30-Rum
1- Elif, lâm, mim.
2- Rumlar yenildi.
3- En yakın bir yerde. Onlar bu
yenilgilerinden sonra yeneceklerdir.
4- Birkaç yıl içinde, eninde-sonunda
emir Allah'ındır. O gün mü'minler sevinir.
5- Allah dilediğine yardım eder. O
güçlüdür (galibdir) esirgeyendir.
6- Bu, Allah'ın vaadidir. Allah
verdiği sözden caymaz: fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
7- Onlar dünya hayatının görülen
kısmını bilirler. Ahiretten ise habersizdirler.
Sure, tefsiri konusunda: Kur'an'ın Araplar'ın
bildiği harflerden oluşmuş olmasına karşın, onlar için erişilmezlik teşkil
etmesi ve Araplar'ın aynı harf malzemesine sahip oldukları halde, O'nun
benzerini ortaya koyamamalarına dikkat çekmenin hedeflendiği görüşünü
benimsediğimiz kopuk harflerle başlıyor.
"Elif, lâm, mim."
Ardından birkaç yıl içinde Rumlar'ın galip
geleceklerine ilişkin doğru haber geliyor. İbn Cerir, Abdullah İbn Mesud,
kanalıyla konuyla ilgili şu bilgiyi veriyor: Abdullah İbni Mesud: "Farslar
Rumlar'ı yenmişlerdi. Müşrikler Farslar'ın Rumlar'ı yenmesini arzuluyor,
müslümanlarsa, Kitap Ehl-i ve dinlerine daha yakın olmalarından ötürü
Rumlar'ın Farslar'ı yenmesini arzuluyorlardı.
"Rumlar yenildi."
"En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra
yeneceklerdir" ayeti indiğinde, müşrikler; Ey Ebubekir! Arkadaşın Muhammed
birkaç yıl içinde Rumlar'ın Farslar'ı yeneceğini söylüyor, ne dersiniz?
dediklerinde; O: "Doğrudur" dedi. Onlar: "Bahse girelim mi?" dediler (Başka
bir rivayette bahisleşme olayının "falakü" çekiminden sayılarak haram
kılınmadan önce gerçekleştirmiştir) ve haklının anlaşılması için yedi sene
beklemek üzere, dört dişi deve üzerine sözleştiler. Yedi sene geçti, hiçbir
şey olmadı. Müşrikler bu duruma sevindiler, müslümanlara bu durum ağır
geldi. Olay Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- iletildiğinde:
"Size göre `birkaç yıl' ne kadardır?" diye sordu. "O'ndan az olan" dediler.
O: "Git bahse konu olan malı arttı, süreye de iki yıl ekle" dedi. İki yıl
geçmeden kervanlar, Rumlar'ın Farslar'ı yendiği haberini getirdiler.
Müslümanlar sevindiler."
Bu olaya ilişkin birçok rivayet var, onlardan İmam
İbni Cerir'inkini seçtik. Suredeki bu olayın ardından gelen yönlendirmelere
geçmeden önce, olayın dolaysız konuları üzerinde durmak istiyoruz:
Bu gerçeklerin ilki, Tevhid ve imana davetin önünde,
şirk ve küfrün her zaman birlikte karşı koymalarıdır. Eskiden ülkeler ve
uluslar günümüzde olduğu gibi yoğun bağlantılar içinde olmamalarına rağmen,
Mekke'deki müşrikler, nerede olursa olsun müşriklerin Kitap Ehli'ne karşı
zaferlerini kendi zaferleri olarak algılıyorlardı. Müslümanlar da
kendilerini Kitap Ehli'ne bağlayan bir bağ buluyor, nerede olursa olsun
müşriklerin zafer kazanması onların canını sıkıyor, çağrılarını ve
meselelerinin çevrelerindeki alemin her yerinde cereyan eden ve küfür-iman
mücadelesini etkileyen olgudan kopuk olmadığını kavrıyorlardı.
Günümüz insanının çoğunun farkına varamadığı açık
gerçek işte budur. Bunlar yaklaşık ondört asır önce, Peygamberimizin
zamanındaki müslümanlar ve müşriklerin bu gerçeğe verdiği önemi vermiyorlar.
Yerel ve ulusal sınırlar içine sıkıştıklarından, meselenin küfür-iman
meselesi olduğunu ve savaşın Allah'ın taraftarları ile şeytan yanlıları
arasındaki savaş olduğunu kavrayamıyorlar.
Yeryüzünün dört bir yanındaki günümüz müslümanları,
savaşın yapısını ve meselenin özünü anlamaya ilişkin gerçek konusunda; şirk
ve küfür grupların arkasına gizlendikleri yayınların onları yanıltmamasına
ne kadar muhtaçtırlar. Nedenler ne ölçüde çeşitlenirse çeşitlensin, onların
müslümanlarla inançları için savaştıklarında kuşku yoktur.
Diğer bir gerçek de; Ebu Bekir'in tereddüt etmeden
söylediği sözünde görüldüğü gibi ilk müslümanların Allah'ın vaadine
duydukları mutlak güvendir. Müşrikler O'nu arkadaşının sözü ile şaşkınlığa
düşürmek istiyorlar ve bahse giriyorlar. Ve "birkaç yıl" içinde Allah'ın
vaadi gerçekleşiyor... Müslümanların gönlünü güç, kesin iman ve Allah'ın
vaadi gerçekleşene dek, sıkıntı, elem ve engeller karşısında direnme gücü
ile dolduran; işte bu eşsiz biçimdeki mutlak güvendir. Uzun yorucu cihad
yolunda, her akide sahibinin azığı budur. ,
Üçüncü gerçek de; haberin akışı içinde ara cümlesi
olarak gelen bu olaydan "Eninde-sonunda emir Allah'ındır" Allah'ın sözünün
vurgulandığı ve diğer olaylarda da duruma egemenliğin tümüyle Allah'a havale
edilmesi konusunda acele edilmesi hem de tüm diğer konumlarına mihenk taşı
olması için bu kapsamlı gerçeğin öne çıkarılmasıdır. İşte gerçeğin ifadesi
olarak; zafer ve yenilgi, devletlerin doğuşu ve batışı, zayıflığı ve
güçlülüğü, hepsinin durumu evrende meydana gelen diğer olaylar ve
pozisyonların durumu gibi olup, temel nedenleri tümüyle Allah'a dayanmakta,
hikmeti ve dileğince O yönetmektedir. Olaylar ve gelişmeler bu mutlak
iradenin görünümünden başka bir şey değildir. O irade ki, kimsenin
etkisinden söz edilemez, arkasındaki hikmetleri kimse bilemez. Kaynaklarını
da sadece Allah bilir. Öyle ise, insanın Allah'ın planlanmış bir
değerlendirmeye uygun olarak oluşturduğu olaylar ve gelişmeler karşısında
yapabileceği tek şey, hakkı yerine getirmek ve ona teslim olmaktır.
"Elif, lam, mim." "Rumlar yenildi." "En yakın bir
yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir." "Birkaç yıl içinde.
Eninde-sonunda emir Allah'ındır: O gün mü'minler sevinir.
Nitekim Allah'ın vaadi doğru çıkmış, mü'minler de
Allah'ın zaferiyle sevinmişlerdïr.
"Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür (galibdir)
esirgeyendir."
İşte her zaman duruma egemen olan O'dur. O, zaferi
dilediğine verir. Dilediğini sınırlayacak hiçbir şey yoktur. Sonucu gerekli
kılan dileme, nedenleri hazırlayan dilemenin kendisi olduğundan, nedenlerin
varlığı, zaferin dilemeye bağlanmasıyla çelişmez. Kâinatı yöneten yasaların
tümü, hiçbir kayda tabi olmayan bu dilemeden ortaya çıkmıştır. Yine O,
dileme işlevini; eksiksiz yerine getiren yasalar ve kararlı değişmez
sistemler olmasını hedeflemiştir. Zafer ve yenilgi, kayıt tanımaz dilemenin
gerekli kıldığı o yasalara uygun olarak etkileyen faktörlerden doğan
durumlardır.
Bu konuda İslam akidesi açık ve mantıkidir. İşte o,
her şeyde Allah'ı egemen kabul etmekte fakat sonuçların görünür ve olgu
dünyasına, durumlarına göre çıktığı, doğal nedenlerin oluşturulması
konusunda da insanoğlunu sorumlu tutmaktadır. Yalnız sonuçların fiilen
gerçekleşip gerçekleşmemesi insanoğlunun sorumluluğu kapsamında değildir.
Çünkü bu, temelde Allah'ın tedbirine bağlıdır. Nitekim bedevi, devesini
Peygamberimizin mescidinin önünde başıboş bırakıp, "Allah'a tevekkül ettim"
diyerek, girip namaz kılmaya başladığında Peygamberimiz Adama: "Onu bağla
öyle tevekkül et" (Tirmizi, Enes B. Malik'ten vermiş) demiştir. Görüldüğü
gibi, İslam inancında tevekkül (Allah'a dayanma) oluşum nedenlerini yerine
getirmeyle kayıtlı olup işin Allah'a bırakılması ondan sonradır.
"Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür (galibdir)
esirgeyendir." Durum böyle olunca, zafer, onu oluşturan ve olgu dünyasına
çıkaran kadir güç ve onu insanların yararına dönüştürüp, hem yenen hem de
yenilenler için yaralı kılan rahmetin gölgesi ile kuşatılmıştır. "Allah
insanların bir kısmını bir kısmı ile savmasaydı yeryüzü kargaşaya
boğulurdu." (Bakara Suresi, 251) Yeryüzünün kargaşadan korunması nihayetinde
yenen ve yenilenlerin her ikisi için de rahmettir.
"Bu, Allah'ın vaadidir. Allah verdiği sözden caymaz;
fakat insanların çoğu bunu bilmezler."
"Onlar dünya hayatının görülen kısmını bilirler.
Ahiretten ise habersizdirler."
Görüldüğü gibi zafer Allah'ın vaadidir. "Allah
vaadinden caymaz" gerçeği, mutlaka hayat olgusu çerçevesinde gerçekleşmesi
gerekir. Vaadinin özgür iradesi ve derin hikmetinden kaynaklandığı, gözden
kaçırılmamalıdır. O vaadini gerçekleştirir. Dilemesini geri çevirecek,
yargısını bozacak yoktur, evrende dilediğinden başka şey olmaz.
Bu vaadin gerçekleşmesi, değişmez büyük yasanın bir
yönüdür. "Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" dıştan bilgin görünseler ve
çok şey bilir olsalar da, onlara ilişkin bu yargı geçerlidir. Çünkü,
bilgileri yüzeysel, hayatın dış görünüşü ile ilgili olup, değişmez özgün
yasalarına inememekte, genel yasaları ve varlıkla olan güçlü bağlantılarına
erememektedir. "Onlar dünya hayatının görünén kısmını bilirler." Bu dış
görünüşü aşıp arkasındakini göremezler.
Dünya hayatının dış görünüşü, insanlara ne ölçüde
geniş kapsamlı görünse de sınırlı ve küçüktür. Sınırlı hayatlarında çabaları
da sınırlıdır. Hayat tümüyle de bu görkemli varlıktan küçük bir bölüm olup,
ona da bu varlığın yapısı ve bileşimindeki yasalar ve sistemler egemendir.
Kalbi, bu varlığın içyüzü ile ilgi kuramayan, sezisi
ona egemen olan yasa ve sistemlere ulaşamayan, bakmayı sürdürür ama sanki
görmez. Dış biçimi ve sürekli hareketini görür, fakat hikmetini anlayamaz,
onu ve onunla birlikte yaşayamaz. İnsanların çoğunluğu böyledir, çünkü
hayatın pratiğini, varlığın sırları ile bağlantılı kılan sadece gerçek
imandır. Bilgiye varlığın sırlarını kavrama ruhunu veren de O'dur. Bu
özellikleri içeren iman sahipleri insanlar arasında azınlıktadırlar.
Çoğunluk gerçek bilgiden yoksun yaşar.
"Ahiretten ise habersizdirler." Ahiret, yaratma
zincirinde bir halka, varlığın çok olan sayfalarından bir sayfadır.
Yaratmanın hikmetini ve varlığın yasasını kavrayamayanlar; ahireti ihmal
ediyor, onu gereğinde değerlendiremiyor. Ve ahiretin; varlığın seyir
çizgisinde yolundan geri kalmaz, hedefinden sapmaz bir aşama olduğunu
görmüyorlar.
Ahiretin göz ardı edilmesi, onu göz ardı edenlerin
ölçülerini yanıltıcı kılmakta, ellerindeki değerlerin dengesini bozmaktadır.
Dolayısıyla, hayatı, olaylarını ve değerlerini doğru algılayamamakta, onlara
ilişkin bilgileri eksik, yüzeysel kalmaktadır. Çünkü insanın iç dünyasında
ahiretin hesaba alınması, yeryüzünde oluşan her şeye bakışını
değiştirmektedir. Ahiret hesaba alındığında, kişinin yeryüzündeki hayatı,
evrendeki uzun yolculuğunun kısa bir aşaması ve yeryüzündeki nasibi de
varlıktaki kocaman payının az bir bölümüdür. Yeryüzünde olup biten olaylar
ve pozisyonlarda romanın küçük bir bölümünden başka bir şey değildir.
İnsanın yargısını, uzun yolculuktan kısa bir aşama, kocaman paydan az bir
bölme, romandan küçük bir bölüme dayandırması yakışık almaz!
Diğer yandan, ahirete inanıp onu hesabına alan
insan; yalnız bu dünya için yaşayan, onun ötesini beklemeyen diğeri ile
bağdaşamaz. O ikisi, hayatın hiçbir durumu ve değerlerinden hiçbir değerin
değerlendirilmesinde uyuşmazlar. Biri sadece dünya hayatının dış yüzünü
görür, diğeri ise; ilişkiler, sistemler ve kapsamlı yâsalar aracılığı ile
dışı-içi görünmeyeni-görüneni, dünyayı ahireti, ölümü, hayatı, geçmişi,
günü, geleceği, insanlar, alem, canlı-cansız her şeyi kapsayan büyük alemi
kavrar... İslam'ın insanlık için taşıdığı, kapsamlı, geniş, engin ufuk işte
budur... İslam insanlığı o ufukta, yapısında Allah'ın ruhundan yakışır
saygın konumlara yüceltmektedir.
KENDİ VARLIKLARINI
DÜŞÜNSÜNLER
Allah'ın zaferine ilişkin vaadinin gerçekleşmesi ve
ahiret konusunun, varlığın dayandığı büyük gerçeğe bağlanması için Kur'an,
konu değiştirip insanları evrenin içerdikleri, göklerde-yerde ve
aralarındaki varlıklar içinde başka bir gezintiye çıkarıyor. Ayrıca onları
iç dünyalarına yöneltiyor, onun derinliklerine iniyor, araştırıyor. Amaç bu
büyük gerçeği kavramalarını sağlamak. İnsanlar bu gerçekten, ahiretten
habersiz olduklarından gafil olmakta ve buna bağlı olarak bu gerçeğin
görülmesi ve araştırılmasına yönlendiren çağrıdan da gafil düşmekteler:
8- Kendi kendilerine
hiç düşünmediler mi ki, Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan
her şeyi ancak hak ile belirlemiş bir süre ile yaratmıştır. insanların çoğu,
Rabb'lerine kavuşmayı inkâr ederler.
İşte onların kendi yapıları ve tümüyle
çevrelerindeki bu evrenin yapısı. Bu varlığın hakka ve sarsılmayan kapsamı
içinde yolların ayrılığa düşmediği, hareketi gecikme göstermeyen, birbiri
ile çelişmeyen, kör bir rastlantı, değişken psikolojik eğilimlere göre
seyretmeyip, belirlenmiş sağlam duyarlı sistemi içinde işleyen yasaya
dayandığını ilham etmektedir. Varlığın dayandığı bu gerçek, kişinin
yaptıklarının karşılığını eksiksiz göreceği ahiretin olmasını gerektirir.
Her şey yönlendirici hikmete göre planlanmış, eceline doğru yürümektedir.
Her iş kararlaştırılmış zamanında olmakta, ne ileri geçmekte ne de geri
kalmaktadır. İnsanın, kıyametin ne zaman olacağını bilmemesi, onun
olamayacağı anlamına gelmez. Fakat gecikmesi dünya hayatının dış
görünüşünden başka bir şey bilmeyenleri yanıltmakta, aldatmaktadırlar.
"İnsanların çoğu Rabb'lerine kavuşmayı inkâr ederler."
Onları görkemli evrenin çatısı ve canlıları
cansızların, büyüğü-küçüğü, gizlisi açığı, bilineni-bilinmeyeni ve tüm gök
cisimlerini kapsayan çeşitli içeriğinde gerçekleşen amaçları ve ufku engin
bir gezintiye çıkarıyor. Bu geziden geri kalmadan ve hedefinden sapmadan
işleyen yasanın bir bölümünü görecekleri, zaman ve tarihin boyutlarından
başka bir gezintiye naklediyor!
9- Yeryüzünde gezip,
kendilerinden önceki insanların sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı?
Onlar kendilerinden daha güçlü idiler. Yeryüzünü kazıp altüst etmişler ve
onu, bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdir. Onlara da
elçileri, delillerle gelmişti. Böylece Allah onlara zulmetmiyor, onlar
kendilerine zulmediyorlardı.
10- Sonra kötülük
edenlerin sonu çok kötü oldu. Çünkü Allah'ın ayetlerini yalanladılar. Ve
onlarla alay ediyorlardı.
11- Allah önce
yaratır, ölümünden sonra tekrar diriltir. Sonunda O'na döneceksiniz.
Geçmişlerin vardıkları sonuçları düşünmeye çağrı...
Onlar da aynı türden insanlar olup Allah'ın yarattıklarından bir
yaratıktılar. Onların geçmişte ulaştıkları sonuçlar, onları izleyip
gelenlerin ulaşacağı sonuçların perdesini aralamaktadır. Allah'ın yasası
hepsinde aynı yasadır. Allah'ın yasası, bu varlığın dayandığı değişmez
gerçek olup, ne bir kuşağa ne de kendileriyle birlikte sonuçların değişeceği
psikolojik eğilimlere ayrıcalık tanımaz. Alemlerin Rabbi Allah için böyle
şeyler düşünülmez!
Bu, herhangi bir kuşağın, tüm insan kuşakları
arasındaki güçlü bağı ve bu kuşaklara egemen olan yasa ile hayatlarındaki
değişmez değerlerin birliğini göz ardı etmez. Hayatı, değerleri ve
düşünceleriyle insanlıktan kopmaması için, bu hayatın gerçeğini, zaman
ekseniyle bağlarını ve kuşaklar boyu kaynak ve kader birliğine sahip
insanlığın gerçeğinin kavranmasına çağrıdır. "Yeryüzünü kazıp altüst
etmişlerdi." Onu işlediler, içini deştiler, içerdiği yararlı maddeleri
çıkardılar. Onu, bunların imar ettiklerinden daha çok imar ettiler...
Uygarlıkları onlardan daha ileriydi ve yeri imar etme konusunda daha da
marifetliydiler. Ama dünya hayatının dış görünüşüne takılıp kaldılar.
İlersine geçemediler. Oysa "Onlara elçileri delillerle gelmişti." Fakat
kavrayışları bu delillere açılmadı. İman etmediler ki; iç dünyaları, yolu
aydınlatacak ışığa ulaşsın. Allah'ın, peygamberlerin getirdiklerini
yalanlayanlara ilişkin yasası onlarda da hükmünü yerine getirdi. Ne güçleri
yarar sağladı, ne bilgiler, ne de uygarlıkları ihtiyaçlarına çare oldu. Hak
ettikleri adil karşılığa kavuştular: "Böylece Allah onlara zulmetmiyor,
onlar kendilerine zulmediyorlardı."
"Sonra kötülük edenlerin sonu çok kötü oldu."
Kötülük edenlerin karşılaştıkları sonuç çok kötü olup, "Çünkü Allah'ın
ayetlerini yalanladılar. Ve onlarla alay ediyorlardı" uygun bir karşılıktı.
Kur'an-ı Kerim Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve
alaya alanları yeryüzünde gezmeğe, salyangoz gibi kabuklarına çekilmemeye,
bu yalanlayan ve alaya alanların akıbetlerini incelemeye ve onların
akıbetlerinin benzerini beklemeye çağırıyor. Aynı zamanda Allah'ın yasasının
bir tek yasa olup kimseye ayrıcalık tanımadığını kavramaya, düşünce
ufuklarını genişletmeye ve bu sayede insanlığın tümünde akıbetin birliğini
kavramaya çağırıyor. İslam'ın, mü'minin kalbi ve aklını oluşturmaya özen
gösterdiği işte bu düşünce yöntemi olup, Kur'an ona ilişkin çabasını çokça
yinelemektedir.
Evrenin ve tarihin derinliklerindeki bu geziden
onları, varlığın dayandığı gerçeğin bir öğesi olan, gafillerin göz ardı
ettiği ölümden sonra diriliş ve mahşer gerçeğine döndürüyoruz.
"Allah önce yaratır, ölümden sonra tekrar diriltir.
Sonunda O'na döneceksiniz."
Bu açık basit bir gerçektir. Yine iki bölümü veya
iki halkası arasındaki uyum ve bağlantı da açıktır. Ölümden sonra dirilme
ilk yaratma gibi olup, garipsenecek yanı yoktur. Onlar yaratma zincirinde,
sadece birbirine bağlı iki halkadırlar. Aralarında kopukluk söz konusu
değildir. Dönüş; kullarını olgunlaştırmak, gözetip kollamak ve sonunda
yaptıklarına göre karşılık vermek için ilk yaratmayı da son yaratmayı da var
eden alemlerin Rabb'inedir.
ÇARPICI TASVİRLER
Ayetlerin akışı, ölümden sonra dirilme ve mahşer
konusuna gelindiğinde, kıyamet sahnelerinden bir sahne sunmakta, inananlarla
yalanlayanların döndüklerindeki yerlerini tasvir etmektedir. Şirk koşmanın
gülünçlüğünü, müşriklerin inançlarının tutarsızlığını ortaya koymaktadır.
12- Kıyamet kopacağı
gün suçlular ümitsizlik içinde susarlar.
13- Allah'a ortak
koştuklarından kendilerine hiçbir şefaatçı çıkmaz. O zaman ortaklarını inkâr
ederler.
14- Kıyamet kopacağı
gün, işte o gün mü'minlerle kâfirler birbirinden ayrılırlar.
15- İnanıp iyi işler
yapanlar, cennette bir bahçe içinde neşelendirilirler.
16- İnkâr edip
ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını yalanlayanlara gelince; işte onlar azapla
yüz yüze bırakılırlar.
İşte gafillerin göz ardı ettikleri, inkârcıların
yalanladıkları kıyamet anı budur. İşte, o gelecek veya oluşacak olan an bu
andır. İşte o kötülük edenler, şaşkın ve perişanlar. Kurtuluş umutları
kalmamıştır. Dünyada sapıtarak edindikleri ortaklarından da onlara şefaat
yoktur! Kurtarıcısız, şaşkın ve umutsuzlar. Ortak edindikleri şeyler onların
ortaklıklarını tanımamaktadır.
Ardından mü'minlerle kâfirlerin yol ayrımına
geliniyor!
"İnanıp iyi işler yapanlar, cennette bir bahçe
içinde neşelendirilirler." Orda kalbi ve düşünceyi ferahlatan, gönlü mutlu
kılan şeylerle karşılaşırlar. "İnkâr edip ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını
yalanlayanlara gelince; işte onlar azapla yüz yüze bırakılırlar."
İşte yolculuğun sonu ve iyilik edenlerle kötülük
edenlerin akıbeti.
EVREN VE İNSAN
ÜZERİNVDE BLR GEZİNTİ
Ahiret alemi ve kıyamet sahnelerinde gerçekleşen bu
geziden onları bu aleme, evren ve hayat sahnelerine, yaratıkların
ilginçlikleri, insanın iç yapısının sırları, olayların olağan dışılıkları ve
oluşun mucizelerine çeviriyor. Bölüm gece ile gündüzün değişme anları, öğle
ile akşam üstleri, Allah'ın tesbih edilmesi ve engin evrende hamdın Allah'a
özgü olduğu uyarısı ile başlıyor:
17- Öyle ise akşama
girdiğiniz zaman ve sabaha erdiğiniz zaman Allah'ı tesbih edin.
18- Göklerde ve
yerde, günün sonunda, öğleye erdiğiniz zamanda hamd O'nundur.
19- O ölüden diri
çıkarır, diriden ölü çıkarır. Yeryüzünü ölümden sonra o canlandırır.
20- Sizi topraktan
yaratması O'nun delillerindendir. .Sonra birer insan olup yeryüzüne
yayılırsınız.
Gayeleri, engin, büyük, latif, derin ve köklü
gerçeklere değinen bir gezi. Öyle bir gezi ki; insan kalbini, akşam-sabah,
gökler-yer, akşam üstleri ve öğle zamanlarında dolaştırıyor. Onu hayat,
ölüm, yenilenme ve yok olma konusunda sürekli eyleme, araştırmaya sevk
ediyor. insanın ilk yaratılışı, yapısının içeriği, eğilimleri, dürtüleri,
güçleri, enerjileri ve bunlar doğrultusunda işlev gören cinsler arası
ilişkileri, göz önüne getiriyor. Göklerin ve yerin yaratılışı, ortam ve
mekân farklılığına bağlı olarak diller ve renklerin farklılığındaki Allah'ın
ayetlerine dikkat çekiyor. İnsan varlığında görülen uyku, uyanıklık,
rahatlık, yorgunluk ve evrende görülen yıldırım ve yağmur olayı, onların
insan psikolojisinde harekete geçirdiği korku ve ümit türü duygular ile
yerin yapısında harekete geçirdiği canlılık ve gelişmelere yönlendiriyor. Bu
ilginç gezi sonunda, insan kalbini, göklerin ve yerin yapılarını
korumalarının Allah'ın emri ile olduğu, göklerde ve yerde bulunanların
tümünün Allah'a yönelmiş bir durumda olduklarına ulaştırıyor. Ve bu gezi, bu
irdeleme sonucu söz götürmez bir açıklıkla beliren gerçeğin vurgulanmasıyla
sona eriyor. Allah ile yaratır ve ölüyü yeniden diriltir. Yeniden diriltme
O'na daha kolaydır. Göklerde ve yerde yüce nitelikler O'na özgüdür. O
yenilmez ve yaptığına tam egemendir.
"Öyle ise akşama girdiğiniz zaman ve sabaha
erdiğiniz zaman Allah'ı tesbih edin." "Göklerde ve yerde, günün sonunda,
öğleye erdiğiniz zaman da hamd O'nundur."
Bu tesbih ve hamd; mü'minlerin ağırlanacakları
cenneti kazandıkları, kâfirlerin de azapla karşılaştıkları kıyamet
sahnesinin sunuşunu izleyerek, göklerin, yerin ve insanın psikolojik
yapısının derinlikleri ve yaratılışın ilginç görünümlerinde gerçekleşecek
geziye giriş olarak gelmektedir. Görüldüğü gibi tesbih ve hamd geçen sahneyi
izleyen; bu geziye de giriş olma açısında ayetlerin akışına son derece uygun
düşmektedir.
Ayet, tesbih ve hamdı; akşam, sabah, akşam üstleri
ve öğle vakitleri olmak üzere zaman ve göklerle yerin boyutlarıyla
bağlantılıyor. Böylece onların zaman ve mekânının her an ve her yerinde
işlevde olmalarına bağlı olarak, insan kalbi her yer ve zamana Allah'la
bağlanmakta, evrenin çatısı, gök cisimlerinin hareketi, gece, gündüz ve öğle
olayları aracılığı ile yaratıcı ile olan bu bağı hissettirmektedir.
Dolayısıyla bu kalp, işlerlik, uyanıklık ve duyarlığını koruyor.
Çevresindeki tüm manzaralar, olaylar, değişen anlar ve pozisyonlar ona
Allah'ı hamd ve tesbih etmesi gerektiğini hatırlatıyor ve onu Rabb'ine
bağlıyor.
"O ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır.
Yeryüzünü ölümden sonra O canlandırır."
Yeryüzünü uzay ve denizlerin derinliklerinde
gece-gündüz bir an duraksamayan, bu sürekli hareket... İşte bu değişim her
an gerçekleşmektedir. Sürekli birliktelik ve tekrarlanmadan ötürü farkına
varamadığımız mucizedir bu. Her an ölüden diri, diriden ölü çıkıyor, tane
veya çekirdek içinde durgun görünmesine karşın sürekli hareket etmektedir.
Her an bir tohumun kabuğunu yararak hayat alanına çıkarmaktadır. Her an
süresini dolduran bir dal, ot veya ağaç kuruyor, çürüyüp kırıntı durumunda
toprağa karışıyor. Bu kırıntılar aracılığı ile hayata hazır durgun yeni
çekirdek, havaya karışan gaz oluşuyor ve toprak onunla gıdâlanarak verime
hazırlanıyor. Toprağa karışan ve onu gazlarla besleyen cüsse hayat için yeni
malzeme ve bitkiler için yeni bir gıda olmakta, hayvan ve insana
dönüşmektedir! Uzay ve denizlerin derinliklerinde de aynı şeyler olup
bitmektedir.
Bütün bunları gören,kalb ve uyanık sezgi ile
araştıran, Kur'an'ın kılavuzluğu ve Allah'ın nurundan kaynaklanan nuru ile
gören kişi için ürperti veren ilginç bir dönüşüm zinciridir.
"Yeryüzünü ölümden sonra O canlandırır"
Mesele olağan olup gerçekle çelişir yanı yoktur.
Evrenin gece, gündüz, her an, her yerde, tanıklık ettiğinin dışında bir
durum söz konusu değildir.
"Sizi topraktan yaratması O'nun delillerindendir.
Sonra birer insan olup yeryüzüne yayılırsınız."
Toprak ölü ve durgundur. Bu yapısına karşın insan
ondan oluşmuştur. Kur'anda başka bir yerde "Andolsun ki, biz insanı süzme
çamurdan yarattık. "(Mü'minun Suresi, 12) biçiminde gelmiştir. Yani insanın
uzak kökü çamurdur. Bu kök burada; ölü, durgun toprakla; canlı hareketli
insanın, anlam ve görünüm açısından değerlendirilmesi konusunda uyarmak ve
konuya Kur'an'ın yöntemiyle uygunluk kazandırılması için "Ölüden diri
çıkarır, diriden ölü çıkarır" ifadesinin ardından veriliyor.
Bu olağanüstü mucize, kudret ayetlerinden bir ayet
ve insanların üzerinde yaşadığı, oluşum özü ve büyük varlık çerçevesinde
ikisine de hükmeden yasalar açısından kaderdaş olduğu bu dünya arasındaki
güçlü bağın dolaysız ifadesidir.
Durgun, dengesiz toprak görünümünden, hareketli yüce
insan görünümüne geçiş; bu eylemi Allah'ın gerçekleştirdiği konusunda
düşünceyi hareketlendiren, insanın iç yapısını Allah'a hamd etme ve O'nu
eksikliklerden uzak görmeğe özendiren ve kalbi, keremli, faziletli yaratanı
yüceltmeye yönelten bir geçiştir.
İnsan türüne ilişkin olan birinci halkadan, insanın
iki cinsi arasındaki orta hayat alanına geçiyor:
21- O'nun
delillerinden biri de, içinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler
yaratıp; aranıza muhabbet ve rahmet koymasıdır. Şüphesiz bunda düşünen bir
toplum için ibretler vardır.
22- O'nun
delillerinden biri de, göklerin re yerin yaratılması, dillerinizin ve
renklerinizin ayrı ayrı olmasıdır. Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler
vardır.
23- O'nun
delillerinden biri de, geceleyin uyumanız, gündüz de O'nun lütfundan rızık
aramanızdır. Şüphesi:, bunda işiten bir toplum için ibretler vardır.
İnsanlar diğer cinse karşı duygularını bilirler,
cinsler arasındaki bu bağ, duyguları ve sinir sistemini meşgul eder.
İnsanların adımlarını ve enerjilerini, kadın, erkek arasında çeşitli
tarzdaki bu duygular ve yönelimleri harekete geçirir. Fakat onlar, kendi
nefislerinden onlara eşler yaratan, psikolojilerinin yapısına uygun bu
duyguları koyan, bu bağı nefis ve sinirler için durulma, cisim ve kalb için
rahatlama, hayat için denge unsuru, ruhlar ve vicdanlar için ferahlama ve
silesi ve hem kadın hem erkek için gönül rahatlığı kılan Allah'ın elini ne
kadar az hatırlıyorlar.
Kur'an bu ilişkiyi, kalbin ve duyguların
derinliklerinden toplayıp getirircesine duyarlı, latif ve ilham veren bir
biçimde dile getiriyor:
"İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler
yaratıp aranıza muhabbet ve rahmet koymasıdır. Şüphesiz bunda düşünen bir
toplum için ibretler vardır."
İki cinsten, her birinin diğerinin yanında rahatlık
ve iç huzuru bulmaları, déngeyi sağlar. Psikolojik sinirsel ve organik
bileşimlerinde her birinin beklentilerine karşılık verilmesi, diğerinde
gözetildiğinden, her ikisinin de, birliktelikte huzur ve yeterlilik
bulmaları. Birlikteliklerinin ürünü olarak yeni bir kuşakta kendini
gösterecektir. Yeni bir hayatın var edilmesine yönelik olması açılarından,
iki cinsten her birinin diğeri ile uyumlu ve psikolojik, ahlâki ve fiziki
yönlerden yapısal ihtiyaçlarına cevap verir biçimde yaratılışı aracılığı ile
insanlar yaratıcının hikmetini kavrıyorlar.
"O'nun delillerinden biride, göklerin ve yerin
yaratılması dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı olmasıdır. Şüphesiz
bunda, bilenler için ibretler vardır."
Göklerin ve yerin yaratılışlarının ayet oluşuna
Kur'an'da çokca değinilmekte fakat biz genellikle üzerinde durmadan
geçmekteyiz... Oysa bu üzerinde uzunca durup derinden araştırılmaya
layıktır.
Göklerin ve yerin yaratılması; hakkında çok az bir
şeyler biliyoruz. Aralarında küçük dünyamızın neredeyse boyut ve hacimden
yoksun, varlığından habersiz, bir zerreden başka anlam taşımadığı,
sayılamayacak kadar yıldızlar, gezegenler, nebulalar ve galaksilerden
oluşan; insanı irkilten büyüklüğe karşın dolaşım ve hareketlerinde çarpışma.
bozulma, geri kalma ve sarsılmadan koruyup, her şeye durumuna göre ölçü
koyan ilginç düzen arz eden evrenin duyarlı, büyük ve mükemmel yapısının
oluşturulması anlamınadır.
Genel hacim ve düzen açısından durum bu. Bu görkemli
yaratıkların sırları, yapıları, onların içinde örtülü olanlar ve dış
yüzeylerinde görülenlerle onlara hükmeden ve yönlendiren yasalara gelince;
anlamı mahiyeti, insanın ulaştığı noktanın çok ötesinde olup, insan onlara
ilişkin çok az şey bilmektedir. Günümüze dek üzerinde yaşadığımız bu küçük
gezegenin araştırılmasında da çok az yol alınmıştır.
Bilginlerin yaptıkları küçük bir aygıtla uzun
uzadıya ilgilenirken üzerinde durmadan geçtiğimiz, göklerin ve yerin
yaratılışlarının kanıt oluşturmasına, kısa bir dengenin ortaya koydukları
bunlar. Bilginler, o küçük aygıtın, belirli bir zaman bozulmadan, öğeleri
çelişkiye düşmeden düzenli bir hareketi gerçekleştirebilmeleri için,
öğelerinin uyumu konusunda önlemler almaktalar. Durum böyleyken kimi şaşkın
sapıklar, bu ilginç duyarlı sistem sahibi görkemli evrenin, yaratıcısız ve
düzenleyicisiz varolduğunu ileri sürebilmekteler. Daha şaşırtıcı olan bu
ciddiyetsiz bilginleri dinleyenlerin varlığı!
Göklerin ve yerin ayet oluşturması ile insanlar
arasındaki dil ve renk farklılıklarının bağlantısı... Bunların göklerin ve
yerin yaratılması ile ilgisi vardır. İnsanoğlunun yaratılışı birliğine
rağmen görülen dil ve renk farklılıkları, yerin astronomik konumu ve
yeryüzündeki atmosfer ve ortam farklılıklarıyla bağlantılıdır.
Günümüz bilginleri, dil ve renk farklılıklarını
görüyorlar da ondaki Allah'ın eli ve göklerle yerin yaratılışındaki
ayetlerini görmeden geçiyorlar. Doğrusu dış görünüşü objektif bir biçimde
araştırıyorlar fakat, hem dış görünüşler ve hem de içte olanların yaratıcısı
ve sistemleştiricisinin yüceltilmesi konusu üzerinde durmuyorlar. Sebep
insanların çoğunun bilmez oluşu: "Onlar dünya hayatının görülen kısmını
bilirler." Göklerin, yerin dillerle renklerin farklılığının, Allah'ın
varlığına kanıt içermelerini ise; sadece kapsamındakiler biliyorlar.
"Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler vardır" ın kapsamındakiler
biliyorlar.
"O'nun delillerinden biri de, geceleyin uyumanız,
gündüz de O'nun lutfundan rızık aramanızdır. Şüphesiz bunda işiten bir
toplum için ibretler vardır."
Görüldüğü gibi bu ayette; evrensel olaylar ve
insanlığın onlarla ilintili durumlarını bir araya getirerek varlığın çatısı
içinde uyumlu ve bağlantılı durumlarını ortaya koymaktadır. Yine gece-gündüz
olgusu, insanın uyuması, Allah'ın kullarına, arayış ve çabalarına bağlı
olarak lütfettiği rızık arama girişimlerinin birbirine bağımlılığı ve
uyumluluğu da gözler önüne serilmektedir. Allah, insanları içinde
yaşadıkları varlıkla uyum içinde yaratmıştır. Çalışma ve girişime olan
gereksinimlerine ışık ve gündüz; uyku ve dinlenme gereksinimlerine de gece
ve karanlıkla uygun ortam sağlamıştır. Bu ve diğer konularda, çok farklı
niteliklere sahip olmalarına karşın, onların durumları bu gezegendeki diğer
canlılar gibidir. Hepsi de genel varlık sisteminde yapısına cevap veren ve
yaşamasına olanak sağlayan ortamı bulur. "Şüphesiz bunda, işiten bir toplum
için ibretler vardır" Uyku ve çalışma, işitme ile algılanan durgunluk ve
harekettirler. Diğer yandan, Kur'an ayetindeki bu değerlendirme, Kur'an
yöntemiyle değindiği oluşa ilişkin ayetle uyum içindedir.
24- O'nun
delillerinden biri de, size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gökten
su indirip ölümden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda düşünen bir
toplum için ibretler vardır.
Şimşek evrensel sistemden kaynaklanan bir gerçek.
Kimileri onu elektrik yüklü iki bulut veya bulutla, dağ tepesi gibi bir yer
cismi arasında oluşan iyon akışından kaynaklandığını söylüyorlar. Bu olay
gök gürültüsü biçiminde belirir ve atmosferde bir boşalmaya yol açar.
Genellikle bu çarpışmanın sonucu şimşek çakması ve yıldırım inişini yağmur
izler. Neden, ne olursa olsun şimşek; bu evrenin Allah'ın koyduğu
sisteminden kaynaklanmaktadır.
Kur'an-ı Kerim yapısı gereği evrensel olayların
nitelikleri ve nedenleri konusunda pek detaya inmemekte, insan kalbini
varlık ve varlığın yaratıcısına bağlamak için onları araç edinmektedir.
Diğer yandan bu noktada "Umut ve korku vermek için" onlara şimşeği
göstermesinin Allah'ın ayetlerinden bir ayet olduğunu bildiriyor. Umut ve
korku, bu olay karşısında insan psikolojisini. dönüşümlü olarak etkileyen
yapısal iki duygudurlar. Şimşek çaktığında; kimi kez insanları ve eşyayı
yıldırım düşmesinin yol açtığı veya şimşeği görmenin, bu görkemli evrenin
genel çatısına egemen gücün algılanması yönündeki etkisinin neden olduğu
müphem korku, kimi kez de, ayette şimşeğin ardından "gökten su indirip
onunla ölümünden sonra yeri diriltir" sözleriyle değinilen ve çoğu
durumlarda şimşeği izleyen yağmurun ardından gelecek yarar umudu sarar
insanı.
Canlılık ve ölülük terimlerinin yer için
kullanılması, yerin yaşayan ve ölen canlı bir varlık olarak algılanmasına
yol açmaktadır. Gerçekte de durum Kur'an-ı Kerim'in nitelediği gibidir. İşte
bu evren, Rabb'ine baş eğerek, saygı göstererek itaat eden, emirlerini
kulluk ve yüceltmeyle karşılayan canlı bir yaratık olup, bu gezegen üzerinde
Allah'ın yaratıklarından biri olarak gezinen insan da, onlarla birlikte,
Alemlerin Rabb'i Allah'a yönelmiş o tek konvoy içinde yürümektedir.
Bunların tümü, suyun toprağa ulaştığında, ona
sağladığı verimlilikle gelişen, canlı bitkilerin üremesi ve her yanın bu
bitkiler, hayvanlar ve insanların oluşturduğu hayatla dalgalanmasını
sağlamasına dayanmaktadır. Su hayat taşıyıcısıdır, onun olduğu yerde hayat
oluşur.
"Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler
vardır." Bu araştırılması ve düşünülmesi gereken bir konudur.
25- O'nun
delillerinden biri de, göğün ve yerin O'nun buyruğu ile ayakta durmasıdır.
Sonra sizi kabirlerinizden bir çağırmaya görsün, hemen çıkıverirsiniz.
26- Göklerde ve
yerde olanlar O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.
27- Önce yaratan,
ölümden sonra tekrar dirilten O'dur. Bu O'nundur. O güçlüdür hikmet
sahibidir.
Göğün, yerin düzeni, kusursuz, planlı hareket eder
biçimde varlıklarını sürdürmeleri, Allah'ın gücü ve düzenlemesinin dışında
bir şeyle olmamaktadır. Kendisinin veya bir başkasının bunu sağladığını
iddia edecek hiçbir yaratık yoktur. Yine "bunların tümü düzenleme olmaksızın
oluşmaktadır" diyecek akıllı biri de yoktur. Durum bu olunca, göğün ve yerin
emre uyarak, hedeften şaşmadan, bozulma, sarsılma göstermeden O'na boyun
eğerek ayakta durması, Allah'ın ayetlerinden bir işarettir.
"Sonra sizi, kâbirlerinizden bir çağırmaya görsün,
hemen çıkıverirsiniz."
Evrendeki bu ince düzeni ve bu eşsiz egemenliği
seyreden biri; yüce ve ulu yaratıcıdan gelen bir emirle kabirlerden
çıkılması buyrulduğu zaman güçsüz insanların bu direktifle koşmamasını asla
düşünemez.
Ve ardından bu açıklamaları bitirmek üzere son vurgu
geliyor; işte göklerde ve yerdeki yaratıkların tümü Allah'a boyun
eğmektedir.
"Göklerde ve yerde olanlar O'nundur, hepsi O'na
boyun eğmiştir."
İnsanlardan birçoğunun Allah'a boyun eğmediğini ve
kulluk etmediğini biliyoruz. Fakat bu gerçek, göklerde ve yerde bulunan her
şeyin Allah'ın şaşmaz ve geçilmez kanunlarına boyun eğdiği ve O'nun
iradesine bağımlı olduğunu belirtmektedir. Onlar, isyankâr olup, kâfir
olsalar da bu kanunun egemenliğindedirler. Akılları ile Allah'ı yalanlasalar
kalpleri ile O'nu inkâr etseler de aynı yasaya boyun eğip aynı prensiplere
uyacak ve gerçek yaratıcı onlara diğer kullara hükmettiği gibi
hükmedecektir.
Çünkü onların bu emre itaat etmekten başka
yapabilecekleri bir şey de yoktur. Bu engin ve görkemli gezinti, gafillerin
görmezlikten geldiği diriliş ve kıyamet meselesini belirterek bitiyor.
"Önce yaratan, ölümden sonra tekrar dirilten O'dur.
Bu O'nun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde olan en yüce sıfatlar
O'nundur. O güçlüdür, hikmet sahibidir."
Geçtiğimiz ayetlerde yoktan var etme ve yeniden
diriltilme olayına değinilmişti. Bu detaylı gezinin ardından bu konu,burada
yeniden tekrarlanmakta ve yeni eklemeler yapılmaktadır. "Ölümden sonra
diriliş O'nun için daha kolaydır." Allah için kolay, veya zor diye bir şey
yoktur. "O'nun işi bir şeyin olmasını dileyince ona "Ol" demektir. O şey
hemen oluverir" (Yasin Suresi, 82) Fakat O, insanların kavrayışına göre
hitab etmektedir. İnsanların ölçüsüne göre yoktan var etmek, bozulup
dağılanın var edilmesinden daha zordur. Durum böyleyken ne oluyor da yeniden
var etmeyi Allah için daha zor görüyorlar, oysa o yapısı açısından daha
kolaydır!
Göklerde ve yerde üstün nitelikler O'nundur. O,
kimsenin ortak olmadığı nitelikleriyle göklerde ve yerde tektir. Hiçbir şey
O'nun benzeri değildir. O hiçbir şeye ihtiyacı olmayan fakat her şeyin
kendisine muhtaç olduğu eşsiz yaratıcıdır. İstediğini yapacak güce sahiptir,
dilediğini idare edecek hükme maliktir.
Surenin akışı, insan kalbini geniş ufuklarda ve
engin ortamlarda gezdirdikten; görünen ve görünmeyen hallerde dolaştırdıktan
sonra onu yeni bir vurguyla yüz yüze getiriyor.
28- Allah size
kendisinden bir misal vermektedir: Size verdiğimiz rızıklarda, emrinize
verilen kölelerin, hizmetçilerin eşit suretle hak sahibi olmalarına razı
olur ve birbirinizden çekindiğiniz gibi onlardan da çekindiğiniz ortaklar
var mı? İşte biz aklını kullanan bir toplum için delillerimizi böyle
açıklıyoruz.
Bu örnek, cin, melek, put ve ağaç gibi her ne türden
olursa olsun Allah'ın yaratıklarından birini O'na ortak koşan kimseler için
verilmektedir. Onlar, kölelerini ne sahip oldukları mala ortak kabul
ederler, ne de herhangi bir açıdan kendilerine eşit sayarlar. Durumları o
kadar ilginç ki, tek rızık veren yaratıcıya ortaklar koşuyorlar, fakat
kölelerin kendi mallarına ortak olmasını reddediyorlar. Oysa malları,
Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerdir. Kendi yaratıkları da değildir. Bu,
hesap ve değerlendirişleriyle, derin bir çelişkiye düşmüşlerdir. Allah bu
örneği onlara adım adım açıklıyor. "Size kendinizden bir misal vermektedir.
Sizden uzak değil, araştırılması için yolculuk da gerekmez... Sahip
olduklarınız (köleleriniz)den verdiğimiz rızıkta size eşit olan ortaklar var
mı?" Kölelerin onlara eşit olması bir kenara, malla üzerine herhangi bir pay
sahibi olmalarına da razı olmazlar. "Birbirinizden çekindiğiniz gibi
onlardan da çekinir misiniz?
Yani siz eşitlik gözeterek hür ortaklarınızı
saydığınız gibi özgür ortakların hakkın gözettiğiniz gibi onların hakkını da
gözetiyor, size haksızlık, hakkınıza tecavüz etmelerinden endişe duyduğunuz
gibi, siz de onların hakkına tecavüz etmekten çekinir misiniz? Sizin
yakınınızda ve kendinizle ilgili bir konuda durum böyle olur mu? Sizin için
olmazsa en yüce sıfatlara sahip olan Allah için nasıl uygun görüyorsunuz?
Bu açık mantık kurallarına ve doğru düşünmeye
dayanan, gayet yalın kesin yargılı, tartışma götürmez bir örnektir.
"İşte aklını kullanan bir toplum için delillerimizi
böyle açıklıyoruz."
Onların şirk konusunda düştükleri çelişkiler bu
şekilde sunulduktan sonra, bu ikilemin asıl sebebi açıklanıyor ve bunun
hiçbir düşünce ve akla dayanmayan nefsi eğilimlerin eseri olduğu
belirtiliyor.
29- Hayır,
zulmedenler bilgisizce keyiflerine uydular. Allah'ın saptırdığı kimseleri
kim doğru yola eriştirebilir?
Keyfi eğilimlerin sınırı ve ölçüsü yoktur. Onlar;
nefsin değişken eğilimlerine, dengesiz atılımlarına, isteklerine ve
korkularına bağlıdır. İstekleri ve emelleri ne gerçeğe dayanır, ne sınır
tanır, ne de bir ölçü ile yenilebilir. Çünkü hidayete yer bırakmayan,
delaletten korunmaya imkân vermeyen sapıklığın kendisidir. "Allah'ın
saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir?" Çünkü bu sapıklık da
nefsi arzuların sonucu olur. Kötü gidişten alıkoyacak yardımcı yoktur
onlara.
MÜ'MİNLERE
RABB'LERİNDEN ÖĞÜTLER
Değişken ve dengesiz eğilimlerin güdümünde
yürüyenleri bu noktada bırakarak, Resulullah'a yöneliyor. Onu yarattığı
fıtrata, Allah'ın insanları değişmez dinine yönelmesini emrediyor. İnsan
yapısına ve fıtratına uygun olan bu dindir. Müşriklerin, değişken arzu ve
eğilimlerinin ardına takılarak grup grup ayrılmaları gibi kapalılık ve
ayrılıklar yoktur bu dinde; ayrılan müşrikler olduğu gibi, ayrılığa
düşmediği değişmez tek dindir!
30- Ey Muhammed!
Yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma
kanununa uygun olarak dine dön ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın
yaratması değiştirilemez. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler.
31- Yalnız O'na
yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve Allah'a ortak koşanlardan olmayın.
32- Müşrikler
dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Bunlardan her fırka kendi
yanındakiyle böbürlenmektedir.
Evrenin içeriği, dıştan görünen sahneleri, nefsin
derinlikleri ve yapısında geçen bu gezintilerin ardından yönelimin doğru
dine bağlı kılınmasına ilişkin bu direktif yerinde ve zamanında geliyor...
Öyle ki, yoldan çıkmış kalpler, tutumlarını haklı gösterecek her türlü
gerekçeyi yitirmiş ve her türlü cephane ve silahtan yoksun kaldıkları gibi,
yapısı bozulmamış kalpler de onu karşılamaya hazırlanmıştır. İşte Kur'an'ın
uyguladığı yol, insanı oraya götüren güçlü metod budur. Kalplerin karşı
koyamadığı nefislerin reddedemediği metod:
"Yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine
çevir..."
Doğruca O'na yönel. Gerçek bilgiye dayanmayıp;
sadece arzuların ardına takılıp giden, dağınık arzu ve eğilimlerin
etkisinden koruyan, işte bu dindir... Sen yönelimini insan yapısının
onayladığı dine çevir ve hiçbir yana eğilme. Ve başkalarına da aldırış etme.
"Allah'ın yaratma kanununa uygun olarak dine dön ki,
insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez."
Böylece insan nefsinin yapısı ile bu dinin yapısını
birbirine bağlıyor. Her ikisi de Allah'ın dilediği yapıda her ikisi de
varlığın yapısıyla uyumlu, her biri yapı ve yöneliminde diğeriyle uyumlu.
İnsan kalbini yaratan Allah'dır. Bu dini ona hükmetmesi, onu yönetmesi,
hastalığını tedavi etmesi ve sapmadan koruması için indiren yüce Allah,
yarattığını bilir. O lâtiftir, haberdardır. Yapı da değişmez, dinde; "Allah
yaratması değiştirilemez." Nefisler yapılarının dışına çıktıklarında; onları
yapılarına döndürecek ve yapıyla uyum içinde olan bu dindir sadece. İnsanın
yapısıyla varlığın yapısını kesiştiren din.
"İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler.
Bu davranış sonucu bilgisizce, keyfi eğilimlerin
güdümüne giriyor, hedefe götüren doğru yoldan sapıyorlar.
Yönelimin doğru dine bağlı kılınmasına ilişkin
direktif Peygamberimize yönelik ise de kastedilen tüm mü'minlerdir. Bunun
için direktif yönün doğru dine bağlı kılınmasının ne demek olduğunu
açıklamaya devam ediyor.
"Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılan
ve Allah'a ortak koşanlardan olmayın."
Yönelimin doğru dine bağlı kılınmasını; Allah'a
yönelme ve her durumda O'na dönme, hatadan sakınma, iç duyarlığı koruma,
gizli, açık her konumda Allah'ın kontrolünü göz önünde bulundurma, her
hareket ve durgunluk anında o kontrolü duyumsama, salt Allah'a kulluk için
namaz kılma ve mü'minlerle müşrikleri birbirinden ayıran özellik olan
Allah'ı bir bilme olarak veriyor.
Müşrikleri ise; "Dinlerini parçaladılar ve bölük
bölük oldular" olarak niteliyor. Şirkin türleri çoktur. Müşriklerin kimi
cinleri, kimi melekleri, kimi ataları, kimi yöneticileri, kimi papazları ve
hahamları, kimi ağaçları-taşları, kimi gezegen ve yıldızları, kimi ateşi,
kimi geceyi-gündüzü, kimi sahte değer yargıları ve arzuları Allah'a ortak
koşarlar. Şirkin türleri sayılmakla bitmez... Her grup kendi yanındaki ile
sevinmektedir. Oysa doğru din birdir, değişmez ve kollara ayrılmaz;
bağlılarını tek Allah'dan başkasına götürmez. Yerin ve göklerin emri ile
varlığını sürdürdüğü ve yerdeki göktekilerin O'nun olup O'na baş eğdiği
Allah'dan başkasına.
Surenin bu bölümü de ana konu etrafında ilerliyor.
İnsanlarla olayların kaderlerinin bağlı olduğu, hayat, evren ve doğru dinin
yapılarının çelişmesiz biçimde uyum sağladıkları genel ve evrensel
yörüngesinde.
Kur'an bu bölümde, değişmez yapılar yanında, insanın
değişken psikolojik éğilimlerinin görünümü ve doğru dinin güçlülüğü
karşısında şirk türü inançların güçsüzlüğünü, darlık ve bolluk anlarında
insan psikolojisinin durumlarını tasvir ediyor. Ki o insan psikolojisi,
Allah'ın sarsılmaz ölçüsüne dayandığı ve rızkı dilediğine genişletip
dilediğine kısan kaderine boyun eğmediği sürece, değerlendirim ve
tasarımlarında denge sağlayamamaktadır. Rızkın uyandırdığı çağrışımları
aracılığı ile onları, malı arttırıp temizleyen yönteme yönlendiriyor. Hedefe
ulaştıran açık yolla uyum içindeki yönteme... Onları bu yolla öldüren,
dirilten ve rızık veren Allah'ın tanımasına ulaştırıyor. Allah'ın
yaptıklarına karşın O'na ortak koştuklarının ne yaptıklarını soruyor.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslümanları, çalışma ve
kazanmanın olmadığı sadece yapılanların hesabı ve karşılığının görüleceği
gün gelmeden doğru yollarına yönelmeleri konusunda uyardığı gibi, müşrikleri
de her yerde görülen, şirk inancının yol açtığı olumsuzluk konusunda
uyarıyor. Sözün Allah'ın rızkına ilişkin açılımında; kalplerini, bu rızkın
gökten inip ölümünden sonra yeri canlandıran ve Allah'ın emri ile içinde
gemilerin yüzdüğü su gibi maddi hayatlarına ilişkin ve ölü kalpleri,
gönülleri diriltmek için Resule inen açık ayetler gibi manevi hayatlarına
ilişkin türlerine yöneltiyor, fakat onlar ne doğru yolu buluyor, ne de
dinliyorlar. Onları yaratılışlarının evreleri ve zulmedenlerin özürlerinin
kabul edilmeyeceği ve memnun olmayacakları gün olan, yaratıcılarına ulaşana
dek hayatlarına ilişkin bir geziye çıkarıyor... Bu bölüm Peygamberimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- yatıştırılmaları ve Allah'ın hak vaadi
gerçekleşene dek direnmeye yönlendirilmesiyle sona eriyor.
33- İnsanlara bir
zarar dokundu mu, Rabb'lerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Rabb'leri,
onlara kendinden bir rahmet tattırınca, hemen onlardan bir grup, Rabb'lerine
ortak koşarlar.
34- Böyle yaparlar
ki kendilerine verdiğimiz nimete karşı nankörlük etsinler. Haydi! Biraz
eğlenin bakalım, yakında sonunuzun ne olduğunu bileceksiniz.
35- Yoksa onlara
ortak koşmalarını söyleyen bir delil mi indirdik?
36- Biz insanlara
bir rahmet tattırdığımız zaman sevinirler. Şayet yaptıklarından dolayı
başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitsizliğe düşerler.
37- Görmediler mi,
Allah dilediğine rızkı genişletiyor da, daraltıyor da. Şüphesiz inanan bir
toplum için bunda ibretler vardır.
Değişmez bir değere dayanmayan ve bilinen doğru bir
yolda yürümeyen insan nefsinin görünümü. Geçici etkilenimler, değişik
tasarımlar, olaylar ve akımlara bağlı serkeşlikler arasında sallantıdaki
görünümü. İnsanlar kendilerine bir zarar dokunduğunda Rabb'lerini
hatırlıyorlar. Ve kendisinden başka tutunacak şey bulamayan, O'na dönüşün
dışında kurtuluşu olmayan güce sığınıyor. Fakat bu, üzüntünün zorluğun
kalkmasına kadar sürüyor. Allah onlara katından bir rahmet tattırdığında
ise, "Onlardan bir grup, Rabb'lerine ortak koşarlar." O grup kendilerine
doğru yolu gösteren bir inanca ve doğru bir yönteme dayanmayanlardır.
Rahatlık, onları Allah'a sığındıran zorunluğu kaldırmış, O'na döndüren
zorunluğu unutturmuştur. Bu durum onları, Allah'ın verdiği hidayet ve
rahmete karşı şükür yerine küfre sevk etmiştir.
Peygamberimizin mesajı, karşısına dikilen
müşriklerin şahsında bu grup hemen tehdit ediliyor. Grubun, onların şahsında
tehdidine bağlı olarak hitap onlara yönelerek, onların "Haydi! Biraz eğlenin
bakalım yakında sonunuzun ne olduğunu bileceksiniz."
Hemen anında yöneltilen bu tehdidin ardından
Allah'ın nimet ve rahmetini bırakıp küfre düştükleri, şirke ilişkin
dayanaklarının tutarsızlığını vurgulamak için onlara sorular yöneltiyor.
`Yoksa onlara ortak koşmalarını söyleyen bir delil
mi indirdik?"
Allah'dan gayrısından, akidesine ilişkin bir şey
alması insana yakışmaz. Öyle ise; tutturduğunuz bu şirkin gerekliliğine bu
hüccet mi indirmişiz size? Bu, dayanaksız şirk inancının tutarsızlığını
açığa çıkaran, ayıplayan ve alaya alan bir soru. Diğer yandan soru, inanç
ilkelerinin Allah katından inmiş olması gerektiği, aksi taktirde güdük
kalacağına da açıklık getirmektedir.
Kur'an ilerleyerek, insan psikolojisinin rahatlık
durumunda basitliğe kayan ve yanılgıya düşen, zorlukla karşılaştığında ise
umutsuzluğa kapılan başka bir yönüne ışık tutuyor.
"Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman
sevinirler. Şayet yaptıklarından dolayı haşlarına bir kötülük gelirse, hemen
ümitsizliğe düşerler." İfadeden anlaşıldığına göre, bu her durumda
yaptıklarını ölçebilen değişmez bir çizgi ve hayatta karşılaşılan
değişimlere bağlı olarak nefsin görünümüdür. Burada "insanlar" sözüyle o
çizgiye bağlı olmayan ve o ölçütü kullanmayanlar kastedilmektedir. Çünkü
onlar bir rahmetle karşılaştıklarında onun kaynağı ve hikmetini unutturan
düşüncesizlik tavrıyla seviniyor, havalara uçuyor ve kendinden geçiyorlar.
Sonra da iyiliği verene şükretmiyor ve iyiliğin içerdiği denemenin farkına
varmıyorlar. Yaptıklarına bağlı olarak Allah'ın iradesi onları yakalayıp
kötü bir durum tattırdığında da Allah'ın zorlukla denemesindeki hikmetine
karşı körleşiyorlar, Allah'ın zorluğu kaldıracağı ve rahmetle
mükafatlandıracağına ilişkin tüm ümitlerini yitiriyorlar. Bir, Allah'la
ilişkisi kesilmiş, O'nun yasalarını kavrayamayan ve hikmetini anlayamayan
kalplerin durumudur. İşte o "bilmeyenler" bunlardır. Sadece dünya hayatının
dış görünüşünü bilenler!
Bu tasviri, durumlarının garabetini, kısa
görüşlülüklerini ve sağduyudan yoksun olduklarını ortaya koyan bir soru
izliyor. Aslında darlık-bolluk meselesi, değişmez bir yasaya bağlı olup
Allah'ın dilemesinden kaynaklanır. Rahmetiyle nimetlendiren ve zorlukla
deneyen, koyduğu yasalar ve hikmetinin gerektirdiği doğrultuda rızkı
genişletip daraltan O'dur. Her an yaşanan olgu budur. Fakat onlar
görmüyorlar.
"Görmediler mi, Allah dilediğine rızkı genişletiyor
da, daraltıyor da."
Dolayısıyla genişlediğinde sevinip şımarmanın
azaldığında ise, ümitsizliğe kapılmanın anlamı yoktur. Bunlar Allah'ın
hikmeti doğrultusunda, insanları değişmiş olarak etki altına alan
durumlardır. Onlar, mü'min kalbi için her şeyin Allah'a bağlı olduğu,
yasanın sürekliliği ve durumlarının değişikliğine karşın sistemin değişmez
olduğunu gösteren kanıtlar içerir:
"Şüphesiz inanan bir toplum için bunda ibretler
vardır."
Rızkı genişletip daraltan ve dilediği doğrultuda
veren ve engelleyen Allah olduğuna göre, insanlara mallarının artma ve
kazanma yolunu açıklayanın da Allah olması gerekir. Mallarının artması,
kazanması, onların sanıları doğrultusunda değil, Allah'ın onlara gösterdiği
doğrultuda olacaktır.
38- Akrabaya,
yoksula, yolcuya hakkını ver. Allah'ın rızasını isteyen-ler için bu daha
hayırlıdır. Ïşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
39- İnsanların
mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında
artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekât böyle değildir. İşte
zekât veren o kimseler, sevaplarını ve mallarını kat kat arttıranlardır.
Mal Allah'ın malı olup onu kimi kullarına rızık
olarak verdiğine göre, malın ilk sahibi Allah'dır. O, malın bir bölümünü
kulları arasında bölüştürmüştür ki, onu o gruplara, malı elinde
bulunduranlar ileteceklerdir. Diğer bir nokta da, onu hak olarak
adlandırmasıdır. Burada o gruplardan akraba, yoksul ve yolculara
değiniliyor. Bunun dışında ne zekâtın oranı sınırlandırılmış ne de hak
sahipleri tek tek sayılarak belirlenmiş değildir. Fakat ilke kesin
çizgilerle belirlenmiştir. İlke; malla rızıklandıranın O olması dolayısıyla
mal Allah'ın malıdır ve onda muhtaç gruplar için, onu elinde bulunduranların
aracılığıyla ulaştırılmak üzere, malın gerçek sahibince belirlenmiş bir pay
vardır... Mala ilişkin İslami görüşün temeli budur. Mal Allah'ın malı
olunca, ilk sahibi olması özelliğine bağlı olarak; mülk edinilmesi,
artırılması ve muhtaç olanlara yardım olarak verilmesi gibi tüm
pozisyonların da Allah'ın kararlaştırdığı kurallara göre olması gerekir. Onu
elinde bulunduran istediği gibi kullanma serbestisine sahip değildir.
O burada, mala mutemet olmaları için en uygun yola
yöneltmektedir ki; o yol malın, akraba, yoksul ve yolcuya daha geniş bir
tanımla Allah yolunda harcanmasıdır: "Allah'ın rızasını isteyenler için bu
daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir."
O devirde kimileri mallarını, daha çok geri
döneceğini gözeterek zenginle-re hediye vererek çoğaltmaya çalışıyorlardı.
Onlara hemen bu noktada bunun, malın gerçek artış yolu olmadığını açıklıyor:
"İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah
katında artmaz." Ayet genel anlamı açısından malların her ne biçimde olursa
olsun, faiz türü metodlarla artırma yollarının tümünü kapsıyorsa da,
rivayetler bu ayette kastedilenin, bu hediye vererek malın artmasını
sağlamak olduğunu bildiriyorlar. (Bu metodda bilinen faiz gibi bir haramlık
yoksa da o malın temiz, saygın artırılma yolu değildir) Bu arada onlara
malın gerçek artma yollarım da açıklıyor. "Allah'ın rızasını isteyerek
verdiğiniz zekât böyle değildir. İşte zekât veren o kimseler, sevaplarım ve
mallarını kat kat artıranlar-dır."
Malin kat kat artırılmasını garantiye alan yol;
insanlardan hiçbir şey beklemeksizin, sadece Allah'ın hoşnutluğu gözetilerek
hak sahiplerine verilmesidir..
İnsanlara rızkı genişletip daraltan O değil mi?
Dolayısıyla mallarını, Allah'ın hoşnutluğunu gözeterek muhtaçlara verenlerin
mallarını artıracak; insanların hoşnutluğunu gözeterek mallarını muhtaçlara
verenler orada daha çok kazanacaklardır. Görüldüğü gibi dünyada ve ahirette
kazanan bu ticarettir.
Kur'an şirk meselesini, kazanç, rızık ve o günkü
müşriklerin kendi hayatlarına ve onlardan öncekilerin hayatlarına etkisini
irdeliyor ve eski müşriklerin kalıntılarının tanıklık ettiği akıbetlerini
ortaya sürüyor.
40- Sizi yaratan,
sonra rızıklandıran, sonra öldüren daha sonra da dirilten Allah'dır. O'na
koştuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır? Allah onların
ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir.
41- İnsanların
elleriyle kazandıkları (günahları) yüzünden karada ve denizde fesat çıktı.
Allah'da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine
tattırır.
42- De ki;
"Yeryüzünde dolaşın da daha öncekilerden ortak koşanların sonunun nasıl
olduğuna bir bakın."
Onları gerçek durumları ile yüz yüze getiriyor.
Yalnız Allah'ın oluşturduğu konusunda tartışmaya giremedikleri veya ortak
bildikleri ilahlarının bu oluşumlarda pay sahibi olduğunu ileri
süremedikleri, onları yaratanın, rızık veren, öl-düren ve ölümden sonra
diriltecek olanın Allah olduğu gerçekleriyle. İşte, yalnız Allah'ın yaratıcı
olduğunu onaylıyorlar, ilahlarının kendilerine herhangi bir rızık verdiğini
ileri süremiyor ve öldürme konusunda da Kur'an'ın söylediği ile çelişen bir
kanıta sahip değiller. Geriye sadece olup olmayacağı konusunda çekişmeye
girdikleri ölümden sonra dirilme kalıyor. Vicdanlarına yerleştirmek için
Kur'an bu konuyu onlara, düştükleri sapıklığın ötesinden yapılarına
seslenen, eşsiz bir yöntemle, herkesçe onaylanan ölçüler içinde sunuyor.
Yapı ölümden sonra dirilme işini reddetmez.
Sonra onlara ortaklarınız içinde bunlardan bir şey
yapan var mı" diye soruyor. Onlardan cevap beklemiyor. Bu, cevaba ihtiyaç
duymayan ayıplama babında sadece olumsuz cevap için oluşturulmuş bir
sorudur! Ona Allah'ın eksikliklerinden beri görülmesini eklemekle yetiniyor.
"Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir."
Ardından onlara hayatın durumları ve konumlarının,
insanların eylemleri ve elde ettikleriyle olan ilişkilerini insanların iç
tutumları, inançları ve eylemlerinin bozukluğunun yeryüzünün düzenini
bozarak, karaları ve denizleri fesatla doldurduğu ve fesadı yeryüzünün her
köşesine egemen ve baskın kıldığını açıklıyor:
"İnsanların elleriyle kazandıkları (günahları)
yüzünden karada ve denizde fesat çıktı."
İşte kargaşanın doğması ve ortama egemen olmasının
kaynağı. O, mantıktan yoksun ve rastlantı sonucu olmayıp, "onlara şer ve
bozgunculuktan dolayı ettiklerinin bir kısmını tattırmak için" Allah'ın
yönlendirimi ve yasalarına bağlıdır. Allah onu, olumsuzluğunu gördüklerinde
"belki dönerler" bozgunculuğa karşı durur, düzelirler diye oluşturmaktadır.
Gezinin sonunda, kendilerinden öncekilerin başlarına
gelenlerin bir çoğunu bilen ve yeryüzünü gezdiklerinde, kalıntılarından da
onların başlarına gelenleri anlayan müşriklere, öncekilerinin başına gelen
kötülüklerin kendi başlarına da gelmemesi konusunda uyarıyor.
"De ki; Yeryüzünde dolaşın da daha öncekilerden
ortak koşanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın."
Yeryüzünü gezdiğinizde gördüğünüz gibi aynı yolu
izleyenlerin akıbetleri hep aynıdır.
DOSDOĞRU DİN BUDUR
Bu ayetlerde, izleyenlerin sapıtmadığı başka bir
yol, yönelenlerin rüsvay olmadığı başka bir ufuk gösteriliyor:
43- Allah katından
dönüşü olmayan bir gün gelmeden önce yönüne dosdoğru dine çevir! O gün
insanlar bölük-bölük ayrılacaklardır.
44- Kim inkâr ederse
inkârı kendi aleyhine olur. Yararlı bir iş yapanlar da cennette kendileri
için yer hazırlamaktadırlar.
45- Çünkü Allah
inanıp yararlı iş işleyenlere lütfundan karşılık verecektir. Doğrusu O,
inkârcıları sevmez.
Doğru dine yönelmeyi belirleyen bu tablo, insanı
doğrudan etkileyen yönü, olgunluğu ve ciddiyetini ortaya koyan bir tablodur:
"Yönünü dosdoğru dine çevir" Görüldüğü gibi, özen, uyanıklık ve bilinçlik
içeren, yüce hedef, engin ufuk ve yönelimin doğruluğunun gözetilmesini
vurgulayan bir anlatım.
Bu direktif surede, önce yön birliği olmayan,
dağınık psikolojik eğilimlere uymanın doğurduğu, çeşitli gruplara
değinilirken gelmişti. Burada ise, Allah'a koşulan ortaklar, rızık ve
artırılması, şirkten kaynaklanan kargaşa, insanların fesadın oluşması ve
ortama egemen olması dolayısıyla dünyada tattıkları ve müşriklerin dünyadaki
sonlarına ilişkin olarak gelmektedir. Ona bağlı olarak, ahirette görülecek
karşılık ve mü'minlerle kâfirlerin oradaki nasiblerini bildirdikten sonra
onları, insanların ilk grup, olacağı ve yaşanılacağı kesin olan gün
konusunda uyarıyor. "Kim inkâr ederse inkârı kendi aleyhine olur. Yararlı iş
yapanlarda cennette kendileri için yer hazırlamaktadır."
"Yemhed, yühemmed, yu'abbid" anlamında onlar gibi
geçişli olup, dinlenilecek sediri hazırlama, yol veya yatağı düzeltme
anlamlarına gelir. Bu anlamların hepsi de, salih emel işleyen, onu işlerken
aynı anda, kendisi için rahat bulacağı bir yer hazırlamaktadır. Anlatımın
insanda çağrıştırdığı budur. Çünkü mü'minlerin işledikleri salih amel,
Allah'ın "inanıp salih emel işleyenlere karşılık-fazlından vermesi içindir"
Allah fazlından verecektir, yoksa kimse cenneti ameliyle kazanamaz. Ne kadar
çalışsa da Allah'ın bağışının herhangi bir cüzünün gerektireceği şükrü
ödeyemez. Sonuç, Allah'ın mü'minlere katından verdiği rahmeti keremi
kâfirlere hoşnutsuzluğunun ifadesidir. Sadece kâfirleri sevmez."
ALLAH'IN SONSUZ
NİMETİ VE İNSAN'IN YAPISI
Burada onlarla, Allah'ın kimi ayetlerini göz önüne
koyan başka bir geziye başlıyor. Allah'ın fazlı, keremi, onlara bağışladığı
rızkı ve onlara inen hidayeti içeriyor. Onlarsa kimini araştırıyor kimini de
inkâr ediyor. Ne şükrediyor ne de doğruya yöneliyorlar.
46- Rüzgârları
müjdeciler olarak göndermesi, size rahmetini tattırması, buyruğu ile
gemilerin yürümesi, lütfundan rızık istemeniz O'nun varlığının
delillerindendir. Belki şükredersiniz.
47- Andolsun ki, biz
senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler;
dinleyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak
olmuştur.
48- Rüzgârları
gönderip, bulutları yürüten, onları gökte dilediği gibi yayan ve kısım-kısım
yığan Allah'dır. Sen de aralarından yağmurun çıktığını görürsün. Derken onu
kullarından dilediğine verince hemen sevinirler.
49- Oysa onlar, daha
önce üzerlerine yağmur yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi.
50- Allah'ın
rahmetinin belirtilerine bir bak. Nası1 yeri ölümden sonra diriltiyor? Şüphe
yok ki, o ölüleri diriltir. O her şeye kadirdir.
51- Andolsun bir
rüzgâr göndersekte ekini sararmış görseler, hemen nankörlüğe başlarlar.
Kur'an bu ayetlerde, rüzgârların müjdeleyici,
peygamberlerin kanıtlarla gönderilmeleri, peygamberler aracılığı ile
mü'minlerin zafere erdirilmeleri, ölü toprağı canlandırıcı yağmur
indirilmesi, ölülerin diriltilmeleri ve mezardan çıkarılmalarını bir araya
getiriyor. Bunun amacı var... Onların hepsi de Allah'ın bağışı olup,
Allah'ın yasaları çerçevesinde oluşmaktadırlar. Evrenin sistemi ile
peygamberlerin hidayeti içeren mesajları ve mü'minlerin zafer kazanmaları
arasında güçlü bir bağ vardır. Hepsi Allah'ın ayeti, rahmeti ve nimetini
temsil ederler. İnsanların hayatı onlara bağlıdır ve onların tümü evrenin
özgün sistemiyle bağlantılıdırlar.
Yağmurun çağrıştırdığı toprağın verimlenmesi ve
bitkilerin gelişmesi kanalıyla lütfundan rızık istemeniz "buyruğu ile
gemilerin yürümesi" rüzgârların onları itmesi veya yürüyecekleri nehirleri
oluşturması açılarından gerçeğe bağlı görünürler. Allah'ın evreni yarattığı
yasası ve gemilerin su üstünde kalıp yürümeleri, rüzgârların onları suyun
akıntısı yönünde veya akıntının ters yönünde yürütmesi de bu gerçeğe
bağlıdır. Her şeyin özellik ve görevini belirleyen takdirin çerçevesinde
yürümektedirler. Ticari geziler, tarım uğraşısı ve alışveriş aracılığı ile
"lütfundan rızık istemeniz" ve Allah'ın bunlar aracılığı ile ulaştırdığı
nimetlerine "şükretmeniz" için, "rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi
"O'nun varlığının delillerindendir. Yağmuru müjdelerler. İnsanlar deneyim ve
edindikleri uzmanlık sayesinde yağmur getiren rüzgârı tanır, sevinirler.
Görüldüğü gibi, bu çok bağışla Allah'ın nimetine gereğince karşılık
verilmesi konusunda da teşviktir.
Rüzgârların müjdeleyici olarak gönderilmesi,
peygamberlerin kanıtlarla gönderilmesinin benzeridir.
"Andolsun ki, biz senden önce de elçileri
kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler."
Fakat insanlar -daha önemli iken- Allah'ın bu
rahmetini, ne müjdeleyici rüzgârları karşıladıkları gibi karşıladılar, ne de
-daha yararlı ve sürekli olmasına karşın- yağmur ve sudan yararlandıkları
gibi ondan yararlandılar! İnanmayan, sonlarını düşünüp taşınmayan,
peygamberlere eziyet eden ve insanları Allah yolundan engellemekten geri
kalmayan suçlular ve Allah'ın ayetlerini kavrayan, rahmetine şükreden,
vaadine güvenen ve suç işleyenlerin (cürümkârların) eziyetlerine katlanan
mü'minler olarak peygamberlerin karşısında iki grup oldular... Sonuç
Allah'ın adaleti ve güvenilir vaadi ile uyumlu oldu:
"Dinleyip suç işleyenlerden öç aldık, zira
inananlara yardım etmek bize hak olmuştur."
Mü'minlerin zafere erdirilmelerini kendisine gerekli
kılan ve keremi ile onlara hak kılan Allah, eksikliklerden beridir. O,
onlara tanıdığı hakkı kuşku olasılığına yer vermez bir anlatımla
pekiştirmektedir. Zaten eksikliklerden uzaktır. O'nun geri çevrilmez
iradesi, işlevinden geri kalmaz sistemi ve varlığı yöneten yasasına açıklık
kazandırmak kabilinden söylemektedir.
İnsanların değerlendirmesi açısından kimi kez bu
zafer gecikmektedir. Bu yöndeki yargıların oluşmasına; onların işlerin
hesabını yaparken Allah'ın hesabını göz önüne almamaları, durumları
değerlendirirken Allah'ın değerlendirdiği gibi değerlendirmemeleri yol
açmaktadır. Oysa Allah her şeyi bilen, yaptığına tam egemen olandır. Vaadi,
istediği ve bildiği zamanda, dilediği ve sistemi çerçevesinde
gerçekleşmektedir. Zamanlaması ve insanlara biçtiği kaderin hikmeti, kimi
kez açığa çıkmakta, kimi kez de gizli kalmaktadır. Fakat her zaman hayır
O'nun istediği ve doğru olan da O'nun zamanlamasıdır. Vaadi somut biçimde
gerçekleşir. Sabredenler, içleri yatışmış, güven içinde gözlerler.
Ayetlerin akışı ilerleyerek, rüzgârları gönderenin,
yağmuru indirenin ve ölümünden sonra toprağı diriltenin Allah olduğunu
vurguluyor.. Ölülerin de aynı sistem, aynı metod ve genel yasa zincirindeki
halkalar çerçevesinde toprağın diriltilmesi gibi diriltileceklerini gözler
önüne seriyor!
Evreni yaratması, sistemleştirmesi ve yönetmesindeki
yasa doğrultusunda "Allah rüzgârları gönderir" onlar yerdeki su kütlesinden
yükselen su buharı yüklü "bulutları yürütürler" ardından Allah "Onları gökte
dilediği gibi yayar" ve "Kısım kısım yığar" bir araya gelmeleri,
yoğunlaşmaları üst üste yığılmaları veya birbiriyle çarpışmadan veyahut
tabakalar, parçalar arasında elektrik kıvılcımı akışını sağlar. Şimşek
olayının ardından bulutun "Aralarından yağmurun çıktığını görürsün." Ayette
geçen "vedga" sözü bulutun arasından inen yağmur anlamındadır. "Onu
kullarından dilediğine verince sevinirler." Bu müjdeleme olayı, yağmurun
yağışını doğrudan yaşayanların algıladığı gibi algılanamamaktadır. Araplar,
hayatları gökten inen yağmura bağlı olduğu için, bu işareti en iyi kavrayan
insanlardı. Şiir ve söylentilerinde, sevgi ve saygı ile söz edilirdi!
"Oysa onlar, daha önce üzerlerine yağmur
yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi."
Bu ifade onları umutsuzluk ve sönüklükten kurtarıp,
sevinç ve hareketliliğe götüren, yağmur inmeden önceki durumlarını tesbit
ediyor. "Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak" onun etkileri;
umutsuzluğun ardından sevince gark olmuş nefisler, sönüklüğün ardından
insana gülen yeryüzü, toprak ve kalplerde harekete geçen hayatta görün.
"Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak."
Kuşkusuz bu, anlaşılması için bakmak ve düşünmekten
öte bir şey gerekmeyen gözle görülen somut bir gerçektir. Diğer yandan ayet
bu olguyu; kendisine görünen varlık sahneleri ile somut hayat olgularını,
geniş evreni tartışma alanı edinen Kur'an'i tartışma metodu içerisinde,
ölümden sonra dirilme ve mezardan çıkış konusu için kanıt olarak ileri
sürmektedir.
"Şüphe yok ki O, ölüleri diriltir. O her şeye
kadirdir."
İşte Allah'ın rahmetinin yerdeki etkileri, bu vaadin
doğruluğunu söylüyor ve bu sonucu teyid ediyor.
Bu gerçeğin belirlenmesinin ardından, su yüklü
rüzgârlarla müjdeleşen ve gökten indiğinde Allah'ın rahmetinin verileriyle
rahatlığa kavuşan toplumun durumunun tasvirine yöneliyor... Rüzgârları, su
ve bulut değil de toprak ve kum taşımasından ötürü -bu tarım ve hayvancılığı
mahveden bir rüzgâr- sarı olarak veya onun etkisiyle yeşillikleri sararır
gördükleri zamanki durumlarının tasviri yönünde ilerliyor.
"Andolsun bir rüzgâr göndersek de ekini sararmış
görseler, hemen nankörlüğe başlarlar."
Allah'ın hükmüne teslim olup, belayı kaldırması için
boyun eğerek O'na yönelecekleri yerde, kızgınlık ve umutsuzluğa kapılarak
nankörlük ederler. Bu, Allah'ın takdirine inanmayan, basiretle Allah'ın
tedbirindeki hikmetine yönelmeyen ve tümüyle bu evreni düzenleyen, birbiri
ile bağlantılı cüzlerden oluşan varlığın kapsamlı düzeni çerçevesinde her
olay ve pozisyonu takdir eden, olayların arkasındaki Allah'ın elini
göremeyenlerin durumudur.
GÖRENLER VE KÖRLER
İnsanların, psikolojik eğilimlerinin güdümünde
dengelerini kaybetmelerini, çevrelerindeki varlıkta somut olarak görürler.
Allah'ın ayetlerinden ders almamaları, gördükleri olaylar ve oluşumların
arkasındaki Allah'ın hikmetini kavrayamamalarının tasvirinde ulaşılan bu
noktada hitabı, Allah'ın Resulüne yöneltiyor. Çevresindekilerin hidayete
erdirilmeleri yönündeki gayretinin onların ekseriyetinde başarısız kalması
konusunda O'nu teselli ediyor. Ve bunu, onların değişmeyen yapılarına ve
basiretlerinin aşınması ile körlüklerine bağlıyor:
52- Ey Muhammed! Sen
ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da çağrını
işittiremezsin.
53- Ve sen, körleri
de sapıklıklarından çıkarıp yola getiremezsin. Sen ancak ayetlerimize
inananlara işittirirsin de onlar müslüman olurlar.
Varlık bütünüyle iletişimini kaybettiği için, onun
yasaları ve sistemlerini kavrayamayan ölüdür. Onda hayat yoktur. Ondaki
hayat hayvansal bir hayattır, hatta ondan daha sapık ve daha düzeysiz bir
hayattır. Hayvan; ona çok az ihanet eden yapısıyla yolunu bulabilmektedir.
Kalplere işleyen Allah'ın ayetlerini duyduğunda icabet etmeyen sağırın
sağırıdır. Ses titreşimlerini işiten iki kulağı olsa da! Varlığı tüm
pozisyonlarını kapsayan Allah'ın işaretlerini görmeyen, bir hayvan olarak
iki gözü olsa da kördür!
"Sen ancak, ayetlerimize inananlara işittirirsin de
onlar da müslüman olurlar."
İşte çağrıyı işitenler bunlardır. Çünkü kalpleri
diri, sağduyuları açık ve kavrama yetkileri sağlamdır. Dolayısıyla onlar
işitiyor ve müslüman oluyorlar. Çağrının yaptığı sadece yapılarını
uyarmadır, onlar hemen karşılık veriyorlar.
ETKİLEYİCİ BİR
GEZİNTİ
Surenin akışı onları yeni bir gezintiye çıkarmaya
yöneliyor. Bu dış dünyanın sahnelerinde değil, kendi özlerinin içeriği ve
yeryüzündeki yaratılış aşamalarında gerçekleşecek. Gezi sonunda, ahiret
hayatı ve iki hayat arasındaki güçlü bağlantıya uzanıyor:
54- Sizi güçsüz
olarak yaratan, güçsüzlükten sonra kuvvetli yapan, sonra da kuvvetliliğin
ardından güçsüz ve ihtiyar yapan Allah'dır., Çünkü O, dilediğini yaratır;
bilendir ve kudret sahibidir.
55- Kıyamet koptuğu
gün, suçlular dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler. İşte
onlar dünyada da aldatılıp haktan böyle dönüyorlardı.
56- Kendilerine
bilgi ve iman verilenler dediler ki; "Andolsun siz, Allah'ın yazgısınca
tayin edilen yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden dirilme
günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz. "
57- Artık
zulmedenlere o gün mazeretleri fayda vermeyecek, onlardan Allah'ı hoşnut
etmeleri de istenmez.
Uzun bir gezinti. Başlangıç bölümlerini, yaşadıkları
hayatta görüyorlar. Son bölümlerini ise, sanki önlerindeymiş duygusu veren
tasvirlerde görüyorlar. Doğrusu bu; kalbi olan, tanık olan ve kulak
verenleri doğrudan etkileyecek bir gezi.
"Sizi güçsüzlükten yaratan" sizi güçsüz olarak veya
güçsüz durumda yarattı demiyor da "sizi güçsüzlükten yaratan" diyor. Sanki
yapılarının oluştuğu hammaddeleri güçsüzlüktür... Ayetin değindiği bu
`güçsüzlük' insanın yaratılmasında çeşitli aşamalar ve anlamlara temel
oluşturur.
O, ceninin oluştuğu ince küçük hücrede temsil
edilirken güçsüzdür. Ardından gelen cenin ve aşamaları döneminde ve ta
gençlik dönemine kadar olan çocukluk döneminde de güçsüzdür.
Diğer yandan yaratıldığı madde açısından da
güçsüzdür. Eğer çamur, Allah'ın ruhundan üflediği soluk olmasa idi,
maddesellik veya hayvansallık düzeyinde kalacaktı. Bu da insanlığı oluşturan
yapıya kıyasla çok zayıftır.
O, iç dürtüler, eğilimler, şehvetler ve arzular
karşısında psikolojik yapı açısından da güçsüzdür. Eğer yüce soluk ve bu
bünyede yarattığı irade gücü ve yetenekleri olmasaydı, bu varlık içgüdüye
mahkûm hayvandan daha güçsüz kalırdı.
"Sizi güçsüzlükten yaratan, güçsüzlükten sonra
kuvvetli yapan." Güçsüzlüğün güce dönüştürülmesi olayında, organik, insana
özgü, psikolojik yapılar ve düşünsel oluşuma ilişkin tüm güçsüzlük öğeleri
dönüşmüştür.
"Sonra da kuvvetliliğin ardından güçsüz ve ihtiyar
yapar." İnsani yapının tümü güçsüzleştirilmiştir bu aşamada. Bilindiği gibi,
ihtiyarlık tüm görünümleriyle çoğunluğa dönüşür. Kimi durumlarda ona, irade
güçsüzleşmesinden kaynaklanan psikolojik çöküş eşlik eder. O kadar ki, kimi
kez o da çocuk gibi coşkuya kapılır, iradesi onu koruyamaz. İhtiyarlıkta
saçlar ağarır. Görüldüğü gibi ihtiyarlığı psikolojik ve nesnel açılardan tüm
yönleriyle veriyor.
Bu evrelerden kimse kurtulamaz. Ömrü oldukça bu
aşamalar hiçbir kimsede işlevlerinden geri kalmaz, yavaşlamaz ve
kararlaştırılan düzenin dışında da gelmezler. Evreler insan yaratığını
dönüşümlü olarak ele alırlar. Ki dilediğini yaratan, dilediği kaderi
belirleyen, güvenilir bilgi ve duyarlı takdir çerçevesinde tüm yaratıklar
için ecellerini, vaziyetlerini ve yaşam aşamalarını kararlaştıran bir avucun
içinde olduğunu anlasın. "O dilediğini yaratır, O bilendir ve kudret
sahibidir."
Bu planlanmış kusursuz yaratmanın, gene planlanmış
bir sonu olması gerekir. Bu sonu, Kur'ani metodla, hareket ve diyalog yüklü
kıyamet sahnelerinden bir sahnede veriyor:
"Kıyamet koptuğu gün, suçlular dünyada bir saatten
fazla kalmadıklarına yemin ederler."
Kavrayışlarında o günün dışındaki zamanlar o ölçüde
değersizleşirler ki, dünyada kısa bir anın dışında kalmadıklarına yemin
ederler. Kalışlarının yeryüzünde diri ve ölü olarak geçirdikleri zamanın
tümü olabildiği gibi, yeminlerinin mezarda kalış süreleri için söylenmiş
olması olasılığı da vardır. "İşte onlar dünyada da aldatılıp haktan böyle
dönüyorlardı." Doğru bilgi sahipleri onları doğru değerlendirmeye iletseler
bile, haktan ve doğru değerlendirmeden ayrılıyorlardı:
Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki;
"Andolsun siz, Allah'ın yazgısınca tayin edilen yeniden dirilme gününe kadar
kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz."
Sözü edilen bu bilgi sahipleri, kıyamet gününe iman
eden, dünya hayatının dış görünüşünün ötesini kavrayan mü'minler olup,
gerçek bilgi etkin iman ehli onlardır. İşte onlar işi Allah'ın takdiri ve
bilgisine dayandırmaktalar. Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki:
İste bu, o planlanmış andır. Uzun veya kısa olması
önemli değildir. Kuşku yoktur ki, bu, o vaad edilen buluşma zamanıdır ve
gerçekleşecektir.
"İşte bu yeniden dirilme günüdür. Fakat siz
bilmiyordunuz."
Perde, din gününü yalanlayan zalimlerin başlarına
gelenleri tasvir eden latif, özet ve genel bir yargıya ulaştırarak
kapanıyor.
"Artık zulmedenlere o gün mazeretleri fayda
vermeyecek, onlardan Allah'ı hoşnut etmeleri de istenmez."
Artık mazeretleri kabul edilmez, kimse yaptıkları
konusunda onları uyarmaz veya özür dilemelerini istemez. Çünkü bu, uyarma
değil, cezalandırma günüdür.
Onları bu umut kırıcı, can sıkıcı tablodan, içinde
bulundukları inat ve yalanlamaya çeviriyor ki; seyrettikleri tablo bu inat
ve yalanlamanın sonucu idi:
58- Andolsun; biz bu
Kur'an'da insanlara her çeşit misali getirip anlattık. Onlara bir ayet
getirdiğin zaman inkâr edenler; "Siz ancak geleneklerinizi iptal edenlerden
başkası değilsiniz " derler.
59- İşte Allah,
bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürler.
Zaman ve mekân açısından çok farklı bir konuya
geçiliyor, fakat anlatımın akışı içinde yakının yakınıymış gibi geliyor.
Zaman, mekân dürülüyor bir de bakıyorlar ki, bir kere daha Kur'an'ın
önündeler ve O'nda her örnek, her türlü hitap, kalpleri akılları uyarmak
için her vasıta, derinden etkileyen ilham veren dokunuşlar mevcut. Yine O,
her ortamda, her yörede, her akla ve her kalbe hitap ediyor. Fakat
durumlarını ve hayat evrelerinin her birinde insan psikolojisine hitap
ediyor. Fakat onlar -tüm bunlara karşın- her ayeti yalanlıyorlar.
Yalanlamakla da yetinmiyor, gerçek bilgi sahiplerine saldırıyor, onlar
hakkında: "Sïz ancak geleneklerinizi iptal edenlerden başkası değilsiniz"
derler.
"İşte Allah, bilmeyenlerin kalplerini böyle
mühürler."
İşte böyle. Kalplerinin ışığı sönmüş bilmeyenlerin,
bu gidiş ve tutulan yoldan ötürü sağduyuları Allah'ın ayetlerini kavramaya
açılmadığından bilgi ve hidayet ehline saldırmaktalar. Allah'ın göz ve
kalplerinin durumunu bilmesine karşın, işin iç yüzünü kavrama yetkilerini
körleştirmesi ve kalplerini damgala-masını hak ediyorlar da! ..
SABIR VE SONUÇ
Müşriklerle, evren, tarih, kendi özleri ve hayat
evrelerinde geçen bu gezintilerin ve onların tüm bunlara karşın, küfür ve
büyüklenmelerini sürdürmelerinin ardından suredeki son vurgu geliyor... Son
vurgu Peygamberimiz ve O'nunla birlikte olan mü'minlerin kalplerine bir yön
verme görünümünde geliyor:
60- Sen şimdi
sabret. Bil ki, Allah'ın sözü gerçektir. Ïnanmayanlar seni telaşa ve
gevşekliğe düşürmesinler.
Kimi durumlarda sonsuz görünen uzun dikenli yolda,
mü'minlerin azığı; sabır, Allah'ın hak vaadine güven ve tedirginlik
duymadan, sarsılmadan, şaşırmadan ve kuşkuya kapılmadan direnmedir.
Diğerlerinin sarsılmaları, hakkı yalanlamaları ve Allah'ın vaadi konusunda
kuşkuya kapılmalarına karşın sabır, güven ve direnme... Farklılığın nedeni,
onların bilgi ve kesin imana ulaşma sebeplerinden yoksun oluşları...
Allah'ın ipi ile bağlantıyı sürdürmeyi başaran ve ona tutunmuş olan
mü'minlerin izleyecekleri yol; ne ölçüde uzun, sis ve bulutlardan ötürü ne
ölçüde de sonu görünmez olursa olsun doğal olarak sabır, Allah'ın vaadine
güvenme ve zorluklara direnme yoludur!
Birkaç yıl içinde Rumlar'ın ve mü'minlerin zafer
kazanacaklarına ilişkin Allah'ın vaadi ile başlayan sure, Allah'ın vaadi
gelene dek sabredilmesi ve inanmayanların imanı sarsma girişimlerine karşı
direnilmesi buyruğuyla sona eriyor.
Görüldüğü gibi başlangıç ve sonuç bir uyum
oluşturmaktalar. Sure sona ererken kalpte; Allah'ın vaadinin doğruluğu ve
zayıflamaz, sarsılmaz kesin inancı, güçlü biçimde pekiştiren bir vurguyla
kalıyor.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
|