan hiç bir bilgiye boyun eğmeyen
içerik itibariyle kesin inanca, gönül huzuruna iletmeyen bu tür kuruntulara
ve hurafelere dayanır gider.
O günden bugüne kadar Allah'a iman etmekten yüz
çeviren, gayb konusunu O'na havale etmeyi kendilerine yediremeyen ve kendi
kanaatlarına göre bilimde belli bir düzeye çıktıklarına inanan, bu nedenle
de din hurafesine dayanmayı kendilerine yakıştırmayanlar... Allah'a, O'nun
dinine ve gayb bilgisine inanmayanlar... Evet işte bunlar 13 rakamına çok
büyük anlam yüklüyorlar. Siyah bir kedinin önlerinden geçmesiyle yollarını
değiştiriyorlar. Bir kibrit çöpünün iki alev çıkararak yanmasına değişik
anlamlar yüklüyorlar... Daha buna benzer nice basit hurafelere dalıyorlar.
Halbuki fıtrat imana susamıştır. Onsuz duramaz. insanın bilimsel bilgilerle
henüz ulaşmadığı bu evrenin pek çok gerçeklerinin yorumlanmasında, bu imana
dayanma gerekliliğini hisseder. Evrenin bazı gerçeklerine insanlık, hiç bir
zaman ulaşamayacaktır. Bunlar yeryüzünde halifelik görevini yapması için
gereken ihtiyaçların dışındadır. İnsan, bu halifeliği yerine getirmek için
Allah tarafından bir takım yetenekler ve güçlerle donatılmıştır!
Hz. Salih'in milleti kuruntu ve hurafe çölünde
sapıklık, bilinçsizlik ve basitlik içinde yüzmelerinin sonucu olan sözler
söylediği zaman Hz. Salih onları imanın aydınlığına, karanlıklardan ve
yanılgılardan uzak olan apaçık iman gerçeğine yöneltmek istemiştir:
"Salih dedi ki; "Sizinle kısmetiniz Allah katında
belirlenmiştir." Nasibiniz, geleceğiniz ve sonunuz Allah'ın katındandır.
Yüce Allah insanlara bazı yasalar belirlemiş, bir takım şeyleri emretmiş ve
onlara apaydınlık yolu açıklamıştır. Kim Allah'ın yasasına uyar, O'nun
gösterdiği yolda yürürse işte o kurtuluşa erip hayırlı olanı yapmıştır.
Artık bundan sonra kuşlara bağlanmaya gerek kalmaz. Kim de yasanın dışına
çıkar, düzgün yoldan ayrılırsa, artık o kötülüğün içine dalmış demektir.
"Aslında siz toplum olarak sınavdan
geçiriliyorsunuz."
Allah'ın nimetleriyle deneneceksiniz. Başınıza gelen
iyilikler ve kötülüklerle sınanacaksınız. Uyanıklık, yasaları düşünmek ve
olayları izleyip bunların arka planında yer alan deneme ve sınamanın
bilincinde olmak işin sonunda iyiliğin gerçekleşmesinin garantisidir. Bazı
hayvanları veya bazı insanları uğursuzluğun ve kötülüğün kaynağı saymak boş
bir anlayıştır. Zira bunların hepsi Allah'ın yarattığı varlıklardır.
İşte bu şekilde, sağlıklı bir inanç sistemi işleri
değerlendirmede insanları netliğe, doğruluğa ve sağduyuya kavuşturur.
Kalpleri sürekli uyanık tutarak meydana gelen olayları düşünmeye iletir. Tüm
bu olayların arka planında Allah'ın elinin olduğunu, meydana gelen hiç bir
şeyin boşuna veya rastlantı sonucu oluşmadığı bilincini insanlara
yerleştirir... Böylece hayatın ve insanın değeri artmış, yükselmiş olur. Bu
şekilde insan, bu gezegen üzerindeki yolculuğunu, etrafını kuşatan bütün bir
evren ile evrenin yaratıcısı, idarecisi ve düzenleyicisi olan Allah
tarafından bu evrene yerleştiren yasalar ile bağını koparmadan hayamı
sürdürme olanağına kavuşmaktadır.
Ne var ki, bu sağlıklı mantığa ancak bozulmamış
kalbler yönelebilir ve onu kabul edebilirler. Artık dönüşü olmayacak
biçimde, sapmış saptırılmış kalpler onu kabul edemezler. Hz. Salih'in
kavminin seçkinlerinden dokuz kişinin de kalbinde ne düzelme ve ne de
düzeltmek. Bu sebeple ona tuzak hazırlayıp karanlıkta ailesiyle beraber onu
öldürmeye yöneldiler.
48- O şehirde,
toplumda sürekli kargaşa çıkaran, hiç bir bozukluğu düzeltmeye yanaşmayan
dokuz tane elebaşı vardı.
49- Bunlar "Bir gece
Salih'in evini basarak kendisini ve ailesini öldürelim, sonra da güvenliğini
üstlenen akrabasını `Onun ailesinin öldürülme olayından haberimiz yok,
kesinlikle doğru söylüyoruz' diyelim " diye aralarında Allah adına and
içtiler.
Bu dokuz kişinin kalpleri bozgunculuk ve bozukluk
ile dolup taşmıştır. Artık orada düzelme ve düzeltme için hiçbir yer
kalmamıştı. Onun için Hz. Salih'in çağrısından ve davasından rahatsız
oldular. Kendi aralarında bir komplo hazırladılar. Hayret ki onlar kötü
olduğu kadar çirkin de olan bu planlarını yaparken birbirlerini Allah'ın
adına yemin etmeye çağırıyorlar! Bu çirkin plan da, kendilerinin sadece
Allah'a kul olmaya çağırmaktan başka suçu olmayan Hz. Salih ve ailesinin
gece karanlığında öldürülmesiydi:
Bunlar "Bir gece Salih'in evini basarak kendisini ve
ailesini öldürelim, sonra da güvenliğini üstlenen akrabasına "O'nun
ailesinin öldürülme olayından haberimiz yok, kesinlikle doğru söylüyoruz'
diyelim" diye aralarında Allah adına and içtiler."Onları karanlıkta
öldürdüler. Onların yok oluşlarını görmediler. Yani karanlık olduğu için onu
görmediler!
Bu yüzeysel bir oyun ve basit bir tuzaktır. Ne var
ki, onlar kendilerini bununla tatmin ediyorlar. Yalanlarının kılıfını
hazırlıyorlar. Onları böyle bir yalana iten sebep Hz. Salih'in ve ailesinin
kan davasını güdecek olan akrabalarından kurtulmaktı. Evet bu tip insanların
doğru sözlü olduklarını lanse etmeye bu kadar özen göstermeleri hayret
vericidir doğrusu! Fakat insanın içi, kalbi saptırmalar ve çelişkilerle
doludur. Özellikle insan doğru yolu çizen imanın aydınlığı ile yolunu
belirlemediğinde bu saplantı ve çelişkiler daha da yoğunlaşır.
Böyle planladılar. Ve bu şekilde tuzak kurdular ama
yüce Allah onları gözetliyordu. O kendilerini gördüğü halde onlar onu
görmüyorlardı. Onlar farkında değilken planlarını biliyor, tuzaklarını
seyrediyordu.
50- Böylece onlar
bir tuzak kurdular. Fakat bizde onlara, farkında olmadıkları bir tuzak
kurduk.
Bu tuzak nere o tuzak nere? Bu plan nerde o plan
nerde? Bu güç nere o güç nere?
Zorba iktidar sahipleri ellerindeki güç ve tuzaklara
ne de çok güvenir, onlarla kendilerini aldatırlar. Ama her şeyden haberdar
olan ve her şeyi gören yüce gözetleyiciden gafildirler. Bütün işlerin
dizginini elinde bulundurup onların hepsini kıskıvrak yakalayan yüce güçten
habersizdirler.
51- Şimdi bak
bakalım, onların tuzaklarının sonu nice oldu? Biz onları ve soydaşlarını hep
birlikte yok ettik.
52- İşte enkaz
yığınına dönüşmüş evleri! .Sebep zalimlikleridir. Hiç kuşkusuz Allah'ın
değişmez yasasını bilenlerin bu olaydan alacakları dersler vardır.
An diye ifade edilen bir zaman dilimi içinde yıkılış
ve yok oluş olup bitiyor. Evler boşalıyor, bütün bir yurt bomboş ve ıpıssız
bir harabeye dönüyor. Halbuki onlar surenin bir önceki ayetinde plan
yapıyor, tuzak kuruyorlardı. Ve tuzaklarını .gerçekleştirmeye güçlerinin
olduğunu sanıyorlar!
Bu olaydan hemen sonra hızlı bir şekilde olayın
sergilenişi anlatımın içinde amaçlı olarak verilmiştir. Ta ki her şeye son
veren kesin ve ani yakalayışın şiddeti ortaya konsun. Kendi güçlerine
aldananlara kudretin yakalayış şiddeti. Kendi tuzaklarının sağlamlığı ile
övünen düzenbazlar karşısında mağlup düşmeyen planlamanın yakalayış şiddeti
sergilensin.
"Hiç kuşkusuz Allah'ın değişmez yasasını bilenlerin
bu olaydan alacakları dersler vardır."
Surenin kıssalardan sonra gelen yorumların üzerine
yoğunlaştığı konu ilimdir.
Kıskıvrak yakalama sahnesinden sonra Allah'dan
korkan ve O'nun ilkelerine aykırı düşmekten sakınan mü'minlerin
kurtuluşundan söz ediliyor.
53- Buna karşılık
mü'minleri ve Allah'ın yasalarını çiğnemekten sakınanları yok olmaktan
kurtardık.
HZ. LUT VE KAVMİ
Kutsi bir hadiste de belirtildiği gibi, Allah'dan
korkan adamı yüce Allah diğer korkulardan korur. O iki korkuyu birden
yaşamaz.
Hz. Lût'un kıssasının bu kesiti özet halinde
veriliyor. Burada kavminin Hz. Lût'u sürgün etmek isteyişleri ortaya
konuyor. Çünkü o, kendilerinin açıkça toplanarak, tanışarak ve anlaşarak
yaptıkları çirkin davranışlara karşı çıkıyor. Kadınları bırakıp erkeklere
gitmekle yüce Allah'ın insanları hatta tüm canlıları kendisi üzerine
yarattığı fıtrata ters düşmelerine, cinsel sapıklığa yönelmelerine göz
yummuyor.
Lût kavminin bu sapıklığı, insanlık tarihinde
meydana gelen akıl almaz olaylardan biridir. Bazan psikolojik hastalıklar
veya geçici bazı durumlar nedeniyle birkaç kişi böyle bir sapıklık içine
düşebilir. Erkekler hem cinslerine gitmeye eğilim gösterebilirler. Bu tür
olaylar çoğunlukla kadınların bulunmadığı, askeri kışlalarda veya cinsel
duyguların baskı altında tutulduğu hapishanelerde meydana gelir... Ama
kadınların varlığına ve onlarla evliliğin kolaylığına rağmen böyle
sapıklıkların bütün bir ülkede yayılıp toplumda gelenek haline gelmesi ile
insan toplulukları tarihinde meydana gelen gerçekten hayret verici bir
olaydır.
Yüce Allah, bir cinsin karşı cinse eğilim duymasını
fıtrata yerleştirmiştir. Zira O, hayatın tamamını iki cinsin çiftleşmesi
ilkesi üzerine kurmuştur. Yüce Allah buyuruyor ki, "Toprağın yetiştirdiği
bitkileri, kendilerini ve daha bilmedikleri nice canlıların tümü çiftler
halinde yaratan Allah noksanlıklardan münezzehtir.(Yasin Suresi, 36)
Bitkilerden tutun da, insanlara hatta insanların bilmediği pek çok
yaratıklara varıncaya kadar bütün canlıları çift olarak yaratmıştır. Çift
olma özelliği sadece canlıların değil bütün bir evrenin oluşumunda köklü bir
özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Atomun kendisi bile elektronlardan ve
nötronlardan oluşmaktadır. Yani artı yüklü ve eksi yüklü elektronlardan
meydan gelmektedir. Atom ise, şu ana kadar keşfedilen ve bütün yaratıklarda
bulunan en küçük birimdir.
Nereden bakarsak bakalım, değişmeyen gerçek,
canlıların çift olma ilkesine dayandığıdır. Hatta dişi-erkek cinsleri
bulunmayan varlıkların bile dişilik ve erkeklik hücreleri kendi bünyelerinde
ve onlar da bu hücrelerin buluşması ile çoğalmaktadır.
Yaradılış yasasında çift olma hayatın ilkesi
olduğundan yüce Allah iki eş arasındaki çekiciliği, cazibeyi fıtrata
yerleştirmiştir. Öyle ki bu çekim için ayrıca bir eğitime gerek yok.
Düşünmeye bağlı değil. Bunu da, hayatın fıtrattaki itici gücü ile yoluna
devamını kolaylaştırmak için yapmıştır. Canlılar , fıtratın İsteklerini
gerçekleştirmekten zevk alırlar. Planlayıcı, kudret sahibi olan Allah da
onların bünyelerine yerleştirdiği zevklerin ötesinde dilediğini
gerçekleştirir. Hem de onlar farkında olmadan ve başkasının yönlendirmesine
ihtiyaç duymadan. Yüce Allah, kadınların organları ile erkeklerin
organlarını, her iki tarafın eğilimlerini bu iki cinsin buluşarak zevk
alacakları biçimde yaratmıştır. İki erkeğin organların da ve eğilimlerinde
ise böyle bir şey yoktur.
Bu nedenle hiçbir zorlayıcılığı olmadığı halde
toplumun, fıtri zorunluluğun dışında bir yön tutturması, Lût kavmi örneğinde
olduğu gibi, toplu haldeki fıtri bozulmanın akıl almaz bir örneğidir.
Hz. Lût, işte böyle bir tepki ve şaşkınlık ile
toplumunun bu çirkin sapmasına karşı koymuştur!
54- Lut'u da
peygamber olarak gönderdik. Hani O, soydaşlarına şöyle demişti: "Sizler,
normal cinsel ilişki düzenine ters düştüğünüze göre ve birbirlerinizin
gözleri önünde o iğrenç işi yapıyorsunuz, öyle mi?"
55- ",Siz kadınları
bırakıp erkeklerle cinsel ilişkide bulunuyorsunuz öyle mi? Aslında sizler
her türlü bilgiden yoksun, beyinsiz bir toplumsunuz. "
Birinci seslenişinde onların bu çirkin işe
bulaşmalarına hayret etmektedir. Zira onlar bütün türleri ve cinsleriyle
hayatın, fıtrata uygun biçimde akıp gittiğini görüyorlar. Hayatın ve
canlıların içinde sadece kendileri bu fıtrata ters düşmektedirler. İkinci
ifadenin de bu çirkin işin yapısını, tabiatını açıklamaktadır. Sadece onun
üzerindeki perdeyi kaldırıp açmak bile bu sapıklığın, insanlığın ve fıtratın
yasasına ters olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Sonra onları cahilliğin her
iki anlamı ile damgalamaktadır. Bilgisizlik anlamındaki cahillik.
Beyinsizlik ve aptallık anlamındaki cahillik... Bu çirkin sapmada,
cahilliğin her iki anlamını çakıştırmaktadır. Fıtratın mantığını kavramayan
biri her şeyde cahildir. Hiçbir şeyi bilemez. Fıtrattan bu kadar sapan biri
beyinsizdir, aptaldır, bütün hakları çiğneyen azgın biridir!
Peki Hz. Lût'un sapıklığa karşı bu tepkisine ve
düzgün fıtratın doğrultusunda onları yönlendirmek isteyişine toplumun
karşılığı ne oldu?
Çok kısa cevap vermişlerdi. Hz. Lût'un ve O'nun
çağrısına kulak verenleri, iffetlerini koruyan insanlar olmaları nedeniyle,
sürgün etmek istediler! Bunlar da Hz. Lût'un -eşi dışındaki- ailesiydi.
56- Soydaşlarının
tek cevabı birbirlerine şöyle demeleri oldu: "Lut'un yakınlarını şehrinizden
çıkarınız, çünkü onlar temizliğe pek meraklı kimselermiş! "
Onların bu sözleri, bu iğrenç ve pis işten arınmayı
küçümsemelerinden Kaynaklanmış olabilir. Bu pis işten uzaklaşmamaları,
arınmaya karşı gelişlerinden de kaynaklanmış olabilir. Onların fıtratları
bozulduğu için bu sapık eğilimlerin iğrençliğini bile fark edemez
olmuşlardı. İffetli ve namuslu bir hayat yaşamak kendilerine zor geldiği
için de böyle söylemiş olabilirler! Zira iffetli hayat onların bu tür
sapıklıklarından vazgeçmelerini, dönüş yapmalarını gerektiriyordu.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, onlar yapmak
istediklerini yaptılar ve işlerine devam edip sözbirliği yaptılar. Ne var
ki, Allah onların yapmak istediklerinin tersini dilemişti.
57- Lût'u ve eşi
dışındaki yakınlarını kurtardık. Eşinin ise geride kalarak yok olmasını
kararlaştırdık.
58- Onların
başlarına müthiş bir yağmur yağdırdık. Uyarıları umursamayanların başlarına
yağan yağmur ne fenadır!
Burada, başka sureler de detaylarıyla verilen yok
edici yağmura daha fazla değinilmiyor. Biz de surenin anlatım üslubuna
paralel olarak bu kadarcık bir yorumla yetiniyoruz.
Fakat şu da var ki, Lût toplumunun yok edilişinde
diriltici, yeşertici bir etken olan yağmurun sevilmesinde bir hikmet
olduğunu düşünüyoruz. Bu düşünce, yüce Allah'ın bu planına ilişkin bir
tahminden öteye geçmese de, biz burada, Lût kavminin hayatın özü ve bereketi
olan hayat suyunu -erkeğin özsuyunu yerinde kullanmamaları ile onları yok
eden bu yağmur arasında bir ilişki olduğunu düşünüyoruz... Yüce Allah sözünü
ve onunla neyi ifade etmek istediğini, yasalarını ve planlarını en iyi
bilendir.
Hz. Musa, Hz. Davut, Hz. Süleyman, Hz. Salih ve Hz.
Lût'un -selâm hepsinin üzerine olsun- kıssalarından seçilen bölümlerin
sergilenmesinden sonra bu önümüzdeki ders ile Neml suresi sona eriyor. Bu
son, konusu açısından, surenin girişi ile ilgilidir. Onunla sağlam bağları
vardır. Surenin başlangıcı ile sonu arasında yer alan hikâyelerde tam bir
uyum içindedir. Her kıssa surenin bir bütün olarak ortaya koyduğu amacın
belli bir kesitini ele almaktadır.
Bu ders, Allah'a övgülerde bulunarak, O'nun Nebiler
ve Resuller gibi seçkin kullarını selamlayarak başlıyor. Nitekim daha önce
hikâyeleri anlatılan peygamberler de Allah'ın bu seçkin kulları arasında yer
almaktadırlar. Bu övgü ve bu selam ile inanç temellerine ilişkin bir
gezintiye geçilmektedir. Evrenin sahnelerinde, insanın iç aleminin
derinliklerinde gayb olaylarının kuytu köşelerinde, kıyamet alametlerinde,
kıyamet sahnelerinde, yüce Allah'ın korudukları dışında yerde ve gökte
bulunan herkesi ürperten mahşer ahvalinde gerçekleşen bir gezintidir bu.
Bu gezinti esnasında onları kainat sayfasında ve
insanın iç aleminde bulunan sahneler önünde durdurur. Onlar da bu apaçık
gerçeklerin ne varlığını inkar edebilirler ne de onları başka biçimde
yorumlayabilirler. Üstün güç ve idare sahibi tek yaratıcının varlığına
teslim olmaktan başka çareleri kalmaz.
Bu sahnelerin sergilenişi etkili vurgular içinde
birbirini izler. Bütün deliller aleyhlerine döner, bütün duygular onları
kuşatır. Onlara ard arda sorular sor-mayà devam eder. "Gökleri ve yeri kim
yaratmıştır? Kim gökten yağmur indirip onunla şen bahçeler yetiştirmenizi
sağlamıştır? Kim yeryüzünü bir yerleşim bölgesi kılmış, arasına nehirler
serpiştirmiş, dağlar yerleştirmiş ve iki deniz arasına perde koymuştur?
Sıkıntıya düşenin niyazda bulunduğu sırada yardımına koşan, kötü şartları
bertaraf eden kimdir? Sizi yeryüzünün halifesi kılan kimdir? Karanın ve
denizin karanlıklarında size yol gösteren kimdir? Rahmetinin (yağmurun,
yağışın) önünden bir müjdeleyici olarak rüzgârları gönderen kimdir? İlk
yaratan ve sonra yeniden diriltecek olan kimdir? Gökten ve yerden size rızk
gönderen kimdir? Her defasında onların beyinlerine vuruyor. "Allah ile
beraber başka bir ilah mı var? Onlar böyle bir iddiada bulunma imkanına
sahip değiller. Allah ile birlikte bütün bu işlerde az da olsa etkili olan
başka bir ilah var diyemiyorlar. Ama yine de Allah'ın dışında başka ilahlara
tapıyorlar!
Yürekleri ağızlara getiren bu güçlü dokunuşlardan
sonra onların ahireti yalanlamaları, bu konuda ulu orta tartışmaları
anlatılıyor. Bundan sonra da onların kalplerini daha önceleri kendileri gibi
ilahi mesajı yalan sayan ve ulu orta tartışanların sonlarına yöneltip
dikkatlerini çeken bir yorum yer alıyor. Bu dokunuşlar, onların etrafını
kuşatan varlık alemini dolduran evrensel veya kalplerinde hissettikleri
vicdani dokunuşlar oldukları için kalplerini titretmektedir.
Bunlar özetlendikten sonra mahşer sahnesine, oradaki
korku ve ürpertiye geçilmektedir. Tekrar bir çırpıda onları yeryüzüne
getiriyor. Sonra yine onları Mahşer sahnesine döndürüyor. Sanki onların
kalplerini tutup sarsıyor, tir tir titretiyor.
Gezintinin sonunda sonuç bölümü yer alıyor. Bu
etkisi ve ürkütücülüğü açısından son dokunuşa benziyor... Hz. Peygamber
ahireti yalanlayan, Allah'ın cezasını alaya alan müşriklerin işinden elini
eteğini çekiyor. Çünkü onların kalpleri evrenin sahnelerine, mahşerin
korkunç hallerine, Allah'ın mesajını dinleyenler ile O'na karşı gelenlerin
sonlarına yöneltilmiş bulunmaktadır. Onları tercih ettikleri yolun
akıbetleri ile başbaşa bırakıyor. Programını, yolunu ve yöntemlerini
sunuyor. Artık dileyen tercihini yapar:
"Ey Muhammed de ki; `Bana sırf bu şehrin Rabb'ine
kulluk etmem emredildi. O bu şehri dokunulmaz kıldı. Her şey O'nundur. Bana
O'nun buyruğuna boyun eğenlerin ilki olmam emredildi."
"Bana bir de Kur'an okumam emredildi. Kim doğru yola
gelirse kendi iyiliği için doğru yola gelmiş olur. Kim eğri yola saparsa de
ki: Ben sadece bir uyarıcıyım." (Neml Suresi, 91-92)
Bu gezinti başladığı gibi Allah'a övgüde bulunarak
noktalanıyor. Zaten övgüye layık olan da sadece O'dur. Onları Allah'a havale
ediyor, ayetlerini gösteren ve gizli açık tüm işlerden haberi olan Allah'a
"De ki; "Hamd Allah'a mahsustur. O ilerde size
ayetlerini gösterecek siz de onları tanıyacaksınız. Rabb'in onların
yaptıkları işlerden kesinlikle habersiz değildir." (Neml Suresi, 93)
59- Ey Muhammed de
ki; "Allah'a hamd ve seçtiği kullarına da selâm olsun. Allah mı daha iyidir,
yoksa onların Allah'a ortak koştukları düzmece ilahlar mı?
Yüce Allah kendi elçisine -salât ve selâm üzerine
olsun- bir mü'minin konuşmasına, çağrısına ve tartışmasına başladığı"bir söz
ile meseleye girmesini ve ine aynı söz ile sözünü bitirmesini istiyor. Ey
Muhammed de ki Allah a hamd." Verdiği nimetlere karşı kullarının hamd
etmesini, gerçekten layık olan Allah'a hamd olsun. Allah'ın başta gelen
nimeti, onlara kendisini buldurması, tercih ettiği yolunu göstermesi, razı
olduğu programına ulaştırmasıdır. "Seçtiği kullarına da selâm olsun" Onun
mesajını getirdikleri, çağrısını bize ulaştırdıkları ve programını
açıkladıkları için.
Bu girişten sonra Allah'ın ayetlerini inkar eden
kalplere yönelik dokunuşlar başlıyor. Tek bir cevaptan başka karşılığı
olmayan bir soru ile başlıyor. Bu sahte ilahları Allah'a ortak koşmalarını
bu soru ile eleştiriyor.
"Allah mı daha iyidir, yoksa onların Allah'a ortak
koştukları düzmece ilahlar mı?"
Putlar, heykeller, cinler, melekleri ve yahut
Allah'ın herhangi başka bir yaratığını ortak koşmuş olmaları fark etmez.
Bunların hiçbiri değil yüce Allah dan daha iyi olmak, O'nun eşi benzeri
olmaktan bile çok uzaktır. O'nun seviyesine asla ulaşamaz. Bunlar ile yüce
Allah arasında karşılaştırma yapıp bir yakınlık düşünmek, aklı başında
hiçbir insanın harcı değildir. Bu nedenle bu soru bu şekilde ortaya konuyor.
Sanki bu katıksız bir aşağılama, yalın bir azar-lamadır. Zira böyle bir
soruyu ciddi biçimde sormak veya onun cevabını istemek mümkün değildir.
Bu nedenle hemen ardından etraflarını kuşatan,
gözleriyle gördükleri evrenin sahnelerinden alınmış başka bir soruya
geçiliyor:
60- (Bu düzmece
ilahlar mı daha iyi) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren
Allah mı? Biz o su sayesinde bir tek ağacını bile bitirmeye gücünüzün
yetmeyeceği alımlı bahçeler bitirdik. Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mı
var? Aslında onlar gerçekten sapan bir toplumdurlar.
Yeryüzü ve gökler apaçık ortada duran birer
gerçektir. Hiç kimse onların varlığını inkar edemez. Yine hiç kimse onların
bu sahte tanrılar tarafından yaratıldığını iddia edemez... Bunlar heykeller,
putlar, melekler, şeytanlar, güneş ya da ay olsun fark etmez. Apaçık gerçek
bu iddianın yüzüne şamarını indirmektedir. Müşriklerden hiçbiri de bu koca
evrenin kendi kendine ayakta durduğuna, kendiliğinden yaratıldığına
inanmıyordu... Son asırlarda bu tür saçma iddialara inananlara rastlamak
mümkünse de o sırada böyle iddia sahibi insanlar yoktu. Bu nedenle sırf
gökler in ve yerin varlığını hatırlatma, düşünceyi onları kim yarattı diye
yönlendirme bile susturmak, şirki etkisiz hale getirmek ve müşriklerin
delillerini çürütmek için yeterli oluyordu. Şimdi de onlara yöneltilen bu
soru geçerliliğini korumaktadır. Zira belli bir amaca yönelik olarak
yaratıldığını, belli bir plana göre idare edildiği, boşalma ve rastlantı ile
oluşması mümkün olmayan sınırsız ahengin sergilendiği yer ve göğün
yaratılışı, tek başına eşsiz yaratıcının varlığını kabul etmeyi zorunlu
kılmaktadır. Zaten bu yaratıcının eşsizliği eserleri ile kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır. Bu eserler, bu evrenin öz itibariyle bir olduğunu,
birimleri arasında bir ahengin bulunduğunu, tabiatında (yapısında) ve
yönelişinde herhangi bir değişiklik bulunmadığını ifade etmektedirler.
Dolayısıyla bu eserlerin tek bir iradeden kaynaklanmış olmaları gerekir.
Birkaç iradeden değil. Her şeyi bilen ve belli bir amaca göre yaratan, büyük
küçük hiçbir şeyi belli amacının dışında bırakmayan bir irade.
Gökten inen su da, inkarı mümkün olmayan göz
önündeki bir gerçektir. Yaratıcı, idare edici birinin varlığını kabul
etmeden onu açıklamak çok zordur. Gökleri ve yeri bu yasaya uygun biçimde
yaratan kudret sahibidir. Yağmurun bu ölçüde yağmasını sağlayan, yağmurun
hayatı meydana getirmesini, bu ölçülere göre ulaşmasını meydana getiren.
Bunların hepsinin rastlantı ile meydana gelmeleri, bu rastlantıların bu
kadar ince hesaplarla düzenlenmesi, bu kadar sağlam ölçülerle planlanması,
canlıların özellikle de insanın ihtiyaçlarına karşılık verecek şekilde
yaratılması mümkün değildir. Nitekim Kur'an-ı Kerim insanın bu özel konumuna
şu cümle ile dikkat çekmektedir: "Gökten size su indiren." Kur'an insanların
kalplerini ve gözlerini onların hayatlarındaki ihtiyaçlarına uygun biçimde
indirilen bu suyun hayat verici etkilerine yöneltir. Varlıklarını,
ihtiyaçların ve zaruri gereksinimlerini karşılayacak biçimde ayarlanan bu
suyun gözler önündeki hayat verici etkilerine, kalplerini ve gözlerini
yönelterek bu konudaki aldırmazlıklarını önlemeye çalışır.
"Biz o su sayesinde bir tek ağacını bile bitirmeye
gücünüzün yetmeyeceği alımlı bahçeler bitirdik."
Güzel, hayat dolu, ferahlandıran olgunlaşmış şen
bahçeler. Bahçelerin manzaraları insanın kalbine şenlik, dirlik ve canlılık
getirir. Bahçeler tarafından oluşturulan bu şen, canlı ve olgun güzelliğin
üzerinde düşünülmesi bile kalpleri diriltmeye yeter. Bahçelerdeki eşsiz
yaratmanın eserleri üzerinde düşünmek bu hayret verici güzelliği ortaya
koyan sanatları takdir etmeyi garanti eder. Tek bir çiçeğin rengini ve
ahengini vermek bile insanların en büyük sanat ustalarını aciz bırakır. Bir
tek renkleri ve tonlarını belirlemek, çizgilerini içiçe yerleştirmek ve
yapraklarını düzenlemek klasik ve modern bütün sanat dahilerinin
ulaşamayacağı gerçek bir mucizedir, ağaçta gelişen hayat mucizesi bir tarafa
dursun, şimdilik zaten hayat olgusu insanlığın anlamaktan aciz kaldığı en
büyük sır olma niteliğini korumaktadır.
"Bir tek ağacını bile bitirmeye gücünüz yetmeyeceği"
Hayatın sırrı, önceden olduğu kadar şimdi de bize
kapalıdır. Bitkide, hayvanda ve insanda hayat hep sır olarak kalmıştır.
Şimdiye kadar hiç kimse bu hayatın nereden ve nasıl geçtiğini sağlıklı bir
biçimde açıklamamıştır. Öyleyse onu açıklamak içici gözle görülen bu evrenin
ötesinde bir kaynağa başvurmak gerekmektedir. Şen bahçelerde gelişen hayatın
önünde bu kadar durup irkilme, araştırma, düşünme ve değerlendirmeyi
harekete geçirme noktasına ulaştığında hitap bir soru ile kendilerine
yöneliyor.
Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mı var?
Böyle bir iddianın asla yeri yok. Onu kabul edip
boyun eğmekten başka kurtuluş yolu da yok... Burada toplumun tutumu ilginç
ve hayret vericidir. Çünkü onlar sahte tanrılarını Allah ile bir
tutuyorlar... Allah'a tapar gibi onlara tapıyorlar."Aslında onlar gerçekten
sapan bir toplumdurlar." Ayeti kerimede geçen "ya'dilun" kavramının anlamı
ya "eşit,tutuluyorlar yani, sahte tanrılarını Allah ile bir tutuyorlar ya da
sapıyorlar yani apaçık ve net olan gerçekten sapıyorlar. İbadette başkasını
Allah'a ortak koşmakla sapıyorlar. Halbuki O yaratanda kimsenin kendisine
ortak olmadığı tek yaratıcıdır. Her iki eylem de hayret verici ve eşsiz
birer gerçektir!
Sonra onları başka bir evrensel gerçek ile yüzyüze
getiriyor. İlk yaratma gerçeği ile karşı karşıya getirdiği gibi bu gerçekle
de yüz yüze getiriyor onları.
61- Bu düzmece
ilahlar mı daha iyi yoksa dünyayı dengeli bir yaşama alanı yapan, kara
parçaları üzerindeki nehirler akıtan, yeryüzünde köklü dağlar yükselten ve
farklı yoğunluktaki iki deniz arasına set koyan Allah mı?
İlk evrensel gerçek, göklerin ve yerin yaratılması
gerçeğiydi. Bu gerçek ise, yeryüzünün yaratılış şekline ilişkin bir
gerçektir. Yüce Allah yeryüzünü hayatın merkezi kılmıştır. Her şeyi yerli
yerine oturtulmuş, uyumlu düzenlenmiş ve uygun yaratılmıştır. Burada hayatın
oluşması, gelişmesi ve çoğalması için şartlar uygun hale getirilmiştir. Eğer
dünyanın Güneşe veya Ay'a uzaklığı değişse, şekil başka biçimde olsa hacmi
ile kendisini oluşturan elementler veya kendisini kuşatan atmosferdeki
elementler değişse, kendi ekseni etrafında dönme hızı, Güneş etrafında dönme
hızı, Ay'ın etrafında dönme hızı daha buna benzer rastlantı eseri meydana
gelmesi ve bu kadar olağanüstü bir uyumun oluşması imkansız olan pek çok
oluşumlar... Evet bütün bu şartların herhangi birinde en ufak bir değişiklik
olsa, yeryüzü hayat için uygun bir yerleşim bölgesi olmazdı.
Kur'an-ı Kerim'in o zamanki muhatapları belki de
"Yoksa dünyayı yaşama alanı yapan Allah mı?" ayetinin bu hayret verici
hareketini ve durumunu henüz bilmiyor ve anlamıyorlardı. Ama ana hatları ile
yeryüzünün hayat için en uygun ortam olduğunu görüyorlardı. Ayrıca kendi
tanrılarından hiçbirinin yeryüzünün bu şekilde yaratılmasında ortak bir
katkısı olduğunu iddia etmeleri mümkün değildi. Bu kadarını anlamaları
yeterliydi. Ayet bunların ötesinde sonradan gelecek kuşaklara açık
bulunuyordu. İnsanlığın bu alanlara ilişkin bilimi genişledikçe, nesiller
boyunca devam eden ve sürekli yenilenen (yeniden tecelli eden) geniş
anlamından bir şeyler daha anlamaya başlamıştır. İşte bu da, Kur'an-ı
Kerim'in geçen zamanlara rağmen tüm akıllara kılavuzluk etmekle gerçekle-şen
mucizesidir!
"Yoksa dünyayı dengeli bir yaşama alanı yapan, kara
parçaları üzerinde nebimler akıtan, yeryüzünde köklü dağlar yükselten ve
farklı yoğunluktaki iki deniz arasına set koyan Allah mı?
Yeryüzündeki nehirler hayatın şah (can)
damarlarıdır. Doğudan, batıya kuzeyden güneye yayılır giderler.
Akıp giderken yanlarından hayat, bolluk ve bereket
götürürler. Nehirler, yağmur sularının toplanması ve yeryüzü şekillerine
göre belli bir tarafa doğru akmaya başlaması ile oluşurlar. Bu evreni
yaratan Allah, onun özünde bulutların oluşması, yağmurun yağması ve
nehirlerin akması için gereken şartları oluş-turan zatın kendisidir. Hiç
kimse yaratıcı ve idare edici Allah'ın dışında başka birinin evrenin bu
şekilde yaratılışına katkıda bulunduğunu, müşriklerin gözleri önündeki birer
somut gerçek olan bu nehirleri oluşturmada yardımcı olduğunu söyleyemez.
Peki bu gerçeği yaratan, yoktan var eden kimdir? Allah'ın yanı sıra başka
bir ilah mı var?
"Yeryüzünde köklü dağlar yükselten."
Ayeti kerimede geçen "Revasi" kavramı dağlar
demektir. Dağlar yeryüzünde sağlam biçimde yerleştirilmiş sabit kütlelerdir.
Bunlar genellikle nehirlerin kaynaklarını da oluştururlar, yağmurun suları
onlardan vadilere doğru süzülüp gider. Yüksek dağların zirvelerinden sert ve
kuvvetli biçimde kaynayıp geldiği için bu sular vadilerin yataklarını yarıp
geçerler.
Kur'an'ın burada sergilediği evren sahnesinde sağlam
dağlar akıp-giden nehirleri karşılamaktadır. Kur'an'ın ifade tarzında
betimlenen bir birleriyle uyum ve ahengi hep göz önünde bulundurulur. İşte
bu sahne de söz konusu olağanüstü bütünleyişin örneklerinden biridir. Bu
nedenle nehirlerden hemen sonra dağlardan söz edilmektedir.
"Farklı yoğunluktaki iki deniz arasına set koyan
Allah mı?
Deniz suyu tuzlu ve acıdır. Nehir suyu tatlı ve
lezzetlidir. Ayeti kerime her ikisini de genelleme yoluyla deniz diye
adlandırmaktadır. Zira her ikisinin de ortak maddesi budur. Buradaki engel
genellikle doğal olan engeldir. Yani denizin nehrin yatağına geçerek onun
suyunu bozamamasıdır. Zira nehrin yatağı denizin yüzeyinden yüksekte olur.
İşte her ikisinin birbirine karışmasını önleyen engel de budur. Nehirler
denizlere dökülmelerine rağmen nehrin yatağı denizden bağımsız kalır. Deniz
orayı kaplayamaz. Herhangi bir nedenle nehrin yüzeyi denizin yüzeyinden daha
alçak duruma düşse bile, bu engel, nehir suyuna oranla deniz suyunun
yapısındaki yoğunluk nedeniyle iki su arasındaki engel devam eder. Nehir,
suyu hafif, deniz suyu daha ağır olduğundan her ikisinin kaynağı birbirinden
farklı olup karışmaz. Bu da yüce Allah'ın bu evrenin yaradılışında ve öz
olarak onu böyle dakik biçimde düzenlemesinde yerleştirdiği yasalardan
biridir.
Bütün bunları yapan kimdir? Kimdir bu olağanüstü güç
Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mı var?Hiç kimse böyle bir iddiada
bulanamaz. İnsanın önünde duran maddenin özündeki birlik unum, yaratıcının
birliğini kabul etmesini zorunlu kılar. Aslında onların çoğunluğu her türlü
bilgiden yoksundur. "Aslında onların çoğunluğu her türlü bilgiden
yoksundur."
Burada ilimden söz ediliyor. Zira bu evrensel
gerçeği kavrayabilmek için bilgiye ihtiyaç duyar. Ancak bilgi ile ondaki
sanat ve uygunluk takdir edilebilir. Onu idare eden yasayı ve sistemi
düşünébilme olanağı verir. Ayrıca bu surenin bütünüyle üzerinde yoğunlaştığı
konu ilimdir. (Nitekim önceki cüzde surenin tanıtım yazısında bu noktaya
dikkat çekmiştik)
Sonra onları evrenin sahnelerinden kendi öz
benliklerine yöneltiyor.
İÇ ALEMLERE İNCE
DOKUNUŞLAR
62- (Bu düzmece
ilahlar mı daha iyi) yoksa sıkıntıya düşene, kendisine yalvardığı takdirde
cevap vererek sıkıntısını gideren ve sizi ardarda gelen kuşaklar halinde
yeryüzüne egemen kılan Allah mı? Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mı var?
Ne kadar kıt düşüncelisiniz
Böylece onların gerçek durumlarını ve iç alemlerinin
giriş-çıkışlarını hatırlatarak vicdanlarına dokunuyor.
Sıkıntı ve musibet zamanlarında darda kalan insan bu
belayı ve sıkıntıyı bertaraf etmesi için Allah'ın dışında başka bir sığınak
bulamaz. Bu hal, insanın sınırlarının daraldığı, boğazın sıkıldığı, güçlerin
etkisiz duruma düştüğü, dayanakların devrildiği, insanın etrafına bakındığı
halde kendisini yardımın vasıtalarından ve kurtuluşun nedenlerinden
soyutlanmış halde gördüğü, ne kendisinin ne de yeryüzünde başka bir kuvvetin
bir fayda sağlayamadığı, sıkıntı zamanı için hazırladığı her şeyinin eriyip
gittiği veya kendisini yalnız bıraktığı, felaket anında yardımını umduğu
herkesin kendisini tanımazlıktan geldiği veya sırtını döndüğü... Şartların
halidir. Bu zaman diliminde fıtrat uyanır, yardıma ve kurtarmaya gücü yeten
biricik kuvvete sığınır. Bolluk ve rahat zamanlarında Allah'ı unutmuş da
olsa, bu sırada O'na yönelir. Çünkü niyazda bulunduğunda dara düşene yardım
eden O'dur. Yalnız O'dur. Başkası değil. Yakarışı kabul eden ve belayı
başından savan, onu güvene ve huzura kavuşturan O'dur. Boğazını sıkan
sıkıntıdan da kurtaran O'dur
İnsanlar bolluk zamanlarında ve gaflet dönemlerinde
bu gerçekten habersiz yaşarlar. Bu gerçekten habersiz olarak yeryüzünün
basit-değersiz güçlerinin birinden kuvvet, yardım alma ve onların himayesine
girmeye çalışırlar. Yalnız dara düştüklerinde, başlarına bir bela geldiğinde
ise, fıtratlarının üzerini kapla-yan gaflet perdesi yırtılır. Rabb'lerine
dönüp yönelirler. Daha önceleri gaflet içinde olup büyüklük taslamış olsalar
dahi, O'na içtenlikle yalvarırlar.
Kur'an-ı Kerim büyüklük taslayan inkarcıları
fıtratlarında gizli olan bu gerçekle yüzyüze getiriyor. Bu gerçeği, daha
önce sıraladığı evrensel gerçekler sırasında ele alıyor. Göklerin ve yerin
yaratılışı, gökten yağmurun yağması, güzelim bahçelerin yetiştirilmesi,
yeryüzünün bir yerleşim alanı yapılmasına dağların yükseltilmesi, nehirlerin
akıtılması, iki denizin arasına bir engelin konması gerçeklerinin yanında
düşen insanın Allah'a sığınması, başkasının değil, sadece yüce Allah'ın
O'nun niyazını kabul etmesi gerçeği de ele alınıyor. Demek ki, bu da önceki
büyük gerçekler gibi önemli bir gerçektir. Bu gerçeklerin bir kısmı dış
dünyada bir kısmı insanların iç aleminde olmakla birlikte hepsi de aynı
döneme sahip gerçeklerdir.
Hayatlarında yer alan bir gerçekle onların
duygularına dokunmaya devam ediyor: "Sizi ardarda gelen kuşaklar halinde
yeryüzüne egemen kılan Allah mı?" İlk önce onların insanlık cinsini
yeryüzüne yerleştiren, kuşak kuşak, nesil nesil varlıklarını sürdüren,
yeryüzü yurdunda kendilerini halife kılıp birbirlerine mirasçı kılan yüce
Allah değil mi?
Onları bu yeryüzünde varlıklarını sürdürmelerine
imkan sağlayan, yasalara uygun biçimde yaratan bu yeryüzünde halifelik
görevini yerine getirebilecek güçler ve yeteneklerle donatan, onları bu
kapsamlı göreve hazırlayan Allah değil mi?
Bu yasalar sayesinde yeryüzü onlara bir yerleşim
bölgesi kılınmıştı. Evrenin tamamı birbiriyle uyumlu ve ahenkli hale
gelmiştir. Böylece yeryüzünde hayat için gereken bütün şartlar ve
uygunluklar bir araya getirilmiştir. Bu evrenin özünde ve ahenginde zorunlu
olan pek çok şartlardan sadece bir tanesi ihlal edildiğinde bu yeryüzünde
hayatın varlığı imkansız hale gelir.
Ve nihayetinde ölüm ve hayatı belirleyen ve bunu
nesiller boyunca sürdüren Allah değil mi? Eğer önceki insanların tamamı
yaşasaydı, yeryüzü onlara ve sonrakilere dar gelirdi. Hayatın, uygarlığın ve
düşüncenin gelişimi sekteye uğrardı. Zira ancak nesillerin yenilenmesi ile
düşünceler deneyimler ve çalışmalar yenilenebilir. Öncekiler ile sonrakiler
arasında bir çatışma çıkmadan hayatın evrelerinin yenilenmesi mümkün
olmamaktadır. Ancak öncekiler ile sonrakiler arasında düşünce ve bilinç
alanında bir çatışma olması kaçınılmaz bir durumdur. Eğer önceki insanlar
hep hayatta olsalardı, çatışma ve çelişkiler çok geniş alanlara yayılacaktı!
İleriye doğru atılan hayat kervanı yolundan alı konacaktı!
Bunların hepsi insanın içindeki gerçeklerdir. Bunlar
da tıpkı çevresindeki gerçekler gibi birer olgudur.
"Allah'ın yanı sıra başka bir ilâh mı var?"
Onlar insanın iç aleminin derinliklerin ve hayatın
içinde birer realite olarak gözlenen bu gerçekleri unutuyorlar ve onları
hesaba katmıyorlar.
"Ne kadar kıt düşüncelisiniz."
Eğer insan buna benzer gerçekleri hatırlayabilirse,
fıtratın başta gelen bağı ile sürekli Allah'a bağlılığını sürdürür.
Rabb'inden habersiz yaşamaz. Kimseyi O'na ortak koşmaz.
EVRENİN ŞAHİTLİĞİ
Sonra surenin akışı içinde, insanın hayatında bu
gezegen üzerindeki çalışmalarında ve inkar edilmesi mümkün olmayan
gözlemlerinde somutlaşan başka bazı gerçekler de ele alınmaktadır.
63- (Bu düzmece
ilâhlar mı daha iyi) yoksa karaların ve denizlerin karanlıkları içinde size
yolunuzu bulduran, rahmetinin önünden rüzgârları müjde habercisi olarak
gönderen Allah mı? Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mı var? Allah, onların
kendisine koştukları ortaklardan münezzehtir.
İlk olarak bu Kuran'la muhatap olanlar da dahil
olmak üzere bütün insanlar yolculuklarında, karada ve denizdeki geniş
yollardan geçip giderler. Deneyimlerinde karanın ve denizin sırlarını, gizli
yönlerini tesbit edip anlarlar... Sonra bunlar yollarını çıkarırlar. "Onlara
yol gösteren kim? Bünyelerine bu anlama ve kavrama güçlerini yerleştiren
kim? Onlara yıldızlar, aletler ve işaretlerle yollarını bulma gücü veren
kim? Onların fıtratını bu evrenin fıtratına bağlayan enerjilerini evrenin
sırlarına yönelten kim? Kulaklarına sesleri işitme gücü veren kim? Gözlerine
ışıkları alıp görme gücünü veren kim? Duyu organlarına diğer varlıkları
algılama gücü veren kim? Sonra akıl veya kalp diye adlandırılan anlama
gücünü onlara veren böylece anladıkları her şeyden yararlanmalarını,
duyuların ve ilhamların deneyimlerini kullanmayı sağlayan kim?
"Allah'ın yanı sıra başka bir ilâh mı var?"
"Rahmetinin önünde rüzgârları müjde habercisi olarak gönderen Allah mı?"
Rüzgârlar evrenin yaratılış özüne bağlıdırlar.
Onların oluşman konusunda coğrafi ve astronomik açıdan ne kadar sebep ileri
sürersek sürelim, bu onların böyle bir biçimde düzenlemeleri, bu şekilde
esmeleri, bulutları bir yerden başka bir yere götürmeleri, içinde Allah'ın
rahmetinin gerçekleştiği ve hayatın temel şartı olan yağmurun gelişini
müjdelemeleri ile rüzgârlar bu evrenin temel yasasına bağlıdır.
Öyleyse evreni bu şekilde yaratan, rahmetinden önce
bir müjde olarak rüzgârları gönderen kim? Evet kim?
"Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mı var? Allah
onların kendisine koştukları ortaklardan münezzehtir."
Bu dokunuşlar, meydan okuyup ve delillerin
çürütülmesine yönelik bir soru ile noktalanıyor. Bu sırada yaratılışları,
tekrar dirilişleri ve yer ile gökten kendilerine bol bol rızk gönderilmesi
ile ilgilidir.
64- (Bu düzmece
ilahlar mı daha iyi) yoksa canlıları ilk kez yaratan ve ölüleri yeniden
diriltecek olan, gökten ve yerden size besin kaynakları ' sağlayan Allah mı?
Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mı var? De ki; "Eğer doğru söylüyorsanız,
açık delilinizi getiriniz. "
Yaratılışın varlığı hiç kimsenin inkâr edemeyeceği
gözler önündeki bir gerçektir. Allah'ın varlığı ve birliği ile ilgi kurmadan
bu meseleyi açıklamak mümkün değildir. Allah'ın varlığı ile ilintilidir.
Çünkü bu evrenin varlığı, O'nun varlığını kabul etmeyi zorunlu kılmaktadır.
Her şeyin amaçlı ve planlı bir biçimde gerçekleştiği bu evrenin varlığını,
Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmeye yanaşmadan izah etmeye çalışan
bütün çabalar mantıksal açıdan iflas etmiştir. Zira sanatının eserleri onun
birliğini kabul etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu eserlerin üzerinde planlama
birliğinin, idare birliğinin izleri apaçık görünmektedir. Aralarında
sınırsız bir ahenk vardır. Bu da değişmez yasayı belirleyen bir iradeyi
kabul etmemizi zorunlu kılmaktadır.
YARATILIŞ VE DİRİLİŞ
MESELESİ
İnsanların öldükten sonra tekrar dirilişleri
meselesine gelince, en fazla tepkiyle karşılanan ve tartışmalara yol açan
konulardan biri de buydu. Fakat yaradılışın bu kadar planlı, amaçlı, uyumlu
ve düzenli bir şekilde idare edilişini kabul etmek dahi insanların öldükten
sonra tekrar diriltileceklerini doğrulamalarını zorunlu kılmaktadır. Ancak
bu şekilde insanlar şu fani dünyada işlemiş oldukları eylemlerinin gerçek
karşılığını bulabilirler. Çünkü bu dünyada insanlar birtakım eylemlerinin
karşılıklarını bulsalar da tüm yaptıklarının gerçek karşılığını
görememektedirler. Evrenin yaratılışında gözlemlenen apaçık denge, yapılan
iş ile karşılığı arasında sınırsız bir dengenin gerçekleşmesi gerektiğini
ortaya koymaktadır. Bu gerçek denge ise, dünya hayatında
gerçekleşmemektedir. Öyleyse dengenin ve her şeyin karşılığının verildiği
başka bir hayatın varlığını kabul etmek gerekmektedir. Bu yeryüzünde eylem
ile karşılığı arasında sınırsız bir dengenin neden gerçekleşmediği
meselesine gelince, bu konuda yaratan ve idare eden yüce Allah'ın hikmeti
böyle olmasını gerektirmiştir demek, en doğrusudur. Böyle bir soruya
takılmak doğru da değildir. Zira sanatkâr sanatını daha iyi bilir. Sanatın
sırrı sanatkârın yanındadır. Bu ise, hiç kimsenin haberdar olmadığı gayb
konularından biridir!
Hayatın başlangıcını kabul etme ile onun tekrar
diriliş yolu ile gerçekleşeni kabul etme arasındaki zorunlu bağ nedeniyle şu
soru onlara yöneltiliyor. "(Bu düzmece ilahlar mı daha iyi) yoksa canlıları
ilk kez yaratan ve ölüleri yeniden diriltecek olan, gökten ve yerden size
besin kaynakları sağlayan Allah mı?" "Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mı
var?"
Gökten ve yerden rızkların gönderilişi de hem ilk
hayat, hem de dirilişten sonraki hayatla ilgilidir.
Kullarının rızklarının yerden gönderilişi değişik
şekillerde ortaya çıkar. En başta göze çarpanları bitkiler, hayvanlar, hava
ve sudur. Bunlar yeme, içme ve koku alma içindir. Maden ve maden filizi gibi
yeraltı kaynakları ve süs eşyası olarak kullanılan deniz ürünleri, mıknatıs
ve elektrik gibi hayret verici güçleri ve henüz insanlar tarafından
keşfedilmeyen araştırıcıların peyderpey keşfetmeye çalıştıkları ve henüz
Allah'dan başka kimsenin bilmediği nice kuvvetleri de bu yerden çıkarılan
rızklar kategorisinde değerlendirebiliriz.
Rızkların gökten gönderilişi ise, bu dünya hayatında
ışık, sıcaklık, yağmur ve yüce Allah'ın kendi emirlerine verdiği diğer
kuvvetler ve enerjilerdir. ahiret hayatında ise, Allah'ın aralarındâ
paylaştırdığı bağışıdır. Zira Allah'ın bu bağışı manevi anlamı ile gökten
gelecektir. Kur'an ve sünnette bu manevi anlam çok yerde geçmekte, bu da
yüksekliği ve yüceliği ifade etmektedir. Ayeti kerimede onların yerden ve
gökten rızıklandırılmaları, ilk yaratılış ve dirilişten söz edildikten sonra
yer almaktadır. İlk yaratılış ile yerdeki rızkın ilgisi açıktır. Zira
insanlar ona dayalı olarak burada yaşamaktadırlar. Yerdeki rızkın dirilişle
ilgisi ise bellidir. Çünkü insanlar, dünyada kendilerine verilen bu rızkı
nasıl kullandıkları, nasıl hareket ettikleri esas alınarak ahirette bir
karşılık bulacaklardır. Gökten rızıklandırılmalarının yaradılışla ilgisi de
açıktır. Gökten gelen bu rızk dünyada yaşamak içindir. ahirette ise
yaptıklarına karşılık içindir... Böylece Kur'an'ın hayret verici akışı
içindeki uyumun inceliği de ortaya çıkıyor.
İlk yaradılış ve öldükten sonraki diriliş bir
gerçektir. Gökten ve yerden rızkın gelmesi de başka bir gerçektir. Ne var
ki, onlar bu gerçeklerden habersizdirler. Kur'an meydan okuyarak ve
delillerini çürüterek onları bu gerçeklere yöneltmektedir:
"Allah'ın yanı sıra başka bir ilah mı var? De ki:
Eğer doğru söylüyorsanız açık delilinizi getiriniz."
Onlar şimdiye kadar bu işe kalkışanların hepsinin
aciz kaldıkları gibi delil getirmekten de acizdirler. İşte Kur'an-ı Kerim'in
inanç sistemini savunmada kullandığı metod budur. Bu konuda evrenin
sahnelerini ve insanın iç aleminin gerçeklerini kullanır. Böylece bütün bir
evreni, kalpleri etkisi altına salar, fıtratı uyandırıp arındıran mantığı
için bir çerçeveye dönüştürür. Apaçık, net, etkili, rahat anlaşılan
mantığını fıtratı arındırma yolunu egemen kılar. Duyguları ve vicdanları
onunla harekete geçirir. Zaten duyguların ve vicdanların içinde temel
gerçekler yer almış bulunmaktadır. Yalnız unutkanlık ve habersizlik bu
gerçeklerin üzerini örtmüş, inkâr ve nankörlük yüzlerine bir perde
indirmiştir... Bu mantık ile evrenin özünde ve insanın iç aleminin
derinliklerinde, engin ve sarsılmaz biçimde yerleştirilen gerçeklere
ulaşmaya çalışır. Bunlar salt zihinsel mantıkla ortaya konan ve her zaman
tartışma götüren gerçekler değildir. Zaten zihinsel mantık bize Yunan
mantığından bulaşmıştır. Tevhid ilmi veya Kelam ilmi diye adlandırılan
çalışmalarla İslâm dünyasında yayılmıştır!
Çevrelerine ve iç alemlerine doğru yapılan bu
gezinti ile Allah'ın birliği ispat edilip ortaklık düşüncesi reddedildikten
sonra, onlarla başka bir gezintiye başlanıyor. Yaratan ve idare eden
yaratıcıdan başkasının bilmediği kapalı gayb alemine doğru yola çıkıyor.
Allah'a mahsus gayb konularından biri olan ahirete yöneliyor. Zaten mantık,
fıtrat ve apaçık gerçekler gaybın zorunlu olduğuna tanıklık etmektedir.
Yalnız insanlığın bilgisi ve anlama kapasitesi onun sınırlarını ve zamanını
belirlemekten acizdir.
Dirilişe ve biraraya toplanmaya, hesaba çekilip
yaptıklarının karşılığını bulmaya ilişkin iman, inanç sistemi içinde temel
konulardan biridir. İnanç sisteminin programı, ahiret inancı olmadan
düzenlenemez.
Öyleyse bundan sonra gelmesi gereken bir dünya daha
var. Ancak orada her şeyin karşılığı verilir. Orada çalışma ile karşılığı
arasındaki denge kurulur. Kalp O'na bağlanır. İnsanın ruhu kendisini O'na
göre hazırlar. İnsanlar bu yeryüzündeki çalışmalarını kendilerini bekleyen
ahirete göre ayarlarlar.
İnsanlık, tarih boyunca gelip-geçen değişik
kuşaklara ve birbirini izleyen ilahi mesajlara rağmen diriliş ve ahiret
yurdu konusunda hayret edilecek tutumlar içine girmiştir. Halbuki bu
meseleler alabildiğine rahat anlaşılabilecek ve temel meselelerdir. İnsanlık
bu nedenle bir peygamberin ölümden sonra dirilişten, toprak olduktan sonra
hayattan söz edip böyle bir haber vermesine hayret etmiş ve dehşete
kapılmıştır. İnkârı mümkün olmayan bir gerçek olarak yaşanan hayat,
insanlığa öteki hayatın daha basit ve daha kolay olduğunu kavratamamıştır.
Bu nedenle insanlık ahiret uyarısında bulunan elçiden yüz çevirmiş, inkâra
ve isyana karşı bir eğilim duymuş, küfür ve yalanlamada diretmiştir.
AHİRET İNANCI VE
GAYB
Ahiret, gayb konuları arasında yer alır. Gaybı ise
Allah'dan başkası bilemez. Onlar ise kıyametin zamanının belirlenmesini
istiyorlardı veya uyarıcıları yalanlıyorlardı. ahiret inancını masal olarak
değerlendiriyorlardı. Eski dönemlerde halk arasında sık sık tekrarlandığını,
ancak gerçekleşemeyeceğini düşünüyorlardı!
Bu sırada gaybın Allah'a ait olduğu aşılanıyor.
ahirete ilişkin bilgilerinin sınırlı ve belli bir noktaya kadar gittikten
sonra tükeneceği bildiriliyor:
65- De ki;
"Bilinmezi, gaybı ne göktekiler bilir ne de yerdekiler. Onu sadece Allah
bilir". Onlar ne zaman yeniden diriltileceklerini de bilemezler.
66- Onların
bilgileri ahirete erememiş, o alemin berisinde kalmıştır. Asında onlar
ahiret konusunda kuşku içindedirler. Hatta ondan yana kördürler.
Yaradılışın başından beri insan gayb perdesi önünde
durmuş, onun perdesini kaldıramamış, bilgisiyle oraya nüfuz edememiştir.
Gerilen perdenin ötesinde neler olduğunu anlayamamıştı;. Gaybleri bilen
Allah'ın açıkladığı gaybın sınırlarını aşamamıştır. Zaten insanın yararına
olan da Allah'ın dilediği iştir. Eğer yüce Allah bu gerilen perdenin
gerisindekilerini açıklanmasının insanların yararına olacağını bilseydi,
gayb perdesinin gerisinde neler olduğunu görmeye meraklı olan insanlara
bunları açıklardı!
Yüce Allah insana bu yeryüzünde halifelik görevini
gerçekleştirmesi için gereken yetenekleri, imkanları, güçleri ve enerjileri
vermiştir. Bu büyük ve ağır görevi yerine getirmesi için gereken her şeyi
bağışlamıştır... Fazlasını vermemiştir. İnsanın yeryüzündeki bu görevini
yerine getirmesinde gayb perdesinin açılıp açılmaması önemli değildir. Onu
ilgilendirmez. Hatta, gayb perdesinin aralık bırakmayacak biçimde sık
dokunuşu insanın onu öğrenmeye ilişkin merakını kamçılayacak, onu delmeye
çalışacak ve daha fazla araştıracaktır. Bu yoldaki çalışmalar ile yer
altında denizin dibinde ve uzay boşluğunda gizli olan gerçekleri ortaya
koyacak, evrenin değişmez yasalarını ve onlarda gizli olan potansiyel
enerjiyi, insanlığın iyiliği için bünyesine yerleştirilmiş bulunan gizli
sırları yakalayacak, yerin ana maddesini ayrıştıracak, onlarla bileşimler
yapacak, maddenin oluşumuna ve şekillerine dalacak, hayatın aşamalarını ve
çeşitlerini ortaya çıkaracaktır. Böylece bu yeryüzünün bayındır hale
getirilmesindeki görevini eksiksiz biçimde gerçekleştirebilecek ve yüce
Allah'ın bu insan denen varlığın yeryüzü halifeliğine ilişkin sözünü
gerçekleştirmiş olacaktır.
Yüce Allah'ın gaybından habersiz olan sadece insan
değildir. Yerde ve göklerde Allah tarafından yaratılan her varlık, melekler,
cinler ve yalnız Allah'ın kendilerinin varlığından haberdar bulunduğu diğer
varlıklar da gaybdan habersizdir. Bunların hepsi de gayb perdesinin
açılmasını gerektirmeyen yükümlükler altındadırlar. Böylece gaybın sırrı
sadece Allah'ın katında kalır. Başkasına açılmaz.
"De ki; Bilinmezi, gaybı ne göktekiler bilir ne de
yerdekiler. Onu sadece Allah bilir."
Bu kesin bir hükümdür. Bunun ötesinde herhangi bir
davacının iddiasına yer yok. Kuruntuya ve asılsız şeylere zemin bırakmak
yok.
Öncelikle gayb konusu bu genel yapısı ile ortaya
konduktan sonra özel olarak ahiret konusuna yöneliniyor. Zira ahiret konusu,
Tevhid meselesinden sonra, müşriklerle sürtüşmelerin geçen en önemli
konulardan biriydi:
"Onlar ne zaman diriltileceklerini de bilemezler."
Dirilişin zamanına ilişkin hiçbir bilgilerinin
olamayacağını ifade ediyor. En kapalı şekliyle bile onu hissetmekten uzak
olduklarını bildiriyor. Onlar dirilişin zamanını kesin biçimde bilemezler.
Burunlarının dibine kadar gelip yaklaşsa dahi onu duygu olarak
hissedemezler. Çünkü bu konu, yerde ve gökte kimsenin bilemeyeceği
belirtilen gayb konularından biridir... Sonra bundan vazgeçiyor. Bu sefer de
onların ahiretteki durumlarından ve onun gerçekliğine ilişkin bilgilerinin
nereye kadar varabileceğinden söz ediyor:
"Onların bilgileri ahirete erememiş, o alemin
berisinde kalmıştır."
Bilgileri onun sınırlarında tükendi. Ona ulaşamadı.
Onun uzağında durdu. Kendisine yetişemedi.
"Aslında onlar ahiret konusunda kuşku içindedirler."
Onun geleceğine kesin inanmıyorlar. Aksine onun ne
zaman geleceğini irdeliyor ve onun kopmasını bekliyor.
"Hatta ondan yana kördüler."
Aksine onlar Ona karşı kördürler. Bu konuda bir şey
görmüyorlar. Onun tabiatından yapısından hiçbir şey anlamıyorlar. Bu ise
birincisinden ve ikincisinden daha da kötü bir durumdur:
67- Kâfirler dediler
ki; "Bizler ve atalarımız, toprak olduktan sonra yeniden mi diriltileceğiz?"
İşte bu, inkar edenlerin sürekli olarak gelip
takıldıkları bir açmazdır. Hayat bizden el etek çektiğinde, vücutlarımız
çürüdüğünde, kabirlerde dağıldığında ve toprak olduğunda... Evet bütün
bunların hepsi gerçekleştiğinde -zaten bu haller, toprağa verildikten bir
süre sonra kuraldışı nadir haller dışında tüm ölülerin başından geçen
aşamalardır- bizler ve bizden önceki atalarımız bu aşamalardan geçtikten
sonra biz mi bir daha tekrar diriltilecek hayata döneceğiz! Etimizin ve
kemiklerimizin toprağına karışıp gerçekten toprak haline döndükten sonra biz
mi bu topraktan çıkarılacağız!
Onlar böyle diyorlar. Bu maddi şekil, onlarla diğer
bir hayatın tasavvur edilmesi arasında duruyor. Daha önce hiçbir şey
değilken yaratıldıklarını unutuyorlar. Hiçbirisi ilk bünyelerinin
kendisinden oluştuğu atomların ve hücrelerin nereden geldiğini bilmiyor.
Bunların her biri dünyanın bir köşesinde, denizlerin dibinde ve uzayın
değişik burçlarında bulunuyorlardı. Bunların bir kısmı uzakta bulunan
güneşten bir kısmı bir insan veya bitki veyahut hayvanın nefes alışından,
bir kısmı da toprak haline gelen ve bazı elementleri havaya karışan bir
vücuttan derlenmiştir!.. Sonra bu hücreler ve atomlar yedikleri yemekte,
içtikleri içkilerde, soludukları havada, kendisiyle ısındıkları ışınlarda
somutlaşmışlardı... Sonra bir de bakmışsın ki, Allah'dan başkasının sayısını
bilemeyeceği derecede darmadağın halde bulunan, Allah'ın dışında kimsenin
kaynaklarını bile sayamadığı bu hücreler ve atomlar bir insan bünyesinde bir
araya gelmiştir. Bunların hepsi de rahimde asılı duran bir yumurta
hücresinden türemiştir. Bu yumurta hücresi zamanla kefene sarılı bir vücut
haline gelmiştir. İşte onların ilk yaratılışları budur. İkinci bir hayat
için onların tekrar bu şekilde veya başka bir şekilde yaratılmaları
gerçekten aklın almayacağı bir mesele midir? Fakat onlar her şeye rağmen
böyle diyorlar. Onların bazıları aynı şeyi ufak tefek değişikliklerle bu gün
de aynen tekrar etmektedirler.
Böyle diyorlardı. Sonra cahilliğe dayalı, aşağılama
ve karşı koyma ile dolu şu sözlerini ilave ediyorlardı:
68- "Bu tehdit gerek
bize ve gerekse atalarımıza daha önce de yapılmıştı. Bu, eskilerin
masalarından başka bir şey değildir. "
Onlar, peygamberlerin daha önceleri kendi atalarını
diriliş ve kıyamet gününe karşı uyardıklarını biliyorlardı. Bu da gösteriyor
ki, Arapların zihinleri İslâmın inanç sisteminden ve ana ilkelerinden
habersiz değillerdi. Yalnız onlar kendilerine ve atalarına yöneltilen
uyarıların uzun zaman geçmesine rağmen gerçekleşmediğini görüyorlar ve
"Bunlar öncekilerin masallarıdır. Muhammed bunları toplayıp bize aktarıyor"
diyorlardı. Kıyametin belli bir zamanı olduğunu, insanların onu hemen
istemeleriyle ileri alınmayacağını, ricaları ile de geriye atılamayacağını
Allah'ın belirlediği zaman diliminde ancak gerçekleşebileceğini, hem
yeryüzündeki hem göklerdeki kulların onu bilemeyeceğini anlayamıyorlardı.
Nitekim peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun- Hz. Cebrail'in kıyamete
ilişkin sorusuna şu cevabı vermişti. Bu sorunun kendisinden sorulduğu adam,
soran adamdan daha bilgili değildir.(Abdullah ibn-i Ömer'in İslam ve İman
gerçeğine ilişkin hadisinden bir parçadır. Bu hadisi Müslim ve sünen
yazarları kitaplarına almışlardır)
Burada onların kalplerine dokunuyor. Kalplerini daha
önce Allah'ın sözünü yalanlayanların akıbetlerine yöneltiyor. Ve onlara
suçlular adını veriyor:
69- Onlara de ki;
"Yeryüzünü geziniz de ağır suçluların sonunun nice olduğunu görünüz. "
Bu yönelişte onların düşünce ufukları
genişletiliyor. İnsanlığın bu nesli insanlık ağacından kopuk değildir. Bütün
insanlık için geçerli olan yasaların hepsi onlar için de geçerlidir. Daha
önceki suçluların başına gelenler, sonraki suçluların başına da gelir. Zira
yasalar şaşmaz ve kimseyi kayırmaz. Yeryüzünde gezip dolaşmak insanın iç
alemini ibretlik örneklere, yaşamlara ve hallere yöneltir. Böylece aydınlık
pencereler açılır oraya. Böylece kalplere dokunuşlar başlar. Belki bu yolla
onların uyanmaları ve dirilmeleri de gerçekleşir. Kur'an-ı Kerim, insanları
sürekli geçerli olan yasaları araştırmaya, onların aşamalarını ve
bölümlerini düşünmeye teşvik eder ki, tüm bağları bütün, ufukları geniş, bir
hayat yaşasınlar. Donmamış, kapanmamış, daralmamış ve kopmamış bir hayata
yönelsinler.
Onları bu şekilde yönlendirdikten sonra kendi elçisi
olan Hz. Muhammed'e onların işlerinden ellerini çekmesini, kendileri gibi
olan insanları yönlendirdiği sonları ile başbaşa bırakmasını emrediyor.
Onların hileleri nedeniyle canının sıkılmaması gerektiğini, onların
kendisine bir zarar veremeyeceklerini bildiriyor. Onlara karşı görevini
yaptığı, mesajını ilettiği ve gözlerini açtığı için üzülmemesi gerektiğini
belirtiyor.
70- Ey Muhammed,
onlar için üzülme ve sana kurdukları tuzaklarda canını sıkmasın.
Bu ayeti kerime Hz. Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- kalbinin hassasiyetini, önceki mesajları yalanlayanların
akıbetlerinden hareketle sonlarını tahmin ettiği milletinin haline ne kadar
üzüldüğünü tasvir etmektedir. Ayrıca müşriklerin, ona davasına ve
müslümanlara karşı ne türden ağır baskılar yaptığını, geniş ve büyük olan
kalbini daraltacak kadar ileri gittiklerini gösteriyor.
Sonra onların diriliş meselesine ilişkin
görüşlerini, dünyada veya ahirette azaba uğrayacaklarını anlatan haberi
alaya almalarını sergilemeye devam ediyor.
71- "Eğer doğru
söylüyorsanız bize yönelttiğiniz tehdit ne zaman gerçekleşecek? diyorlar. "
Kendilerinden önceki suçluların akıbetlerine
uğrayacaklarına ilişkin bir tehdit aldıklarında hemen böyle diyorlardı.
Halbuki onlar Lût yurdunu, Hicr'deki Semud kavminin harabelerini, Ahkaf'taki
Ad kavminin kalıntılarını, Arim selinden sonra Sebe halkının evlerini
sabah-akşam görüyor ve yanlarından geçiyorlardı. Alaylı alaylı şöyle
diyorlardı: "Eğer doğru söylüyorsanız bize yönelttiğiniz tehdit ne zaman
gerçekleşecek? Bizi kendisiyle korkuttuğunuz bu azap nerede? Eğer doğru
söylüyorsanız onu hemen getirin, veya en azından onun ne zaman
gerçekleşeceğini bize haber verin!
Burada onlara cevap veriliyor. Beklenen korkunun
gölgeleri ve uyarıcının onlara üstten bakışın gölgelerini kısa birkaç kelime
ile ortaya koyuyor:
72- Onlara de ki;
"Bir an önce gerçekleşsin diye sabırsızlandığınız azabın bir bölümü belki de
yanı başınızdadır.
Bununla onların kalplerinde azabın korku ve
ürperticisi harekete geçiriliyor. Bu azap, binek üzerinde binek sahibinin
arkasına binen adamın onun izlediği gibi onların ardlarında kendilerini
kovaladığı halde onlar bunun farkında değiller. Onlar gaflet içinde bu
azabın hemen gelmesini beklerken o kendilerinin arkalarından beklemekte
olabilir! Aman Allah'ım bu ne korkunç olaydır ki, insanların dizlerinin
bağını çözmektedir. Onlar ise alaya alıyorlar, ona aldırmıyorlar!
Kim bilebilir? Gayb konusu bize kapalıdır. Perdesi
gerilidir. Kimse onun ötesinde ne olduğunu bilemez. Bu ürperten ve insanın
aklını başından alan olay bir kaç adım yakında olabilir! Akıllı olan insan
ondan sakınandır. Bu gerilmiş perdenin arkası için her an hazırlık yapan,
hazırlanandır!
73- Kuşku yok ki
senin Rabb'in insanlara karşı lütufkârdır, ama onların çoğunluğu O'na
şükretmezler.
Kusurlu ve günahkar oldukları halde onlara zaman
tanınması, azaplarının geciktirilmesi ile yüce Allah'ın onlara karşı nasıl
lütufta bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Allah bu şekilde onların tevbe
etmelerine ve doğru yola yönelmelerine bir fırsat daha tanımış olmaktadır:
"Onların çoğunluğu O'na şükretmezler." Allah'ın bu lütfuna karşılık
şükretmezler. Sadece alay ederler. Azabın acele gelmesini isterler. Kendi
sapıklıklarına dalıp giderler. Hiç düşünmezler.
74- Kuşku yok ki,
senin Rabb'in onların gerek içlerinde sakladıkları ve gerekse açığa
vurdukları tüm duyguları bilir.
Kendilerine süre tanıyan, azaplarını geciktiren
O'dur. Halbuki O, onların kalplerinin gizlediklerini de, dillerinin ve
eylemlerinin açığa çıkardıklarını da bilmektedir. Yani bu bile bile bir
zaman tanımadır. Lütfen bir süre vermedir. Onlar bundan sonra kalplerinin
gizlediklerinden ve açığa vurduklarından hesaba çekileceklerdir.
Bu bölüm, yüce Allah'ın eksiksiz, kuşatıcı yerde ve
gökte hiçbir şeyin kendisinden gizlenemediği bilgisini ortaya koyarak sona
eriyor.
75- Göklerdeki ve
yeryüzündeki bütün bilinmezler, tüm sırlar mutlaka apaçık kitapta yer alır.
Düşünce ve hayal yerde ve gökte dolaşıyor. Gayble
ilgili her şeyi, her sırrı, her gücü,. her haberi izliyor. Bunların hepsi
Allah'ın bilgisi ile sınırlıdır. Uzakta olan hiçbir şey onun dışında
kalmıyor. Gayble ilgili hiçbir şey de kaybolmuyor. Surenin tümünde ilim
üzerinde yoğunlaşılıyor. Ona pek çok işaretler yapılıyor. İşte bu
işaretlerden biri de surenin kendisiyle noktalandığı bu işarettir.
Yüce Allah'ın sınırsız ilimlerinde söz edilmesi
nedeniyle Kur'an'da İsrailoğulları'nın ayrılığa düştüğü konulara kesin
çözümlerin getirildiğine değiniliyor. Zira Kur'an, Allah'ın kesin ilminin
bir parçasıdır. Bu, yüce Allah'ın ayrılığa düşenlere ne türden bir lütufta
bulunduğuna ve sorunlarına nasıl çözüm getirdiğine de bir örnektir. Ayrıca
bu, Peygamberimiz için bir gönül alma, bir teselli mesajı olduğu gibi
kendisi ile onlar arasında son hükmünü vermesi için onları Allah'a havale
etmesi gerektiğini bildiren bir direktiftir de:
76- Kuşku yok ki, Bu
Kur'an, İsrailoğulları'na anlaşmazlığa düştükleri konuların çoğunu açık açık
anlatmaktadır.
77- Ve yine kuşku
yok ki, Kur'an, mü'minler için doğru yol kılavuzu ve rahmettir.
78- Hiç kuşkusuz
Rabb'in İsrailoğulları hakkında kesin hükmünü verecektir. O üstün iradelidir
ve her şeyi bilir.
79- Ey Muhammed,
öyleyse sen Allah'a dayan. Çünkü apaçık gerçeği savunuyorsun.
80- Sen ölülere söz
işittiremezsin. Arkalarını dönüp yanından kaçan sağırlara da çağrını
duyuramazsın.
81- Sen körleri de
sapıklıklarından kurtarıp doğru yola iletemezsin. Sen ancak ayetlerimize
inanan ve Rab'lerine boyun eğmiş müslümanlara söz dinletebilirsin.
Hıristiyanlar Hz. İsa Mesih ve annesi Meryem
hakkında ayrılığa düşmüşlerdir:
Onlardan bir grup "Mesih, sadece normal bir
insandır" derken bir başka grup şöyle demiştir. "Baha, oğul ve Kutsal Ruh
ayrı ayrı üç şekilden ibarettir. Bunlarla yüce Allah kendisini insanlara
tanıtmıştır." Bunların inançlarına göre Allah üç temel unsurdan
oluşmaktadır. -Bunlar da Baba, Oğul ve Kutsal Ruhtur. (Oğul ise İsa'dır)
Baba olan yüce Tanrı, Kutsal Ruh kılığında yere inmiş. Hz. Meryem'de bir
insan şeklinde bürünmüş ve Hz. Meryem'den Yesri (Hz. İsa) şeklinde
doğmuştur! Bir başka grup ise şöyle diyor" Oğul, Baha gibi ezeli değildir.
Yalnız O, varlık aleminden önce yaratılmıştır. Bu nedenle O, Baha'dan daha
geridedir. Ve O'na boyun eğer. Bir grup da Kutsal Ruh'un bir unsur olmasını
reddetmiştir! Miladı 325'te İznik'te toplanan Konsul ile 381 İstanbul'da
toplanan Konsul, Oğul ve Kutsal Ruh'un Lahuti bütünlük içinde Baba'ya eşit
olduğunu Oğul'un ezelden beri Baba'dan kaynaklanarak oluştuğunu
kararlaştırmıştır. Tulaybula'da 589'da yapılan Konsülde ise Kutsal Ruhun
Oğuldan da kaynaklanarak oluştuğuna karar verilmiştir. Doğu ile Batı
Kilisesi bu konularda ayrılığa düşmüş ve bu ayrılıklar hala devam
etmektedir... Kur'an-ı Kerim indiği sırada bu grupların hepsinin sorunlarını
çözecek apaçık bir söze hepsini çağırmıştır. Hz. İsa hakkında şöyle
demiştir: "Hz. İsa Allah'ın sözüdür. Onu Hz. Meryem'e vermiştir. Ondan bir
ruhtur. O ve o bir insandır. Meryemoğluna sadece kendisine nimet verdiğimiz
ve İsrailoğulları'na örnek kıldığımız bir kuldur." (Zuhurat Suresi, 59) Bu,
İsrailoğulları'nın ayrılığa düştüğü meselenin kesin çözümü demekti.
Hristiyanlar, Hz. İsa'nın asılması konusunda da buna
bezer bir ayrılığa düşmüşlerdir! Onlardan bazıları şöyle demiştir. "Hz. İsa
Allah'ın sözüdür. Onu Hz. Meryem'e vermiştir." Diğer bir grup ise şöyle
demiştir: "Havarisi olan Simon ona benzetilmiş ve O'nun yerine
cezalandırılmıştı" Kur'an-ı Kerim ise, bu konuda kesin haberi bildirmiştir:
"Oysa O'nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler." (Nisa Suresi, 157) Yine
buyuruyor ki, "Ey İsa, ben senin canını alacak, katıma yükseltecek ve
kâfirlerin iftiralarından arındıracağım." (Al-i İmran Suresi, 55) İşte bu
sözler, bütün ayrılıkları sona erdiren kesin açıklamalardı.
Daha önce de yahudiler Tevrat'ı tahrif etmiş ve onun
ilahi olan yasalarını değiştirmişlerdi. Kur'an-ı Kerim geldi. Yüce Allah
indirdiği Tevrat'ın aslını ortaya koydu "Tevrat'ta, yahudilere yazılı olarak
bildirdik ki, can'ın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burun karşılığı
burun, kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve yaralamalar da
karşılıklılık (kısas) ilkesi geçerlidir." (Maide Suresi, 45)
Onların Tarihleri ve peygamberleri hakkında doğru
bilgiler verdi kendilerine. Hem de rivayetlerinin ayrılığa düştüğü pek çok
mitolojik hikâyeden uzak olarak. Bu mitolojik hikâyeler öyle hale gelmişti
ki, İsrailoğulları'nın hiçbir peygamberi bunlardan yakasını temiz
kurtaramıyordu... Bu rivayetlere göre Hz. İbrahim karısını Filistin kralı
Ebu Malik'e ve Mısır kralı Firavun'a kız kardeşi olarak takdim etmiş ve
karısı aracılığı ile onların gözüne girip bir çıkar elde etmeye çalışmıştır!
Diğer adı İsrail olan Hz. Yakup dedesi İbrahim'in bereketini babası
İshak'tan hırsızlık hile ve yalan yolu ile koparmıştır. Onların
aktardıklarına göre bu bereket normalde büyük kardeşin hakkıydı. Onlara göre
Hz. Lut'un ikiz kızı ayrı ayrı gecelerde O'nunla yatıp döl almak için
kendisine içki içirip sarhoş etmek istemişlerdi. Böylece erkek çocuğu
olmayan babalarının mallarını başkasına kaptırmamış olacaklardı. Neticede
her ikisi de muradına ermiştir! Hz. Davud bunların inançlarına göre
sarayının tepesinde dolaşırken kendi askerlerinden birisinin karısı olduğunu
öğrendiği güzel bir kadın görmüş karısını elde etmek için bu askerini dönüşü
olmayan savaşlara göndermiştir! Yine onların inançlarına göre Hz. Süleyman
aşık olduğu ve karşı gelemediği bir karısının gönlünü almak ve ona yaranmak
için (Buzağıya) tapmaya eğilim duymuştur!
Kur'an-ı Kerim geldiğinde yahudi kültürü ve
mitolojisinin Allah tarafından gönderilen Tevrat'a ilave ettiği bütün
pislikleri temizlemiştir. Kadri yüce olan bu peygamberin sayfalarını
tertemiz hale getirmiştir. Hz. Meryem'in oğlu Hz. İsa'nın (selâm üzerine
olsun) hayatına ilişkin mitolojik rivayetleri de aynı şekilde düzeltmiştir.
İşte müşrikler, kendisinden önceki kitaplara hakim
olan, önceki milletlerin bu kitaplara ilişkin ayrılıklarını sona erdiren,
ayrılığa düştükleri, konularda aralarında hükmeden bu Kur`ana karşı mücadele
ediyorlar. Onu tartışıyorlar Halbuki Kur'an, tartışanlara arasında kesin
hükmü belirleyen kitabın kendisidir!
"Doğru yol kılavuzu" Onları ayrılıktan ve
sapıklıktan korur. Programlarını birleştirir. Yolu belirler. Onları,
değişmeyen ve şaşmayan önemli evrensel yasalara ulaştırır. "Rahmettir"
Kuşkudan, şaşkınlıktan ve ürkeklikten kendilerini korur. Belli bir halde
durmayan programlar ve teoriler arasında dolaşıp durmaktan kurtarır. Onları
Allah'a ulaştırır. Onun himayesi altında huzura kavuşurlar. Koruması altında
sükûnete ulaşırlar. Kendi iç alemleriyle ve etraflarında bulunan insanlarla
barış içinde yaşarlar, sonuçta Allah'ın rızasına ve bol olan sevabına
kavuşurlar.
Kur'an metodu, insanın iç alemini diriltme ve onu
tertemiz fıtratın ahengine uygun biçimde oluşturma noktasında eşsiz bir
metoddur. Öyle ki bu yolla fıtrat içinde yaşadığı evren ile tam bir uyum
içine girer. Bu evrende hükmeden yasalara paralel olarak hareket eder.
Zorlamadan, sıkmadan, rahat ve kolay bir biçimde bu uyumu sağlar. Bu nedenle
fıtrat kendi iç aleminin derinliğinde eşsiz bir güven barış hisseder. Ona
düşmanlık etmez, onunla ilişki kurma yolunu bildiğinde ve onun yasalarının
aynı zamanda kendisinin yasaları olduğunu öğrendiğinde evren de O'na
düşmanca davranmaz. İnsanın iç alemi ile evren arasındaki bu uyum, insanın
kalbi ile büyük varlık arasındaki bu barış, toplumun barışına da kaynaklık
eder. İnsanlar arasında bir barış toplumun barışına da kaynaklık eder.
İnsanlar arasında bir barış ortamı sağlar. Bir güven ve huzur havasını
oluşturur... Bu ise, en kapsamlı şekli ve anlamı ile rahmetin kendisidir...
İsrailoğulları'nın anlaşmazlıklara çözüm getiren,
mü'minleri doğru yola ileten ve onların üzerine rahmet yağdıran bu Kur'an'ı
insanlığa göndermekle yüce Allah'ın onlara ne büyük lütufta bulunduğunu bu
şekilde dikkat çekildikten sonra Hz. Peygamberce -salât ve selâm üzerine
olsun- yöneliyor. Kendisi ile milleti arasındaki anlaşmazlığı Rabb'inin
çözeceğini aralarında reddedilmesi imkansız olan hükmünü vereceğini
belirtiyor. Çünkü Allah'ın hükmü kesin bilgiye dayalı sağlam bir hükümdür:
"Ey Muhammed, öyleyse sen Allah'a dayan. Çünkü
apaçık gerçeği savunuyorsun!
Yüce Allah hakkın, gerçeğin zaferini, yerin ve
göklerin yaratılması, gece ve gündüzün değişmesi gibi bir yasa haline
getirmiştir. Bu yasa bazen yüce Allah'ın bildiği bir hikmet gereği
gecikebilir. Bu gecikme ile Allah'ın belirlediği bir takım amaçlar
gerçekleşir. Fakat yasa değişmez. Yasa sürekli olarak yürürlüktedir. Bu,
Allah'ın verdiği sözdür. Allah sözünden dönmez. İman, Allah'ın bu sözünün
doğru olduğuna inanmadan ve onun gerçekleşeceğine kesin gözüyle bakmadan
oluşmaz. Allah'ın verdiği sözün bir süresi vardır. Bu süre ne ileri
alınabilir ne de geciktirilebilir.
Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun-
yönelik teselli devam ediyor. Zor şartlar altında gerçekleştirilen onca
öğütlere ve açıklamaya, bu Kuran'la kendilerine hitap edilmesine rağmen
milletinin inatlaşmasına, sürtüşmeyi sürdürmesine ve küfürde ısrar etmesine
üzülmemesi gerektiği açıklanıyor. Ayetlerin bütün bunlara karşı onu teselli
etmeye ve üzülmemesi gerektiğini açıklamaya devam ediyor. Çünkü o çağrısını
yapmada bir kusur işlememiştir. Fakat kalpleri diri olan, kulaklarını açan
insanlar ancak işitebilir, Kalpleri harekete geçer. Ancak onlar güvenilir
öğütçüye yönelebilirler. Kalpleri ölenlere, gözleri kör olup doğru yolun ve
imanın delillerini görmeyenlere ise, peygamber bir şey yapamaz. Onların
kalplerine ulaşmanın yolu yoktur. Sapıklığa düşmeleri ve yoldan hayli
uzaklaşmaları halinde onun bir suçu yoktur.
"Sen ölülere söz işittiremezsin. Arkalarını dönüp
yanından kaçan sağırlara da çağrını duyuramazsın."
"Sen körleri de sapıklıklarından kurtarıp doğru yola
iletemezsin. Sen ancak ayetlerimize inanan ve Rab'lerine boyun eğmiş
müslümanlara söz dinletebilirsin."
Kur'an'ın eşsiz ifade üslubu, gözle görülmeyen
psikolojik bir halin canlı hareketli bir tablosunu çizmektedir. Bu
psikolojik hal, kalbin donuklaşması, ruhun küllenmesi, hislerin
hareketsizleşmesi, bilincin sönükleşmesidir. Kur'an bu psikolojik durumu
bazen ölü biçiminde takdim eder. Hz. Peygamber salât ve selâm üzerine olsun-
onları çağırır. Onlar ise çağrıyı duymazlar. Zira ölüler hissedemezler!
Bazan onları sağır biçiminde tasvir eder. Çağırana sırtlarını dönüp
giderler. Çünkü onlar işitmezler. Bazen de onları kör insanlar olarak
anlatır. Karanlık dünyalarında ilerlerler. Yol göstereni görmezler, zira
onlar göremezler! Bu hareketli somut tablolar birbiri ardına gözler önüne
serilir. Böylece meselenin esprisi somutlaşmış ve bilinçte sağlamlaşmış
olmaktadır! Sonra ölülerin, körlerin ve sağırların karşısında mü'minleri
yerleştiriyor. Mü'minler diri işitebilen ve görebilen kimselerdir.
"Sen ancak ayetlerimize inanan ve Rab'lerine boyun
eğmiş müslümanlara söz dinletebilirsin."
Sen ancak hayatı görme ve işitme ile kalplerini
Allah'ın ayetlerini anlayacak biçimde hazırlayanlara işittirebilirsin.
Hayatın alameti bilinçtir, hissedebilmektir. Görme ve işitmenin alameti
görülen ve işitilen şeylerden yararlanmaktır. Mü'minler, hayatlarından
görmelerinden ve işitmelerinden en güzel biçimde yararlanırlar. Peygamberin
görevi onlara işittirmek ve Allah'ın ayetlerini göstermektir. Bu görevini
yaptıktan sonra zaten onlar hemen ve anında teslim olurlar. "Rab'lerine
boyun eğmiş müslümanlara söz dinletebilirsin.
İslâm, doğal bir anlayıştır. Açıktır. Sağlıklı olan
fıtrata yakındır. Sağlıklı olan kalp İslâmı tanıdıktan sonra hemen ona
teslim olur. Ona karşı koymaz. Kur'an-ı Kerim doğru yolu kabul eden,
dinlemeye hazır olan, tartışmaya ve meseleyi bulandırmaya yönelmeyen, sırf
Hz. Peygamberin kendilerini çağırması, onları Allah'ın ayetlerine
ulaştırması ile imana yönelip onun çağrısını kabul eden kalpleri de işte bu
şekilde tasvir ediyor.
KIYAMETİN
BELİRTİLERİ VE MAHŞER
Bundan sonra onları başka bir tura çıkarıyor. Burada
kıyametin alametlerini ve bazı sahnelerini onlara gösteriyor. Surenin
kendisiyle noktalandığı son dokunuşa geçmeden bunlara yer veriyor. Bu turda
yüce Allah'ın evrensel ayetlerine, mucizelerine inanmayan insanlarla
konuşacak olan "hayvan"ın ortaya çıkışından söz ediliyor. Mahşerin bir
sahnesi çiziliyor. Allah'ın ayetlerini yalan sayanların üzüntü ve suskunluk
içinde kıskıvrak yakalanışları tasvir ediliyor. Bu sahneden sonra gözler
önünde bulunan fakat onların kendilerinden habersiz oldukları gece ile
gündüz ayetlerine dikkat çekiliyor. Tekrar ahirete dönülüyor ve Sur'a
üfürüldüğü gündeki korku sahnesine parmak basılıyor. Dağların yürütüleceği
ve bulutların akıp-gittiği gibi dağılıp gidecekleri günün dehşetine işaret
ediliyor. Bunun yanında iyilik yapanların o gün bu korkudan yana güven
içinde olacaklarını, kötülük yapanların ise yüzüstü ateşe atılacaklarını
sergileyen sahneye yer veriliyor.
82- insanlara
yönelttiğimiz o tehdidin gerçekleşme günü yaklaşınca karşılarına yerden
bitme bir hayvan çıkarırız. Bu hayvan dile gelerek insanların ayetlerimize
inanmadıklarını açıklar.
Burada sözü edilen hayvanın ortaya çıkışını anlatan
pek çok hadisler de vardır. Bu hadislerin bir kısmı sahihdir. Yalnız bu
sahih hadislerde hayvanın sıfatlarına ilişkin bir açıklama yoktur. Bu
hayvanın sıfatlarına açıklık getiren rivayetler "sahihlik" derecesine
ulaşmamışlardır. Bu nedenle biz de onun vasıflarına ilişkin her açıklamayı
bir kenara itiyoruz. Bu hayvanın uzunluğunun 60 arşın olması, hem tüyleri
hem kılları, hem de kanadının bulunması, üstelik sakallarının olması ne
anlam ifade edebilir! Başının öküz başı gözlerinin domuz gözü, kulağının fil
kulağı, boynuzunun geyik boynuzu, boynunun deve kuşu boynu, göğsünün aslan
göğsü, renginin kaplan rengi, böğrünün kedi böğrü, kuyruğunun koç kuyruğu,
ayaklarının deve ayakları... olması ne i,e yarar! Aslında Tefsir bilginleri
bu sıfatları belirlemede boşuna yorulmuşlardır!
Kur'an'ın ve sahih hadislerin yaptığı açıklama ile
yetinmek gerekir. Bunlara göre bu hayvanın çıkması kıyamet alametlerinden
biridir. Tevbeden artık yarar sağlama süresinin sona erdiği geride
kalanların cezayı hak edip bundan sonra tövbelerinin kabul edilmediği, o
anda üzerinde bulundukları hal ile durumlarına hükmedildiği sırada... İşte
tam bu sırada yüce Allah bir hayvan çıkaracak, bu hayvan onlarla
konuşacaktır. Halbuki hayvanlar konuşmazlar veya insanlar onların dilinden
anlamazlar. Fakat onlar o gün anlayacaklar. Ve onun kıyametin yaklaştığını
haber veren harika mucize olduğunu öğrenecekler. Halbuki onlar, bu zamana
kadar Allah'ın ayetlerine inanmıyorlar ve kendilerine söz verilen günü
doğrulamıyor, bu güne inanmıyorlardı. Göz önünde bulundurulması gereken bir
nokta da şudur. Neml Suresindeki sahneler, genellikle cinler, kuşlar ve
böcekler ile Hz. Süleyman -selâm üzerine olsun- arasında geçen diyalogun ve
konuşmaların sahnelerindedir. Burada bu "Hayvan"ın ve insanlarla
konuşmasının verilmesi surenin sahneleri ve havası ile tam bir uyum
sağlamaktadır. Böylece Kur'an'ın tasvirdeki ahengi de sağlanmış, genel
sahnenin kendisinde oluştuğu birimler de bütünleşmiş olmaktadır.
Surenin akışı kıyametin yaklaştığını gösteren
alametten sonra mahşer sahnesine geçmektedir!
83- O gün her
ümmetten ayetlerimizi yalanlayanları grup grup bir yere topladıktan sonra
saf düzeninde yürüyüşe geçiririz.
İnsanların hepsi mahşerde toplanacaktır. Yalnız
burada özellikle mesajı yalan sayanların durumu ortaya konmak istenmiştir.
"Saf düzeninde yürüyüşe geçiririz." Başları sonlarına katılır. Orada ne
iradeleri ne belli bir yönleri ne de seçme imkanları vardır.
84- Hesaplaşma
yerine geldiklerinde Allah, onlara der ki; "Ayetlerimi anlamadığınız halde
yalanladınız, değil mi? Yoksa yaptığınız, başka neydi ki?"
Birinci soru utandırma ve azarlama içindir. Çünkü
onların yüce Allah'ın ayetlerini yalan saydıkları bilinen bir olgudur.
İkinci soru da bütünü ile aşağılayıcı bir içeriğe sahiptir. Bunun konuşma
dilinde de benzer ifadeleri vardır. Yalanladınız mı? Yoksa sizin bildiğiniz
başka bir şey mi var? Sizin önemli bir işiniz yoktu ki, siz hayatınızı bu
işle uğraşarak geçirdiniz denilsin. Tüm yaptığınız, bu olmaması gereken
çirkin yalanlamadır. Bu tür sorulara cevap verilemez. Ancak sessiz geçilir.
Susulur. Sanki bu soru ile karşıdaki insanın üzerine ağzını gemleyen ve
kalbini frenleyen bir şey bırakılmış olur.
85- Zalimliklerinden
ötürü haklarındaki hüküm kesinleşmiştir. Bu yüzden artık konuşamaz olurlar.
Dünyadaki haksızlıkları nedeniyle cezayı hak
ettiler. Bu hükme karşı sessiz ve suskun halde durdular! Bu günün arifesinde
"hayvan" bile konuşmaya başlarken işte onlar şimdi konuşamıyorlar! Bu ise,
Kur'an ifadesinde ve Kur'an'ın kendisinden söz ettiği Allah'ın ayetlerinde
karşılıklı yerleştirme sanatının harika biçimde sergilendiğini belgeleyen
örneklerden biridir.
Bu turda, sunuştaki uygunluk özel bir nitelik
taşıyor. Bu özel nitelik, dünya sahneleri ile ahiret sahnelerinin içiçe
verilmesi, daha etkili olması ve ders alınması için uygun olan yerlerde
birinden diğerine geçilmesidir. Burada Allah'ın ayetlerini yalan sayanların
mahşer alanında apışıp kalmalarını tasvir eden sahne ortaya konduktan sonra
dünya sahnelerinden birine geçilmektedir. Bu sahnenin, onların vicdanını
uyarması, evrenin düzenini ve olaylarını düşünmelerine yol açması ve onların
yüreklerine kendilerini koruyan, hayatları ve rahatlıkları için gereken
şartları oluşturan, evreni, onların hayatlarına karşı direnen, savaş açan,
hayatlarının varlığına ve varlığını devam ettirmesine aykırı düşen bir
varlık olarak değil de hayatlarına uygun biçimde yaratan bir ilahın
varlığını aşılaması gerekirdi.
86- Geceyi
dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü de çalışasınız diye aydınlık olarak
yarattığımızı onlar görmüyorlar mı? Bu olgulardan mü'minlerin alacakları
birçok dersler vardır.
Sakin olan gece sahnesi, aydınlık olan gündüz
sahnesi insanda dini bir vicdanı harekete geçiren, geceyi ve gündüzü
evirip-çeviren Allah ile bağını kurmasına doğru yönlendiren iki harika
olaydır. Bunlar kendisini imana hazırlayanlar için iki evrensel mucizedir.
Fakat anlar her şeye rağmen inanmazlar.
Eğer gece olmasaydı ve her zaman gündüz olsaydı
yeryüzünde hayat sona ererdi. Sürekli gece olduğunda durum aynı olacaktı.
Buna bile gerek yok; eğer gece veya gündüz şimdi olduğunun on katı daha uzun
olsaydı Güneş gündüzleyin bütün bitkileri yakardı. Geceleyin de her şey
donardı. O zaman da hayat imkansız olurdu. Öyleyse gece ile gündüzün hayata
uygun biçimde ayarlanmasında pek çok mucizeler vardır. Fakat onlar yine de
inanmazlar.
Yeryüzündeki gece ile gündüz mucizelerinden, bu
evrenin şaşmayan düzeni içinde garantiye ve güvene alanın hayatlarından bir
çırpıda onları Sur'a üfürüldüğü güne geçiriyor. O günde, yeri ve gökleri
titreten, Allah'ın koruduğu kullar dışında orada bulunan herkesi ürperten
korkudan söz ediyor. İstikrarın ve sağlamlığın alameti olan yüksek dağların
yürütülmesinden bahsediliyor. Bu günün sevap yönünden iyilik ve güvene, ceza
yönünden, korku ve ateşe atılma gibi sonuçlar doğuracağından söz ediliyor.
87- Sur'a üflediği
gün, Allah'ın diledikleri dışında kalan göklerdeki ve yeryüzündeki herkes
dehşete kapılır. Herkes boyun eğerek O'nun huzuruna gelir.
88- Sen dağları
görünce onların yerlerinden hiç kımıldamadıkları sanırsın. Oysa onlar
bulutlar gibi hareket ederler. Bu her şeyi özenerek yaratan Allah'ın
ustalığıdır. Hiç kuşkusuz O, yaptığınız her şeyden haberdardır.
89- Kimler iyilikle
gelirse karşılığında daha iyisini alırlar. Böyleleri o gün hiç korkuya
kapılmazlar, gönülleri rahat olur.
90- Kimler kötülükle
gelirse yüzükoyun cehenneme atılırlar. Kendilerine "Bu sadece vaktiyle
işledikleriniz kötülüklerin cezası değil midir" denir.
Sur, içine üfürülen borudur. Bu boru, Allah'ın güven
ve huzur içinde kalmalarını dilediği kimselerin dışında yerde ve göklerde
bulunan herkesi kuşatan korku borusudur. Güven içinde olan bu kimselerin
şehitler olduğu söylenmiştir. Bu üfürüş ile göklerde ve yerde canlı olan her
şey bayılır düşer. Allah'ın diledikleri hariç.
Bundan sonra diriliş borusu çalınır. Ondan sonra da
Toplanma borusu. Son borunun çalınması ile herkes toplanır "Herkes boyun
eğerek O'nun huzuruna gelir." Boyun eğmiş, teslim olmuş halde.
Bu korku ile birlikte bütün bir evrenin düzenini
altüst eden kapsamlı evrensel bir inkılâb da yer alıyor. Bu inkılâb onun
akışını sekteye uğratıyor. İşte bu akışın sekteye uğramasının bir görüntüsü
de sağlam-yüksek dağların yürütülmesi, bulut gibi hafif, çabuk bir biçimde
dağılıp gitme!erdir. Dağların bu şekildeki sahnesi korkunun çağrıştırdığı
olgularla bütünleşiyor. Korku bu ortamda ön plana çıkıyor. Sanki burada
dağlar da diğer korkuya kapılanlar gibi korkmuş, ürperen!erle birlikte
ürpermişlerdir. Şaşkınlaşmış, apışıp kalmış varlık!arın içinde onlar da
apışıp kalmış kararsız ve belirsiz bir yöne doğru yol almaya başlamışlardır!
"Bu her şeyi özenerek yaratan Allah'ın ustalığıdır."
Ne yücedir O! Bu varlık aleminde sanatının
eşsizliği, sağlamlığı her şeyde ortaya çıkar. Onda bir açıklık, bir çelişki,
bir gedik, bir eksiklik, bir unutma ve bir tutarsızlık bulmak mümkün değil!
Düşünebilen insan her biri birer mucize olan O'nun bütün sanat eserleri
üzerinde düşünür buna rağmen plan ve hesap dışı bırakılan tek bir boşluğa
rastlayamaz. Büyük-küçük değerli-değersiz her sanatında bu özellik vardır.
Her şey kendisini izleyen ve inceleyenlerin başlarını döndüren bir plan ve
program içinde işlemektedir. "Hiç kuşkusuz O, yaptığınız her şeyden
haberdardır. Bu yaptıklarınızdan, hesaba çekileceğiniz gündür. Her şeyi en
sağlam biçimde yaratan onu belirlemiştir. Onun için ne bir an ileri ne de
geri alınabilen bir zaman belirlemiştir. Yaratma yasasını bu şekilde eşsiz
bir hikmet ve planlama ile gerçekleştirmiştir. Böylece birbirine bağ!ı bir
birini tamamlayan her iki hayatta eylem ile karşılığı arasında bir uyum
sağlamıştır. "Bu her şeyi özenerek yaratan Allah'ın ustalığıdır. Hiç
kuşkusuz O, yaptığınız her şeyden haberdardır."
Bu korkunç ve dehşet verici günde bu korkunun
dışında huzur içinde olmak, dünya hayatında iyilik yapanların mükafatı
olacaktır. Onlar bunun da ötesinde sevaba kavuşacaklardır. Bu onların
iyiliklerinden daha fazla ve daha bereketlidir.
"Kimler iyilikle gelirse karşılığında daha iyisini
alırlar Böyleleri o gün hiç korkuya kapılmazlar, gönülleri rahat olur."
Bu korkudan yana güven içinde olmak bile başlı
başına bir mükafattır. Bundan ötesi ise, Allah'ın lütfu ve bağışıdır. Onlar
dünyada Allah'dan korkmuşlardı. Dolayısı ile hem dünyada hem de ahirette
korku içinde bırakılmamış olmaktadırlar. Tam tersine, yerde ve göklerde kim
varsa hepsinin korkuya kapıldığı günde yalnız Allah'ın koruduğu kimselerin
güven içinde kaldığıdır.
"Kimler kötülükle gelirse yüzükoyun cehenneme
atılırlar"
Bu korkunç bir sahnedir. Onlar yüzleri üzerine ateşe
atılıyorlar. Sıkıştırılmaları ve azarlanmaları gittikçe artıyor.
"Bu sadece vaktiyle işledikleriniz kötülüklerin
cezası değil midir." Onlar doğru yoldan sapmış ve ona karşı yüzlerini
ekşitmişlerdir. Onlar yüzlerini böyle ekşittikleri için ateşe atılarak
cezalarını bulacaklardır. Çünkü olar daha önce gece-gündüzün açıklığı gibi
apaçık gerçeği gördükleri halde yüz çevirmişlerdi.
DAVETİN ÖZÜ
Neticede son dokunuşlara yer veriliyor. Burada Hz.
peygamber çağrısını yaptığı davasını ve yolunu özetliyor. Davasını bu kadar
açıkladıktan sonra kendileri için uygun gördükleri akıbetlerle onları
başbaşa bırakıyor. Başladığı gibi yine Allah'a hamd ederek noktalıyor.
Onları Allah'a havale ediyor. Ayetlerini on!ara göstermesini kendisine
bırakıyor. Yaptıklarından onları hesaba çekecek olanında yine O olduğunu
hatır!atıyor:
91- Ey Muhammed de
ki; "Bana sırf bu şehrin Rabb'ine kulluk etmem emredildi. O bu şehri
dokunulmaz kıldı. Her şey O'nundur. Bana O'nun buyruğuna boyun eğenlerin
ilki olmam emredildi.
92- "Bana bir de
Kur'an okumam emredildi. Kim doğru yola gelirse kendi iyiliği için doğru
yola gelmiş olur. Kim eğri yola saparsa de ki; ben sadece bir uyarıcıyım. "
93- "De ki; Hamd
Allah'a mahsustur. O ilerde size ayetlerini gösterecek, siz de onları
tanıyacaksınız. " Rabb'in onların yaptıkları işlerden kesinlikle habersiz
değildir.
Araplar'ın müşrikleri de Mekke'nin kutsal bir şehir
olduğuna, Kabe'nin Kutsal bir ev olduğuna inanıyorlardı. Zaten onlar
Araplar'a karşı üstünlüklerini Kabe'nin kutsallığından alıyorlardı. Buna
rağmen bu evi kutsal kılan ve bütün bir hayatlarını bunun üzerine kuran
Allah'ın birliğini kabul etmiyorlardı. Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- inanç sisteminin temellerini sağlamlaştırılması gerektiği gibi
sağlamlaştırıyor. Bu şehri kutsal kılan Allah'a kulluk yapmak!a görevli
olduğunu açıklıyor. Ona asla ortak koşamayacağını belirtiyor. İslam
Düşüncesindeki Tek İlahlık Gerçeği'ni bütünü ile ortaya koyuyor. Bu Şehrin
Rabb'i evrende yer alan her şeyin Rabb'idir "Her şey O'nundur" Yine açıkça
müslümanlardan olmakla emredildiğini ilan ediyor. Öyle müslümanlar ki,
onların her şeyi Allah'ındır. Başkasının onlarda bir payı ortaklığı yoktur.
Bu zaman içinde uzayıp gelen muvahhidlerin, teslim o:muşların kervanıdır.
İşte Hz. Peygamberin mesajının özü budur. Bu mesaj
vasıtası ile, Kur'an'ın okunmasıdır.
"Bana bir de Kur'an okumam emredildi.
Kur'an bu davanın hem kitabı, hem ana yasası ve hem
de vasıtasıdır. Peygamber bu silahla kafirlere karşı mücadele etmekle
görevlendirilmiştir. Ruhlara ve akıllara mücadelede o tek başına yeterlidir.
Onda insanın iç alemini bütünü ile kuşatıcı, duyguların tüm kapılarını
zorlayıcı, katı kalbleri sarsıcı, artık rahat edemeyecek biçimde yerinden
oynatıcı bir özellik vardır. Bunun ötesinde savaşın farz kılınışı ise
mü'minleri belalardan, sıkıntılardan korumak ve bu Kur'an ile özgür bir
ortamda çağrının yapılmasını garantiye almak içindir. Otoritenin gücü ise
Allah'ın yasalarını uygulamak içindir. Çağrıya gelince Kur'an onu yeter:
"Bana bir de Kur'an okumam emredildi."
"Kim doğru yola gelirse kendi iyiliği için doğru
yola gelmiş olur. Kim eğri yola saparsa de ki; Ben sadece bir uyarıcıyım."
İşte burada Allah'ın terazisinde sapıklık ve doğru
yol ile ilgili konularda bireysel sorumluluk esastır. Bu bireysel
sorumlulukta insanın onuru ve şerefi de ortaya çıkmaktadır. Zaten İslam bunu
garantiye almaktadır. İnsanları hayvan sürüleri gibi imana sürüklemez.
Sadece onlara Kur'an okur. Sonra onları kendi hallerine bırakır. Kur'anın
onların iç alemlerindeki görevlerini yapmasını bekler. Kur'an kendine has,
derin nüfuz sahibi metoduna uygun biçimde onlara yönelir. Fıtrata, Kur'an'ın
metoduna uygun düşen değişmez yasalarına uygun biçimde ve derinlerine inerek
hitab eder.
De ki; "Hamd Allah'a mahsustur."
Bu kendisinden söz edeceği Allah'ın eylemine bir
giriştir.
"O ilerde size ayetlerini gösterecek, siz de onları
tanıyacaksınız."
Yüce Allah gerçekten doğru söylüyor. Yüce Allah her
gün kendi kullarına onların iç alemlerine ve dış alemlerine yerleştirdiği
ayetlerinden bazılarını gösteriyor. Sırlarla dolup taşan bu evrenin
sırlarından bazılarını onlara açıp gösteriyor.
"Rabb'in onların yaptıkları işlerden kesinlikle
habersiz değildir."
İşte bu şekilde surenin sonunda onlara sanki
dokunuşta bulunuyor. Hem de bu kapalı, güzel, ürpertici ifade ile... Sonra
onları kendi hallerine bırakıyor. Dilediklerini yapsınlar diye. Her şeye
rağmen onların iç alemlerinde bu derin, etkili dokunuşun izleri silinmez.
"Rabb'in onların yaptıkları işlerden kesinlikle
habersiz değildir."
NEML SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.