13-Rad
1- Elif Lâm-Mim-Râ. Bunlar kitabın
ayetleridir. Rabbinden sana indirilen mesaj gerçektir, fakat insanların çoğu
buna inanmazlar.
Elif. Lâm. Mim. Râ...
"Bunlar kitabın ayetleridir."
Bu Kur'an'ın ayetleridir. Ya da bunlar bu kitabın
Allah katından indirildiğini belgeleyen kanıtlardır. Çünkü bu kitabın özünün
bu harflerden meydana gelmiş olması, bu kitabın Allah tarafından
vahyedildiğini göstermektedir. Herhangi bir yaratılmışın eseri olmadığını
kanıtlamaktadır.
"Rabbinden sana indirilen mesaj gerçektir."
Yalnızca gerçektir. Hiçbir şekilde içine batıl
karışmamış, saf ve net gerçektir. Kuşku ve tereddüte yer yoktur bunda. Bu
harfler de onun gerçekliğine kanıt oluşturmaktadırlar. Bunlar onun yüce
Allah katından geldiğini belgelemektedirler. Yüce Allah'ın katından gelen
bir şey de hiçbir kuşkuya yer bırakmayan kesin gerçekten başkası olamaz.
"Fakat insanların çoğu buna inanmazlar."
Yüce Allah'ın bu kitabı vahyettiğine inanmazlar.
Doğal olarak bu kitabın vahyedilmiş olduğuna inanmamanın gereği olarak
Allah'ın birliği, sadece O'na boyun eğilmesi, ölümden sonra diriliş ve dünya
hayatında iyi ameller işleme gibi gerçekleri de kabul etmezler.
Bu ayetler, surenin tüm konularını özetleyen, ele
aldığı tüm sorunlara işaret eden bir giriştir. Bu yüzden gücün kanıtlarını,
yüce yaratıcının gücünü, hikmetini ve olayları planlayışını gösteren evrenin
olağanüstülüklerini sunmaya başlıyor. Ve bu olağanüstülükler insanlara yol
göstericilik yapacak bir vahyin gelmiş olmasının ve insanların
hesaplaşmaları için ölümden sonra dirilmelerinin bu hikmetin gereği olduğunu
dile getiriyor. Ayrıca bu evrensel gücün insanları diriltme ve onları hem
kendilerini, hem de kendilerinden önce diğer varlıkları varettiğini
söylüyor. Kendilerine verdiği nimetlerle onları denemek için tüm evreni
hizmetlerine veren yüce yaratıcıya döndürme yeteneğine sahip olmasının da bu
hikmet ve planlamanın gereği olduğunu dile getiriyor.
Harikalar yaratan fırça, evrenin görkemli
sahnelerini çizmeye başlıyor. Bir dokunuşta, gökler canlanıveriyor... Diğer
bir dokunuşta yerler... Birkaç çizgide yer sahnelerinden, hayatın gizli
kalan yönlerinden çiziliyor...
Sonra bunca susturucu kanıta rağmen ölümden sonra
dirilişi inkar eden, Allah'ın azabının kendilerine çabucak ilişmesini
arzulayan ve bu ayetlerden başka kanıtlar isteyen toplumun bu davranışı
şaşkınlıkla karşılanıyor.
2- Allah gökleri, gördüğünüz gibi,
direksiz olarak yükseltti. Sonra Arş'a kuruldu, güneş ile ayı buyruğu altına
aldı, her biri belli bir sürenin sonuna kadar yörüngesinde hareket eder, o
bütün bu gelişmeleri düzenler. Rabbinizin karşısına çıkacağınıza kesinlikle
inanasınız diye O, size ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklar. .
3- O yerin alanını geniş yaptı;
orada köklü dağlar ve nehirler varetti; bütün ürünleri, bütün bitkileri çift
olarak yarattı; O geceyi gündüzün üzerine örter. Hiç kuşkusuz bunlar da
düşünen kimseler için ibret dersleri vardır. ·
4- Yeryüzünde biribirine bitişik,
farklı yapıda toprak parçaları; üzüm bağları, ekinler ve çatallı-çatalsız
hurma ağaçları vardır; hepsi aynı su ile sulanır, fakat ürünleri arasında
fark gözetiriz. Hiç kuşkusuz bunlarda aklı erenler için birçok ibret
dersleri vardır.
5- Eğer şaşacaksan, kâfirlerin `Biz
ölüp toprak olunca mı yeniden diriltileceğiz?' demelerine şaşmak gerekir.
Onlar Rabb'lerini inkâr edenlerdir, onların boyunlarına demir halkalar
geçirilecektir; onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere, cehennemliktirler.
6- Müşrikler senden iyilikten önce
kötülük isterler, çarptırılacakları cezanın bir an önce başlarına gelmesini
dilerler. Oysa onlardan önce nice ağır ceza örnekleri yaşanmıştır. Hiç
kuşkusuz Rabb'in, insanların zalimliklerine rağmen onlara karşı
bağışlayıcıdır ve yine hiç kuşkusuz Rabbinin cezası da pek ağırdır.
7- Kâfirler "Muhammed'e, Rabb'inden
bir mucize indirilseydi ya" derler. Oysa sen sadece bir uyarıcısın ve her
toplumun bir doğru yol göstericisi vardır.
Gökler -hangi anlamda olursa olsun ve değişik
çağlardaki insanlar bu sözden neyi anlıyorlarsa anlasınlar- gözler önüne
serilmiştir. İnsanlar biraz olsun gökleri düşünmeye başlayınca, kuşkusuz ne
denli dehşet verici olduklarını görürler. Aynı zamanda gökler herhangi bir
şeye dayanmıyor da. "Direksiz" yükseltilmişlerdir. Apaçık ortadadırlar,
gözlerinizle "görüyorsunuz."
Bu, dehşet verici evren boyutunda gerçekleştirilen
ilk fırça darbesidir. Bu aynı zamanda, şu dehşet verici sahnenin önünde
durup düşünen ve göklerin değil direksiz, direkli olarak dahi Allah'dan
başka hiçbir kimse tarafından yükseltilemeyeceğini kavrayan insanın içinde
bir ürpermenin meydana gelmesini sağlayan bir iç uyanıştır. İnsanların
topraktan daracık bir temel üzerine direkli ya da direksiz yükselttikleri şu
küçük, değersiz ve cılız yapılar bu yüce yapının karşısında çok basit
kalıyor. Sonra, kendilerini çepeçevre kuşatan kendilerinden yüce ve direksiz
yükseltilmiş göklere dikkat etmeyen insanlara bu yapılardaki görkem,
dayanıklılık ve sağlamlıktan söz ediliyor. Bunun da ötesinde yer alan gerçek
kuvvetten, gerçek büyüklükten ve insan hayalinin uzanamadığı sağlamlıktan ve
dayanıklılıktan söz ediliyor.
İnsanların gördüğü bu dehşet verici manzaradan
akılların ve bakışların algılayamadığı, yetersiz kaldığı olağanüstü gayb
manzarasına geçiliyor:
"Sonra arşa kuruldu."
Üstünlükse, işte üstünlük. Yücelikse, işte yücelik.
Ve bu sınırsız bir yüceliktir. Sınırsız şeyler insanın sınırlı kavrayışına
bir tablo halinde canlandırılıyor.
Bu, harikalar yaratan sanat fırçasının müthiş
dokunuşlarından bir diğeridir. Gözle görülen yüceliğe ilişkin dokunuşun
yanında sınırsız yüceliği ortaya koymada son derece maharetli bir diğer
dokunuştur bu. Her ikisi yanyana ve surenin akışında güzel bir uyum
oluşturuyorlar...
Sınırsız yücelikten boyun eğdirilmeye geçiliyor.
Güneş ve ayın boyun eğdirilmesi... Bunca çekiciliği ve yüceliği ile birlikte
gözle görülen yüceliğin insanların emrine verilişinden söz ediliyor. Daha
ilk dokunuşta bu manzara akıllarını başlarından almıştı. Ve birden bu
yüceliklerin yüce Allah'ın emrine boyun eğdikleri gerçeği gözler önüne
seriliyor.
Sahneyi gözlemlememize son vermeden önce sahnede
birbirine girmiş karşılıklı tablolara bir göz atmakta yarar vardır. Birden
kendimizi gözlemlenebilen uzayın yücelikleri önünde buluyoruz, karşısında da
bilinmez gayb yücelikleri yer alıyor. Sonra yükseliş, onun karşısında da
boyun eğdiriliş sahnesi önünde buluyoruz kendimizi. Sonra cisim olarak
karşılıklı duran güneş ve ayla karşı karşıya kalıyoruz. Güneş ve ayın zaman
açısından karşılıklı oluşları gece ve gündüz şeklinde beliriyor önümüzde.
Ayetlerin akışına kaptırmış gidiyoruz... Bu yükseliş
ve boyun eğdirilişte bir hikmetin, çok ince bir planlamanın varlığını
kavrıyoruz böylece.
Her biri belli bir sürenin sonuna kadar yörüngesinde
hareket eder."
Çizilmiş sınırlar içinde, önceden belirlenmiş bir
kanun uyarınca hareket ederler. Hem kendi yörüngelerindeki senelik ve günlük
turlarında, hem de gözlemlenen evrenin yok olmasından önce kendileri için
belirlenen yolculuklarında bu kanuna uyarlar:
"O bütün bu gelişmeleri düzenler."
Bütün işleri, her biri kendi yörüngesinde belli bir
süre için yüzen güneş ve ayı boyun eğdirmesindeki ince planlamasında olduğu
gibi düzenler. Uzay boşluğunda akıl almaz yörüngeleri, yüzen cisimleri
dengede tutan, aşılmaz bir çizgide akışlarına yön veren yüce planlama, bu
dehşet verici taktirdir kuşkusuz.
Yüce Allah'ın işleri düzenlemesinden biri "O size
ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklar." Onları düzenlemesi, ahenkli bir şekle
sokmasıdır. Herbirini en uygun zamanda, bir nedene dayalı, bir amaca yönelik
olarak sunmasıdır, "Rabbinizin karşısına çıkacağınıza kesinlikle inanasınız
diye." Ayrıntılı biçimde açıklanmış, bir ahenk oluşturmuş ayetleri
gördüğünüzde bunların da ötesinde evrende yer alan ayetleri
seyrettiğinizde... Bunları ilk defa yaratıcı el meydana getirmiş, yoktan
varetmiştir... Onun yoktan varetmesinin ötesinde yer alan planlama, takdir
ve hikmetleri, Kur'an ayetleri sizin için tasvir etmiştir. Bütün bunlar
gösteriyor ki, insanların amellerinin değerlendirilmesi, bu amellere
karşılık verilmesi için dünya hayatından sonra tekrar yüce yaratıcıya dönmek
bir zorunluluktur. Bir hikmet ve planlamaya dayalı olarak gerçekleşen ilk
yaratmanın da işaret ettiği gibi bu zorunluluk yüce Allah'ın takdirinin
kusursuzluğunun gereğidir.
Bundan sonra olağanüstü çizgi tasviri gökten yere
iniyor. Önce geniş bir tablo çiziyor:
"O yerin alanını geniş yaptı; orada köklü dağlar ve
nehirler varetti; bütün ürünleri, bütün bitkileri çift olarak yarattı; O
geceyi gündüzün üzerine örter. Hiç kuşkusuz bunlarda düşünen kimseler için
ibret dersleri vardır."
Yer tablosundaki geniş çizgiler yeryüzünün gözler
önündeki yayılmışlığı, uzayıp giden enginliğidir. Bir bütün olarak yerin
şekli gerçekte o kadar önemli değildir. Çünkü yeryüzü tüm şekil
farklılıklarına rağmen yine de uzatılmış, yaydırılmış ve geniş kılınmıştır.
Perdede beliren ilk manzara budur işte...
Sonra sağlam ve köklü dağların ardından yeryüzünde
akan nehirlerin manzarası çiziliyor. Böylece yer sahnesindeki temel ve geniş
çizgiler, güzel bir ahenk oluşturarak karşılıklı olarak çiziliyor.
Tablodaki bu temel ve genel çizgilerin karşılığı
yeryüzünün içerdiği genel manzaralar ve bir de yeryüzündeki hayatın
gerektirdiği temel koşullardır. Birincisi, yeryüzünde yetişen bitkilerin
varlığında somutlaşmaktadır. "Bütün ürünleri, bütün bitkileri çift olarak
yarattı." İkincisi de gece ve gün düz fenomenleri ile temsil edilmektedir.
İlk sahne insanların kendi bilgileri ve
araştırmaları aracılığı ile ancak yakın çağlarda öğrenebildikleri bir
gerçeği kapsamaktadır. Buna göre bütün canlılar, en başta da bitkiler erkek
ve dişi türlerden oluşurlar. Hatta erkek türü bulunmadığı sanılan bitkilerin
bile kendi yapılarında eşlerini barındırdıkları ortaya çıkmıştır. Bir
çiçekte hem erkeklik hem de dişilik organının birlikte bulunduğu ya da bu
organların ayrı ayrı dallarda yer aldığı belirlenmiştir. Sahneyle birlikte
bu gerçek dış görünüşünü algıladıktan sonra insan aklını yaratılışın
sırlarını etraflıca düşünmeye zorlamaktadır.
İkinci sahne birbirini izleyen ve olağanüstü bir
düzen içinde biri diğerini bürüyen gece ve gündüz sahnesidir. Bu da insanı
tabiat sahnelerini etraflıca düşünmeye; sırlarını çözmeye zorlayan bir
etkendir. Çünkü gecenin yaklaşıp gündüzün uzaklaşması ya da tan yerinin
ağarıp, gecenin dağılmâsı olayının meydana gelişine alışılmış olmasından
dolayı basit bir olay gibi algılanmaktadır. Oysa alışkanlığın yol açtığı
hissizliği ve uyuşukluğu bir kenara atıp bu olguyu tekrarın
donuklaştırmadığı taze bir bilinçle algılayan bir kimse olağanüstü
olaylardan biri olduğunu anlar. Gece vè gündüzün meydana gelişini sağlayan
bu şaşmaz dolaşım sistemi de evrenin uyduğu yasayı kavramaya, bu evreni
yoktan vareden, onu yönlendirip gözeten gücü düşünmeye zorlayıcı bir
etkendir.
"Hiç kuşkusuz bunlarda düşünen kimseler için ibret
dersleri vardır."
Öteki ayetlere geçmeden önce sahnede yer alan
karşılıklı sanatsal olguların üzerinde kısaca duralım. Köklü dağlar ile akan
nehirler... Her üründeki erkek ve dişi çiftler... Gece ve gündüz... Sonra
bütün yer sahnesi ile geçen gök sahnesi arasındaki karşıtlık olma gerçeği...
Nitekim yer ve gök sahneleri büyük evren sahnesinde birbirlerini
bütünlemektedirler. Her ikisini kapsayan ve bütün olarak onlardan meydana
gelen evren sahnesi...
Ardından harikalar yaratan sanat fırçası, yeryüzünün
karakteristik çizgilerini belirlemeye devam ediyor. Ama bu sefer temel ve
geniş çizgilerden daha ince ve daha ayrıntılı çizgiler çiziyor:
"Yeryüzünde biribirine bitişik, farklı yapıda toprak
parçaları; üzüm bağları, ekinler ve çatallı-çatalsız hurma ağaçları vardır;
hepsi aynı su ile sulanır, fakat ürünleri arasında fark gözetiriz. Hiç
kuşkusuz bunlarda aklı erenler için birçok ibret dersleri vardır."
Ruhun yaratılıştaki canlılığına dönmesi, bir parçası
olup da kendisini algılamak ve içinde yoğrulmak üzere kopup geldiği evrenle
ilgi kurması dışında, çoğumuz şu yeryüzü sahnelerini içimizde durup düşünme
duygusu bile uyanmadan görür geçeriz.
"Yeryüzünde biribirine bitişik, farklı yapıda toprak
parçaları."
Bunların özellikleri farklıdır. Yoksa parça parça
oldukları anlaşılmayacaktı. Birbirlerine benzer olsalar da tek bir parça
olacaklardı. Kimisi güzel ve verimlidir. Kimisi çorak ve verimsizdir. Kimisi
susuz ve kuraktır. Kimisi kayalık ve serttir. Her birinin de farklı türleri,
renkleri ve dereceleri vardır. Kimisi bayındır kimisi de ekime
elverişsizdir. Kimisi ekili ve canlıdır, kimisi de terkedilmiş ve ölüdür.
Kimisi kuru, kimisi yaştır .. Bütün bunlar yeryüzünde birbirlerine komşu
toprak parçalarıdır-...
Ayrıntılı çizimin ilk ve temel dokunuşlarıdır
bunlar. Sonra ayrıntıya geçiliyor: "Üzüm bağları." ... "Ekinler" ve
"çatallı-çatalsız hurma ağaçları"... Burada üç bitki türü temsil ediliyor.
Üzüm, asma türünü; hurma, ağaç türünü; ekin de baklagiller, çiçek ve benzeri
şeyleri temsil ediyor. Bütün bunlar tabloyu renklendirmek, doğal sahnedeki
boşlukları doldurmak ve değişik bitki türlerini temsil etmek için yer
alıyorlar.
İşte şu hurma ağaçları... Kimisi tek, kimisi çift
köklüdür... Bazısı tek gövdeli bazısı aynı köke bağlı iki veya daha fazla
gövdelidir.
Hepsi "aynı su ile sulanır."
Toprakları birdir. Ama ürünlerinin lezzetleri
farklıdır.
"Fakat ürünleri arasında fark gözetiriz."
Yaratan, yarattığını yönlendiren ve özgün iradeye
sahip yüce Allah'dan başkası mıdır bunları yapan? Hangimiz aynı toprak
parçasında yetişen farklı bitkilerin, değişik meyvelerinden tatmamışızdır.
Ve hangi birimiz Kur'an'ın akılları ve kalpleri yönelttiği bu gerçeklere bu
şekilde dikkat etmişiz? İşte bunun için Kur'an hep yeni ve ebedi kalıyor.
Çünkü Kur'an insanın içinde ve evrende yer alan sahnelerle, tablolarla
insanın duygularını yeniliyor. Bunlar bitmez tükenmez gerçeklerdir. Hiçbir
insan sınırlı ömründe bunları bir bir ele alıp araştıramaz. Aynı şekilde
insanlık süreci belirlenmiş hayatında bunları tümüyle algılayamaz.
"Hiç kuşkusuz bunlarda aklı erenler için birçok
ibret dersleri vardır."
Üçüncü defa sahnede yer alan birbirine komşu, ama
birbirinden farklı toprak parçalarının karşılıklılığı önünde buluyoruz
kendimizi. Örneğin tek ve çift köklü hurma ağaçları, değişik tatlar,
ekinler, hurmalıklar ve üzüm bağları...
Uçsuz bucaksız evrenin ufuklarında süren bu dehşet
verici gezintiden sonra surenin akışı, ufuklarda yer alan bunca kanıtın
kalplerini uyaramadığı, akıllarını başlarına getiremediği, bunların
ötesindeki yüce Allah'ın planını ve gücünü görmelerini sağlayamadığı
kimselerin sergiledikleri şaşırtıcı tutumlarını gözler önüne seriyor. Sanki
bunların akılları kilitlidir, kalpleri bağlanmıştır. Bu kanıtları düşünecek,
algılayacak durumda değildirler.
"Eğer şaşacaksan, kâfirlerin `Biz ölüp toprak olunca
mı yeniden diriltileceğiz?' demelerine şaşmak gerekir. Onlar Rabblerini
inkâr edenlerdir, onların boyunlarına demir halkalar geçirilecektir, onlar,
orada ebedi olarak kalmak üzere, cehennemliktirler."
Doğrusu bu dehşet verici sunuştan sonra bazı
kimselerin "Biz ölüp toprak otunca mı yeniden diriltileceğiz?" şeklinde soru
sormaları son derece tuhaf ve şaşırtıcı bir şeydir.
Bu görkemli evreni yaratan, onu bu şekilde
yönlendiren yüce Allah, kuşkusuz insanları yeniden diriltme gücüne sahiptir.
Bu soruyu sormalarının sebebi kendilerini yaratan ve işlerini düzenleyen
Rabblerini inkâr etmeleri, kalplerinin ve akıllarının kilitlenmiş olmasıdır.
Buna verilecek ceza da boyunlarına zincir vurulmasıdır. Böylece akla vurulan
zincir ile boyuna vurulan zincir arasında bir uyum oluşur. Onlara verilecek
ceza ateşe atılmadır. Orada sonsuza kadar yanmadır. Yüce Allah'ın insanı
onurlandırdığı değerleri işlevsiz hale getirmişlerdi. Çünkü dünyada
görevlerini yerine getirmedikleri için, ahirette dünyadaki hayatlarından
daha bayağı bir hayata yuvarlanmayı hakediyorlar. Onlar dünyadayken düşünme,
algılama ve duyma yeteneklerini köreltmişlerdi.
Yüce Allah'ın kendilerini yeniden dirilteceğini
şaşkınlıkla karşılayanlar (aslında onların bu tutumuna şaşmak gerekir)
Allah'ın hidayetini isteyeceklerine, onun rahmetini dileyeceklerine Allah'ın
azabını çabucak kendilerine ulaştırmanı istiyorlar.
"Müşrikler senden iyilikten önce kötülük isterler."
Onlar evrenin ufuklarına, göklere ve yere
serpiştirilmiş Allah'ın ayetlerine bakmadıkları gibi, geçmiş milletlerin
yaşadıkları felâketlere de bakmıyorlar. Onlar da Allah'ın azabının çabucak
gelmesini istemiş, sonuçta azaba çarptırılmışlardı. Kendilerinden sonra
gelecek nesillere ibret alınacak bir örnek olarak bırakılmışlardı.
"Oysa onlardan önce nice ağır ceza örnekleri
yaşanmıştır."
Onlar kendileri gibi insan olanların akıbetinden
bile habersizdirler. Oysa ders almasını bilenler için onların akıbetleri bir
örnektir.
"Hiç kuşkusuz Rabb'in insanların zalimliklerine
rağmen, onlara karşı bağışlayıcıdır.""
Yüce Allah bir dönem zulüm işlemiş olsalar bile
kullarına karşı son derece merhametlidir. Tevbe yolu ile bağışlanma yurduna
kavuşsunlar diye,.mağfiret kapısını onlara açar. Fakat zulüm işlemede ısrar
edenleri, inat edenleri açık kapıdan bağışlanma yurduna sığınmayanları
dayanılmaz, şiddetli cezasına çarptırır.
"Hiç kuşkusuz Rabbinin cezası da pek ağırdır."
Hidayetten önce kendilerinin azaba çarptırılmasını
öncelikle isteyen bu beyinsizlerin tutumuna karşılık ayetlerin akışı
bağışlanmayı, cezalandırmadan önce dile getiriyor. Amaç, yüce Allah'ın onlar
için dilediği iyilikle onların kendileri için istediği kötülük arasındaki
büyük ve korkunç uçurumu gözler önüne sermektir. Bunun da ötesinde gözlerin
görmezliği, kalplerin körelmesi ve ateşin en alt tabakasını hakeden dejenere
olma durumu vurgulanmaktadır.
Ardından ayetlerin akışı, evrende yer alan bunca
kanıtı kavrayamayan ve yüce Allah'ın peygamberine indireceği bir tek kanıt
isteyen, evet çevrelerindeki evren bütünüyle yüce Allah'ın gücüne kanıt
oluştururken bir tek kanıt isteyen kimselerin bu tutumlarının nedenli
şaşırtıcı olduğunu vurgulamakla sürüyor.
"Kâfirler `Muhammed'e, Rabbinden bir mucize
indirilseydi ya' derler. Oysa sen sadece bir uyarıcısın ve her toplumun bir
doğru yol göstericisi vardır."
Onlar mucize istiyorlar. Oysa mucize göstermek,
peygamberin işi değildir, böyle bir yetkisi de yoktur. Sadece yüce Allah
hikmeti uyarınca, gerek gördüğü zaman peygamberle birlikte mucize gönderir.
"Sen ancak bir uyarıcısın." Sakındıran ve doğruyu gösterensin. Sen de daha
önce gönderilmiş peygamberler gibisin. Kuşkusuz yüce Allah toplumlara yol
göstericilik yapsınlar diye göndermiştir peygamberleri... "Her toplumun bir
doğru yol göstericisi vardır." Olağanüstü kanıtlar göstermek, mucizeler
gerçekleştirmek ise, evreni ve kulların işlerini düzenleyen yüce Allah'a
aittir.
Bu gerçeklerle ufuklarda çıkılan gezinti ve bu
gezintiden elde edilen sonuçlar üzerinde yapılan değerlendirmeler sona
eriyor. Artık surenin akışı bir başka vadide yeni bir gezintiye çıkacaktır.
Canlıların iç alemlerinde ve duygu dünyalarında çıkılan bir gezintidir bu.
8- Allah, her dişinin rahminde
taşıdığını, bu rahimlerin erken doğurdukları ile fazla tuttuklarını bilir.
Her şey O'nun katında belirli bir ölçüye bağlıdır.
9- O, görülür-görülmez, her şeyi
bilen, yüceler yücesidir.
10- İçinizden sözünü gizli tutanla
açıkça söyleyen, geceye bürünüp saklanan ile gündüzleyin ortalıkta geçen
arasında O'nun için hiçbir fark yoktur.
11- İnsanı önünden ve arkasından
izleyen (melekler) vardır, onu Allah'ın emri ile gözetlerler. Herhangi bir
toplum tutumunu değiştirmedikçe Allah onun konumunu değiştirmez. Allah, bir
toplumun herhangi bir kötülüğe uğramasını dileyince, onu hiç kimse
önleyemez. İnsanların Allah'dan başka hiçbir koruyucusu, kayırıcısı yoktur.
İnsan duygusu, tasvirdeki bu derin dokunuşların
etkisi, ifadedeki bu olağanüstü ahengin vurgusu ile titriyor, hayretler
içinde bakakalıyor. Allah'ın ilminin etkinliğini ve sonuçlarını adım adım
izlerken, rahimlerde gizlenmiş cenini, göğüslerde saklanmış sırrı, gecenin
karanlığındaki gizli hareketi, saklanan ve ortaya çıkan, fısıldayan ve sesli
konuşan her canlıyı gözlemlerken ağzı açıkta kalıyor, dehşete kapılıyor.
Bütün bunlar büyüteç altında apaçık ortadadırlar. Allah'ın ilminin
projektörleri tarafından izlenmektedirler. Akıllarından geçenleri bilen ve
niyetlerini sayıp döken koruyucular takip etmektedir onları. Aman Allah'ım
ne korkunç bir şey... Bu durum karşısında Allah'a sığınmaktan başka çare
yok. Sadece onun himayesi güven vericidir çünkü. Kuşkusuz Âllah'a iman eden
birisi, onun ilminin her şeyi kapsadığını bilir. Ama bu gerçeğin bir bütün
olarak sunulmasının duygular üzerindeki etkisi, teker teker ele alınmasının
bıraktığı etki ile karşılaştırmayı kabul etmeyecek kadar büyüktür. Nitekim
surenin akışı bu genellemenin kimi ayrıntılarını şu olağanüstü tasvirde
sunmaktadır.
Bakın yüce Allah'ın şu sözüne. Bu alanda onun ifade
ettiği gerçek nerde, herhangi bir soyut önermenin ya da genellemenin dile
getirdiği nerde?.. "Allah, her dişinin rahminde taşıdığını, bu rahimlerin
erken doğurdukları ile fazla tuttuklarını bilir. Her şey O'nun katında
belirli bir ölçüye bağlıdır." İnsan evrende bulunan bütün dişileri... Her
tarafa dağılmış bütün dişileri... Kırda, bayırda, çölde, yerleşim
birimlerinde, evlerde, mağaralarda" inlerde ve ormanlarda bulunan bütün
dişileri hayalinde canlandırıyor... Bütün bu dişilerin rahimlerinde
bulunanları, bu rahimlerin alıkoyduğu veya dışarıya attığı her damla kanı
kapsayan Allah'ın bilgisini tasavvur ediyor...
Bakın yüce Allah'ın şu sözüne. Bu alanda O'nun ifade
ettiği gerçek nerede, herhangi bir soyut önermenin ya da genellemenin dile
getirdiği nerede?
"İçinizden sözünü gizli tutanla açıkça söyleyen,
geceye bürünüp saklanan ile gündüzleyin ortalıkta gezen arasında O'nun için
hiçbir fark yoktur."
"İnsanı önünden ve arkasından izleyen (melekler)
vardır, onu Allah'ın emri ile gözetlerler."
İnsan bu evrende fısıldayan, yüksek sesle konuşan,
şu müthiş evrende saklanan ve ortaya çıkan her canlıyı hayalinde
canlandırıyor. Sonra da her kişiyi ardından ve önünden izleyen, gece ve
gündüz yaptığı her şeyi bilen, gidip geldiği her yeri kaydeden Allah'ın
bilgisini tasavvur ediyor.
Dehşet verici evrenin ufuklarından çizilen ilk
tablolar, insanın iç dünyasından ve gaybın derinliklerinden, sırların
bilinmezliklerinden, çizilen bu son tablolardan daha önemli ve daha köklü
değildirler. Karşılıklı olma bakımından ve simetriklik açısından bu da
diğeri kadar önemlidir kuşkusuz.
Biraz da ayetlerin içerdikleri ifade ve tasvir
güzelliklerinden söz edelim.
"Allah her dişinin rahminde taşıdığını, bu
rahimlerin erken doğurdukları ile fazla tuttuklarını bilir. Her şey O'nun
katında belirli bir ölçüye bağlıdır."
Rahimlerin gizliliklerinde eksilip artan şeyleri
kapsayan bilgi tasvir edildikten sonra her şeyin O'nun katında bir ölçüye
göre olduğu vurgulanıyor. Ölçü kelimesi ile eksilme ve artma kelimeleri
arasındaki uyum ise son derece açıktır. Bu sorun tümüyle konunun bütünü
açısından az önce ele alınan yeniden diriltme gerçeği ile ilgilidir. Ayrıca
bu sorun, şekil ve manzara açısından da az sonra ele alınacak olan "bir
ölçüye göre" vadilerde coşkun akan su ile de ilgilidir. İkisinin arasındaki
benzerlik bir ölçüye uyma ve alışkanlıktır. Nitekim surenin genel atmosferi
gözönünde bulundurulduğunda, eksilme ve artma kelimeleri arasındaki
birbirlerine karşılıklı olma durumu göze çarpacaktır.
"O görülür-görülmez her şeyi bilen, yüceler
yücesidir."
Ayette geçen ve "yüce" kelimesinin ifade ettiği
anlam, insan duygusunda gerektiği şekilde somutlaşmaktadır. Oysa bu anlamı
başka kelimelerle tasvir etmek son derece zor bir iştir. Çünkü yaratılmış
her canlıda onu küçülten bir eksiklik vardır. Yüce Allah'ın yarattıkları
arasında büyük diye nitelendirilen herhangi bir varlık, büyük bir olay ya da
büyük bir iş sadece yüce Allah'ın hatırlanması ile birlikte hemen
küçülüverir. "Yüce" kelimesi de öyle... Görüyorsun ki, herhangi bir açıklama
yapmış değilim. Hiçbir tefsirci de "büyük" ve "yüce" kelimelerini başka
sözlerle tefsir etmemiştir.
"İçinizden sözünü gizli tutanla açıkça söyleyen,
geceye bürünüp saklanan ile gündüzleyin ortalıkta gezen arasında O'nun için
hiçbir fark yoktur."
İfadedeki karşılıklı olma durumu gayet açıktır.
Özellikle "Sariban = ortaya çıkan = kelimesi dikkatimizi çekmektedir.
Nerdeyse ifade ettiği anlamın tersine bir hava oluşturmaktadır. Daha çok
gizliliği ya da gizliliğe yakın bir çağrışım yapıyor gibi gelmektedir. =
Ortaya çıkan = yani = giden = kelimesindeki hareket "gizlenme" hareketine
karşılıklı olma amacına yöneliktir. Kelimenin vurgusundaki yumuşaklık ve
kullanılışında kastedilen anlam, oluşan havayı tırmalamamak için özenle
seçilmiştir. Gizli, şeffaf, rahimlerde gizli olan şeyleri, bilinmez sırları,
geceleyin saklananları ve göze görünmeyen izleyicileri kapsayan yüce
Allah'ın bilgisinin oluşturduğu havadır bu. Bu yüzden "gizlenen" kelimesinin
ifade ettiği anlama karşılıklı olacak bir kelime seçilmiştir. Ama kelimenin
yumuşaklığı, şeffaflığı ve gizliliği andırması gözönünde bulundurulmuştur.
"İnsanı önünden ve arkasından izleyen (melekler) vardır, onu Allah'ın emri
ile gözetlerler."
Ayetlerde bütün insanları izleyen, girip çıkan her
şeyi, olup biten tüm olayları kaydeden ve Allah'ın emri ile hareket eden
korucuların niteliklerine, tanımlarına rastlanmamaktadır. Sadece "Allah'ın
emri ile"... hareket ettikleri ifade edilmektedir. Biz de; kimdir bunlar?
Hangi niteliklere sahiptirler? İnsanları ve olayları ne şekilde izlerler?
gibi sorularla anlatılanın dışına çıkmayacağız. Ayetlerin oluşturduğu
saklanma, korkma ve izlenme havasını bozmayacağız. Zaten amaçlanan da budur.
İfade yeterli açıklamayı yapmaktadır. İfadenin bu şekilde kapalı bırakılması
da boşuna değildir. İfadelerin oluşturduğu havanın tadını bilenler bu kapalı
havanın açıklama ve ayrıntılarla da dağılmasını istemezler.
"Herhangi bir toplum tutumunu değiştirmedikçe, Allah
onun konumunu değiştirmez."
Yüce Allah'ın onları kendi emrine göre hareket eden
korucularla izletmesi, onların hem şahısları hem de durumları açısından
meydana getirdikleri değişiklikleri gözetlemek ve bu değişikliklere uygun
olarak onlar hakkındaki hükmünü yürürlüğe koymaktır. Çünkü yüce Allah
insanlara verdiği nimeti ya da azabı, üstünlüğü ya da alçaklığı, onurluluğu
ya da ezilmişliği, onlar, düşüncelerini davranışlarını ve pratik hayatlarını
değiştirmedikçe değiştirmez. Yüce Allah onların şahısları ve davranışları
açısından meydana getirdikleri değişiklikler doğrultusunda onların
durumlarını değiştirir. Gerçi, yüce Allah daha olmadan ne olacağını bilir.
Ne var ki, onlara ilişkin hüküm, onların davranışlarına göre olacaktır ve bu
hüküm yaşanan değişiklikle aynı zamanda gerçekleşecektir.
Kuşkusuz bu, insana ağır bir sorumluluk yükleyen bir
gerçektir. Yüce Allah'ın iradesi ve buna ilişkin yasası, insanlar hakkındaki
iradesinin yine bu insanların davranışları yönünde gerçekleşmesi
şeklindedir. Bu konudaki yasasını, onların bu yasaya karşı takındıkları
tavır uyarınca yürürlüğe koyması yönündedir iradesi... Bu konuya değinen
ayet gayet açıktır ve yoruma ihtiyaç bırakmamaktadır. Bu ayet yüklediği
sorumluluğun yanında, bu insana verilen değeri de göstermektedir. Yüce Allah
iradesini yürürlüğe koymayı insanın davranışlarına bağlamakla ona büyük bir
değer vermiştir.
İlke belirlendikten sonra ayetlerin akışı, yüce
Allah'ın bir toplumun durumunu kötülüğe doğru değiştirmesini gözler önüne
sermektedir. Çünkü onlar ayetten anlaşıldığına göre, durumlarını kötülüğe
doğru değiştirmiş, Allah da onlara kötülüğü dilemiştir.
"Allah, bir toplumun herhangi bir kötülüğe
uğramasını dileyince onu hiç kimse önleyemez. İnsanların Allah'dan başka
hiçbir koruyucusu, kayırıcısı yoktur."
Ayet ilkenin bir yönünü açıklıyor ama, diğer yönünü
açıklamıyor. Çünkü şu anda iyilikten önce kötülüğü isteyenlerin durumu ele
alınmaktadır. Daha önce gafletleri iyice belirginleşsin diye azapdan önce
bağışlanma sunulmuştu onlara. Burada ise, sadece kötülüğün sonucu
açıklanmaktadır. Amaç onları yüce Allah'ın karşı konulmaz azabından
sakındırmaktır kuşkusuz. Çünkü Allah'ın azabını hakettikleri zaman,
kendilerini bu azaptan koruyacak bir dost bulamazlar.
Sonra surenin akışı başka bir vadide yeni bir
gezintiye başlıyor. Ama şu anda geçtiğimiz vadiye bağlıdır bu da. Bu vadide
tabiat manzaraları ve ruhsal duygular birlikte yer alıyor. Bunlar görünüm,
gölge ve etki bakımından içiçe girmiş bir uyum oluşturmuşlardır. Bu havaya
bir de korku, yalvarma, sürekli didinme ve titreme havası ekleniyor. Bu,
atmosfer içinde insan ruhu hep bir tedirginlik ve çekingenlik içindedir. Bu
olağanüstü gerçeklerden etkileniyor, heyecanlanıyor:
12- Şimşeği size hem korku ve hem de
umut kaynağı olarak gösteren, yağmur yüklü bulutları oluşturan odur.
13- O'nu gök gürültüsü övgü ile ve
melekler korku içinde tesbih ederler, noksanlıklardan uzak tutarlar. O
yıldırımlar salarak bunlarla dilediklerini çarpar. Allah'ın sillesi son
derece sert olduğu halde, onlar O'nun hakkında tartışıyorlar.
14- Gerçek dua, yalnız Allah'a
yöneltilen çağrıdır. Müşriklerin Allah dışında çağrı yönelttikleri putlar,
onların hiçbir dileklerine cevap veremezler. Böyleleri ağzına su gelsin diye
avuçlarını ona doğru açan kimseye benzerler ki, asla bu yolla ağzına su
gelmez. İşte kâfirlerin çağrısı böylesine boşunadır.
15- Göklerdeki ve yerdeki tüm
varlıklar ile bu varlıkların gölgeleri gönüllü ya da zorunlu olarak
sabah-akşam Allah'a secde ederler.
16- De ki; "Göklerin ve yerin Rabbi
kimdir?" De ki; "Allah''tır. " De ki; "O'nun dışında kendilerine bile ne
fayda ve ne de zarar veremeyen birtakım ilâhlar, korucular mı edindiniz?" De
ki; "Hiç kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklar ile aydınlık bir
midir? Yoksa Allah'a koştukları ortaklar tıpkı Allah gibi birtakım
yaratıklar yarattılar da müşrikler bu iki yaratma eylemini birbirinden ayırd
edemediler mi?" De ki
"Herşeyin yaratıcısı Allah'tır; O
tektir ve iradesi önünde her şeye boyun eğdirendir. "
Şimşek, gök gürültüsü ve bulut bilinen sahnelerdir.
Zaman zaman bunlara eşlik eden yıldırımlar da öyle... Bunlar insan ruhu
üzerinde derin etkiye sahiptirler... İnsanların bunlara ilişkin çok şey
bilip bilmemeleri bu etkiyi azaltmaz. Ayetlerin akışı bütün bu sahneleri
burada biraraya getiriyor, bunlara bir de melekleri, gölgeleri, tesbih ve
secdeleri korku ve ümidi, gerçek dua ile kabul olunmayacak duayı ekliyor. Bu
sahnelere bir başka tablo da katılıyor. Susuzluktan kavrulmuş su arayan
birinin tablosudur bu. Suya kavuşmak için ellerini uzatmış, bir damla su
için ağını açmış koşan biri...
Bütün bunlar bir rastlantı sonucu ya da boşu boşuna
ayette yer almıyorlar. Bunlar sahneye gölgelerini yansıtmak için birlikte
sözkonusu ediliyorlar. Sahneye tedirginlik, gözetleme, korku ve ümit,
yalvarma ve ürperme havası katıyorlar. Karşı konulmaz güce sahip yarar ve
zarar vermede tek ve ortaksız olan yüce Allah'ın egemenliğinin tasvir
edildiği, Allah'a ortak koşulan sahte tanrıların yetkilerinin geçersiz
sayıldığı ve insanlar Allah'a ortak koşmanın akıbetinden sakındırıldığı bir
sahnede bunların yeralması insan üzerinde büyük etki bırakıyor.
"Şimşeği size hem korku ve hem de umut kaynağı
olarak gösteren O'dur." Bu evrensel mucizeyi size gösteren O'dur.. Yine
O'nun özel tarzda yarattığı bu mucize, çeşitli özellikler ve
olağanüstülükler bahşettiği evrenin özünden kaynaklanmaktadır. Yüce Allah'ın
evrende yarattığı olağanüstülüklerden biri de evrensel yasası uyarınca size
gösterdiği şimşektir. Bu yüzden korkuya kapılırsınız. Çünkü şimşek insanın
sinirlerini sarsıcı bir özelliğe sahiptir. Çünkü o, yıldırıma dönüşür. Yine
o, deneyimlerinizle öğrendiğiniz gibi, her şeyi silip süpüren sel
felaketinin habercisidir. Bunun yanısıra, onun ardından bir iyilik gelmesini
ümit edersiniz. Arkasından ölüleri dirilten, nehirleri coşturan oluk oluk
yağmur da yağabilir.
"Yağmur yüklü bulutları oluşturan O'dur."
Aynı şekilde O'dur yağmur yüklü bulutları meydana
getiren (ayette geçen es-sihab = Bulutlar = kelimesi cins isimdir. Tekili
ise `sehabe' dir) Yüce Allah'ın bu evreni ve evreni oluşturan unsurları
yaratırken uyguladığı kanun uyarınca bulutlar oluşur, yağmurlar yağar. Şayet
evrenin yaratılışı bu şekilde gerçekleştirilmiş olmasaydı, bulutlar meydana
gelemez, yağmurlar yağamazdı. Bulutların ne şekilde meydana geldiğinin ve
yağmurların nasıl yağdığının bilinmesi bu evrensel mucizenin görkeminden ve
işaret ettiği gerçeklerden bir şey azaltmaz. Çünkü bu mucize, özel evrensel
bir bileşim sonucu oluşmaktadır. Ve bunu yüce Allah'dan başkası yapamaz.
Yüce Allah bu bileşime, belli bir kanuna göre hükmetmektedir. Bu kanunun
uygulanışında hiçbir Allah kulunun katkısı yoktur. Nitekim bu evren de kendi
kendisinin yaratıcısı değildir. Uyacağı kanunları düzenleyen de yine kendisi
değildir.
Gök gürlemesi... Havadaki üçüncü mucize... Yağmur,
şimşek ve gök gürlemesi. Bu korkunç ve gürültülü ses... Bu da evrensel
yasanın eserlerinden biridir. Özelliği ve sebepleri ne olursa olsun yüce
Allah yaratmıştır bunu. Yüce Allah'ın evrende yürürlükte olan yasasının
yankısıdır bu. Bu, düzeni sağlayan gücü tesbih etmek, hamdetmektir. Nitekim,
güzel ve özenli olan her sanat eseri, sanatının güzelliğini ve özenliliğini
ifade etmesi bakımından sanatçısını tesbih etmekte, onun için bir tür övgü
ve hamd işlevini görmektedir. "Tesbih ederler" kelimesi ile doğrudan doğruya
bu anlam kastedilmiş olabilir. Bu durumda gök gürlemesi fiilen yüce Allah'ı
tesbih ediyordur. Bu nokta yüce Allah'ın insanlara göstermediği gaybın
kapsamına girmektedir. İnsanların bu gerçekleri onaylamaktan, kayıtsız
şartsız teslim olmaktan başka seçenekleri yoktur. Çünkü onlar gerek evren,
gerekse kendileri hakkında çok az şey bilmektedirler.
Böylesi durumlarda Kur'ân'ın uyguladığı tasvir
metodu uyarınca gök gürlemesinin tesbihinden sonra hamd kelimesi seçiliyor.
Böylece sahneye içindeki hareketin türünden bir hareketlilik katmak için
suskun evren sahnelerine hayat belirtileri ve hareketleri atfediliyor.
(Nitekim bu konu "Kur'an'da Edebi Tasvir" kitabımızda ayrıntılı olarak ele
alınmıştır) Buradaki sahne de doğal bir ortamda canlıların oluşturduğu bir
sahnedir. Bu sahnede Allah'dan korkarak O'nu tesbih eden melekler, Allah'a
ve O'na ortak koşulan sahte tanrılara yönelik dua ile suyun ağzına gelmesi
için avuçlarını açan ama ona bir türlü ulaşamayan bir adam yer almaktadır.
Allah'a dua eden, ibadet eden ve hareket dolu bu sahneye, gök gürlemesi de
canlı bir varlık gibi tesbih ve dua eden sesi ile katılıyor.
Ardından, korku, yalvarma, şimşek, gök gürlemesi ve
yağmur yüklü bulutların oluşturduğu hava yüce Allah'ın gönderip de
dilediğine isabet ettirdiği yıldırımlarla tamamlanıyor. Yıldırımlar da
evrenin bilinen bileşiminden kaynaklanan doğal fenomenlerdir. Yüce Allah
bunları bazen kendilerine verilen iyilikleri değiştiren toplumlara isabet
ettirir. Kendilerine süre tanımanın yarar sağlamayacağını, dolayısı ile yok
edilmeyi hakettiklerini bildiği; bu yüzden artık süre tanımamaya hükmettiği
toplumların başına indirir yıldırımları.
Şaşırtıcı olan da, şimşeğin, gök gürültüsünün ve
yıldırımların meydana getirdiği bu dehşet verici havada, gök gürültüsünün
hamdederek, meleklerin korkarak Allah'ı tesbih edişleri, yıldırımların
öfkeyle kükreyişleri arasında... Bu korkunç havada, bunca gücün sahibi, her
türlü tartışmayı ve karşı koyma eylemini kestirip atan bu seslerin
yaratıcısı olan yüce Allah hakkında insanların tartışmaya kalkışmalarıdır.
"Allah'ın sillesi son derece sert olduğu halde,
onlar O'nun hakkında tartışıyorlar."
Dua, yalvarma ve herbirisi hakkında tartışmaya
giriştikleri Allah'ın varlığını ve birliğini dile getiren gök gürültüsü,
gürlemeler ve yıldırımların oluşturduğu dehşet verici ortamda, olağanüstü
evrenin bu en görkemli alanlarından ve korkarak Allah'ı tesbih eden
meleklerden gelen ve sadece Allah'a yönelik olan bu tesbih ve hamd sesleri
karşısında onların cılız sesleri kaybolup gidiyor. Allah hakkında tartışmaya
kalkışan şu insanların cılız sesleri nerde? Karşı konulmaz güce sahip olan
Allah'ın yarattığı evrenden yükselen görkemli sesler nerde?
Onlar Allah hakkında tartışmaya girişiyor, ona
birtakım ortaklar koşuyorlar. Oysa tek gerçek dua, Allah'a yönelik olandır.
Bundan başkası boştur, gelip geçicidir. Sahibine sadece sıkıntı verir.
"Gerçek dua, yalnız Allah'a yöneltilen çağrıdır.
Müşriklerin Allah dışında çağrı yönelttikleri putlar, onların hiçbir
dileklerine cevap veremezler. Böyleleri ağzına su gelsin diye avuçlarını ona
doğru açan kimseye benzerler ki, asla bu yolla ağzına su gelmez. İşte
kâfirlerin çağrısı böylesine boşunadır."
Buradaki sahne; dile gelen, hareket eden, didinen,
yanıp tutuşan bir susuzun canlandırıldığı sahnedir... Tek gerçek dua,
gerçekleşen, karşılık gören tek, dua, Allah'a yönelik olan duadır. O'na
yönelmektir, O'na dayanmaktır. O'nun yardımını, rahmetini ve yol
göstericiliğini istemektir. O'nun dışındakiler kaybolup gitmeye
mahkumdurlar. O'nun dışındakiler boşu boşuna yapılan çağrılardır. O'nun
dışında sahte tanrılara dua edenlerin durumunu görmüyor musunuz? Bakın bu da
onlardan biridir. Susuzluktan kavrulmuş, kollarını uzatmış, avuçlarını
açmıştır. Ağzını açmış, bitkinlikten dilini dışarıya sarkıtmış, birtakım
dualar mırıldanıyor. Suyun kaynağına ulaşmak istiyor, ama bir türlü.
ulaşamıyor, kavuşamıyor suya... Bunca emeğe, yorgunluğa ve zorluğa rağmen...
Ortak koştukları sahte tanrılara yönelip Allah'a dua ettikleri zaman
kâfirlerin duası da tıpkı bunun gibidir.
"İşte kâfirlerin çağrısı böylesine boşunadır."
Peki susuzluktan yanıp kavrulan, bitkinlikten dilini
dışarı sarkıtmış, durmadan yalvaran bu adam; nasıl bir havada bir damla suya
hasrettir? Her şeye gücü yeten tek ve ortaksız olan yüce Allah'ın emri ile
hareket eden şimşek, gök gürültüsü ve yağmur yüklü bulutların yer aldığı bir
havada, susuzluktan kavrulmaktadır bu adam.
Şu zavallılar, Allah'dan başka tanrılar edinip, ümit
ve dua ile onlara yöneldikleri sırada evrende varolan her şey yüce Allah'a
boyun eğiyor. Evren ve içindeki her şey O'nun iradesine mahkumdur. O'nun
kanununa boyun eğiyorlar. O'nun yasası uyarınca hareket ediyorlar. Mü'minler
inanarak ve itaat ederek boyun eğerler. Mü'min olmayanlar ise, istemeyerek
ve zorla boyun eğerler. Hiç kimse yüce Allah'ın iradesinin üstüne çıkamaz.
O'nun hayat için belirlediği evrensel yasanın dışında yaşamak mümkün
değildir.
"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar ile bu
varlıkların gölgeleri gönüllü ya da zorunlu olarak sabah-akşam Allah'a secde
ederler."
Hava, ibadet ve dua havası olduğu için, surenin
akışı yüce Allah'ın iradesine boyun eğme eylemini secde ile ifade ediyor.
Çünkü secde kulluğun doruk noktasıdır. Sonra göklerde ve yerdeki şahısların
gölgelerini de ekliyor. Sabahleyin gün ışığında beliren, akşama doğru
kırılan ışıklarla birlikte uzanan gölgelerini. Secde, boyun eğme ve itaat
etme eylemlerinde bu gölgeleri de şahıslarla birlikte anıyor. Bu, aslında
bir gerçeğin ifadesidir. Çünkü gölgeler şahıslara uyarlar. Sonra bu gerçeğin
gölgesi sahneye yansıyor. Böylece hayret verici bir tablo ortaya çıkıyor.
Secdeler çift görünüyor, bir şahısların bir de gölgelerin secdesi... Artık
içindeki şahıslar ve gölgelerle birlikte tüm evren, ister iman etsin, ister
etmesin diz çökmüş, boyun eğmiştir... Evren ve içindeki şahıslar ve gölgeler
bütünüyle Allah'a secde ediyorlar. Şu zavallılarsa, Allah'ın dışında sahte
tanrılara dua edip duruyorlar.
Bu olağanüstü sahnenin etkinliği daha sürerken,
onlara alaycı sorular yöneltiliyor. Zaten Allah'a ortak koşan birine de
böyle bir ortamda ancak alaycı sorular sorulur. O alaya alınmayı, maskara
olmayı haketmiştir çünkü.
"De ki; "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki;
"Allah'tır." De ki; "O'nun dışında kendilerine bile ne fayda ve ne de zarar
veremeyen birtakım ilahlar, koruyucular mı edindiniz?" De ki; "Hiç kör ile
gören bir olur mu? Ya da karanlıklar ile aydınlık bir midir? Yoksa Allah'a
koştukları ortaklar tıpkı Allah gibi birtakım yaratıklar yarattılar da
müşrikler bu iki yaratma eylemini birbirinden ayırd edemediler mi?" De ki;
Her şeyin yaratıcısı Allah'tır; O tektir ve iradesi önünde her şeye boyun
eğdirendir."
Onlara (bu arada göklerde ve yerde
isteyerek-istemeyerek Allah'ın gücünün ve iradesinin kontrolünde olanlara)
sor: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" Bu soru cevap vermeleri için
sorulmuyor. Çünkü ayetlerin akışında bu soruya daha önce cevap verilmişti.
Bu soru, gözleriyle gördükleri gerçeği sözlü olarak işitmeleri için
yöneltiliyor. "De ki; Allah'tır."
Sonra yine sor; "O'nun dışında kendilerine bile ne
fayda ve ne de zarar veremeyen birtakım ilahlar, koruyucular mı edindiniz?"
Bu soruyu kınamak için sor. Çünkü zaten fiilen
Allah'dan başka dostlar edinmiş durumdadırlar. Sorun gayet açık olduğu
halde, hak ile batıl arasındaki fark, kör ile gören, karanlık ile aydınlık
arasındaki fark gibi ortada olduğu halde yine de sor... Burada kör ile
görenin sözkonusu edilmesi onlara ve mü'minlere işarettir. Çünkü onları
göklerde ve yerde bulunan herkesin belirtileri aracılığı ile algıladığı
kesin ve çıplak gerçeği görmekten alıkoyan sadece kör oluşlarıdır. Karanlık
ve aydınlığın sözkonusu edilmesi ile de onların ve mü'minlerin durumuna
işaret edilmiştir. Çünkü görmelerine engel olan karanlık onları apaçık
gerçeği kavramaktan alıkoymakta, engel olmaktadır.
Allah'tan başka dost edindikleri bu sahte tanrıların
Allah'ın yarattıkları gibi bir şeyler yarattıklarını hiç gördün mü? Böylece
bu adamlar Allah'ın yarattıkları ile bu sahte tanrıların yarattıklarını
karıştırıp birbirine mi benzettiler? Dolayısıyla hangisi Allah'ın yarattığı
hangisinin de bu tanrıların yarattığı olduğunu anlayamadılar mı? Durum böyle
ise, onlar Allah'a ortak koşmakta mazur sayılırlar. Buna göre ortak
koştukları tanrıların da yaratıklar üzerinde egemenlik gücüne sahip olmak
gibi yüce Allah'a ait sıfatları olur. Bununla da kulların ibadetle
kendilerine yönelmelerini hakederler. Başka türlü bu kulluğu hak
etmediklerinden kuşku duyulmaz çünkü.
Aslında bu, her şeyin yüce Allah tarafından
yaratıldığını, sahte tanrıların hiçbir şey yaratmadıklarını, hiçbir zaman
herhangi bir şey yaratamayacaklarını, üstelik kendilerinin yaratılmış
olduklarını gören, buna rağmen onlara ibadet eden, tereddütsüz buyruklarına
boyun eğen kimselere yönelik acı bir alayın ifadesidir. Bu nokta akılların
düşünce açısından yuvarlandıkları en tutarsız, en aşağılık bir noktasıdır...
Bu sorudan sonra, itiraz ve tartışma konusu
yapılamayacak olan bu acıklı alay üzerine yapılan değerlendirme ise şudur:
"De ki; "Her şeyin yaratıcısı Allah'dır; O tektir ve
iradesi önünde her şeye boyun eğdirendir."
Bu, yüce Allah'ın yaratma eylemi bakımından tek ve
ortaksız olduğunun ifadesidir. Bu ayet karşı konulmaz güce -egemenliğin
doruk noktası- sahip olmada tekliğini dile getirmektedir. En başta göklerde
ve yerde bulunanların gölgeleri ile birlikte yüce Allah'a secde etmeleri,
sonunda da yerde ve gökte bulunan her şeyin boyun eğdiği karşı konulmaz
gücün ifade edilmesi ile birlikte Allah'a koşulan ortaklar sorunu kuşatılmış
oluyor. Bundan önce de şimşekler, gök gürlemeleri, yıldırımlar, korku ya da
ümitten dolayı yükselen tesbih ve hamd sesleri dile getirilmişti. Gözü bağlı
kör olarak karanlıklarda yaşayan, böylece de helak olup gidecek olandan
başka hangi kalp bu dehşete dayanabilir.
Bu vadiyi geçmeden önce ayetin ifade tarzında
gözönünde bulundurulan karşılıklı olgulara işaret edelim: Bu durum "korku ve
ümit", ansızın çakıp sönen şimşek ve yüklü bulutlar (Buradaki yüklü kelimesi
suya işaret ettiği gibi, karşılıklı olma bakımından hafif ve çakıp sönen
şimşeğe de karşılıktır) hamdederek tesbih eden gök gürlemesi ve korkarak
tesbih eden melekler, gerçek dua ve kaybolup giden boş dua, gökler ve yer,
her ikisinde bulunan şeylerin isteyerek ve istemeyerek secde etmeleri,
şahıslar ve gölgeler, gün ışıması ve gün batımı, kör ve gören, karanlıklar
ve aydınlık, karşı konulmaz güce sahip yaratıcı ve hiçbir şey yaratamayan,
kendilerine bir yarar veya zarar dokunduramayan sahte tanrılar arasında göze
çarpmaktadır. Surenin akışı böylesine özenilmiş bir dikkate, göz alıcı bir
parlaklığa ve şaşırtıcı bir uyuma sahip yöntemi uyarınca yoluna devam
ediyor...
Surenin akışı ile birlikte yolumuza devam ediyoruz.
Burada hak ile batıl, kalıcı dua ile rüzgarla birlikte uçuşup giden dua, yol
gösterici iyilik ile şımarık kötülük hakkında bir örnek veriliyor. Verilen
örnek, bir ve karşı konulmaz güce sahip yüce Allah'ın gücünü
belgelemektedir. Eşya ve olayları yönlendiren ve onları takdir eden yüce
yaratıcının kusursuz planlanmasını gözler önüne sermektedir. Bu örnek de
akış içinde geçen tabii sahnelerin türündendir.
17- Allah, gökten su
indirdi ve yataklarının kapasitesi ile ölçülü büyüklükte dereler akıttı.
Akan sel, yüzeyinde köpük taşır. Süs ya da kullanım eşyası yapmak amacı ile
ateşte erittiğiniz madenlerin de buna benzer köpükleri, cürufları vardır.
Allah, hak ile batılı bu örnek aracılığı ile anlatır. Köpük, havaya uçup
gider; fakat insanlara yarar sağlayan kısım yerde kalır. İşte Allah,
böylesine örnekler verir.
Gökten vadilere kadar dolup taşacak suyun
indirilmesi, geçen sahneye egemen olan şimşekli, gök gürlemeli ve bulutlu
havayla uyum oluşturmaktadır. Bu aynı zamanda evrensel sahneyi de
bütünlemektedir. Zaten surenin ele aldığı sorunlar, içerdiği konular bu
evrensel atmosferde geçmektedir. Aynı şekilde bu da tek ve her zaman üstün
gelen yüce Allah'ın gücüne tanıklık etmektedir. Derelerin bir ölçü içinde,
hesaplı, programlı, kapasiteleri ve ihtiyaçları kadar su akıtmaları yüce
yaratıcının her şeyi kapsayan planlamasını ve takdirini gözler önüne
sermektedir. Bu da surenin ele aldığı sorunlardan biridir. Bu ve o, sadece
yüce Allah'ın niteliğindedir. Bu örnek insanların her zaman için gördükleri
ama dikkat etmeden geçip gittikleri bizzat kendi hayatlarından bir örnektir.
Su gökten iner ve derelerde akar. Yolunda birikmiş
çerçöpleri önüne katıp götürür. Böylece suyun üzerinde bir köpük tabakası
oluşur. Zaman zaman bu köpük suyun üzerini tamamen kapatır. Yumuşak, beyaz
ve kabarık bir köpüktür bu. Ne var ki, aslında çerçöpten oluşmaktadır. Ama
bu köpüğün altında su, sessiz sedasız akıp gitmektedir. Bu sudur, iyilik ve
hayat kaynağı... Tıpkı süs eşyası ya da hayat için gerekli olan kap kacak ve
araç gereç yapmak için eritilen altın, gümüş, demir ve kurşun madenleri
gibidir. Bu madenler eritilirken, üzerlerinde bir tortu oluşur. Bu tortu
asıl madeni tamamen örter. Ama tortudur bu, az sonra gidecek geride saf
maden kalacaktır.
Hayat sahnesindeki hak ile batılın durumu da tıpkı
bunun gibidir. Batıl her tarafı kaplar, üstün görünüp kabardıkça
kabarabilir. Gelişip her tarafı sarabilir. Ama köpükten ya da tortudan başka
bir şey değildir. Çok geçmeden bir gerçekliği olmadığı, kalıcı bir şey
olmadığı ortaya çıkacaktır. Ama hak, hep sessiz ve sakindir. Hatta kimi
zaman bazıları hakkın köşesine çekildiğini, bozulduğunu, kaybolduğunu, hatta
ölüp gittiğini sanabilir. Fakat hak, hayat kaynağı olan su gibi, saf maden
gibi yeryüzünde insanların yararı için hep varlığını sürdürecektir. "İşte
Allah böylesine örnek verir." Davaların , düşüncelerin, söz ve davranışların
mahiyetini doğuracağı sonuçları bu şekilde belirler. O bir ve her şeyden
üstün olan, karşı konulmaz bir güce sahip yüce Allah'dır. O'dur evrenin ve
hayatın gidişini planlayan; görüleni ve görülmeyeni, hak ve batılı, kalıcı
olanı, geçici olanı bilendir.
Allah'ın çağrısına olumlu karşılık veren kimse en
güzel şekilde ödüllendirilir. O'nun çağrısına olumlu karşılık vermeyenler
ise, ödleri patlatan bir korkuyu hakederler. Her biri dünya dolusu mala, bir
o kadar daha mala sahip olup, bunları vererek bu korkudan kurtulmayı ister.
Ama bundan kurtulmaları mümkün değildir. Bu tutum yaptıkları yanlış hesaptan
kaynaklanmaktadır. Bu yüzden onların yatakları cehennemdir. Ne kötü yataktır
bu!
18- Rabblerinin
çağrısına olumlu cevap verenlere karşılıkların en güzeli verilir. O'nun
çağrısına olumlu karşılık vermeyenlere gelince, eğer dünyada bulunan her
şey, bir kat fazlası ile ellerinde olsa, bütün bunları kurtuluş fidyesi
olarak verirlerdi. Böylelerini kötü bir hesaplaşma işlemi bekliyor,
varacakları yer cehennemdir; orası ne fena bir barınaktır!
Allah'ın çağrısına olumlu karşılık verenler ile,
olumsuz karşılık verenler birlikte anılıyorlar. Güzel ödül de kötü azaba ve
en kötü yatak olan cehenneme karşılık olarak yer alıyor... Surenin metodu ve
değişmeyen ifade yöntemi bunu gerektiriyor çünkü.
Surenin birinci bölümünde, evrenin ufuklarından,
bilinmez gaybın derinliklerinden ve insan ruhunun kuytu köşelerinden sunduğu
dehşet verici sahnelerden sonra, ikinci bölüm, vahiy ve peygamberlik,
Allah'ın birliği ve sahte tanrıları anlatan konuları ile mucize bekleme ve
tehditlerin çabucak yerine getirilmesini isteme sorunları etrafında ince,
yumuşak, tasvirli, insan ruhuna ve aklına yönelik fırça darbeleri ile
başlıyor. Bu da surenin genelde ele aldığı sorunları irdeleme amacı ile
çıkılan yeni bir gezintidir.
Bu gezinti imanın ve küfrün tabiatına yönelik bir
dokunuşla başlıyor. Buna göre iman bilgi, küfür ise körlüktür. Bu dokunuşla
birlikte mü'minlerle kâfirlerin tabiatları ve her iki grubun ayırıcı
özellikleri de belirginleşiyor. Bunu, kıyamet sahnelerinden biri izliyor. Bu
sahnede birinciler mutluluk içinde yaşarken, sonrakiler azap içinde
kıvranıyor. Bu arada rızkın genişletilip daraltılmasına, her iki durumun da
yüce Allah'ın iradesine bağlanmasına değiniliyor. Allah'ı anmakla huzur
bulan gönüllerle çıkılan bir gezinti anlatılıyor. Sonra nerdeyse dağları
yürütecek, yeri yaracak, ölüleri konuşturacak Kur'an'ın bir niteliğine
değiniliyor. Bunun yanında kâfirlerin başlarına ya da yurtlarının yakınına
isabet eden kimi felaketlere değiniliyor. Bu arada sahte tanrılar adına
girişilen komik bir tartışma dile getiriliyor. Bir de geçmişlerin
akıbetlerine ve yaşadıkları yeryüzünün etrafının gitgide kısaltılmasına
değiniliyor. Bütün bu değinmeler peygamberlik kurumunu, bu arada Hz.
Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun yalanlayanlara yönelik bir tehditle
noktalanıyor. Onların önceden belirlenmiş bir akıbete uğrayacakları
vurgulanıyor.
Bu yüzden bakıyoruz ki, surenin ilk bölümünde yer
alan ardışık vurgular ve uyarıcı balyozlar, duyguları surenin ikinci
bölümünde yer alan konulara ve sorunlara hazırlıyor. Bu sayede duygular ele
alınan konuları kavrayacak konuma getiriliyor. Surenin her iki bölümü yek
diğerini bütünlemektedir. Her iki bölüm de aynı hedefe yönelik ve aynı sorun
etrafındaki mesajlarını ve vurgularını, duygulara doğru akıtmaktadırlar.
Ele alınan ilk sorun vahiy sorunudur. Surenin
başlarında bu soruna değinilmişti. Burada ise bir kez daha yepyeni bir
üslupla ele alınıyor.
19- Rabbin
tarafından sana indirilen mesajın gerçek olduğunu bilen kimse hiç kör ile
bir olur mu? Ancak sağduyu sahipleri öğüt alırlar.
Rabbin tarafından sana indirilen kitabın gerçek
olduğunu bilenin karşıtı, bunu bilmeyen değildir. Aksine karşıtı `kör'dür
bunun. Kalpleri uyarmak ve iki karşıt arasındaki farkı somutlaştırmak için
uygulanan eşsiz bir ifade tarzıdır bu. Bu aynı zamanda gerçeğin ifadesidir
de. Abartma, olduğundan fazla gösterme ya da saptırma sözkonusu değildir.
Çünkü bu büyük ve net gerçeği bilmemenin nedeni, ancak körlük olabilir.
Körden başkasına gizli değildir bu gerçek. Bu büyük gerçek karşısında
insanlar iki gruba ayrılırlar;
a) görenler, dolayısıyla bilenler, b) körler,
dolayısıyla bilmeyenler.
Körlük ise; basiretin kapanması, algılama
yeteneğinin körelmesi, kalplerin kilitlenmesi, ruhlardaki bilgi meşalesinin
sönmesi ve aydınlığın kaynağından kopması anlamındadır.
"Ancak sağduyu sahipleri öğüt alır."
Kavrama yeteneğine sahip akılları ve kalpleri vardır
bunların. Gerçeği anlar ve ibret alırlar. Gerçeğin kanıtlarının farkına
varıp düşünürler.
Ve bunlar akıl sahiplerinin sıfatlarıdır.
20- Onlar Allah'a
verdikleri sözü tutarlar, anlaşmalarını bozmazlar.
Allah'la yapılan sözleşme geneldir, tüm sözleşmeleri
içine alır. Allah'la yapılan anlaşma da öyle... Bütün anlaşmaları kapsayan
genel bir anlaşmadır. Bütün sözleşmelerin dayanağı olan en büyük sözleşme,
iman sözleşmesidir. Bütün anlaşmaların odak noktası da bu imanın gereklerini
yerine getirme anlaşmasıdır.
İman sözleşmesi hem eski hem de yeni bir
sözleşmedir. Bu sözleşme, varlık bütününü yönlendiren yasaya bağlıdır.
Varlığı meydana getiren iradenin tekliğini, irade sahibi yaratıcının
birliğini ve sadece O'nun ibadete layık olduğunu doğrudan doğruya algılayan
insan fıtratı kadar eskidir. Bu, aynı zamanda insanoğullarının sırtlarında
yeralan zürriyetleri ile yapılan bir anlaşmadır da. Tefsirde benimsediğimiz
görüş budur. Sonra bu sözleşme peygamberlerin gelişi ile birlikte
yenilenmiştir. Yüce Allah peygamberleri bir iman sözleşmesi gerçekleştirmek
için göndermemiştir. Tersine peygamberleri var olan sözleşmeyi yenilemeleri,
hatırlatmaları, ayrıntılarını ortaya dökmeleri, salih ameli, insana yaraşır
bir hayat tarzı ve sadece eski antlaşmayı gerçekleştiren yüce Allah'a
yönelmeyi., birlikte O'nun egemenliğine girmeyi ve O'ndan başkasının
egemenliğini tanımamanın gereklerini açıklamaları için göndermiştir.
Artık insanlarla yapılan sözleşmeler , onlarla
gerçekleştirilen antlaşmalar ilahi sözleşmeye, Rabbani anlaşmaya
dayanacaktır. Bu anlaşma ve sözleşmenin bir peygamberle ya da insanlardan
biriyle gerçekleştirilmesi farketmez. Yakın ya da uzak biri olması, ferd ya
da toplum olması durumu değiştirmez. Dolayısıyla ilk sözleşmeye riayet eden
diğer sözleşmelere de riayet eder. Çünkü sözleşmeye riayet etmek farzdır.
Anlaşmanın yükümlülüklerini üstlenen biri, insanlara ilişkin olarak
kendisinden istenen şeyleri de yerine getirir. Çünkü bu da anlaşmanın
maddeleri arasında yer alır.
İşte hayat binasının önemli dayanaklarından biri
olan bu gerçek birkaç kelime ile bu şekilde belirginleştiriliyor:
21- Yine onlar, Allah'ın
sürdürülmesini emrettiği ilişkileri sürdürürler. Rabblerinden korkarlar ve
kötü hesaplaşmadan ürkerler.
22- Yine onlar,
Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacı ile sabrederler, namazı kılarlar,
kendilerine verdiğimiz rızıktan gizlice ve açıkça hayır yolunda harcarlar,
kötülüğü iyilikle savarlar. İşte geçici dünyanın ardından gelecek olan mutlu
akıbet onları bekliyor.
Bu şekilde genel bir ifadeyle; yüce Allah'ın
sürdürülmesini emrettiği bütün ilişkileri sürdürürler. Bu, eksiksiz bir
itaat, sürekli bir doğruluk ve eğrilip bükülmeden, sağa sola sapmadan,
evrensel yasa uyarınca ve Allah'ın koyduğu kanun doğrultusunda hareket etmek
demektir. Kanunun bu şekilde genel bir ifadeyle sunulması ve yüce Allah'ın
sürdürülmesini emrettiği ilişkilerin ayrıntılı olarak belirtilmemesi bu
yüzdendir. Çünkü ayrıntılar uzun sürer. Oysa amaç da bu değildir. Amaç, sağa
sola sapmayan, kesin doğruluğu, gevşemeyen sürekli itaati, kopmak bilmeyen
mutlak bağlılığı tasvir etmektir. İşte bu kesintisiz itaatten dolayı, ayetin
devamı bu itaatkâr duygularda bir şimşek gibi parlamaktadır.
"Rabblerinden korkarlar ve kötü hesaplaşmadan
ürkerler."
Bu Allah korkusu ve O'nun huzuruna çıkılacak, o
korkunç günde karşılaşılacak kötü cezadan duyulan ürpertidir. Onlar
hesaplaşma gününden önce hesaplaşacaklarını düşünen akıl sahibi kimselerdir.
"Yine onlar, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacı
ile sabrederler."
Birçok şekli vardır sabrın. Aynı şekilde sabretmenin
bazı kaçınılmaz gerekleri de vardır. Allah için amel etmek, cihad etmek,
Allah'ın dinine davet etmek ve bu uğurda çalışmak gibi anlaşmanın getirdiği
yükümlülüklere sabretmek gerekir. Hem bollukta hem yoklukta sabır...
Şımarmadan nankörlük etmeden bolluk zamanında sabreden çok az kişi vardır.
İnsanların can sıkıcı ahmaklıklarına, cahilliklerine karşı sabretmek...
sabır... sabır... sabır... Tümü de Allah'ın hoşnutluğu içindir. Ne
insanların "korkaktırlar" demelerinden çekinirler. Ne de "sabrediyorlar"
demelerini sağlamak için gösteriş yaparlar. Sabretmenin ötesinde bir çıkar
beklentisi içinde değildirler. Paniğe kapılmanın sebep olacağı bir zararı
bertaraf etmek için de sabretmezler. Sabrederken Allah'ın hoşnutluğunun
dışında bir hedef gözetmezler. Allah'ın verdiği nimetlere ve O'nun sorumlu
tuttuğu imtihanlara karşı sabır... O'nun takdirine teslim olmak, O'nun
iradesine kayıtsız şartsız bağlanmak, O'nun verdiğinden hoşnut olmak ve O'na
boyun eğmek suretiyle sabır...
"Namazı kılarlar."
Namaz da yüce Allah'la yapılan sözleşme ve
anlaşmanın kapsamı içindedir. Ancak burada ön plana çıkarılmasının nedeni
anlaşmaya bağlılığın ilk şartı oluşudur. Çünkü namaz, Allah'a yönelişin saf
ve eksiksiz belirtisidir. Kul ile Rabb arasındaki açık ve katıksız bağdır
namaz. Namazda Allah'dan başkasına yönelik bir davranış ve söz yoktur.
"Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizlice ve açıkça
hayır yolunda harcarlar."
Allah'ın verdiği rızıklardan bir kısmını gizli ve
açık olarak Allah yolunda harcamak da yüce Allah'ın sürdürülmesini istediği
ilişkiler arasında yer alır. Anlaşmanın yükümlülüklerine bağlı kalmanın bir
ifadesi de budur. Ancak burada bu eylemin ön plana çıkarılmasının,
belirginleştirilmesinin nedeni Allah'la kul arasında önemli bir bağ
oluşudur. Bu bağ, insanları hayat sürecinde Allah için biraraya
getirmektedir. Allah için Allah'ın kullarına yapılan bu karşılıksız harcama
verenin nefsini cimrilikten, alanın nefsini de kinden arındırır. Böylece
müslüman toplumda hayat, Allah adına dayanışma ve yardımlaşma içinde olan,
saygın insanlara yaraşır bir nitelik kazanır. Karşılığını Allah'dan
bekleyerek yapılan mali harcama hem gizli olur hem de açıktan olur. İnsanın
onurunun kırılmasından korkulduğu, sadece iyilik yapmak düşüncesi ön planda
olduğu ve nefis, açıktan harcama yapmanın gösterişinden sakındırılmak
istendiği zaman gizli yapılır. İyi örnek olmak istendiği zaman şeriatın
uygulanması gözönünde bulundurulduğu ve kanuna uyulduğu zaman da açıktan
yapılır: Hayatın akışı içinde her iki uygulama da yerine göre gereklidir.
"Kötülüğü iyilikle savarlar."
Yani günlük ilişkilerinde kötülüğe iyilikle karşılık
verirler. Yoksa Allah'ın dininde değil. Ama ifade, başlangıcı aşıp sonucu
dile getiriyor. Kuşkusuz kötülüğe iyilikle karşılık vermek nefislerin
azgınlığını kırar. Onları iyiliğe yöneltir. Kötülüğün alevini söndürür.
Şeytanın kışkırtmasını bertaraf eder. Dolayısıyla kötülüğü karşılar ve en
sonunda kötülüğü savar. Ayet-i kerime bu sonucun elde edilmesi için çabuk
davranmış ve sonucu ifadenin başında zikretmiştir. Amaç kötülüğe iyilikle
karşılık vermeyi teşvik etmek ve bu davranışın sonucunu gözetlemektir. Sonra
bu ifadede de kötülüğe iyilikle karşılık vermeye yönelik gizli bir işaret
vardır. Ancak kötülük ortadan kaldırılacaksa böyle yapılır. Yoksa bu
davranışın amacı, kötülüğe yüreklendirmek ya da kötülüğü şımartmak değildir.
Ama kötülük kötek istiyorsa, şer defedilmeyi gerektiriyorsa bu durumda
iyilikle karşılık vermeye yer yoktur. Böylece kötülüğün kabarması,
küstahlaşması, üstünlük sağlaması önlenmiş olur.
Kötülüğe iyilikle karşılık verme olayı genellikle
iki kişi arasındaki karşılıklı ilişkilerde sözkonusu olabilir. Allah'ın
dininde böyle bir kural geçerli değildir. Çünkü büyüklük taslayan zalim
despotlara en sert tepkiyi göstermek gerekir. Yeryüzünde bozgunculuk
çıkaranlara karşı kesin bir tavır takınmak kaçınılmazdır. Kur'an'ın
direktifleri, durum değerlendirmesine, görüş alışverişine, en iyiyi, en
doğruyu tercih etmeye açık direktiflerdir.
23- Bu mutlu akıbet,
Adn cennetleridir. Kendileri ile birlikte iyi davranışlı ana-babaları,
eşleri ve çocukları bu cennetlere girerler. Melekler her kapıdan yanlarına
girerek;
24-
"Sabrettiğinizden dolayı selâm size. Dünyayı izleyen bu mutlu akıbet ne
kadar güzel!" derler.
"Onlar" makamların en yücesindedirler. Bu dünyanın
karşılığı olarak Adn cennetlerinde kalacaklardır.
Bu cennetlerde, salih ameller işleyen babaları,
eşleri ve sülaleleri ile biraraya gelirler. Bunlar da salih ameller
işledikleri ve bunu hakettikleri için cennete girerler. Bununla birlikte,
akrabalarıyla biraraya gelmek, ahbaplarıyla bakışmak suretiyle büyük bir
lütufla karşılaşırlar. Gönüllerin duyumsadığı lezzeti de daha bir
arttırmaktadır bu.
Biraraya gelmenin, kavuşmanın coşkunluğuna melekler
de sevecen ve tatlı bir davranışla ikramda bulunarak, onları ağırlayarak
katılıyorlar.
"Melekler her kapıdan yanlarına girerler."
Ayetin akışı burada bizi canlı bir sahneyle karşı
karşıya bırakmaktadır. Sahneyi şu anda seyrediyor gibiyiz. Grup grup gelen
meleklerin seslerini işitiyor gibiyiz:
"Sabrettiğinizden dolayı selâm size. Dünyayı izleyen
bu mutlu akıbet ne kadar güzel."
Buluşmalar, selamlaşmalar, sürekli bir hareketlilik
ve karşılıklı ikramlaşmalarla dolu bir kutlama şenliğidir bu.
Karşı tarafta da düşünecek akılları ve görecek
gözleri olmayanlar yer alıyor. Her bakımdan akıl sahiplerinin tersine bir
durum sergilemektedirler:
25- Allah'a vermiş
oldukları sözü kesin bir taahhüt haline getirdikten sonra bozanlara,
Allah'ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri kesenlere ve yeryüzünde
bozgunculuk çıkaranlara gelince onlara lânet vardır ve dünyayı izleyecek
olan kötü akıbet kendilerini beklemektedir.
Onlar ezeli yasa uyarınca fıtratları itibariyle yüce
Allah'la yaptıkları anlaşmayı, dolayısıyla diğer tüm anlaşmaları da
çiğnemişlerdir, bozmuşlardır. Çünkü ilk anlaşma bozulduğu zaman ona dayanan
diğer anlaşmalar da temelden bozulmuş olur. Allah'la vardığı anlaşmaya
riayet etmeyen biri, artık hiçbir sözleşmeye ve anlaşmaya bağlı kalmaz.
Bunlar, genel anlamda ve her zaman yüce Allah'ın birleştirilmesini emrettiği
şeyleri de kesip atarlar. Akıl sahiplerinin sabretmelerine, namazı
kılmalarına, gizli açık Allah yolunda mali harcamada bulunmalarına ve
kötülüğü iyilik yaparak ortadan kaldırmalarına karşılık bunlar, yeryüzünde
bozgunculuk yaparlar. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak bütün bunların
karşıtıdır. Akıl sahiplerinin niteliklerinden birini terketmek bozgunculuğa
nedendir.
"İşte onlar" uzaklaştırılmışlar... Kovulmuşlar...
"Onlara lanet vardır." Buradaki kovma, bir önceki tablodaki ikrama
karşılıktır. "Dünyayı izleyecek olan kötü akıbet kendilerini beklemektedir."
Burasını detaylıca anlatmaya gerek yok. Oradaki karşılığına bakıp da oranın
nasıl bir yer olduğunu görmek mümkündür.
Onlar dünya hayatı ve onun geçici zevkleriyle
oyalanmışlardı. Ahiretten ve oradaki kalıcı nimetlerden habersizdiler.
Halbuki dünyadaki rızıkları belirleyen genişletip daraltan yüce Allah'dır:
Ayrıca her şey eninde sonunda ona dönecektir. Şayet
ahireti arzulamış olsalardı, yüce Allah onları dünya zevklerinden yoksun
bırakacak değildi. Çünkü dünyadaki nimetleri de onlara bahşeden yüce
Allah'dır.
26- Allah dilediğine
bol rızık verir ve dilediğinin rızkını kısıtlar. Onlar dünya hayatı ile
böbürlendiler. Oysa dünya hayatı, ahiretin yanında basit bir metadan başka
bir şey değildir.
Daha önce Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine
olsun- Rabbi tarafından indirilen kitabın içeriğinin gerçek olduğunu bilen
birisi ile kör birisinin arasındaki korkunç farka işaret edilmişti. Şimdi de
surenin akışı, yüce Allah'ın evrene yerleştirdiği harikuladelikleri
göremeyenlerin ve bu Kur'an'la yetinmeyip mucize isteyenlerin körlüklerine
değinmektedir. Surenin ilk bölümünde buna benzer bir olaya değinilmiş, bunun
üzerine de Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun bir uyarıcıdan başka
bir şey olmadığı, mucizelerinse, yüce Allah'ın yetkisinde olduğu
değerlendirmesi yapılmıştı. Surenin akışı şimdi de bu olayı anlatmakta ve
hidayetle sapıklığın nedenlerini açıklamak suretiyle sorunu
değerlendirmektedir. Bunun yanında da, Allah'ı anmakla huzura kavuşan, gelen
baskılar karşısında bunalmayan, bu Kur'an elinde olduğu halde, inanmak için
mucize gösterilmesini istemeyen kalplerin tablosu önümüze konmaktadır. Evet
bu gönüller Kur'an dışında bir kanıt, bir mucize istemiyorlar. Çünkü Kur'an
son derece derin bir etkinliğe sahiptir. Neredeyse dağları yerinden
çökertecektir, yeri yaracaktır. Sahip olduğu güç sayesinde, içerdiği
kanıtlar nedeniyle, etkisi ve canlılığı ile adeta ölüleri konuşturmaktadır.
Başlarına musibetler gelmesini isteyen ve çeşitli mucizeler gösterilmesini
dileyen bu adamları sözkonusu eden ayetler; mü'minlerin onlardan ümitlerini
kesmelerini istiyor. Aynı zamanda onları geçmişteki örneklere, çevrelerinde
yaşayıp da gerçekleri yalanlayanların başlarına zaman zaman gelen
felaketlere bakmaya yöneltiyor:
27- Kâfirler
"Muhammed'e, Rabbi tarafından somut bir mucize,indirilseydi ya " derler.
Onlara de ki; "Allah, dilediğini saptırır ve kendisine yöneleni doğru yola
iletir. "
28- Onlar iman
etmişlerdir ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşur. Haberiniz olsun ki,
kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura erebilirler.
29- İman edip iyi
ameller işleyenlere ne mutlu, onları güzel bir gelecek beklemektedir.
30- Ey Muhammed sana
vahyettiğimiz mesajı kendilerine okuyasın diye seni öyle bir ümmete
gönderdik ki, onlardan önce birçok ümmetler gelip geçmiştir. Onlar rahmeti
bol olan Allah'ı tanımıyorlar. Onlara de ki; "Benim Rabbim O'dur, O'ndan
başka ilah yoktur, ben yalnız O'na dayandım, dönüş O'nadır. "
31- Eğer dağların
yürümesini, yeryüzünün parçalanmasını ve ölüler ile konuşabilmeyi sağlayan
bir kitap olsaydı, o bu Kur'an olurdu. Fakat tüm yetki Allah'ın
tekelindedir. Dilese, Allah'ın bütün insanları doğru yola ileteceğini,
mü'minler halâ kesinlikle anlamadılar mı? İşledikleri kötülükler yüzünden
kâfirlerin başlarına sürekli olarak belâlar gelir, ya da bu belâlar
yurtlarının yakınına iner. Sonunda Allah'ın verdiği söz gerçekleşir. Kuşku
yok ki, Allah sözünden caymaz.
32- Senden önceki
birçok peygamber ile de alay etmişlerdi. Ben o kâfirlere bir süre meydan
verdim, fakat sonra yakalarına yapıştım. O zaman azabım nice oldu?
Onların olağanüstü bir mucize istemelerine,
mucizelerin insanları inanmaya yöneltemeyeceği şeklinde cevap verilmektedir.
Çünkü ruhların derinliklerinde imana yöneltici etkenler vardır. Bu
etkenlerin sonucu iman olayı gerçekleşir:
"Onlara de ki; "Allah, dilediğini saptırır ve
kendisine yöneleni doğru yola iletir."
Yüce Allah kendisine yöneleni doğru yola iletir.
Onların yüce Allah'ın yol göstericiliğini, hidayetini haketmelerinin nedeni
O'na yönelmeleridir. Bundan da anlaşılıyor ki, Allah'a yönelmeyenler,
sapıklığı hakettikleri için yüce Allah'ın saptırdığı kimselerdir. Bu, kalbin
doğru yolu bulma yeteneğine sahip olmasıdır. Hidayete açık olması, onu
istemesidir. Doğru yolu bulma, hidayeti elde etme çabası içinde olmayan
kalpler ise, hidayetten uzak kalplerdir...
GERÇEK HUZURUN TASVİRİ
Sonra mü'min gönüllerin sempatik ve şeffaf bir
tabloları çiziliyor. Huzurun, yakınlığın, sevecenliğin ve esenliğin egemen
olduğu bir atmosferde beliriyor bu tablo.
"Onlar iman etmişlerdir ve kalpleri Allah'ı anmakla
huzura kavuşur.
Allah'a bağlı olduklarının, O'nun yakınında
bulunduklarının, O'nun yanında ve himayesinde güvencede olduklarını
hissetmekle huzura kavuşmuşlardır. Yaradılışın, eşya ve olayların
başlangıcının ve sonucunun hikmetini kavramak sureti ile yalnızlığın
sıkıntısından kurtulmuşlar, yollarını şaşırmayacaklarının güvencesi
içindedirler. Her türlü saldırı ve zarar girişiminden korunacaklarını
bilmekle huzura kavuşmuştur. Tüm bu girişimlerin ancak yüce Allah'ın
dilediği kimseleri etkileyeceğini bilirler çünkü. Bununla beraber
sınanmaktan hoşnutturlar, belalara karşı sabırlıdırlar. Yüce Allah'ın
kendilerini doğru yola iletmekle, rızıklarını vermekle, dünya ve ahirette
barındırmakla kendilerine merhamet ettiğinin bilincinde oldukları için
huzurludurlar.
"Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla
huzura erebilir.
Allah'ı anmakla mü'min kalplerde gerçekleşen bu
huzur, gerçek ve köklü bir duygudur. İmanın tadına varan ve Allah'a bağlanan
gönüller bilir bu duyguyu. Bu duyguyu bilirler ama bunu, bu duygudan
habersiz olanlara sözcükler aracılığıyla aktaramazlar. Çünkü bu duyguyu
sözcüklerle ifade etmek mümkün değildir. Bu, kalbi bürüyen, onu dinlendiren,
neşelendiren, yumuşatan, rahatlatan, kendini güvencede hissetmesini sağlayan
ve esenlik bahşeden bir duygudur. Kalp, varlık aleminde tek başına,
yapayalnız olmadığını anlar. Çünkü çevresindeki her şey himayesinde
bulunduğu yüce Allah'ın eseridir...
Şu yeryüzünde, Allah'a yakınlıktan doğan huzurdan
yoksun olandan daha bedbaht birisi olamaz. Çevresindeki evrenle ilgisini
kesmiş olarak şu yeryüzünde dolaşan birinden daha mutsuz, dàha zavallı
birisi olabilir mi? Çünkü o, şu evrenin yaratıcısı olan yüce Allah adına,
kendisini çevresinde yer alan varlık alemine bağlayan sağlam kulptan
kopmuştur. Şu yeryüzüne niçin geldiğini? Neden gideceğini? ve hayatta
katlandığı şeylere neden katlandığını'. bilmeyen birisi kadar mutsuz,
bedbaht kimse olamaz. Çevresinde yeralan her şeyden ürken, sürekli korkarak
yeryüzünde dolaşan birisi, bedbahtlığın girdabında yüzmektedir. Çünkü
kendisi ile diğer varlıkları birbirine bağlayan gizli bağdan habersizdir.
Hayır, hayır, ıssız çöllerde, tek başına, yapayalnız kimsesiz olarak yol
kateden birisinden daha mutsuz, daha bedbaht birisi olamaz. Arkadaşsız,
kılavuzsuz, yardımcısız, tek başına mücadele etmek zorundadır.
Yüce Allah'a dayanılmadığı, O'nun himayesi ile
güvencede olunmadığı sürece dayanılamayacak çok anlar yaşanır hayatta. Büyük
bir güce, dayanıklılığa, salamlığa ve hazırlığa sahip olmak fayda etmez
böyle durumlarda. Hayatta öyle anlar olur ki, tüm bunları silip süpürür.
Ortalığı kasıp kavuran böylesi zorluklara Allah'a sığınmak suretiyle huzur
bulan, kendini güvencede hisseden birinden başkası dayanamaz.
"Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla
huzura erebilir.
Şu Allah'a sığınanlar, O'nu anmakla huzura
kavuşanlar... Yüce Allah onların katındaki yerlerini de güzelleştirmiştir.
Çünkü onlar Allah'a sığınmakla güzel davranmışlar, dünya hayatında güzel
işler yapmışlardır.
"İman edip iyi ameller isteyenlere ne mutlu! Onları
güzel bir gelecek beklemektedir."
Ayette geçen Tûba = kelimesi `Tabe' fiilinden gelir
ve `Kubra =' veznindedir. Övgü ve yüceltme için kullanılır. Dünya hayatında
yöneldikleri yüce Allah'ın katında güzel bir dönüş yeri vardır onlar için.
Fakat mucize gösterilmesini isteyen ve imanın
verdiği huzuru hissetmeyenlere gelince, onlar büyük bir sıkıntı içinde
oldukları için mucizeler, olağanüstülükler istemektedirler. Üstelik sen
kavmine böyle bir çağrı ile gelen ilk peygamber değilsin ki, bu olayı
yadırgasınlar. Hiç kuşkusuz onlardan önce birçok ümmetler ve peygamberler
gelip geçmiştir. O halde onlar kâfir oluyorlarsa, sen hareket metodunu izle
ve Allah'a dayanıp güven.
"Ey Muhammed sana vahyettiğimiz mesajı kendilerine
okuyasın diye seni öyle bir ümmete gönderdik ki, onlardan önce birçok
ümmetler gelip geçmiştir.
Onlar rahmeti bol olan Allah'ı tanımıyorlar. Onlara
de ki; "Benim Rabbim O dur. O'ndan başka ilah yoktur, ben yalnız O'na
dayandım, dönüş O'nadır." Onların Rahmanı inkâr etmesi şaşılacak bir şeydir.
Sonsuz merhamet sahibi, zikri ile kalplerin huzur bulduğu, büyük rahmeti
sayesinde neşelendiği yüce Allah'ı inkâr etmeleri hayret vericidir. Sana
vahyettiğimiz ayetleri onlara okumandan başka bir şey yapman gerekmez. Biz
bunun için gönderdik seni. Seni inkâr ediyorlarsa, sadece Allah'a güvenip
dayandığını, O'na tevbe edip sığındığını, O'ndan başka hiç kimseye
yönelmeyeceğini açıkça duyur.
Biz sadece onlara bu Kur'an'ı okuman için gönderdik
seni. Bu eşsiz Kur'an'ı... Şayet bu Kur'an'dan dağları yerinden sökmek, yeri
yarmak veya ölüleri konuşturmak istenseydi, hiç kuşkusuz bu
olağanüstülükleri bu mucizeleri gerçekleştirecek özelliklere, etkenlére
sahipti. Ne var ki, Kur'an sorumluluk sahibi canlılara hitap etmek için
gelmiştir. Onlar da olumlu karşılık vermiyorlarsa mü'minlerin onlardan ümit
kesmeleri ve yüce Allah'ın gerçeği yalan sayanlara ilişkin va'dinin
gerçekleşmesini beklemeleri gerekir:
"Eğer dağların yürümesini, yeryüzünün parçalanmasını
ve ölüler ile konuşabilmeyi sağlayan bir kitap olsaydı, o bu Kur'an olurdu.
Fakat tüm yetki Allah'ın tekelindedir.
Dilese, Allah'ın bütün insanları doğru yola
ileteceğini, mü'minler hala kesinlikle anlamadılar mı? İşledikleri
kötülükler yüzünden kâfirlerin başlarına sürekli olarak belâlar gelir, ya da
bu belâlar yurtlarının yakınına iner. Sonunda Allah'ın verdiği söz
gerçekleşir. Kuşku yok ki, Allah sözünden caymaz."
Kuşkusuz bu Kur'an kendisini algılayan ve ona göre
şekillenen ruhlarda dağların yerinden sökülmesinden, yerin yarılmasından ve
ölülerin konuşturulmasından daha büyük, daha köklü değişiklikler meydana
getirmiştir. Kur an bu ruhlarda olağanüstü değişiklikler meydana getirdiği
gibi, bu ruhlar aracılığı ile etkileri, hayatın boyutlarını hatta tüm
yeryüzünün görünümünü aşan harikulade olaylar gerçekleştirmişti. Nitekim
İslâm ve müslümanlar tarihin görünümünde yaptıkları değişikliğin yanında
dünyanın görünümünde de büyük değişiklikler yapmışlardır.
Bizzat bu Kur'an'ın tabiatı... Davetinin ve ifade
yönteminin tabiatı... Konularının ve konuları sunuş yönteminin tabiatı...
Gerçekliğinin ve etkinliğinin tabiatı... Evet bu Kur'an'ın tabiatı özünde
son derece etkin ve olağanüstü bir güç barındırmaktadır. Söz sanatından,
zevk almasını bilen, görüş ve kavrayış sahibi kimseler bunu bilirler.
Kur'an'ın direktiflerini ve ilham ettiği gerçekleri kavrama yeteneğine sahip
olanlar bunun farkındadırlar. Bu Kur'an'ı gereği gibi algılayan ve
kişiliklerini ona göre şekillendirenler dağlardan daha köklü, daha büyük
şeyleri yerinden sökmüş, hareket ettirmişlerdir; milletlerin ve nesillerin
tarihini değiştirmişlerdir. Topraktan daha sert, daha katı şeyleri
parçalamışlardır. Düşünce ve geleneklerin donukluğunu parçalamışlardır.
Ölülerden daha hissiz, daha sessiz olanları canlandırmışlardı. Azgınlığın ve
mitolojik kuruntuların ruhlarını öldürdüğü halk yığınlarını diriltmişlerdir.
Araplar'ın ruhlarında ve hayatlarında meydana gelen dönüşüm, gözle görülür
maddi bir neden olmaksızın, sadece bir kitabın ruhlara ve hayata yaklaşım
metodu ve hareketi ile yaşadıkları bu büyük değişim hiç kuşkusuz dağların
köklerinden sökülmesinden, yeryüzünün donukluğundan kurtulmasından ve
ölülerin dirilmesinden daha büyük, daha görkemli bir değişimdir.
"Fakat tüm yetki Allah'ın tekelindedir."
Her durumda hareketin türünü ve hareket tarzını
seçen, belirleyen yüce Allah'dır.
Bir toplum bu Kur'an'dan sonra bile uyanamıyorsa,
kalpleri harekete geçmiyorsa, onları harekete geçirmeye çalışan mü'minler
artık ümitlerini késmelidirler, işi Allah'a bırakmalıdırlar. Şayet yüce
Allah dileseydi, insanları sadece hidayete erme, doğru yolu bulma yeteneği
üzere yaratırdı. Dileseydi melekleri yarattığı gibi insanları da toptan
hidayete erdirirdi. Ya da takdiri gereği meydana gelen bir olayla, onları
toptan hidayete zorlardı. Ama yüce Allah ne bunu ne de öbürünü dilemiştir.
Çünkü yüce Allah insanı özel bir görev için yaratmıştır. Ve yüce Allah
insana verilen bu görevin, insanın şu anda olduğu gibi yaratılmasını
gerektirdiğini biliyordu.
O halde mü'minler onları yüce Allah'ın emrine havale
etmelidirler. Şayet yüce Allah onlardan önce gelip geçmiş kimi toplumları
olduğu gibi onları toptan yok etmekle cezalandırmayı takdir etmemişse de
O'nun katından ardarda felaketler gelip onlara zarar dokunduracak, onları
sıkıntıya sokacaktır. Aralarında helak olmayı hakeden kimilerini de yok
edecektir.
"Ya da bu belalar yurtlarının yakınına iner."
Böylece onları ürkütüp büyük bir sıkıntıya
sokacaktır. Benzeri bir felaketin de başlarına gelmesi beklentisi içinde
olmalarına yol açacaktır. Hiç kuşkusuz bu da bazı kalpleri yumuşatır,
harekete geçirir ve canlandırır.
"Sonunda Allah'ın verdiği söz gerçekleşir."
Onlara yönelttiği tehdit gerçekleşene ve süresi
dolana kadar mühlet verdiği felaket gelene kadar...
"Kuşku yok ki, Allah sözünden caymaz."
Hiç kuşkusuz bu söz yerine gelecektir ve onlar
Allah'ın kendilerine va'dettiği şeylerle karşılaşacaklardır.
Örnekler ortadadır. Geçmiş milletlerin yok
edildikleri yerlerde ibret alınacak manzaralar çoktur. 'Onlar da
bekletilmiş, kendilerine mühlet verilmişti.
"Senden önceki birçok peygamber ile de alay
etmişlerdi. Ben o kâfirlere bir süre meydan verdim, fakat sonra yakalarına
yapıştım. O zaman azabım nice oldu?"
Bu sorunun cevaba ihtiyacı yok. İşte gelip geçmiş
nesiller, verilen bu cezadan söz etmektedirler!
ŞİRK SORUNU
Bu bölümde değinilen ikinci sorun Allah'a ortak
koşulan sahte tanrılar sorunudur. Surenin ilk bölümünde de irdelenmişti bu
sorun. Burada ise sorun, bu sahte tanrıların her nefis üzerinde kesin
otoriteye sahip ve onları dünya hayatında kazandıkları ile yargılayan yüce
Allah ile karşılaştırılması suretiyle irdeleniyor. Bu gezinti de bu büyük
iftirayı atanları dünya hayatında bekleyen azab ile ahirette onlar için
hazırlanan ağır azabın tasviri ile son buluyor. Bütün bunlar Allah'dan
korkanları bekleyen güven ve esenlik tablosunun karşısında yeralıyor: ,
33- Herkesin ne
yaptığını gözeten Allah, böyle bir gücü olmayan düzmece ilâhlar ile bir olur
mu? Müşrikler, Allah'a birtakım ortaklar koştular. Onlara de ki; "bunların
adlarını söyleyiniz, niteliklerini belirtiniz. Yoksa Allah'a, O'nun
yeryüzünde bilmediği bir şeyin haberini mi veriyorsunuz? Yoksa kuru sözler
ile mi oyalanıyorsunuz? Aslında kâfirlere entrikaları, düzenbazlıkları
çekici göründü de doğru yoldan saptırıldılar. Allah'ın saptırdığını hiç
kimse doğru yola iletemez.
34- Onlara dünya
hayatında azap vardır. Fakat ahiret azabı daha ağırdır. Onları Allah'ın
elinden hiç kimse kurtaramaz.
35- Kötülüklerden
sakınanlara vadedilen cennet şöyledir. Oranın altından çeşitli ırmaklar
akar, ağaçlarının meyvaları süreklidir, gölgeleri de. İşte kötülüklerden
sakınanların sonu burasıdır. Kâfirlerin sonu ise cehennem ateşidir.
Yüce Allah herkesi gözetim altında bulundurmaktadır.
Herkese her halukârda egemendir. Herkesin gizli-açık kazandığı her şeyi
bilir. Ne var ki, Kur'an'ın tasvirli ifade tarzı, yüce Allah'ın gözetimini,
egemenliğini ve bilgisini -yine Kur'an'ın yöntemi uyarınca- somut bir
şekilde gözler önüne getirmektedir. İnsanın tüm bedenini titreten bir
tablodur bu.
"Herkesin ne yaptığını gözeten Allah, böyle bir gücü
olmayan düzmece ilahlar ile bir olur mu?"
O halde herkes kendisini koruyan, kendisine egemen
olan, kontrol eden, gözeten, kazandıkları şeylerden dolayı hesaba çeken
birinin olduğunu tasavvur etsin... Peki kimdir bu? Yüce Allah'dır. Kim böyle
bir tablo karşısında titremez ki? Üstelik gerçektir de. Kur'an'ın ifade
tarzı insanın kavrama yeteneğinin algılayacağı şekilde somutlaştırmaktadır
tabloyu. Çünkü insan soyut şeylerden çok, somut şeylerden etkilenir.
Peki bu diğeri ile bir midir? Sonra kalkıp Allah'a
ortaklar koşuyorlar? İşte bu noktada, seyrettiğimiz bu dehşet verici
sahnenin gölgesinde onların davranışları son derece çirkin ve tuhaf olarak
belirmektedir.
"Müşrikler Allah'a birtakım ortaklar koştular."
Yüce Allah herkesin kazandığını gözetlemektedir.
Hiçbir şey O'ndan kaçmaz, kaybolmaz.
"Onlara de ki; "Bunların adlarını söyleyiniz,
niteliklerini belirtiniz."
Çünkü onlar tanınmayan, bilinmeyen şeylerdir. Ama
isimleri vardır onların. Ne var ki, Kur'an'ın ifade tarzı burada onları adı
sanı bilinmeyen yabancılar konumuna indirgemektedir.
"Yoksa Allah'a, O'nun yeryüzünde bilmediği bir şeyin
haberini mi veriyorsunuz?"
Ne kadar ince bir olay!.. Yoksa siz insan olarak
Allah'ın bilmediğini mi biliyorsunuz? Yeryüzünde birtakım ilahlar
bulunduğunu biliyorsunuz da bu Allah'ın bilgisinin dışında mı kaldı? Bu
düşünmeye bile cesaret edemeyecekleri bir iddiadır. Ama bu iddiayı
davranışları ile dile getirmektedirler. Yüce Allah kendisinden başka ilah
olmadığını söylerken, onlar böyle tanrıların varlığından söz etmektedirler.
Oysa yüce Allah bu iddiayı reddetmiştir.
"Yoksa kuru sözler ile mi oyalanıyorsunuz?"
Sahte tanrıların varlığını hiçbir anlam ifade
etmeyen yüzeysel boş sözlerle mi iddia ediyorsunuz? İlahlık sorunu
insanların kuru sözlerle ele alacakları basit ve önemsiz bir sorun mudur?
Bu ince alay kesin ve kararlı bir açıklama ile son
buluyor:
"Aslında kâfirlere entrikaları, düzenbazlıkları
çekici göründü de doğru yoldan saptırıldılar. Allah'ın saptırdığını hiç
kimse doğru yola iletemez."
O halde mesele şudur: Bu adamlar kâfir olup imanın
kanıtlarını görmezlikten geldikleri ve kendilerini bu kanıtlardan uzak
tuttukları için Allah'ın yasasının kendilerinin aleyhinde işlemesini
haketmişlerdir. Böylece nefisleri kendilerinin doğru yolda olduğunu
gösterdi. Hak davası aleyhine kurdukları tuzakların, düzenledikleri
komploların, iyi şeyler, güzel şeyler olduğunu gösterdi. Bütün bunlar onları
doğru ve güvenilir yoldan alıkoydu. Sapıklık yolunu tuttuğu için ilahî
yasanın sapıklığına hükmettiği bîrisini, hiç kimse doğru yola iletemez.
Çünkü, kulların aleyhindeki sebepler gerçekleştikten sonra hiç kimse ilahî
yasanın işlemesini engelleyemez.
Ve bu, tersyüz olmuş, dejenere olmuş kalplerin doğal
akıbeti, azaptır:
"Onlara dünya hayatında azap vardır."
Şayet başlarına bir felaket gelmişse, eğer
yurtlarına yakın bir yere felaket isabet etmişse bu korkutma, sıkıntıya
uğratma ve uyarıda bulunma amacına yöneliktir. Yoksa kalbin imanın tadından,
sevecenliğinden yoksun olması azaptır. Kalbin imanın verdiği huzur
olmaksızın bir kararda duramaması, şaşkınlığı azaptır. Ve olayların
gerisindeki büyük hikmeti algılamaksızın olaylarla karşı karşıya kalmak bir
azaptır...
"Fakat ahiret azabı daha ağırdır."
Ayeti kerime, azabı sınırsız olarak tasavvur edip,
hayal etmeleri için azabın niteliğini belirtmeden genel bir ifade
kullanıyor.
"Onları Allah'ın elinden hiç kimse kurtaramaz."
Onları Allah'ın cezasından ve yakalayışından
kurtaracak kimse de yoktur. Onlar yüce Allah'ın başlarına indireceği azaba
karşı korumasız kalmışlardır...
Öte tarafta Allah'a karşı koruyacak kimsesi
bulunmayanların karşısında da "muttakiler" (Allah'dan korkanlar) yeralıyor.
Muttakiler iman ve iyi amel sayesinde kendilerini korumaya alan kimselerdir.
Dolayısıyla onlar azaptan emindirler. Emin olmanın ötesinde onlar
kendilerine söz verilen cennete gireceklerdir. "Kötülüklerden sakınanlara
vadedilen cennet şöyledir: Oranın altından çeşitli ırmaklar akar, ağaçların
meyvaları süreklidir, gölgeleri de." Burası eğlenme ve dinlenme yeridir.
Kesintiye uğramayan gölgenin, bitmez tükenmez meyvelerin oluşturduğu sahne,
öte taraftaki zorluklara karşın, kişiyi huzura kavuşturan, dinlendiren bir
sahnedir.
İşte azap ve işte cennet... Her ikisi de inanmayan
ve inanan insanı bekleyen akıbetlerdir.
"İşte kötülüklerden sakınanların sonu burasıdır.
Kâfirlerin sonu ise cehennem ateşidir."
KİTAP EHLİ VE TEVHİD
Surenin akışı vahiy ve tevhid meselelerini ele
alarak sürüyor. Bu arada ehli kitabın Kur'an'a ve Hz. Peygambere -salât ve
selâm üzerine olsun- karşı takındığı tavırdan söz ediyor. Hz. Peygamber
kendisine indirilen kitabın daha önce gelmiş kitaplara ilişkin kesin hükmü
içerdiğini ve bu kitabın son başvuru kaynağı olduğunu açıklıyor. Yüce Allah
bu kitapta diğer tüm peygamberlerin getirdiği dininin emirlerinden
yürürlükte tutmak istediğini yürürlükte tutmuş ve hikmetinin gerektirdiği
gibi geçersiz kılmak istediği emirleri de geçersiz kılmıştır. O halde Hz.
Peygamber kendisine indirilen kitabın yanında yer almalıdır. Büyük küçük
hiçbir konuda ehli kitaba uymamalıdır. Kendisinden mucize isteyenlere
gelince, mucizeler Allah'ın izni ile gerçekleşir, peygambere düşen de
duyurma
36- Kendilerine
kitap gönderdiğimiz kimseler, sana indirilen mesajı sevinçle karşılarlar.
Fakat karşıt gruplar içinde bu mesajın bir bölümünü inkâr edenler vardır.
Onlara de ki; "Bana Allah'a kulluk etmem, O'na ortak koşmamam emredildi;
O'na çağırırım insanları; O'nadır dönüşüm.
37- Bunun yanısıra
biz onu Arapça bir hüküm sistemi olarak indirdik. Eğer sana gelen bu
bilgiden sonra onların keyfi arzularına uyacak olursan, seni Allah'ın
elinden kurtaracak bir destekçi, bir koruyucu bulamazsın.
38- Biz senden önce
de nice peygamberler gönderdik, onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın
izni olmadıkça hiçbir peygamber mucize göstermeye yetkili değildir. Her
belirli sürenin, her dönemin ayrı bir kitabı vardır.
39- Allah dilediği
hükmü yürürlükten kaldırır, dilediğini de yürürlükte tutar. Ana kitap O'nun
katındadır.
40- Kâfirlere
yönelttiğimiz bazı tehditleri sana göstersek de ya da daha önce canını alsak
da senin görevin mesajımızı duyurmaktır, insanları hesaba çekmek bize düşer.
Dinlerine bağlılıkta samimi olan bir grup kitap ehli
bu Kur'an'da tevhid inancının temel kurallarını doğrulayan kanıtlar
bulurlar. Aynı şekilde bu Kur'an'ın kendisinden önce gelmiş dinleri ve bu
dinlerin kitaplarını da tanıdığını bu dinlerin önemsendiğini, takdir
edildiğini ve Kur'an'ı kerimin Allah'a inanan herkesin etrafında birleştiği
bağı ön plana çıkardığını görürler. Bu yüzden sevinirler ve Kur'an'a
inanırlar. Burada yer alan `sevinç' kelimesi tertemiz gönüllerde meydana
gelen psikolojik bir olayı ifade etmektedir. Kuşkusuz bu, gerçekle
buluşmanın, sahip oldukları tevhid inancının doğruluğuna olan inancın
artmasının ve yeni kitabın bu inancı güçlendirmesinin neden olduğu bir
sevinçtir.
"Fakat karşıt gruplar içinde bu mesajın bir bölümünü
inkâr edenler vardır."
Bu gruplar ehli kitaptan ve müşriklerden
oluşmaktadırlar. Ama ayet-i kerime bu grupların kitabın hangi kısmını inkâr
ettiklerinden söz etmiyor. Çünkü burada güdülen amaç, inkârı sözkonusu edip
reddetmektir:
"Onlara de ki; "Bana Allah'a kulluk etmem, O'na
ortak koşmamam emredildi, O'na çağırırım insanları; O'nadır dönüşüm."
Sadece O'na kulluk edilir, yalnızca O'na davet
edilir ve dönüş de O'nadır. Yüce Allah Hz. Peygambere -salât ve selâm
üzerine olsun- kitabın bir kısmını inkâr edenlere karşı kendi hareket
metodunu açıkça ilan etmesini emretmiştir. Bu durumda Hz. Peygamber -salât
ve selâm üzerine olsun- Rabbi tarafından kendisine indirilen kitaba eksiksiz
bir şekilde sarılmakla emr olunmuştur. Bu tutumuna isterse bütün ehli kitap
sevinsin. İsterse bir kısmı hoşlanmasın... Çünkü Hz. Peygambere -salât ve
selâm üzerine olsun- indirilen kitap insanların hayatını yönlendirecek son
hükümleri içermektedir. Bu kitap Arapça indirilmiş ve tamamen anlaşılır bir
kitaptır. Madem ki, inanç sistemine ilişkin son hükümleri bu kitap
içermektedir, o halde başvuru kaynağı da bu kitap olacaktır.
"Bunun yanısıra biz onu Arapça bir hüküm sistemi
olarak indirdik. Eğer sana gelen bu bilgiden sonra onların keyfi arzularına
uyacak olursan, seni Allah'ın elinden kurtaracak bir destekçi, bir koruyucu
bulamazsın."
Çünkü kesin bilgi sana gelen kitaptır. Diğer
grupların uydukları ise, bir bilgiye ya da kesin bir kanıta dayanmayan
heveslerin ürünü ilkelerdir. Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun
yönelik bu tehdit,.bu gerçeğin iyice belirginleşmesinde son derece açık bir
mesaj niteliğindedir. Bu da gösteriyor ki, Allah'ın indirdiği kitaptan
sapmak, hoşgörüyle karşılanmayacak bir davranıştır. Bu kişi peygamber de
olsa... Ama Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- böyle bir sapma
tehlikesini yaşamaktan uzaktır.
Şayet kendilerine gönderilen peygamberin insan
oluşuna itiraz ediyorlarsa, bilmelidirler ki, gönderilen diğer bütün
peygamberler de biter insandı:
"Biz senden önce de nice peygamberler gönderdik,
onlara da eşler ve çocuklar verdik."
Yok eğer itirazları Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- kendilerine elle tutulur bir mucize getirmemesinden
kaynaklanıyorsa, böyle bir şey getirmek peygamberin yetkisinde değildir.
Sadece yüce Allah böyle bir mucize gösterebilir:
"Allah'ın izni olmadıkça hiçbir peygamber mucize
göstermeye yetkili değildir."
Yüce Allah bir hikmet uyarınca ve dilediği zaman
mucizeler gönderir... Şayet Hz. Peygambere indirilen kitapla ehli kitabın
uyduğu kitaplar arasında varolan ayrıntılara ilişkin farklılıktan
kaynaklanıyorsa itirazları, o zaman bilmelidirler ki, her dönemin bir kitabı
var ve bu da son kitaptır:
"Her belirli sürenin, her dönemin ayrı bir kitabı
vardır."
"Allah dilediği hükmü yürürlükten kaldırır,
dilediğini de yürürlükte tutar. Ana kitap O'nun katındadır."
Hikmeti uyarınca dilediğini siler. Yararlı olanı da
yerinde bırakır. Asıl kitap O'nun katındadır. Ve bu kitap yüce Allah'ın
sildiği ve yerinde bıraktığı tüm hükümleri içermektedir. Kitabın tümünü
ortaya koyan O dur. Kitap üzerinde hikmeti uyarınca dilediği tasarrufta
bulunma yetkisine sahiptir. İradesine engel olmak, itiraz etmek mümkün
değildir.
İster yüce Allah, Peygamberi -salât ve selâm üzerine
olsun- hayattaykën onlara vadettiği kimi azapları başlarına indirsin,
isterse bundan önce peygamberin canını alsın değişen bir şey yoktur. Bu
durum ne peygamberliğin ne de ilahlığın özelliğini değiştirmez.
"Kâfirlere yönelttiğimiz bazı tehditleri sana
göstersek de ya da daha önce canını alsak da senin görevin mesajımızı
duyurmaktır, insanları hesaba çekmek bize düşer."
Bu kesin direktif bir açıdan davanın ve davetçilerin
özelliklerini de ortaya koymaktadır. Kuşkusuz Allah'ın dinine davet
edenlerin, her aşamada davetin yükümlülüklerini yerine getirmekten başka bir
görevleri yoktur. Davayı Allah'ın dilediğinden başka bir tarzda sunmaları da
görevleri değil... Aynı şekilde hareketin gidişini ve adımlarını
hızlandırmak da onlara düşmez. Yüce Allah'ın görünüşte onlara yenilgi ve bir
süre yeryüzünde zayıflık takdir ettiğini gördüklerinde gevşememelidirler,
karamsar olmamalıdırlar. Onlar davetçidirler ve davetçiden başka bir şey
değildirler.
HÜSRANA UĞRAYANLAR
Yüce Allah'ın güçlü elinin eserleri, çevrelerinde
açıkça görülmektedir. Allah birtakım milletleri zengin kılar, onlara güç,
kuvvet ve hükümranlık verir. Bu milletler şımardıklarında, küfrü benimseyip
dejenere olduklarında yüce Allah güçlerini, zenginliklerini ve nüfuzlarını
ellerinden alır. Daha önce göz kamaştırıcı bir otoriteye ve geniş bir
etkinliğe sahipken onları ufak bir toprak parçasına mahkum eder. Yüce Allah
onların bu şekilde perişan olmalarına hükmettiği zaman hiç kimse bu
hükmünden dolayı O'nu sorgulayamaz ve bu hüküm kesinlikle uygulanacaktır. (
Ayetin belirgin anlamı şudur. "Kur'an'ı bilimsel açıdan tefsir etme"
iddiasında olanların yeryüzünün çevresinin kutuplarda basık, buna karşın
ekvator çizgisine doğru şişkin olduğuna ilişkin geveledikleri zırvalarla bir
ilgisi yoktur. Kur'an ayetlerinin akışı ibarelerin anlamını belirler.
Kur'an'ın tabiatım kavramadan, O'nun sunuş tarzım net bir şekilde görmeden
bu konularda çeşitli uydurmalar geveleyip duranlar Allah'dan
korkmalıdırlar.)
41- Bizim kâfirlerin
yurtlarını uçlarından kırptığımızı, müslümanlar lehine alanlarını
daralttığımızı görmüyorlar mı? Hüküm veren Allah'tır, O'nun hükmünü gözden
geçirecek hiç kimse yoktur. O'nun hesaplaşması pek çabuktur.
42- Onlardan
öncekiler de peygamberlerine karşı tuzaklar kurdular. Fakat asıl tuzak kurma
yetkisi Allah'ın tekelindedir. O herkesin ne yaptığını bilir. Kâfirler,
kimin mutlu sona ereceğini ilerde öğreneceklerdir.
Ra'd suresi, kâfirlerin peygamberlik gerçeğini inkâr
ettiklerini anlatarak son buluyor. Nitekim sure bu gerçeği ispat etmekle
başlamıştı. Bu şekilde surenin başlangıcı ile sonu aynı konuda birleşmiş
oluyor. Sonra yüce Allah şahit tutuluyor, O'nun şahitliğinin yeterli olduğu
vurgulanıyor. Çünkü hem bu kitaba, hem de diğer bütün kitaplara ilişkin
mutlak bilgi O'nun katındadır:
43- Kâfirler "Sen
peygamber değilsin " derler. Onlara de ki; "Sizin ile benim aramda Allah'ın
ve kutsal kitap kaynaklı bilginlerin tanıklığı yeterli bir kanıttır. "
(Yaygın tefsirlerin bazısında yeralan kimi
rivayetlerde "Ve kutsal kitap kaynaklı bilgiler" sözü ile bu Kur'an'ın
gerçek olduğuna inanan bazı kitap ehli mensuplarının şahitliğinin
kastedildiği belirtilmektedir. Bu görüşte yine bu surede geçen şu ayete
dayandırılmaktadır. "Kendilerine kitap verdiklerimiz sana Rabbinden
indirilen kitapdan dolayı sevinirler." Bu olay Mekke'de fiilen yaşanmıştır.
Sonra da Medine'de... Bu yüzden biz bu rivayetleri reddetmiyoruz. Bu
kastedilmiş olabilir.)
İnsan kalbini uçsuz bucaksız evrenin çevresinde,
insan ruhunun derinliklerinde dolaştıran derin, etkin ve ardarda vurgularla
uyaran, sonra O'nu her şeyin başı ve sonu, her türlü tartışmayı kesen ve
artık söylenecek söz bırakmayan Allah'ın şahitliği ile başbaşa bırakan bu
sure de son buluyor...
KUR'AN'IN EŞSİZ
ANLATIMI
Şimdi... Bu surede İslâm inancının ve Kur'an'ın bu
inancı sunuş tarzının belirgin işaretleri yoğun biçimde yer almaktadır. Yeri
geldikçe bu işaretlerin üzerinde durmamız gerekiyor. Ancak biz bu tür
duraksamalarla surenin akıcılığını sekteye uğratmak istemedik ve bu
işaretleri sindire sindire değerlendirmek için sona bırakmayı uygun
gördük...
Kendi akışı içinde sureyi arzederken bu işaretleri
kısaca ve seri değinilerde bulunduk. Şu anda elimizden geldiğince uzun
tutarak bu işaretler üzerinde durmayı umuyoruz...
Kuşkusuz yardım Allah'dandır...
GERÇEĞİN ÜSTÜNLÜĞÜ
Surenin giriş kısmı, ele aldığı konuların özelliği,
ayrıca surenin içerdiği direktiflerin çoğu... Evet bütün bunlar surenin
Mekke'de indiğini göstermektedir. -Kimi rivayetlerde ve mushaflarda yer
aldığı gibi Medine'de inmemiştir- Bu sure müşriklerin itirazlarının,
yalanlamalarının, karşı çıkışlarının iyice arttığı bir dönemde inmiştir. Bu
dönem de, peygamberden mucize göstermesine ve kendilerini korkuttuğu azabı
çabucak indirmesine ilişkin istekler de artmıştı. İşte bütün bu olaylar hem
Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hem de kendisiyle birlikte
yüce Allah tarafından gönderilen gerçeğe sarılan mü'minlerin, kendilerine
güvenlerini arttırmayı, onları yüreklendirmeyi hedefleyen büyük bir atılımı
gerektiriyordu. Bu atılımla müşriklerden gelen itirazlar, meydan okumalar,
yalanlama ve saldırı girişimlerinin bertaraf edilmesi, peygambere gönderilen
gerçeğin üstünlüğünün vurgulanması, insanların sadece O'na sığınması, O'nun
İlah ve Rabb olarak tek ve ortaksız olduğunun ilan edilmesi, bu gerçekte
diretilmesi ve müşrikler yalanlasalar bile sadece bunun gerçek olduğuna
inanılması hedeflenmişti. Bu atılımla gözetlenen hedeflerden biri de
müşrikleri evrende, insanın iç dünyasında, insanlık tarihinde ve tarihsel
olaylarda tevhid gerçeğine ilişkin kanıtlarla yüzyüze getirmek, bütün bu
etkenleri bu nokta etrafında yoğunlaştırmak, insanın bünyesine bu etkenlerle
etkileyici, canlandırıcı, derin iz(er bırakan ve kesin kanıtlı bir hitapla
seslenmekti.
İşte sadece bu kitabın gerçeği içerdiğini,
müşriklerin itirazlarının, yalanlamalarının, karşı çıkmalarının,
kabullenmeyi ağırdan almalarının, yoluna engel koymalarının ve bu büyük
gerçeği değiştiremeyeceğini vurgulayan ayetlerden örnekler...
Elif, Lâm, Ra. Bunlar kitabın ayetleridir. Rabbin
katından sana indirilen mesaj gerçektir. Fakat insanların çoğu buna
inanmazlar. (Ra'd Suresi 1)
Müşrikler senden iyilikten önce kötülük isterler,
çarptırılacakları cezanın bir an önce başlarına gelmesini dilerler. Oysa
onlardan önce nice ağır ceza örnekleri yaşanmıştır. Hiç kuşkusuz Rabbin,
insanların zalimliklerine rağmen onlara karşı bağışlayıcıdır ve yine hiç
kuşkusuz Rabbinin cezası da pek ağırdır.
Kâfirler "Muhammed'e, Rabbinden bir mucize
indirilseydi ya" derler. Oysa sen sadece bir uyarıcısın ve her toplumun bir
doğru yol göstericisi vardır. (Ra'd Suresi 6-7)
"Gerçek dua, yalnız Allah'a yöneltilen çağrıdır.
Müşriklerin Allah dışında çağrı yönelttikleri putlar, onların hiçbir
dileklerine cevap veremezler. Böyleleri ağzına su gelsin diye avuçlarını ona
doğru açan kimseye benzerler ki, asla bu yolla ağzına su gelmez. İşte
kâfirlerin çağrısı böylesine boşunadır." (Ra'd Suresi 14)
Allah hak ile batılı bu örnek aracılığı ile anlatır.
Köpük, havaya uçup gider; fakat insanlara yarar sağlayan kısım yerde kalır.
İşte Allah, böylesine örnekler verir." (Ra'd Suresi 17)
"Rabbin tarafından sana indirilen mesajın gerçek
olduğunu bilen kimse hiç kör ile bir olur mu? .Ancak sağduyu sahipleri öğüt
alırlar." (Ra'd Suresi 19)
"Kâfirler, Muhammed'e, Rabbi tarafından somut bir
mucize indirilseydi ya" derler. Onlara de ki; "Allah, dilediğini saptırır ve
kendisine yöneleni doğru yola iletir."
"Onlar iman etmişlerdir ve kalpleri Allah'ı anmakla
huzura kavuşur. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura
erebilirler." (Ra'd Suresi 27-28)
"Ey Muhammed sana vahyettiğimiz mesajı kendilerine
okuyasın diye seni öyle bir gönderdik ki, onlardan önce birçok ümmetler
gelip geçmiştir. Onlar rahmeti bol olan Allah'ı tanımıyorlar. Onlara de ki;
"Benim Rabbim O'dur, O'ndan başka ilâh yoktur, ben yalnız O'na dayandım,
dönüş O'nadır." ( Ra'd Suresi 3)
"Kendilerine kitap gönderdiğimiz kimseler, sana
indirilen mesajı sevinçle karşılarlar. Fakat karşıt gruplar içinde bu
mesajın bir bölümünü inkâr edenler vardır. Onlara de ki; "Bana Allah'a
kulluk etmem, O'nâ ortak koşmamam emredildi; O'na çağırırım insanları;
O'nadır dönüşüm."
"Bunun yanısıra biz onu Arapça bir hüküm sistemi
olarak indirdik. Eğer sana gelen bu bilgiden sonra onların keyfi arzularına
uyacak olursan, seni Allah'ın elinden kurtaracak bir destekçi, bir koruyucu
bulamazsın." ( Ra'd Suresi 36-37)
"Kâfirlere yönelttiğimiz bazı tehditleri sana
göstersek de ya da daha önce canını alsak da senin görevin mesajımızı
duyurmaktır, insanları hesaba çekmek bize düşer." (Ra'd Suresi 40)
"Kâfirler "Sen peygamber değilsin" derler. Onlara de
ki; "Sizin ile benim aramda Allah'ın ve kutsal kitap kaynaklı bilginlerin
tanıklığı yeterli bir kanıttır." (Ra'd Suresi 43)
Buraya aldığımız ayetler grubunda, müşriklerin Hz.
Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- ve Kur'an'a meydan okuyuşlarına
karşı koymanın tabiatını öğreniyoruz. Ayrıca hem müşriklerin meydan
okuyuşunun, hem de bunlara karşılık yeralan ilahi direktiflerin niteliğinden
hareketle Mekke döneminde bu surenin indiği atmosferin özelliğini de
öğreniyoruz.
Yüce Allah'ın Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine
olsun- yönelik direktiflerde yeralan en belirgin işaretlerden biri,
itirazlara, yalanlamalara, meydan okumalara, kabullenmeyi ağırdan almalara
ve yoluna engeller koymalara karşı sahip olduğu gerçeği eksiksiz olarak
açıklamasıdır. Bu, "Allah'dan başka ilah yoktur", "Allah'dan başka Rabb
yoktur", "Allah'dan başka mabud yoktur." "Sadece Allah karşı, konulmaz güce
sahiptir." "İster cennete, ister cehenneme gitsinler insanların dönüşü O'na
olacaktır" ilkeleridir. İşte bunlar, müşriklerin inkâr ettiği, karşı çıktığı
gerçeklerdir... Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik ilahi
direktiflerde yeralan belirgin işaretlerden biri de onların arzularına
uymamasıdır, gerçeği gizlemek ya da açıklamasını geciktirme!c suretiyle
onlara taviz vermemesidir, onları memnun etmemesidir. Bunun yanında,
kendisine gerçek gelmiş olmasına rağmen, onların arzularına uyması durumunda
Allah katında kendisini bekleyen akıbete ilişkin bir tehdit de yeralıyor.
Bu belirgin işaret, aynı zamanda Allah'ın dinine
davet edenler için davet metodunun tabiatını da ortaya koyuyor. Ki,
davetçilerin, davet metodu hakkında fikir yürütmek gibi bir yetkileri
yoktur. Onlara düşen, dinin temel gerçeklerini açıklamak, bu gerçeklerden
hiçbirini gizlememek, hiçbirinin açıklamasını ertelememektir. Bu gerçeklerin
başında da "İlahlık ve Rabblık Allah'dan başkası için olamaz, dolayısıyla
Allah'dan başkasının egemenliğine girilmez, O'ndan başkasına itaat edilemez,
boyun eğilemez, emirlerine uyulamaz" gerçeğidir. Karşı koymalar ve meydan
okumalar hangi düzeyde olursa olsun, yalanlayanlar istedikleri kadar itiraz
etsinler, yüz çevirsinler, yolun engelleri ve tehlikeleri ne kadar fazla
olursa olsun, bu temel gerçeği olduğu gibi açıklamak kaçınılmazdır.
Yeryüzüne egemen olan tağutlar (zorbalar), bu gerçekten hoşlanmıyorlar, onu
açıkça dile getirenlere baskı uyguluyorlar veya bundan dolayı İslâma karşı
çıkıyorlar, yahut hem İslâma hem de İslâm davetçilerine tuzaklar kuruyorlar
diye bu gerçeğin bir kısmını gizlemek ya da açıklamasını sonraya bırakmak
"hikmet ve güzel öğüt" ilkesinin kapsamına girmez. Bunlardan hiçbiri, bu
dine davet edenlerin dinin temel gerçeklerini örtbas etmelerine ya da
sonraya bırakmalarına neden olmamalıdır. Veya, İlahlığın ve Rabbliğin tek ve
ortaksız olduğunu, bu yüzden sadece yüce Allah'ın egemenliğine girileceğini,
O'ndan başkasına itaat edilmeyeceğini, boyun eğilmeyeceğini, emirlerine
uyulmayacağını açıklamakla davete başlanacak olursa, bunun yeryüzüne egemen
olan tağutların (zorbaların) öfkesine neden olacağı bahanesi ile ve
tağutların (zorbaların) öfkesini çekmemek gerekçesi ile örneğin davet işine
ibadetlerden, ahlâk ve davranış ilkelerinden ve ruhu arındırma
faaliyetlerinden başlamamalıdırlar.
İşte yüce Allah'ın istediği şekilde bu inanç
uyarınca harekete geçme metodu budur. Yine Rabbinin direktifleri
doğrultusunda hareket eden efendimiz Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- uyguladığı şekliyle Allah'a davet metodu bundan ibarettir. Allah'a
davet eden hiçbir kimse bu yoldan sapamaz, bu metodun dışında bir metod
uygulayamaz. Allah -bundan sonra- dininin başarısını garanti etmektedir.
Tağutların (zorbaların) şerrine karşı bu dine davet edenlere Allah'ın
garantisi yeterlidir kuşkusuz.
KUŞATICI CANLI
DELİLLER
Kur'an'ın davet metodu, okunan kitap -yani Kur'an-
ile gözlemlenen açık evren kitabını birarada sözkonusu ediyor. Böyle bir
bütün olarak evreni insan bedeninin titreyip kendine gelmesinin etkeni
olarak sunuyor. Çünkü evrende yüce Allah'ın otoritesinin, takdir ve
planlamasının kanıtları açıkça gözlemlenebilir. Bu iki kitaba, yüce Allah'ın
otoritesinin, takdir ve planının, konuşan kanıtlarını koruyan insanlık
tarihinin sicil defterini de ekliyor. Sonra da insanın kişiliğini tüm
bunlarla karşı karşıya getiriyor. Onu her yönüyle kuşatıyor. Duygularına,
kalbine ve aklına birlikte hitap ediyor.
Bu sure, insan varlığını her yönüyle karşılarken,
(okunan kitap Kur'an'ın ardından) gözlemlenen kitap olan evrenden sayfalar
sunmanın göz kamaştırıcı örneklerini içeriyor. İşte bu örneklerden
birkaçı...
"Elif, Lâm, Ra. Bunlar kitabın ayetleridir. Rabbin
katından sana indirilen mesaj gerçektir. Fakat insanların çoğu buna
inanmazlar."
"Allah gökleri, gördüğünüz gibi direksiz olarak
yükseltti, sonra arşa kuruldu, güneş ile ayı buyuruğu altına aldı. Herbiri
belli bir sürenin sonuna kadar yörüngesinde hareket eder, O bütün bu
gelişmeleri düzenler. Rabbinizin karşısına çıkacağınıza kesinlikle
inanasınız diye O, size ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklar."
"O yerin alanını geniş yaptı; orada köklü dağlar ve
nehirler varetti; bütün ürünleri, bütün bitkileri çift olarak yarattı; O
geceyi gündüzün üzerine örter. Hiç kuşkusuz bunlarda düşünen kimseler için
ibret dersleri vardır."
"Yeryüzünde birbirine bitişik, farklı yapıda toprak
parçaları; üzüm bağları, ekinler ve çatallı-çatalsız hurma ağaçları vardır;
hepsi aynı su ile sulanır, fakat ürünleri arasında fark gözetiriz. Hiç
kuşkusuz bunlarda aklı erenler için birçok ibret dersleri vardır." (Ra'd
Suresi 1-4)
Surenin akışı tüm evreni yüce Allah'ın yaratma,
meydana getirme, takdir etme ve planlamadaki gücünün, gözlemlenen ve konuşan
tanığı haline getirmek amacı ile biraraya getiriyor bu evrensel sahneleri.
Ardından tanıklık eden bunca sahneyi gözleriyle gördükleri, diriliş ve
yeniden yaratma olayını sık sık yaşadıkları halde bu yakın gerçeği
vurguluyor diye vahyi yalanlayanların bu tutumu şaşkınlıkla karşılanıyor...
Evet bu gerçek şu olağanüstü sahnelerin ışığında daha bir yakın
görünmektedir.
"Eğer şaşacaksan, kâfirlerin `Biz ölüp toprak olunca
mı yeniden diriltileceğiz?' demelerine şaşmak gerekir. Onlar Rabblerini
inkâr edenlerdir, onların boyunlarına demir halkalar geçirilecektir; onlar,
orada ebedi olarak kalmak üzere, cehennemliktirler." (Ra'd Suresi 5)
"Şimşeği size hem korku ve hem de umut kaynağı
olarak gösteren, yağmur yüklü bulutları oluşturan O'dur."
"O'nu gök gürültüsü övgü ile ve melekler korku
içinde tesbih ederler, noksanlıklardan uzak tutarlar. O yıldırımlar salarak
bunlarla dilediklerini çarpar." (Ra'd Suresi 12-13)
Evrensel varlık aleminden bu sayfalar, Allah
hakkında tartışmaya giren ve O'na ortak koşan toplumun tavrının tuhaflığının
vurgulanması için sunuluyor. Halbuki onlar yüce Allah'ın Rabblığının,
gücünün ve otoritesinin, tüm evrenin O'nun hükümranlığı altında oluşunun,
evrende yaşayan kulların işlerini düzenleyip tasarrufta bulunmasının, onun
dışındaki herkesin yaratma, planlama ve takdir gücünden yoksun oluşunun
etkilerini her an için gözleriyle görüyorlar.
"Allah'ın sillesi son derece sert olduğu halde
onlar, O'nun hakkında tartışıyorlar."
"Gerçek dua, yalnız Allah'a yöneltilen çağrıdır.
Müşriklerin Allah dışında çağrı yönelttikleri putlar, onların hiçbir
dileklerine cevap veremezler. Böyleleri ağzına su gelsin diye avuçlarını ona
doğru açan kimseye benzerler ki, asla bu yolla ağzına su gelmez. İşte
kâfirlerin çağrısı böylesine boşunadır."
"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar ile bu
varlıkların gölgeleri gönüllü ya da zorunlu olarak sabah-akşam Allah'a secde
ederler."
"De ki; "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki;
"Allah'dır." De ki; "O'nun dışında kendilerine bile ne fayda ve ne de zarar
veremeyen birtakım ilahlar, korucular mı edindiniz?" De ki; "Hiç kör ile
gören bir olur mu? Ya da karanlıklar ile aydınlık bir midir? Yoksa Allah'a
koştukları ortaklar tıpkı Allah gibi birtakım yaratıklar yarattılar da
müşrikler bu iki yaratma eylemini birbirinden ayırd edemediler mi?" De ki;
"Her şeyin yaratıcısı Allah'dır; O tektir ve iradesi önünde her şeye boyun
eğdirendir." (Ra'd Suresi 13-16)
Böylece evren, yüce Allah'ın gücünün kanıtları ile
imanın işaretlerinden oluşan göz kamaştırıcı bir sergiye dönüşüyor. Bu sergi
fıtrata kapsamlı ve derin bir mantıkla hitap ediyor. Şaşırtıcı bir uyum
içinde, kendisinde mevcut olan gizli-açık tüm kavrayış güçleri ile birlikte
bir bütün olarak insan bünyesine hitap ediyor. Ardından gözlemlenen evren
kitabının sayfalarına insanlık tarihinin sayfalarını ekliyor. İnsan
hayatında yüce Allah'ın gücünün, otoritesinin, egemenliğinin, her şeyi
kontrolünde tutmasının, takdir ve planlamasının izlerini sunuyor:
"Müşrikler senden iyilikten önce kötülük isterler,
çarptırılacakları cezanın bir an önce başlarına gelmesini dilerler. Oysa
onlardan önce nice ağır ceza örnekleri yaşanmıştır." (Ra'd Suresi 6)
"Allah, her dişinin rahminde taşıdığını, bu
rahimlerin erken doğurdukları ile fazla tuttuklarını bilir. Her şey O'nun
katında belirli bir ölçüye bağlıdır." "O, görülür-görülmez her şeyi bilen,
yüceler yücesidir."
"İçinizden sözünü gizli tutanla açıkça söyleyen,
geceye bürünüp saklanan ile gündüzleyin ortalıkta gezen arasında O'nun için
hiçbir fark yoktur."
"İnsanı önünden ve arkasından izleyen (melekler)
vardır, onu Allah'ın emri ile gözetlerler. Herhangi bir toplum tutumunu
değiştirmedikçe, Allah onun konumunu değiştirmez. Allah, bir toplumun
herhangi bir kötülüğe uğramasını dileyince, onu hiç kimse önleyemez.
İnsanların Allah'dan başka hiçbir koruyucusu, kayırıcısı yoktur. (Ra'd
Suresi 8-11)
"Allah dilediğine bol rızık verir ve dilediğinin
rızkını kısıtlar. Onlar dünya hayatı ile böbürlendiler. Oysa dünya hayatı,
ahiretin yanında basit bir meta'dan başka bir şey değildir." (Ra'd Suresi
26)
"İşledikleri kötülükler yüzünden kâfirlerin
başlarına sürekli olarak belalar gelir, ya da bu belalar yurtlarının
yakınına iner. Sonunda Allah'ın verdiği söz gerçekleşir. Kuşku yok ki, Allah
sözünden caymaz."
"Senden önceki birçok peygamber ile de alay
etmişlerdi. Ben o kâfirlere bir süre meydan verdim, fakat sonra yakalarına
yapıştım. O zaman azabım nice oldu?" ( Ra'd Suresi 31-32)
Kur'an'ın ifade tarzı, insanlık tarihinden aktardığı
bu tanıkları ve işaretleri böylece uyarıcı birer etkene ve ilahi gücün birer
göstergesine dönüştürerek bunlarla bir bütün olarak uyumlu ve düzenli bir
şekilde ahenkli ve sırası ile insana hitap ediyor.
Biraraya getirilen sahneler ve tanıklıkları
aracılığı ile bilinçli olarak Allah'a davet etmenin işaretlerinden birini
algılıyoruz. Bu dava, bir bütün olarak insan varlığına hitap etmektedir. O,
kavrama yeteneklerinin sadece bir yönüne, yani düşünsel ve zihinsel yönüne,
ya da ilham ve sezgi yönüne veya duygu ve şuur yönüne hitap etmez.
Bu davanın kitabı Kur'an olmalıdır. Diğer bütün
kaynaklara yönelmeden önce Allah'a davet edenler bu kitaba dayanmalıdırlar.
Bundan sonra insanları nasıl davet edeceklerini, uyumuş kalpleri ne şekilde
uyandıracaklarını, ölmüş ruhları nasıl dirilteceklerini, O'ndan
öğrenmelidirler.
Bu Kur'an'ı, insanı yaratan, oluşumunun tabiatını
bilen, ruhunun derinliklerinden ve bilinmezliklerinden haberdar olan yüce
Allah vahyetmiştir. Allah'ın dinine davet edenler, öncelikle Allah'ın
ilahlığının, rabblığının, hakimiyetinin ve otoritesinin açıklanması
konusunda Allah'ın metoduna uymak zorunda oldukları gibi insanlara gerçek
Rabblerini tanıtırken de Kur'an'ın yolunu takip ederek kalplere yönelmek
zorundadırlar. Ancak bu şekilde bu gönüllerin tek başına Allah'ın
egemenliğine girmelerini, O'nun ortaksız Rabblığını ve otoritesini
tanımalarını sağlayabilirler.
PEYGAMBERLİK VE
İLAHLIK SORUNU
İnsanlara gerçek Rabblerini tanıtmak ve her türlü
şirk kuşkusunu ortadan kaldırmak için Kur'an'ın ifade metodu peygamberliğin
ve peygamberin tabiatını açıklamaya özen gösteriyor. Çünkü ehli kitapta
başgösteren itikadi düşünce sapması, ilahlığın tabiatı ile peygamberliğin
tabiatını karıştırmaya yeltenmelerinden sonra başlamıştı. Bu sapma özellikle
Hz. İsa'ya İlahlık ve Rabblık özelliklerini yakıştırmaları suretiyle
Hristiyanlarda yaygındır. İşte bu gerçek dışı karıştırmà nedeniyle itikadi,
ve mezhebi farklılıklardan hareketle değişik kiliselerin mensupları
birbirlerinin boğazına sarılmışlardı.
Sadece Hristiyanlar düşmediler bu inanç buhranına.
Değişik putperest inanç sistemleri de bu bataklığa daldılar. Peygamberler
için belirsiz özellikler tasavvur ettiler. Kimileri peygamberlikle sihiri
birbirine benzetirken, kimileri de peygamberlikle gaipten haber veren
kahinliği birbirine benzetti. Bazısı da peygamberlikle cinler ve gizli
ruhlar arasında bir ilgi kuruyordu.
Bu düşüncelerin çoğu Arap putçuluğuna da karışmıştı.
İşte bu yüzden bazıları Hz. Peygamberden gaipten haber vermesini istiyordu.
Bazıları da gözle görülür maddi bir mucize gerçekleştirmesini öneriyordu.
Nitekim O'na, -salât ve selâm üzerine olsun- sihirbaz ve "mecnun" yani
"cinlerle ilişki halindedir" de diyorlardı. Kimileri de beraberinde bir
melek bulundurmasını istiyordu. Peygamber ve peygamberliğin tabiatına
ilişkin olarak putperest düşüncelerde yereden daha nice öneriler, meydan
okumalar ve ithamlar!..
Kuşkusuz bu Kur'an, peygamber ve peygamberliğin,
resul ve risaletin yüce Allah'a özgü tek ve ortaksız ilahlığın, ayrıca
yaratılmış olan herkes ve her şeyi kapsayan kulluğun tabiatına ilişkin
gerçeği eksiksiz olarak ortaya koymak, iyice belirginleştirmek, bu konuda
karanlık bir nokta bırakmamak ïçin gelmiştir. Kulluğun kapsamına giren
kimseler arasında Allah'ın görevlendirdiği nebi ve resuller de vardır: Onlar
salih birer kuldurlar. İnsanlardan farklı yaratıklar değildirler. İlahlığa
özgü hiçbir özellik taşımazlar. Cinler alemi ile ya da sihirli gizlilikler
dünyası ile bir ilişkileri sözkonusu değildir. Yalnızca Allah'dan vahiy
alıyorlar ve bunun ötesinde -Allah, dilediği zaman için vermedikçe- bir
mucize gösterme gücüne sahip değildirler. Onlar da birer insandırlar.
Peygamber olarak seçilmişler ama, Allah'ın yarattığı diğer varlıklar gibi
Allah'a kul oluşları kalıcıdır.
Bu sırada nübüvvet ve risaletin tabiatını, nebi ve
resulün hareket alanlarını belirginleştiren, akıl ve fikirleri putçuluğun
tüm birikintilerinden arındıran, daha önce ehli kitabın inançlarını bozan ve
onları hurafeleriyle, efsaneleriyle putçuluğa geri götüren örnekler de
mevcuttur.
Saydığımız bu gerçekleri belirginleştiren örnekler,
müşriklerden kaynaklanan pratik meydan okumaları karşılama amacına
yönelikti. Hiçbir zaman zihinsel bir tartışma içïn inmemişti ayetler.
Metafizik Fizik ötesi felsefi bir araştırma sözkonusu değildi. Bu gerçekleri
belirginleştirme, iyice vurgulama eylemi realiteyi karşılayan bir hareketti.
Bu, realiteyle girişilmiş fiili bir cihattı.
"Kâfirler "Muhammed'e, Rabbinden bir mucize
indirilseydi ya" derler. Oysa sen sadece bir uyarıcısın ve her toplumun bir
doğru yol göstericisi vardır. "(Ra'd Suresi 7)
-"Kâfirler "Muhammed'e, Rabbi tarafından somut bir
mucize indirilseydi ya" derler. Onlara de ki; Allah dilediğini saptırır ve
kendisine yöneleni doğru yola iletir." (Ra'd Suresi 27)
-"Ey Muhammed, sana vahyettiğimiz mesajı kendilerine
okuyasın diye seni öyle bir ümmete gönderdik ki, onlardan önce bir çok
ümmetler gelip geçmiştir. Onlar rahmeti bol olan Allah'ı tanımıyorlar.
Onlara de ki; "Benim Rabbim O dur. O'ndan başka ilah yoktur, ben yalnız O'na
dayandım, dönüş O'nadır." (Ra'd Suresi 30)
-"Biz senden önce de nice peygamberler gönderdik,
onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadıkça hiçbir peygamber
mucize göstermeye yetkili değildir. Her belirli sürenin, her dönemin ayrı
bir kitabı vardır." (Ra'd Suresi 38)
"-Kâfirlere yönelttiğimiz bazı tehditleri sana
göstersek de ya da daha önce canını alsak da senin görevin, mesajımızı
duyurmaktır, insanları hesaba çekmek bize düşer." (Ra'd Suresi 40)
Böylece risaletin tabiatı ve resulün yetki alanı
belirginleşmiş oluyor. Peygamber sadece bir uyarıcıdır. Açıklamaktan,
kendisine vahyedilen gerçekleri insanlara okumaktan başka bir görevi yoktur.
Allah izin vermedikçe bir mucize gerçekleştirmesi mümkün değildir. O bir
kuldur. Allah da O'nun Rabbidir. O'na dönecektir, O'na sığınacaktır. O, her
insan gibi evlenir, çoluk çocuk sahibi olur. İnsanlık neyi gerektiriyorsa,
hepsini yapabilen bir insandır. Yüce Allah`a yönelik kulluğunu bütün
gerekleri ile birlikte sürdürür her zaman.
İslâm inancındaki bu yalınlık, sadelik sayesinde,
peygamber ve peygamberliğin tabiatı etrafında tasavvur edilen düşünsel
boşluk ve karanlık ortamdan beslenen bu hurafe ve efsaneler sona erdi.
Tevhid inancı bu tür şaşkın düşüncelerden kurtarıldı. O zamanlar kiliselerin
benimsediği inanç sistemi ve çeşitli putperest inanç sistemleri, bu tür
karışık düşüncelerle dolup taşmıştı. Bu karışık düşünceler, Hz. İsa
(a.s.)'nın getirdiği semavi inanç sistemi olan Hristiyanlığı, otaya
çıkışının birinci yüzyılından itibaren tabiatı ve gerçek mahiyeti bakımından
putperest bir inanç sistemine dönüştürdüler. Gerçek Hristiyanlığa göre Hz.
İsa, Allah'ın bir kuluydu ve Allah izin vermedikçe bir mucize gösteremezdi!
Yüce Allah'ın şu sözünde yeralan apaçık gerçeği de
ele almadan bu konuyu bitirmek istemiyoruz:
"Kâfirlere yönelttiğimiz bazı tehditleri sana
göstersek de ya da daha önce canını alsak da senin görevin mesajımızı
duyurmaktır, insanları hesaba çekmek bize düşer." (Ra'd Suresi 40)
Bu söz kendisine Rabbi tarafından vahiy gelen ve
insanlara bu inanç sistemini duyurmakla sorumlu tutulan Hz. Peygambere
-salât ve selâm üzerine olsun söyleniyor. Özetle şu denmek isteniyor: Bu
dinin durumu O'nu ilgilendirmez. Bu davanın sonunu tayin etmek O'nun
yetkisinde değildir. Onun görevi açıklamaktır, insanları doğru yola iletmek
değil. İnsanlara hidayet etme yetkisi tek başına Allah'a aittir. İster yüce
Allah, onun milletinin akıbetine ilişkin olarak yönelttiği tehditlerin bir
kısmını gerçekleştirsin, ister bunları gerçekleştirmeden önce O'nun canını
alsın farketmez... Hangisi olursa olsun, hiçbiri O'nun görevinin mahiyetini
değiştiremez. Evet O'nun görevi duyurmaktır. Bundan sonra onları hesaba
çekmek de Allah'a aittir. Bunun dışında davetçinin tabiatına ilişkin bir
soyutlama ve görevine ilişkin bir sınırlandırma sözkonusu değildir. O'nun
görevi belirlenmiştir. Bu davaya ilişkin her meselede ve diğer tüm konularda
karar yetkisi yüce Allah'a aittir.
Bununla Allah'ın dinine davet edenler, Allah'ın
yetkisinde olan bir şeye karşı saygılı olmayı öğreniyorlar. Elde edilecek
sonuçlar ve gelecekte varılacak noktalar konusunda acele etmemelidirler.
İnsanların doğru yola gelmesi için acele etmek onlara düşmez. Yüce Allah'ın
doğru yolu bulanlara ve onu yalanlayanlara ilişkin vaadinin çabucak
gerçekleşmesini istememelidirler. Şöyle dememelidirler: "Çok davet ettik,
ama az kişi bizim davetimizi kabul etti." Ya da "uzun süre sabrettik, ama
yüce Allah biz hayatta iken zalimleri zulümlerinden dolayı
cezalandırmadı"... Onların görevleri sadece açıklamaktır... İnsanların dünya
ya da ahiretteki hesabı ise kulların yetkisinde değildir. İnsanların
hesabını görmek yüce Allah'ın yetkisindedir. O halde -yüce Allah'ın yetki
alanına saygılı olmanın gereği ve O'na kul olduklarını itiraf etmenin
ifadesi olarak- bu sahayı yüce Allah'a bırakmalıdırlar: O dilediğini ve
seçtiğini yapar...
Ayrıca bu sure Mekke'de inmiştir... Bu yüzden Hz.
Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- Mekke'deki görevini "duyurma" ile
sınırlandırmaktadır. Çünkü "cihad" henüz farz kılınmamıştı. Bundan sonra da
duyurunun ardından cihad etmesi emredildi. Bunu da bu dinin hareket
metodunun tabiatı ile birlikte değerlendirmek gerekir. Bu surede yeralan
hükümler hareketliliği öngören ve davet hareketi ile realitesi içiçe olan
hükümlerdir. Ayrıca davetin ihtiyacını ve pratik durumu karşılayan
hükümlerdir. İşte bu nokta günümüzde, bu din hakkında "araştırma" yapanların
çoğunun habersiz olduğu bir noktadır. Onlar sürekli "araştırma" yapıp hiç
"hareket" etmediklerinden dolayı Kur'an hükümlerinin konumlarını ve bu dinin
pratik realitesiyle olan ilgisini kavrayamıyorlar.
Birçoğu "senin görevin mesajımızı duyurmaktır,
insanları hesaba çekmek bize düşer" gibi ayetleri okuyup davetçilerin
görevlerinin duyurma ile sınırlı olduğu sonucunu çıkarıyorlar. Mesajı
duyurdular mı üzerlerine düşeni yapmışlar demektir. Cihada gelince, vallahi
bu adamların düşüncelerinde yeri var mı yok mu? bilmiyorum!
Nitekim bu ayeti ve benzeri ayetleri okuyanların bir
kısmı da cihadı tamamen geçersiz saymıyorlar ama, sınırlandırma getiriyorlar
ve bu ayetin Mekke'de cihadın farz kılınmasından önce indiğini anlamıyorlar.
Kur'an ayetlerinin İslâma davet hareketi ile olan ilişkilerini
kavrayamıyorlar. Bunun nedeni onların bu dinle birlikte hareket etmemeleri,
sadece onu yerlerinde oturup sayfalar arasında okuyup incelemeleridir. Oysa
bu dini yerlerinde oturanlar kavrayamaz. Oturanların dini değildir İslâm.
Bununla beraber, `açıklama' Hz. Peygamberin -salât
ve selâm üzerine olsun- uygulamasının temelidir. Ondan sonra bu dine davet
edenlerin her zaman uyguladıkları bir ilkedir. Ayrıca tebliğ, cihadın ilk
aşamasıdır ve bu ilke sağlıklı bir şekilde uygulandığı, yani ayrıntı sayılan
gerçeklerden önce bu dinin temel gerçeklerinin açıklanması hedeflendiği
zaman... Diğer bir ifade ile daha ilk adımdan itibaren yüce Allah'ın tek ve
ortaksız ilahlığının, Rabblığının ve egemenliğinin ilanı hedeflendiği
zaman... İnsanların sadece yüce Allah'a kulluk yapması, ona boyun eğip ondan
başkasına boyun eğmemelerini sağlamayı amaçladığı zaman... Evet bunları
hedeflediği zaman "duyurma" hareketi sağlıklıdır demektir. Hiç kuşkusuz
cahiliye, Allah'ın dinine davet edenleri, duyurma görevini yerine
getirenleri karşı çıkma, meydan okuma, sonra eziyet etme ve savaş açma gibi
reaksiyonlarla karşılayacaktır. İşte o zaman cihad aşaması gündeme gelir. Bu
durum sağlıklı bir tebliğin doğal ve kaçınılmaz sonucudur:
"Böylece her peygamberin karşısına ayı
günahkârlardan bir düşman çıkardık." (Furkan Suresi 31)
İşte yol budur... Bunun dışında izlenecek başka bir
yol yoktur.
SEBEP SONUÇ İLİŞKİSİ
Sonra surenin içerdiği bir diğer işaret üzerinde
duruyoruz. Sure insanın niyeti ile hareketi, eğilimi ile akıbetinin
sınırlandırılması arasındaki ilgi konusunda kesin sözü söylüyor. İnsanın
davranışları sonucu yüce Allah'ın iradesinin yerine geldiğini vurguluyor.
Bunun yanında olup biten her şeyin Allah'ın belirlediği özel bir kaderle
meydana geldiğini, gerçekleştiğini belirtiyor. Bu konuya ilişkin olarak
surede yeralan ayetlerin bütünü, bu önemli sorun hakkındaki İslâmın bakış
açısını olanca niteliği ile ortaya koymaktadır. Aşağıya alacağımız örnekler
bunu yeterince göstermektedir.
"Herhangi bir toplum tutumunu değiştirmedikçe Allah
onun konumunu değiştirmez. Allah, bu toplumun herhangi bir kötülüğe
uğramasını dileyince onu hiç kimse önleyemez. İnsanların Allah'dan başka
hiçbir koruyucu, kayırıcısı yoktur." (Ra'd Suresi 11)
"Rabblerinin çağrısına olumlu cevap verenlere
karşılıkların en güzeli verir. O'nun çağrısına olumlu karşılık vermeyenlere
gelince, eğer dünyada bulunan her şey, bir kat fazlası ile ellerinde olsa,
bütün bunları kurtuluş fidyesi olarak verirlerdi. Böylelerini kötü bir
hesaplaşma işlemi bekliyor, varacakları yer cehennemdir; orası ne fena bir
barınaktır." (Ra'd Suresi 18)
"...Onlara de ki; "Allah, dilediğini saptırır ve
kendisine yöneleni doğru yola iletir."
"Onlar iman etmişlerdir ve kalpleri Allah'ı anmakla
huzura kavuşur. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura
erebilir." (Ra'd Suresi 27) "...Dilese, Allah'ın bütün insanları doğru yola
ileteceğini, mü'minler hala kesinlikle anlamadılar mı? (Ra'd Suresi 31)
"... Aslında kâfirlere entrikaları, düzenbazlıkları
çekici göründü de doğru yoldan saptırıldılar. Allah'ın saptırdığını hiç
kimse doğru yola iletemez. (Ra'd Suresi 33)
Bu ayetlerin ilkinden açıkça anlaşılıyor ki, bir
toplum durumunu değiştirmeye ilişkin yüce Allah'ın iradesi, yine bu toplumun
kendi hareketleri niyet ve eylemlerinde yaptıkları pratik ve bilinçli
değişiklikler doğrultusunda devreye giriyor, fonksiyonunu yerine getiriyor.
Bu toplumun niyet ve eylem olarak sahip olduğu şeyi değiştirdiği zaman yüce
Allah, onların kendi kendilerine yaptıkları değişiklik doğrultusunda
durumlarını değiştirir. Eğer durumları yüce Allah'ın onlara kötülük
dilemesini öngörüyorsa, bu dileme gerçekleşir ve hiç kimse bunu
engelleyemez. Hiçbir şey onları Allah'a karşı koruyamaz. O'nun dışında bir
dost; bir yardımcı da bulamazlar.
Fakat, eğer onlar Rabblerinin çağrısına olumlu
karşılık verirlerse ve bu olumlu yaklaşım doğrultusunda kendi kendilerini
değiştirirlerse, yüce Allah, onlara iyilik dileyecek ve bu iyiliği onların
lehinde dünya hayatında ya da ahirette veya her ikisinde gerçekleştirecekti.
Rabblerinin çağrısına olumlu karşılık vermediklerinde ise, onlar hakkında
kötülük dileyecek, dolayısıyla kötü bir cezayı hakedeceklerdir. Onun
çağrısına olumlu karşılık vermeyen kişiler olarak hesap verme günü, O'nun
huzuruna geldiklerinde hiçbir şey onları bu kötü akıbetten
kurtaramayacaktır.
İkinci ayetten de açıkça anlaşılıyor ki, insanların
yüce Allah'ın çağrısına olumlu ya da olumsuz karşılık vermeleri onların
niyet ve eylemleriyle doğrudan bağlantılıdır. Yüce Allah'ın onlara ilişkin
iradesi onların bu niyetleri ve eylemleri doğrultusunda gerçekleşir.
Üçüncü ayete gelince; ayetin baş tarafı, yüce
Allah'ın dilediği kimseyi saptırmada özgür iradeye sahip olduğunu
vurgulamaktadır. Ayetin devamında ise; "Allah kendisine yöneleni doğru yola
eriştirir" deniliyor. Böylece yüce Allah'ın kendisine yönelen kimse için
hidayete erdirmeyi takdir ettiği gerçeği ortaya çıkıyor. Bu da gösteriyor
ki, yüce Allah kendisine yönelmeyeni, çağrısına olumlu karşılık vermeyeni
saptırır. Dolayısıyla kendisine yönelip olumlu karşılık vereni saptırmaz. Bu
gerçek yüce Allah'ın şu ayette yeralan vaadine uygun düşmektedir: "Bizim
uğrumuzda çaba sarfedenleri yollarımıza iletiriz." (Ankebut Suresi 69) Bu
münasebetle şu hidayetle şu sapıklık yüce Allah'ın kullara ilişkin
iradesinin sonucudur. Bu irade de kulların kendi kendilerine yaptıkları
değişiklik ile Allah'ın çağrısına olumlu karşılık verme ya da karşı çıkma
niyetleri doğrultusunda devreye girer.
Dördüncü ayet, şayet yüce Allah dileseydi bütün
insanları doğru yola iletebilirdi gerçeğini vurgulamaktadır. Bu ayetlerin
tümünün ışığında şu anlama geldiği ortaya çıkmaktadır: Şayet yüce Allah
dileseydi bütün insanları sadece doğru yolu bulma yeteneğine sahip kimseler
olarak yaratırdı. Ya da onları doğru yola girmeye zorlardı. Ne var ki, yüce
Allah onları şimdi olduğu gibi hem doğru, hem de eğri yola yönelebilme
yeteneğine sahip kimseler olarak yaratmış, bundan sonra da onları doğru yola
girmeye ya da eğri yola girmeye zorlamamıştır. (Yüce Allah böyle yapmaktan
uzaktır, yücedir) Sadece onlara ilişkin iradesini, onların doğru yolun
kanıtlarına, imanın işaretlerine karşı olumlu ya da olumsuz yaklaşımları
doğrultusunda yürürlüğe koymuştur.
Beşinci ayet, kâfirlerin İslâm ve müslümanlara karşı
kurdukları tuzakların kendilerine hoş göründüğünü ve bu yüzden doğru yola
girmekten alı konduklarını ifade etmektedir. Bu ve benzeri ayetleri tek
başına ele almak insanları, İslâm düşünce tarihinde cebir (zorlama) ve
ihtiyar (özgür seçim) sorunu etrafında bilenen tartışmalara sürüklemiştir.
Oysa bu ve benzeri ayetleri, Kur'an'ın bütünü içerisinde ele almak, insana
kapsamlı bir düşünce kazandırmaktadır. Buna göre, bu hoş görünme ve doğru
yoldan alıkonma kâfir olmaktan ve Allah'ın çağrısına olumlu karşılık
vermemekten kaynaklanmaktadır. Yani kâfirlerin yüce Allah'ın kendileri
aleyhinde yaptıklarını, süslü göstermeyi ve doğru yoldan. alıkoymayı irade
etmesini gerektirecek şekilde, kendi kendilerine yaptıkları değişiklikten
kaynaklanmaktadır.
Konunun iyice anlaşılması için vurgulanması gereken
son bir şey daha kalıyor... Bu konu etrafında bütün mezheplerde, düşünce
akımlarında birçok tartışmalar olmuştur... Bu mesele şudur: İnsanların
kendilerine ilişkin besledikleri niyetler bizzat sonuçları doğurmaz. Çünkü
sonuçlar ancak yüce Allah'ın takdiriyle meydana gelen olaylardır. Evrende
olup biten her şey ancak yüce Allah'ın belirlediği özel bir kader uyarınca
meydana gelmekte, olup bitmektedir.
O'nun isteği ile gerçekleşmekte, O'nun iradesiyle
tamamlanmaktadır. "Kuşkusuz biz her şeyi bir plan uyarınca yaratmışız."
(Kamer Suresi 49) Evren düzeninde mekaniklik yoktur. Bizzat sonuçları
vareden sebeplerin kaçınılmazlığı sözkonusu değildir. Çünkü sebep de sonuç
gibi belli bir kader uyarınca yaratılmış şeylerdir. İnsan niyetinin kendi
kendine bütün yapabildiği, ilahi iradenin bu niyet uyarınca gerçekleşmesini
sağlamasıdır. Fakat bu iradenin yürürlüğe girmesi ve meydana getirdiği
pratik sonuçları, olup biten her şeyi kapsayan Allah'ın kaderi doğrultusunda
gerçekleşmektedir. "Her şey O'nun katında belirli bir ölçüye bağlıdır."
(Ra'd Suresi 8)
Bu düşünce -surenin akışı içinde ayeti ele alırken
de değindiğimiz gibi- insan denen varlığın tüm evren düzeni içindeki
üstünlüğünü, şerefini arttırdığı gibi, omuzlarına yüklenen sorumluluğun
büyüklüğünü de arttırmaktadır. Çünkü bütün yaratıklar içerisinde, yüce
Allah'ın iradesinin kendi niyeti ve eylemi doğrultusunda gerçekleşmesini
hakeden sadece insandır. Ne büyük sorumluluk!.. Ve tabii ne büyük onur!..
BOZULMAMIŞ FITRAT
Ayrıca bu sure, küfrün ve bu dinin getirdiği gerçeği
kabul etmemenin; insan bünyesinin bozulmuşluğunu, insanın bünyesinde yeralan
fıtri alıcı cihazların işlevsiz hale gelişini ve insan tabiatının çürüyüp
dengesiz bir hale geldiğini açıkça ifade etmektedir. Çünkü dengeli olduğu,
silik bir karakter arzetmediği, devre dışı bırakılmadığı ve dejenere
olmadığı taktirde kendisine bu gerçek sunulduğunda, Kur'an'ın yönteminde
olduğu gibi açıklandığında, iman edip müslüman olmak suretiyle bu gerçeğe
olumlu karşılık vermeyecek bir insan fıtratı sözkonusu değildir. İnsan
fıtratı bu gerçeğe yatkın bir tabiata sahiptir. Şayet insan fıtratı bu
gerçeği kabullenmekten alıkonuyorsa bu, kişinin yakalandığı bir hastalıktan
dolayıdır. Bu yüzden kişi, kendisi için hidayetten başkasını seçmektedir. Bu
hastalık insanın sapıklığı haketmesine, sonuçta da azaba uğramasına neden
olmaktadır. Nitekim yüce Allah bir başka surede şöyle buyurmaktadır:
"Dünyadaki haksız yere büyüklük taslayanları
ayetlerimden uzak düşüreceğim. Onlar görecekleri hiçbir ayete inanmazlar,
eğer doğru yolu görseler de o yola girmezler. Fakat sapık yolu görünce hemen
ona koyulurlar. Bunun sebebi onların ayetlerimizi yalanlamaları,
umursamamalarıdır." (A'raf Suresi 146)
Bu surede, küfrün özelliğini gözler önüne seren,
inkâr etmenin körlük ve basiretin kapanması olduğunu vurgulayan benzeri
ayetler çokça yeralmaktadır. Surede yeralan bu ayetler, doğru yolda olmanın,
hidayete ermenin insan bünyesinin bu körlük hastalığından uzak olduğunu,
içindeki algılama yeteneklerinin sağlıklı olduğunu gösterdiğini de
vurgulamaktadır. Yine bu ayetler bu evrenin safhalarında düşünenler, aklını
kullananlar için gerçeği gözler önüne seren sayısız kanıt bulunduğunu ifade
etmektedir.
"Rabbim tarafından sana indirilen mesajın gerçek
olduğunu bilen kimse hiç kör ile bir olur mu? Ancak sağduyu sahipleri öğüt
alırlar."
"Onlar Allah'a verdikleri sözü tutarlar,
anlaşmalarını bozmazlar." "Yine onlar, Allah'ın sürdürülmesini emrettiği
ilişkileri sürdürürler, Rabblerinden korkarlar ve kötü hesaplaşmadan
ürkerler."
"Yine onlar, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacı
ile sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizlice ve
açıkça hayır yolunda harcarlar, kötülüğü iyilikle savarlar. İşte geçici
dünyanın ardından gelecek olan mutlu akıbet onları bekliyor." (Ra'd Suresi
19-22)
"Kâfirler "Muhammed'e, Rabbi tarafından somut bir
mucize indirilseydi ya" derler. Onlara de ki; "Allah, dilediğini saptırır ve
kendisine yöneleni doğru yola iletir."
"Onlar iman etmişlerdir ve kalpleri Allah'ı anmakla
huzura kavuşur. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura
erebilirler."
"İman edip iyi ameller işleyenlere ne mutlu, onları
güzel bir gelecek beklemektedir." (Ra'd Suresi 27-29)
"O yerin alanını geniş yaptı; orada köklü dağlar ve
nehirler varetti; bütün ürünleri, bütün bitkileri çift olarak yarattı; O
geceyi gündüzün üzerine örter. Hiç kuşkusuz bunlarda düşünen kimseler için
ibret dersleri vardır."
"Yeryüzünde birbirine bitişik, farklı yapıda toprak
parçaları; üzüm bağları, ekinler ve çatallı-çatalsız hurma ağaçları vardır;
hepsi aynı su ile sulanır, fakat ürünleri arasında fark gözetiriz. Hiç
kuşkusuz bunlarda aklı erenler için birçok ibret dersleri vardır." (Ra'd
Suresi 3-4)
Yüce Allah'ın şahitliği ile gerçeğe olumlu karşılık
vermeyenlerin körler oldukları vurgulanmış oluyor. Buna göre onlar
düşünmüyorlar, akıllarını kullanmıyorlar. Yüce Allah tarafından gönderilen
gerçek içerikli mesaja olumlu karşılık verenler ise, yine Allah'ın şahitliği
ile akıl sahipleridirler. Onların kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşur.
Kalpleri bu gerçeği hemen tanır. Daha önce fıtratın derinliklerinden kabul
etmeye yatkın olduğu bu gerçekle hemen ilgi kurar, durulur, böylece huzura
kavuşur.
İnsan yüce Allah'ın bu sözünün kanıtlarını Allah'ın
dininin içerdiği ve Allah'ın peygamberi Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- eksiksiz şekliyle getirdiği gerçekten yüz çevirenlerle
karşılaştıkça görüyor. Bunlar hastalıklı, sağlıksız, dejenere olmuş
nesillerdir. Olsa olsa bünyeleri en önemli faktörünü yitirmiş, bu yüzden
çevresindeki varlık bütününün yüklendiği mesajı algılamayan kimselerdir
bunlar. Çevrelerinde yeralan varlık bütünü, Rabbini hamdederek tesbih
ettiğinin; O'nun birliğini, gücünü, plan ve takdirini ifade ettiğinin
farkında değildirler.
Bu gerçeğe inanmayanların yüce Allah'ın şahitliği
ile kör oldukları kesinleştikten sonra, Allah'ın peygamberine inandığını ve
bu Kur'an'ın Allah katından vahyedildiğine iman ettiğini iddia eden bir
müslümanın hayatla ilgili herhangi bir meselede bu körlere başvurması olacak
iş değildir. Özellikle bu başvuru, insan hayatına hükmeden sosyal düzenle ya
da insan hayatına dayanan değer yargıları ve ölçülerle veya toplumu
şekillendiren gelenekler, örfler, töreler, görenekler, davranış biçimleri ve
hayat kurallarıyla ilgili olunca...
İslam dışı bütün düşüncelere karşı topyekün tavrımız
bundan ibarettir. Elbette pozitif bilimler ve bunların pratik uygulamaları
bu genellemenin dışındadır. Nitekim Allah'ın elçisi -salât ve selâm üzerine
olsun- bu gerçeği şu şekilde işaret etmektedir: "Dünyanızın işlerini siz
benden daha iyi bilirsiniz." O halde yüce Allah'ın yol göstericiliğini
bilen, Allah'ın peygamberinin getirdiği bu gerçeği anlayan bir müslümanın
yol göstericiliğini onaylamayan ve bunun gerçek olduğunu bilmeyen birine bir
öğrenci gibi bir şeyler öğrenmek üzere başvurması kesinlikle mümkün
değildir. Çünkü, bu Allah'ın şahitliği ile kördür ve bir müslüman Allah'ın
şahitliğini reddedemez. Böyle yaparsa müslüman olduğunu iddia edemez.
Hiç kuşkusuz bu dini ciddiye almalıyız.
Direktiflerine kesin gözüyle bakmalıyız. Bu tür meselelerde beliren en ufak
bir ciddiyetsizlik, cıvıklık, inancın ciddiyetsizliğini, cıvıklığını
gösterir. Eğer yüce Allah'ın şahitliği reddedilmiyorsa, mesele bu şekilde
algılanmalıdır. Bu şekildeki durum apaçık küfürdür çünkü.
En garip olanı da, günümüzde birtakım insanların
müslüman olduklarını iddia etmeleri, sonra da hayat sistemlerini, yüce
Allah'ın haklarında "bunlar kördür" dediği bu veya şu kimselerden
edinmeleri, buna rağmen de kendilerinin müslüman olduklarını iddia etmeye
devam etmeleridir.
Bu din ciddi bir dindir. Cıvıklığa, kaypaklığa
tahammül edemez. Tüm hükümleri kesindir ve ciddiyetsizlik kabul etmez. Her
hükmü ve her kelimesi gerçeğin ta kendisidir.
Kendisinde bu ciddiyeti, bu kararlılığı ve bu
sağlamlığı bulamayan biriyle bu dinin hiçbir ilgisi yoktur. Ve yüce Allah'ın
alemlere ihtiyacı yoktur.
Cahiliyeye göre şekillenen insan hayatının realitesi
müslümanın duygularına baskı yapıp, onu, hayat sistemi için cahiliyeye
başvurmaya zorlamamalıdır. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
getirdiği dinin gerçek olduğunu ve bunun gerçek olduğunu bilmeyen birinin
"kör" olduğunu bildiği halde bu köre uymamalıdır. Yüce Allah'ın şahitliğine
rağmen herhangi bir konuda ona başvurmamalıdır.
HAYATI YÖNLENDİREN
GERÇEK
Sözü bağlarken bu surenin zihinlere yerleştirdiği ve
bu dinin yapısında önemli bir yol tutan son bir işaret önünde duruyoruz.
Kuşkusuz şu yeryüzünde insanlık hayatında
başgösteren fesatla, yüce Allah'ın insanları iyiye, güzele, doğruya iletmek
için gönderdiği gerçeği görmeme arasında sıkı bir ilişki vardır. Çünkü yüce
Allah'ın fıtratla yaptığı sözleşmeye olumlu karşılık vermeyenler ve gerçek
olduğunu bildikleri halde onun katından gelen hak dini kabul etmeyenler,
evet yeryüzünde bozgun çıkaranlar bunlardır. Ama Allah katından gelenin
gerçek olduğunu bilenler ve O'na olumlu karşılık verenler yeryüzünü ıslah
edip hayatlarını tertemiz kılan kimselerdir.
"Rabbin tarafından sana indirilen mesajın gerçek
olduğunu bilen kimse hiç kör ile bir olur mu? Ancak sağduyu sahipleri öğüt
alırlar."
"Onlar Allah'a verdikleri sözü tutarlar,
anlaşmalarını bozmazlar."
"Yine onlar, Allah'ın sürdürülmesini emrettiğini
sürdürürler, Rabblerin den korkarlar ve kötü hesaplaşmadan ürkerler."
"Yine onlar, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacı
ile sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizlice ve
açıkça hayır yolunda harcarlar, kötülüğü iyilikle savarlar.. İşte geçici
dünyanın ardından gelecek olan mutlu akıbet onları bekliyor." (Ra'd Suresi
19-22)
"Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir taahhüt
haline getirdikten sonra bozanlara, Allah'ın sürdürülmesini emréttiği
ilişkileri kesenlere ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlara gelince onlara
lânet vardır ve dünyayı izleyecek olan kötü akıbet kendilerini
beklemektedir." (Ra'd Suresi 25)
İnsanlığın, yönetimin önderliğini Hz. Muhammed'e
-salât ve selâm üzerine olsun- indirilen kitabın gerçek olduğunu bilen,
dolayısı ile yüce Allah'ın insan fıtratından, Adem ve zürriyetinden, sadece
kendisine kulluk yapacaklarına, onun egemenliğine gireceklerine, hiçbir
konuda ondan başkasına başvurmayacaklarına sadece onun emir ve yasaklarına
uyacaklarına ilişkin olarak aldığı söze bağlı kalan, bu yüzden yüce Allah'ın
sürdürülmesini emrettiği ilişkileri sürdüren, Rabblerinden korkan ve O'nun
yasakladığı ve öfkelendiği bir şeyi işlemekten çekinen, hesap gününde kötü
bir akıbetten korkan, her davranışlarında her yaptıklarında ahireti hesaba
katan, dosdoğru olmanın gerektirdiği tüm yükümlülükleri ile birlikte
Allah'la yapılan bu sözleşmeye eksiksiz uymada sabır gösteren, namazı kılan,
yüce Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylerin bir kısmını
gizli-açık Allah yolunda ihtiyaç sahiplerine veren, yeryüzünde iyiliği ve
doğruluğu egemen kılmakla kötülüğü, fesadı bertaraf eden basiretli akıl
sahipleri ele almadıkça, insanlık hayatı ıslah olmaz.
İnsanlığın dünya üzerindeki hayatı, sadece Allah'ın
yol göstericiliğine göre hareket eden hayatı O'nun sistemi ve yol
göstericiliği doğrultusunda şekillendiren bunun gibi basiretli bir
önderliğin yönteminde ancak ıslah olur. Bu hayat, kör sapıkların yönetiminde
ıslah olmaz. Sadece Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun-
indirilenin gerçek olduğunu bilmeyen, bu yüzden yüce Allah'ın salih kulları
için hoşnut olduğu sistemin dışındaki sistemlere uyan bu adamların
yönetiminde insana yakışır, sağlıklı bir hayat sürdürmek mümkün değildir.
İnsan hayatı feodalizmle, kapitalizmle ıslah olmadığı gibi, komünizmle,
bilimsel sosyalizmle de ıslah olmaz. Bunların tümü de Hz. Muhammed'e salât
ve selâm üzerine olsun- indirilenin gerçek olduğunu bilmeyen körlerin ortaya
koyduğu sistemlerdir. Evet sadece Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine
olsun- indirilen sistem gerçektir ve bu sistemden vazgeçmek ya da bu sistemi
değiştirmek doğru değildir. İnsanlık hayatı diktatörlük ya da demokrasi
yönetimleri ile normal ve düzenli şekilde sürmeyeceği gibi, teokrasi idaresi
ile de normal ve düzenli şekilde yoluna devam etmez. Bunlar, körlerin,
ortaya koyduğu sistemler olmaları bakımından aynıdırlar. Allah'ı bir yana
bırakıp kendi Rabblıklarını ilan eden sapık körlerin koyduğu sistemlerdir
bunlar. Bu sistemlerdeki yönetim ve hayat metodunu belirleyen bu körlerdir.
Bunlar yüce Allah'ın izni olmaksızın insanlar için kanunlar koyarlar.
İnsanlar da konulan bu kanunlara kulluk ederler. Böylece Allah'dan
başkasının dinine girmişlerdir.
Kur'an ayetine dayanarak yaptığımız bu açıklamanın
kanıtı, yirminci yüzyılın cahiliyesinde tüm yeryüzünü kaplayan azgın
fesattır. Yeryüzünün doğusunda, batısında zavallı insanlığı kıskacına alan
uğursuz bedbahtlıktır. Bu açıdan feodalist ve kapitalist rejimlerle komünist
ve bilimsel sosyalist rejimler arasında fark yoktur. Yönetim biçiminin
diktatörlük ya da demokrasi olması farketmiyor. Bu rejimlerin ve yönetim
biçimlerinin tümü de insanlığa fesat, çöküntü, mutsuzluk ve bunalım
getirmekle eşittirler. Çünkü tümü de sadece yüce Allah tarafından Hz.
Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- indirilen dinin gerçek olduğunu
bilmeyen, yüce Allah'la yapılan fıtri sözleşmeye ve O'nun şeriatına bağlı
kalmayan, hayatlarında Allah'ın sistemine ve yol göstericiliğine uymayan kör
sapıkların ürünü olmak bakımından birbirlerinden farksızdırlar.
Müslüman -Allah'a olan inancından ve Hz. Muhammed'e
indirilen kitabın gerçek olduğunu bildiğinden- Allah'ın sisteminin dışındaki
tüm sistemleri, bütün toplumsal ya da ekonomik ideolojileri, yüce Allah'ın
koyduğu ve kullarından salih olanların uyması için hoşnut olduğu biricik
sistemin, mezhebin ve şeriatın dışındaki tüm siyasal rejimleri elinin tersi
ile iter, onları reddeder.
Allah'ın koyduğu sistemin dışında herhangi bir
rejimin ya da hükmün veya sistemin yasallığını sadece tanımak bile insanı
Allah'a teslim olmanın sınırlarının dışına çıkarır. Allah'a teslim olmak
başkasının değil, sadece O'nun dininin yönetimine girmektir, hükümranlığı
tek başına Allah'a özgü kılmaktır...
Bu tanıma eylemi İslâmın temel anlamının
zorunluluğuna karşıt olmasının ötesinde de bizzat yeryüzündeki halifelik
görevini kör sapıklara teslim etmek anlamına gelmektedir. Ona söz verdikten
sonra Allah'ın ahdini ihlal eden Allah'ın sürdürmesini emrettiği ilişkileri
kesip koparan ve yeryüzünde fesat çıkaran kör sapıkların yeryüzündeki
egemenliklerini tanımak demektir. Çünkü yeryüzündeki fesat tamamıyle
körlerin önderliği ile bağlantılıdır.
İnsanlık, tüm tarihi boyunca hep mutsuz yaşamıştır.
Kör sapıkların önderliğindeki değişik sistemlerin, rejimlerin ve kanunların
arasında bocalayıp durmuştur. Asırlar boyu filozof, düşünür, kanun koyucu ve
politikacı kılığına bürünmüş, bu kör sapıkların elinde oyuncak haline
gelmiştir. Hiçbir zaman mutluluğu yakalayamamıştır. İnsanlık bakımından
hiçbir ilerleme kaydetmemiştir.
Ve asla yüce Allah'ın yeryüzündeki halifesi olacak
dereceye gelmemiştir. Ama insanların ilahi sistemin gölgesinde yaşadıkları,
her bakımdan dengeli hayat metodunun egemen olduğu dönemler bu genellemenin
dışındadır.
Bunlar surede ön plana çıkan bazı işaretlerdir.
Elimizden geldiğince açıklamaya çalıştık bu işaretleri. Ama onları tümüyle
ele aldığımızı söyleyemeyiz, sadece kısaca değindik.
Bize bu gerçekleri gösteren Allah'a hamdolsun. Eğer
O bize bu gerçekleri göstermemiş olsaydı, hiç kuşkusuz biz bu gerçekleri
göremeyecektik.
RA'D SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.