24-Nur
1- Bu indirip
hükümlerini farz kıldığımız bir suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık
ayetler indirdik.
Bütün Kuran'da benzeri bulunmayan bir giriş... Bu
başlangıç ifadesinde yeni olan (farz kıldığımız) kelimesidir. Bundan amaç
-bildiğimiz kadarıyla- surede yer alan tüm kuralların aynı düzeyde ele
alınmalarını vurgulamaktır. Buna göre surede yer alan davranış ve ahlak
kurallarının farzlığının derecesi, yaptırım ve cezaların farzlığının
derecesi ile aynıdır. Bu davranış ve ahlak kuralları fıtratın özünde
mevcutturlar. Ama insanlar aldatıcı ve saptırıcı duyguların etkisi ile
bunları unutmuşlardır. İşte bu apaçık ayetler onlara bu kuralları
hatırlatmakta, onları fıtratın açık ve yalın mantığına döndürmektedir.
ZİNA VE CEZASI
Bu kuvvetli, açık ve kesin girişi, zina suçunun
cezasının açıklanması, bu eylemi yapanla müslüman ümmet arasındaki tüm
bağları ve ilişkileri koparan bu eylemin iğrençliğinin vurgulanması izliyor
2- Zina eden kadın
ve erkeğin herbirine yüzer sopa vurunuz. Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorsanız, O'nun dini konusunda onlara acımayınız. Onların ceza
görmesine mü'minlerden bir grup da şahit olsun.
3- Zina eden erkek,
ancak zina eden ya da Allah'a ortak koşan bir kadınla evlenebilir. Zina eden
kadınla da ancak zina eden ya da Allah'a ortak koşan bir erkek evlenebilir.
Bu tür evlilikler mü'minlere yasaklanmıştır.
Zina eden erkek ve kadının cezası İslâm'ın ilk
dönemlerinde Nisa suresinde belirtildiği şekilde idi. ·
"Zina suçu işleyen kadınlarınızın aleyhinde dört
kişinin şahitliklerine başvurunuz. Eğer dört kişi aleyhte şahitlik ederse o
kadınları ölünceye kadar ya da Allah kendileri hakkında başka bir yol
gösterinceye kadar evlerinizden dışarı salmayınız" (Nisa Suresi, 15)
O zaman zina eden kadının cezası, eve hapsedilmek ve
kabahatini yüzüne vurmak suretiyle eziyet etmekti. Zina eden erkeğin cezası
ise, kabahatini yüzüne vurup utandırmaktı.
Sonra yüce Allah Nur suresinde zina suçunun cezasını
belirten ayeti indirdi. Bu, yüce Allah'ın daha önce Nisa suresinde işaret
ettiği "çözüm yolu" idi. Celde; değnekle vurma, zina eden bekar erkek ve
kadınların cezasıdır. Bunlar evlilik aracılığı ile korunmamış kimselerdir.
Müslümanlar, ergenlik çağına ulaşmış, akıllı ve özgür oldukları sürece bu
ceza uygulanır kendilerine. Muhsan ise, geçerli bir nikah sonucu daha önce
cinsel ilişkide bulunmuş özgür ve erginlik çağına ulaşmış müslümandır. Böyle
biri zina yaptığında cezası, taşlanarak öldürülmedir. (Recimdir).
Zina edenin taşlanarak öldürülmesi (Recm edilmesi)
peygamberimizin salât ve selâm üzerine olsun- fiili uygulaması ile
kesinleşmiştir. Değnekle vurma ise Kuran ayetiyle kesinleşmiştir. Kur'an
ayeti genel ve toplu bir ifadeye sahip olmakla beraber, peygamberimizin
sadece zina eden iki evli insanı taşlatarak öldürttüğü (Recm ettirdiği) için
bununla değnekle dövme cezasının evli olmayanlara özgü olduğu anlaşılmıştır.
Zina eden evlilere (muhsan olanlara) hem değnekle
dövme, hem de taşlayarak öldürme 'cezalarının birlikte uygulanması konusunda
fıkhi bazı görüş ayrılıkları mevcuttur. Fıkıhçıların çoğunluğuna göre,
değnekle dövme ve taşlayarak öldürme cezaları birlikte uygulanmaz. Bunun
gibi, evli olmayan biri zina ettiğinde değnekle dövme cezası ile birlikte
sürgün edilip edilmeyeceği, yine özgür olmayanlara uygulanacak zina cezası
etrafında fıkıhçılar arasında birtakım görüş ayrılıkları vardır. Bunlar uzun
görüş ayrılıklarıdır, biz bunların ayrıntısına girmiyoruz. Fıkıh
kitaplarındaki yerlerine bakılabilir. Fakat biz konulan bu kanunun hikmeti
ile birlikte yolumuza devam ediyoruz. Görüyoruz ki,bekârın cezası değnekle
dövme, evlininki ise, taşlanarak öldürülmedir. Çünkü geçerli bir nikah
sonucu daha önce cinsel ilişkide bulunmuş özgür ve ergenlik çağına ulaşmış
bir müslüman, doğru ve temiz yolu tanımış ve denemiş birisidir. Böyle
birinin bu doğru ve temiz yolu bırakarak zinaya yeltenmesi fıtratının
bozulmuşluğunu, sapıklığını göstermektedir. Bu kişi, deneyimsiz, aldanmış,
cinsel arzunun baskısı ile bunalmış bekarın aksine sert bir şekilde
cezalandırılmayı haketmiştir. Sonra eylemin tabiatında bir başka farklılık
daha vardır. Çünkü başından evlilik geçmiş birisi bu konuda deneyim
sahibidir. Bu yüzden daha çok zevk alır, bekarın aldığı zevkten kat kat
fazlası ile tatmin olur. Bu açıdan da daha şiddetli cezalandırılmayı
hakeder.
Kuran-ı Kerim burada -az önce değindiğimiz gibi-
yalnızca bekara uygulanacak cezadan söz ediyor, bu cezanın kesinlikle
uygulanmasını, hoşgörülü ve gevşek davranılmamasını belirtiyor.
"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine
yüzer sopa vurunuz. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, O'nun dini
konusunda onlara acımayınız. Onların ceza görmesine mü'minlerden bir grup da
şahit olsun."
Bu ayet, cezanın uygulanmasını, bu suçu işleyenlere
uygulandığında acıma duygusuna yer verilmemesini, Allah'ın dininin hükümleri
ve hakkı yerine getirilirken yumuşak davranılmamasını, cezaları uygulamamaya
yeltenilmemesini, hem bu suçu işleyenler hem de seyredenler üzerinde daha
etkili ve caydırıcı olması için bu cezanın bir grup mü'minin huzurunda
herkese açık bir yerde uygulanmasını son derece kesin bir şekilde ifade
etmektedir.
Sonra bu eylemin iğrençliğini, tiksindiriciliğini
daha bir arttırmakta ve bu suçu işleyenlerle müslüman toplum arasındaki tüm
bağları kesip atmaktadır.
"Zina eden erkek, ancak zina eden ya da Allah'a
ortak koşan bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da, ancak zina eden
ya da Allah'a ortak koşan bir erkek evlenebilir. Bu tür evlilikler,
mü'minlere yasaklanmıştır.
Şu halde bu suçu işleyenler mü'minken işlemezler.
Olsa olsa imandan veya imani duygulardan uzak bir psikolojik durumda
olabilirler. Bu suçu işledikten sonra da, mü'min bir nefis, bu iğrenç işi
yapmak suretiyle imanın dışına çıkmış bir nefisle nikah bağı ile bir arada
bulunmak istemez. Bu bağdan nefret eder, tiksinir. Bu yüzden İmam Ahmed, bu
iğrenç pisliği temizleyen tevbe olay gerçekleşmediği sürece zina eden bir
erkekle, iffetli bir kadının, aynı şekilde iffetli bir erkekle zina eden bir
kadının nikah bağı ile biraraya gelmelerinin haram olduğunu söylemiştir. Her
halukârda bu ayet, mü'min bir erkeğin tabiatının zina eden bir kadınla
nikahlanmaktan, yine mü'min bir kadının tabiatının da zina eden bir erkekle
nikahlanmaktan iğrendiğini ifade etmektedir. Nitekim nikàh bağının
gerçekleşmemesi istenirken kullanılan " yasak edilmiştir' kelimesi bu
yasağın şiddetini, kesinliğini vurgulamaktadır.
"Bu tür evlilikler mü'minlere yasaklanmıştır."
Bununla, insanlar arasında yer alan bu kirli zümre
ile tertemiz müslüman toplum arasındaki tüm bağlar kesilip atılıyor.
Bu ayetin indiriliş sebebi ile ilgili olarak şöyle
bir olay anlatılır: Mersed b. Ebi Mersed adında biri Mekke'den Medine'ye
bazı esirler taşıyordu (Esirlerden maksat, kendi imkânları ile hicret
edemeyen ve müşrikler tarafından Mekke'de alıkonulan güçsüz mü'minler
olabilir.) Mekke'de Inak adında bir fahişe vardı. Bu kadın Mersed'in
dostuydu. Mersed Mekke'de bir esire, kendisini Medine'ye taşımaya söz
vermişti. Mersed diyor ki, mehtaplı bir gecede Mekke'deki duvarlardan
birinin gölgesine gelmiştim. O sırada Inak geldi ve duvarın dibindeki
karartıyı farketti. Biraz daha yaklaşınca beni tanıdı. "Sen Mersed misin?"
dedi. "Evet dedim. "Merhaba, hoş geldin, haydi geceyi bizde geçirelim" dedi.
Ben de "ey Inak, Allah zinayı haram etti" dedim. Bunun üzerine "Ey
çadırdakiler, bu adam esirlerinizi kaçırıyor" diye bağırdı. Sekiz adam
peşime düştü. Ben bir bahçeye girdim,bir mağara veya oyuk karşıma çıktı. Ben
de girdim. Beni kovalayanlar da geldiler, hatta başımda dikildiler. Sonra
üstüme işediler, sidikleri başıma dökülüyordu. Fakat yüce Allah beni
görmelerine engel oldu. Sonra geri döndüler. Ben de arkadaşımın yanma döndüm
ve onu götürdüm. Ağır birisiydi Izhır denilen yere gelince iplerini çözdüm.
Nihayet onun da yardımıyla kendisini Medine'ye getirebildim. Daha sonra Hz.
peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yanına gidip "Ya Resulullah Inakı
nikahlayayım mı?" dedim. Bu soruyu iki defa sordum. Resulullah sustu ve
herhangi bir şey söylemedi. Sonra şu ayet indi:
"Zina eden erkek, ancak zina eden ya dâ Allah'a
ortak koşan bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da ancak zina eden ya
da Allah'a ortak koşan bir erkek evlenebilir. Bu tür evlilikler mü'minlere
yasaklanmıştır."
Bunun üzerine Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- "Zina eden bir erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadınla
evlenebilir. Onunla evlenme" buyurdu. (Ebu Davud, Nesai ve Tumizi rivayet
etmişlerdir.)
Bu rivayet tevbe etmediği sürece bir mü'minin zina
eden bir kadınla, aynı şekilde mü'min bir kadının zina eden bir erkekle
evlenmesinin yasak olduğunu ifade etmektedir. İmam Ahmed bu düşüncededir.
Onun dışındakiler başka görüşleri benimsemişlerdir. Fıkıh kitaplarından bu
ihtilaflı mesele araştırılabilir. Kısacası zina suçu, işleyenin müslüman
toplumdan uzaklaştırılmasına, onunla müslüman toplum arasındaki tüm bağların
koparılmasına neden olmuştur. Bu bile son derece acı, değnekle döver gibi
hatta ondan daha etkili toplumsal bir cezadır.
İslam, bu iğrenç ve pis eylem için son derece katı
ve caydırıcı cezalar belirlerken insanın fıtratından kaynaklanan içgüdüleri
gözardı etmiyor; onlara savaş açmıyor. İslâm, insanların bu eğilimleri
önleme gücüne sahip olmadıklarını, üstelik bu eğilimleri köreltip öldürmenin
insana bir yarar sağlamadığını gözönünde bulundurur. Yüce Allah'ın
insanların bünyelerine yerleştirdiği, hayata hükmeden büyük yasanın bir
parçası kıldığı,hayatın sürmesi ve insanın halife seçildiği dünyanın
kalkınması için bir araç kıldığı doğal görevlerini durdurmaya çalışmaz.
İslâm, bir bedeni diğerinden ayırmayan, bir aile ve
bir yuva kurmayı düşünmeyen kaba bedensel arzunun tatmin olması ile birlikte
son bulan bir hayatı kurmay hedefleyen hayvansal eğilimlere savaş açar.
İslâm, cinsel hayatı yüce insani duygulara dayandırmak ister. Bununla iki
bedeni, iki nefsi, iki kalbi, iki ruhu daha kapsamlı bir ifadeyle iki insanı
buluşturur, kaynaştırır. Bu iki insanı birbirine bağlayan ortak hayatları,
ortak istekleri, ortak acıları ve ortak gelecekleridir.-Bu iki insan
beklenen nesilde buluşurlar, birbirlerinden ayrılmayan anne-babanın
himayesindeki ortak yuvada yetişen yeni kuşakla bütünleşirler.
Bu yüzden İslâm, hayvansal bir sapma olan zinayı
sert bir şekilde cezalandırır. Bu sapma yukarıda saydığımız tüm anlamları
bir kenara atar, tüm hedefleri yok eder. İnsanı; dişiler ve erkekler
arasında bir fark gözetmeyen hayvana dönüştürür. Artık bütün düşüncesi bir
süre için et ve kanın açlığını gidermektir. Tatmin olup ayrıldıktan sonra,
bu zevkin ötesinde hayatın sürmesi için bir yapıcılık, yeryüzünü
kalkındırmak sözkonusu değildir. Ne bir üreticilik ne de üretim arzusu
yoktur. Hatta gerçek ve yüce bir sevgi duygusu da yoktur bu eylemin
gerisinde. Çünkü sevgi sürekliliği gerektiren bir karaktere sahiptir. Bu,
birçoklarının bir terane gibi tutturup aşk sandıkları bireysel ve kopuk bir
heyecandır. Daha doğrusu bu, kimi zamanlarda insani sevgi kisvesine
büründürdükleri hayvansal bir heyecandır.
İslâm, insanın fıtri isteklerine savaş açmaz, onları
iğrenilmesi gereken bir şey olarak da görmez. Yalnızca onları bir sisteme
oturtur, temizler. Onları hayvansallık düzeyinin üstüne çıkarır. Kişisel ve
toplumsal davranış kurallarının bir çoğunun etrafında döndüğü bir eksen
olacak kadar yüceltir. Fakat zina -özellikle fuhuş- bu fıtri eğilimi ruhsal
inceliğinden yüce arzulardan, insanlığın uzun tarihi boyunca cinsellik
üzerine oluşturulmuş tüm edep kurallarından soyutlayıp, hayvanlardaki gibi
çıplak, kaba ve çirkin hale sokar. Hatta hayvanlarınkinden daha çok
iğrençleştirir. Çünkü birçok hayvan ve kuş çiftleri,düzenli eşleşme hayatı
içinde birbirlerinden ayrılmadan, kimi insan topluluklarında yaygın olan
zinanın -özellikle fuhuşun- azdırdığı cinsel anarşizmden uzak bir hayat
yaşarlar.
İşte, İslâmı zina suçunu sert bir şekilde
cezalandırmaya iten etken, insan hayatında meydana gelen bu cinsel
yozlaşmadır. Bunun yanında, bu suçtan söz edilir edilmez insanların aklına
gelen; neslin karışması, kin ve nefretin yayılması, huzurlu ve güvenli aile
ortamının tehdit olması gibi birçok toplumsal zarar da bu hususta etkili
olmuştur. Bu sebeplerden herbiri zina cezasının son derece sert olması için
yeterlidir. Fakat en büyük sebep; insan fıtratının yakalandığı bu hayvansal
sapmayı bertaraf etmek; cinsellik üzerine oluşmuş insani edep kurallarını
korumak; süreklilik ve kalıcılık esasına dayalı ortak evlilik hayatı gibi
insan hayatının üstün hedeflerini korumaktır. Benim düşünceme göre, en
önemli neden budur. Çünkü bu neden arka planda kalan diğer nedenlerin tümünü
kapsar niteliktedir.
Bununla beraber İslâm, bu eylemin gerçekleşmesine
engel oluşturacak cezanın da ancak, şüpheden uzak, kesin durumlarda
gerçekleşmesini sağlayacak koruyucu önlemler almadıkça şiddetli ceza
uygulamasına gitmez. Çünkü İslâm eksiksiz bir hayat sistemidir. Sadece cezai
yaptırımlara dayanmaz. İslâm, tertemiz bir hayatın nedenlerini
yaygınlaştırma esasına dayanır. Bundan sonra bu kolaylaştırıcı nedenlere
sarılmaktansa, zorlanmadan, kendi isteğiyle çamura batmayı tercih edenleri
cezalandırır.
İşte bu surede, değindiğimiz koruyucu önlemlerden
birçok örnek yer almaktadır. Surenin akışı içinde yeri geldikçe bunları ele
alacağız.
Bütün bu önlemlere rağmen yine de bu suç işlenecek
olursa, İslâm çıkış yolu olduğu sürece cezayı uygulamama yönüne gider. Bunun
dayanağı da Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- şu sözüdür:
"Elinizden geldiğince müslümanlara ceza uygulamamaya bakın. Eğer bir çıkış
yolu varsa bırakın gitsin. Çünkü İmamın suçu bağışlayarak yanılması, cezayı
uygulayarak yanılmasından daha iyidir." (Tirmizi, Hz. Aişe (Allah ondan razı
olsun)'nin hadisinden almıştır.) Bu yüzden İslâm, bu suçun işlendiğini
gözleriyle gördüklerini söyleyen dört güvenilir şahidin şahitlik etmesini ya
da doğruluğunda şüphe bulunmayan samimi bir itirafı zorunlu görür.
Uygulama imkanı olmadığı için bunların hiç kimseyi
suç işlemekten caydırmayan hayalı cezalar olduğu düşünülebilir. Fakat az
önce de söylediğimiz gibi İslâm binasını cezai yaptırımlara dayandırmaz.
Suça iten nedenlerden korunma, nefislerin arındırılması, vicdanların
temizlenmesi, ayrıca kalplerde uyandırdığı duyarlılık esasına dayandırır. Bu
sayede insanlar, suçu işleyen kişi ile müslüman toplum arasındaki tüm
bağların kopmasına neden olan bu suçu işlemekten sakınırlar. Bu yüzden
işledikleri suçla övünen, bu suçu son derece kaba ve iğrenç bir yöntemle
birçok kişinin görebileceği bir şekilde işleyenleri cezalandırır. Ya da
kendilerine ceza verilmesi suretiyle arınmak isteyenlere uygular bu cezayı.
Nitekim Maiz ve dostu Gamidiye'ye kendi istekleri ile bu ceza uygulanmıştır.
Bunlardan herbiri Hz. Peygamber'e gelerek ısrarla kendilerini cezalandırmak
suretiyle temizlemesini istemişlerdir Peygamberimiz defalarca duymazlıktan
gelerek bunlardan yüz çevirdiği halde, dört defa bu suçu işlediklerini
itiraf etmişlerdi. Bundan sonra cezayı uygulamaktan başka seçenek
kalmamıştı. Çünkü suçu üstlenme hiçbir şüpheye yér kalmayacak şekilde
Peygamberimiz'e ulaşmıştır. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
şöyle buyurmuştur:Cezaları kendi aranızda bağışlayın. Çünkü bana ulaşan
cezayı uygulamak gerekir." (Ebu Davut, Kitabul Hudud (Cezalar Kitabı),
Devlet başkanının bilgisine ulaşmamış cezaları bağışlamaya ilişkin bölüm.)
Mesele kesinlik kazanınca ve hakim durumdan haberdar
olunca, cezayı uygulamak zorunlu hale gelir. Gevşek davranmak, Allah'ın
dininin hükümlerini uygularken suçluya acımak olmaz. Bu durumda zina suçunu
işleyenlere acımak, topluma, insani edep kurallarına, insanlığın vicdanına
haksızlık olur. Bu acıma, yapmacık bir acımadır. Çünkü yüce Allah kullarına
daha çok acır. O bunu seçmiştir onlar için. Allah ve peygamberi bir hüküm
koyunca, artık mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için bu konuda seçme
hakkı kalmaz. Çünkü yüce Allah kullarının çıkarını, onların tabiatlarını
daha iyi bilir. Şu halde bilir bilmez konuşan ukalaların cezaların
ağırlığından, sertliğinden söz etmeleri anlamsızdır. Bu ceza ne kadar sert
ve ağır olsa da, içinde zinanın yaygınlaştığı, fıtratın bozulduğu, çamura
battığı, ilkel hayvanlık düzeyine yuvarlandığı bir toplumu bekleyen
akıbetten daha yumuşaktır.
Sadece zina suçuna verilecek cezayı ağırlaştırmak,
toplumsal hayatın korunması, toplumun teneffüs ettiği havanın temizliği için
yeterli değildir. Ayrıca İslâm -daha önce de söylediğimiz gibi- tertemiz bir
hayat meydana getirmek için cezai yaptırımlara dayanmaz. İslâm bu konuda
koruyucu önlemler almaya hayatın tüm havasını suç kokusundan arındırmaya
önem verir.
Bu yüzden zina cezasından sonra, zina edenlerin
müslüman ümmetin bünyesinden koparılmaları hükmünü getiriyor. Arkasından,
toplumsal atmosferden suçun gölgesini uzaklaştırmak amacı ile bir diğer adım
daha atarak yoluna devam ediyor ve kesin bir kanıt olmaksızın hiçbir şeyden
habersiz iffetli kadınlara iftira atıp zina suçu isnat edenleri ağır şekilde
cezalandırıyor.
4- İffetli kadınlara
zina etmekle suçladıktan sonra, bu konuda dört şahit gösteremeyenlere seksen
sopa vurunuz ve artık şahitliklerini hiç kabul etmeyiniz. Onlar yoldan
çıkmış kimselerdir.
İffetli, köle olmayan evli, dul veya bekar kadınları
kesin bir kanıt olmaksızın zina etmekle suçlayan dilleri serbest bırakmak,
suçsuz bir erkek veya suçsuz bir kadını bu iğrenç suçla lekelemek isteyen,
sonuçta da elini kolunu sallayarak gezen iftiracılara geniş bir imkan
hazırlar. Bir süre sonra toplum ırzı kirletilmiş, adı lekelenmiş olarak
günlerini geçirir. Toplumda yer alan her fert zina etmekle suçlanmış ya da
suçlanma tehditi ile karşı karşıya bırakılmış olur. Her eş eşinden
kuşkulanır hale gelir. Her erkek soyundan kuşku duyar. Aileler çökme tehdidi
ile karşı karşıya kalır. Bu ise, dayanılmaz bir kuşkunun, stresin, yiyip
bitiren bir şüphenin egemen olduğu bir durumdur.
Sonra zina ile suçlamanın sık sık duyulması, bu suçu
işlemekten çekinenleri toplumsal atmosferin bütünüyle kirlendiği sonucuna
götürebilir. Bu yüzden çekinenler bu suçu işlemeye yeltenirler, sık sık
duyulmasından dolayı suçun iğrençliği hafifler duygularında. Kendisinden
başka daha birçok kimsenin bu suçu işlediğini düşünür.
Bu yüzden toplum bu kirli, bu kötülüğü işlemeye
teşvik eden ortamda günlerini geçirirken yalnızca zina suçunu cezalandırmak
bu suçun meydana gelmesini önlemek için yeterli değildir.
İşte bunun için ve ırzları tecavüzden sahiplerini de
başlarına gelen bu iğrenç felaketten korumak için... Kur'an-ı Kerim zina
yapmakla suçlamanın cezasını da oldukça ağırlaştırmış, zina suçuna verilen
cezaya yakın bir durum olarak öngörmüştür. Böyle bir şeyi yapmaya
yeltenenlere seksen sopa vurulmasını, bunun yanında şahitliklerinin geçersiz
sayılmasını, fasıklıkla damgalanmalarını emretmiştir. Birincisi bedensel bir
cezadır.. İkincisi ise, toplumsal düzeyde bir uslandırma yöntemidir. Bu
iftirayı atanın sözünün boşa gitmesi şahitliğinin kabul edilmemesi, toplum
içinde itibarının düşmesi, sözüne güvenilmeyen biri olarak halk arasında
gezmesi yeterlidir. Üçüncüsü ise, dinidir. Böyle birisi imandan sapmış,
doğru yoldan çıkmıştır. Ancak birini zina yapmakla suçlayan kişi, suçun
işlendiğini gören dört şahit getirirse, veya kendisi görmüşse eğer üç şahit
daha getirirse, o zaman söylediği doğru kabul edilir ve suçu işleyene zina
cezası uygulanır.
Müslüman toplumun, gerçekleşmemiş, zina yaptı
suçlaması karşısında sessiz kalmakla uğradığı zarar, bu suçlamanın
yaygınlaşması, buna müsaade edilmesi, gittikçe yaygınlaşmasından
çekinilmemesi, toplum içinde bu suçun yasak olduğunu en azından çok sık
işlenmediğini sanan birçok iftiracının bu suçu işlemeye teşvik edilmesi
durumunda uğradığı zarar kadar değildir. Bunun yanında onurlu özgür
erkeklerle onurlu özgür kadınların uğradığı iğrenç iftiralar, insanlık
hayatına ve ailelerin güvenliğine yönelik yıkıcı etkenler de cabası...
Birine zina suçlamasında bulunan iftiracı maddi
cezaya çarptırılmakla beraber, tevbe etmediği sürece cezai yaptırım hep
tepesinin üstünde asılı kalır:
5- Yalnız bu iftira
suçunun arkasından tevbe ederek tutumlarını düzeltenler bu hükmün kapsamı
dışındadırlar. Çünkü Allah affedicidir, merhametlidir.
Fıkıh bilginleri, bu ayetin hangi durumları verilen
hükmün dışında tuttuğu konusunda birbirlerinden farklı görüşlere
sahiptirler. Bu, sadece son cezayı mı kapsıyor ve sadece fasıklık sıfatını
mı kaldırıyor? Buna rağmen şahitliğinin kabul edilmemesi sürecek mi? Yoksa
tevbe etmesiyle birlikte şahitlikleri geçerli mi olacak? İmam Malik, Ahmed
ve Şafii, iftiracı tevbe ettiği andan itibaren şahitliği geçerli olur ve
fasıklık sıfatı kalkar düşüncesindedirler. İmam Ebu Hanife ise; "Bu ayetteki
istisna eydatı son cümleye yöneliktir, bu yüzden zina suçlamasında bulunan
kişi tevbe ettiği zaman fasıklık niteliği kalkar ama şahitliğinin
geçersizliği devam eder" demiştir. Şâ'bi ve Dahhak: Tevbe etse bile
şahitliği kabul edilmez. Ancak zina suçlamasında bulunurken iftira attığını
itiraf ederse, bu durumda şahitliği kabul edilir, düşüncesindedirler.
Ben bu sonuncu görüşü tercih
ediyorum. Çünkü burada tevbenin yanında, iftiraya uğrayanın iftiracının açık
itirafı ile aklanmasının duyurulması zorunluluğu getiriliyor. Ancak bununla
zina suçlamasının son etkisi de silinmiş olabilir. Zina suçlamasında bulunan
kişi delil yetersizliğinden dolay cezaya çarptırılmıştır denemez. Bu
suçlamayı duyan hiç kimsenin içinde "Bu söylenti belki de doğrudur ama
suçlayan geri kalan şahitleri bulamamıştır" düşüncesi uyanmaz. Bu şekilde
iftiraya uğramış kişinin ırzı aklanmış ve yasal açıdan sonra düşünce
açısından da itibari iade edilmiş olur. Sonra, yaptığı iftirayı itiraf
ederek tevbe
eden ayrıca cezasını da çeken
iftiracının itibarına zarar verecek bir durumda kalmamış olur.
6- Eşlerini zina
etmekle suçlayan ve bu konuda kendilerinden başka şahit gösteremeyen
erkekler, eğer Allah hakkı için doğru söylediklerine ilişkin dört kez yemin
ederlerse, tek başlarına yaptıkları bu şahitlik, dört şahitlik yerine geçer.
7- Beşinci keresinde
de "Eğer yalan söylüyorsam, Allah'ın lanetine uğrayayım" demeleri gerekir.
8- Fakat suçlanan
kadının "Allah hakkı için kocam yalan söylüyor" diye kendi adına dört kez
şahitlik etmesi, kendisini cezaya çarpılmaktan kurtarır.
9- Böyle bir kadının
beşinci defasında da "Eğer kocamın söylediği doğru ise Allah'ın laneti
üzerime olsun "demesi gerekir.
10- Eğer Allah'ın
size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, eğer O tövbelerin kabul edicisi
ve hikmet sahibi olmasaydı, acaba haliniz ne olurdu?
Bu ayetlerde durumun dikkat etmeyi gerektiren
özelliği, konunun özenliliği gerektiren kaygan zemini gözönünde
bulundurularak eşler için kolaylıklar getirilmiştir. Koca,karısının bu suçu
işlediğini gördüğü halde kendisinden başka şahit getiremezse, bu durumda
dört defa karısının zina ettiğine ilişkin iddiasının doğru olduğuna Allah
adına yemin eder. Bu yeminler şahitlik olarak nitelendirilmiştir, çünkü
kendisi tek şahittir. Bunu yaptıktan sonra karısının mihrinin tutarını öder
ve kararından dönmemek üzere boşar. Kadın da zina cezasını yani taşlanarak
öldürülmeyi hakeder. Ancak kadın kendisine zina cezasının uygulanmamasını
isterse, bu durumda kocasının hakkında söyledikleri şeyler de yalan
söylediğine dört kere Allah adına yemin eder. Beşincisinde de eğer kocası
doğru kendisi de yalan söylüyorsa Allah'ın öfkesinin üzerine olması
hususunda yemin eder. Böylece kadına zina cezası uygulanmaz ve karşılıklı
lanetleşme ile kocasından kesin şekilde boşanır. Eğer hamile ise çocuk
kocasının değil, kendisinin adını alır. Bundan sonra çocuğa zina
suçlamasında bulunulamaz, kim böyle bir suçlamada bulunursa cezalandırılır.
Böyle kolaylaştırma ve yumuşatma, durum ve şartların
gözönünde bulundurulması hususu üzerinde şu değerlendirme yapılıyor:
"Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti
olmasaydı, eğer O tövbelerin kabul edicisi ve hikmet sahibi olmasaydı, acaba
haliniz ne olurdu?"
Bu yumuşatmalarda ve günaha bulaştıktan sonra
gerçekleşen tevbe olayında somutlaşan Allah'ın rahmeti ve onlara yönelik
iyiliği olmasaydı ne olacaktı. Bu hususta bir açıklama yer almıyor.
Allah'tan korkanlar sakınsın diye mesele bu tarzda kapalı ve ürkütücü bir
durumda bırakılıyor. Ama ayet, bu durumda büyük bir kötülüğün olacağına
işaret etmektedir.
Bu hükmün indiriliş sebebine ilişkin doğruluğundan
şüphe edilmeyen çeşitli rivayetler mevcuttur.
"İffetli kadınları zina etmekle suçladıktan sonra,
bu konuda dört şahit gösteremeyenlere seksen sopa vurunuz ve artık
şahitliklerini hiç kabul etmeyiniz" ayeti indiği zaman Ensarın önderi Sa'd
b. Ubade -Allah ondan razı olsun- "Bu ayet bu şekilde mi indi ey Allah'ın
Peygamberi"? dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz "Ey Ensar topluluğu,
önderinizin ne dediğini duymuyor musunuz?" dedi. Onlar da şu karşılığı
verdiler: "Ey Allah'ın Peygamberi, onun kusuruna bakma. Çünkü o kıskanç bir
adamdır. Allah'a andolsun ki, bugüne kadar sadece bakire kadınlarla
evlenmiştir. Ayrı derecede kıskanç birisi olduğundan dolay onun boşadığı bir
kadınla bizden hiç kimse evlenmeye cesaret edememiştir." Ardından Sa'd şöyle
dedi: "Vallahi, ya Resulullah, ben bu ayetin, bu hükmün doğru olduğunu ve
bunun Allah'tan geldiğini biliyorum. Fakat ben bir adamın kınanmış kötü bir
kadınının bacaklarını ayırıp üstüne abandığını gördüğün halde, dört şahit
getirmeyene kadar ona dokunamayacağıma, karışamayacağıma hayret ediyorum.
Oysa Allah'a andolsun ki, ben şahit getirene kadar adam işini bitirir." İbni
Abbas diyor ki, bunun üzerinden çok zaman geçmemişti ki, Hilal b. Ümeyye
(Hilal b. Umeyye Tebük seferine katılmayan üç kişiden biridir.) geldi. Hilal
yatsı zamanı tarlasından dönmüş evine gelmişti. O sırada karısının yanında
bir adam bulmuş, cinsel ilişkide bulunduklarını gözleriyle görmüş,
kulaklarıyla işitmişti. Sabaha kadar bu adama ilişmemişti. Sabah olunca
erkenden Hz. Peygambere gelip: "Ya Resulullah, ben yatsı zamanı karımın
yanına geldiğimde yanında bir adam buldum, cinsel ilişkide bulunduklarını
gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim" dedi. Hz. Peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- dediklerinden hoşlanmadı ve bu durum onun canını sıktı. Bunun
üzerine Ensar toplanarak "Sâ'd b. Ubade'nin dedikleri başımıza geldi. Şimdi
Resulullah Hilali cezalandıracak ve insanlar içinde onun şahitliğini
geçersiz sayacak" dediler. Hilal ise, "Allah'a andolsun ki, ben yüce
Allah'ın bir çözüm yolu göstereceğini umuyorum" dedi. Sonra da gelip
Resulullah'a şöyle dedi: "Ya Resulullah, ben söylediklerimden dolay canının
sıkıldığını görüyorum, fakat Allah biliyor ki, ben doğru söylüyorum...
Allah'a andolsun ki, Hz. Peygamber Hilal'e seksen sopa vurulmasını istemek
üzereyken vahiy geldi. Vahyin gelişini renginin kaçmasından anlamışlardı.
(Yani vahiy kesilene kadar onunla konuşmadılar) O sırada şu ayet inmişti:
"Eşlerini zina etmekle suçlayan ve bu konuda kendilerinden başka şahit
gösteremeyen erkekler, eğer Allah hakkı için doğru söylediklerine ilişkin
dört kez yemin ederlerse, tek başlarına yaptıkları bu şahitlik, dört
şahitlik yerine geçer."
Bunun üzerine Hz. Peygamber sevindi ve "Müjdeler
olsun ya Hilal yüce Allah seni kurtardı ve sana bir çözüm yolu gösterdi"
dedi. Hilal "Ben her şeyden üstün ve ulu olan Rabbimden bunu umuyordum"
dedi. Daha sonra Hz. Peygamber "O kadını çağırın" dedi. Kadını çağırdılar o
da geldi. Hz. Peygamber bu ayeti kendilerine okudu, onları uyardı, ahiret
azabının dünya azabından daha şiddetli olduğunu haber verdi. Bunun üzerine
Hilal:"Ya Resulullah ben onun hakkında doğru söylüyorum" dedi. Kadın ise,
"Hayır, yalan söylüyor" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- Arkadaşlarına "Bunları aralarında' lanetleştirin" dedi.
Hilal'e "şahitlik et" dediler. Hilal dört defa, doğru söylediğine Allah
adına yemin ederek şahitlik etti. Beşincisinde de "Ey Hilal, Allah'tan kork.
Çünkü dünya azabı ahiret azabına göre hafiftir. Bu söylediklerin ise sana
azabı gerektirecek şeylerdir" dedi. Hilal ise, "Allah'a andolsun ki, yüce
Allah bunun için dayak cezasını vermediği gibi, ahirette de azap etmez"
dedi. Ve beşinci seferde, eğer yalan söylüyorsam Allah'ın laneti üzerime
olsun, dedi. Sonra kadına "Onun yalan söylediğine ilişkin dört defa Allah
adına yemin ederek şahitlik et" denildi. Beşincisinde "Allah'tan kork. Çünkü
dünya azabı ahiret azabına göre daha hafiftir. Çünkü bu söylediklerin, sana
ahirette azap edilmesini gerektirecek şeylerdir" denildi. Kadın bir süre
durakladı suçunu itiraf edecek gibi oldu. Sonra "Vallahi akrabalarımı
utandıramam" dedi. Ve beşinci kere "Eğer yalan söylüyorsam ve o da doğru
söylüyorsa Allah'ın laneti üzerime olsun" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
-salât ve selâm üzerine olsun- onları birbirinden ayırdı. Ayrıca çocuğun bir
babaya nispet edilmemesine, boşanma ve ölüm dışındaki bir nedenden dolay
ayrıldıkları için Hilal'in kadına ev ve nafaka temin etmek zorunda
olmadığına karar verdi. Sonra şöyle buyurdu: "Eğer kadının doğurduğu çocuk
kızıl saçlı, kalçaları zayıf ve ince bacaklı ise, çocuk Hilal'dendir... Eğer
esmer, kıvırcık saçlı, iri cüsseli kalın bacaklı ve dolgun kalçalı ise çocuk
sözü edilen kişidendir·. Daha sonra kadın esmer, kıvırcık saçlı, iri
cüsseli, kalın bacaklı ve dolgun kalçalı bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Eğer yeminler olmasaydı bu
kadına başka türlü davranırdım" buyurdu.
Böylece bu hüküm, fiilen yaşanmış pratik bir durumu
karşılamak için inmiştir. Hem olaya muhatap olmuş kişiyi hem de müslümanları
zor durumda bırakmış bir sorunu çözümlemiştir. Nitekim bu olay
Peygamberimizin de canını sıkmış ve bir çözüm yolu bulamamıştı. Buhari'nin
rivayetinde de denildiği gibi, Hilal b. Ümeyye'ye "Ya bunu kanıtlarsın, ya
da sırtına sopa vururum" demişti. Hilal de "Ya Resulullah birimiz karısının
üstünde bir adam görse, şahit aramaya mı koşar?" demişti.
Biri çıkıp da şöyle bir soru sorabilir: Yüce Allah
zina suçlamasına ilişkin genel hükmünü koyarken böyle bir problemin
çıkacağını bilmiyor muydu? Yüce Allah bu istisnai hükmü neden böylesine zor
ve içinden çıkılmaz bir durumdan sonra indirdi?
Bu soruya verilecek cevap şudur: Evet yüce Allah
biliyordu. Ne var ki, onun hikmeti, bir hükmü ihtiyaç duyulduğu zaman
indirmeyi öngörmüştür. Böyle bir durumda insanlar indirilen hükmü daha
istekli karşılarlar. Bu hükümde somutlaşan yüce Allah'ın hikmetini,
kendilerine yönelik lütfunu daha iyi kavrarlar. Bu hükümden sonra şu
değerlendirmenin yer alması da bu yüzdendir:
"Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti
olmasaydı, eğer O tövbelerin kabul edicisi ve hikmet sahibi olmasaydı, acaba
haliniz ne olurdu?" İslâm'ın ve Peygamberin eğitim yönteminin bu Kur'an
aracılığı ile insanlığa neler kazandırdığını, onları hangi yüce ufuklara
çıkardığını son derece heyecanlı kıskanç, galeyana gelmeden önce uzun boylu
düşünmeyen gayretkeş arap insanını ne hale getirdiğini görmemiz için, bu
olay üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Birine zina suçlamasında bulunan ve
bunu da dört şahit göstererek kanıtlayamayan kişiyi cezalandırmayı öngören
bu hüküm indiği zaman bu, tipik Arap insanının zoruna gidiyor,
kabullenemiyor. Öyle ki Sâ'd b. Ubade "Ya Resulullah, ayet bu şekilde mi
indi?" diye sorma gereğini duyuyor. Aslında Sa'd bu soruyu sorarken ayetin o
şekilde indiğinden kesinlikle emindir. Ne var ki, O, bu soruyu, yatağında
bilinen bir durum karşısında bu ayetin içerdiği hükme boyun eğmede nefsinin
ne kadar zorlanacağını ifade etmek için soruyor. O bu düşüncenin acılığını,
dayanılmazlığını şu şekilde ifade ediyor: "Vallahi, ya Resulullah, ben bu
ayetin, bu hükmün doğru olduğunu ve bunun Allah'tan geldiğini biliyorum.
Fakat ben, bir adamın kınanmış, aşağılık bir kadının bacaklarını ayırıp
üstüne abandığını gördüğüm halde, dört şahit getirmedikçe ona
dokunamayacağıma, karışamayacağıma hayret ediyorum. Oysa Allah'a andolsun
ki, ben şahit getirene kadar adam işini bitirir."
Çok geçmeden Sa'd b. Ubade'nin düşünmek bile
istemediği bu acı olay... Evet çok geçmeden bu düşünce gerçekleşti... İşte
şu adam karısının biriyle yattığını gözleriyle gördüğü, kulaklarıyla duyduğu
halde, Kur'an'ın bu hükmünden kaynaklanan bir engelden dolay bir şey
yapamıyor. Duygularına, törelerine, Arap toplumunun katı ve köklü mantığına
galip geliyor; kanında baş gösteren galeyanı, duygularında kopan fırtınayı,
kabaran sinirlerini frenliyor. Bütün bunlara karşılık Allah'ın ve
Peygamberinin hükmünü bekleyerek sabrediyor. Ve bu hiç kuşkusuz dayanılmaz,
zor bir durumdur. Ne var ki, islâmi eğitim, hem kişisel hem de hayata
ilişkin meselelerde hükmün Allah'a ait olması için kişileri bu zor ve
dayanılmaz duruma katlanmaya hazırlamıştır.
Peki bu nasıl mümkün olmuştur?.. Onlar yüce Allah'ın
kendileri ile beraber olduğunu, O'nun himayesinde olduklarını, yüce Allah'ın
kendilerini gözettiğini, O'nun zor ve dayanılmaz bir yükümlülük
yüklemeyeceğini, kesinlikle bildikleri için bu durumun gerçekleşmesi mümkün
olmuştur. Onlar her zaman Allah'ın gölgesinde yaşıyorlardı. O'nun ruhundan
teneffüs ediyorlardı. Çocukların merhametli ve sorumlu bir aile reisine
baktıkları gibi O'na bakarlardı, onun hükümlerini beklerlerdi.
İşte, Hilal b. Ümeyye, karısının bir adamla
yattığını gözleriyle görüyor, kulaklarıyla işitiyor, ama yalnızdır. Gelip
Resulullah'a şikayet ediyor. Fakat Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- ona Allah'ın verdiği cezayı uygulamaktan başka çıkar yol bulamıyor ve
"Ya bunu kanıtlarsın, ya da sırtına sopa vururum" diyor. Ama Hilal b. Ümeyye
yüce Allah'ın kendisine sopa vurulmasına müsaade edeceğini düşünmüyor, çünkü
iddiasında doğrudur. Evet, işte yüce Allah eşlerin durumunu ilgilendiren
istisnai hükmünü indiriyor. Hz. Peygamber de Hilal'i bununla müjdeliyor. O
da Rabbine güvenen ve doğruluğundan emin bir edayla: "Ben her şeyden üstün
ve ulu olan Rabbimden bunu umuyordum" di yor. Bu yüce Allah'ın rahmetinden,
gözetiminden ve adaletinden emin olmanın ifadesidir. En çok da yüce Allah'ın
kendileri ile beraber olduğunun, oları kendi başlarına bırakmadığının, O'nun
yanında, O'nun himayesinde olduklarının bilincinde olmanın verdiği güven
duygusunun ifadesidir. İşte onları Allah'ın hükmüne uymaya, O'na teslim
olmaya, O'nu benimsemeye yönelten iman budur.
İLK OLAYI VE İFTİRA
Birine zina suçlamasında bulunmanın hükmü
açıklandıktan sonra, zina suçlamasında bulunmaya bir örnek veriliyor, bu
davranışın iğrençliği, adiliği ortaya konuyor. Bu suçlama, Peygamberin
tertemiz ve saygın ailesine yöneliktir. Suçlanan, Allah katında insanların
en saygını Hz. Peygamberin ırzıdır, şerefidir, Allah'ın Peygamberinin
yanında insanların en saygını arkadaşı Ebubekir Sıddık'ın (Allah ondan razı
olsun)namusudur. Allah Peygamberinin,hakkında "sadece iyiliğini biliyorum"
şahitliğinde bulunduğu Safvan b. Muattal'ın namusudur, şerefidir... Ve bu
olay müslümanları tam bir ay uğraştırır.
Bu sözünü ettiğimiz,ulu ve üstün düzeyde ele alınan
olay ifk (iftira)olaydır:
11- O ağır iftirayı ortaya atanlar, sizden bir
gruptur. Bu olayı kendiniz için kötü bir şey sanmayınız. Tersine o sizin
için iyidir. O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın cezasını
görecektir. Suçun büyük bölümünü omuzlarında taşıyan o grubun elebaşısı ise
büyük bir azaba çarpılacaktır.
12- O iftirayı
işittiğinizde erkek-kadın bütün mü'minlerin, kendileri hakkında hüsnü-zan
besleyerek, özlerine leke kondurmaya yanaşmayarak '`Bu apaçık bir iftiradır"
demeleri gerekmez miydi?
13- Bu konuda dört
şahit göstermeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri gösteremediler, o
halde onlar Allah katında yalancıların ta kendileridirler.
14- Eğer dünyada ve
ahirette Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, yoğun dedikodu
yaptığınız bu iftiradan dolayı büyük bir azaba çarpılırdınız.
15- Hani bu iftirayı
dilden dile yayıyordunuz. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız bu
söylentiyi rastgele ağızlarınızda geveliyordunuz. Yaptığınız kötülüğü
önemsiz sanıyordunuz. Oysa o, Allah katında ağır bir suçtu.
16- Onu işittiğiniz
zaman "Bu konuda konuşmak bize yakışmaz. Haşa Allah'a! Bu ağır bir
iftiradır" demeniz gerekmez miydi?
17- Allah size öğüt
veriyor ki, eğer mü'min iseniz böyle bir hataya bir daha asla düşmeyesiniz.
18- Allah, aynı
zamanda, size ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklıyor. Allah her şeyi bilir
ve her yaptığını yerinde yapar.
19- Mü'minler
arasında ahlâksızlığın ve edepsizliğin yayılmasını isteyenleri gerek dünyada
ve gerekse ahirette acıklı bir azap beklemektedir. Allah bilir, oysa siz
bilmezsiniz.
20- Eğer Allah'ın
size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, eğer o son derece esirgeyen ve
acıyan olmasaydı, acaba haliniz ne olurdu?
21- Ey mü'minler,
sakın şeytanın izinden gitmeyiniz. Kim şeytanın izinden giderse bilsin ki, o
edepsizliği, ahlâksızlığı ve çirkin davranışları emreder. Eğer Allah'ın size
yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı hiçbiriniz asla kötülüklerden
arınamazdı. Ama Allah dilediği kimseleri kötülüklerden arındırır. Allah her
şeyi işitir, her şeyi bilir.
22- Aranızdaki
erdemli ve varlıklı kimseler yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda
yurtlarından göçedenlere yardım etmeyeceklerine yemin etmesinler. Allah sizi
affetsin istemez misiniz? Allah affedicidir, merhametlidir.
24- O gün dilleri,
elleri ve ayakları işledikleri kötülük konusunda aleyhlerinde şahitlik
edecektir.
23- Zinadan haberi
bulunmayan iffetli mümin kadınlara, zina isnad edenler, dünyada ve ahirette
lanete uğramışlardır. Onlara büyük bir azap vardır.
25- O gün Allah
onlara hakettikleri cezayı tam olarak verecek ve onlar Allah'ın, apaçık
"gerçek" olduğunu anlayacaklardır.
26- Kötü kadınlar,
kötü erkeklere ve kötü erkekler, kötü kadınlara yakıştıkları gibi, temiz
kadınlar, temiz erkeklere ve temiz erkekler, temiz kadınlara yakışırlar.
Temizler, kötülerin kendilerine yönelik dedikodularından uzaktırlar.
Bunları, Allah'ın bağışlayıcılığı ve onurlu rızık beklemektedir.
Bu olay... İftira olay... Tüm insanlık tarihinin en
temiz ruhlarına dayanılmaz acılar çektirmiş; uzun tarihi boyunca müslüman
ümmetin geçtiği deneyimlerin en meşakkatlisini tattırmış; Hz. Peygamberin
-salât ve selâm üzerine olsun- kalbini, sevdiği eşi Hz. Aişe'nin -Allah
ondan razı olsun- kalbini, Hz. Ebubekir Sıddık ve karısının -Allah onlardan
razı olsun- kalbini ve Safvan b. Muattal'ın kalbini tam bir ay dayanılmaz
.kuşkuların, sıkıntı ve acıların ipine bağlamış, onlara ızdırap
çektirmiştir.
Şu halde bırakalım da Hz. Aişe -Allah ondan razı
olsun- bu acıların hikayesini anlatsın, bu ayetlerin sırlarını ortaya
koysun.
Zühri, Urve ve başkalarına dayanarak Hz. Aişe'nin
-Allah ondan razı olsun şöyle dediğini rivayet eder:
"Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- bir
yolculuğa çıkmak istediğinde kadınları arasında kura çekerdi. Kura kime
çıkarsa onu birlikte götürürdü. Yine bir sefere (Bu, tercih edilen görüşe
göre Hicri beşinci senede meydana gelen Beni Mustalik savaşıdır.) çıkmak
üzereyken aramızda kura çekti. Kura bana çıktı. Ben de örtünme ayetinin
inmesinden sonra gerçekleşen bu sefere onunla beraber katıldım. Ben bir
hevdec içinde deveye bindirilip indiriliyordum. Yola devam ettik. Hz.
Peygamber bu savaşı bitirdikten sonra geri döndü. Medine'ye yaklaşmıştık.
Bir gece yola çıkma emrini verdi. Yolculuk emri verildiği sırada ben
kalktım, ordunun konakladığı yeri geçip ihtiyacımı giderdim. İşimi bitirince
ordunun yanına döndüm o sırada göğsüme dokundum. Gerdanlığımın kopup
düştüğünü farkedince üzüldüm, geri dönüp aramaya koyuldum. Gerdanlığı aramak
epey zamanımı aldı. Bu sırada bana yardımcı olanlar gelip hevdecimi deveye
yüklerler ve beni hevdecin içinde sanırlar. O zamanlar kadınlar hafiftiler,
vücutları etli ve ağır değildi. Çünkü o zamanlar az yemek yerdik. Bu yüzden
onlar da hevdeci kaldırıp deveye yüklerken, hafifliğine şaşırmamışlardı.
Üstelik ben oldukça gençtim. Deveyi kaldırıp yola çıkarlar. Ben de o sırada
gerdanlığımı buldum. Ama ordu hareket etmişti artık. Ben konaklama yerine
geldiğimde kimseyi bulamadım. Daha önce bulunduğum yerde tek başıma
beklemeye koyuldum. Onların benim kaybolduğumun farkına varıp geri
döneceklerini sanıyordum. Orada öylece oturuyorken uyku ağır bastı ve
uyudum. Safvan b. Muattal es-Selemi (elzekvani) ordunun gerisinden gelirdi.
Bütün gece yol almıştı. Benim bulunduğum yere gelince uyuyan bir insan
karartısı görmüştü. Yanıma gelmiş, görünce de beni tanımıştı. Beni örtünme
ayeti inmediği zamanlarda görürdü. Beni tanıyıp şaşkınlıktan "innalillah ve
inna ileyhi raciun"demesiyle uyandım. Hemen başörtümle yüzümü örttüm.
Allah'a andolsun ki, benimle bir tek kelime konuşmadı. Beni gördüğü zaman
şaşırmışlığın ifadesi olarak söylediği "innalillahi ve inna ileyhi
raciun"dan başka ondan tek bir söz duymadım. Devesinden indi ve onu
çöktürdü. Ön ayaklarına basarak binmemi sağladı. Deveyi önden çekerek yola
koyuldu. Nihayet orduya konakladığı bir yerde yetiştik. Bundan sonra benim
hakkımda çıkardıkları dedikodudan helak olanlar oldu. Günahın büyüğünü de
Abdullah b. Ubey b. Selul üstlendi. Sonra Medine'ye geldik. Orada bir ay
hasta yattım. Halk iftiracıların sözleriyle kaynıyordu. Benimse, hiçbir
şeyden haberim yoktu. Acılar içindeyken beni kuşkulandıran olay,
hastalandığım zamanlarda Hz. Peygamber'den-salât ve selâm üzerine olsun-
gördüğüm iltifatı göremeyişimdi. Hz. Peygamber yanıma gelir, selâm verir ve
"Hastanız nasıl?" deyip çıkar giderdi... Sadece bu tavrı beni
kuşkulandırırdı. Ben, iyileşmekle beraber henüz tam kendime gelemediğim bir
sırada olup bitenden haberdar oldum. Bir ara ben ve Ümmü Mistah Menasi denen
yere doğru yola çıktık. Burası ihtiyacımızı gidermek amacı ile kullandığımız
bir yerdi. Ancak geceleri oraya gidebilirdik. O zamanlar henüz tuvalet
edinmemiştik. Tıpkı açık arazide ihtiyacını gideren ilk Araplar gibi
davranıyorduk. Ben ve Ümmü Mistah oraya doğru yol aldık. -Bu kadın Ebu Rahm,
b. Muttalib, b. Abdimenafın kızıydı. Annesi de Sahr b. Amüin kızıydı ve
Ebubekir Sıddık'ın -Allah ondan razı olsun- teyzesiydi.- ihtiyacımızı
giderip dönünce, Ümmü Mistah'ın ayağı eteğine takılıp sendeledi. Bunun
üzerine "Mistah kahrolsun" dedi. Ben de: Ne kötü söz söyledin. Bedir
savaşına katılmış birine mi beddua ediyorsun?" dedim. O da "Vay başıma
gelenler, onun ne söylediğini duymadın mı?" dedi. Ben "Ne söylüyor?" diye
sordum. Bunun üzerine çıkarılan o asılsız dedikoduyu (ifk) dillerine
dolayanların sözlerini bana anlattı. Bunları duyunca hastalığım bir kat daha
arttı. Evime döndüğüm zaman Resulullah da eve geldi ve "Hastanız nasıl?"
dedi. Ben de "İzin ver anne-babamın yanına gideyim"dedim. Ben bu haberi bir
de onlardan duymak istiyordum. Bana izin verdi. Kalktım anne-babamın yanına
gittim. Anneme: "Anneciğim, insanlar neler konuşuyorlar?" dedim. Annem
"Yavrum, aldırma. Allah'a andolsun ki, kocası tarafından sevilen durumu
parlak olan, bununla beraber çekemeyenleri olan çok az kadın vardır ki,
hakkında dedikodu çıkarılmasın" dedi. "Subhanallah, insanlar böyle mi
konuşuyor' dedim. O gece sabaha kadar ağladım. Gözyaşlarım hiç dinmedi,
gözüme uyku girmedi. Sonra hep ağlamaya devam ettim. Resulullah -salât ve
selâm üzerine olsun- Ali b. Ebu talip ve Usame b. Zeyd'i -Allah ondan razı
olsun- çağırıp eşinden ayrılması hususunda görüşlerine başvurdu. Usame
bildiği şekliyle Hz. Peygamber'in ailesinin temizliğini, onlar hakkında
beslediği derin sevgiyi belirterek olumlu yönde görüş bildirdi ve "Ya
Resulullah eşini bırakma, Allah'a andolsun ki, onun hakkında iyilikten başka
bir şey bilmiyoruz" dedi. Ali b. Ebutalip ise; "Ya Resulullah, Allah seni
sıkıntıya sokmaz. Onun dışında birçok kadın vardır. Cariyeden sor, o sana
bildiklerini anlatır" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- Berire'yi çağır ( İmam Kayyım el-Cevziye araştırmış ve
görüşüne başvurulan cariyenin Berire olmadığını belirlemiştir. Çünkü Berire
bu olaydan sonra uzun bir süre özgürlüğü karşılığında sözleşme. yapmış ve
özgür bırakılmıştır. imam Ali (K.V.) "Cariyeden sor. O sana bildiklerini
anlatır" demiş. Rivayet edenler de cariyeyi Berire sanmış ve onun adını
vermişler.) ve "Ey Berire, onda seni kuşkulandıracak bir şey gördün mü?"
diye sordu. Berire: "Hayr, seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a
andolsun ki, henüz çok genç olduğu için hamur yoğururken uyuklamasından ve
bu yüzden hamurunu evin içindeki koyunlara yedirmesinden başka ayıplanacak
bir davranışına rastlamadım" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber -salât ve
selâm üzerine olsun- kalktı ve Abdullah b. Ubey b. Selul'un kendisine eziyet
ettiğini belirterek bu sıkıntıdan kurtarılmasını istedi . Minberde iken
şöyle dedi: "Eşim hakkında dedikodular çıkararak bana eziyet eden bu adamı
kim başımdan savacak? Allah'a andolsun ki, eşim hakkında iyilikten başka bir
şey bilmiyorum. Sözünü ettikleri adamın da sadece iyiliğini biliyorum.
Bensiz evine girmiş değildir."Bunun üzerine Sa'd b. Muaz -Allah ondan razı
olsun- kalktı ve "Ya Resulullah, Allah'a andolsun ki, ben seni ondan
kurtarırım. (İbn-i İshak'ın rivayetinde bu ve önceki sözleri söyleyenin
Useyd b. Hudeyr olduğu belirtilmektedir. İmam İbn-i Kayyım el-Cevziye "Zadul
mead" adlı eserinde Sâ'd b. Muaz'ın Beni Kureyza savaşından sonra vefat
ettiğini yazmaktadır. Bu ise İfk olayından önce gerçekleşmiştir. Buna göre o
sözleri söyleyen Useyd b. Hudeyr'dir. İmam İbn-i Hazm da Ubeydullah b.
Abdullah b. Utbe'nin Hz. Aişe'den yaptığı rivayete dayanarak aynı şeyleri
söylemektedir. Bu rivayette Sâ'd b. Muaz'ın adı geçmiyor.) Eğer bu adam Evs
kabilesine mensup biri ise, boynunu vururuz. Eğer Hazreçli kardeşlerimizden
biri ise, ne emredersen, emrini yerine getiririz" dedi. Bu sözlerden sonra
Hazreç kabilesinin büyüğü Sa'd b. Ubade -Allah ondan razı olsun- kalktı.
Sâ'd b. Ubade iyi bir insan olmàsına rağmen bu sefer tarafgirlik duygusuna
yenik düştü ve öfkeyle, Sa'd b. Muaz'a şöyle dedi: "Allah'a andolsun ki,
yalan söylüyorsun. Ne onu öldürebilirsin ne de buna gücün yeter." Sonra Sa'd
b. Muaz'ın amca çocuğu olan Usayd b. Hudayr -Allah ondan razı olsun- kalktı
ve "Allah'a andolsun ki, asıl sen yalan söylüyorsun. Onu mutlaka öldürürüz.
Sana gelince, sen bir münafıksın ve münafıkları savunuyorsun"dedi. Bunun
üzerine iki taraf -Evs ve Hazreç- ayaklandılar ve neredeyse savaşacak hale
geldiler. Resulullah da minberde onları susturmaya çalışıyordu. Sonunda
sustular. Resulullah da minberden indi. O gün gözyaşlarım dinmeden hep
ağladım. Gözüme uyku girmedi. O gece de hep ağladım, gözyàşlarım hiç
dinmedi, gözüm uyku tutmadı. Anne ve babam da hep yànımdaydılar. İki gece ve
bir gündüz durmadan ağlamıştım. Öyle ki, ağlamakla ciğerimi parçalayacak
sanmıştım. Annem ve babam yanımda iken ve ben de ağlamaya devam ediyorken
Ensar'dan bir kadın eve girmek için izin istedi. İzin verdiler. O da gelip,
benimle beraber ağlamaya başladı. Biz bu durumdayken Resulullah içeri girdi.
Selam verdi, oturdu. Hakkımda çıkarılan dedikodudan bu yana yanımda hiç
oturmamıştı. Bir ay beklemiş, ama hakkımda kendisine vahiy inmemişti.
Otururken şehadet getirdi ve şöyle dedi: "Senin hakkında şöyle şöyle sözler
bana ulaştı. Şayet suçsuz isen, kuşkusuz yüce Allah seni temize
çıkaracaktır. Ama eğer bir günaha yeltenmişsen Allah'dan af dile, O'na tövbe
et. Çünkü kul günahını itiraf edip Allah'a tövbe ederse, yüce Allah'da onun
tövbesini kabul eder." Resulullah sözlerini bitirince gözyaşlarım kurudu,
bir damla bile kalmadığını hissettim. Babama "Benim yerime Resulullah'a
cevap ver" dedim. Babam da "Allah'a andolsun ki, Resulullah'a ne diyeceğimi
bilmiyorum" dedi. Bu sefer Annem'e söyledim, "Benim yerime Resulullah'a ne
diyeceğini bilmiyorum" dedi. Ben o zaman henüz çok genç olduğum için
Kur'an'dan çok ayet ezbere bilmezdim. Şöyle dedim: Allah'a andolsun ki,
insanların konuştuğu şeyi sizin de duyduğunuzu biliyorum. Bu, içinizde yer
etmiş, size "Ben suçsuzum" desem, bana inanmayacaksınız. Yok, eğer Allah'ın
işlemediğimi bildiği günahı işlediğimi söylersem bana inanacaksınız. Vallahi
sizinle kendim için Yusuf'un babasından başka örnek bulamıyorum. Şöyle
demişti Yusuf'un babası:
"Bana düşen yaman bir sabırdır. Anlattıklarınız
karşısında Allah'ın yardımına sığınıyorum." (Yusuf Suresi 18)
Sonra yüzümü döndüm ve yatağıma uzandım. Allah'a
andolsun ki, ben suçsuz olduğumu biliyordum ve yüce Allah'ın suçsuzluğumu
bildireceğinden emindim. Ama ben, yüce Allah'ın hakkımda okunan bir vahiy
indireceğini sanmazdım. Durumumun, yüce Allah'ın hakkımda okunacak bir vahiy
indirmeyecek kadar önemsiz olduğunu düşünüyordum. Fakat ben, Resulullah'ın
Allah tarafından suçsuzluğumu gösteren bir rüya göreceğini umuyordum.
Vallahi daha Hz. Peygamber yerinden kalkmamıştı ve evde bulunanlar daha
dışarı çıkmamışlardı ki, yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine
olsun- vahiy indirdi. Vahiy gelirken ortaya çıkan belirtiler yine
başgösterdi. Sonra yüzü sevinçten parladı ve güldü. "Ey Aişe, Allah'a
hamdet. Kuşkusuz Allah seni temize çıkardı" dedi. Annem de "Kalkıp
Resulullah'ın yanına git" dedi. Ben de "Allah'a andolsun ki kalkıp gitmem.
Ve Allah'tan başkasına da hamdetmem. Çünkü benim suçsuzluğumu vahiyle
bildiren O'dur" dedim. Yüce Allah "O ağır iftirayı atanlar, sizden bir
gruptur" diye başlayan on ayeti indirmişti. Yüce Allah benim suçsuzluğumu
ortaya koyan bu ayetleri indirince, akrabalıktan ve fakir oluşundan dolay
Mistah b. Esase'ye malı yardımda bulunan babam Ebubekir -Allah ondan razı
olsun- "Allah'a andolsun ki, Aişe'ye -Allah ondan razı olsun- attığı
iftiradan sonra Mistah'a hiçbir zaman malı yardımda bulunmayacağım" dedi.
Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Aranızdaki erdemli ve varlıklı kimseler
yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göç edenlere yardım
etmeyeceklerine yemin etmesinler. Affetsinler, işlenen kusurları görmezden
gelsinler. Allah sizi affetsin, istemez misiniz? Allah affedicidir,
merhametlidir."
Bunun üzerine babam Ebubekir -Allah ondan razı
olsun- "Evet; vallahi ben, Allah'ın beni affetmesini isterim" dedi. Mistah'a
yaptığı yardımı tekrar başlattı ve "Bu yardımı hiçbir zaman kesmeyeceğim"
dedi. Hz. Aişe -Allah ondan razı olsun- devamla diyor ki, Resulullah -salât
ve selâm üzerine olsun- benim hakkımda ne düşündüğünü Zeynep binti Cahş'a şu
sözlerle sormuştu: "Ya Zeyneb ne biliyorsun, ne gördün?" O da "Ya Resulullah
-salât ve selâm üzerine olsun- ben kulağımı ve gözümü korurum. Vallahi onun
hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum" demişti. Zeynep Hz.
Peygamber'in eşleri arasında benimle rekabet eden biriydi. Allah onu günaha
bulaşmaktan korumuştu. Kardeşi Himne ise,onun adına mücadele ediyordu. O da
ağır iftirayı dillerine dolayanlar içinde helâk oldu. (İbn-i şihab diyor
ki:Bu gruba ilişkin haberler bundan ibarettir. Buharî ve Zehri'den rivayet
ettiler. Aynı şekilde ibn-i ishak da ufak bir değişiklikle yine Zehri den
rivayet etmiştir.)
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- aile
fertleri, Ebubekir -Allah ondan razı olsun- ve aileleri, Safvan b. Muattal
ve diğer müslümanlar tam bir ay boyunca böylesine boğucu bir havada,
hakkında bu àyetlerin indiği bu büyük iftira yüzünden korkunç acıların
gölgesinde yaşamışlardı.
İnsan, Hz. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine
olsun- hayatındaki bu acı dönemin korkunç tablosu ile en yakın eşi Aişe'nin
-Allah ondan razı olsun- çektiği derin ve iç yakıcı acıları karşısında büyük
üzüntüye kapılıyor, hüzünleniyor. Üstelik iftiraya uğrayan Hz. Aişe henüz
onaltı yaşında genç bir kadındır. Ayrıca bu yaştaki insanlar son derece ince
bir duyarlılığa, berrak ve şeffaf bir duygusallığa sahip olurlar.
İşte bu iyi yürekli, bu tertemiz Aişe...
Suçsuzluğuna, vicdanının parlaklığına, düşüncesinin temizliğine rağmen...
Evet işte bu Aişe, en üstün varlığı hususunda iftiraya uğruyor, şerefine dil
uzatılıyor. Üstelik Aişe, Ebubekir Sıddık'ın kızıdır, temiz ve ulu bir
yuvada yetişmiştir. Emanetine dil uzatılıyor, ama kendisi Haşimoğullarının
zirvesi Muhammed b. Abdullah'ın eşidir. Esine olan bağlılığı noktasında,
sadakatı noktasında, iftiraya uğruyor. Ve o ulu kalbin nazlı ve yakın
sevgilisidir İmanına dil uzatılıyor. Halbuki o, gözünü bu hayata açtığı
andan itibaren islâmın kucağında yetişmiştir. Üstelik Allah'ın Peygamberinin
eşidir.
İşte o iftiraya uğruyor. Halbuki suçsuzdur,
tertemizdir, hiçbir şeyden haberi yoktur. Hiçbir tedbire başvuramıyor,
hiçbir taraftan bir beklentisi de yok. Allah'tan başka suçsuzluğunu ortaya
koyacak hiç kimse bulamıyor. Hz. Peygamberin rüyasında, kendisinin atılan
iftiradan uzak ve suçsuz olduğunu görmesini bekliyor. Ne var ki vahiy, yüce
Allah'ın dilediği bir hikmetten dolay tam bir ay gecikiyor. Ama Aişe -Allah
ondan razı olsun- bu dayanılmaz acılar içinde kıvranıyor.
Aman Allah'ım, hele haberi Ümmü Mistah'tan duyduğu
zamanki hali.. O hasta haliyle, ateşler içinde kıvranırken annesine
dayanılmaz bir ıstırapla "Subhanallah, insanlar böyle mi
konuşuyorlar?"derken ki durumu...Bir diğer rivayete göre, annesine "babam
bunu biliyor mu?"diye sorar. Annesi "Evet" diye cevap verir. sonra "Ya
Resulullah da biliyor mu?"deyince, annesi yine "Evet" diye cevap verince
dünyası yıkılır.
Ne dayanılmaz bir acı!İman ettiği peygamberi,
sevdiği kocası Resulullah gelmiş, kendisine şöyle diyor: "Senin hakkında
şöyle şöyle sözler ulaştı bana. Suçsuz isen; kuşkusuz yüce Allah seni temize
çıkaracaktır. Ama eğer bir günaha yeltenmişsen Allah'tan af dile, O'na tövbe
et: Çünkü kul günahını itiraf edip Allah'a tövbe ederse, yüce Allah da onun
tövbesini kabul eder." Peygamberin kendisinden kuşkulandığını,
suçsuzluğundan emin olamadığını, ama suçlamada da bulunmadığını bilir. Çünkü
Rabbi henüz kendisine haber vermemiştir. Aişe'nin bildiği ve fakat
kanıtlayamadığı suçsuzluğunu ortaya koyamamıştır.
Kendisini seven ve baş köşesine oturtan bu ulu kalp
tarafından suçlanmış bir durumda günlerini geçiriyor.
İşte Ebubekir Sıddık -Allah ondan razı
olsun-vakarlılığı, duyarlılığı ve iyi yürekliliği ile birlikte acılar içinde
kıvranıyor. Namusuna dil uzatılıyor, kendisini seven ve kendisine güvenen
arkadaşı, inandığı ve sıkı sıkıya bağlı bir kalple doğruladığı, ona inanmak
için bunun dışında bir kanıta ihtiyaç duymadığı peygamberi Muhammed'in eşi
olan kızına büyük bir iftira atılıyor. İçinde duyduğu bu dayanılmaz acı
dilinden dökülüyor. Aslında sabırlı, Allah'a bağlı ve acılara karşı
dayanıklı bir kişidir:"Allah'a andolsun ki, biz cahiliye döneminde bile
böyle bir suçlamâya uğramadık. islâmda mı bu suçlamayı kabulleneceğiz?"
diyor. Bu sözler, alabildiğine acı yüklüdür. Öyle ki, acılar içinde kıvranan
hasta kızı "benim yerime Resulullah'a cevap ver" dediğinde, sessiz ve derin
bir acıyla şöyle demişti. "Allah'a andolsun ki, Resulullah'a -salât ve selâm
üzerine olsun- ne diyeceğimi bilmiyorum."
Ümmü Ruman (Ebubekir Sıddık'ın eşi) -Allah ondan
razı olsun- büsbütün yıkılmış, hasta ve ağlamaktan neredeyse ciğeri
parçalanacak olan kızının karşısında duygularınà hakim oluyor ve
"Yavrucuğum, aldırma, Allah'a andolsun ki, kocası tarafından sevilen, durumu
parlak olan, bununla beraber çekemeyenleri olan çok az kadın vardır ki,
hakkında dedikodu çıkarılmasın" diyor. Ama Aişe "Benim yerime Resulullah'a
cevap ver" dediğinde bu kararlılıktan eser kalmıyor, o da kocası gibi
"Allah'a andolsun ki, Resulullah'a ne diyeceğimi bilemiyorum" diyor.
Sonra iyi kalpli, Allah yolunda cihad eden tertemiz
bir müslüman olan Safvan b. Muattal, o da Peygamberinin karısına hıyanet
etmekle suçlanıyor. Bununla da müslümanlığına, güvenirliliğine, şerefine ve
itibarına kısacası bir sahabinin değer verdiği her şeye dil uzatılıyor.
Üstelik kendisi tamamen suçsuzdur. Böylesine zalim, böylesine haksız bir
suçlama ile karşı karşıyadır. Oysa böyle bir şeyi düşünmek istemez.
"Sübhanallah, asla bir kadının omuzunu açmış değilim diyor. Hasan b.
Sabit'in bu ağır iftirayı yaydığını biliyor. Bu yüzden kafasına bir kılıç
indirip neredeyse öldürecek şekilde yaralamaktan kendini alamıyor. Bu durum
yasak olduğu halde, müslüman bir kişiye kılıç çekmesine neden oluyor. Demek
ki, duyduğu acı gücünü aşıyor. Yaralı nefsini kontrol edemiyor.
Sonra Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun-
Allah'ın peygamberi, Haşimoğullarının zirvesi... Evet işte onun eşine dil
uzatılıyor. Hem de hangisine? Kalbinde bir kız, bir eş ve bir sevgili olarak
baş köşeye oturmuş Aişe'ye... Yatağının temizliğine iftira atılıyor. Oysa o
temizdir ve temizlik her davranışına yansımaktadır. İşte onun çiğnenmesi
yasak olan iffetine dil uzatılıyor. Halbuki o, ümmetinin iffetini korumakla
yükümlüdür. Ve O Rabbinin kendisini koruması hususunda iftiraya uğruyor.
Halbuki o, her türlü kötülükten korunmuş bir peygamberdir.
İşte, bu peygamberin her şeyine dil uzatılıyor.
Aişe'ye iftira atıldığı zaman; yatağına namusuna, kalbine ve peygamberliğine
dil uzatılıyor. Bir Arabın, bir peygamberin değer verdiği her şeye dil
uzatılıyor. İşte o, bütün bu hususlarda iftiraya uğramışken, Medine'de tam
bir ay insanlar bu konuyu konuşuyor. Ama bütün bunlara dur diyemiyor. Yüce
Allah da gördüğü bir hikmetten dolay, hakkında hiçbir açıklama indirmeden bu
işin bir ay sürmesini diliyor. Ama Hz. Muhammed bir insandır. Bu acı durum
karşısında her insanın duyduğu ızdırabı o da duyuyor. Utanç duyuyor,
kalbinin acılarla kıvrandığını hissediyor. Bunun da ötesinde elem verici bir
yalnızlık çekiyor.
Yolunu aydınlatmasına alışık olduğu Allah'ın
nurundan uzak bulunmanın verdiği yalnızlık duygusunun acısını çekmektedir.
Eşinin suçsuzluğunu gösteren birçok belirtiye rağmen şüphe kalbini
kemirmektedir. Ama o, bu belirtilerle tatmin olmuyor. Medine'deki bu
dedikodu furyası da almış başını gidiyor. Küçük eşini seven ama insan
olmanın gerektirdiği duyguları bir tarafa atamayan kalbi şüphelerden acı
duyuyor. Fakat bu şüpheleri kovamıyor. Çünkü o da nihayet bir insandır.
Yatağına dokunulmasına tahammül edemeyen bir kocadır. Kalbine yerleşen en
ufak bir şüpheyi son derece önemseyen bir erkektir. Bu konuda bir insanın
kapılacağı duygulara o da kapılıyor, o da her insan gibi tepki gösteriyor.
İşte, bu yük ağır geliyor kendisine, yalnız başına
çekemiyor. Bu yüzden sevgisi kalbine yakın olan Usame b. Zeydi ve amcası
oğlu, destekçisi Ali b. Ebu Talib'i çağırıyor. Bu özel işi için onların
göçüşlerine başvuruyor. Ali'ye gelince, o Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- soyundandır. Bu yüzden sorun karşısında çok duyarlıdır.
Ayrıca amcası oğlu ve güvencesi olan Hz. Muhammed'in kalbini sıkan acı ve
sıkıntıdan da etkilenmektedir. Bu yüzden Allah seni sıkıntıya sokmaz
şeklinde görüş bildiriyor. Ayrıca Hz. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine
olsun-kalbinin huzura kavuşması ve kararsızlık derdinden kurtulması için bir
de cariyeden sorması yönünde görüş belirtiyor. Hz. Usame ise, Peygamberin
-salât ve selâm üzerine olsun- eşine duyduğu sevgiyi ve ayrılık düşüncesinin
ne kadar zor geleceğini bildiği için, bildiği şekliyle mü'minlerin anasının
temizliği ve utanmaz iftiracılığını yalancılığı doğrultusunda görüş
bildiriyor.
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir
insanın hırsı ile, yine bir insanın sıkıntısı ile Usame'nin sözlerinden ve
cariyenin şahitliğinden destek buluyor, güç alıyor. Bu güçle mescitte
insanların karşısına çıkıyor. Namusuna dil uzatanları, eşine iftira
atanları, hiç kimsenin bir kötülüğünü görmediği üstün nitelikli
müslümanlardan birine iftira atanları şikayet ediyor... Bunun üzerine,
Peygamberin mescidinde, Peygamberin huzurunda oldukları halde Evs ve Hazreç
kabileleri arasında küfürleşmeler, sataşmalar başlıyor. Bu da o garip
dönemde müslüman toplumu kuşatan havanın niteliğini gösteriyor. Önderliğin
kutsallığı yara almıştır. Bu durum Hz. Peygamberi -salât ve selâm üzerine
olsun- son derece etkiliyor. İşini kolaylaştıran nur da bir türlü yolunu
aydınlatmıyor. Sonra kalkıp bizzat Aişe'ye gidiyor, halkın konuştuklarını
ona açıyor, doğru ve rahatlatıcı cevabı ondan istiyor.
Acılar bu şekilde zirveye ulaşınca, Rabbi kendisine
acıyor; tertemiz ve doğru sözlü Aişe'nin suçsuzluğunu bildiren ayetleri
indiriyor, Peygamberin temiz ve üstün ailesini aklıyor. Bu ağır iftirayı
dillerine dolayan münafıkları ortaya çıkarıyor, böylesine önemli bir
meselede müslüman toplumun izleyeceği doğru yolu gösteriyor.
Nitekim Aişe -Allah ondan razı olsun- indirilen bu
ayetler hakkında şöyle demişti: "Allah'a andolsun ki, ben suçsuz olduğumu
biliyordum ve yüce Allah'ın suçsuzluğumu bildireceğinden emindim. Ama ben
yüce Allah'ın hakkımda okunan bir vahiy indireceğini sanmazdım. Yüce
Allah'ın hakkımda okunacak bir vahiy indirmeyecek kadar durumumun önemsiz
olduğunu düşünüyordum. Fakat ben, Resulullah'a Allah tarafından suçsuzluğumu
kanıtlayan bir rüya gösterileceğini umuyordum."
Ne var ki, olayın akışından da anlaşılacağı gibi bu
mesele Hz. Aişe'nin meselesi değildir, sırf onun şahsını ilgilendiren bir
olay değildir. Bu olay onu aşmış, Hz. Peygamberin şahsını ve o günkü toplum
içindeki görevini ilgilendirmiştir. Daha doğrusu Rabbine olan bağlılığını ve
peygamberliğini ilgilendirmiştir. Bu büyük iftira olay, sadece Hz. Aişe'ye
yönelik bir iftira değildir. Peygamberinin ve kurucusunun şahsında inanç
sistemine yönelik bir iftiradır. Bu yüzden yüce Allah bu asılsız sorunu
çözümlemek, planlı komployu başarısız kılmak, İslâma ve İslâm'ın
peygamberine karşı başlatılan savaşa müdahale etmek, ayrıca bütün bunların
ötesinde yer alıp da yüce Allah'dan başkasının bilmediği yüce hikmeti ortaya
koymak için ve vahiy gönderiyor, ayet indiriyor:
"O ağır iftirayı ortaya atanlar sizden bir gruptur.
Bu olay kendiniz için kötü bir şey sanmayınız. Tersine o sizin için iyidir.
O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın cezasını görecektir.
Suçun büyük bölümünü omuzlarında taşıyan o grubun elebaşısı ise büyük bir
azaba çarpılacaktır."
Bu iftirayı ortaya atan bir kişi ya da birkaç kişi
değildir. Onlar aynı amaç için örgütlenmiş bir "grup"tur. Bu büyük iftirayı
ortaya atan sadece Abdullah b. Ubey b. Selul değildir. O sadece işin önemli
kısmını üstlenmiştir. O yahudi veya münafık grubun temsilcisidir. Bu grup
İslâma karşı açıkça savaşamadığı için İslâm perdesinin arkasına saklanıp
gizlice İslâma komplolar düzenliyordu. Bu iftira olay ise, öldürücü
komplolarından sadece biridir. Sonra müslümanlar da oyunlarına geldiler.
Mihne binti Cahş, Hassan b. Sabit ve Mistah b. Esase gibi bazı müslümanlarda
bu iftira olayına bulaştılar. Fakat planın aslı, kişisel olarak çarpışma
alanında gözükmeyen uyanık komplocu ibni Selul'un başını çektiği gruba
aitti. Kendisini sorumlu kılacak ve cezalandırılmasını gerektirecek şekilde
açıktan açığa konuşmuyordu. Bunu, güvendiği ve aleyhinde şahitlik
etmeyeceğini bildiği kişilere gizlice söylüyordu. Bu plan, Medine'yi tam bir
ay boyunca sarsacak ve en temiz, en muttaki bir toplumda dillerde günlerce
dolaşacak kadar ustaca ve profesyonelce hazırlanmıştı.
Ayetlerin akışı, olayın önemini ortaya koymak,
köklerinin derinliğini, bunun da ötesinde İslâm ve müslümanlara bu denli
ince düşünülmüş sağlam ve aşağılık komplolar düzenleyen komplocu grubu
ortaya çıkarmak için bu gerçeği vurgulamakla başlıyor.
Arkasından beklemeden, müslümanlârın bu komplonun
akıbetinden, emin olmalarını sağlayan bir ifade yer alıyor:
"Bu olay kendiniz için kötü bir şey sanmayınız.
Tersine o sizin için iyidir."
İyidir. Çünkü, Peygamberin -salât ve selâm üzerine
olsun- ve aile fertlerinin şahsında İslâma komplo kuranları ortaya
çıkarmıştır... Çünkü zina suçlamasında bulunmayı yasaklamanın ve bu
suçlamada bulunanı Allah'ın belirlediği cezaya çarptırmanın zorunlu olduğunu
müslüman topluma göstermiştir... Çünkü şayet suçsuz ve iffetli mü'min
kadınlara serbestçe zina suçlamasında bulunulacak olursa, toplumu saracak
olan tehlikenin, boyutlarını ortaya koymuştur. Aksi taktirde bunlar bir
noktada durmayacak en şerefli makamlara ulaşacak, en üstün değerlere
uzanacaklardır. Artık toplumun korunacak bir tarafı, sakınılacak bir yönü
kalmaz. Toplum utanma duygusunu yitirir.
Şu halde yüce Allah'ın -bu münasebetle- bunun gibi
önemli bir olay karşısında müslüman toplumun izleyeceği doğru metodu
göstermesi bir iyiliktir.
Hz. Peygamberin, aile fertlerinin ve bütün
müslümanların çektiği acılar ise, deneyimden geçmenin ücreti, imtihanın
vergisi ve görevi yerine getirmenin gereğidir.
Bu büyük iftiraya bulaşanlar ise olaydaki payları
oranında cezaya çarptırılacaklardır
"O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın
cezasını görecektir."
Herbiri, günahları oranında, Allah katında kötü bir
akıbetle karşılaşacaklardır. Ne kötü bir kazançtır bu. Şu halde bu, hem
dünyada, hem de ahirette cezalandırılmalarını gerektiren bir günahtır:
"Suçun büyük bölümünü omuzlarında taşıyan o grubun
elebaşısı ise büyük bir azaba çarpılacaktır."
Bu büyük azap, onun bu büyük iftiradaki büyük payına
karşılıktır.
Suçun büyük kısmını üstlenen, bu girişime öncülük
eden, büyük çapta olayın yaygınlaşmasını sağlayan, münafıklığın başı,
entrikanın bayraktarı Abdullah b. Ubey b. Selul'dur. Eğer yüce Allah onun
hareketlerini kontrol etmeseydi, dinini korumasaydı, peygamberini
sakınmasaydı, müslüman toplumu gözetmeseydi Selul öldürücü noktayı iyi
seçmişti. Rivayete göre Safvan b. Muattal mü'minlerin anasının içinde
bulunduğu hevdeçle önlerinden geçerken, önde gelen taraftarları arasında
bulunan İbni Selul, "Bu kadın kim?" diye sormuş. Onlar da "Aişe'dir"
demişler. Bunun üzerine "Vallahi ne Aişe ondan kurtulmuş, ne o Aişe'den
kurtulmuştur. Peygamberinizin karısı bir adamla sabaha kadar beraber olmuş,
şimdi de o adam onun devesini çekiyor" demiş.
Bu son derece iğrenç bir sözdür. Abdullah b. Selul
bu sözü münafık grubu aracılığı ile ve türlü dolambaçlı yollarla yaymaya
başladı. Doğrulanmadığı ve tüm belirtiler böyle bir şeyi yalanladığı halde
Medine bu iğrenç söylentiyle çalkalanmaya başladı. Hatta çekinmeyen bazı
müslümanlar bile bu olayı dillerine doladılar. Tam bir ay bu konuyu
konuştular. Oysa daha duyulur duyulmaz itibar edilmemesi, reddedilmesi
gereken iğrenç bir yalandı bu.
İnsan dehşete kapılıyor -bugün bile- nasıl olur da o
günkü müslüman toplum havasında böyle bir yalan ilgi görebiliyor, gündemde
kalabiliyor? Toplumun bünyesine nasıl bu kadar büyük bir etki yapabiliyor,
tartışmasız olarak yeryüzünün en temiz ve en büyük kişileri olan insanlara
büyük acılar çektirebiliyor?
Hiç kuşkusuz bu, Hz. Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- o günkü müslüman toplumun ve İslâmın giriştiği bir savaştı.
Bu savaş son derece çetindi. Belki de Hz. Peygamberin zaferle çıktığı, büyük
acılarının üstesinden geldiği, kişiliğinin vakarını, kalbinin yüceliğini ve
sabrının güzelliğini koruduğu en çetin savaştı bu. Bu büyük iftiranın
gündemde olduğu süre içinde sabrının tükendiğini, dayanma gücünün
zayıfladığını gösteren tek bir söz işitilmemişti kendisinden. Oysa bu sırada
çektiği acılar belki de hayatı boyunca karşılaştığı acıların en büyüğüydü.
Bu iftiranın yayılması ile İslâmın karşı karşıya kaldığı tehlike tüm tarihi
boyunca atlattığı en şiddetli tehlikeydi.
Şayet o gün her müslüman kalbine danışsaydı, işin
içinden çıkacak, olumlu bir sonuç alacaktı. Fıtratının mantığına başvursaydı
takınılacak doğru tavrı bulacaktı. İşte Kur'an, müslümanların sorunları
karşılarken, o konuda hüküm vermek için ilk adım atılırken bu yönteme
başvurmaları direktifini veriyor.
"O iftirayı işittiğinizde erkek-kadın bütün
mü'minlerin kendileri hakkında hüsnü-zan besleyerek özlerine leke kondurmaya
yanaşmayarak 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi"
Evet uygun olanı buydu... Erkek-kadın bütün
mü'minlerin kendileri hakkında hüsnü-zan beslemeleri, böyle bir bataklığa
gireceklerine ihtimal vermemeleri daha doğru bir tutumdu. Peygamberlerinin
tertemiz karısı ile kardeşleri mücahid sahabi de onlardandılar. Şu halde
onlar hakkında hüsnü-zan beslemeleri daha iyi olacaktı. Çünkü kendilerine
yakışmayan bir tavır Hz. Peygamberin karısına, hakkında iyilikten başka bir
şey bilinmeyen arkadaşına da yakışmazdı. Nitekim Ebu Eyyüb halid b. Zeyd
el-Ensari ve karısı -Allah onlardan razı olsun- böyle yapmışlardı. İmam
Muhammed b. İshak'ın rivayetine göre: Ebu Eyyub'un karısı Ümmü Eyyüb "Ya Ebu
Eyyüb., insanların Aişe -Allah ondan razı olsun- hakkında neler
söylediklerini duydun mu?" der. Ebu Eyyub "Evet, duydum, ama yalandır. Sen
böyle bir şey yapar mıydın ey Ümmü Eyyub?" der. Ümmü Eyyub "Hayr vallahi
böyle bir şey yapmazdım" der. Bunun üzerine Ebu Eyyub "Oysa Allah'a andolsun
ki Aişe senden hayırlıdır" der. İmam Mahmud b. Ömer ez-Zemahşeri "el-Keşşaf"
adlı tefsirinde Ebu Eyyub el-Ensarinin Ümmü Eyyub'a şöyle dediğini nakleder:
"Neler konuşuluyor görüyor musun?" Ümmü Eyyub "Şayet sen Safvan'ın yerinde
olsaydın, Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- ırzına, namusuna kötü
gözle bakar mıydın?"diye sorar. Ebu Eyyub "Hayır" der. Ümmü Eyyub: "Ben de
Aişe'nin, -Allah ondan razı olsun- yerinde olsaydım Resulullah'a ihanet
etmezdim. Oysa Aişe benden, Safvan da senden hayırlıdır" der.
Bu iki rivayet,bazı müslümanların kendilerine gelip,
kalplerine çözüm için başvurduklarını, Aişe'ye ve müslümanlardan birine
tartışmaya bile değmeyen ufak bir kuşkudan dolayı yakıştırılan Allah'a
isyan, peygamberine ihanet ve fuhuş bataklığına yuvarlanma cürmünün işlenmiş
olmasına ihtimal vermediklerini göstermektedir.
Olaylar karşısında Kur'an'ın uygulanmasını istediği
yöntemin ilk adımı budur. Subjektif ve vicdani delille ilgili bir adım. Bu
yönteme göre atılacak ikinci adım ise, objektif bir delil ve pratikte değeri
olan bir belge istemektir:
"Bu konuda dört şahit göstermeleri gerekmez miydi?
Madem ki, bu şahitleri gösteremediler o halde onlar, Allah katında
yalancıların ta kendileridirler."
Makamların en üstünü, ırzların en temizi aleyhinde
ortaya atılan bu furya bu kadar kolay, bu kadar rahat geçmemeliydi. Ortada
bir kanıt bir tesbit yokken bu şekilde yayılmamalıydı. Bir gören, bir delil
olmaksızın dillerde dolaşmamalıydı, ağızlarda gevelenmemeliydi?
"Bu konuda dört şahit göstermeleri gerekmez miydi?"
Bunu yapmadıklarına göre, yalancıdırlar onlar.
Katında hiçbir sözün çarpıtılmadığı, hiçbir hükmün değişmediği, hiçbir
kararın bozulmadığı yüce Allah nezdinde yalancıdırlar. Bu, onların hiçbir
zaman aklanamayacakları, cezasını çekmekte kurtulamayacakları kalıcı, gerçek
ve sürekli bir damgadır.
Bu iki adımdan... İşi kalbe havale etme, çözüm için
vicdana başvurma adımı ile belge ve kanıtla ispat etme adımından... Evet o
büyük iftira olayında müslümanlar bu iki adımdan habersizdiler. Hz.
Peygamberin ırzını dillerine dolayanları kendi hallerine bıraktılar. Oysa bu
büyük ve korkunç bir olaydı. şayet yüce Allah'ın onlara yönelik lütfu
olmasaydı bütün toplum büyük bir felakete uğrayacaktı. İşte yüce Allah, bu
acı dersten sonra bir daha asla böyle bir şey yapmamaları konusunda onları
uyarıyor:
"Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın size yönelik
lütfu ve merhameti olmasaydı, yoğun dedikodu konusu yaptığınız bu iftiradan
dolay büyük bir azaba çarpılırdınız."
Yüce Allah bu olayı yeni oluşmuş müslüman toplum
hesabına acı bir ders olarak saydı. Onlara lütfunu ve merhametini göstererek
çetin azabına çarptırmadı çünkü bu büyük bir azabı gerektiren bir eylemdir.
Hz. Peygambere eşine, dostuna ve hakkında iyilikten başka bir şey bilmediği
arkadaşına çektirdikleri azaba uygun bir azap. Müslüman toplum içinde yaylan
ve yaygınlaşan kötülüğe, toplum hayatının dayanağı olan tüm kutsal değerlere
bulaşan kötülüğe uygun bir azap. Münafık grubun bir ay boyunca mü'minlerin
Rabblerine, peygamberlerine ve sıkıntıyla, kararsızlıkla ve bir türlü tatmin
olmayan bir şaşkınlıkla kıvranan şahıslarına olan güvenlerini sarsmak
suretiyle İslâm inanç sistemini temelinden sökmek için kurdukları iğrenç
komploya uygun bir azap. Ne var ki, yüce Allah'ın lütfu acı bir dersten
sonra yeni oluşmuş topluma ulaşıyor, rahmeti bu hatayı işleyenleri
kuşatıyor...
Kur'an-ı Kerim dizginlerin koptuğu, ölçülerin
bozulduğu, değerlerin karıştığı, temellerin ortadan kaybolduğu bu dönemin
bir tablosunu çiziyor:
"Hani bu iftirayı dilden dile yayıyordunuz. Hakkında
hiçbir bilgiye, sahip olmadığınız bu söylentiyi rastgele ağızlarınızda
geveliyordunuz. Yaptığınız kötülüğü önemsiz sanıyordunuz. Oysa O, Allah
katında ağır bir suçtu."
İçinde hafïfliğin şımarıklığın, sakınmazlığın, en
önemli ve en tehlikeli konuları laubalilikle özensizlikle ele alma
unsurlarının ön plana çıktığı bir tablodur bu.
"Hani bu iftirayı dilden dile yaşıyordunuz."
Düşünmeden, ölçüp biçmeden, doğruluğunu
araştırmadan, dikkatle bakmadan bir dil diğerinden alıyordu Sanki sözler
kulaklara uğramıyordu, kafalarına girmiyordu, kalplerde
değerlendirilmiyordu. "Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız bu
söylentiyi rastgele ağızlarınızda geveliyordunuz."
Ağzınızla söylüyordunuz, bilincinizle, aklınızla ve
kalbinizle değil. Zihinlerde yer etmeden, akıllar tarafından algılanmadan
ağızlarda gevelenen sözlerdir bunlar. "Yaptığınız kötülüğü önemsiz
sayıyordunuz."
Resulullah'ın namusuna dil uzatmâyı onun eşinin ve
ailesinin kalbini acılarla kıvrandırmayı, cahiliye döneminde bile namusuna
dil uzatılmayan Ebubekir Sıddık'ın -Allah ondan razı olsun- ailesini
lekelemeyi, mücahid bir sahabeyi suçlamayı, Hz. Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- masumluğuna, Rabbi ile olan bağlılığına ve Rabbinin ona
yönelik gözetimine dokunmayı, bunları itham etmeyi "Önemsiz sanıyordunuz"...
"Oysa O Allah katında ağır bir suçtur." Allah katında ağır ve önemli olan
şeylerse, dağları yerinden oynatan yeri-göğü titreten ulu ve korkunç
şeylerdir.
Aslında kalpler duyar duymaz bu dedikodudan
kaçmalıydılar, bunu konuşmaktan bile kaçınmalıydılar, böyle bir şeyin
sözkonusu edilmesine karşı çıkmalıydılar, peygamberini böyle bir duruma
düşürmekten Allah'ı tenzih etmeliydiler, bu iftirayı bu temiz ve ulu
atmosferden uzak bulundurmalıydılar.
"Onu işittiğiniz zaman 'Bu konuda konuşmak bize
yakışmaz. Haşa Allah'a! Bu ağır bir iftiradır' demeniz gerekmez miydi?"
Bu mesaj kalplerin derinliklerine kadar nüfuz edince
onları iyice sarsıyor; yeltendikleri suçun büyüklüğünün, yaptıkları işin
iğrençliğinin farkına varmalarını sağlıyor. Tam bu sırada bir daha böylesine
korkunç bir eyleme yeltenmemelerine ilişkin bir uyarı yer alıyor.
"Allah size öğüt veriyor ki, eğer mü'min iseniz,
böyle bir hataya bir daha asla düşmeyesiniz."
"Size öğüt veriyor." Etkin bir terbiye metoduyla...
Hem de dinleyip itaat etmeye, önemsemeye son derece uygun bir
ortamda...Bunun yanında bir daha böyle bir şeye yeltenilmemesine ilişkin
ifade de uyarı anlamını içermektedir. "Böyle bir hataya bir daha asla
düşmeyesiniz diye Allah size öğüt veriyor."
Bunun yanında imanlarını bu öğütten yararlanmaya
bağlamayı da gözardı etmiyor: "Eğer mü'min iseniz."
Çünkü bu işin iğrençliği bu şekilde kendilerine
gösterilmişken ve bu tarzda uyarılmışlarken mü'minlerin böyle bir suçu
yeniden işlemeleri buna rağmen mü'minlik sıfatını korumaları mümkün
değildir: "Allah, aynı zamanda size ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklıyor."
Ortaya atılan bu büyük iftira olayında açıkladığı,
bu olayın arka planındaki komployu ortaya çıkardığı ve bu olay esnasında
işlenen suç ve hataları gözler önüne serdiği gibi: "Allah her şeyi bilir ve
her yaptığını yerinde yapar."
Nedenleri, niyetleri amaç ve hedefleri bilir.
Kalplere giden yolları, nefislerin dönemeçlerini bilir. Bunları tedavi
etmeyi, işlerini planlamayı, kendileri için yararlı olan düzenleme ve
sınırlandırmaları hikmetle ve yerinde yapar.
İFTİRANIN
KALINTILARI
Sonra ayetlerin akışı bu iftira olay ve geride
bıraktığı izleri üzerine bir değerlendirmeyle sürüyor; böyle bir şeye bir
daha yeltenilmemesi uyarısını yineleyerek, Allah'ın lütfunu ve rahmetini
hatırlatarak hiçbir suçları bulunmayan iffetli mü'min kadınlara zina
suçlamasında bulunanları tehdit ederek yoluna devam ediyor. Bunun yanında
ruhları bu savaşın bıraktığı izlerden arındırıyor, onları dünyanın değişik
koşullarından uzaklaştırıyor, yeniden eski saflığına ve parlaklığına
kavuşturuyor. Nitekim bu durum, o iftirayı dillerine dolayanlarla birlikte
hareket eden akrabası Mistah b. Esase'ye karşı Hz. Ebubekir'in -Allah ondan
razı olsun- tutumunda somutlaşmaktadır.
"Mü'minler arasında ahlaksızlığın ve edepsizliğin
yayılmasını isteyenleri gerek dünyada ve gerekse ahirette acıklı bir azap
beklemektedir. Allah bilir oysa siz bilmezsiniz."
İffetli kadınlara zina suçlamasında bulunanlar
-özellikle Hz. Peygamberin saygın ailesine dil uzatmaya cüret edenler-
mü'min kitlenin iyiliğe, iffet ve temizliğe olan bağlılığını sarsmak; fuhuş
yapmaktan sakınma duygusunu ortadan kaldırmak için çalışıyorlar. Bunu da
fuhşun toplumda yaygın olduğu havasını meydana getirmek yoluyla önce
nefislerde daha sonra da pratikte fuhşu yaygınlaştırmak için yapıyorlar.
Bu da eğitim sisteminin bir yönüdür, korunma amaçlı
uygulamalardan biridir. Hiç kuşkusuz bu, insan ruhundan her yönüyle haberdar
olmaya,duygu ve yönelişlerini ortaya çıkaracak yolu bilmeye dayalı bir
yöntemdir: Bu yüzden şu değerlendirme yer alıyor: "Allah bilir oysa siz
bilmezsiniz."
İnsanı yaratandan başka onun ruhunun özelliklerini
kim bilebilir? İnsan denen varlığın davranış ve özelliklerini kim
planlayabilir onu var edenden başka? Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar
olan yüce Allah'tan başka kimdir görülen, görülmeyen her şeyi bilen ve
bilgisinden gizli hiçbir şey bulunmayan?
Bir kez daha mü'minlere yüce Allah'ın kendilerine
yönelik lütfu ve rahmeti hatırlatılıyor.
"Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti
olmasaydı, eğer o son derece esirgeyen ve acıyan olmasaydı, acaba haliniz ne
olurdu?"
Çünkü olay büyüktür, işlenen suç, ağır bir suçtur,
bu olayın özünde taşıdığı kötülük bütün müslüman topluma zarar verecek
boyuttadır. Ama Allah'ın lütfu ve rahmeti, onlara yönelik şefkati ve
gözetimi onları bu kötülükten korumuştur. Bu yüzden yüce Allah'ın bu lütfu
ve merhameti tekrar tekrar hatırlatılıyor. Böylece Allah (C.C),
müslümanların hayatını kapsayan bu önemli deneyimle onları eğitiyor..
Şayet yüce Allah'ın kendilerine yönelik lütfu ve
rahmeti olmasaydı, bu büyük kötülüğün bütün topluma bulaşacağı somut olarak
anlatıldıktan sonra, bu davranışların şeytanın adımlarını izleme olarak
tasvir edileceği belirtiliyor. Oysa, hem kendilerinin hem de babalarının
ezeli düşmanının adımlarını izlememeleri gerekirdi. Bu arada şeytanın
kendilerini sürüklemek istediği benzeri bir gizli kötülüğe karşı
uyarılıyorlar:
"Ey mü'minler, sakın Şeytanın izinden gitmeyiniz.
Kim şeytanın izinden giderse bilsin ki, o edepsizliği, ahlaksızlığı ve
çirkin davranışları emreder. Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti
olmasaydı, hiçbiriniz asla kötülüklerden arınamazdı. Ama Allah dilediği
kimseleri kötülüklerden arındırır. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir."
Şeytanın önden gidip mü'minlerin de onun adımlarını
izlemesi gerçekten kınanacak bir tablodur. Kaldı ki; insanlar arasında
şeytandan kaçmaları, onun uğursuz yolundan başka bir yol izlemeleri
gerekenler kendileridir. Bu tablo oldukça çirkindir, mü'minin tabiatı böyle
bir şeyi reddeder, kaçar, vicdanı böyle bir durum karşısında sarsılır,
hayali titrer. Bu tablo ve mü'minin bu tablo ile karşı karşıya kalırken ki
durumu içlerinde uyanıklık, sakınma ve duyarlılık unsurlarını harekete
geçirecek şekilde canlandırılıyor:
"Kim şeytanın izinden giderse bilsin ki, o
edepsizliği, ahlâksızlığı ve çirkin davranışları emreder."
Bu büyük iftira olay da, şeytanın bu işe bulaşan
mü'minleri sürüklediği çirkin davranışların bir örneğidir. Son derece
tiksindirici ve iğrenç bir örneğidir. Hiç kuşkusuz insan zayıf bir
yaratıktır. Çeşitli ihtirasların, iç dürtülerin çekişmesine açıktır. Bu
yüzden her zaman, kirli işlere bulaşır. Ama Allah'ın lütfu ve merhameti
kendisine ulaşırsa bu durumdan kurtulur. Bu ise, Allah'a yönelip onun
belirlediği hareket sistemine uyduğu zaman mümkündür.
"Eğer Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti
olmasaydı, hiç biriniz asla kötülüklerden arınamazdı. Ama Allah dilediği
kimseleri kötülükten arındırır."
Çünkü kalbi aydınlatan Allah'ın nuru onu temizler,
kötülüklerden arındırır. Eğer Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasaydı hiç kimse
arınamaz, kötülüklerden temizlenemezdi. Allah her şeyi işitir, her şeyi
bilir. Bu yüzden arınmayı hakedeni arındırır, içinde iyilik ve hakka
yatkınlık olduğunu bildiği kimseyi kötülüklerden temizler. "Allah her şeyi
işitir, her şeyi bilir."
Kötülüklerden arınma ve temizlenmeden söz edilmesi
üzerine, işledikleri suç ve günahlardan dolay Allah'tan bağışlanma
diledikleri gibi bazı mü'minlerin diğer bazı mü'minleri hoşgörülü
davranmasına ve hatalarını bağışlamasına ilişkin bir çağrı yeralıyor!
"Aranızdaki erdemli ve varlıklı kimseler
yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göçedenlere yardım
etmeyeceklerine yemin etmesinler, affetsinler, işlenen kusurları görmezden
gelsinler. Allah sizi affetsin, istemez misiniz? Allah affedicidir,
merhametlidir."
Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun-suçsuzluğunu
ifade eden ayetlerin inişinden sonra bu ayet, Hz. Ebubekir -Allah ondan razı
olsun- hakkında inmiştir. Hz. Ebubekir, aynı zaman akrabası olan Mistah b.
Esase'nin bu iftirayı yayma işine bulaşanlardan olduğunu öğrenmişti. Mistah
muhacirlerin fakirleri arasında yer alıyordu. Hz. Ebubekir de kendisine
yardım ediyordu. Bu olay üzerine bir daha Mistah'a yardımda bulunmayacağına
yemin etmişti.
Bu ayet, hem Ebubekir'e, hem de diğer mü'minlere
kendilerinin hata işlediklerini sonra da Allah'ın kendilerini bağışlamasını
arzuladıklarını hatırlatıyor. Şu halde, kendileri için arzuladıkları şeyi
aralarındaki ilişkilerde de uygulasınlar. Suç işlemiş olsalar bile, kötülük
yapsalar bile hakeden birine yönelik iyiliği kesmeye yemin etmesinler.
Bu noktada, Allah'ın nuru ile arınmış tertemiz
ruhların ulaştığı yüksek ufuklardan birine yükseliyoruz. Bu, Ebubekir
Sıddık'ın -Allah ondan razı olsun- ruhunda parlayan bir ufuktur. İftira
olayının kalbinin derinliklerine etki ettiği
, Ebubekir... Ailesine ve namusuna yönelik
suçlamanın acısına katlanan Ebubekir... Evet bu Ebubekir, Rabbinin
bağışlamaya ilişkin çağrısını duyar duymaz, vicdanı bu imalı soruyu algılar
algılamaz!..
"Allah sizi affetsin, istemez misiniz?" Hem en
acıların üstüne çıkıyor, insanın duygularına ve toplumun mantığına baskın
çıkıyor. Ruhu şeffaflaşıyor, Allah'ı çağrısını eksiksiz bir iç huzuru ve
onay ile olumlu karşılıyor: "Evet, vallahi yüce Allah'ın beni bağışlamasını
isterim" diyor ve daha önce Mistah'a yaptığı mali yardımı tekrar başlatıyor.
Daha önce "Bir daha ona asla yardım etmeyeceğim" diye yaptığı yemine
karşılık "Vallahi bu yardımı hiç kesmeyeceğim" diye yemin ediyor.
Böylece yüce Allah bu büyük kalbin acılarını
dindiriyor, savaşın geride bıraktığı lekeleri çıkıyor, temizliyor, hep temiz
arı, duru ve Allah'ın nuru ile aydınlansın diye.
BAĞIŞLAMANIN
NİTELİĞİ
Yüce Allah'ın mü'minlere hatırlattığı bu bağışlama,
iffetli kadınlara zina suçlamasında bulunma ve edepsizliğin mü'minler
arasında yaygınlaşmasına neden olacak davranışlarda bulunma suçundan
pişmanlık duyup tövbe edenler içindir. Ama İbni Ubeyye gibi iğrenç bir
tutumla ve ısrarla iffetli kadınlara zina suçlamasında bulunanlara hoşgörülü
davranılmaz, bunlar bağışlanmazlar da. Şahitsizlik yüzünden dünyada ceza
yemekten yakalarını kurtarsalar bile, ahirette onları Allah'ın azabı
beklemektedir. O gün azaba çarptırılmaları için şahide de gerek yoktur.
"Namuslu, saf ve mü'min kadınları zina etmekle
suçlayan iftiracılar dünyada ve ahirette Allah'ın lanetine uğrarlar. Onlar
ağır bir azaba çarpılacaklardır."
"O gün dilleri, elleri ve ayakları işledikleri
kötülük konusunda aleyhlerinde şahitlik edecektir."
"Ö gün Allah onlara hakettikleri cezayı tam olarak
verecek ve onlar Allah'ın apaçık, "gerçek" olduğunu anlayacaklardır."
Ayetin ifade tarzı bunların suçlarını son derece
ağır ve iğrenç bir suç olarak nitelendiriyor. Hiçbir şeyden haberi olmayan,
iftiraya karşı kendilerini koruyamayan iffetli mü'min kadınlara iftira atmak
şeklinde tasvir ediyor. Oysa bu kadınlar suçsuzluğun verdiği güvenle tedbir
alma gereğini duymuyorlar. Çünkü onlar sakınmaya gerektirecek bir suç
işlemiş değiller. Bu suçta iğrençlik ve kalleşlik somutlaşmaktadır. Bu
yüzden suçlular lanetle cezalandırılıyorlar. Allah'ın laneti üzerlerinedir.
Allah hem dünyada hem de ahirette onları rahmetinden kovmuştur. Arkasından
bu çarpıcı sahne canlandırılıyor: "O gün dilleri, elleri ve ayakları
işledikleri kötülük konusunda aleyhlerinde şahitlik edecektir." Bir zamanlar
suçsuz, iffetli ve mü'min kadınları zina yapmakla suçladıkları gibi, o
zamanında birbirlerini hakka göre suçlayacaklar. Kur'an'ın tasvirli ifade
tarzındaki edebi ahenk yöntemi uyarınca bu iki olgu etkin sahnede
birbirlerine karşılık olmak için yer alıyorlar.
"O gün Allah onlara hakettikleri cezayı tam olarak
verecektir." Onları adil bir cezaya çarptıracaktır. O gün daha önce
kuşkulandıkları şeyden emin olacaklardır. "Onları Allah'ın apaçık "gerçek"
olduğunu anlayacaklardır."
Yüce Allah'ın fıtrata yüklediği ve insanların pratik
hayatında gerçekleştirdiği iradesinin ne kadar adil olduğunun açıklanması
ile Hz. Aişe'ye yönelik büyük iftira olayını konu alan bölüm sona eriyor.
Yüce Allah'ın bu adil iradesine göre kötü nefisle kaynaşır. Eşler arasındaki
ilişkiler bu temele dayanır. Eğer Hz. Aişe -Allah ondan razı olsun- onların
suçladıkları tipten bir kadın olsaydı, yeryüzündeki en temiz nefsi, Hz.
Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- payına düşmezdi
"Kötü kadınlar, kötü erkeklere ve kötü erkekler kötü
kadınlara yakıştıkları gibi, temiz kadınlar temiz erkeklere ve temiz
erkekler temiz kadınlara yakışırlar. Temizler kötülerin kendilerine yönelik
dedi dokularından uzaktırlar. Bunları, Allah'ın bağışlayıcılığı ve onurlu
rızık beklemektedir."
Kuşkusuz Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- Hz. Aişe'yi -Allah ondan razı olsun- büyük aşkla sevmişti. Şayet Hz.
Aişe bu büyük sevgiyi hakedecek temiz bir kadın olmasaydı, yüce Allah onu
kötülüklerden koruduğu peygamberine sevdirmezdi.
Şu temiz erkeklerle temiz kadınlar, fıtratları ve
özellikleri bakımından "kötülerin kendilerine yönelik dedikodularından
uzaktırlar" söylenen şeylerin onlara bulaşması mümkün değildir.
"Bunları, Allah'ın bağışlayıcılığı ve onurlu rızık
beklemektedir." Yaptıkları hatalardan sonra bağışlanma ve onurlu rızıkla
rızıklandırılmaları, onların yüce Allah'ın katındaki onurlu makamlarını
göstermektedir.
Böylece Hz. Aişe'ye yönelik büyük iftiraya ilişkin
konu sona eriyor. Bu olay, müslüman toplumun, sıkıntıların en büyüğünü,
imtihanların en etkileyicisini çekmelerine neden olmuştu. Bu, peygamberin
yuvasının temizliğine, yüce Allah'ın onu koruyacağına, evinde temiz ve
onurlu unsurlardan başkasını barındırmayacağına güvenme konusunda yaşanan
bir imtihandı. Yüce Allah bunu müslüman toplumun eğitimi için kullanmıştı.
Böylece toplum şeffaflaşmış, incelmiş ve nur suresinde somutlaşan nurdan
ufuklara yükselmişti.
İSLAMIN EGİTİM
METODU
Daha önce de söylediğimiz gibi İslâm, tertemiz
toplumunu kurarken sırf cezai yaptırımlara dayanmaz. Her şeyden önce korunma
ilkesine dayanır. İslâm fıtri içgüdülere karşı savaş açmaz. Tersine, onları
düzene koyar, onlar için suni, tahrik edici etkenlerden uzak, temiz bir
ortam garantiler.
Bu açıdan İslâmın eğitim sistemine egemen olan
fikir, sapma imkânlarını en aza indirme, fitneye sürükleyen nedenleri
bertaraf etme, insanı tahrik eden, baştan çıkaran sebeplerin önüne geçme,
bunun yanında yasal ve temiz yollarla doğal tatminin önündeki engelleri de
ortadan kaldırmadır.
Buradan hareketle islâm, evlere çiğnenmesi doğru
olmayan bir dokunulmazlık getirmiştir. Böylece insanlar, izin vermedikçe,
girmelerine müsaade edilmedikçe yabancı kimselerin aniden evlerine girme
durumu ile karşı karşıya kalmazlar. Yabancı gözlerin, kendilerinden habersiz
evlerin gizliliklerini ve evde bulunan kimselerin ayıp yerlerini görmeleri
korkusunu yaşamazlar. Bunun yanında erkek ve kadınların gözlerini haramdan
sakınmalarını, şehevi duyguları tahrik etmemek için süslerini
göstermemelerini öngörür.
Yine buradan hareketle İslâm, yoksul erkek ve
kadınların evlenmelerini kolaylaştırır. Çünkü evlenmek suretiyle oluşan
korunma, yetinmenin gerçek garantisidir. Aynı şekilde İslâm, zinanın kolay
ve rahatça işlenmesinin önüne geçmek için kölelerin fuhşa yöneltilmelerini
yasaklar. Çünkü bu kötü eylemin kolay ve rahatça işlenmesi yüzünden fuhuş
yaygınlaşır.
Şu halde İslâmın koyduğu koruyucu garantilere
ayrıntılı olarak bir gözatalım.
EVİN FONKSİYONU
27- Ey mü'minler
kendi evlerinizin dışındaki evlere izin alıp halkına selam vermeden
girmeyiniz. Böyle davranmak sizin için daha hayırlıdır. Ola ki düşünür
sebebini anlarsınız.
28- Eğer kapısını
çaldığında evde hiç kimse yoksa size izin verilmedikçe içeriye girmeyiniz.
Eğer size "geri dönün" denirse geri dönünüz. Böylesi, sizin için daha onurlu
bir harekettir. Hiç kuşkusuz Allah, ne yaparsanız onu bilir.
29-Şenlik olmayan ve
içinde eşyanızın bulunduğu evlere izinsiz girmenizin hiçbir sakıncası
yoktur. Allah sizin gerek açığa vurduğunuz ve gerekse gizli tuttuğunuz bütün
duygularınızı bilir.
Yüce Allah, evleri, insanları sığındığı, ruhların
huzura kavuştuğu nefislerinin tatmin olduğu, ayıp ve görülmesi yasak olan
yerlerinin açığa çıkması bakımından güven duydukları sinirleri tahrip eden
sakınma ve korunma yükünü üzerlerinden attıkları meskenler kılmıştır.
Herhangi bir kimsenin ancak ev halkının bilgisi ve
izni ile, yine onların istedikleri bir zamanda ve insanları karşılamak
istedikleri bir durumda girebildiği güvenli ve dokunulmaz yerler olmadıkları
sürece evler bu özelliklerini koruyamazlar.
Çünkü yabancı kimselerin izinsiz girip evlerin
dokunulmazlıklarını çiğnemeleri, ev halkından bazı kimselerin ayıp yerlerini
görmelerine neden olabilir. Şehevi duyguları tahrik eden durumlarla
karşılaşabilirler. Bu da;ani karşılaşmalar ve kısa bakışların tekrarlanıp
kasıtlı bakışlara dönüşmesinden kaynaklanan günahı işlemek için bir fırsat
oluşturur. Beklenmeyen ve kasıtlı olmayan karşılaşmaların uyandırdığı
eğilimlerin harekete geçirdiği bu duygular, birkaç adım sonra günahkar
ilişkilere ya da psikolojik komplekslere ve sapıklıklara kaynaklık eden
yasak şehevi tatmin yollarına dönüşür.
Cahili Araplar döneminde evlere pervasızca ve adeta
saldırarak girerlerdi. Bir ziyaretçi eve girer sonra da "Girdim" derdi. O
sırada ev sahibi ile eşi başkasının görmemesi gereken bir durumda
olabilirlerdi. Kadın çıplak olabilirdi veya ayıp yerleri açıkta olabilirdi:
Erkekde öyle. Bu ise, can sıkıcı ve yaralayıcı bir davranıştı. Evlerin
güvenliğini ve huzurunu bozardı. Ayrıca baştan çıkarıcı şeyleri görmesi
sonucu nefisleri şurda burda fitneye düşürürdü.
Bütün bunlardan dolay yüce Allah, müslümanları bu
yüksek edep kuralı ile edeplendirmiştir. İzin isteyerek evlere girmeleri, ev
halkına selam verip güven ortamını oluşturmaları; evlere girmeden önce
içerdekilerin endişelerini giderme kuralını getirmiştir:
"Ey mü'minler kendi evlerinizin dışındaki evlere
izin alıp halkına selam vermeden girmeyiniz."'
Ayetin orijinalinde izin isteme ifadesi yerine
yakınlık oluşturma ifadesi kullanılıyor. Bu ise, izin istemedeki kibarlığı
ve gelenin giriş nezaketini ima etmektedir. Böylece ev halkında ona karşı
bir yakınlık ve onu karşılamaya hazırlanma isteği uyanır. Kuşkusuz bu,
ruhların durumlarını gözetmeye, insanların kendi evlerindeki koşullarını ve
bu koşullara eşlik eden zorunlu durumları değerlendirmeye ilişkin son derece
nazik ve kibar bir yaklaşımdır. Çünkü evlerde öyle durumlar olur ki, bu
yüzden ev halkının gece veya gündüz gelenler karşısında zor duruma düşmeleri
ve mahcup olmaları doğru değildir.
İzin istendikten sonra evde, ev halkından bir kimse
bulunabilir de, bulunmayabilir de. Eğer evde kimse yoksa, izin istendikten
hemen sonra eve dalmak doğru değildir. Çünkü evlere izinsiz girilmez.
"Eğer kapısını çaldığınız evde hiç kimse yoksa size
izin verilmedikçe içeriye girmeyiniz."
Kapısını çaldığınız evde ev halkından birisi varsa
bile sadece kapıyı çalmakla eve girmek doğru değildir. Çünkü kapıyı çalmak,
girmek için izin istemektir. Ev halkı izin vermezse yine de girilmez,
oyalanmadan ve beklemeden geri dönmek gerekir.
"Eğer size geri dönün' denirse geri dönünüz. Böylesi
sizin için daha onurlu bir harekettir."
Kırılmadan ve ev halkının size kötü davrandıklarını,
sizden nefret ettiklerini düşünmeden geri dönünüz. Çünkü insanların birtakım
sırları ve mazeretleri olur. Bu yüzden her zamanki koşulların ve durumların
değerlendirilmesi kendilerine bırakılmalıdır.
"Hiç kuşkusuz Allah,ne yaparsanız onu bilir."
Allah, kalplerin gizli yönlerinden haberdardır,
kalplerdeki itici ve tahrik edici duyguları bilir.
Fakat otel; pansiyon ve misafirlere ayrılmış evlere,
izin istediğinizde bu sizin ihtiyacınızı gidermenize engel oluşturacaksa, o
zaman bu tür yerlere izinsiz girmenizde bir sakınca yoktur.
"Şenlik olmayan ve içinde eşyanızın bulunduğu evlere
izinsiz girmenizin hiçbir sakıncası yoktur. Allah sizin gerek açığa
vurduğunuz ve gerekse gizli tuttuğunuz bütün duygularınızı bilir."
Şu halde mesele, yüce Allah'ın gizli açık tüm
duygularınızı bilmesi ve, gizli açık sizi gözetmesi ile ilişkilidir. Bu
gözetim kalplerin itaatinin ve üstün edep kuralını örnek edinmelerinin
garantisidir. Yüce Allah bu kuralı, insanın her eğilimi için eksiksiz bir
sistem belirleyen kitabında vurgulamıştır.
Kur'an hayat sistemidir. Bu yüzden sosyal hayatın
ayrıntı sayılan bu yönünü de kapsar, özenle ele alır. Çünkü Kur'an insan
hayatını hem bütün hemde parça olarak düzenler. Bu düzenleme, hayatın
ayrıntıları ile yüce ve bütünsel düşünce arasında bir ahengin oluşması
içindir. Evlere izin alarak girmek bir mesken,bir barınak olarak evlerin
dokunulmazlıklarını gerçekleştirir. Bu ev halkı üzerinde ani baskına uğrama
endişesini, sürpriz gelişlerin meydana getirdiği sıkıntıyı ve ayıp
yerlerinin ortaya çıkması ile yaşanacak korkuyu giderir. Hiç kuşkusuz, avret
(görünmesi istenmeyen ayıp şeyler) kavramı oldukça geniştir. Bununla,
söylenir söylenmez zihinde uyanan olguların dışındaki şeyler de
kastedilmiştir. Burada sadece bedensel ayıp kastedilmiyor, bunun yanında ev
halkının, hazırlanmadan, süslenmeden, etrafa çeki düzen vermeden insanların
sürpriz gelişleri ile görmelerini istemedikleri yiyecek, giyecek ve eşyalara
ilişkin ayıplar da kastediliyor. ayrıca insanların gizli kalmasını
istedikleri psikolojik duygular ve durumlar da sözkonusudur. Hangi biriniz,
etkin bir duygulanmadan dolayı ağlayacak kadar zayıf bir durumdayken ya da
tahrik edici bir nedenden dolayı son derece öfkeliyken yahut yabancılardan
sakladığı bir demen acı çekiyorken insanların kendisini görmesini ister?
İşte Kur'an'ın belirlediği hayat sistemi bu yüce
davranış kuralını, evlere izin isteyerek girme kuralını. koyarken bütün bu
incelikleri gözetmiştir. Bunun yanında elde olmayan sürpriz bakışların, ani
karşılaşmaların gerçekleşme imkanın da en aza indirmiştir. Çünkü bu, bakış
ve karşılaşmalar gizli şehvet ve arzuları uyandırır. İlişkiler ve buluşmalar
onlardan kaynaklanır. Hiç kuşkusuz bunları şeytan planlar ve koruyucu
gözlerin ve uyanık kalplerin gaflet anında insanı, orada burada bu tür sapık
ilişkilere yöneltir.
Bu ayetlerin inmesi ile birlikte ilk defa bu edep
kuralına muhatap olan mü'minler bunun bilincine varmış ve en başta da Hz.
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu kuralı uygulamıştır.
Ebu Davud ve Nesai, Ebu Amr el-Evzai'nin Kays b.
Sâ'd b. Ubade'den rivayet ettiği şu hadisi naklederler: "Resulullah bizi
evimizde ziyaret etti ve "Es selamu aleyküm ve rahmetullah" dedi. Sâ'd
sessizce selamını aldı. Kays diyor ki: "Resulullah'a izin vermeyecek misin?"
dedim. Sâ'd "Bırak bize çok selam versin" dedi. Resulullah tekrar "Es-selamu
aleyküm ve rahmetullah" dedi. Sâ'd yine sessizce selamını aldı. Resulullah
bir daha "Es-selamu aleyküm ve rahmetullah" dedi ve geri döndü. Sâ'd hemen
arkasından koşup "ya Resulullah ben senin selamını duyuyor ve sessizce cevap
veriyordum. Amacım bize çok selam vermeni sağlamaktı" dedi. Bunun üzerine
Peygamberimiz Sâ'd'la birlikte geri döndü. Sâ'd yıkanmasını istedi,
Peygamberimiz de yıkandı. Sonra Sâ'd ona zaferan (sarı) ya da Vers (kırmızı)
renkli bir elbise verdi. Peygamberimiz elbiseye büründü, sonra ellerini
kaldırıp şöyle dedi: "Allah'ım salat ve selamını Sa'd b. Ubade'nin soyu
üzerine indir."
Ebu Davud Huzeyl'den şöyle rivayet eder: Bir adam
geleli -Osman diyor ki, "o adam Sâ'd idi"- Resulullah'ın kapısının tam
karşısında durdu ve içeri girmek için izin istedi. O sırada kapının
karşısında duruyordu. -Osman diyor ki, "kapının tam karşısında dikilmişti"-
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun"Böyle mi yaparsın?" veya "Böyle
mi? Asıl bakmak için izin istenir" dedi.
Ebu Davud Rabi'den şöyle rivayet eder:
Amiroğullarından bir adam Resulullah'a gelip eve girmek için izin istedi ve
"gireyim mi?" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- hizmetçisine "Git şu adama nasıl izin isteyeceğini, "esselamu
aleyküm, girebilir miyim?" demesini öğret" dedi. Adam Peygamberimizin
sözlerini işitti ve "Esselamu aleyküm, girebilir miyim?" dedi. Peygamberimiz
izin verdi o da eve girdi.
Muğire'nin, Muğire de mücahid'in şöyle dediğini
anlatır. İbn-i Ömer bir işten geliyordu. Susuzluktan kavrulmuştu. Kureyşli
bir kadının çadırının yanına geldi ve "Esselamu aleyküm, girebilir miyim?"
dedi. Kadın "güvenle gir" dedi. İbn-i Ömer sözlerini tekrarladı, kadın da
aynı cevabı verdi. Bu arada İbn-i Ömer ileri geri gidip geliyordu. Kadına
"gir de" dedi. Kadın da "gir"dedi. O da girdi.
Ata b. Rabah İbni Abbas'tan şöyle rivayet eder.
Dedim ki: Aynı evde benimle beraber kalan ve aynı odada kalan yetim kız
kardeşlerimin yanına girmek için izin istemem gerekiyor mu? "Evet" dedi.
Bana ruhsat vermesi için tekrar sordum, kabul etmedi ve "onları çıplak
görmek ister misin"? dedi. "Hayr"dedim. "O halde yanlarına girerken izin
iste" dedi. Tekrar sordum. Bu sefer "Allah'a itaat etmek ister misin" dedi.
"Evet" dedim. "O halde izin iste" dedi.
Bir sahih hadiste Resulullah'ın -salât ve selâm
üzerine olsun- erkeğin ansızın evine gelmesini yasakladığı anlatılır. Bir
rivayete göre de "Geceleyin haber vermeden evine girmesini yasaklamıştır."
Bir başka hadiste Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- bir yolculuktan dönerken Medine'ye gündüz geldiği, ama şehre
girmeyip dışında konakladığı ve "yatsıya kadar -yani gündüzün sonuna kadar-
bekleyin, dağınık saçlar taransın, görünmeyen yerlerdeki kıllar da
temizlensin öyle girelim" dediği anlatılır.
İşte yüce Allah'ın kendilerine öğrettiği ve Allah'ın
nuru ile aydınlanan parlak ve yüce edep kuralı sayesinde Hz. Peygamberin ve
arkadaşlarının duyguları bu kadar kibar, bu kadar ince bir düzeye ulaşmıştı.
Bu gün, biz de müslümanız, ne var ki, bu inceliklere
karşı duyarlılığımız kalmamış,kabalaşmıştır. Adam kalkar gündüzün veya
gecenin herhangi bir saatinde kardeşinin evine gelir,kapıyı çalar, çalar,
çalar. Ev halkı kapıyı açmak zorunda kalana kadar asla geri dönmez. Evde
telefon da olabilir. Gelmeden önce, bu yolla izin isteyebilir veya durumun
gelmesine uygun olup olmadığını öğrenebilir. Ama o buna aldırmaz, zamansız
ve yersiz baskın yapmayı tercih eder. Sonra gelenekler de misafirin geri
çevrilmesini hoş karşılamaz. Çünkü gelmiştir artık. Ev halkı bu béklenmeyen
ve habersiz gelişten hoşnut olmasalar bile içeri almak zorunda kalırlar.
Bugün biz de müslümanız, ama herhangi bir yemek
saatinde kardeşimizin kapısını çaldığımızda, şayet bize yemek verilmeyecek
olursa, bozuluruz. Aynı şekilde gece geç saatte kapılarını çaldığımızda eğer
yatıya alıkoymazlarsa yine bozuluruz. Hiçbir zaman özürlerini takdir etmeyi,
onlara hak vermeyi düşünmeyiz.
Bunun nedeni İslâm edebi ile edeplenmemiş
olmamızdır, arzularımızı Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun-
getirdiği davranış kurallarına uydurmamamızdır, yüce Allah'ın doğruluklarını
belgeleyecek hiçbir kanıt indirmediği yalan yanlış geleneklere kul-köle
olmamızdır
Bazan bizim dışımızda; İslâm inancını benimsemeyen
birtakım insanlar görürüz. Bunlar dinimizin kişisel edep olması, hayat
tarzında uyulacak kurallar olması için getirdiği görgü kurallarına benzer
davranışları korudukları zaman bu gördüklerimiz bazen hoşumuza gider, bazen
de onları yadırgarız. Ama köklü dinimizi öğrenmeye, ona güven içinde
sığınmaya çalışmayız.
FİTNENİN YOKEDiLiŞİ
Evlere izin isteyerek girme kuralından sonra -ki bu
duyguların arınması ve beklenmeyen fitne nedenlerinden sakınılması için
kural haline getirilmiş korunma amaçlı bir uygulamadır- fitnenin önü
alınıyor, yolu kapatılıyor. Tahrik edici fitne yerlerine bakmanın ve baştan
çıkarıcı anlamlı hareketlerin etkisiyle oluşan fitnenin önüne geçiliyor.
30- Mü'min erkeklere
gözlerini harama bakmaktan sakındırmalarını ve mahrem yerlerini korumalarını
söyle. Bu onlar için en güvenceli arınma yoludur. Hiç şüphesiz onlar ne
yaparsa Allah ondan haberdardır.
31- Mü'min kadınlara
de ki; gözlerini harama bakmaktan sakındırsınlar, mahrem yerlerini
korusunlar. Kendiliğinden görünenleri dışındaki süslerini teşhir etmesinler.
Baş örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar. Süslerini ve
cazibelerini kocalarından, babalarından, kayınbabalarından, öz oğullarından,
üvey oğullarından, erkek kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin oğullarından,
kız kardeşlerinin oğullarından, müslüman kadınlardan, elleri altındaki
kölelerden, cinsel arzuları sönmüş erkek hizmetçilerden, kadınların avret
yerlerinin henüz farkında olmayan erkek çocuklarından başka hiç kimseye
göstermesinler. Yabancı bakışlardan gizledikleri süsleri ve cazibeleri belli
olsun diye ses çıkaracak adımlarla yürümesinler.
Ey mü'minler, hepiniz tövbe ederek Allah'a yöneliniz
ki, kurtuluşa eresiniz.
İslâm, şehevi duyguların tahrik olmadığı kan ve
etten kaynaklanan dürtülerin galeyana gelmediği tertemiz bir toplum kurmay
hedefler. Çünkü sürekli baştan çıkarılma, tahrik edilme durumları ile karşı
karşıya kalma; giderilmeyen, hiçbir durumda tatmin olmayan şehevi
doyumsuzlukla sonuçlanır... Davet-kâr bir bakış, baştan çıkarıcı bir
hareket, gösterişli bir takı ve çıplak bir beden... Bütün bunlar bu çılgın
hayvani doyumsuzluğu azdırmaktan, sinir ve irade dizgininin elden çıkmasına
neden olmaktan başka sonuç doğurmazlar. Bundan sonra, ya hiçbir sınır
tanımayan cinsel anarşizm, ya da baştan çıkarılmasına, tahrik edilmesine
rağmen tatmin olmasına engel olmanın doğurduğu sinirsel hastalıklar,
psikolojik kompleksler... Bu ise hiç kuşkusuz işkence kadar acı verir
insana...
Her türlü pislikten arınmış bir toplum kurmak için
islâmın başvurduğu yöntemlerden biri, bu kışkırtıcı ve baştan çıkarıcı
davranışların önüne geçmek, iki cins arasındaki derin fıtri arzuyu, doğal
gücünde ve yapay kışkırtmalarla harekete geçirmeksizin sağlıklı halinde
bırakmak ve bu arzuyu güvenilir ve temiz bir yerde tatmin etmektir.
Bir zamanlar, karşı cinslerin serbestçe bakışıp
konuşmalarının, rahatça birarada bulunmalarının, zevkle oynaşmalarının,
baştan çıkarıcı gizli yerleri kolaylıkla görebilmelerinin, insanların deşarj
olmalarını, rahatlamalarını, tutsak arzularının serbestçe tatmin olmalarını,
onların içe kapanmaktan, ruhsal komplekslerden korunmalarını, cinsel
baskının şiddetinin ve onun ötesinde güven vermeyen olumsuz tepkilerin
hafiflemesini sağlayacağı düşüncesi yaygınlaşmıştı.
Bu düşünce özellikle Freud'inki insanın kendisini
hayvandan ayrılmasını sağlayan özelliklerden soyutlanması, çamura batmış
hayvansallık düzeyine indirilmesi temeline dayalı bazı materyalist
teorilerin yayılmasının ardından yaygınlaşmıştı. Ne var ki, bu düşünceler
teorik birer varsayımdan öteye geçememişlerdir. Her türlü toplumsal, ahlaki,
dini ve insani bağdan soyutlanmışlığın, serbestliğin son noktasına kadar
sağlandığı ülkelerde bu teorilerle çelişen, onları temelden çürüten olayları
bizzat gözlerimle gördüm.
Evet, açılıp saçılmaya, bütün şekil ve görünümleri
ile karşı cinslerin beraberliğine tek bir engellemenin sözkonusu olmadığı
ülkelerde, bütün bu uygulamaların cinsel isteklerin düzene girmesini,
terbiye edilmesini sağlamadığını gördüm. Tersine bütün bu
serbestliklerin,dinmeyen, tatmin olmayan çılgın bir doyumsuzluğa, cinsel
saldırganlığa, cinsel açlığa dönüşmüş olduğuna şahit oldum. Cinsel
ilişkilerin sınırlandırılmasından, yasaklanmasından, karşı cinse duyulan
ilginin engellenmesinden kaynaklandığı kabul edilen psikolojik hastalıklara,
komplekslere şahit oldum. Her türlü cinsel sapıklığın rahatça sergilenmesine
rağmen, bu tür hastalıkların çok yaygın olduğunu gördüm. Hiç kuşkusuz bu,
herhangi bir bağ kabul etmeyen, bir sınır tanımayan, karşı cinslerin tam
anlamıyla birbirlerine karışmış olmalarının, her şeyin serbest olduğu iki
cins arasındaki arkadaşlığın, yollarda gezinen çıplak vücutların, baştan
çıkarıcı hareketlerin, davetkâr bakışların, uyarıcı sürtünmelerin ürünüdür.
Ancak gözle görülen realitenin temelden yalanladığı bu teorileri yeniden
gözden geçirme gereğini dile getiren olayları ve kanıtları bütün çıplaklığı
ile burada sergileme imkanına sahip değiliz.
Erkek ve kadın arasındaki fıtri eğilim, bedenin
organik yapısında yer alan köklü bir eğilimdir. Çünkü yüce Allah,
yeryüzündeki hayatın devamını ve insanın yeryüzündeki halifeliği
gerçekleştirmesini bu eğilime bağlamıştır. Bu, sürekli bir eğilimdir, bir
süre tatmin olsa da tekrar kendini gösterir. Bu eğilimi her zaman kışkırtmak
azgınlığını arttırır, onu tatmin etmek için somut bir saldırganlığa iter.
Eğer tatmin olmazsa tahrik olmuş sinirler yorulur. Bu ise, sürekli işkence
etmek kadar acı verir insana. Davetkâr bir bakış insanı tahrik eder, baştan
çıkarıcı bir hareket tahrik eder, bir gülücük tahrik eder, erkekle kadın
arasındaki bu eğilimi çağrıştıran bir sözlü vurgu tahrik eder... Güvenli yol
ise, bu eğilimi doğal sınırları içinde bırakacak şekilde bu tür tahrik edici
davranışları azaltmak sonra da bu eğilimi doğru yoldan tatmin etmektir. İşte
İslâmın seçtiği yöntem budur. Bunun yanında karakteri terbiye etme, insan
enerjisini hayat için gerekli olan başka alanlarda harcama, tek çıkış
yolunun bu tatmin şekli olmaması için sırf et ve kanın dürtülerine cevap
vermek amacı ile kullanılmaması da islâmın bu konuda seçtiği yöntemin bir
gereğidir.
Sunulan şu iki ayette, iki yönlü baştan çıkarılma,
sapma ve fitneye düşme olasılığını en aza indirmenin örnekleri yer
almaktadır.
"Mü'min erkeklere gözlerini harama bakmaktan
sakındırmalarını ve mahrem yerlerini korumalarını söyle. Bu, onlar için en
güvenceli arınma yoludur. Hiç şüphesiz onlar ne yaparsa Allah ondan
haberdardır."
Erkekler açısından gözleri harama bakmaktan
sakındırmak ruhsal bir edeptir. Yüzlerde ve bedenlerdeki güzellikleri ve
baştan çıkarıcı unsurları görme arzusunu yenme girişimidir. Sonra, tahrik
olma ve günaha girme pencerelerinden ilkini kapatma eylemidir. Zehirli okun
hedefine ulaşmasını önleme amaçlı pratik bir çabadır.
Mahrem yerleri korumak da gözleri harama bakmaktan
sakındırmanın doğal sonucudur. Ya da iradeyi kontrol altında tutmanın,
denetim mekanizmasını uyarmanın ve daha ilk aşamasında olan cinsel arzuyu
yenmenin ikinci adımıdır. Bu yüzden iki adım, sebep ve sonuç olmaları ya da
hem vicdan aleminde hem de pratikte birbirlerini izleyen ve birbirlerine son
derece yatkın iki adım olmaları itibariyle bir ayette birlikte sözkonusu
ediliyorlar.
"Bu onlar için en güvenceli arınma yoludur."
Duygularının temizlenmesi için en güvenceli yoldur. Bu duyguların yasal ve
temiz yolun dışında şéhevi azgınlıklarla kirlenmemesi, aşağılık hayvani
düzeye yuvarlânmaması için en garantili yoldur. Bu yol toplum için,
saygınlığının ve şerefinin ayrıca teneffüs ettiği havanın korunması için en
temiz yoldur.
Onlara bu korunma yöntemini gösteren yüce Allah,
onların ruhsal ve fıtri birleşimlerini bilir, ruhlarının ve organlarının
hareketlerinden haberdardır. "Hiç şüphesiz onlar ne yaparsa Allah ondan
haberdardır."
"Mü'min kadınlara da de ki; gözlerini harama
bakmaktan sakındırsınlar, mahrem yerlerini korusunlar."
Erkeklerin içlerindeki gizli fitne unsurlarını
uyaracak cezb edici kaçamak ya da baştan çıkarıcı anlamlı bakışlarını
göndermesinler. Tertemiz bir ortamda fıtri isteklere cevap vermek için
gerekli olan helal ve iyi yolun dışında mahrem yerlerini açmasınlar. Böylece
bu yolla dünyaya gelen çocuklar toplum ve hayatla karşı karşıya kalırken
utanç duymazlar.
"Kendiliğinden görünenleri dışındaki süslerini
teşhir etmesinler." Kadın için süslenmek helaldir. Bu kadının fıtratından
gelen bir isteğe cevap niteliğindedir. Bütün kadınlar güzel olmaya, güzel
görünmeye meraklıdırlar. Süslenme kavramı ise, çağdan çağa değişir. Ama
süslenmenin fıtrattaki esası tek ve değişmezdir. O da güzel olma, güzelliği
tamamlama ve bunu erkeklere gösterme isteğidir.
İslâm bu fıtri isteğe karşı çıkmaz. Sadece onu
düzene koyar, kontrol altına alır. Onu hayatı paylaştığı erkeğe doğru
yöneltir, başkasının göremediği şeyleri sadece ona gösterir. Bir sonraki
ayette sözkonusu edilen ve bu süsleri görmekle içlerinde şehevi duygular
uyanmayan, mahrem olmayan akrabalarında bu erkekle birlikte bazı şeyleri
görmelerinde bir sakınca yoktur.
Fakat yüz ve ellerde, kendiliğinden görünen süslerin
açıkta olmaları caizdir. Çünkü Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun-
Hz. Ebubekir in -Allah ondan razı olsun- kızı Esma'ya "Ya Esma, bir kadın
hayız (aybaşı hali) görmeye başlayınca (Buluğ çağına gelince) -yüz ve ellere
işaret ederek- bunların dışında herhangi bir yerinin görünmesi doğru
değildir" (Ebu Davud rivayet etmiş ve "mürsel" bir hadistir demiştir.)
demekle el ve yüzün görünmesinin caiz olduğunu vurgulamıştır.
"Başörtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar
sarkıtsınlar.
Ayette geçen "Ceyb" elbisenin göğüs kısmındaki
açıklıktır.
"Khimar "ise; baş boyun ve göğüs örtüsüdür. Bu,
kadınların baştan çıkarıcı yerlerini örtmeleri, aç bakışları sunmamaları
içindir. Kasıtsız ve ani bakışlar da bunun içindedir. Şayet kadının baştan
çıkarıcı ve uyarıcı yerleri açıkta olursa, Allah'tan korkanlar bu kasıtsız
ve ani bakışın devam etmesinden veya tekrarlanmasından sakınsalar bile,
meydana gelişinden sonra içlerinde gizli bir arzu kalır.
Kuşkusuz yüce Allah, kalplerin bu tür bir bela ile
denenmesini, sınanmasını istemez.
Süs ve güzelliği göstermeye ilişkin fıtri
isteklerine râğmen bu yasaklamayla karşı karşıya kalan ve kalpleri Allah'ın
nuru ile aydınlanan mü'min kadınlar yasağa uyma hususunda hiçbir tereddüt
göstermediler. Cahiliye döneminde kadın -bugünkü modern cahiliyede olduğu
gibi- göğsünü pervasızca açarak erkekler arasında dolaşırdı. Çoğu zaman
boynu saç uçları ve kulaklarındaki küpeleri de görülürdü. Yüce Allah
kadınların baş örtülerinin uçlarını boyun ve göğüslerinin üstüne kadar
sarkıtmalarını, kendiliğinden görünen kısmı dışındaki süslerini
göstermemelerini emredince Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- anlattığı
durumu aldılar. "Allah ilk hicret eden kadınlara rahmet etsin. "Baş
örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar" ayeti inince
fistanlarını parçalayıp onunla örtündüler" (Buhari) Safiye binti Şeybe şöyle
der: Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- yanında bulunduğumuz bir sırada,
bazı kadınlar Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettiler.
Bunun üzerine Hz. Aişe, şöyle dedi. "Kureyş kadınlarının üstünlüğü inkâr
edilmez, ama Allah'a andolsun ki, Ensar kadınlarından daha iyi Allah'ın
kitabını tastik edene, indirilen hükümlere daha iyi inanana rastlamadım. Nur
suresindeki "Baş örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar"
ayeti inince kocaları, yanlarına dönüp yüce Allah'ın indirdiği ayeti
okudular. Her koca, karısına, kızma, bacısına ve yakınlarına, bu ayeti
okuyordu. Onlardan hiçbiri, Allah'ın kitabında indirdiği ayetleri tastik
etmek ve imanım vurgulamak için fistanını başına sarmadan yerinden kalkmadı.
Sanki başlarında bir karga varmış gibi örtünerek Hz. Peygamberin arkasında
yer aldılar." (Ebu Davud)
Kuşkusuz İslâm, müslüman toplumun zevkini
yükseltmiş, güzelliğe karşı olan duyarlılığını arındırmıştı. Artık
güzellikle istenen hayvansal özellik değildi. istenen ve anlaşılan insani
yöndü. Bedensel çıplaklığın güzelliği, hayvansal bir güzelliktir. Her ne
kadar bir ahenk ve bir bütünleşme sözkonusu olsa da, insan bu güzelliğe
hayvansal bir duyguyla saldırır. Ama haya unsurunun egemen olduğu güzellik
ise, tertemiz bir güzelliktir. Bu, güzelliği zevkini yücelten, onu insana
yaraşır bir duruma getiren, algıda ve hayalde onu temizlik ve arınmışlık
duygulan ile kuşatan bu haya duygusudur.
Bugün, genel zevkin büyük düşüş kaydetmesine,
hayvansal karakterin açık saçıklık, çıplaklık ve hayvanlar gibi azgınlaşma
eğiliminin bu zevke galip gelmesine rağmen, İslâm mü'min kadınların
saflarında aynı yüceliği yaşatmaktadır. Çünkü onlar açılıp saçılan, hayvanın
hayvana kur yaptığı gibi kadınların erkeklere kur yaptığı bir toplumda kendi
istekleri ile vücutlarındaki baştan çıkarıcı yerleri örtüyorlar.
Hiç kuşkusuz bu utanma, bu sakınma duygusu fert ve
toplumun korunma yöntemlerinden biridir. Bu yüzden Kur'an, fitneden emin
olunduğu durumlarda bu korunma yönteminin terkedilmesinde bir sakınca
görmez. Bu yüzden cinsel bir arzuyla yaklaşmayan, şehevi duyguları
uyanmayan, yakın akrabaları bu yasaklamanın dışında tutar. Kur'an'ın genel
yasaklamanın dışında tuttuğu yakın akrabalar şunlardır:
Babalar ve oğullar, eşlerin babalan ve oğulları,
kardeşler ve onların oğulları, kız kardeşlerin oğulları... Mü'min kadınlar
da yasaklamanın dışındadırlar: "müslüman kadınlardan..." Fakat müslüman
olmayan kadınlar güzelliklerini ve cazibelerini görmemelidirler. Çünkü bu
kadınlar eğer müslüman kadınların tahrik edici yerlerini ve ayıp yerlerini
görürse gidip kocalarına, kardeşlerine ve yakınlarına anlatırlar. Buhari ve
Müslim'de yer alan bir hadiste şöyle buyurulmaktadır. "Bir kadın kocasına
bir başka kadının güzelliklerini görüyormuş gibi anlatmasın." Müslüman
kadınlar ise güvenilir kimselerdir. Kocalarına, bir müslüman kadının
bedenini ve süslerini anlatmalarına dinleri engel olur. Aynı şekilde "elleri
altındaki köleler" de bu yasaklamanın dışında tutuluyor. Bununla sadece
cariyeler kastediliyor denmiştir. Erkek köleler de buna dahildir. Çünkü
erkek köle efendisi olan kadına karşı cinsel arzu duymaz diyenler de
olmuştur. Birincisi daha tutarlıdır. Çünkü erkek köle bir dönem özel bir
statüye sahip olsa bile bir insandır, onun da içinde insana özgü şehevi
duygular uyanır. Ayrıca "cinsel arzuları sönmüş erkek hizmetçiler" de bu
yasağın dışında tutuluyor. Bunlar delilik, bunaklık, erkeklikten mahrum
bulunma iktidarsızlık gibi erkeğin kadını arzulamasına engel olan birtakım
nedenlerden dolayı kadınlara karşı cinsel istek duymayan erkeklerdir. Bu
durumda baştan çıkarılma, günah işleme korkusu olmaz. Bir de "kadınların
avret yerlerinin henüz farkında olmayan erkek çocuklar" bu yasağın dışında
tutuluyor. Bunlar, kadınların bedenlerini görmekle cinsel istekleri
uyanmayan, çocuklardır. Ama her şeyin farkında oldukları zaman, erginlik
çağına ulaşmamış olsalar bile cinselliğin bilincine varınca onlar da yasağın
kapsamına alınıp, istisna edilen grubun dışında tutulurlar.
Eşlerin dışında sayılan bu grupların, göbek altından
diz kapağının altına kadar olan kısmın dışında kadının vücudunu görmelerinde
ne kendileri ne de kadın için bir sakınca yoktur. Çünkü örtünmeyi gerektiren
fitne unsuru ortadan kalkmıştır. Koca ise karısının tüm vücudunu istisnasız
görebilir.
Bu uygulamanın amacı korunma olduğu için, ayet
fiilen türlerini göstermeseler bile mü'min kadınların saklı süslerini açığa
çıkaracak, gizli cinsel istekleri harekete geçirecek, uyuyan duyguları
uyaracak davranışlarda bulunmalarını da yasaklıyor:
"Yabancı bakışlardan gizledikleri süsleri ve
cazibeleri belli olsun diye ses çıkaracak adımlarla yürümesinler."
Hiç kuşkusuz bu, insanın psikolojik yapısına, etki
ve tepkilerine ilişkin derin bilginin ifadesidir. Çünkü kimi zaman şehvetin
uyanması bakımından hayal kurmak gözle görmekten daha etkili olur. Kadının
ayakkabısını, elbisesini ya da takısını görmekle, bizzat kadının vücudunu
görmekten daha çok şehevi duyguları uyanan birçok insan vardır. Yine
karşılarındaki kadından çok, hayallerinde canlandırdıkları kadının sureti
karşısında cinsel istekleri uyanan birçok insan vardır. Bunlar günümüzde
psikiyatristlerce bilinen psikolojik hastalıklardır. Kadının takılarının
çıkardığı sesleri duymak, süründüğü kokuları uzaktan almak, birçok erkeğin
duygularını galeyana getirir, sinirlerini harekete geçirir, karşı
koyamadıkları azgın bir fitneye düşürür. İşte Kur'an bütün bunların önüne
geçiyor, yollarını tıkıyor, çünkü Kur'an yüce yaratıcının katından inmiştir.
O bilir, yarattıklarını . O latiftir, her şeyden haberdardır.
En sonunda bütün kalpler Allah'a döndürülüyor; bu
ayetler inmeden önce işle-dikleri suçlara karşılık tövbe kapısı açık
tutuluyor.
"Ey mü'minler hepiniz tövbe ederek Allah'a yöneliniz
ki, kurtuluşa eresiniz."
Bununla, Allah'ın gözetimine, şefkat ve himayesine,
Allah bilinci ve Allah korkusu gibi hiçbir şeyin kontrol edemediği bu derin
fıtri eğilim karşısındaki zayıflıklarından ötürü yüce Allah'ın insanlara
yönelik yardımına ilişkin duyarlılık harekete geçiriliyor.
CİNSEL EGİLİMİN
DOĞAL TATMİNİ
Buraya kadar mesele psikolojik açıdan ve korunma
amaçlı olarak ele alınıyordu. Ne var ki, cinsel eğilim gerçek ve reel bir
eğilimdir. Bu yüzden bu eğilimin yapıcı ve pratik bir çözümle tatmin
edilmesi kaçınılmazdır. Bu pratik çözüm; evliliği kolaylaştırmak ve bu
amaçla karşılıklı yardımlaşmadır. Bunun yanında cinsel birleşmeye giden
diğer yolları son derece daraltmak veya tamamen kapatmaktır:
32- Aranızdaki
bekârlar ile iyi davranışlı köle ve cariyelerinizi evlendiriniz. Eğer bunlar
fakir iseler, Allah'ın lütfu ile zenginleşirler. Allah'ın nimeti boldur ve O
herşeyi bilin
33- Evlenme imkanı
bulamayanlar, Allah'ın lütfu ile kendilerini zenginleştirene kadar namuslu
kalmaya özen göstersinler, zinadan kaçınsınlar. Ödeyecekleri belirli bir
bedel karşılığında özgürlüklerine kavuşmak üzere sizinle sözleşme yapmak
isteyen elinizin altındaki köleler ile, kendilerinde iyi insan olma
belirtileri gördüğünüz taktirde sözleşme yapınız. Allah'ın size bağışladığı
servetinizden onlara yardım ediniz. Namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi
dünyalık çıkarlarınız uğruna fuhuşa zorlamayınız. Kim onları zorlarsa bilsin
ki, uğradıkları zorlamadan sonra Allah onlar hakkında affedicidir ve
merhametlidir.
Ödeyecekleri belirli bir bedel karşılığında
özgürlüklerine kavuşmak üzere sizinle sözleşme yapmak isteyen elinizin
altındaki köleler ile, kendilerinde iyi insan olma belirtileri gördüğünüz
takdirde sözleşme yapınız. Allah'ın size bağışladığı servetinizden onlara
yardım ediniz.
Namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi dünyalık
çıkarlarınız uğruna fuhuşa zorlamayınız. Kim onları zorlarsa bilsin ki,
uğradıkları zorlamadan sonra Allah onlar hakkında affedicidir ve
merhametlidir.
Hiç kuşkusuz evlilik, fıtri, cinsel eğilimleri
tatmin etmenin doğal yoludur. Bu derin eğilimlerin tertemiz hedefidir,
evlilik. Bu yüzden hayatın kendi doğallığı ve kolaylığı içinde akıp gitmesi
için evliliğe giden yoldaki engelleri bertaraf etmek gerekir. Ailenin
kurulmasına,nefislerin korunmasına giden yolda yer alan en önemli engel mali
engeldir. İslâm, her şeyi, her yönüyle ele alan bir düzendir. Bu yüzden
ortamını oluşturmadan, sebeplerini hazırlamadan ve normal yapıya sahip
fertler için kolaylaştırıcı önlemler almadan iffeti koruma zorunluluğunu
getirmemiştir. Bunu sağladıktan sonra artık zorlama olmaksızın, bilerek,
temiz ve kolay yoldan sapandan başkası fuhuş işleme gereğini duymaz.
Bunun için yüce Allah müslüman topluma, helal nikaha
giden yoldaki mali engelleri ortadan kaldırmalarını emrediyor:
"Aranızdaki bekarlar ile iyi davranışlı köle ve
cariyelerinizi evlendiriniz. Eğer bunlar fakir iseler, Allah'ın lütfu ile
zenginleşirler."
Ayette geçen Eyama kelimesi her iki cinsten bekar
olanlar anlamına gelir. Burada özellikle, köle olmayan erkek ve kadınlar
kastediliyor. Çünkü bundan sonra köleler de ayrıca sözkonusu,ediliyorlar.
"iyi davranışlı köle ve cariyelerinizi evlendiriniz."
Bundan sonraki ifadeden de anlaşılacağı gibi
hepsinin sorunu yoksulluktur:
"Eğer bunlar fakir iseler Allah'ın lütfu ile
zenginleşirler."
Bu toplumun onları evlendirmesine yönelik bir
emirdir. Ancak çoğu alimler buradaki emrin teşvik amaçlı olduğu
görüşündedirler. Bunun için de Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine
olsun- döneminde birçok bekarın olmasını, buna rağmen evlendirilmemelerini
delil göstererek "şayet bu ayetteki emir bir zorunluluğu ifade etseydi Hz.
Peygamber bu bekarları evlendirirdi" derler. Biz bu ayetteki emrin yerine
getirilmesi gereken bir görev olduğu düşüncesindeyiz. Kuşkusuz devlet
başkanının bekarları evlenmeye zorlaması anlamında değil. Bu görev, evlenmek
isteyenlere yardım etmeyi üstlenmesi ve pratik korunma, ayrıca İslâm
toplumunu fuhuştan arındırma yöntemlerinden biri olması bakımından
korumalarını sağlaması anlamındadır. Hiç kuşkusuz İslâm toplumunu fuhuştan
arındırmak, yerine getirilmesi zorunlu olan bir vaciptir. Vacibi yerine
getirmek için gerekli olan yöntem de vaciptir.
Bununla beraber, şu noktayı da vurgulamamız gerekir:
Her şeyi her yönüyle çözümleyen bir düzen olması nedeniyle İslâm, ekonomik
(zorluklar) temelden çözümler, normal fertlerin, para kazanmalarını,
rızıklarını elde etmelerini, devlet bütçesinden yardıma ihtiyaç duymayacak
duruma gelmelerini sağlar. ancak bazı özel durumlarda devlet bütçesinden
bazı yardımlarda bulunmayı zorunlu görür. İslâm ekonomik düzeninde aslolan
her ferdin kendi geliri ile kendi kendine yeterli duruma gelmesidir. İslâm
ekonomi düzeni bu yardımlar esasına dayanmaz.
Bundan sonra İslâm toplumunda yine de kişisel
gelirleri evlenmeleri için yeterli olmayan fakir bekarlar bulunursa,
toplumun onları evlendirmesi gerekir. Erkek köle ve cariyeler de öyle... Şu
kadarı var ki, köle ve cariyelerin evlenmelerini sağlama işi güçleri yettiği
sürece efendilerine aittir.
Kadın ve erkekler evlenecek durumda olduktan, ayrıca
buna istekli de olduktan sonra fakirlik unsuru evlilik için engel
oluşturmamalıdır. Çünkü rızıklar
Allah'ın élindedir. Onlar,tertemiz iffetlilik yolunu
tercih ettikleri sürece yüce Allah onları zenginleştirmeyi garantilemiştir.
"Eğer bunlar fakir iseler Allah'ın lütfu ile zenginleşirler." Bu doğrultuda
Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Üç kişiye yardım etmeyi yüce Allah
üzerine almıştır. Allah yolunda cihad eden kişi, karşılığını ödemek koşulu
ile özgürlük için sözleşme yapan köle, bir de iffetini koruyarak evlenmek
isteyen bekar?" (Tirmizi ve Nesai)
Toplumun bekarları evlendirme beklentisi içinde
olunduğu sıralarda, yüce Allah evlilikle onları zenginleştirene kadar ne
kadar namuslu kalmaya özen göstermeleri emrediliyor:
"Evlenme imkanı bulamayanlar, Allah lütfu ile
kendilerini zenginleştirene kadar namuslu kalmaya özen göstersinler, zinadan
kaçınsınlar."... "Allah'ın nimeti boldur ve O her şeyi bilir." İffetli
kalmak isteyeni sıkıntıya sokmaz Çünkü O, onun niyetini ve iyi davranışlı
olanı bilir.
İşte İslâm problemi bu şekilde pratik olarak
karşılıyor, evlenecek durumda olan kişiye, mali bakımdan yetersiz de olsa
evlenmesi için uygun bir ortam hazırlıyor. Bilindiği gibi mal, çoğu zaman
evliliğin önünde ayılması son derece güç olan bir engeldir.
Toplumda kölelerin varlığı, ahlaki düzeyin
düşüklüğüne uygun bir husus olması, yine kölenin insanlık onuruna ilişkin
duyarlılığının zayıf olması nedeniyle zinanın rahat ve serbestçe işlenmesine
yardımcı bir konuda olması, ayrıca İslâm düşmanlarının müslüman esirleri
köleleştirmelerine karşılık olarak o toplumda kölelerin varlığının bir
zorunluluk olması nedeniyle, İslâm fırsat doğdukça kölelerin özgür olmaları
için ortam oluşturmaya çalışıyordu. Dünya düzeyinde köleliğin kalkmasını
sağlayacak koşullar oluşana kadar... Bu yüzden özgürlüğünü elde etmek için
sözleşme yapmak isteyen köleye olumlu karşılık verilmesini zorunlu kıldı.
Köle, belli bir miktar mal ödeyip özgürlüğünü satın alabilir böylece.
"Ödeyecekleri belirli bir bedel karşılığında
özgürlüklerine kavuşmak üzere sizinle sözleşme yapmak isteyen elinizin
altındaki köleler ile, kendilerinde iyi insan olma belirtileri gördüğünüz
taktirde sözleşme yapınız.
Bu işin zorunluluğu (vacipliği) konusunda fıkıh
bilginleri arasında görüş ayrılıkları vardır. Biz köle ile sözleşme
yapılmasının zorunluluğu düşüncesindeyiz. Çünkü İslâmın özgürlüğe, insanlık
onuruna ilişkin başlıca hareket çizgisine paralel bir görüştür bu. Sözleşme
yapıldıktan sonra artık kölenin malı kendisine aittir. Ödemesi gereken
bedeli biriktirebilmesi için yaptığı işin ücretini de alır. Ayrıca zekât
gelirinden de kendisine bir pay vermek gerekir. "Allah'ın size bağışladığı
servetinizden onlara yardım ediniz." Ama bu, efendisinin kölede iyi bir
nitelik görmesi şartına bağlıdır. Bu iyi nitelik öncelikle müslümanlıktır,
sonra da para kazanabilme yeteneğidir. Özgür kaldıktan sonra insanlara yük
olmaması içindir bu şart. aksi takdirde köle, yaşayabilmek için, istediğini
alabilmek için, en aşağılık yollara başvurur. İslâm karşılıklı dayanışmaya
dayalı bir düzendir, aynı zamanda gerçekçi bir düzendir de. önemli olan
"köle özgürlüğüne kavuştu" demek değildir. İsimlerin, ünvanların değişmesi
önemli değildir. Önemli olan pratikte yaşanan gerçek durumdur. köle serbest
kaldıktan sonra, mal kazanma yeteneğine sahip olmadığı, insanlara yük
olmaktan kurtulmadığı, yani biçimsel özgürlükten daha pahalı, daha ağır
şeyleri satmak suretiyle yaşamak için pis yollara düşmekten kurtulmadığı
sürece gerçek anlamda özgür olamaz. İslâm, toplumu arındırmak için köleyi
serbest bırakır, yeniden ve daha şiddetli, daha tehlikeli bir şekilde
kirletmek için değil. ( Kölelik düzeni, savaş esirlerinin köleleştirilmesini
yasaklayan uluslararası anlaşmalarla birlikte ortadan kalkmıştır. Çünkü
İslâmda kölelik düzeni geçiciydi ve benzeri ile karşılık verme ilkesinden
kaynaklanıyordu.)
Bazı kölelerin fuhuş bataklığına düşmesi, toplumda
kölelerin bulunmasından daha tehlikelidir. Cahiliye döneminde herhangi bir
adamın cariyesi olsaydı, onu zina yapmaya gönderirdi, bunun karşılığında
ondan belli bir miktar haraç alırdı. -İşte bu günümüzde de bilinen fuhuş
şeklidir- İslâm, müslüman toplumu arındırmak isteyince genel anlamda zinayı
yasakladı. Bu durumu da özel bir ifadeyle özel olarak hükme bağladı.
"Namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi dünyalık
çıkarları uğruna fuhuşa zorlamayınız. Kim onları zorlarsa bilsin ki,
uğradıkları zorlamadan sonra Allah onlar hakkında affedicidir ve
merhametlidir."
Cariyelerini bu kötülüğü işlemeye zorlayanların
böylesine iğrenç bir yolla dünya malı kazanmak amacı ile fuhuş işlemek için
onları tehdit edenlerin bu davranışı yasaklanıyor. Kendi istekleri dışında
zorlanmaları durumunda zorlanan cariyelere bağışlanma ve merhamet sözü
veriliyor.
Süddi diyor ki, "Bu ayet münafıkların elebaşısı
Abdullah b. Ubeyy b. Selul hakkında inmiştir. Abdullah b. Ubeyy b. Selul'un
Muaze adında bir cariyesi vardı. Kendisine misafir geldiği zaman onları
onurlandırmak için cariyenin misafirlerle cinsel ilişkide bulunmasını
isterdi. Cariye gidip bu durumu Hz. Ebubekir'e şikayet etti. Hz. Ebubekir de
durumu Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- açtı. Bunun üzerine
Peygamberimiz cariyenin alıkonmasını emretti. Abdullah b. Ubeyy b. Selul
bağırıp çağırarak: "Bizi kim Muhammed'den kurtaracak, cariyelerimizi
elimizden alıyor?" dedi. İşte yüce Allah bu ayeti onlar hakkında indirdi."
İffetli kalmak istedikleri halde, basit bir dünyalık
karşılığı cariyelerin fuhuşa zorlanmasına ilişkin bu yasaklama, Kuran'ın
İslâm toplumunu arındırma, cinsel birleşmenin iğrenç yollarını kapatma
stratejisinin bir parçasıdır. Çünkü fahişelerin varlığı, kolaylığından dolay
çoğu insanı zinaya sürükler. Ama insan eğer fuhuş yoluyla tatmin olmazsa,
temiz ve insana yaraşır yolda tatmin olmaya yönelecektir.
Fahişelerin, emniyet subapı olduğuna, onurlu
aileleri koruduğuna, çünkü evlilik zorlaştığı zaman bu fıtri ihtiyacı, bu
iğrenç yöntemle karşılamaktan başka çözüm olmadığına, aksi taktirde doyumsuz
kişilerin aç kurtlar gibi temiz ırzlara saldıracaklarına ilişkin
söylentilerin hiçbir değeri yoktur.
Hiç kuşkusuz bu tür bir düşünce sebep ve sonuçların
yerlerini değiştirmenin ürünüdür. Çünkü cinsel eğilim temiz, arı yeni
kuşaklar aracılığı ile hayatın sürekliliği amacına yönelik olmalıdır. Bunun
için toplumlar, fertlerin makul bir hayat sürmesine ve evlenmesine elverecek
şekilde ekonomik sistemlerini düzeltmelidirler. Bundan sonra yine de kural
dışı durumlar baş gösterecek olursa, bunlar da özel yöntemlerle
çözümlenmelidir. Bunun içinde fahişelere ihtiyaç olmadığı gibi, toplumun
duyup görebileceği bir şekilde cinselliğin ağırlığını hafifletmeye ya da
fazlalıkları atmak isteyen herkesin istediği zaman uğrayabildiği iğrenç
yerler açmaya gerek yoktur.
Böyle bir pisliğin yayılması için ekonomik sistem
ıslah edilmelidir. Böylece ekonominin bozukluğu, insanlığın aşağılık birer
portresi şeklinde olan genel iğrenç yerlerin açılmasına neden oluşturmamış
olur.
Yeri göğü bağlayan, insanlığı Allah'ın nuru ile
aydınlanan parlak ufuklara yükselten İslâmın, her şeyi her yönüyle
çözümleyen tertemiz ve iffetlilik unsurunu ön planda tutan sistemiyle
yaptığı budur işte.
Bu bölüm üzerine, Kuran'ın konu ve atmosferle uyum
oluşturan bir niteliğinin vurgulanması suretiyle bir değerlendirme
yapılıyor:
34- Biz size
gerçekten ayrıntılı açıklamalar içeren ayetler, sizden önce yaşamı,
milletlerin hayatlarından alınmış örnekler ve kötülükten uzak durmak
isteyenler için öğütler indirdik."
Bu Kur'an ayrıntılı açıklamalar içeren ayetlerden
oluşur. Kapalılığa kasıtlı yoruma ve belirlenmiş hareket metodundan sapma
eğilimlerine yol verilmez Kur'an'da.
Bu Kur an, Allah'ın hayat sisteminden sapan,böylece
de uğursuz bir akıbete uğrayan geçmiş toplumların akıbetlerinden örnekler
içerir.
Bu Kur'an Allah'ın gözetiminin bilincinde olan, bu
yüzden korkup dosdoğru hayat sistemine uyan, böylece de kötülüklere
bulaşmayan müttakiler için öğütler içerir.
Bu bölümün içerdiği hükümlerle, kalpleri bu Kur'an'ı
indiren Allah'a bağlayan bu değerlendirme birbirleri ile güzel bir ahenk
oluşturmaktadır.
Surede yer alan bundan önceki iki derste, ayetlerin
akışı, insanın en katı,en kaba yönlerini inceltmek, arındırmak ve nurlu
ufuklara yükseltmek için ele alıp tedavi etmek şeklinde idi. Et ve kanın
ihtirasını, göz ve cinsel organların şehvetini, tahrik ve teşhircilik
eğilimini, öfke ve kin dürtüsünü tedavi ediyordu. Fuhuşun nefiste, hayatta
ve günlük konuşmalarda yaygınlaşmasını önlüyordu. Zina cezasını, mesnetsiz
zina suçlamasında bulunmanın cezasını sert ve sıkı uygulamakla, hiçbir
şeyden haberi olmayan iffetli mü'min kadınlara zina suçlamasında bulunmanın
en iğrenç, en aşağılık örneklerini sunmakla tedavi ediyordu. Çeşitli korunma
yöntemlerini devreye sokarak; evlere girmek için izin istemek, bakışları
harama bakmaktan sakındırmak, süsleri saklamak, baştan çıkarıcı ve şehevi
duygulan uyarıcı davranışları yasaklamak suretiyle tedavi ediyordu. Sonra
evlilikle, fuhuşu önlemekle, kölelere özgürlük kazandırmakla tedavi
ediyordu. Bütün bunlar kan ve etten kaynaklanan dürtülerin önünü kapamak,
nefislere iffet, üstünlük, şeffaflık ve aydınlık yöntemlerini hazırlamak
içindi.
Yine surenin akışı, geçen iki derste Hz. Aişe'ye
yönelik o büyük iftira olayından sonra geride kalan kin ve öfkeleri,
kriterlerin karışmışlığını ve ruhların içine düştüğü sıkıntıları tedavi
ediyordu. Artık Peygamberimizin Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
nefsi tatmin olmuş, sakinleşmiştir. Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun-
nefsi durulmuş, memnun olmuştur. Hz. Ebubekir'in -Allah ondan razı olsun-
nefsi daha hoşgörülü, bağışlayıcı ve arınmıştır. Safvan b. Muattal'ın -Allah
ondan razı olsun- nefsi yüce Allah'ın şahitliği ve aklaması ile huzur
bulmuştur, ikna olmuştur. Müslümanların nefisleri böyle bir iftiraya
bulaşmaktan pişman olmuş, tövbe etmişlerdir. Çünkü içine düştükleri
bataklığı görmüş, ondan kurtulmuşlardı. Rabblerinin kendilerine yönelik
lütfuna, rahmetine ve yol göstericiliğine karşılık şükrederek ona
dönmüşlerdi.
İşte bu eğitimle, bu donatımla, bu yönlendirme ile
insanın bünyesi tedavi edilmiştir. Bu sayede nurla aydınlanmış, aydınlık
ufuklara yükselmiştir. Göklerin ve yerin ufuklarındaki o büyük nuru
görmüştür. Bütünüyle aydınlık, bütünüyle nur olan o alemdeki her tarafı
kaplayan her tarafı bürüyen bol nimetleri algılayacak yeteneğe sahip
olmuştur.
35-Allah göklerin ve
yerin nurudur. O'nun nuru, içinde kandil yanan bir projektöre benzer, kandil
bir fanus iğindedir ve bu fanus sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdın Bu
kandil yakıtını, bereketli bir zeytin ağacının yağından sağlar. Ağaç, ne
doğuya ve ne de batıya bakmayan ve bu yüzden sürekli güneş alan bir arazide
yetiştiği için yağın, hiç ateşe değmese bile kendiliğinden tutuşup ışıyacak
kadar saftır. O nur üzerine nurdur. Allah dilediği kimseleri bu nura iletir.
Allah insanlara somut örnekler verir. Allah herşeyi bilir.
Bu dehşet verici ayet, adeta insana huzur veren,
insanı aydınlatan bir nur fışkırıyor. Bu nur bütün evreni kaplıyor; bütün
duyguları, bütün organları etkiliyor, bütün köşelere, bütün dönemeçlere
akıyor: Koskoca evren göz kamaştırıcı bir nur denizinde yüzüyor, yudumluyor,
bütün perdeler kalkıyor, kalpler şeffaflaşıyor, ruhlar kanatlanıyor. Her şey
bu engin okyanusta yüzüyor; her şey bu nur denizinde temizleniyor, her şey
kirinden ve ağırlıklarından arınıyor. Bu bir serbestlik, dilediğince kanat
çırpmadır. Bakışma ve bilişmedir. Kaynaşma ye yakınlaşmadır. Sevinç ve
coşkudur. İçindeki canlı cansız tüm varlıklarla evren artık her türlü bağdan
ve sınırdan kurtulmuş bir nur haline gelmiştir. Baştan başa nur olan bu
evrende gökler yerle, canlılar cansız varlıklarla, uzaklar yakınlarla
birleşmiştir. Bu evrende vadiler yollarla, gizlilikler açıklıklarla,duygular
kalplerle buluşmuştur.
"Allah göklerin ve yerin nurudur."
Göklerin ve yerin yapısı ve düzeni bu nura dayanır.
Varlıklarının özünü bahşeden, onların hareket tarzlarını belirleyen sistemi
koyan bu nurdur. Son zamanlarda insanlar-atomun parçalanmasından sonra-
ellerindeki maddenin, ışık enerjisinden başka hiçbir dayanakları, ışık
enerjisinden başka bir "madde"likleri bulunmayan hareketli ışınlara
dönüşmesi ile birlikte bu büyük gerçeğin bir yönünü kavrama imkanına
kavuştular. Çünkü maddenin özünü oluşturan atom, nötron ve elektronlardan
oluşur. Atomun parçalanması ile birlikte bu nötron ve eléktronlar özü
itibariyle nur olan ışın dalgaları halinde dağılırlar. Oysa insan kalbi
bilimden asırlar önce bu büyük gerçeği kavramıştı. Şeffaflaşıp kanatlandığı,
nurdan ufuklara doğru yol aldığı her seferinde kavramıştı bu gerçeği. Hiç
kuşkusuz Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kalbi bu gerçeği tam
ve her yönüyle kavramıştı. Taiften dönerken ellerini insanlardan silkeleyip
ve Rabbine yönelirken bu nuru ifade etmişti:
"Allah'ım karanlıkları aydınlattığın, dünya ve
ahiret işlerini onunla düzenlediğin yüzünün nuruna sığınırım." İsra ve Miraç
yolculuğu dönüşünde de bu nuru ifade etmişti. Hz. Aişe "Rabbini gördün mü?"
diye sorduğunda "O nurdur, nasıl görebilirim ki?" diye cevap vermişti.
Ne var ki insanın bünyesi uzun süre bu sürekli
kaynayan, her tarafı bürüyen nuru algılamaya güç yetiremez. Uzun süre bu
uzak ufku seyredemez. Bu yüzden ayeti kerime bu engin gösterdikten sonra
mesafesini yaklaştırmaya başlıyor. Yakın ve somut bir örnekle onu insanın
sınırlı kavrama yeteneğini ilgi alanına yaklaştırıyor:
"Onun nuru, içinde kandil yanan bir projektöre
benzer, kandil fanus içindedir ve bu fanus sanki inci gibi parıldayan bir
yıldızdır. Bu kandil yakıtını, bereketli bir zeytin ağacının yağından
sağlar. Ağaç ne doğuya ne de batıya bakmayan ve bu yüzden sürekli güneş alan
bir arazide yetiştiği için yağı, hiç ateşe değmese bile kendiliğinden
tutuşup ışıyacak kadar saftır. O nur üzerine nurdur."
Bu, sınırsız bir tabloyu insanın sınırlı kavrama
yeteneğine yaklaştırmak amacıyla verilen bir örnektir. Özünü kavramaktan
yoksun olana algıladığı şeyin küçük bir örneğini çizmektir bu. İnsanın
boyutlarını ve çaresiz kavrama yeteneğini aşan engin ufukları izleyememesi
gerçeği karşısında bu örnek, nurun mahiyetini, özelliğini insanın
kavrayışına yaklâştırmaktadır.
Göklerin ve yerin genişliğinden ışık sızdırmayan bir
duvarda, projektör işlevi gören küçücük oyuğa geçiliyor. Bu oyuğa kandil
konur, böylece, ışığı yoğunlaşır, sıklaşır, daha güçlü ve daha parlak olur.
"İçinde kandil yanan bir projektör gibi."
"Kandil bir fanus içindedir."
Bu fanus onu rüzgârdan korur, yığını parlatır, daha
aydınlık ve daha gür görünür.
"Bu fanus sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdır."
Bizzat kendisi de şeffaf ince, parlak ve
aydınlatıcıdır. Burada düşünce, küçük bir modele takılıp kalmasın diye;
küçük bir fanustan büyük bir yıldıza yükselirken örnekle gerçek, modelle
asıl birleşiyor. Çünkü bu model, zihinleri büyük ve asıl gerçeğe
yaklaştırsın diye gösterilmiştir. Bu kısa ayrılıktan sonra ayetin akışı
tekrar modele, yani kandile dönüyor..
"Bu kandil yakıtım bereketli bir zeytin ağacının
yağından sağlar."
Zeytin yağının ışığı, bu ayete ilk defa muhatap
olanların bildiği en parlak yıktı. Ancak sırf bunun için seçilmemiştir bu
örnek. Aynı zamanda bu bereketli ağacın yaydığı kutsallık havası da ön
planda tutulmuştur. Bu Tur dağındaki vadinin kutsallığıdır ve burası Arap
yarımadasına zeytin ağacının yetiştiği en yakın bölgedir. Kur'an-ı Kerim'de
buna ve çevresine yaydığı kutsallık havasına işaret edilir:
"Asıl kaynağı Tur-i sina olan ve yiyenlere yağ ve
katık sağlayan ağacı da yarattık."
Zeytin ağacı oldukça verimli ve uzun ömürlü bir
ağaçtır. İnsanlar bu ağacın her şeyinden yağından, odunundan, yapraklarından
ve meyvesinden yararlanırlar. Bir kez daha asıl ve büyük gerçeği hatırlatmak
için küçük modelden uzaklaşılıyor. Bu ağaç bilinen anlamda bir ağaç
değildir. Bir yere ve bir yöne bağlı değildir. Ve sırf yaklaştırma amaçlı
soyut bir örnektir.
"Bu ağaç ne doğuya ne de batıya bakar."
Yağı da görülen ve bilinen yağlardan değildir. Bu,
değişik ve ilginç bir yağdır.
"Yağı hiç ateşe değmese bile kendiliğinden tutuşup
ışıyacak kadar saftır."
Şu halde bu yağ bizzat şeffaflıktır, başlı başına
bir parlaklıktır, bu yüzden neredeyse yakmadan tutuşup ışıyacaktır.
"Ateşe değmese bile"
"O nur üzerine nurdur."
Ve biz yolculuğun sonunda derin ve engin nura
yeniden dönüyoruz.
Bu, göklerin ve yerin karanlıklarını aydınlatan
Allah'ın nurudur. Ve biz bu nurun mahiyetini ve boyutunu kavrayamayız.
Sadece kalpleri ona bağlama, onu görmelerini sağlama çabasıdır bizimki.
"Allah dilediği kimseleri bu nura iletir."
Kalplerini açıp onu görenleri bu nura iletir. Çünkü
bu nur gökleri ve yeri kaplamıştır. Göklerde ve yerde her zaman
fışkırmaktadır. Bu nur hiç eksik olmaz göklerde ve yerde. Kesilmez,
sınırlandırılmaz ve gizlenmez bu nur: Bir kalp ne zaman bu nura yönelmek
isterse onu görür. Bir yol şaşkını, ne zaman bu ışığın farkına varırsa
yolunu bulur, bu nura bağlanırsa Allah'ı bulur.
Yüce Allah'ın kendi nuru için verdiği örnek,
insanların kavrayışlarını bu nur yaklaştırmanın bir yoludur. Çünkü yüce
Allah insanların kapasitelerini bilir. "Allah insanlara somut örnekler
verir. Allah her şeyi bilir."
Bu engin nur, gökleri ve yeri kaplayan, göklerde ve
yerde çağlayan bu nur, kalplerin Allah'la buluştuğu, O'na kavuştuğu, O'nu
anıp korktuğu, O'nun için her şeyden soyutlandığı, onu hayatın tüm
nimetlerine tercih ettiği Allah'ı evlerinde belirginleşir, billurlaşır.
36- Bu projektör;
Allah'ın yüceltilmelerini ve içlerinde adının anılmasını emrettiği evlerde
yanar. Bu evlerde birtakım kimseler sabah ve akşam Allah'ı her tür
noksanlıktan tenzih ederler.
37- Bu kimseleri ne
ticaret, ne alış-veriş,Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan ve zekâtı
vermekten alıkoymaz. Onlar kalplerin hoplayacakları ve gözlerin donakalacağı
bir günün dehşetinden korkarlar.
38- Amaçları,
Allah'ın kendilerini işledikleri amellerin en güzel karşılığı ile
ödüllendirmesi ve lütfu ile bundan da daha fazlasını vermesidir. Allah
dilediği kimselere hesapsız rızık bağışlar.
Kur'an'ın birbirinin aynısı ya da yakın özelliklere
sahip sahneleri sunmada başvurduğu uyumlu hale getirme yöntemi uyarınca,
oradaki kandil sahnesi ile buradaki Allah'ın evleri sahnesi arasında tasviri
bir bağ kuruluyor. Bir projektör içinde nura parlayan kandil ile Allah'ın
evlerinde nurla parlayan kalpler arasında da benzeri bir bağ vardır.
"Allah bu evlerin yüceltilmesini emretmiştir."
Allah'ın izni uygulanması gereken bir emirdir.
Dolayısıyla bu evler, yüceltilmiş, onarılmışlardır. Temiz ve yücedirler. Bu
evlerin yüceltilmelerine ilişkin sahne ile göklerde ve yerde parıldayan nur,
ifade içinde birbirlerine uygun düşüyor. Aynı şekilde bu evlerin üstün
mahiyetleri, nurun parlak ve aydınlık mahiyetiyle anlam itibariyle uygunluk
oluşturmaktadır. Bu evler yücelik .duygusu ile, yüceltme ile, içlerinde
Allah'ın adı anılsın diye kurulmuşlardır.
"Allah bu evlerde adının anılmasını emretmiştir."
Bu evlerde, aydınlık, temiz, titreyerek Allah'ı
tesbih eden, ürpererek namaz kılan kalpler toplanır. Bu evlerde buluşan,
biraraya gelen "kimseleri ne ticaret, ne alış-veriş Allah'ı anmaktan, namazı
kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz."
Ticaret ve alışveriş para kazanma ve servet
biriktirme içindir. Fakat onlar bunlarla uğraşmakla beraber, namaz kılmak
suretiyle-Allah'ın hakkını, zekât vermek suretiyle de kulların hakkını
ödemekten geri kalmazlar.
"Onlar kalplerin hoplayacakları ve gözlerin
donakalacağı bir gücün dehşetinden korkarlar."
Korkudan, sıkıntıdan ve ızdıraptan dolayı bir türlü
sakinleşmezler, yerlerinden fırlarlar. Onlar böylesine dehşetli bir günün
azabından korktukları için ne ticaret ne de alı,-veriş onları Allah'ı
anmaktan alıkoyamaz.
Bu etkin korkuya rağmen onlar Allah'ın sevabına umut
bağlarlar. "Amaçları Allah'ın kendilerini işledikleri amellerin en güzel
karşılığı ile ödüllendirmesi ve lütfu ile bundan da daha fazlasını
vermesidir."
Onların Allah'ın lütfuna yönelik bu ümmetleri
karşılıksız kalmayacaktır. "Allah dilediği kimselere hesapsız rızık
bağışlar."
Sınırsız ve de kayıtsız lütfundan bağışlar.
Göklerde ve yerde belirginleşen, Allah'ın evlerinde
billurlaşan ve iman ehlinin kalplerinde parıldayan bu nura karşılık surenin
akışı bir diğer ortamı gözler önüne seriyor. İçinde hiçbir aydınlık
bulunmayan kapkaranlık bir ortamdır bu. Burası güvenlikten yoksun, korkunç
bir ortamdır. Bu ortamda her şey boşunadır hiçbir fayda sağlamaz. İşte
burası kâfirlerin yaşadığı küfür ortamıdır.
39- Kâfirlerin
amelleri ise engin çöllerdeki serap gibidir. Susuz kimse onu su zanneder,
fakat oraya varınca hiçbir şey bulamaz. Kâfir karşısında Allah'ı bulur. O da
hesabını eksiksiz olarak görür. Zaten Allah'ın hesaplaşması çabuktur.
40- Kâfirlerin
amellerinin bir başka benzeri engin bir denizin karanlıklarıdır. Bu denizi
üstüste binen dalgalar ve dalgaları da bulut örter. Orada karanlıklar
üstüste binmiştir. Öyle ki insan elini uzatsa onu farkedemez bile. Allah'ın
nur vermediği kimsenin nuru olamaz.
İfade kâfirlerin durumlarını ve akıbetlerini hareket
ve canlılık dolu iki ilginç sahnede canlandırıyor.
Birinci sahne onların amellerini geniş ve açık bir
arazide yanıltıcı bir şekilde parıldayan bir serap şeklinde canlandırıyor.
Bu serap susuz kişiyi kendine doğru çekiyor. O da kendisini bekleyen
akıbetten habersiz olarak oraya doğru koşuyor. Aniden sahne hareketleniyor.
Şu serabın peşinde koşan adam, su içmek umuduyla yola düşen susuz... Orada
kendisini bekleyen akıbetten habersiz kişi... İstediği yere ulaşıyor ama
beklediğini bulamıyor... Aniden aklına bile getirmediği şaşırtıcı, tüm
bağları koparan, insanı iliklerine kadar titreten korkunç bir şeyle
karşılaşıyor.
"Kâfir karşısında Allah'ı bulur."
İnkâr ettiği,reddettiği hasım kesildiği, düşmanlık
yaptığı Allah'ı orada kendisini bekler durumda bulur. İnsanoğlundan bir
düşmanı bile bu şekilde karşısına çıksaydı yine de çok korkacaktı. Peki şu
şaşkın gafil ve hazırlıksız adam güçlü öç alıcı ve her şeye gücü yeten
Allah'ı karşısında bulunca ne yapar? "O da hesabını eksiksiz görür."
Bu sürpriz ve ani buluşmaya uygun düşecek şekilde,
beklemeden ve çabucak görür hesabını.
"Zaten Allah'ın hesaplaşması çabuktur."
Bu ifade insanı şaşkına uğratan korkunç sahneye
uygun bir değerlendirmedir.
İkinci sahnede, az önceki yanıltıcı parıltıdan sonra
ortalığı karanlık kaplıyor. Engin bir denizdeki dehşet verici korku
somutlaştırılıyor. Üstüste binen dalgalar, onları da örten bulut... Böylece
karanlıklar birbirine biniyor. Öyle ki, insan elini gözünün önüne uzatsa
korku ve karanlığın şiddetinden onu farketmez bile.
Hiç kuşkusuz küfür yüce Allah'ın evrende çağlayan
nurundan kopuk bir karanlıktır. Kalbin en yakın, en basit bir hidayet
belirtisini göremediği bir sapıklıktır. Huzur ve güvenin bulunmadığı korkulu
bir ortamdır.
"Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz."
Allah'ın nuru kalp için hidayettir, basiret
açıklığıdır,.fıtratın Allah'ın göklere ve yere egemen kıldığı evrensel
yasalar sistemine bağlanmasıdır, yine fıtratın gökleri ve yeri bürüyen
Allah'ın nuru ile buluşmasıdır. Kim bu nura bağlanmamışsa o, dağılması
sözkonusu olmayan bir karanlık içindedir, huzur ve güvenden yoksun karanlık
bir ortamdadır, dönüşü olmayan bir sapıklık içindedir. İşin sonu insanı yok
olmaya, azaba sürükleyen boş bir seraptır. Çünkü inanç sistemine dayanmayan
amelin geçersiz olması sonucu, imansız iyilik de olmaz. Gerçek yol
göstericilik, Allah'ın yol göstericiliğidir. Esas nur Allah'ın nurudur.
İnsanlık alemindeki küfrün, sapıklığın ve karanlığın
canlandırıldığı bu sahneyi, uçsuz bucaksız evrendeki imanın, hidayet ve
aydınlığın gözler önüne serildiği sahne izliyor. Bu sahnede canlısı ve
cansızıyla tüm varlıklar; insanlar, cinler, melekler, yıldızlar, canlılar,
cansızlar Allah'ı tesbih eder durumda sunuluyorlar. Birden varlıklar alemi
karşılıklı tesbih sesleri ile çınlıyor, hém de derin düşünüldüğü zaman
vicdanı titreten son derece etkileyici bir sahnede...
41- Göklerdeki ve
yerdeki tüm varlıkların ve havada süzülen kuşların Allah'ı noksanlıklardan
tenzih ettiklerini görmüyor musun? Bu varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua
edeceğini, O'nu nasıl noksanlıklardan tenzih edeceğini bilir. Allah da
onların ne yaptıklarını bilir.
Şu uçsuz bucaksız evrende insan tek başına değildir.
Çevresinde sağında, solunda, üstünde, altında,bakışının ve hayalinin
uzandığı her yerde, farklı özelliklere, değişik görüntü ve şekillere sahip
yüce Allah'ın yarattığı kardeşleri, yoldaşları vardır. Bu varlıklar farklı
özellik ve yapılara sahip olmakla beraber Allah'ı anma noktasında
buluşurlar, O'na yönelirler. O'nu överek noksanlıklardan tenzih ederler.
"Allah da onların ne yaptıklarını bilir."
Kuran insanı, çevresinde yer alan Allah'ın sanatına,
göklerde ve yerde yarattıklarına bakmaya yöneltiyor. Çünkü bu varlıklar
Allah'ı överek noksanlıklardan tenzih ediyorlar, ondan korkuyorlar. Yine
Kuran insanların özellikle her gün gördükleri bir sahneye dikkatlerini
çekiyor. Bu, havada saf tutarak süzülen ve Allah'ı överek noksanlıklardan
tenzih edén kuşların sahnesidir.
"Bu varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua edeceğini,
O'na nasıl noksanlıklardan tenzih edeceğini bilir."
Sadece insandır, Rabbini noksanlıklardan tenzih
etmeyen. Oysa varlıklar içinde öncelikli olarak Allah'a inanması, O'nu
noksanlıklardan tenzih etmesi O'na yalvararak dua etmesi gereken
insanoğludur.
Evren tümüyle bu sahnede ürpererek yaratıcısıysa
yönelen, onu överek tesbih eden, O'na dua eden bir durumda canlandırılıyor:
Aslında evren özü, yapısı itibariyle, kendisine hükmeden yasalarda
somutlaşan yüce yaratıcının iradesine uyması itibariyle de sahnede
canlandırıldığı durumdadır.
İnsan şeffaflaştığı zaman, duygulanışla algıladığı
bu sahneyi görür gibi kavrar. Bu evrenin Allah'ın tesbih edişinin
yankılarını, çınlamalarını işitir. Bütün varlıkların bu duaya, bu fısıltıya
katıldığını işitir. İşte Muhammed b. Abdullah -salât ve selâm üzerine olsun-
yürürken ayaklarının altındaki çakıl taşlarının Allah'ı tesbih edişlerini bu
şekilde işitirdi. Bu yüzden Hz. Davud -salât ve selâm üzerine olsun- zeburu
okurken dağlar ve kuşlar koro halinde ona katılırdı.
42- Göklerin ve
yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir ve herkes Allah'a dönecektir.
O'ndan başkasına yönelinmez. O'nun dışında sığınak
yoktur, O'nunla buluşmaktan kaçmak mümkün değildir, O'nun cezasından
kurtuluş yoktur. Ve dönüş Allah'adır.
İnsanların farkına varmadan geçip gittikleri
evrensel sahnelerden biri daha. Bu sahnede göz zevkine hitap eden, kalplere
yönelik ibret dersleri vardır. Allah'ın sanatını ve ayetlerini nur, hidayet
ve iman kanıtlarını etraflıca düşünmeye uygun bir ortam.
43- Görmüyor musun
ki, Allah bulutları oradan oraya sürüyor, sonra birleştiriyor, Sonra üstüste
yığıp yoğunlaştırıyor. Arkasından aralarından yağmur yağdığını görürsün.
Yine Allah gökten dağlar gibi dolu yüklü bulutlar indiriyor. Bu doluyu
dilediklerinin başına yağdırıyor ve dilediklerinden uzak tutuyor.
Bulutlardan çıkan şimşeğin parıltısı, gözleri kamaştırır.
Sahne yavaş yavaş ve uzatılarak sunuluyor. Birleşip
toplanmadan önce parçalar etraflıca düşünülsün isteniyor. Bütün bunlar,
kalbe dokunmayâ, onu uyarmaya, düşünüp ibret almaya, gördüklerinin ötesinde
Allah'ın sanatını algılamasını sağlamaya ilişkin hedefi gerçekleştirme amacı
ile sunuluyorlar.
Kuşkusuz Allah'ın eli bulutları toplar ve onları bir
yerden başka bir yere sürükler. Sonra onları birleştirip yoğunlaştırır.
Böylece üstüste yığılırlar. Ağırlaştığı zaman sular çıkar, sağanak ve iri
taneli yağmurlar yağdırır. Bu halleriyle dağlar kadar görkemli, onlar kadar
heybetlidirler. İçlerinde küçük sert kar taneleri (dolu) vardır. Bulutların
dağlara benzediğini en iyi uçak yolcuları görür. Uçak yükselip bulutların
üstünden veya arasından geçtiği zaman, iriliğiyle, uçurumlarıyla, iniş ve
çıkışlarıyla gerçek bir dağ manzarasıyla karşı karşıya kalınır. Hiç kuşkusuz
bu, uçağa binmediği sürece insanın göremeyeceği bir gerçeği tasvir eden bir
ifadedir.
İşte bu bulut dağları, Allah'ın evrene egemen
kıldığı yasası uyarınca Allah'ın emrine boyun eğerler. Yüce Allah bu yasası
uyarınca dilediğinin üstüne yağmur yağdırır, dilediğini de bundan yoksun
bırakır. Bu büyük sahnenin sonu ise şöyle bağlanıyor:
"Bulutlardan çıkan şimşeğin parıltısı, gözleri
kamaştırır."
Hiç kuşkusuz bu ifade, tasvirde uygunluk yöntemi
uyarınca uçsuz bucaksız evrendeki büyük nurun oluşturduğu atmosferle ahenk
sağlamak için yer alıyor.
KAİNATIN
İSLEYİŞİNDEKİ DÜZENLİLİK
44- Allah, geceyi
gündüze ve gündüzü geceye dönüştürür. Hiç kuşkusuz dikkatli gözlemcilerin bu
olaydan alacakları dersler vardır.
Gece ve gündüzün bu şaşmaz ve değişmez düzen içinde
dönüşümünü, evreni yönlendiren yasanın çalışma şeklini ve Allah'ın sanatını
düşünmek kalbi uyandırır, duyarlılığını arttırır. İşte Kur'an alışkanlığın
derin etkisini giderdiği bu sahnelere kalbi yöneltiyor. Amaç, kalbin her
zaman taze bir duyarlılıkla, her zaman zinde bir heyecanla evrene dikkatle
yönelmesini sağlamaktır. İnsanoğlu gece ve gündüz mucizesini ilk defa
düşününce kimbilir ne duygulara kapılmıştır. Ve bu mucize hiç değişmeden
sürmektedir. Güzelliğinden ve göz alıcılığından hiçbir şey kaybetmemiştir.
Fakat paslanan ve uyuşan insan kalbidir. O'dur heyecanını yitiren. Onlar
tazeyken ya da bizim duygularımız henüz pörsümemişken karşılaştığımızda
kalbimizin tarifsiz duygulara kapılmasına neden olan nice mucizenin farkında
olmadan geçip gittiğimizde hayatımızın ne kadar önemli bir yönünü yitirmiş
oluruz, nice güzellikler kaçırmış oluruz?
Kur'an uyuşmuş duyarlılığımızı canlandırıyor, uyumuş
duygularımızı uyandırıyor. Sıcaklığını yitirmiş, donmuş kalplerimize
dokunuyor. Yorgun vicdanımızı harekete geçiriyor, evreni ilk defa'
gözlemlediğimizde içinde bulunduğumuz duyarlılığı taze tutarak gözlemleyelim
diye. Evrende meydana gelen her olayı etraflıca düşünelim diye. Ötesindeki
gömülü sırrı, gizli büyüyü araştıralım diye. Çevremizdeki her şeyde faaliyet
gösteren Allah'ın elini gözetleyelim diye. Onun sanatındaki hikmeti
düşünelim, varlığın katmanlarına yerleştirilmiş ayetlerinden ibret dersleri
alalım diye.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, varlık alemine her
baktığımızda onu bizim için hazırlamakla, bizi de ilk defa görüyormuş gibi
duygulanacak, zevk alacak yeteneklere sahip kılmakla bize lütufta
bulunmuştur. Biz sayısız kere evrenle karşı karşıya kalırız. Her seferinde
de sanki ilk defa görmüş gibi oluruz. Onu görmenin verdiği zevki her
seferinde de taptaze hissederiz.
Hiç kuşkusuz varlık alemi güzeldir, göz
kamaştırıcıdır, görkemlidir. Bizim fıtratımızla varlık aleminin fıtratı
birbirleriyle uyuşmaktadır. Çünkü bizim fıtratımız da onun geldiği kaynaktan
alır varlığını, O'nun dayandığı yasalar sistemine o da dayanır. Bu yüzden
varlık aleminin vicdanı ile ilişki kurmak bize bir yakınlık, güven,
bağlılık, tanışıklık ve kayıp ya da görülmeyen bir yakınla buluşmanın
verdiği sevince benzer bir sevinç duygusunu bahşeder.
Varlık aleminde Allah'ın nurunu buluruz. Çünkü Allah
göklerin ve yerin nurudur. Açık bir duygu ile, uyanık bir kalp ile ve planın
özüne nüfuz eden derin bir düşünce ile varlık alemini gözlemlediğimizde,
aynı anda hem dış alemde hem de içimizde Allah'ın nurunu görürüz.
Bu yüzden Kuran bizi defalarca uyarıyor. Bunca
güzelliğin farkına varmadan gözü kapalı geçip gitmeyelim diye duygularımızı
ve ruhumuzu değişik göz kamaştırıcı varlık sahnelerine yöneltiyor. Ki şu
yeryüzündeki yolculuğumuza asılsız ya da gülünç sayılacak kadar az bir
azıkla çıkmayalım...
HAYATIN KAYNAĞI
Surenin akışı evrensel sahneleri sunmaya ve
dikkatimizi bu sahnelere çekmeye devam ediyor. Bu amaçla hayatın tek bir
kaynaktan ve aynı tabiattan meydana gelişini, kaynak ve tabiat birliğine
rağmen değişik şekillerde ortaya çıkmasını sunuyor.
45- Allah bütün
canlıları sudan yarattı. Bu canlıların kimi karnı üzerinde sürünür. Kimi iki
ayakla yürür. Kimisi de dört ayakla yürür. Allah dilediği gibi yaratır. Hiç
kuşkusuz Allah'ın gücü her şeye yeter.
Kuran-ı Kerim'in bu denli basit bir şekilde dile
getirdiği bu önemli gerçek·, yani bütün canlıların sudan yaratıldığı
gerçeği, tüm canlıların organik yapılarındaki temel unsurun birliğini,onun
da su olduğunu ifade ediyor olabilir. Ya da modern bilimin kanıtlamaya
çalıştığı şekliyle hayatın denizde başladığı, sözü itibariyle sudan
kaynaklandığı, sonra çeşitli şekillere ve türlere ayrıldığı düşüncesini
ifade ediyor olabilir.
Ne var ki, biz, Kuran'ın ifade ettiği kesin
gerçekleri değişmeye ve çürütülmeye açık, bilimsel teorilerle yorumlamamaya
ilişkin tutumumuz uyarınca Kur'an'ın verdiği bu işarete herhangi bir şey
eklemek istemiyoruz. Kur'an'ın dile getirdiği tartışılmaz gerçeğin
doğruluğunu kabul etmekle yetiniyoruz. Buna göre, yüce Allah canlıların
tümünü su'dan yaratmıştır. Bu yüzden tüm canlılar aynı kaynaktan gelirler.
Yine -gözle de görüldüğü gibi- tüm canlılar değişik şekillere sahiptirler,
karnı üzerinde sürünen sürüngenler, iki ayak üzerinde yürüyen kuşlar ve
insanlar, dört ayak üzerinde yürüyen hayvanlar gibi. Bütün bunlar kuşkusuz
Allah'ın koyduğu yasalar ve onun iradesi ile meydana gelmektedir, tesadüfen
ya da kendiliğinden olmuş değildir.
"Allah dilediği gibi yaratır."
Bir şekle ya da bir modele bağlı değildir. Çünkü
evreni yönlendiren yasa ve düzenlemeler, serbest iradenin sonucu ve
hoşnutluğu ile yerleştirilmişlerdir: "Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü her şeye
yeter."
Şekilleri ve hacimleri soy ve türleri, biçim ve
renkleri birbirinden farklı olan, bununla beraber tek bir kaynaktan gelen
canlıları etraflıca düşünmek, insanı amaçlı bir planın, ne yaptığını bilen
bir iradenin sözkonusu olduğunu kabullenme, tesadüf ve kendi kendine varolma
düşüncesini reddetme sonucuna götürür. Yoksa hangi rastlantıdır, bütün bu
planları düzenleyen? Bunca ölçüyü ve dengeyi belirleyen hangi tesadüftür?
Hiç kuşkusuz her şeyi yaratan sonra da her yaratığa yolunu gösteren, her
şeyden üstün ve her yaptığını yerinde yapan ulu Allah'ın sanatıdır bu.
Büyük evrensel sahnelerdeki nur ortamında çıkılan bu
görkemli gezintiden sonra surenin akışı asıl konusuna; Kur'an-ı Kerim'in
kalplerini arındırmak parlatmak, Allah'ın göklerdeki ve yerdeki nuruna
bağlamak amacı ile müslüman toplumu eğittiği insanlar arası davranış
kurallarını belirleme konusuna dönüyor.
Geçen derste ne ticaretin ne de alış-verişin Allah'ı
anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerden bir
de kâfirlerden onların amellerinden, karşılaşacakları akıbetten ve içinde
bulundukları üstüste binmiş karanlıktan söz edilmişti.
Şimdi de bu derste, Allah'ın ayrıntılı biçimde
açıklanmış ayetlerinden yararlanmayan, onlar aracılığı ile gerçeği
kavramayan münafıklardan söz ediliyor. Bunlar müslüman görünüyorlar ama,
Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- uyma, onun verdiği
hükümden hoşnut olup benimsemeye ilişkin mü'minlerin takındığı edep tavrını
takınmıyorlar. Bunlarla gerçek mü'minler arasında bir karşılaştırma
yapılıyor. Bu mü'minlere yüce Allah yeryüzü halifeliğini, dinlerinin
egemenliğini vadetmiştir. Onlara güvenli bir yurt sözü vermiştir. Bu,
onların Allah ve Hz. Peygambere karşı takındıkları edep tavrının, Allah ve
Peygambere itaat etmelerinin karşılığıdır. Kâfirlerin amansız
düşmanlıklarına rağmen bu durum gerçekleşecektir.
46- Biz gerçekten
ayrıntılı açıklamalar içeren ayetler indirdik. Allah, dilediği kimseleri
doğru yola iletir."
Allah'ın gözler önüne serilmiş ve ayrıntılı biçimde
açıklanmış ayetleri, Allah'ın nurunu belirginleştiriyor, onun yol
göstericiliğinin kaynağını ortaya koyuyor, iyiyi-kötüyü, temizi-pisi
belirliyor. Hiçbir karışıklığa, hiçbir kapalılığa meydan vermeyecek şekilde
İslâmın eksiksiz ve incelikli hayat sistemini açıklıyor, Allah'ın
yeryüzündeki hayat için koyduğu hükümleri kuşkudan ve anlaşılmazlıktan uzak
bir şekilde belirliyor, insanlar bu hükümlere uydukları zaman, açık sağlam
ve tutarlı bir kanuna uymuş olurlar. Bu kanun karşısında haklı hakkının
kaybolacağından korkmaz. Bu kanunun egemenliği sırasında hak ile batıl,
helal ile haram birbirine karışmaz.
"Allah dilediği kimseleri doğru yola iletir."
Allah'ın iradesi serbesttir ve hiçbir şekilde
sınırlandırılamaz. Bununla beraber yüce Allah doğru yola girmek için bir
metod belirlemiştir. Bu metoda yönelen, onu izleyen Allah'ın yol
göstericiliği ve nuru ile karşılaşır. Buna sarılır ve Allah'ın iradesiyle-
belirlenen hedefe ulaşana kadar bu yalda yürür. Kim de bu metodun dışına
çıkar, ona sırt verirse yol gösterici nuru kaybeder, sapıklık yoluna dalar
gider. Tabii ki, yüce Allah'ın hidayet ve sapıklığa ilişkin iradesi
uyarınca.
Bu ayrıntılı açıklamalar içeren ayetlere rağmen,
insanlar arasında bu gruba, münafık grubuna, rastlanır. Bunlar müslüman
görünmekle beraber İslâmın belirlediği davranış kurallarına uygun bir edep
tavrını takınmayan kimselerdir:
47- Bazı kimseler
"Allah'a ve Peygamber'e inandık ve direktiflerine uymayı kabul ettik"
derler. Fakat bazıları bu sözlerinden sonra sırt çevirirler. Bunlar mü'min
değildirler.
48- Aralarındaki
davalarda Allah'ın ve Peygamberin vereceği hükme uymaya çağırıldıklarında
bir bölümünün bu çağrıya yüz çevirdiğini görürsün.
49- Eğer davanın
haklı tarafı iseler, Peygamber'e tam bir teslimiyetle koşa koşa gelirler.
50- Acaba
kalplerinde hastalık mı var? Yoksa Peygamber'in gerçekten peygamber olup
olmadığı hususunda kuşkulu mudurlar? Yoksa Allah'ın ve Peygamber'in
kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar. Hayr, aslında onlar
zalimdirler.
Gerçek iman kalbe yerleşince, etkisi anında
davranışlara yansır. İslâm harekete dönük bir inanç sistemidir, edilgenliğe
katlanamaz. Bu yüzden bilinç dünyasında gerçekleşir gerçekleşmez, anlamını
dış alemde gerçekleştirmek, kendisini hareket ve pratik alemde amel olarak
göstermek için derhal harekete geçer. İslâmın açık ve anlaşılır eğitim
sistemi; inanca ve inancın öngördüğü davranış kurallarına ilişkin gizli
bilincin pratik ve uygulamalı harekete dönüşmesi; bu hareketin de değişmez
bir alışkanlığa veya kanuna dönüşmesi esasına dayanır. Bununla beraber,
sürekli canlı ve asıl kaynağa bağlı kalması için, her davranışta baştaki
itici bilincin canlı tutulmasını öngörür.
Bu münafıklar da "Allah'a ve Peygambere inandık ve
direktiflerine uymayı kabul ettik" diyorlardı. Bunu ağızlarıyla
söylüyorlardı ne var ki, bu sözlerin içerdiği anlam davranışlarına
yansımıyordu. Tam tersine bir davranış sergileyerek hareketleriyle
söylediklerini yalanlıyorlardı. "Bunlar mü'min değildirler."
Çünkü mü'minlerin hareketleri sözlerini doğrular.
Aynı zamanda iman, kişinin eğleneceği. sonra da iddia edip yoluna devam
edeceği bir oyun değildir. İman; ruhun şekillenmesi, kalbin bir özellik
kazanmasıdır. Ve iman, pratik alemde hareket demektir. İmanın gerçeği
vicdanda yer edince nefsin geri dönmesi mümkün olmaz.
Şu mü'minlik iddiasında bulunanlar, Allah'tan
getirdiği şeriat uyarınca Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun-
hükmüne başvurmaya çağrıldıkları zaman iddialarının tam tersi bir tavır
takınıyorlardı.
"Aralarındaki davalarda Allah'ın ve Peygamberin
vereceği hükme uymaya çağrıldıklarında bir bölümünün bu çağrıya yüz
çevirdiğini görürsün."
Aslında onlar Allah ve Peygamberinin hak'tan
ayrılmayacaklarını, ihtirasların peşinde gitmeyeceklerini, sevgi ve
kızgınlıklardan etkilenmeyeceklerini biliyorlardı. Fakat insanlardan bu
gruba mensup olanlar, hakkın gerçekleşmesini istemezler, adaletin yerine
getirilmesinin doğuracağı sonuca katlanmazlar. Bu yüzden Hz. Peygamberin
-salât ve selâm üzerine olsun- hükmüne başvurmaktan kaçınıyorlardı, sorunu
ona götürmek,istemiyorlardı. Bununla beraber, başgösteren sorunda haklı
taraf kendileri olsaydı, isteyerek ve boyun eğerek Peygamber efendimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- hükmüne koşarlardı. Çünkü onlar Peygamber
efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hiçbir zaman haksızlığa meydan
vermeyen, kimsenin hakkını yemeyen Allah'ın şeriatı uyarınca haklılıkları
doğrultusunda karar vereceğinden emindirler.
Mü'min olduğunu iddia eden sonra da bu kaypak tutumu
sergileyen grup her zaman ve her yerde karşılaşılan münafıkların tipik bir
örneğidir. Bu münafıklar, açıktan açığa kâfir olduklarını söylemezler,
müslüman görünürler. Ancak aralarında Allah'ın şeriatının yürürlükte
olmasından Allah'ın kanununun hükmetmesinden memnun olmazlar. Bu yüzden
Allah'ın ve Peygamberinin hükmüne başvurmaya çağırıldıkları zaman burun
kıvırırlar, mazeretler uydururlar:
"Bunlar mü'min değildirler."
İman kalplerinde yer etmemiştir. Allah'ın ve
Peygamberinin hükmünü içlerine sindirememişlerdir. Ancak Allah'ın şeriatına
başvurmada, O'nun kanununu uygulamada bir çıkarları varsa o zaman seve seve
buna razı olurlar.
Allah'ın ve Peygamberinin hükmünden memnun olmak,
gerçek imanın kanıtıdır. İman gerçeğinin kalbe yerleştiğini haber veren
göstergedir. Allah ve Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- karşı
takınılması zorunlu olan edep tavrıdır. Çünkü İslâm edebi ile edeplenmemiş,
kalbi de iman nuru ile aydınlanmamış, içi kapkaranlık edepsiz kimselerden
başkası Allah'ın ve Peygamberinin hükmünden kaçmaz.
Bunun için bu davranışlarının üzerine kalplerindeki
hastalığı tescil eden, kuşku duymalarını şaşırtıcı bulan, tuhaf tutumlarını
kınayan sorularla bir değerlendirme yapılıyor.
"Acaba kalplerinde hastalık mı var? Yoksa
Peygamberin gerçekten peygamber olup olmadığı konusunda kuşkulu mudurlar?
Yoksa Allah'ın ve Peygamberin kendilerine haksızlık edeceğinden mi
korkuyorlar?"
Birinci soru tescil etmek, vurgulamak içindir. Çünkü
hasta bir kalbin bu tür bir tutum sergilemesi her zaman beklenir. Fıtratı
dejenere olmadığı sürece bir insanın bu kadar derin bir sapıklığa
yuvarlanması mümkün değildir. Fıtratı doğal eğiliminden uzaklaştıran, imanın
gerçeğinden zevk almasını ve kendisi için belirlenen hareket çizgisini
izlemesini önleyen kalpteki bu hastalıktır.
İkinci soru, tutumun şaşırtıcılığını vurgulamak
içindir. Acaba onlar, inandıklarını iddia ettikleri Allah'ın hükmünden mi
şüphe duyuyorlar?Acaba bu hükmün Allah'dan geldiğinden mi şüphe duyuyorlar?
Yahut bu hükmün adaleti yerine getirme yeterliliğine sahip olup olmadığı
konusunda mı kuşku içindedirler? Her iki durumda da bu mü'minlerin yolu
değildir.
Üçüncü soru, bu tuhaf tutumlarını kınamak ve duyulan
şaşkınlığı vurgulamak içindir. Acaba onlar Allah ve Peygamberinin -salât ve
selâm üzerine olsun kendilerine haksızlık yapacaklarından mı korkuyorlar?
Kuşkusuz bir insanın içinde böyle bir endişenin yer etmesi şaşırtıcı bir
şeydir. Çünkü her şeyin yaratıcısı ve her şeyin Rabbi Allah'tır. Peki yüce
Allah'ın hükmederken yarattığı herhangi birine karşı diğer birini kayırması
mümkün müdür?
Hiç kuşkusuz, birilerine karşı bazılarını kayırma
kuşkusundan uzak tek hüküm Allah'ın hükmüdür. Çünkü Allah adildir ve hiç
kimseye haksızlık etmez. Bütün yaratıklar onun katında eşit durumdadırlar.
Onlardan birisine bir diğerinin çıkarı için haksızlık etmez. Onun hükmü
dışındaki bütün hükümler haksızlık edebilirler, zannı altındadırlar. Çünkü
insanlar kanun koyarlarken ve hükmederlerken çıkarlarını gözönünde
bulundurma eğiliminden kurtaramazlar kendilerini. Gerek fert, gerek sınıf,
gerek devlet olarak hükmetmeleri bu gerçeği değiştirmez.
Bu fert kanun koyduğu zaman, bir fert bir konuda
hükmettiği zaman, koyduğu kanunla, verdiği hükümle kendini ve çıkarını
korumayı gözönünde bulundurması kaçınılmazdır. Bir sınıf diğer bir sınıf
için, bir devlet diğer bir devlet için, bir pakt için kanun koyduğu zaman da
durum bundan ibarettir. Ama Allah kanun koyduğu zaman herhangi bir kimsenin
korunması, herhangi bir kimsenin çıkarının gözönünde bulundurulması,
sözkonusu olamaz. Ve bu, mutlak adaletten ibaret olur? Allah'ın kanun
koyuculuğu dışında hiçbir kanun koyucu buna güç yetiremez, onun hükmünden
başka hiçbir hüküm bunu gerçekleştiremez.
Bu yüzden Allah'ın ve Peygamberinin hükmünden memnun
olmayanlar zalim kimselerdir. Adaletin gerçekleşmesini, hakkın egemen
olmasını istemezler. Aslında onlar Allah'ın hükmü ile haksızlığa
uğrayacaklarını düşünmezler ve O'nun adaletinden de kesinlikle kuşku
duymazlar.
"Hayır, aslında onlar zalimdirler."
Gerçek mü'minlere gelince, onlar Allah'a ve
Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- karşı bundan farklı bir edep
tavrı takınırlar. Aralarında başgösteren sorunların çözümü için Allah'ın ve
Peygamberin hükmüne başvurmaya çağrılınca daha değişik bir şey, mü'minlere
yakışan, kalplerin nurla aydınlandığını gösteren bir söz söylerler:
51 - Aralarındaki
davalarda Allah'ın ve Peygamberin vereceği hükme uymaya çağırılan
mü'minlerin söyleyebilecekleri tek söz "Duyduk ve uyduk" sözüdür. İşte mutlu
sona erenler onlardır.
Bu tereddütsüz, tartışmasız ve kıvırmasız duyup
itaat etmenin ifadesidir. Gerçek hükmün Allah ve Peygamberin hükmü olduğuna,
gerisinin ihtiraslardan kaynaklandığına olan kesin inancın oluşturduğu duyup
itaat etmenin ifadesidir. Bu tavır Allah'a kaytsız şartsız teslim olmaktan
kaynaklanır. Hayatı bahşeden ve hayat üzerinde dilediği uygulamada bulunma
yetkisine sahip Allah'a... Mü'minlerin sergilediği bu tavır, yüce Allah'ın
insanlar için dilediği şeyin, onların kendileri için istedikleri şeyden daha
hayırlı olduğuna olan güvenin ifadesidir. Çünkü yaratan Allah yarattığını
daha iyi bilir.
"İşte mutlu sona erenler onlardır."
Evet, onlar mutlu sona ulaşırlar, çünkü işlerini
planlayan, ilişkilerini düzenleyen, ilmine ve adaletine göre aralarında
hükmeden yüce Allah'dır. Dolaysıyla bunların; işlerini kendileri gibi
insanların planladığı, ilişkilerini düzenlediği, aralarında çok az bir
bilgiye sahip yetersiz kimselerin hükmettiği insanlardan daha iyi bir
durumda olmaları kaçınılmazdır. Evet onlar mutlu sona ulaşırlar. Çünkü
onlar, eğrilik büğrülük bulunmayan biricik hayat sistemine uyarlar, bu
sistemin gerçekliğinden emindirler, onu izler, belirlediği sınırları
çiğnemezler. Bu sisteme uymaları sayesinde enerjilerini boşuna tüketmezler,
çeşitli ihtiraslar peşinde güçlerini, enerjilerini dağıtmazlar, doymak
bilmeyen şehvetlerin, dinmeyen arzuların peşinde sürüklenmezler. İşte
Allah'ın koyduğu hayat sistemi önlerinde değişmeden,net ve anlaşılır bir
şekilde duruyor.
52- Allah'a ve
Peygambere itaat edenler, Allah'dan korkup buyruklarım çiğnemekten
kaçınanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlarda.
Önceki ayette hükümlere teslim olmaktan, bu
hükümlere kayıtsız şartsız uymaktan söz ediliyordu. Şimdi ise, tüm emir ve
yasaklamalara topluca uyulmasından söz ediliyor. Bunun yanında Allah
korkusundan, takvadan söz ediliyor. Takva, korkudan daha geneldir. Takva,
Allah'ın gözetimidir. Büyük küçük her işte, Allah'dan korkmanın yanında
O'nun bilincinde olmak, zatının vakarı adına O'nun hoşlanmadığı şeyden
sakınmak, O'nu yüceltmek ve O'ndan utanmaktır. Allah'a ve Peygamberine itaat
edenler, Allah'dan korkup O'ndan sakınanlar varya, işte kurtuluşa erenler
onlardır. Hem dünyada hem de ahirette kurtulmuşlardır. Bu sözü Allah
vermiştir ve Allah sözünde,n dönmez. Onlar kurtuluşu haketmişlerdir. Pratik
hayatlarında bunun nedenleri vardır. Çünkü Allah'a ve Peygamberine itaat
etmek yüce Allah'ın sonsuz bilgisi ve hikmeti doğrultusunda insanlar için
belirlediği sağlam ve tutarlı hayat sistemine uymayı gerektirir. Bu da doğal
olarak dünya ve ahiret kurtuluşuyla sonuçlanır. Allah korkusu ve takva,
Allah'ın sistemine uyulmasını garantileyen bekçilerdir. Bu bekçiler,
insanları kendilerine çeken saptırıcı yolları gösterir, insanların
sapmalarına, bu yollara girmelerine engel olur.
Allah'dan korkmak ve O'ndan sakınmakla beraber
Allah'a ve Peygamberine ibadet etmek üstün nitelikli bir edep tavrıdır.
Kalbin Allah'ın nuru ile aydınlanmışlığının, O'na bağlanmışlığının, O'nun
görkeminin bilincine varmışlığının boyutunu gösterir. Bu aynı zamanda mü'min
kalbin onurunu ve üstünlüğünü gösterir. Çünkü Allah'a ve Peygambere itaat
ilkesine dayanmayan, O'ndan kaynaklanmayan her uyma hareketi onurlu kişinin
reddedeceği, mü'min karakterin kaçınıp, mü'min vicdanın tepeden bakacağı
aşağılayıcı, onur kırıcı bir zillettir. Çünkü gerçek mü'min tek ve ezici
güce sahip Allah'dan başkasının önünde baş eğmez.
MÜNAFİKLARIN
DÖNEKLİĞİ
53- Ey Muhammed,
münafıklar kesin kesin bir dille yemin ederek kendilerine emir verecek
olursan savaşa çıkacaklarım söylerler. Onlara de ki; "Yemin etmeyiniz.
İtaatkârlığınız bellidir. Hiç kuşkusuz Allah, ne yaptığınızdan haberdardır."
54- Onlara de ki,
"Allah'a itaat ediniz, Peygambere itaat ediniz. Eğer bu çağrıya yüz
çevirirseniz, biliniz ki, Peygamber kendi görevinden sorumlu olduğu gibi,
siz de kendi görevinizden sorumlusunuz. Peygambere düşen, sadece ilahi
mesajı açık bir dille duyurmaktır."
Münafıklar Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- eğer kendilerine savaşa çıkma emrini verecek olursa mutlaka savaşa
çıkacaklarına yemin ederlerdi. Allah da onların yalan söylediklerini
biliyordu. Bu yüzden ayıplayarak, yeminlerini alaya alarak şöyle buyuruyor.
"Onlara de ki: Yemin etmeyiniz, itaatkârlığınız
bellidir."
Yemin etmeyiniz, çünkü nasıl itaat ettiğiniz
bellidir. Bu sözleriniz ciddiye alınmaz, bu yüzden yemine veya pekiştirmeye
gerek yoktur. Tıpkı yalancılığı ile ünlü birinin yalan söylediğini
gördüğünüzde "Doğru söylediğin konusunda bana yemin etme. Çünkü hiçbir
delile gerek olmadan her şey apaçık ortadadır" demeniz gibi.
Alay ve kınamanın üzerine şu değerlendirme
yapılıyor. "Allah ne yaptığınızdan haberdardır."
Yemine, pekiştirmeye gerek yok. Allah sizin itaat
etmeyeceğinizi, savaşa çıkmayacağınızı biliyor.
Bu yüzden ayetlerin akışı dönüyor ve onları itaate,
gerçek itaate çağırıyor, bilinen sözde davranışlara değil.
"Onlara de ki:"Allah'a itaat ediniz, Peygambere
itaat ediniz."
"Eğer bu çağrıya yüz çevirirseniz."
Burun kıvırırsanız, münafıklığınızı
sürdürürseniz,doğru yola girmezseniz.
"Biliniz ki, peygamber kendi görevinden sorumludur."
Peygamber Allah'dan aldığı mesajı insanlara
ulaştırmaktan sorumludur. Nitekim bu görevini yerine getiriyor da.
"Siz de kendi görevinizden sorumlusunuz."
Sizin göreviniz de Allah'a ve Peygambere itaat
etmeniz, samimi olmanızdır. Ama siz yan çizdiniz, görevinizi yerine
getirmediniz.
"Eğer O'na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz."
Mutluluğa ve kurtuluşa ulaştıran dengeli ve tutarlı
hayat sistemini bulursunuz.
"Peygambere düşen, sadece ilahi mesajı açık bir
dille duyurmaktır."
O sizin imanınızdan sorumlu değildir. Sizin yan
çizmenizin suçu ona ait değildir. Tersine yaptığınızdan siz sorumlusunuz,
yan çizmenizden, isyan etmenizden, Allah'ın ve Peygamberinin emrine
muhalefet etmenizden dolay siz cezalandırılacaksınız.
GERÇEKLEŞECEK OLAN
VAAD
Münafıkların durumu sunulduktan ve bu
sonuçlandırıldıktan sonra surenin akışı onları kendi hallerine bırakıyor ve
itaatkâr mü'minlere dönüyor, içten gelen itaatkârlıklarının, harekete
dönüşen imanlarının kıyametteki hesaplaşmadan önce bu dünyadaki mükâfatını
açıklıyor.
55- Allah,
aranızdaki iman edip iyi ameller işleyenlere, kendilerini tıpkı daha önceki
mü'minler gibi yeryüzünde egemen kılacağım, kendileri için seçtiği dinlerini
sarsılmaz temellere oturtacağını ve korkularını güvene dönüştüreceğini
vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar.
Bu a,amadan sonra kâfir olanlara gelince, onlar yoldan çıkmışların ta
kendileridirler."
Bu, yüce Allah'ın Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- ümmetinden iyi ameller işleyen mü'minlere kendilerini
yeryüzüne egemen kılacağına, kendileri için seçtiği dinlerini, hayat
sistemlerini sarsılmaz temellere oturtacağına ve korkularını güvene
dönüştüreceğine ilişkin vaadidir. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah'ın vaadi ise,
gerçektir. Allah'ın vaadi yerine gelir. Ve Allah vaadinden dönmez. Peki bu
imanın ve yeryüzüne egemen olmanın gerçek mahiyeti nedir?
Kuşkusuz Allah'ın vaadinin gerçekleşmesine gerekçe
olan iman gerçeği, insanın tüm hareketlerini içine alan, tüm hareketlerini
yönlendiren büyük bir gerçektir. Bu iman bir kalbe yerleşir yerleşmez tümü
de Allah'a yönelik olmak üzere derhal çalışma, hareket, onarma ve inşa etme
şeklinde kendini açığa vurur. Bunu yapan kişi Allah'dan başkasını memnun
etmeyi düşünmez. Bu, Allah'a itaat etmenin, büyük-küçük her konuda onun
emrine kayıtsız şartsız teslim olmanın ifadesidir. Bu durum gerçekleştikten
sonra nefiste bir arzu, kalpte bir ihtiras ve Hz. Peygamberin -salât ve
selâm üzerine olsun- yüce Allah'dan getirdiği mesaja uymaktan başka fıtratta
bir eğilim kalmaz.
Bu iman; nefsin düşüncelerinden, kalbinin
duygularından, ruhun özlemlerindén, fıtratın eğilimlerinden, bedenin
faaliyetlerinden, organların işleyişlerinden, ailesinde ve insanlar arasında
Rabbinè yönelik tavırlarına kadar, insanı her yönüylé kaplar. Bütün bunlarda
insanın Allah'a yönelmesini sağlar. Bu hu$us yüce Allah'ın mü'minleri
yeryüzüne egemen kılmasının, dini sağlam temellere oturtmasının ve
korkuların güvene dönüşmesinin gerekçesi olarak aynı ayetteki şu cümlede
somutlaşmaktadır.
"Bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak
koşmazlar."
Çirkin farklı şekilleri ve türleri vardır. Bir
hareket veya bir düşünceyle Allah'dan başkasına yönelmek Allah'a ortak
koşmanın türlerinden biridir.
Bu iman eksiksiz bir hayat sistemidir. Allah'ın
emrettiği her şeyi içerir. Sebepleri oluşturma, hazır bulunmak, sebeplere
sarılma, yeryüzündeki büyük emaneti, yeryüzüne egemen olma emanetini
yüklenmeye hazırlıklı olmak gibi yüce Allah'ın emrettiği hususları kapsamına
alır.
Peki yeryüzüne egemen olmanın gerçek mahiyeti
nedir?..
Kuşkusuz bu, salt bir hükümranlık, üstünlük,
galiplik ve hakimiyet değildir. Bu egemenlik saydığımız tüm unsurları ıslah
etme, onarma, yapma, yüce Allah'ın insanların uyması için belirlediği hayat
sisteminin gerçekleşmesi ve bu yolla yeryüzünde kendisi için takdir edilen
ve yüce Allah'ın kendisine bahşettiği onura yaraşan olgunluk düzeyine ulaşma
uğruna kullanılması şartına bağlıdır.
Yeryüzüne egemen olma; onarma ve ıslah etme gücüne
sahip olmadır, yıkma ve bozmaya değil. Adalet ve huzuru sağlama imkânına
sahip bulunmadır, zulüm ve baskıya değil. İnsanlığı ve insanlık düzenini
üstün bir düzeye ulaştırmaktır, fert ve toplum olarak insanlığın hayvanlık
düzeyine yuvarlanmasına neden olmak değil.
İşte bu egemenlik, yüce Allah'ın iyi işler yapan
mü'minlere vaadettiği bir husustur. Yüce Allah'ın istediği sistemi
kursunlar, O'nun dilediği adil düzeni uygulasınlar ve yüce Allah'ın
yarattığı günden itibaren kendilerine belirlediği olgunluk düzeyine
insanlığı ulaştırsınlar diye onları da yeryüzüne egemen kılacağını söz
vermiştir. Sırf bir hükümranlık kurup. yeryüzünde bozgunluk yapan,
yeryüzünde fuhuş ve zorbalığı yaygınlaştıran, insanlığı hayvanlık düzeyine
indirenler, yeryüzüne Allah tarafından egemen kılınmış kimseler değildirler.
Onlar elde ettikleri bu yetki ile sıvanmaktadırlar. Ya da yüce Allah'ın
planladığı bir hikmet uyarınca başlarına musallat oldukları kimseler onların
hükümranlıklarına girmekle sıvanmaktadırlar.
Yeryüzüne egemen olmanın gerçek mahiyetine ilişkin
bu anlayışın delili arkasından gelen yüce Allah'ın şu sözüdür:
"Kendileri için seçtiği dinlerini sarsılmaz
temellere oturtacağını vaadetti."
Dinin yeryüzünde sağlam temellere oturması; kalplere
yerleşmesi, hayatı düzenleyip yönlendirecek konuma gelmesi ïle gerçekleşir.
Şu halde yüce Allah onları yeryüzüne egemen kılmayı ve kendileri için
seçtiği dinin hükümran olmasını vaadetmiştir. Dinleri ise; ıslah etmeyi
emrediyor, yeryüzü kaynaklı ihtirasların üstüne çıkmayı emrediyor,
yeryüzünün imar edilmesini emrediyor. Bütün eylemlerde Allah'a yönelmeyi
emretmekle beraber, yüce Allah'ın yeryüzüne yeraltı ve yerüstü
zenginliklerinden ve enerji kaynaklarından yararlanmayı emrediyor.
"Korkularını güvene dönüştüreceğini vaadetti."
Önceleri müslümanlar çok korkuyorlardı, can
güvenlikleri yoktu. Silahlarını hiç bırakmıyorlardı. Bu durum Hz.
Peygamberin, -salât ve selâm üzerine olsun İslâm toplumunun ilk temelini
oluşturan, Medine'ye hicret edişinin sonrasına kadar devam etti.
Bu ayet hakkında Reb'i b. Enes, Ebu Aliye'den şöyle
rivayet eder: Peygamber efendimiz ve arkadaşları on yıl kadar insanları bir
ve ortaksız ilah olan Allah'a, sadece O'na kulluk. sunmaya çağırıyorlardı.
Bu işi de büyük bir gizlilik içinde yürütüyorlardı. Çünkü korkuyorlardı ve
henüz savaşmakla da emr olunmamışlardı. Daha sonra Medine'ye hicret emri
verildi. Medine'ye gidince yüce Allah savaşmalarını emretti. Çünkü orada da
korku içindeydiler ve sabah akşam silahlarını beraberlerinde taşıyorlardı.
Yüce Allah'ın dilediği kadar bu duruma sabrettiler. Sonra arkadaşlarından
biri Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- "Ya Resulullah, hep
böyle korku içinde mi yaşayacağız? Güven içinde dolaştığımız, silahlarımızı
bıraktığımız bir gün görmeyecek miyiz?" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- "Biraz daha sabredeceksiniz, ondan .sonra
herhangi biriniz, tek bir demir parçası bile bulunmayan büyük bir kalabalık
arasında oturabilecektir" buyurdu. Daha sonra yüce Allah bu ayeti indirdi.
Allah Peygamberini Arap Yarımadası'na egemen kıldı. Böylece güvenli bir
ortama kavuşup silahlarını bıraktılar. Sonra yüce Allah Peygamberini -salât
ve selâm üzerine olsun- katına aldı. Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman
dönemlerinde de güven içinde yaşadılar. Daha sonra ne olduysa oldu, Allah
tekrar içlerine bir korku saldı. Güvenlik amacıyla korumalar ve bekçiler
edindiler. Tutumlarını değiştirdiler, Allah da durumlarını değiştirdi."
"Bu aşamadan sonra kâfir olanlara gelince onlar
yoldan çıkmışların ta kendileridirler."
Allah'ın belirlediği şartın, verdiği sözün, yaptığı
sözleşmenin dışına çıkmışlardır. Kuşkusuz Allah'ın verdiği söz bir kere
gerçekleşti. Müslümanlar Allah'ın ,koştuğu şartı yerine getirirlerse
Allah'ın verdiği söz her zaman için gerçekleşir yerine gelir. Allah'ın
koştuğu şart şudur:
"Bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak
koşmazlar."
Ne bir düzmece tanrıyı ne de bir istek ve arzuları
bana ortak koşarlar. Gereği gibi inanır, iyi işler yaparlar. Yüce Allah'ın
bu vaadi, kıyamete kadar bu ümmetten Allah'ın belirlediği şartı yerine
getiren herkes için geçerlidir. Allah'ın koştuğu veya yüklediği
sorumluluklardan herhangi birinin gecikmesi yüzünden zafer, yeryüzüne egemen
olma, dinin, hayat sisteminin sağlam temellere dayanması ve korkuların
güvene dönüşmesi uzun zaman alabilir. Böylece İslâm ümmeti musibetlerden
yararlanır, imtihanı başarıyla geçer. Korku duyar, bu yüzden güvenlik ister.
Aşağılanır, bu yüzden onur ve üstünlük ister. Başkalarının hükümranlığına
maruz kalır bu yüzden Allah adına yeryüzüne egemen olmayı arzular... Bütün
bunlar yüce Allah'ın dilediği yöntemlerle, yine yüce Allah'ın koştuğu
şartlara bağlı olarak gerçekleşir. Böylece yüce Allah'ın değişmez vaadi
yerine gelir. Yeryüzü menşeli güç odaklarının hiçbiri bu vaadin
gerçekleşmesine engel olamaz.
Bunun için, yüce Allah'ın vaadi üzerine namaz
kılmaya, zekât vermeye ve itaat etmeye·ilişkin bir emirle, bir de
Peygamberimiz ve ümmetinin, kendilerine ve yüce Allah'ın kendileri için
seçtiği dine karşı savaşan kâfirlerin gücünü abartmamalarına ilişkin bir
değerlendirme yer alıyor:
56- Namazı kılınız,
zekâtı veriniz ve Peygambere itaat ediniz ki, Allah'ın rahmetinden pay
alabilesiniz.
57- Kâfirlerin
yeryüzündeki güçlerinin karşı konulmaz olduğunu sanmayınız. Onların
varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varılacak yerdir!..
İşte hazırlık budur... Allah'a bağlanarak, namaz
kılmakla kalbi güçlendirmek, cimriliği aşarak, zekât vermek suretiyle de
nefis ve toplumu arındırmaktır. Peygambere itaat etmek, verdiği hükümden
memnun olmaktır. Büyük-küçük her işte Allah'ın şeriatını uygulamaktır. Yüce
Allah'ın insan hayatı için seçtiği sistemi yürürlüğe koymaktır.
"Ki, Allah'ın rahmetinden pay alabilesiniz."
Yeryüzünde bozulmaktan, düşkünlükten, korkudan,
bunalımdan ve sapıklıktan ahirette de ilahi kızgınlıktan, azap ve cezadan
kurtulmak suretiyle Allah'ın rahmetinden pay alabilesiniz.
Siz Allah'ın belirlediği hayat sistemine uyduğunuz
ve O'na bağlı kaldığınız sürece kâfirlerin hiçbir gücü size üstünlük
sağlayamaz. Onlar yeryüzünde egemenlik kurmanıza engel olamazlar. Onların
görünürdeki güçleri yolunuza dikilemez. Siz imanınız sayesinde güçlüsünüz.
Toplumsal düzeniniz ve sahip olduğunuz sayınızla güçlüsünüz. Gerçi maddi
açıdan onlar kadar kalabalık olmayabilirsiniz ama, cihad eden mü'min kalpler
harikalar, olağanüstülükler başarırlar.
İslâm, hiç kuşkusuz büyük bir gerçektir. Bu
ayetlerde yer alan Allah'ın vaadinin gerçekliğini görmek isteyenler bu
gerçeği olanca derinliği ile algılamalıdırlar. İnsanlık tarihine bakıp yüce
Allah'ın bu vaadini doğrulayan örnekleri araştırıp görmelidirler. Onun
hakkında kuşkuya düşmeden ve herhangi bir durumda bu vaadin gecikmesi
yüzünden sarsılmadan, bu vaadin tüm şartlarını gerçek mahiyetiylé kavrarlar.
Bu ümmet ne zaman Allah'ın belirlediği hayat
sistemine uymuşsa, bu sistemi hayatına egemen kılmışsa, her işte onun
egemenliğini kabul etmişse, o zaman yeryüzüne egemen olmaya, dinin ve hayat
sistemïnin sağlam temellere' oturmasına ve korkuların güvene dönüşmesine
ilişkin Allah'ın vaadi gerçekleşmişti: Ne zaman da bu sistemden ayrılmış,
mutlaka kafilenin gerisine düşmüştür, aşağılanmıştır. Dinin insanlık
üzerinde kurduğu egemenliğine son verilmiş, hayattan uzaklaştırılmıştır. Her
yönden korkulu bir hayata mahkûm olmuş, düşmanlara yem olmuştur.
Dikkat edin, Allah'ın vaadi her zaman geçerlidir ve
Allah'ın koyduğu şart bellidir. Şu halde, vaadin gerçekleşmesini isteyen
Allah'ın koştuğu şartı yerine getirsin. Allah'dan daha iyi sözünde kim
durabilir:
AİLE İLE İLGİLİ
HÜKÜMLER
İslâm eksiksiz bir hayat sistemidir, insan hayatının
tüm evrelerini, tüm aşamalarını, tüm ilişkilerini ve bağlantılarını, tüm
hareket ve durgunluklarını düzenler. Bu yüzden genel ve büyük
yükümlülüklerin açıklanmasını üstlendiği gibi, küçük günlük davranış
kurallarının açıklanmasını da üstlenir. Bunlar arasında bir uyum oluşturur
ve son aşamada hepsini yüce Allah'a yöneltir.
Bu sure, sözünü ettiğimiz uyuma bir örnek
oluşturmaktadır. Evlere girmek için izin istenmesi kuralının yanında bazı
cezai yaptırımları da içerir. Öte yandan varlık aleminde çıkılan büyük bir
gezintiye yer verir. Sonra surenin akışı dönüp Allah ve Peygamberinin
hükmüne başvurma konusunda müslümanların takındıkları güzel ve örnek
tavırla, münafıkların takındıkları kötü tavırdan söz eder. Bir yandan da
yüce Allah'ın yeryüzüne egemen kılmaya, korkularını güvene dönüştürmeye ve
egemenliklerini pekiştirmeye ilişkin mü'minlere yönelik gerçek vaadine
değinir. İşte bu derste de Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- meclisinde izin isteyerek konuşmaya başlamanın yanında ev içinde
odalara girmek için izin isteme kuralına dönülüyor. Peygamber éfendimize
hitap ederken veya kendisini çağırırken takınılması zorunlu olan edep
tavrının yanında akraba ve arkadaşlar arasındaki ziyaret ve yemek adabını
düzenliyor. Bütün bunlar büyük-küçük,. hayatın her alanında Kuran tarafından
eğitilen müslüman cemaatin uyguladığı ve ilişkilerini ona göre düzenlediği
davranışlardır.
58- Ey Mü'minler,
elinizin altındaki köleler ve hizmetçiler ile aranızdaki henüz ergenlik
çağına girmemiş gençler, günün şu üç vaktinde, yani sabah namazından önce,
öğle sıcağında soyunduğunuz saatlerde ve yatsı namazından sonra odanıza
girerken sizden izin istesinler. Bu vakitler mahrem yerlerinizin açık
olabileceği vakitlerdir. Bu vakitler dışında ne sizin için ve ne de onlara
bir sakınca yoktur. Birbirinizin odalarına rahatça girebilirsiniz İşté Allah
size ayetlerini böylesine ayrıntılı biçimde açıklar. Allah her şeyi bilir ve
O'nun her işinin, her buyruğunun mutlaka bir gerekçesi vardır.
59- Çocuklarınız
ergenlik çağına girince günün saydığımız vakitlerinde odanıza girerken tıpkı
kendilerinden büyüklerin yaptıkları gibi izin istesinler. İşte Allah size
ayetlerini böylesine ayrıntılı biçimde açıklar. Allah her şeyi bilir ve
O'nun hiçbir işi hiçbir buyruğu sebepsiz değildir.
Surede daha önce evlere girmek için izin istemeye
ilişkin hükümler yer almıştı. Burada ise ev içinde odalara girmek için izin
istemeye ilişkin hükümlere yer veriliyor. Çünkü kölelerden oluşan
hizmetçiler ve henüz büluğ çağına ermemiş gençlerin evlere girmek için izin
istemeleri gerekmez. Ancak evdekilerin avret yerlerinin ortaya çıkabileceği
üç vakitte izin istemeleri gerekir. Bu vakitler; birincisi, sabah namazı
öncesidir. Bu sırada insanlar gece elbisesi içinde olurlar ya da bu
elbiseleri çıkarıp normal elbiselerini giymektedirler. İkincisi, öğle
uykusuna daldıkları zamandır. Bu sırada insanlar normal elbiselerini çıkarıp
rahatlamak için uyku elbisesini giyerler. Üçüncüsü, yatsı namazı sonrasıdır.
Aynı şekilde insanlar o sırada günlük elbiselerini çıkarıp gece elbiselerini
giyerler.
Bunlar avret yerlerinin ortaya çıkabildiği vakitler
olarak nitelendirilmişlerdir. Bu üç vakitte hizmetçiler ve henüz büluğ
çağına girmemiş çocuklar ev halkının avret yerlerini görmemeleri için evlere
girerken izin istemelidirler. Birçokları, ev hayatlarında bu edep kuralından
habersizdirler. Bunun psikolojik, sinirsel ve ahlaki etkilerini
önemsemezler. Hizmetçilerin efendilerinin avret yerlerine ilgi
duymadıklarını, erginlik çağından önce çocukların bu tür görüntülerin
farkına varmadıklarını sanırlar. Oysa günümüzde psikoloji biliminin ilerleme
kaydetmesinden sonra psikologlar, küçük yaşta çocukların gördüğü bazı
sahnelerin, onların tüm hayatlarını etkilediğini, tedavisi güç, psikolojik
ve sinirsel hastalıklara yakalanmalarına neden olduğunu söylemektedirler.
İşte her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce
Allah mü'minleri bu edep kuralları ile eğitirken; sinirleri sağlam, içi
huzurlu, duyguları edepli, kalpleri arınmış, düşünceleri kötülüklerden uzak
bir ümmet oluşturmak istiyor.
Ayet özellikle bu üç vakti belirliyor çünkü, bu
vakitler her zamandan çok mahrem yerlerin açık olabilecekleri vakitlerdir.
Ayrıca zorluk çıkarmamak için hizmetçi ve çocukların her zaman için izin
istemeleri zorunluluğunu da getirmiyor. Çünkü yaşlarının küçüklüğü, ya da
hizmet görmeleri nedeniyle evlére sık sık girip çıkmak durumunda kalırlar.
"Birbirinizin odalarına rahatça girebilirsiniz."
Böylece hem mahrem yerlerinin görünmesi önlenmiş
oluyor, hem de büyüklerde olduğu gibi her zaman için izin isteme zorunluluğu
getirilmeyerek evin iç düzeninde bir zorluğun, bir meşakkatin oluşmasına
meydan verilmemiş oluyor.
Ancak küçükler erginlik çağına girince, daha önce
geçen izin isteme kuralını içeren ayetin genel hükmü uyarınca her zaman için
izin istemeleri gereken yabancıların durumuna düşerler.
Bunun üzerine de şu değerlendirme yapılıyor
"Allah her şeyi bilir ve O'nun her işinin, her
buyruğunun mutlaka bir gerekçesi vardır."
Çünkü burası yüce Allah'ın insan ruhuna ve onu ıslah
edecek davranış kurallarına ilişkin sonsuz bilgisinin; yine ruhların ve
kalplerin tedavisine yönelik hikmetinin geçerli olduğu bir alandır.
Aynı şekilde fitne ve şehevi duyguların harekete
geçmesini önlemek amacıyla bundan önce kadınların süslerini gizlemelerine
ilişkin bir emir yer almıştı. Burada ise, surenin akışı dönüyor ve içlerinde
erkeklerle birleşme arzusu kalmayan, şehevi duyguları sönmüş bulunan yaşlı
kadınları bu kuralın dışında tutu.
60- Evlenme ümidi
olmayan, doğurganlık çağını geride bırakmış yaşlı kadınların, süslerini
göstererek erkeklerin ilgisini çekme amacı taşımamak şartı ile ev dışında
giyilecek elbiselerini giymemelerinin sakıncası yoktur. Fakat kapalı giyim
konusunda titiz davranmaları kendileri için daha iyidir. Allah her sözü
işitir ve her şeyi bilir.
Şu halde mahrem yerlerinin ortaya çıkmaması,
süslerinin görünmemesi şartıyla evlenme ümidi kalmamış, doğurganlık yaşını
geride bırakmış yaşlı kadınların ev dışında giyilmesi gereken bol
elbiselerini giymemelerinin sakıncası yoktur. Ne var ki, ev dışında giyilen
bol elbiselerini giymeleri daha iyidir. Bu ise, iffetli kalmaya özen
gösterme şeklinde tanımlanıyor. Yani iffetliliği istemek ve onu tercih etmek
olarak nitelendiriliyor. Çünkü açıklıkla fuhuş arasında bir bağ vardır. Bu
husus, fuhuş işleme imkanını en aza indirgemeye, nefislerle tahrik edici
unsurları birbirinden uzak bulundurmaya ilişkin İslâmın bakış açısının bir
gereğidir.
"Allah her sözü işitir ve her şeyi bilir."
İşitir ve bilir... Dillerin söylediklerini,
kalplerde depreşen duyguları işitir, bilir... Buradaki sorun vicdandaki
niyet ve duyarlılık unsurudur çünkü.
TOPLUMSAL İLİŞKİLER
61- Körlerin,
topalların ve hastaların anahtarları kendilerine emanet edilmiş evlere girip
yemek yemekten çekinmeleri gereksizdir. Sizler de evlatlarınızın,
babalarınızın, atalarınızın, erkek kardeşlerinizin, kız kardeşlerinizin,
amcalarınızın, halalarınızın, dayılarınızın, teyzelerinizin,
arkadaşlarınızın evlerinin veya anahtarları yanınızda bulunan evlerin
yemeklerinden yiyebilirsiniz. Gerek birarada ve gerekse ayrı ayrı yemek
yemenizin sakıncası yoktur. Şenlikli evlere girdiğinizde Allah tarafından
yasallaştırılmış kutlu ve hoşnutluk uyandırıcı bir esenlik dileği olmak
üzere içerdeki dindaşlarınıza selâm veriniz. Allah size ayetlerini
düşünesiniz diye böyle açıklar.
Rivayete göre önceleri müslümanlar sözü edilen
evlerde izin istemeye gerek duymadan yemek yerlerdi, aralarındaki
fakirlerden kör, topal ve hastalar da kendilerine eşlik ederdi. Daha sonra
"birbirinizin mallarını haksız yollardan yemeyin" (Bakara, 138) ayeti inince
bu evlerde yemek yemekten sakındılar, kör, topal ve hasta fakirler de ev
sahipleri çağırmadıkça ya da izin vermedikçe onlarla birlikte yemekten
çékindiler, çünkü yüce Allah'ın emirlerine uyma konusunda son derece
duyarlıydılar. Yüce Allah'ın yasakladığı bir şeyi işlemekten daima
kaçınırlardı. Uzakta da olsa sakıncalı bir şeye eğilim göstermekten
korkarlardı. Bunun. üzerine yüce Allah bu ayeti indirdi ve kör, hasta,
topal, akraba ve benzeri ihtiyaç sahiplerinin bir akrabanın evinde yemesi
konusunda duyulan endişeyi kaldırdı. Ancak bu, ev sahibinin karşı
çıkmamasına, ayrıca "ne zarar ver ne de zarara uğra" ile "Gönül hoşnutluğu
olmadığı sürece bir müslümanın malını yemek helal değildir" (Şafii rivayet
etmiş ve kölenin özgürlüğünü elde etmesi için efendisi ile yaptığı sözleşme
konusunda söylediği bir sözde bu hadise dayanmıştır.) genel kuralları
uyarınca ev sahibinin zarara uğramaması şartlarına bağlıdır.
Bu ayet yasa koyan bir ayet olduğu için, sözlü
ifadenin, konu düzenlemesinin ve sıralamasının hiçbir kuşkuya ve kapalılığa
yer vermeyecek şekilde özenle seçildiğini ayrıca sözkonusu edilen akrabaları
yakınlık derecesine göre sıralandığını görüyoruz. Ayet oğulların ve eşlerin
evlerinden başlıyor, ama bunları sözlü olarak ïfade etmiyor. Tersine ayetin
orijinalinde "Evleriniz" diyor. Bu ifadenin kapsamına oğul ve eşlerin evleri
girer: Çünkü oğulun evi babanın evidir, eşin evi de kocasınındır. Bunu
babaların sonra anaların evleri izliyor. Sonra kardeşlerin, sonra kız
kardeşlerin, sonra amcaların, sonra halaların, sonra dayıların, sonra
teyzelerin evleri sıralanıyor. Bunlara bir de kişinin malını korumakla
görevli bekçi ekleniyor. O da anahtarını yanında bulundurduğu evlerde normal
bir şekilde ve yemek ihtiyacını aşmayacak oranda yemek yiyebilir. Bunlara
arkadaşların evleri de ekleniyor. Amaç, arkadaşlar arasındaki bağı,
akrabalık bağına katmaktır. Ama karşı .tarafa eziyet vermemek, onları zarara
uğratmamak şartıyla. Bilindiği gibi arkadaşlarının kendi yiyeceklerinden
izin istemeye gerek . duymadan yemeleri diğer arkadaşı memnun eder.
Yemek yenebilecek evler açıklandıktan sonra, yemek
yenebilecek durum açıklanıyor.
"Gerek bir arada ve gerekse ayrı ayrı yemek
yemenizin sakıncası yoktur."
Cahiliye döneminde bazıları yalnız başına yemek
yememeyi gelenek haline getirmişti. Adam beraber yemek yiyeceği birisi
olmasaydı yemeğini yemezdi. Yüce Allah bu ağır ve sıkıntı verici durumu
ortadan kaldırdı. Meseleyi her türlü zorlamadan kurtararak basitleştirdi.
Ayrı ayrı ya da beraber yemek yenebileceğini bildirdi.
Yemek yenebilecek durumun açıklanmasından sonra da
yemek yenebilecek evlere giriş kuralları açıklanıyor:
"Şenlikli evlere girdiğinizde Allah tarafından
yasallaştırılmış, kutlu ve hoşnutluk uyandırıcı bir esenlik dileği olmak
üzere içerdeki dindaşlarınıza selâm veriniz."
Bu, ayette sözü edilen kimseler arasındaki bağın
güçlülüğünü dile getiren son derece latif bir ifadedir. Çünkü akrabalık ve
arkadaşlık adına onlara selâm veren kişi aslında kendisine selâm
vermektedir. Onlara yönelik olarak dile getirdiği kutlu ve hoşnutluk
uyandırıcı dilek Allah katından bir esenliktir. O ruhu taşımakta, o kokuyu
yaymaktadır. Onları kopması mümkün olmayan sağlam bir iple birbirine
bağlamaktadır.
Böylece büyük-küçük her konuda mü'minlerin kalpleri
Rabblerine bağlan-maktadır.
"Allah size ayetlerini düşünesiniz diye böyle
açıklar."
İlahi hayat sisteminin dayandığı ince planı ve
hikmeti kavrayasınız diye...
HZ. PEYGAMBERİN
KONUMU
Surenin akışı akraba ve arkadaşlar arasındaki
ilişkilerin düzenlenmesinden, başkanı ve önderi Allah'ın peygamberi Hz.
Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- olan büyük ailenin, yani müslümanlık
ailesinin iç ilişkilerini düzenlemeye ve aile başkanı Hz. Peygamberin
meclisinde müslümanların takınacağı edep kurallarını açıklamaya geçiyor.
62- Mü'minler öylé
kimselerdir ki, Allah'a ve Peygambere inanırlar; bunun yanısıra herhangi bir
kamu görevini yerine getirmek üzere Peygamberin yanında bulunduklarında
O'ndan izin almaksızın bir yere gitmezler.
Ey Muhammed, ortak görev yerinden ayrılacakları
zaman senden izin isteyenler var ya, onlar Allah'a ve Peygambere inanan
kimselerdir. Öyleyse böyleleri herhangi bir işleri için senden izin
istediklerinde içlerinden dilediklerine izin ver ve onlar adına Allah'dan af
dile. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.
63- Peygamberi
çağırırken O'na, birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz. (Ya da
Peygamber sizi çağırdığında O'nun çağrısını, aranızda bir-birinize
yönelttiğiniz çağrılarla bir tutmayınız.) Allah, arkadaşlarını siper ederek
gizlice Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir. O'nun emrini çiğneyenler
ya başlarına bir bela gelmesinden ya da acıklı bir azaba çarpılmaktan
korkmalıdırlar.
64- Haberiniz olsun
ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'a aittir. O, kullarının ne
yaptıklarını ve ne düşündüklerini bilin O'nun huzuruna çıkarıldıkları gün
herkese yaptıklarını haber verecektir. Allah her şeyi bilir.
İbn-i İshak bu ayetlerin indiriliş sebebi hakkında
şunları rivayet eder: "Hendek savaşında Kureyşliler'in ve diğer müşrik
kabilelerin toplanıp Medine'ye saldırma kararını işitince Peygamberimiz,
Medine'nin çevresinde hendek kazılmasını kararlaştırdı. Müslümanları sevap
kazanmaya teşvik etmek için bizzat kendisi dé çalıştı. Onunla birlikte diğer
müslümanlar da yoğun bir tempoyla çalıştılar. Ve çalışmalarını aksatmadan
sürdürdüler. Ancak münafıklar Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
ve müslümanların bu çalışmasında ağır davranıyorlardı, kaytarıyorlardı.
Kolay işlerle oyalanıyorlardı. Peygamberimizin salât ve selâm üzerine olsun-
haberi ve izni olmadan evlerine gidiyorlardı. Öte yandan müslümanlardan
birinin de mutlaka yerine getirmesi gereken bir işi olsaydı gidip
Peygamberimizden izin alır, işini görürdü. İşini gördükten sonra da,
iyiliğe, olan arzusu ve sevap düşüncesi ile eski işine dönerdi.
Bunun üzerine yüce Allah onlar hakkında bu ayeti
indirdi. Daha sonra yüce Allah, işten kaytaran ve Hz. Peygamberin izni
olmadan evlerine giden münafıkları kastederek: "Peygamberi çağırırken ona
birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz." ayetini indirdi.
İndiriliş sebebi ne olursa olsun bu ayetler toplum
ile önderi arasındaki kişisel ve emir komuta ile ilgili davranış kurallarını
içermektedir. Bu kurallar, toplumun sım sıcak duygularından ve vicdanının
derinliklerinden coşkunlukla kaynaklanmadıkları sürece toplumsal hayat
düzenli bir şekilde yürümez. Bu şekilde toplumun sıcak duygularından ve
vicdanının derinliklerinden kaynaklanan davranış kuralları toplumun
hayatında yer edip vazgeçilmez bir geleneğe, her zaman uygulanan bir kanuna
dönüşürler. Aksi taktirde hiçbir sınır tanımayan bir başı bozukluk, bir
anarşizm egemen olur topluma.
"Mü'minler öyle kimselerdir ki, Allah'a ve
Peygambere inanırlar." Ağızları ile inandıklarını söyleyen, ancak
söyledikleri sözün gereği olan davranışları pratik hayatlarında
gerçekleştirmeyen, Allah'a ve Peygamberine itaat etmeyen kimseler mü'min
değildirler.
"Bunun yanısıra herhangi bir kamu görevini yerine
getirmek üzere Peygamberin yanında bulunduklarında O'ndan izin almaksızın
bir yere gitmezler."
Kamu görevi, toplumun genelini ilgilendiren bir iş,
bir savaş, bir danışma gibi toplumsal katılımı gerektiren önemli
görevlerdir. Bu yüzden önderleri müsaade etmedikçe mü'minler bu görevi
bırakıp bir tarafa gitmezler. İş çığırından çıkıp ciddiyetten uzak, düzensiz
bir başıbozukluğa dönüşmesin diye.
Bu şekilde inanan ve bu tür bir edep tavrı takınan
mü'minler zorunlu olmadıkları sürece kamu görevini bırakıp izin istemezler.
Çünkü onların imanı ve edebi toplumun zihnini uğraştıran ve genel
dayanışmayı gerektiren bir kamu görevini terketmeye engeldir. Bununla
beraber Kur'an, izin verip vermeme yetkisini toplumun önderi olan Hz.
Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- bırakı-yor. Bu arada izin istemeyi
serbest bırakmasını da istiyor:
"Herhangi bir işleri için senden izin
istediklerinde: dilediklerine izin ver."
Bundan önce münafıklara izin verdiği için yüce Allah
Peygamberimizi salât ve selâm üzerine olsun- azarlamış ve şöyle buyurmuştu.
"Allah affetsin seni, kimlerin doğru söylediği belli
oluncaya ve kimlerin yalancı olduğunu belirleyinceye kadar niçin onlara izin
verdin." (Tevbe, 43)
Böylece izin yetkisini bütünüyle ona bırakıyor,
dilerse izin verir, dilemezse vermez. Aynı zamanda izin verememenin neden
olduğu sakıncaları da bertaraf ediyor. Çünkü bazı sorunlu durumlar baş
gösterebilir. İzin verip vermeme arasındaki yararı dengelemek için
değerlendirme yetkisi öndere kalıyor. Toplumsal yönetimle ilgili bu
meselede, düşüncesi doğrultusunda son sözü söylemek ona bırakılıyor.
Bununla beraber zorlukların üstesinden gelmenin ve
kamu görevini bırak-mamanın daha uygun olduğuna işaret ediliyor. İzin
istemenin veya çekip gitmenin; özür belirtenler için Peygamberin Allah'dan
onlar için bağışlama dilemesini gerektiren bir husus, bir hata olduğu
vurgulanıyor.
"Onlar adına Allah'dan af dile. Hiç kuşkusuz Allah
affedicidir ve merhametlidir."
Böylece mü:minin vicdanı bir kayda bağlanıyor.
Kendisini izin istemeye zorlayan nedenlerin ağır baskısı ile karşı karşıya
kalsa bile izin istemez. Buradan hareketle izin istenirken ve her durumda
peygambere saygı gösterilmesi gerektiği vurgulanıyor. Müslümanların
birbirlerine seslenirken yaptıkları gibi ona adi ile "Ya Muhammed" veya
künyesi ile "Ya Ebal'Kasım" diye seslenmemeleri isteniyor. Yüce Allah'ın onu
onurlandırdığı, saygın kıldığı gibi "Ya Nebiyallah, Ya Resulullah" diye
seslenmelidirler.
"Peygamberi çağırırken O'na birbirinize
seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz. Ya da Peygamber sizi çağırdığında onun
çağrısını, aranızda birbirinize yönelttiğiniz çağrılarla bir tutmayınız."
Kalplerin Peygamber efendimize -salât ve selâm
üzerine olsun- yönelik saygı duygusu ile dolması bir zorunluluktur. Bu saygı
onunla ilgili her söze, ona yönelik her hitaba yansımalıdır. Bu hususa
dikkat çekilmesi gereklidir. Çünkü eğiticiye saygı duyulmalıdır. Ve önderin
heybeti olmalıdır. Onun son derece alçak gönüllü ve yumuşak, biri olması
onların onun eğiticiliğini unutup, birbirleri-ne seslenir gibi ona
seslenmeleri ayrı ayrı şeylerdir. Eğitimcinin eğittiği kişilerin
duygularında üstün bir yeri olmalı ve onunla konuşurken, yanında bulunurken
bu saygı ve büyüklük sınırını aşmamalıdırlar.
Ardından ayet kaytaran ve izinsiz çekip giden
münâfıkları uyarıyor. Bunlar birbirlerinin arkasına saklanarak birbirlerini
işten alıkoyuyorlardı. Oysa Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun-
görmese bile Allah onları görüyordu.
"Allah arkadaşlarını siper ederek gizlice
Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir."
Bu, saklanarak meclisten sıvışmayı, kaytarmayı
tasvir eden son derece ince bir ifadedir. Bu ifadede, biriyle karşılaşmaktan
duyulan korku, davranışın bayağılığı ve bu harekete eşlik eden duygular
somutlaşmaktadır.
"O'nun emrini çiğneyenler ya başlarına bir belâ
gelmesinden yada acıklı bir
azaba çarpılmaktan korkmalıdırlar."
Bu, korkunç bir uyarıdır, dehşet verici bir
tehdittir. Şu halde Hz. Peygamberin salât ve selâm üzerine olsun- emrini
çiğneyenler, onun izlediği hayat sisteminden başka bir sisteme uyanlar, bir
yarar elde etmek ya da bir zarardan sakınmak amacı ile mü'minlerin safından
gizlice sıvışıp gidenler korkmalıdırlar. Ölçülerin karışmasına, dengelerin
bozulmasına, toplumsal düzenin altüst olmasına, hak ile batılın, iyi ile
kötünün, birbirine karışmasına, toplumsal hayatın ve kurumların dejenere
olmasına, can güvenliğinin kalmamasına, kişileri bağlayan bir sınırın
bulunmamasına, iyiliğin kötülükten ayırd edilmemesine neden olan bir belânın
başlarına gelmesinden korkmalıdırlar. Kuşkusuz bu, toplumun tüm fertleri
açısından bedbahtlığın egemen olduğu bir dönemdir.
"Ya da acıklı bir azaba çarptırılmaktan
korkmalıdırlar."
Hem dünyada hem de ahirette, Allah'ın emrini
çiğnemenin, O'nun insanlık hayatı için seçtiği sisteme uymamanın cezası
olarak büyük bir azaba çarptırıl-maktan korkmalıdırlar.
Bu uyarı, beraberinde de bu süre, mü'min kalplere
ayrıca sapık kalplere yönelik yüce Allah'ın kendilerini gördüğüne,
yaptıklarını gözettiğine, içlerinde saklayıp dışa vurmadıkları duygu ve
düşünceleri bildiğine ilişkin bir hatırlatma ile son buluyor.
"Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah'a aittir. O kullarının ne yaptıklarım ve ne düşündüklerini
bilir. O'nun huzuruna çıkarıldıkları gün herkese yaptıklarını haber
verecektir. Allah her şeyi bilir."
Böylece nur suresi kalpleri ve gözleri Allah'a
bağlamakla; O'ndan duyulan korku ve takvayı hatırlatmakla son buluyor. Çünkü
en son güvence budur. Budur yüce Allah'ın bu surede yerine getirilmesini
zorunlu kıldığı ve hepsinin aynı düzeyde olduğunu vurguladığı emir ve
yasakların, ahlâk ve davranış kurallarının gözetleyicisi,bekçisi...
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.