55-Rahman
1."Rahman" olan
Allah.
2- Kur'an'ı öğretti.
3- İnsanı yarattı.
4- Ona düşüncesini
açıklamayı öğretti.
5- Güneşin ve ayın
konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır.
6- Bitkiler ve
ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler.
7- O, göğü yüksek
yarattı ve tartı ilkesini koydu.
8- Tartıda titiz
olun diye.
9- Teraziyi doğru
tutunuz, sakın eksik tartmayız.
10- Allah, yeryüzünü
canlıların ayakları altına serdi.
11- Orada türlü
türlü meyvalar, salkımlı hurma ağaçları var.
12- Yine orada
yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler var.
13- Ey insanlar ve
cinler, peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Burada sözü, anlamı, çağrışımı ve müzikal ahengi ile
bilerek seçilen bir "giriş" ile karşı karşıyayız.
Evet "Rahman' olan Allah".
Dalga dalga yayılarak uzak enginlere varan sarsıcı
sesi şu evrenin her yanında, şu varlığın bütün birimlerinde yankılanan bir
çığlıktır kulaklarımıza gelen.
Evet "Rahman' olan Allah".
Perde perde yükselerek mesafeleri aşan, varlık
aleminin katmanlarını titreştiren, her varlığa hitap eden ahengi ile, her
varlığın dikkatini çeken, gökleri ve yeryüzünü dolduran, her kulağa ve her
kalbe ulaşan bir çığlık.
Evet "Rahman' olan Allah: '
Arkasından birdenbire gelen bir suskunluk. Ayet
bitiyor. Tüm evren de susup kulak kesiliyor. Bu çarpıcı girişi izleyecek
olan büyük haberi bekliyor. Derken o beklenen ve bütün varlık aleminin
vicdanını iliklerine kadar titreten haber geliyor.
İşte surenin "Rahman" olan Allah'ın nimetlerini
açıklamayı konu edinen ilk bölümü ve o çarpıcı duyuruyu izleyen haber bu
ayetlerden oluşuyor. İnceleyelim:
"Kur'an'ı öğretti:'
Bu, "Rahman" olan Allah'ın insana yönelik
merhametinin somut göstergesi olan en büyük nimettir. Kur'an yanı. O, şu
evrenin tüm yasalarının özenli ve eksiksiz bir tercüman; göklerin ve yerin
sistemidir. İnsanlar bu kitaba sarılınca evrenin yasal sistemi ile bağ
kurarlar; inançlarını, düşüncelerini, değer yargılarını, sosyal
sistemlerini, davranışlarını varlık aleminin dayanağı olan değişmez temel
üzerine oturturlar. Bu durum onlara huzur, güven, evrensel yasalarla
aralarında anlayış ortaklığı ve iletişim kurma imkânı sağlar.
Kur'an, kendisine sarılanların algı organlarını ve
duygularını şu güzel evrene açar. İnsanlar bu evreni ilk kez görmüş gibi
olurlar. Kur'an onların kendi varlıklarına ilişkin algılarını tazeleyip
güçlendirdiği gibi çevrelerini kuşatan evrene ilişkin algılarını da
tazeleyip güçlendirir. Çevrelerindeki her şeye insanlarla iletişim kuran,
insanlara sevgi saçan taze bir ruh aşılar. O zaman Kur'an'ın bağlıları, şu
gezegen üzerindeki yolculukları boyunca nereye gitseler, nerede dursalar
kendilerini dostlar arasında, cana yakın ahbaplar arasında bulurlar.
Kur'an, bağlılarının beyinlerine yüce Allah'ın
yeryüzündeki halifeleri, onurlu temsilcileri oldukları; gökleri, yeryüzünü
ve dağları dehşete düşüren yüce "emanet"in taşıyıcıları oldukları bilincini
aşılar. Böylece bu insanlar, insanlıklarını gerçekleştirmekten doğan
değerlerinin farkına varırlar. Bu amaca erdiren tek aracın "iman" olduğunu
anlarlar. O iman ki, yüce Allah'ın soluğunu ruhlarında tazeler, O'nun
insanlara yönelik en büyük nimetine gerçeklik kazandırır.
Bundan dolayıdır ki, Kur'an öğretme nimeti, insanı
yaratma nimetinden önce anılmıştır. Çünkü bu canlının insan olma anlamı, bu
nimet sayesinde gerçekleşebilir. Devam ediyoruz:
"İnsanı yarattı. Ona düşüncesini açıklamayı
öğretti."
Burada şimdilik insanın yaratılışı olayını bir yana
bırakalım. Surenin akışı içinde az ilerde bu konunun yeri gelecek. Zaten
burada bu nimetin anılmasının amacı, onu izleyen, "düşünceyi açıklama"
nimetine sözü getirmektir.
Biz insanın konuştuğunu, meramını anlattığını,
düşüncesini açıkladığını, diğer insanlarla anlaştığını, onlarla iletişim
kurduğunu hep görüyoruz. Bu sürekli gözlem bize bu ilâhi bağışın önemini, bu
"harika" olayın müthişliğini unutturuyor. Bu yüzden Kur'an, birçok yerinde
bu olaya dikkatlerimizi çekiyor, bizi onun üzerinde düşünmeye özendiriyor.
Evet insan nedir? Aslı nedir? Varlığa nasıl
başlamıştır? Düşüncesini açıklamayı nasıl öğrenmiştir?
İnsan varoluşu, ana rahminde can bulan tek hücre ile
başlar. Yalın, küçücük, minicik, basit, ancak mikroskopla görülebilen,
belli-belirsiz tek bir hücre ile. Fakat kısa bir süre sonra bu tek cenin'e
(embriyo'ya) dönüşüyor. Milyonlarca kemik, kas, sinir, deri ve kıkırdak
hücresinde oluşan bir canlı biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Sonra bu
hücrelerden çeşitli organlarla bu organların işitme, görme, tadma, koklama
ve dokunma gibi fonksiyonları oluşuyor. Sonra da en büyük harikalar ve en
çarpıcı sırlar, yani kavrama, konuşma, bilinç ve sezgi yetenekleri ortaya
çıkıyor. Bunların hepsi o tek, yalın, küçük, minicik, basit ve belli
belirsiz hücreden kaynaklanıyor.
Nasıl ve nereden? "Rahman" olan Allah tarafından ve
O'nun sanatının eseri olarak.
Biz konuşmanın, meram anlatmanın nasıl meydana
geldiğini şöyle bir gözden geçirelim. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Allah sizi hiçbir şey bilmez halde analarınızın
karınlarından çıkardı. Size kendisine şükredesiniz diye işitme duyusu,
gözler ve kalpler verdi." (Nahl suresi, 78)
Konuşma sisteminin yapısı, hiçbir zaman şaşırtıcılık
vasfı sona ermeyecek bir harikadır. Dil, dudaklar, damak, dişler, gırtlak,
soluk borusu, bronşlar ve akciğerler. Bütün bu organlar işbirliği halinde
çalışarak meram anlatma zincirinin bir halkasını oluşturan "seslenme"
işlemini meydana getirirler. Bu işlem, bütün önemine rağmen, bu karmaşık
surenin mekanik yanını oluşturur. Süreç bunun ötesinde işitme duyusu ile,
beyinle, sinirlerle, sonra da akılla ilişkilidir. O akıl ki, onun sadece
adını biliyoruz, ne mahiyetinden ve ne de özünden haberimiz var. Hatta nasıl
çalıştığı, fonksiyonunu hangi yöntemle gerçekleştirdiği konusunda hemen
hemen hiç bir şey bilmiyoruz.
Konuşan bir insan herhangi bir sözcüğü nasıl
seslendirir?
Bu olay, çok aşamalardan geçen, çok adımları olan,
çok sayıda organik sistemin işbirliğini gerektiren, bazı aşamaları halâ
bilinmeyen, şu ana kadar aydınlığa kavuşturulamamış olan, son derece
karmaşık bir işlemdir.
Bu işlem, bilinçte o sözcüğü söyleyerek belirli bir
meramı gerçekleştirmeye yönelik bir ihtiyacın belirmesi ile başlar. Bu
ihtiyaç duygusu sonra idrak alanından, ya da akıldan veya ruhtan somut bir
işlem aracı olan beyne gider. Ama bu geçişin nasıl olduğunu bilmiyoruz.
Sonra da bilim adamlarının söylediklerine göre beyin, sinirler aracılığı ile
bu belirli sözcüğü seslendirmeye ilişkin emir verir. Sözcüğün kendisini ise
insana yüce Allah öğretiyor, anlamını o belletiyor. Bu sırada akciğerler
depoladıkları havanın bir bölümünü dışarıya basarlar. Bu hava bronşlardan
soluk borusuna, oradan gırtlağa geçerek ses tellerini titreştirir. Bu ses
telleri insan yapısı hiçbir ses aygıtının, hiçbir müzik enstrümanının
tellerine benzetilemeyecek oranda şaşırtıcı bir yapıya sahiptirler. Gırtlağa
gelince sese dönüşen bu hava aklın isteğine göre biçim alır. Yani yüksek
olur, alçak olur; hızlı olur, yavaş olur; sert olur, yumuşak olur, bas olur,
tiz olur, ya da başka bir biçime ve niteliğe bürünür. Gırtlağın yanısıra
dil, dudaklar, gırtlak ve dişler de devreye girer. Ses bu organlardan
geçerken çeşitli harflerin çıkış yerlerindeki özel vurguların etkisi ile
biçimlenir. Özellikle dil üzerinde her harfe özgü ses tonunu sağlayan
çeşitli bölgeler vardır. Buralarda belirli vurgu gerçekleşerek belirli
titreşimi gerektiren harf seslendirilir.
Bütün bu aşamaların sonunda bir tek sözcük
seslendirilmiş olur. Bunun arkasından cümleler, konular, düşünceler,
geçmişe, şimdiki zamana ve geleceğe ilişkin duygular gelir. Bütün bunlar
şaşırtıcı, tuhaf ve ayrı birer alemdirler.` İnsanın şu tuhaf ve şaşırtıcı
organizmasında oluşurlar. Onları meydana getiren, Rahman olan Allah'ın
sanatı ve lütfudur.
Sonraki ayetlerde "Rahman" olan Allah'ın
nimetlerinin evrensel fuardaki gösterisine devam ediliyor. Okuyoruz:
"Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli
bir hesaba dayanır.
Burada ayın ve güneşin yapıları ile hareketleri
arasında uyum sağlayan ince plâna dikkat çekiliyor. Kalpleri ürperti, dehşet
ve bilinçle dolduran bu vurgulama, sözcükleri arasında geniş çaplı ve
derinlikli gerçekler barındırıyor. Şöyle ki:
Güneş, uzaydaki gök cisimlerinin en büyüğü değildir.
İnsanoğlunun sınırlarını bilmediği, uçsuz-bucaksız bir boşluk olarak
algıladığı uzayda milyarlarca yıldız vardır. Bunların arasında güneşten daha
büyükleri, ondan daha çok ısı ve ışık yayanları vardır. Meselâ araplar
arasında "şıra el Yemanî" adı ile bilinen büyük ayı takımındaki Cırı us
yıldızı, güneşten yirmi kat daha ağır ve güneşin elli katı kadar ışıklıdır.
Arcturus yıldızı ise güneşin seksen katı hacminde ve ondan sekiz bin kat
daha parlaktır. Suheyl yıldızının ışık yayma gücü de güneşinkinden iki bin
beş yüz kat fazladır. Bu tablo bu şekilde genişletilebilir.
Fakat güneş, "yer" adını verdiğimiz şu küçük gezegen
üzerinde yaşayan biz insanlar arasından en önemli yıldızdır. Çünkü bu
gezegenin kendisi ve sakinleri güneş ışığının, güneş ısısının ve onun çekim
gücünün etkisi altında yaşıyorlar, varlıklarını sürdürüyorlar.
Ay da öyle. O aslında yer yuvarlağının küçük hacimli
bir uydusudur. Fakat yeryüzünün hayatı üzerinde büyük etkisi vardır.
Denizlerde görülen gel-git olayının en önemli faktörü odur.
Güneşin hacmi, ısı derecesi, dünyamıza uzaklığı,
yörüngesindeki dönüş hızı; bunun yanısıra ayın hacmi, dünyamıza uzaklığı ve
yörüngesindeki dönüş hızı, bütün bunlar gerek yeryüzündeki hayata yönelik
etkileri bakımından ve gerekse uzaydaki diğer yıldızları ve gezegenler
arasındaki konumları açısından son derece ince ve duyarlı hesapların
sağladığı dengelere dayanırlar.
Şimdi onların gezegenimizi ve üzerindeki hayat olayı
yakından ilgilendiren bu hesaplı dengelerinin bazı yönlerinde göz
gezdirelim: Güneşin dünyamıza uzaklığı doksan iki buçuk milyon mildir. Eğer
o dünyamıza bundan daha yakın olsa yeryüzü ya yanar, ya erir, ya da uzaya
yükselen bir buhar kitlesine dönüşürdü. Eğer bizden daha uzakta olsa o zaman
da yerküremiz donar ve üzerindeki hayat ölüme dönüşürdü. Güneşin dünyamıza
ulaşan ısısı, onun asıl ısısının iki milyonda biri kadardır.,Yeryüzündeki
hayatın sürmesi için gereken optimal ısı derecesi bu kadardır. Meselâ eğer
güneşin yerinde o iri ve güçlü radyasyonlu Cirius yıldızı olsaydı,
yerküremiz buharlaşıp yokoluverirdi.
Şimdi de ayın hacmini ve dünyamıza olan uzaklığını
ele alalım. Eğer ay şimdikinden daha büyük olsaydı, denizlerde meydana
getireceği gel-git olayının yol açacağı su yükselmeleri yeryüzünü ve
üzerindeki bütün varlıkları tufana boğardı. Eğer ay, yüce Allah'ın kıl kadar
bile şaşmaz hesabına göre olduğundan daha yakınımızda olsaydı, sonuç
dünyamız için aynı türden bir felaket olurdu.
Güneş ile ayın dünyamıza uyguladıkları çekim gücü
gerek yerküresinin konumu ve gerekse uzay hoşluğundaki dönüşünün dengesi
açısından hesaplı ve ölçülüdür. Dünyamızın bağlı olduğu güneş sistemi bütün
uyduları ile Lyr burcundaki Vega yıldızına doğru saatte yirmi bin millik bir
hızla hareket etmektedir. Buna rağmen milyonlarca yıllık yolculuğu boyunca
sistemimiz, uzaydaki yıldızlardan biri ile çarpışmamaktadır.
Bu korkunç ve uçsuz-bucaksız uzay boşluğunda hiçbir
yıldızın yörüngesi kıl ucu kadar bile sapma göstermez. Yıldızların hacimleri
ve hareketleri arasındaki uyum ve denge hesapları arasında en ufak bir
değişiklik meydana gelmez.
Yüce Allah "Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri
belirli bir hesaba dayanır" buyururken gerçekten ne kadar doğru söylüyor!
Devam ediyoruz: "Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler."
Bir önceki ayet, şu koca evrenin yapısındaki plâna
ve hesaba işaret etmişti. Bu ayette ise evrendeki doğrultu birliğine ve
ilişkiye işaret ediliyor. Bu işaret de uyarıcı ve çarpıcı bir gerçeğe
ileticidir. Şöyle ki:
Şu varlık bütünü ile kaynağına ve yoktan
varedicisine kulluk ve boyun eğme bağı ile bağlıdır. Bitkiler ve ağaçlar,
varlık aleminin bu doğrultusunu kanıtlayan iki örnektir. Kimi tefsir
bilginleri ayetin orjinalindeki Necm sözcüğünün "gökteki yıldızlar" anlamına
geldiğini ileri sürerken başka bazı tefsir bilginleri bu sözcüğün "ağaçlar
gibi gövdesi üzerinde dik duramayan bitkiler" demek olduğunu söylemişlerdir.
Sözcük ister o anlama alınsın, ister bu anlama geldiği kabul edilsin aynı
kapıya çıkar. Her iki durumda da ayet, şu varlık alemindeki doğrultu
birliğine ve iç ilişkiye işaret ediyor.
Evrenin tümü, ruhu olan canlı bir varlık bütünüdür.
Gerçi bu ruhun göstergesi, biçimi ve dinamiklik derecesi varlıktan varlığa
değişir, ama özü bakımından birdir.
İnsan kalbi bu gerçeği, yani tüm varlıklara yayılmış
"hayat" gerçeği ile bu ruhun yaratıcıya yönelmiş olduğu gerçeğini çok eski
çağlardan beri fark etmiştir. İnsan kalbi sezgi yolu ile bu gerçeği
kavramıştır. Ama ne zaman bu sezgisini duyu organlarının deneyleri ile
sınırlı olan aklın kriterleri ile ölçmeye kalkıştı ise kuşkuya kapılmış ve
bu bilgiden uzak kalmıştır.
İnsanlık son yıllarda evrendeki yapısal birliği
yansıtan gerçeğin bazı ön bilgilerine ermiştir. Ama bu yöntemle onun ruh
taşıyan bir canlı olduğu gerçeğine erebilmekten halâ çok uzaklardır.
Pozitif bilim, günümüzde evren yapısının ana
biriminin atom olduğunu, atomun da aslında radyasyondan, yani ışık
enerjisinden ibaret olduğunu, evrenin temel ilkesinin hareket olduğunu ve
hareketin evrenin birimleri arasındaki ortak özellik olduğunu düşünme
eğilimindedir.
Fakat evrenin temel ilkesini ve ana özelliğini
oluşturan bu "hareket" hangi tarafa doğrudur.
Kur'an bize diyor ki: Evren, ruhunun hareketi ile
yaratıcısına yönelmiştir. Onun asıl hareketi budur. Evrenin bâr de yüzeysel
hareketi vardır. Fakat bu hareket, onun ruhunun hareketinin dışa
yansımasından başka bir şey değildir. Evrenin ruhsal. hareketi Kur'an'ın
birçok ayetinde gündeme getirilir. Bu ayetlerin başlıcalarını birlikte
okuyalım:
"Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler."
(Rahman suresi, 6)
"Yedi kat gök, yer ve buralardaki varlıkların tümü
O'nu tenzih ederler, noksanlıklardan uzak olduğunu dile getirirler.
Evrendeki her varlık, O'nu överek tesbih eder, fakat siz bu varlıkların
tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra suresi, 44)
"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların ve havada
süzülen kuşların Allah'ı noksanlıklardan tenzih ettiklerini görmüyor musun?
Bu varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua edeceklerini, O'nu nasıl
noksanlıklardan tenzih edeceklerini bilirler." (Nur suresi, 41)
Bu gerçeği düşünmek, tüm evrenin Allah'a yönelik
kulluklarını ve tesbihlerini izlemek insan kalbini acayip bir hazla
doldurur. İnsan kalbi bu durumda çevresindeki tüm varlıkların duygu
beraberliği ile yaratıcısına yöneldiğini, tüm varlıkların ruhları arasında
bulunduğunu hisseder. Bu ortak ruhun tüm varlıklarda kımıldamadığını ve
onları kendisine kardeş ve dost yaptığının bilincinde olur.
Onun için bu ayetin vurguladığı gerçek son derece
geniş boyutlu, engin ufuklu ve derin anlamlar taşır. Devam ediyoruz:
TARTIYI DOĞRU
TUTUNUZ
"O göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini koydu.
Tartıda titiz olunuz diye.
Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayınız: '
Göğe işaret etmenin amacı -Kur'an'ın, evrenin
çeşitli kesimlerine yönelik diğer işaretlerinde olduğu gibi- insan kalbini
gaflet uykusundan uyandırmak, kanıksamanın duyarsızlığından uzaklaştırmak,
şu evrende egemen olan uyuma ve güzelliğe dikkatini çekmek, onu yoktan
varederek çarpıcı güzelliklerle bezeyen "güçlü el"i tanımaya özendirmektir.
'
Göğe işaret etmek. Bu kavramın anlamı ne olursa
olsun insanın bakışlarını yükseklere, şu görkemli ve yüce uzaya yöneltir. Bu
uzay uçsuz-bucaksız bir enginliktir, bilinen hiç bir sınırı yoktur. İçinde
milyarlarca iri gök cismi hareket halinde olduğu halde hiçbir iki gök cismi
bir noktada buluşmaz, hiç bir iki gezegen sistemi birbirleri ile çarpışmaz.
Oysa güneş sistemimizin içinde bulunduğu galakside olduğu gibi bu takım
yıldızlarını oluşturan yıldızların sayısı kimi zaman milyona varır. Güneş
sistemimizin içinde bulunduğu saman yolunda yeralan kimi yıldızlar bizim
güneşimizden dar`a küçükken kimileri de ondan binlerce kat daha büyüktür.
Bizim güneş sistemimizin çapı bir milyon üç yüz otuzüç bin kilometre
dolayındadır. Bütün bu yıldızlar ve bütün bu gezegen sistemleri uzayda
korkunç hızlarla hareket halindedirler. Fakat onlar bu görkemli uzay boşluğu
içinde, biribirlerinin uzağında yüzen, bu yüzden ne bir noktada buluşan ve
ne de birbirleri ile çatışan birer zerre niteliğindedirler.
Yüce Allah, bu engin ve görkemli göğü yüksek
yaratmanın yansıttığı yüceliğin yanıbaşında "tartı ilkesini" hak terazisini
"koydu". Onu sabit, oynamaz, sarsılmaz, sağlam biçimde yerleştirdi.
Kişilerin, olayların, nesnelerin değerleri, her türlü değerler, doğru ve
duyarlı şekilde belirlensin diye bu ilkeyi yerleştirdi. Hiç bir şey yanlış
değerlendirilmesin, hiçbir şey tartılırken cahilliğin, kötü amacın ve
kişisel arzunun baskısı ile eksik ya da fazla tartılmasın diye yüce Allah bu
ilkeyi insan fıtratının özüne aşıladığı gibi onu peygamberlerin getirip
tanıttıkları ilâhi sistemin temel yasaları arasına kattı ve Kur'an'da da ona
yer verdi "Tartı ilkesini koydu" buyurdu. Niçin?;
"Tartıda titiz olunuz diye."
Ne eksik ve ne de fazla tartınız. Devam ediyoruz:
"Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayınız."
Demek oluyor ki, tartıdaki denge, hakkaniyet ilkesi
gözetilince, eksik ve fazla kutuplarının aşırılıklarına taşmaktan
kaçınılınca kurulur.
Okuduğumuz ayetlerde yeryüzündeki ve toplum
hayatındaki "hak" kavramı ile evrenin yapısı ve düzeni arasında ilişki
kuruluyor. Aynı yaklaşımla hak kavramı ile soyut anlamdaki "gök" arasında da
bağ kuruluyor. Çünkü yüce Allah'ın vahyi ve hayat sistemi, soyut anlamı ile
gökten iniyor. Bu bağ kurulurken göğün somut anlamı da gözetilmiştir. Çünkü
evrenin hayallere sığmaz büyüklüğü ile istikrarı yüce Allah'ın buyruğunu ve
gücünün sınırsızlığını simgeler. Böylece göğün bu iki anlamı çarpıcı
mesajları ve uyarıcı çağrışımları ile insan idrakinde buluşmuş, çakışmış
olur. Devam edelim:
YERYÜZÜ NİMETLERİ
"Allah yeryüzünü canlıların ayakları altına serdi.
Orada türlü türlü meyvalar, salkımlı hurma ağaçları
var.
Yine orada yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler
var."
Uzun sürelerden beri yeryüzünde yaşadığımız için, bu
gezegenin şartları ile ve görüntüleri ile içli-dışlı olduğumuz için,
kendimiz de bu gezegenin sakinleri arasında bulunduğumuz için, bütün bu
sebeplerden ötürü, bu yeryüzünü canlıların "ayakları altına seren" güçlü
elin etkisini farkedemiyoruz. Bu güçlü el yeryüzünde huzur, istikrar ve
rahatlık içinde barınmamızı sağlamıştır. Ama biz ne bu konforun, ne keyfini
sürdüğümüz istikrarın olağanüstü anlamının ve ne de bu gezegende bize
bağışlanan sayısız nimetlerin bilincinde değiliz. Yalnız zaman zaman bazı
yanardağlar lav ve kül püskürtüyor, yer yer deprem felaketleri oluyor da
ayaklarımız altındaki güvenle basmaya alıştığımız toprak sarsılıyor,
dalgalanıyor, altüst oluyor. İşte ancak o zaman şu yeryüzünde yüce Allah'ın
bir nimeti olarak keyfini sürdüğümüz istikrarın, dengenin ne demek olduğunu
anlıyoruz.
Oysa eğer insanlar bağrında barındıkları bu yeryüzü
hakkında birazcık kafa yorsalar bu gerçeğin her an bilincinde olmaları işten
bile değildir. Bu yeryüzü yüce Allah'ın şu engin uzayında yüzen yoğunlaşmış
bir toz bulutundan başka bir şey değildir. Evet bu uçsuz-bucaksız boşlukta
yüzen yoğunlaşmış bir toz bulutu. Bu toz bulutu bu engin boşlukta bir yandan
kendi ekseni çevresinde saatte yaklaşık bin millik bir hızla, öbür yandan da
güneş etrafında saatte yaklaşık altmış bin mil hızla dönüyor. Bunların
yanısıra bu gezegen, uydularından birini oluşturduğu güneş sistemi ile
birlikte bir bütün olarak saatte yirmi bin mile varan bir hızla uzaydaki Lyr
burcunda bulunan Vega yıldız kümesine doğru yolalıyor.
Evet, eğer insanlar sözünü ettiğimiz hızla uzayın
enginliklerini yutan ve yüce Allah'ın gücünden başka hiçbir tutamağa bağlı
olmayan bu yüzer toz bulutuna binmiş yolcular olduklarını düşünseler sürekli
biçimde kalpleri ve bakışları yüce Allah'a dönük bulunur, ruhları ve
eklemleri titrer, yeryüzünü canlıların ayakları altına seren, bu gezegeni
onlar için istikrarlı bir barınak halinde tutan ezici iradeli tek Allah'a
sığınmadan edemezlerdi.
Evet, yüce Allah üzerindeki varlıklarla birlikte hem
kendi ekseni çevresinde hem güneş etrafında dönen, bunların yanısıra güneş
sisteminin diğer gezegenleri ile birlikte sözünü ettiğimiz korkunç hızla
yüzen bu gezegeni canlıların yaşamasına elverişli bir barınak yaptı ve
burada onların rızıklarını, besin kaynaklarını da hazırladı. Okuduğumuz ayet
bu besin kaynakları içinden genel olarak meyvaları ve özellikle "salkımlı
hurmaları" anıyor. Ayetin orjinalinde yeralan "ekmam" sözcüğünün tekili olan
"kem" sözcüğü "içinde hurma meyvasının oluştuğu salkım torbası" anlamına
gelir-. Böylece hurma meyvesinin güzelliği yanında onun görünüşündeki
estetiğe işaret ediliyor. Yine bu yeryüzü besinlerinden yapraklı ve çenekli
taneler anılıyor ki, bu yapraklar ve çenekler kuruyunca hayvanlara yem
oluyorlar. Yine bu yeryüzü besinlerinden "hoş kokulu bitkiler" anılıyor. Bu
bitkilerin türleri çoktur. Kimi insanların yiyeceği olurken, kimi de
hayvanlara yem olur, kimi de saçtıkları güzel kokularla insanlar için zevk
ve haz kaynağı olurlar.
Buraya kadar yüce Allah'ın çeşitli nimetleri sayılıp
döküldü. Bu nimetler Kur'an'ın öğretilmesi, insanın yaratılması, onun
konuşma ve meramını anlatma yeteneği ile donatılması, güneşin ve ayın
hesaplı bir dengeye bağlanmaları, göğün yüksek yaratılıp tartı ilkesinin
yerleştirilmesi, yeryüzünün içindeki meyvalarla, hurmalarla, ekinlerle ve
kokulu bitkilerle birlikte canlıların ayakları altına serilmesi idi. Sözün
bu noktasında yüce Allah evren ve evrenliler karşısında cinlere ve insanlara
şöyle sesleniyor:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu sorunun amacı, belgelemek ve tanık tutmaktır.
Çünkü bu noktada hiç bir insan, hiç bir cin, "Rahman" sıfatlı yüce Allah'ın
nimetlerini inkâr edemez.
İNSAN VE CİNİN
YARATILIŞI
Şimdiye kadar yüce Allah'ın insanlara ve cinlere
yönelik nimetlerinin evrende olanları sayılmıştı. Şimdi onların kendi
üzerlerinde beliren, özellikle varoluşlarında, ilk baştaki yaratılışlarında
ifadesini bulan nimetler gündeme getiriliyor.
14- O insanı pişmiş
çamuru andıran kuru balçıktan yarattı.
15- Cinleri de
dumansız alevden yarattı.
16- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Yaratma ve yoktan varetme nimeti, bütün nimetlerin
temelini oluşturur. İlke olarak varolmak ile yokolma arasındaki mesafenin
boyutları, insanoğlunun tanıdığı, bildiği hiçbir ölçü ile ölçülemez.
İnsanoğlunun elinde olan ya da aklı ile kavrayabildiği bütün ölçüler bir
varlık ile başka bir varlığı karşılaştırmaya yarar. Var olan ile "yok" olan
arasındaki mesafeye gelince bunu insan aklı asla kavrayamaz. Aynı
imkânsızlığın cinler için de geçerli olduğunu sanıyorum. Çünkü onlar da
yaratıklara özgü karşılaştırma kriterlerini kullanan bir yaratık türüdürler.
Buna göre yüce Allah, cinlere ve insanlara yaratma
ve yoktan varetme nimetini hatırlatırken aslında onlara kavrama sınırlarını
aşan bir nimetten sözetmiş olmaktadır.
Yüce Allah bu hatırlatmanın arkasından insanların ve
cinlerin hangi hammaddelerden yaratıldığını açıklıyor. İnsanoğlunun
yaratılış hammaddesi de bir başka yaratıktır, yani sertçe dokunulduğunda ses
veren, çınlayan kuru balçıktır. Kuru balçık, çamurdan ya da topraktan
yaratılma sürecinin bir halkası olabileceği gibi insanın ve toprağın aynı
elementlerden oluştuğu gerçeğini vurgulayan sembolik bir ifade de olabilir.
"Modern bilim, insan organizmasının, toprağın
içerdiği elementleri aynılarını içerdiğini kanıtlamıştır. İnsan organizması
karbondan, oksijenden, hidrojenden, fosfordan, kükürtten, azottan,
kalsiyumdan, potasyumdan, sodyumdan, klordan, magnezyumdan, demirden,
manganezden, bakırdan, florinden, kobalttan, çinkodan, silisyumdan ve
alüminyumdan oluşur. Bu elementler, aynı zamanda toprağı da oluşturan
elementlerdir. Gerçi bu elementlerin oranı insandan insana değiştiği gibi
insan ile toprak arasında da değişiktir. Fakat oranlar bir yana, elementler
aynı elementlerdir."
Yalnız modern bilimin bu buluşunu bu ayetin kesin
açıklaması saymak doğru değildir. Kur'an'da dile getirilen gerçeğin amacı
pozitif bilimin bu buluşu olabileceği gibi başka bir şey de olabilir. Yani
bu benzeri ayetlerde insanın topraktan çamurdan ya da kuru balçıktan
yaratıldığı gerçeği ile bağdaşan çok sayıdaki oluşum tarzlarından biri
kastedilmiş olabilir.
Burada bir noktayı ısrarla vurgulamak istiyoruz. Bu
nokta Kur'an'ın ifadelerini insan ürünü bilimsel buluşlarla sınırlamaktan
kaçınılmasının gereğidir. Çünkü bilimsel buluşlar hem doğru, hem de yanlış
olabilecekleri gibi insanın bilgi ufku genişledikçe, bilgi edinme yöntemleri
çoğalıp olgunlaştıkça değişmeye, başkalaşmaya açıktırlar. Bazı iyi niyetli
araştırmacılar Kur'an'daki ifadelerin anlamları ile bilimsel buluşlar
arasında -bu buluşların deney sonucu mu, yoksa teori mi olduklarına
bakmaksızın- uyum sağlamak için can atarlar. Bunun Kur'an'ın ileri
görüşlülüğünü, mucizevi niteliğini kanıtlamak niyetiyle yaparlar. Oysa
Kur'an, değişmez ifadeleri değişken bilimsel buluşlarla uyuşsa da, uyuşmasa
da mucizedir. Onun ifadelerinin anlamları her zaman değişmeye ve
başkalaşmaya açık olan, hatta temelden doğruya da yanlış sayılma ihtimali
ile sürekli karşı karşıya bulunan bilimsel buluşların dar kalıplarına
sıkıştırılamayacak derecede geniş kapsamlıdır. Bilimsel buluşların Kur'an'ın
ifadelerini açıklamaya ilişkin tek faydası vardır. O da Kur'an'ın
kafamızdaki anlamını genişletmektir. İnsanın gerek iç dünyasına, gerekse dış
dünyasına ilişkin bir konuya ayetler kısaca değinmekle yetinmiş ise o
konudaki bilimsel buluşlar ayetin anlamını düşünürken düşünce ufkumuzu
zenginleştirebilir. Fakat bu durumlarda "filânca ayetin anlatmak istediği
şey işte şu bilimsel buluştur" diye kestirip atmaktan kaçınmalıyız. Bunun
yerine ' `şu bilimsel buluş, falanca ayetin anlamının bir bölümü olabilir"
dememiz gerekir.
Cinlerin dumansız alevden yaratıldıkları konusuna
gelince bu, insan ürünü bilimlerin sınırları dışında kalan bir meseledir. Bu
konudaki tek kaynak, işte bu Kur'an'dır. Yani tüm varlıkları yaratan ve
yaratıklarını herkesten daha iyi bilen yüce Allah'ın verdiği bilgidir.
Ayetin orjinalinde geçen "meric" sözcüğü "rüzgârların hareket ettirdiği dil
biçimindeki ateş alevi" demektir. Cinler şu yeryüzünde insanlarla birlikte
yaşayabilen bir canlı türüdürler. Fakat onların nasıl yaşadıkları konusunda
hiçbir bilgimiz yoktur. Yalnız kesin olarak şunu biliyoruz. Onlar da tıpkı
insanlar gibi, bu Kur'an'ın muhataplarıdırlar. Nitekim incelemekte olduğumuz
bu surenin yanısıra aşağıdaki ayet de bu gerçeği dile getirir:
"Hani cinlerden bir grubu, Kur'an'ı dinlesinler diye
sana göndermiştik..."(Ahkaf suresi, 29) Yukarıdaki ayette cinlere ve
insanlara yöneltilen seslenişin amacı onlara varoluşları nimetini
hatırlatmak, hangi hammaddeden yaratıldıklarını bildirmektir. Bu nimet bütün
dïğer nimetlerin temelini oluşturur. Bu yüzden hemen arkasından bu surede
sık sık tekrarlanan belgeleme ve tanık tutma içerikli değerlenme ayeti
geliyor. Okuyalım:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
17- O iki doğunun da
Rabbidir, iki batının da.
18- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Bu işaret, insan kalbini engin bir coşku ile
dolduruyor. Bu coşku, insan hangi doğrultuya yönelirse, hangi tarafa dönerse
bakışlarını hangi ufuklara dikerse yüce Allah'ın orada olduğuna ilişkin
bilinçten kaynaklanır. Buna göre "doğu"ların ve "batı"ların bulunduğu
yerlerde yüce Allah vardır. Yüce Allah "Rabb"lık sıfatı ile, dileği ile,
sınırsız otoritesi ile, nuru ile, yönlendirmesi ve doğru yola erdiren
rehberliği ile oralardadır.
Burada sözü edilen "iki doğu"dan ve "iki batı"dan
maksat güneş ile ayın doğup battıkları yerler olabilir. Bu yorum, yukardaki
ayetlerin birinde güneş ile ayın yüce Allah'ın nimetleri arasında anılmış
olmaları ile uyuşmaktadır. Ayrıca bu kavramlar, güneşin yaz ve kış
mevsimlerindeki farklı doğuş ve batış yerleri olduğuna dikkatlerimizi çekme
amacı da taşıyabilirler.
Her neyse bizim öncelikle dikkat edeceğimiz espri bu
işaretin çağrışımıdır. Bu çağrışımın içeriği şudur: "Doğu" ve "batı" diye
adlandırdığımız yerlerde -diğer her yerde olduğu gibi- yüce Allah vardır.
Gezegenleri, yıldızları, sistemleri hareket ettiren el, O'nun güçlü elidir.
O'nun nuru, O'nun "Rabb'lık otoritesi evrenin her tarafına yayılmıştır.
Doğulara ve batılara yönelik böyle bir düşünce, böyle bir irdeleme çabası,
böyle bir gözlem insan kalbine bilinç birikimi, insan kafasına ruhları ve
organları coşturan bir bilinç birikimi kazandırır.
Yüce Allah'ın "iki doğu'' ve "iki batı" üzerindeki
egemenliği, O'nun evren ile bütünleşen nimetlerinin bir bölümünü oluşturur.
Bu yüzden dış dünyaya yönelik kısa bir bakıştan sonra bu surede sık sık
karşımıza çıkan bildiğimiz değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz
Sözkonusu "iki doğu" ve "iki batı" yüce Allah'ın iki
doğal mucizesi olmalarının ötesinde aynı zamanda insanlara ve cinlere
yönelik iki ilâhi nimettirler. Çünkü bu iki doğal olay yeryüzünün tüm
sakinlerine yarar sunmaktadır. Hatta hayatın temel sebeplerinden birdirler.
Öyle ki, bu olaylardan biri ya da her ikisi aksasa yaşama şartları ortadan
kalkar.
Uzak ufuklara doğru çıkılan bu gezintinin arkasında
yine yeryüzüne dönülüyor. Dikkatler bu gezegenin kabuğunu saran suya
çekiliyor. Bu suyun her aşaması belirli bir plâna bağlıdır. Yüce Allah onun
türünü, akacağı yerleri ve sağlayacağı yararları inceden inceye
plânlamıştır. Okuyoruz:
19- Acı ve tatlı
sulu iki denizi birbiri üzerine salarak yanyana getirdi.
20- Ama aralarında
birbirlerine karışmalarını önleyen bir engel vardır.
21- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
22- Her iki denizden
de inci ve mercan çıkar.
23- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
24- O'nun denizlerde
yüzen, dağlar gibi iri gemileri vardır.
25- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Bu ayette sözü geçen "iki deniz" biri suları acı ve
öbürü suları tatlı olan iki tür su birikintisidir. Birinci su birikintisi
ile denizler ve okyanuslar, öbürü ile akarsular, nehirler kastediliyor.
Ayetin ifadesine göre bu iki su birikintisi birbiri üzerine salınıyor,
karşılaşmaları sağlanıyor, fakat içiçe geçmiyorlar, suları birbirine
karışmıyor, hiç biri belirli sınırı aşmıyor, görevinin ötesine taşmıyor.
Çünkü aralarında yüce Allah'ın sanatının eseri olan ve doğal yapılarından
kaynaklanan bir engel vardır.
Suların yerküre üzerinde bu şekilde dağılmış
olmaları amaçsız bir rastlantının sonucu değildir. Tersine bu dağılım hayret
verici bir plâna dayanır. Yerkürenin dörtte üçünü birbirlerine akıntısı olan
tuzlu sular kaplar, kalan dörtte birlik bölümü karalardan oluşur. Bu
miktarlardaki tuzlu su yerküreyi kuşatan atmosferi temizlemek için, onu
sürekli biçimde hayata elverişli durumda tutmak için gereklidir.
"Uzun yüzyıllar boyunca yerküreden çoğu zehirleyici
olan gazlar yükseldiği halde dünyamızı saran hava tabakası temiz kalır,
kirlenmez, insanın yaşaması için gerekli olan bileşim dengesi bozulmaz. Bu
dengeyi sağlayan mekanizma, o engin su kitleleri, yani okyanuslardır."
Güneşin ısısının etkisi ile bu büyük ve engin su
kütlesinden buharlar çıkar. Bu buharlar sonra yağmur olarak tekrar yeryüzüne
iner. Bu yağmurlar çoğu nehirler olmak üzere çeşitli tatlı su kaynakları
oluşur. Okyanusların genişliği, güneş ısısı, atmosferin yüksek katlarının
soğukluğu ve diğer bazı meteorolojik faktörler arasındaki uyumun etkisi ile
tatlı su kütlesini oluşturan yağmurlar meydana gelir. Bitkilerin,
hayvanların ve insanların hayatı işte bu tatlı suya dayanır.
Yaklaşık olarak bütün akarsular denizlere
dökülürler. Akarsular yeryüzünün tuzlarını denizlere, okyanuslara taşırlar.
Fakat denizler ve okyanuslar akarsuların özelliğini bozmazlar, geriye akıp
onlara karışmazlar. Normal olarak akarsu yatakları deniz düzeyinden
yüksektir. Bundan dolayı deniz ve okyanus suları kendilerini besleyen
akarsulara doğru yürümez, tuzlu suyu ile onların yataklarını kaplamaz,
böylece akarsuyun özelliklerini bozup fonksiyonlarını engellemez. Bu ikisi
arasında yüce Allah'ın sanatının eseri olan sözkonusu doğal engel vardır. Bu
yüzden bu iki su türü birbirine karışmaz.
Buna göre bu iki su kütlesi türünün ve bunların
arasındaki doğal engelin yüce Allah'ın nimetleri arasında anılması
yerindedir, tuhaf değildir. Okuyoruz:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Arkasından insanların gündelik hayatlarında yakından
tanıdıkları iki deniz kaynaklı nimet türü anılıyor. Okuyoruz:
"Her iki denizden de inci ve mercan çıkar."
İnci aslında bir hayvan türüdür. "İnci belki de
denizlerin en enteresan yaratığıdır. Bu canlı denizlerin derin yerlerinde
yaşar. Üzerinde, kendisini tehlikelerden koruyan kireçli bir kabuk vardır.
Bu hayvanın öbür canlı varlıklardan farklı bir yapısı ve yaşama tarzı
vardır. Balıkçı ağına benzer ince örgülü acayip bir ağı vardır. Bu ağ süzgeç
görevi görür. Suyun, havanın ve besin maddelerinin hayvanın vücuduna
girmesini sağlarken kum ve çakıl taşı gibi zararlı maddelerin girişine engel
olur. Bu ağın altında hayvan ağızları bulunur. Her ağızda dört dudak vardır.
Eğer bir kum tanesi, bir çakıl ya da zararlı bir canlı şu ya da bu biçimde
sözkonusu kabuktan içeri gererse hayvan hemen kaygan bir sıvı salgılayarak o
yabancı maddeyi kuşatır, sonra bu sıvı içindeki yabancı madde ile birlikte
donarak inciye dönüşür. Oluşan incinin iriliği, sözkonusu yabancı maddenin
hacmine göre değişir."
"Mercan da yüce Allah'ın enteresan yaratıklarından
biridir. Denizlerin beş metre ile üçyüz metre arasında değişen
derinliklerinde yaşar. Vücudunun alt kısmı ile bir taşa ya da bir deniz gibi
bitkisine tutunur. Vücudunun üst kısmında bulunan ağız boşluğu bazı
çıkıntılarla kaplıdır. Hayvan bu çıkıntıları besinini sağlamak için
kullanır. Çoğunlukla deniz böceği gibi küçük canlılardan oluşan avlar bu
çıkıntılara dokunur-dokunmaz hareketsiz hale gelerek bu çıkıntılara yapışıp
kalır: Sonra bu çıkıntılar kasılarak ağza doğru eğilirler. Böylece
insanların yemek borusunu andıran dar bir kanaldan geçerek hayvanın vücuduna
girer.
Bu hayvan üreyici hücreler salgılayarak çoğalır. Bu
hücreler yumurtacıkları döller. Böylece oluşan embriyo, bir taşa konar ya da
bir deniz-altı bitkisine tutunur ve bir süre sonra tıpkı diğer hayvan
türlerinde görüldüğü gibi, ayrı bir canlı olur.
Yaratanın gücünün bir kanıtı olarak bu hayvanın bir
başka üreme biçimi vardır. Bu üreme biçimi tomurcuklanmadır. Bu yolla
meydana gelen yavru tomurcuklar anaç tomurcuklarla birlikte bulunur. Böylece
mercan ağacı oluşur. Bu ağacın kalın olan gövdesi dallanma noktalarına
yaklaştıkça incelir ve tepe noktasında son derece ince olur. Mercan ağacının
boyu otuz santim kadar olur. Canlı mercan adaları portakal sarısı, karanfil
kırmızısı, zümrüt mavisi ve koyu siyah gibi çeşitli renklerde olurlar.
Kırmızı mercan, hayvanın canlı kısımlarının
yokoluşundan sonra geride kalan katı omurgadır. Bu ölü hayvanların kalkerli
iskeletleri büyük koloniler meydana getirir.
Kuzey-doğu Avustralya'daki "Büyük Mercan Seddi"
zincirleme kayalar oluşturan bu mercan kolonilerinin en tanınmışıdır. Bu
kaya zincirinin uzunluğu bin üçyüz elli mil, genişliği ise elli mil
kadardır. Bu kaya zinciri sözünü ettiğimiz küçük canlılardan oluşmuştur."
Bilindiği gibi inciden ve mercandan pahalı ve
değerli süs eşyaları ve takılar yapılır. Yüce Allah, kullarına bu iki
nimetini hatırlattıktan sonra bu surenin sembolü olan değerlendirme ayeti
ile yine yüzyüze geliyoruz:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Sonra denizlerde yüzen ve büyüklükleri bakımından
dağları andıran gemiler gündeme geliyor. Okuyoruz:
"O'nun denizlerde yüzen, dağlar gibi iri gemileri
vardır."
Görüldüğü gibi yüce Allah, denizde yüzen gemileri
kendine mal ediyor. Çünkü onlar O'nun gücü ile yüzebiliyorlar. Onları engin
denizlerde dalgaların pençesinden koruyan O'dur. Onları denizlerin dalgalı
yüzeylerinde tutup batmamalarını sağlayan O'nun dengeleyici gücüdür. O
yüzden bunlar "O'nundur". Gerçekten gemiler, eski dönemlerde olduğu gibi
günümüzde yüce Allah'ın insanlara bağışladığı başlıca nimetlerden biridir.
Bunlar insanlara hatırlanmaya değer, hiçbir zaman inkar edilemeyecek önemde
ulaşım imkânları, konfor şartları, geçim ve kazanç kaynakları sağlarlar. Bu
imkânlar yalanlanamayacak ve inkâr edilmeyecek derecede önemli ve belirgin
oldukları için yüce Allah yine soruyor:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"'
Bu noktada görünen evren sayfasının gözden
geçirilmesine son veriliyor. Fani alemin sayfası kapatılıyor. Tüm
yaratıkların karaltıları gözlerden kâyboluyor. Tüm canlılar meydandan
çekiliyor Yüce Allah'ın keremli ve kalıcı varlığı ortalığa doluyor.
Kalıcılıkta ve ululukta tek ve ortaksız olarak beliriyor. Geçiciliğin ve
yokoluşun gölgesini gözlemekte olan insan idrakinde "kalıcılık" realitesi
yerleşiyor.
26- Yeryüzündeki her
şey yok olacaktır.
27- Sadece kerem
sahibi, yüce Rabbinin varlığı süreklidir.
28- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Bu ifadenin gölgesi altında nefesler kesiliyor,
sesler korkudan kısılıyor, el ayak hareketsiz kalıyor. Yokoluşun gölgesi
bütün canlıları kaplıyor, bütün hareketleri kuşatıyor, göklerin ve
yeryüzünün ufuklarını sarıyor. Yüce Allah'ın kalıcı ve kerem saçıcı varlığı
vicdanları, vücudun tüm organlarını zamanı, mekânı gölgesi altına alıyor,
tüm varlık alemini ululuğun ve saygınlığın örtüsü altına alıyor.
İnsanın dili ve kalemi bu tabloyu tasvir edemez,
Kur'an'ın bu ifadesine hiçbir şey ekleyemez. Bu ifade insan vücudunun bütün
organlarına ürpertili bir sükunet, kapsayıcı bir yücelik, korku dolu bir
suskunluk dolduruyor. Gözlerimizin önünde her tarafı bomboş bırakan bir
yokoluş, hareketten eser bırakmayan koyu bir ölüm tablosu canlandırıyor.
Hareket ve hayatla dolup taşan şu evrende artık hiçbir kımıldama yoktur. Bu
tablo aynı zamanda sürekli kalıcılık realitesini gözlerimizin önünde
canlandırır, bu realitenin damgası insan idrakine vurulur. Gerçi insan,
hayatının deneyimleri içinde böyle bir realiteye, yani sürekli kalıcılık
gerçeğine yabancıdır, ama bu şaşırtıcı Kur'an ifadesini okurken onu
derinliğine kavrar.
Bu derin dokunuşun arkasından bildiğimiz
değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz. Yüce Allah bu realitenin evrene
yerleşmesini, yani evrendeki her şeyin yok oluşunun arkasından sadece
Allah'ın keremli ve yüce varlığının kalmasının pratiğe yansıtılmasını
cinlere ve insanlara yönelik bir nimet sayarak onların dikkatlerini bu
nimete çekiyor. Okuyalım:
Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu bir nimettir. Daha doğrusu öbür bütün nimetlerin
temelini oluşturur. Çünkü bütün bu varlıklar, o kalıcı varlıktan, O'nun
yasalarından, O'nun düzeninden ve kendine özgü niteliklerinden kaynaklanır.
Bu varlıklara ilişkin yasalar, değer yargıları, akıbetler, ödüller ve
cezalar da bu kalıcı varlığa dayanır' Tüm varlıkları yaratan, yoktan var
eden O "sürekli canlı"dır. Herşeyi koruyan, gözeten de O'dur. Hesaba çeken,
ödülleri ve cezaları belirleyen de O'dur. Sürekli kalıcılık ufkundan
ölümcül, fanilik alanını denetim altında tutan da O'dur. O halde bütün
nimetler bu "sürekli kalıcılık" realitesinden kaynaklanır. Bu alemin varlık
sahnesine çıkışı ve düzenli işleyişi bu gerçeğe, yani yokoluşun, geçiciliğin
ötesindeki "sürekli kalıcılık" gerçeğine dayanır.
Ölümcül ve geçici alemin ötesindeki "sürekli
kalıcılık" gerçeğinden bir başka gerçek doğar ki, o da şudur: Bütün ölümcül
(fani) yaratıklar, varoluşlarının devamını sağlayacak tüm ihtiyaçları için o
tek, eşsiz, ortaksız, ihtiyaçsız, yüce diriye yönelirler.
29- Göktekiler ve
yerdekiler hep O'ndan bir şey isterler. O her gün (her an) yeni bir işle
meşguldür.
30- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
31- Ey insanlar ve
cinler, yakında sizinle hesaplaşmak için özel vakit ayıracağız.
32- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz:
33- Ey cinler ve
insanlar, eğer göklerin ve yerin sınırlarını aşarak kaçmaya gücünüz
yetiyorsa kaçınız. Fakat ancak özel bir gücünüz varsa bunu başarabilirsiniz.
34- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
35- Üzerinize
dumansız alev ve bakır eriyiği püskürtülür de bu azaptan sizi kurtaran
bulunmaz.
36- Peki, Rabbinizin
hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
Evet, göktekiler ve yerdekiler her şeyi O'ndan
isterler. O'nun kapısı dilek kapısıdır. O'ndan başkasından hiç bir şey
istenmez. Çünkü o "başkası" kim olursa olsun, ölümcüldür, fanidir; dilek
kapısı olmaya elverişli değildir. Herkes dileğini O'na yöneltir; dilekleri
tek O karşılayabilir. Sırf O'nun kapısını çalanın eli boş dönmez. O'ndan
başkasına el açan kimse dilek kapısını şaşırmış, umut kulpunu elinden
kaçırmış ve cevap alma şansını yitirmiştir. Çünkü ölümcül bir varlığın,
başka bir ölümcül varlığa verecek nesi olabilir? Kendisi ihtiyaç içinde olan
bir zavallı başka bir "muhtaç"ın derdine nasıl çare olabilir?
Yüce Allah sürekli meşguldür, her an yeni bir iş
yapıyor. Sınırı olmayan bu evrenin tümü O'nun plânına dayanır, O'nun
dileğine bağlıdır. O'dur bu evreni çekip-çeviren. Bu çekip-çeviricilik, bu
yöneticilik bu evreni hem bir bütün olarak ve hem de evrenin her bireyini,
her birimini teker teker içerir. Hatta her canlı organ, her hücre, her atom
bu ortaksız yönetimin şemsiyesi altındadır. Her şeyi O yarattığı gibi her
şeyin fonksiyonunu da O belirler. Sonra da her nesneyi, fonksiyonunu yerine
getirirken gözetimi altında tutar.
Bu kapsamlı yönetim filizlenen her tomurcuğu,
dalından düşen her yaprağı, yerin derinliklerinde gizlenen her tohumu,
yaş-kuru her şeyi, denizlerdeki tüm balıkları, deliğindeki her kurtçuğu,
kuytu köşesindeki her böceği, inindeki her vahşi hayvanı, yuvasındaki tüm
kuşları, her yumurtacığı, her civcivi, her kanadı, her tüyü ve tüm canlı
organizmaların her hücresini izler.
Bu kapsamlı ve ayrıntılı yönetimin yüce sahibini,
hiçbir işi öbür işinden alıkoymaz; görünür-görünmez hiçbir şey O'nun
bilgisinin kapsamı dışında kalmaz. Yeryüzünde yaşayan cinlerin ve insanların
tüm işleri de O'nun bu faaliyet alanı içindedir. Bundan dolayı O, insanlara
ve cinlere bu nimetini hatırlatıyor, tescil etme ve tanık tutma amacı ile bu
nimeti dile getiriyor. Okuyalım:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
KIYAMET
Böylece ölümcüllüğün ötesindeki sürekli kalıcılık
gerçeği vurgulanmış oldu. Arkasından her şeyin o tek kalıcı varlığa
yöneldiği gerçeği hatırlatıldı. Arkasından tüm varlıklara ilişkin
faaliyetlerin, plânlamaların ve yönetilmelerin O ortaksız yöneticinin
dileğine bağlı olduğu, bunun kullara yönelik bir lütuf, bir dilek olduğu
açıklandı.
Bu genel gerçeğin ve onun türevleri olan öbür
gerçeklerin vurgulanması ile evrenin gözler önüne serilmesine ve insanlar
ile cinlerin karşısına dikilmesine son verilerek surenin yeni bir kesitine
geçiliyor. Bu kesit tehdit ve korkutma içeriklidir. Tehdit, ürkütücü ve
tüyler ürperticidir. Korkutma sarsıcı ve dehşet uyandırıcıdır. Bu tehditli
ve korkutmalı cümleler, surenin bundan sonraki akışı boyunca insanların ve
cinlerin karşısına çıkarılacak olan kıyamet dehşetine zihinleri hazırlayıcı
bir nitelik taşır.
Evet; "Ey insanlar ve cinler, yakında sizinle
hesaplaşmak için özel vakit ayıracağız: '
Aman Allah'ım! Ne korkunç, ne sarsıcı bir dehşet!
Buna insanlar ve cinler şöyle dursun; sıradağlar, yıldızlar ve gezegenler
bile dayanamaz.
Allah... Yüceler yücesi Allah. Allah güçlü, her şeyi
yapabilen, ezici iradeli, buyruğuna karşı durulmaz, büyük, ulu Allah. Evet,
yüceler yücesi Allah, şu iki zavallı, küçücük varlık türü ile, insanlar ve
cinler ile hesaplaşmak üzere başbaşa kalacağını bildiriyor. Hem de tehdit ve
intikam yansıtan bir dille.
Bu çok önemli bir olay. Büyük bir dehşet. Her türlü
düşünceyi, her türlü ihtimali aşan çarpıcı bir gelecek.
Aslında yüce Allah'ın meşgul olması sözkonusu
değildir ki, vakit ayırması, zamanını boşaltması sözkonusu olsun. İfadenin
amacı olayı insanın idrakine yaklaştırmak, tehdide sarsıcı ve dehşet saçan
bir somutluk kazandırmak, bu tabloyu hayalinde canlandıran herkesi tepeden
tırnağa titretmektir. Yoksa tüm evren bir tek sözle yaratılmıştır. Bir tek
"ol" sözü ile. Buna göre yokedilişi, mahvedilişi için de bir tek söz
yeterlidir, o söz üzerine herşey göz açıp kapayıncaya kadar yok olur. Peki
yüce Allah sırf insanlarla ve cinlerle başbaşa kalıp da onların hesabına el
koyduğunda, onları cezalandırmaya hazırlandığında bu zavallıcıkların halleri
nice olur?
Bu korku dolu dehşet tablosunun gölgesi altında yüce
Allah bu zavallılara yine soruyor:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Arkasından korkutmanın ve sarsmanın dozajı
arttırılarak insanlara ve cinlere meydan okunuyor. Bu meydan okuyuşta
ellerinden geliyorsa göklerin ve yeryüzünün boyutları dışına kaçarak
Allah'ın sillesinden kurtulmaları öneriliyor.
"Ey insanlar ve cinler, eğer göklerin ve yerin
sınırlarını aşarak kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçınız: '
Nasıl ve nereye kaçacaklar?
"Fakat ancak özel bir gücünüz varsa bunu
başarabilirsiniz."
Oysa böyle bir güç, ancak onun ortaksız sahibinin
elinde vardır. İnsanlar ile cinler bir kere daha aynı soru ile karşı karşıya
geliyorlar:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Acaba zavallıların yalanlamaya kalkışacak, hatta
ağızlarını açıp bir şey söylemeye yeltenecek en ufak bir güçleri, bir
cesaret kırıntıları kaldı mı?
Fakat bu ezici saldırı kampanyası son noktasına
kadar sürüyor. Korkunç tehdidin soluğu bu zavallıların ense kökünü yoklamaya
devam ediyor. Yüz kızartıcı akıbetleri somut olarak gözleri önüne seriliyor.
Okuyalım:
"Üzerinize dumansız alev ve bakır eriyiği
püskürtülür de bu azaptan sizi kurtaran olmaz.
Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu tablo, insanların ve tüm varlıkların
alışageldiklerinin ötesinde, insanların ve tüm varlıkların hayallerindeki
imajları aşan korkunçlukta bir dehşet tablosudur. Benzerine rastlanmayan,
orjinal bir tablodur. Kur'an'da buna yakın içerikte birkaç tablo
çizilmiştir. Ama onlar buna benzemekle birlikte tam olarak bunun gibi
değildirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Varlıklı yalanlayıcıları benimle başbaşa bırak."
(Müzzemmil suresi, 11)
"Şu tek olarak yarattığım adamla beni başbaşa
bırak." (Müddessir suresi, 11)
Fakat "Ey insanlar ve cinler, yakında sizinle
hesaplaşmak için özel vakit ayıracağız" ayeti, yine de bu ayetlerden daha
sert, daha etkileyici, daha korkunç ve daha dehşet saçıcıdır.
Bu noktadan itibaren surenin sonuna kadar kıyamet
günü sahneleri ile yüzyüze geleceğiz. Kıyamét günü evrenin alt-üst oluşunu
canlandıran tablo ile bunu izleyecek olan hesap verme, azaba çarpılma ve
ödül alma tabloları gözlerimizin önüne getirilecek.
Bu tabloların sunuluşu, surenin girişinin genel
havası ve evrensel alanı ile uyumlu bir evrensel tablo ile başlıyor.
Okuyalım:
37- Gök parçalanıp
da kırmızı gül renginde bir yağ eriyiğine dönüştüğü zaman;
38- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
39- O gün ne insana
ne de cinne suçu sorulmaz.
40- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
41- Suçlular yüz
ifadelerinden tanınarak perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar.
42- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
43- İşte suçluların
yalanladıkları cehennem budur.
44- Cehennem ile
kaynar su arasında mekik dokurlar.
45- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
Evet; "Gök parçalanıp da kırmızı gül renginde bir
yağ eriyiğine dönüştüğü zaman.
Kırmızı gül renginde, fakat yağ sıvılığında.
Kıyamet günü evrenin nasıl olacağına ilişkin
ayetlerin toplamı, o gün bütün gezegenlerin, yıldızların ve gök cisimlerinin
büyük bir yıkıma uğrayacaklarını, yörüngelerini ve hareket düzenlerini
kaybederek kaosa düşeceklerini bildirmektedirler. Yukarda okuduğumuz ayetin
de aralarında bulunduğu bu ayetlerin başlıcalarını şimdi birlikte gözden
geçirelim:
"Yer sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça
ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman".(Vakıa suresi, 4-6)
"Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ile ay biraraya
getirildiği zaman".
"Güneş dürüldüğü, yıldızlar karardığı, dağlar
yürütüldüğü, on aylık gebe develer başıboş bırakıldığı, vahşi hayvanlar
biraraya toplandığı, denizler kaynatıldığı zaman." (Tekvir suresi, 1-6)
"Gök yarıldığı, yıldızlar boşluğa dağıldığı,
denizler birbirine akıtıldığı zaman."
"Gök yarıldığı, ona yaraşır biçimde Rabbine kulak
verip boyun eğdiği, yer genişletildiği, içinde olanları atıp boşaldığı, ona
yaraşır biçimde Rabbine kulak verip boyun eğdiği zaman." (İnşirak suresi,
1-5)
Gerek bunlar, gerekse aynı konuyu ele alan diğer
ayetler o gün tüm evreni etkileyecek olan o dehşetli olaya işaret ederler.
Bu olayın iç yüzünü yüce Allah'tan başka hiç kimse bilmez.
Evet; "Gök parçalanıp da kırmızı gül renginde bir
yağ eriyiğine dönüştüğü zaman;
Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Devam ediyoruz:
"O gün ne insana ne de cinne suçu sorulmaz: '
Bu tablo, o bol tanıklı günün tablolarından biridir.
O gün değişik tablolar gerçekleşecektir. Kiminde kullar sorguya
çekilecektir. Kiminde kullara hiçbir soru sorulmayacaktır. Kiminde herkes
kendini savunmaya girişecektir. Kiminde sorumluluğu, suçu ortağının üzerine
atacaktır. Kiminde konuşmaya. tartışmaya, çekişmeye izin verilmeyecektir.
Kısacası o gün uzun, bitmez bir gündür. Her tablosu dehşet dolu ve bol
tanıklıdır.
SUÇLULAR VE CEHENNEM
Bu ayette hiçbir insana ve cinne günahlarının
sorulmayacağı tablodan sözediliyor. Çünkü o tabloda herkesin niteliği ve
davranış birikimi biliniyor. Kötülük izleri kara lekeler halinde ve iyilik
izleri beyaz parıltılar halinde yüzlerde belirir. Gerek bu belirtiler
gerekse o belirtiler yüz hatlarında okunur. Böyle bir durumda yalanlama ve
inkâr etme olur mu?
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
"Suçlular yüz ifadelerinden tanınarak perçemlerinden
ve ayaklarından yakalanırlar."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu sahne hem korkunç ve hem de korkunçluğunun
yanısıra küçük düşürücüdür. Çünkü suçluların ayakları yüzü ile
birleştiriliyor. Sonra bu biçimde, kargatulumba cehenneme atılıyorlar. O
anda yalanlama ve inkâr etme olur mu?
Bu sahne gözler önünden geçerken, suçluların
perçemlerinden ve ayaklarından tutulup cehenneme atılma işlemleri sürerken
ayet, bu gösterinin izleyicilerine dönüyor. Onlar sanki bu sure okunurken
oradadırlar. Kendilerine şöyle sesleniliyor:
"İşte suçluların yalanladıkları cehennem budur: '
İşte şimdi gördüğünüz gibi o önünüzdedir. Devam
ediyoruz: "Cehennem ile kaynar su arasında mekik dokurlar.
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Isısı son derece yüksek bir su. Sanki ateşte pişen
bir yemek! Cehennemliklere cehennemin kendisi ile bu kaynar sıvı arasında
mekik dokutulur. Bakın, işte şu anda onlar bu iki azap kaynağı arasında
gidip geliyorlar.
MÜ'MİNLER VE CENNET
46- Rabbinin
huzuruna çıkacağı andan korkanlara cennette bir konut verilecektir.
47- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
48- Bu cennet
konutlarının bahçeleri sık dallı ağaçlarla kaplıdır.
49- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
50- Bu iki konutta
birer pınar akmaktadır.
51- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
52- Bu konutların
bahçelerindeki ağaçlarda her meyvanın iki çeşidi vardır.
53- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
54- Bu konutlarda
ağırlananlar astarları yaldızlı atlastan minderlere yaslanırlar. Her iki
konutun bahçelerindeki ağaçların meyvaları yere yakındır, kolayca
devşirilebilirler.
55- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
56- Bu konutlarda
gözleri erkeklerinden başkasını görmeyen, daha önce ne insan ve ne de cin
kökenli bir erkeğin, el değdirmediği eşler vardır.
57- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
58- O eşler sanki
birer yakut ve mercandırlar.
59- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
60- İyiliğin,
iyilikten başka bir karşılığı olabilir mi?
61- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
62- Bu iki cennet
konutunda ali düzeyde iki cennet konutu daha vardır.
63- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
64- Bu konutların
renkleri koyu yeşildir.
65- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
66- İki konutta
sürekli kaynayan iki pınar vardır:
67- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
68- İki konutun
bahçelerinde de çeşitli meyva, hurma ve nar ağaçları vardır.
69- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
70- O konutlarda iyi
huylu, güzel kadınlar vardır.
71- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
72- O kadınlar
ceylan gözlüdürler ve çadırlarının dışına hiç çıkmazlar.
73- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
74- Daha önce onlara
ne cin ne insan kökenli hiçbir erkeğin eli değmemiştir.
75- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz
76- Bu konutlarda
ağırlananlar yeşil yastıklara ve güzel işlemeli minderlere yaslanırlar.
77- Peki, Rabbinizin
hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
78- Kerem sahibi,
ulu Rabbinin adı ne yücedir!
"Rabbinin huzuruna çıkacağı andan korkanlara
cennette bir konut verilecektir."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
İncelediğimiz Kur'an surelerinde ilk kez "iki
cennet" deyimi ile karşılaşıyoruz. Bu iki cennetin, bildiğimiz büyük
cennetin bölümleri olması en yakın ihtimaldir. Fakat özel olarak anılmaları,
düzeylerinin yüksekliği yüzünden olabilir. Vakıa suresini incelerken
cennetliklerin başlıca iki gruptan oluştuklarını, bu grupların "öncüler" ile
"amel defterleri sağ ellerine verilenler" olduklarını göreceğiz. Bu iki
gruba sunulacak nimetler birbirinden farklı olacaktır. Burada sözü edilen
iki cennetin yüksek mertebeli bir gruba ayrıldığını düşünebiliriz. Bu yüksek
mertebeli grup, Vakıa suresinde sözü edilen "öncüler" grubu olabilir.
İlerdeki ayetlerde iki başka cennetten daha söz edildiğini göreceğiz. Bu
cennetlerin de bu öncü" grubu izleyen cennetliklere ayrıldığını düşünüyoruz.
Bu grup "amel defterleri sağ ellerine verilen"lerin grubu olabilir.
Her neyse. Şimdi bu ilk iki cenneti görelim. Birkaç
saniyeliğine içlerinde yaşayalım:
"Bu cennet konutlarının bahçeleri sık dallı
ağaçlarla kaplıdır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu konutların bahçeleri küçük dallı, serinletici
ağaçlarla kaplıdır. Bu konutlar sulak ·ve yeşillikli bahçeler üzerinde
kurulmuştur.
``Bu iki konutta birer pınar akmaktadır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu konutların bahçelerinin suyu boldur. Kullanılması
kolay ve konforludur.
"Bu konutların bahçelerindeki ağaçlarda her meyvanın
iki çeşidi vardır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu konutların bahçelerinin meyvaları çeşit çeşit ve
boldur.
Peki bu cennet konutlarının sakinlerinin durumları
nasıldır? Şimdi onlara bakalım:
"Bu konutlarda ağırlananlar astarları yaldızlı
atlastan minderlere yaslanırlar. Her iki konutun bahçelerindeki ağaçların
meyvaları yere yakındır, kolayca devşirilebilirler."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu konutlardaki minderlerin astarları, yaldızlı
ipektendir ve kabarıktır. Minderlerin astarları böyle olunca, kim bilir
yüzleri ne kadar alımlıdır. Ayrıca ağaçlarının dalları yere yakındır.
Meyvaları zorluk çekilmeden devşirilebilir.
Bu cennet konutlarının nimetleri ve konforu bu
kadarla da bitmiyor. Bu nimetlerin son derece iç açıcı başka bir örneği daha
vardır. Okuyoruz:
"Bu konutlarda gözleri erkeklerinden başkasını
görmeyen, daha önce ne insan ve ne de cin kökenli bir erkeğin, el
değdirmediği eşler vardır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu eşlerin duyguları da, bakışları da temizdir,
iffetlidir. Eşlerinden başkasına bakmazlar. Üzerlerine ne insan ve ne de cin
eli değmemiştir, tam anlamı ile lekesizdirler. Bunların yanısıra gözalıcı ve
parlak tenlidirler:
"O eşler sanki birer yakut ve mercandırlar."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu saydıklarımız, Rabbinin karşısına çıkacakları
anın korkusunu kalplerinde taşıyanların ödülüdür. Böyle bir kul yüce Allah'ı
hep görüyor gibi davranır. Rabbinin kendisini gördüğünün bilincinde olur.
Böylece Peygamberimizin tanımı ile "ihsan" mertebesine erer. Sonunda da
"Rahman" sıfatlı Allah'ın lütfu olarak bu "ihsan"ın ödülünü alır. Okuyoruz:
"İyiliğin, iyilikten başka bir karşılığı olabilir
mi?"
Bu nimet ve ihsan gösterisi sırasında bu surede
alışageldiğimiz ayeti her nimet ayının sonunda tam yerini buluyor:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Şimdi de öbür iki cennetin konuklarını izleyelim:
"Bu iki cennet konutunda alt düzeyde iki cennet
konutu daha vardır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu iki cennet konutu, önceki iki cennet konutundan
daha alt düzeydedir.
Bunlar; "Bu konutların renkleri koyu yeşildir."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu cennetlerin bahçeleri içlerindeki otlardan ötürü
koyu yeşildir. Ayrıca;
"İki konutta sürekli kaynayan iki pınar vardır."
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Buradaki pınarlar kaynıyor. "Kaynama", "akma"dan
önce gelen bir harekettir. "
"İki konutun bahçelerinde de çeşitli meyva, hurma ve
nar ağaçları vardır. "Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Oysa önceki iki cennetin bahçelerindeki ağaçlarda
her tür meyvenin iki çeşidi vardı.
"O konutlarda iyi huylu, güzel kadınlar vardır."
"Peki Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Ayetin orjinalindeki "ha" "ye" ve "ra" harflerinden
oluşan sözcük "hayrat" biçiminde de okunabilir, "hayyırat" biçiminde de
okunabilir. Öyle de okunsa, böyle de okunsa, taşıdığı anlam aşağıdaki ayette
açıklanıyor:
"O kadınlar ceylan gözlüdürler ve çadırlarının
dışına hiç çıkmazlar. "Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Çadır" sözcüğü, çöl hayatını; çağrıştırır. O çöl
hayatına ilişkin bir konfordur, ya da çölde yaşayan insanların isteklerinin
sembolik bir ifadesidir. Bu cennetlerdeki çadırların dışına hiç çıkmazlar.
Oysa daha önceki iki cennetin kadınları "erkeklerinden başkasına bakmazlar"
diye tanımlanmışlardı.
"Daha önce onlara ne cin ne insan kökenli hiçbir
erkeğin eli değmemiştir. "Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Görülüyor ki, iffet temizliği, her iki cennet
gurubundaki kadınların ortak niteliğidir.
Şimdi de bu iki cennet konutunda ağırlananları
izleyelim:
"Bu konutlarda ağırlananlar yeşil yastıklara ve
güzel işlemeli minderlere yaslanırlar:
Ayetin orjinalindeki "refref" sözcüğü "minder"
anlamındadır ve Akbar yapımı gibi tanımlanıyor. Amaç minderin üstün kaliteli
olduğunu arapların daha kolay anlamasını sağlamaktır. Çünkü araplar bütün
enteresan nesneleri ve eşyayı cinde bir vadinin adı olan "Akbar"a
malederlerdi. Fakat önceki iki cennetin minderlerinin astarları yaldızlı
atlastandı ve orman bahçelerindeki ağaçların dalları kolayca devşirtilmeyi
sağlayacak biçimde yere yakındı. Görülüyor ki, o iki cennet konutu ile bu
iki cennet konutu arasında düzey farkı vardır.
Her iki tür cennetin nimetlerinin tanıtılmasından
sonra aynı değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Yüce Allah'ın evrendeki, yaratıklar üzerindeki ve
ahiretteki nimetlerini gözler önüne seren bu surenin bitiminde son çarpıcı
mesajla yüzyüze geliyoruz. Bu mesaj, kerem sahibi yüce Allah'ın adını saygı
ile anıyor. O ki, tüm canlılar ölüp yok olduktan sonra onun keremli varlığı
sürekliliğini devam ettiriyor.
"Kerem sahibi, ulu Rabbinin adı ne yücedir!"
Tam da "Rahman" suresine uygun bir bitiştir bu.
RAHMAN SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.