38-Sad
1- Sad, zikir
sahibi, şanlı Kur'an'a and olsun ki.
2- İnkâr edenler bir
gurur ve ayrılık içindedirler.
3- Onlardan önce
nice nesilleri helak ettik de feryad ettiler. Oysa artık kurtuluş zamanı
değildi.
Bu bir harftir... "Saad" Yüce Àllah, şanı yüce olan
bu Kur'an'a yemin ettiği gibi harfe de yemin etmektedir. Ve bu harf Allah
yapısıdır. O'nu yoktan var eden O'dur. İnsanın gırtlağında bir ses olarak
onu yaratan ve Kur'an ifadesinin kendi benzerlerinden oluştuğu hece
harflerinden biri olarak onu var eden de O'dur. Bu harfler insanın elinin
altında olduğu halde, Kur'an onların eli altında değildir. Çünkü onun
kaynağı Allah'dır. Ve o ses, insanlığın ne Kur'an konusunda, ne de Kur'an
dışındaki konularda bir benzerini yapmaya güç yetiremediği Allah yapısı bir
belgedir. Bu ses "Saad" insan gırtlağının çıkardığı bir sestir. Ve ancak
insan gırtlağından eşsiz bir şekilde yaratan Allah'ın kudretiyle çıkar. Zira
Allah hem gırtlağın hem de çıkardığı seslerin yaratıcısıdır. İnsanlar bu
sesleri çıkaran canlı gırtlağı yapma gücüne sahip değillerdir. Eğer
insanlar, bünyelerinin, vücutlarının en küçük parçasında dahi mevcut olan
harika mucizeleri düşünüp görebilselerdi bu gırtlağın da harika bir mucize
olduğunu anlarlardı!? Eğer düşünebilselerdi, yüce Allah'ın kendi içlerinden
seçtiği bir adama vahiy göndermesine hayret etmez, dehşete kapılmazlardı.
Zira vahiy, onların bedenlerini her biri bir mucize olan özelliklerle
donatılmış halde yaratmaktan daha garip, daha akıl almaz bir olay değildir.
"Sad, zikir sahibi şanlı Kur'an'a andolsun ki."
Kur'an-ı Kerim hukuki yasamaları, kıssaları ve
ahlâki öğütleri içerdiği gibi, zikri de kapsamaktadır. Yalnız zikr ve
Allah'a yöneliş ön planda gelmektedir. Kur'an-ı Kerim'de en temel gerçek
budur. Hattâ hukuki yasamalar, kıssalar ve bunların dışındaki konular bu
zikrin bir bölümünden öte bir şey değildir. Bunların hepsi bir bütün olarak,
Kur'an-ı Kerim'de Allah'ı hatırlatır ve kalbi O'na doğru yönlendirir. Ayette
geçen -ziz-zikr- cümlesi, sözü edilen, herkesçe bilinen, Kur'an anlamına da
gelebilir. Zira zikir kavramı Kur'an'ın en temel özelliklerinden biridir:
"İnkâr edenler bir gurur ve ayrılık içindedirler."
İfadedeki bu ani değişiklik, dikkatleri üzerine
çekmektedir. Sanki buradan birinci konu olan "Saad" hecesine ve zikir sahibi
Kur'an'a yemin konusundan ayrı bir konuya geçiliyor. Halbuki birinci yemin,
ifadenin dış görünüşüne bakılırsa, henüz tamamlanmış değildir. Çünkü sadece
kendisine yemin edilen nesneden söz edilmiş, niçin yemin edildiği
belirtilmemiştir. Sonra hemen müşriklerden, içinde bulundukları
böbürlenmeden ve zorluk çıkarmalarından söz edilmeye başlanmıştır. Aslında
birinci konunun bu şekilde kesik bırakılması zahiri bir kesikliktir. Bu da,
ardından gelecek konunun önemini arttırmaktadır. Çünkü, yüce Allah "Saad"
hecesine ve "zikir" içerikli Kur'an'a yemin etmiştir. Bu da Kur'an'ın yüce
bir değeri olduğunu, yüce Allah'ın kendisine yemin etmesinin bu değerinden
kaynaklandığını göstermektedir. Bunun yanında müşriklerin bu Kur'an hakkında
büyüklük taslamaları ve zorluk çıkarmaları sergilenmiştir. Demek ki bu konu,
ifade değişikliğini belirten "Bel" edatından önce de sonra da bir bütünlük
gösteren tek bir konudur. Yalnız üslûptaki bu ifade değişikliği, dikkatleri
yüce Allah'ın bu Kur'an'a değer verişiyle müşriklerin ona
Karşı büyüklük taslamaları ve zorluk çıkarmaları
arasındaki farklılığa yöneltmektedir. Bu ayırım gerçekten önemli bir gerçeği
yansıtmaktadır!
Büyüklük taslama ve zorluk çıkarmaları dile
getirildikten sonra kendileri gibi ilahi mesajı yalan sayan, büyüklük
taslayan, işi yokuşa süren önceki milletlerin yıkılış ve yok oluş sayfasına
yer veriliyor. Onların hallerini ortaya koyan bu sahne ilginçtir. Yardım
diliyorlar; yardımlarına koşan yok. Büyüklük taslayacak halleri kalmamış
artık. Zillet üzerlerine çökmüş, işi zora koşmaktan vazgeçmişler. Merhamete
sığınmışlar... Fakat iş işten geçtikten sonra...
"Onlardan önce, nice nesilleri helak ettikte feryat
ettiler. Oysa artık kurtuluş zamanı değildi."
Umulur ki, onlar bu manzara ile karşılaştıklarında
gururlarından, böbürlenmelerinden vazgeçerler, zorluk çıkarmadan dönüş
yaparlar. Daha önceki milletlerin başlarına geleni düşünüp, kendi başlarına
da aynı şeylerin geleceğini hesap ederken bağrışmalarına, feryatlarına,
imdat istemelerine, bakıp ders alırlar. Çünkü önlerinde feryat etme, ve
imdat isteme konumuna düşmeden önce geniş bir fırsat var. Henüz iş işten
geçmemiş, imdadın ve kurtuluşun imkânsız hale geleceği gün gelip
çatmamıştır! ..
Müşriklerin nasıl bir üstünlük tasladıklarını, işi
nasıl zora koştuklarını, detaylı olarak vermeden, onların kalplerini bu
şekilde titretiyor ve bu şekilde ağır baskı ve etki altına alıyor. Sonra
meseleyi açıyor ve onların içinde bulundukları büyüklük taslama ve karşı
çıkma olayını anlatıyor:
4- Aralarından bir
uyarıcı gelmesine şaşırdılar. İnkârcılar; "bu yalancı bir sihirbazdır"
dediler.
5- Tanrıları bir tek
tanrı mı yapıyor? Bu, cidden tuhaf bir şeydir.
6- Onlardan ileri
gelenler; "yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen
şüphesiz budur. "
7- Biz bunun
söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik. Bu uydurmadan
başka bir şey değildir.
İşte üstünlük taslama budur: "Kur'an aramızda O'na
mı indirilmeliydi?" Zorluk çıkarmaları ise şudur: "Tanrıları bir tek tanrı
mı yapıyor?" "Biz bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de
işitmedik...!" "Bu yalancı bir sihirbazdır" "Bu uydurmadan başka bir şey
değildir." Ve buna benzer nice bahaneler...
Peygamberin, bir insan olmasına akıl erdirememe
hikâyesi çok eskidir. İnsanlık dönüp dolaşıp buna takılmıştır. Her millet,
bunu bir gerekçe olarak ileri sürmüştür. İlk günden beri bütün peygamberlere
yöneltilen bir itirazdır. Buna rağmen her zaman peygamber, insanlar
arasından seçilmiştir. İnsanlar da her seferinde bu itirazlarında tekrar
edip durmuşlardır.
"Aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşırdılar."
Halbuki akla ve mantığa en uygun, en yatkın şey,
uyarıcının (peygamberin) insanlardan olmasıdır. İnsanların nasıl
düşündüklerini, nasıl hissettiklerini bilen, anlayan, içlerinde neler
dolaştığını, bünyelerinde nelerin hareket ettiğini, ne gibi eksiklikler ve
zaaflarla mücadele ettiklerini, ne tür eğilimleri, arzuları istekleri
olduğunu anlayabilen, hangi işe, hangi çabaya güçlerinin yettiğini,
hangilerine yetmediğini, ne gibi sorunlarla ve problemlerle karşı karşıya
bulunduklarını, nelerin etkisinde kaldıklarını, nelere karşı hassas
olduklarını bilen bir insan...
Kendisi de insanlardan biri iken, insanların
arasında yaşayan, pratik hayatı ile onlara örnek olan, insanların, onun
hayatını örnek almalarını sağlayan bir insan. İnsanların onu kendilerinden
biri olduğunu ve onunla kendileri arasında bir bağ, bir benzerlik
bulunduğunu hissettikleri bir insan. Bu durumda o insanlar, onların
uymalarını istediği, kendisinden de uyduğu, uymaları için çağrıda bulunduğu
bu hayat sistemini, yaşam tarzını rahatlıkla benimseyebilirler. Bu sistemi
uygulama imkânı bulabilirler. Zira bu programı kendilerinden olan bir insan,
onların gözleri önünde bizzat hayatında uygulamış bulunmaktadır...
Kendilerinden bir insan. Aynı kuşaktan olan, aynı
dili konuşan. Kavramlarını, alışkanlıklarını, geleneklerini ve hayatlarının
detaylarını bilen, onların da onun dilini bildikleri, dediklerini
anladıkları, kendisiyle anlaşabildikleri, onunla karşılıklı ilişki içinde
bulundukları, bir insan... Bu nedenle türlerinin ayrılığı, dillerinin
ayrılığı, hayatlarının tabiatı (doğası) ya da detaylarının farklılığı
yüzünden kendileri ile onun arasında bir kopukluğun bulunmadığı bir insan...
Ne yazık ki, olması en uygun ve en zorunlu olan şey,
sürekli olarak hayret konusu, kabul etmemenin ekseni ve yalan saymanın ana
gerekçesi yapılmıştır! Zira onlar peygamberin insanlar arasından
seçilmesinin hikmetini bir türlü kavrayamadıkları gibi, peygamberliğin temel
özelliklerine ilişkin düşüncelerinde de yanılgıya düşmüşlerdir.
Peygamberliği Allah'a giden yolda, insanlığın gerçek bir önderliği,
liderliği kabul edecekleri yerde, onu, insanlara yakın olması, rahat
anlaşılması gereken, sırlarla çevrili gizemli bir hayal olarak
düşünmüşlerdir! Peygamberliği, elle tutulmayan, aydınlıkta gözükmeyen,
açıkça anlaşılmayan, insanların dünyasında bir realite olarak yaşamayan,
etrafta uçuşan hayalı bir önderlik biçiminde görmek istemişlerdir! Bu
durumda ise, saçma-tutarsız olan kendi inançlarını oluşturan efsaneleri
kabul ettikleri gibi, onu da, gizemli bir efsane olarak kabul etmekten başka
çare bulamamışlardır.
Ne var ki, yüce Allah özellikle, bu son peygamberlik
ile insanlığın gerçekliği olan, tertemiz bir hayat yaşamasını dilemiştir.
Arı-duru, tertemiz ve üstün bir hayat olmakla beraber, şu yeryüzünde
gerçekliği bulunan bir hayat. Kuruntu değil! Hayal değil! Efsaneler ve
ütopyaların semasında uçuşan bir ideal değil! Gerçekleşmesi mümkün olmayan
ve bu nedenle hayallerin ve kuruntuların kuytu dehlizlerine kaçan bir hayat
değil!
"İnkârcılar: `Bu yalancı bir sihirbazdır' dediler."
Onlar, yüce Allah'ın kendilerinden bir adama vahiy
göndermesini imkânsız gördükleri için böyle söylediler. Kamuoyunu Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- aleyhine çevirmek, onun
sözlerindeki apaçık gerçeği ve kişiliğinden belli olan doğruluğu gölgelemek
için böyle dediler.
Şüphe götürmeyen bir gerçektir ki, Kureyş'in ileri
gelenleri gerçek anlamda tanıdıkları Abdullah'ın oğlu Muhammed'e -salât ve
selâm üzerine olsun- "Bu bir sihirbazdır" "Bu bir yalancıdır" gibi
yakıştırmalarda bulunurken, kendileri bir an dahi bu söylediklerinin
doğruluğuna inanmamışladır! Bu gölgeleme, saptırma ve ileri gelenlerin büyük
bir ustalıkla kotardıkları aldatma savaşının silahlarından başka bir şey
değildi. Onlar, bu savaş ile, İslam inancıyla somutlaşan ve bu ileri
gelenlerin kendilerine basamak, dayanak yaptıkları çürük değerleri ve
temelsiz makamları-mevkileri sarsan, gerçeğin karşısında kendilerini ve
konumlarını korumaya çalışıyorlardı!
Daha önce, Kureyş büyüklerinin Mekke'de kendi
çıkarlarını, kitleler arasında konumlarını korumak-Hacc mevsiminde Mekke'ye
gelen kabileleri, yeni dine ve bu dinin önderi olan Hz. Muhammed'e -salât ve
selâm üzerine olsun karşı şartlandırmak için O'na ve O'nun önderlik yaptığı
gerçeğe karşı menfi propaganda savayı kullanma konusunda, nasıl
anlaştıklarını açıklamıştık. Burada da aynı olayı aktarıyoruz.
İbn-i İshak der ki: Hac mevsimi geldiğinde,
Kureyş'in ileri gelenleri, yaşlı ve deneyimli olan Velid İbn-i Muğire
etrafında toplandılar. Velid onlara dedi ki: Hac mevsimi yaklaştı. Bu
sezonda Arapların elçileri size geleceklerdir. Onlar şimdi Muhammed'in
yaptıklarını duymuşlardır. Siz, onun hakkında görüş birliğine varın.
Ayrılığa düşüp birbirinizi yalanlamayın. Sözleriniz birbiriyle çelişmesin.
Onlar dediler ki: Ey Velid, sen buyur söyle. Tutarlı
bir görüş ortaya at da, biz de öyle söyleyelim. Velid: Aslında siz söyleyin,
ben sizi dinliyorum, dedi. Onlar dediler ki, "kâhin diyelim. Velid: Hayır.
Allah'a yemin ederim ki, O kâhin değildir. Biz çok kâhin gördük. Bu,
kâhinlerin uzaktan geldiği zannedilen, anlaşılmayan, kafiyeli sözleri
değildir dedi. Onlar dediler ki: "cin çarpmış" diyelim. Velid: O deli
değildir. Çok cin çarpmış gördük, onları biliyoruz. Onun sözleri boğuk
seslerine, insanların içlerine nüfuz etmelerine ve vesveselerine
benzemektedir dedi. Onlar dediler ki: "Şair" diyelim. Velid: Bu şiir değil.
Biz beyitleriyle, kıtalarıyla, açığı-kapalısı ve uzunuyla şiirin her
çeşidini biliyoruz. O yüzden bu şiir değildir, dedi. Onlar "Büyüdür" diyelim
dediler. Velid: O büyücüleri de büyülerini de çok gördük. Bu, onların
üfürüklerine ve düğümlerine benzememektedir, dedi. Bunun üzerine onlar;
"Velid ya ne diyelim?" diye sordular. Velid: "O Allah'a yemin ederim ki,
O'nun sözünün bir tatlılığı var. Kökü sağlam biçimde oturmuştur. Dalları
meyve vermiştir. Siz, O'nun hakkında ne söylerseniz söyleyin, mutlaka bu,
sözünüzün saçma olduğu ortaya çıkacaktır. Bu konuda söylenebilecek en yakın
söz `Bu adam bir büyücüdür.' Büyü gibi etki eden bir söz söylüyor, böylece
oğul ile babasını, kardeş ile kardeşini, koca ile karısını, insan ile
akrabalarını birbirinden ayırıyor, demenizdir" dedi. Bu konuda anlaşan
Kureyş'in ileri gelenleri kalkıp gittiler. Hacc mevsiminde hacılar gelmeye
başladığında insanların yollarına oturuyor, oradan gelip-geçen herkese
Muhammed'in yaptıklarını anlatıp, ondan sakınmalarını söylüyorlardı...
İşte Kureyş büyüklerinin "O büyücüdür, yalancıdır"
sözleri hakkındaki asıl görüşleri buydu. Onlar böyle derken aslında
kendilerinin böyle demekle yalan söylediklerini biliyorlardı. Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- büyücü ve yalancı olmadığını çok
iyi biliyorlardı.!
Müşrikler, Hz. Muhammed'in kendilerini bir olan
Allah'a tapmaya çağırmasına da hayret etmişlerdir. Halbuki bu çağrı en doğru
söz, ve kulak verilmeye en layık çağrıydı:
"Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor? Bu, cidden
tuhaf bir şeydir. Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta
direnin, sizden istenen şüphesiz budur." "Biz bunun söylediğini,
babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik. Bu, uydurmadan başka bir
şey değildir."
Kur'an'ın ifade üslubu, onların rahat anlaşılabilen
ve doğuştan gelen bu gerçek karşısında nasıl irkildiklerini tasvir ediyor:
"Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor?" Bu sanki
insanın aklına sığmayan bir iddiadır. "Bu cidden tuhaf bir şeydir."
Kelimenin söylenişi bile `Ucaab' (tuhaf irkilişin şiddetini, çapını ve
büyüklüğünü ortaya koymaktadır!
Kur'an'ın ifade tarzı müşriklerin kitlelerin
kalbindeki bu gerçeğe karşı koymak ve onların atalarından kalma çürük
inançlarına bağlı kalmalarını sağlamak, bu yeni dinin çağrısı ardında dış
görünüşün ötesinde çirkin hesapların olduğu imajını vermek için nasıl bir
yönteme baş vurduklarını da tasvir etmektedir. Onların işlerin iç yüzünü
bilen ve yeni dinin bu çağrısının arkasında nelerin gizlendiğini anlayan
büyükler olarak kendilerini halka tanıttıklarını ortaya koymaktadır.
"Onlardan ileri gelenler, `yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden
istenen şüphesiz budur."
Öyleyse bu yeni çağrı ile amaçlanan ne din ne de
inançtır. Burada amaç, bunların ötesinde başka bir şeydir. Bu konuyu, halk
kitleleri, ehliyetli olan uzmanlarına bırakmalıdır. Gizli-kapaklı
hesaplardan anlayan ve yapılan manevraları kavrayabilen yetkili kişilere
havale etmelidir. Kitleler, atalarından kalma geleneklerine bağlı kalmalı,
bilinen ilahlarına tapmaya devam etmeli ve bu yeni çağrı ile ortaya konan
manevranın perde arkasını düşünmemeli, onunla ilgilenmemelidir! Zira halkın
bu çağrıya karşı direnebilecek yetenekli ve yeterli uzmanları vardır.
Kitleler müsterih olmalıdır. Zira, sözde ileri gelen büyükler, onların
ilahlarını inançlarını ve milletin çıkarını en güzel şekilde kollamaya
çalışacaklardır!
Bu yöntem, zalim yöneticilerin kitleleri kamuoyunu
ilgilendiren konularla ilgilenmekten, gerçekleri düşünmekten alıkoymak için
sürekli olarak kullandıkları alışılagelen bir plandır. Zira, kitlelerin
bizzat kendilerinin gerçekleri öğrenmek için uğraşmaları ilahi mesajı hesaba
katmayan yöneticiler ve yine bu özelliği taşıyan ileri gelenler, büyükler
için ciddi tehlike oluşturur. Onların, kitleleri içinde boğdukları saçma
planlarını temelsiz planlarını deşifre eder. Zaten, gayri meşru yönetimler
kitleleri ancak temelsiz planlar için de boğarak hayatlarını
sürdürebilirler!
Sonra, kendilerine en yakın inanç sisteminin, yani
Ehl-i Kitab'ın inanç sisteminin maskesini kullanarak insanları ikna etmeye
çalışıyorlar. Tabii ki, bu inanç sistemine onu salt tevhid ilkesinden
saptıracak bir takım efsaneler, mitolojiler karıştırdıktan sonra.
Müşrikler, bu oyunlarım gizlemek ve insanlara kabul
ettirmek için kendilerine en yakın olan inanç sisteminin ana ilkelerini
kullanıyorlar. Salt Tevhid'in çizgisinden saptırıcı bir takım hurafeler ve
mitolojilerle karışan Ehl-i Kitab'ın inanç sistemini bu konuda kendileri
için bir maske yaparak diyorlar ki:
"Biz, bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu
son dinde de işitmedik. Bu uydurmadan başka bir şey değildir."
Bu sırada teslis (üçleme) Hristiyanlıkta, Üzeyr
efsanesi de Yahudilik'te yaygın bir inanç haline gelmişti. İşte Kureyş'in
büyükleri "Biz bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de
işitmedik." derken bu inançlara dikkatleri çekmek istiyorlardı. Yani
Kureyş'in büyükleri Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'ı
mutlak anlamda birleme (Tevhid) çağrısını şimdiye kadar hiç kimseden
duymadık. Öyleyse onun bu çağrısı uydurma bir çağrıdan başka bir şey
değildir, demek istiyorlardı.
İslam dini, Tevhid inancını net bir şekilde ortaya
koymak ve daha önceki inanç sistemlerinde bulunan Tevhid'in etrafında
meydana gelen sapmaları, uydurma anlayışları ve mitolojileri temizlemek için
son derece özen göstermiştir.
İslam'ın bu konuya özen göstermesinin nedeni,
Tevhid'in bütün kainatın temelini oluşturan en büyük ve en başta gelen
gerçek olmasıdır. Bütün bir kainatın bu gerçeğe açık ve kesin bir şekilde
tanıklık etmesidir. Aynı zamanda Tevhid, insan hayatının hem ana ilkelerinde
hem de detaylarda kendisi üzerinde kurulmadığı müddetçe huzura
kavuşamayacağı temel kaidedir.
Biz, Kureyş'in ilahlarının sayısını bire indirgeyen
İslam inancına karşı direnmesinden, bu girişim karşısından hayrete ve
dehşete düşüşünden... Kureyş'ten önceki müşriklerin asırlarca ve bu
asırlarda kendilerine gönderilen ilahi mesajlar boyunca hep bu gerçeğe karşı
durmalarından... Bunun yanında Allah tarafından gönderilen her peygamberin
bu konuda telkinlerini yoğunlaştırmalarından, peygamberlik makamının bu
gerçeğin temeli üzerine kurulmasından... Tarih boyunca bu gerçeğin
yerleştirilmesi için insanlığın ne denli büyük zorlukları göğüslediğinden,
sıkıntılara katlandığından söz ederken, evet işte bu konudan söz ederken, bu
gerçeğin değerini, az da olsa, açıklamak, bu konuyu açmak istiyoruz.
Tevhid inancı her şeyin başında gelen, büyük ve
önemli bir gerçektir. Bütün bir varlık onun temeli üzerinde durmaktadır.
Evrendeki her şey, O'nun bir tanığı, bir belgesidir.
Gözlerimizle, apaçık olarak gördüğümüz bu evrende
hükmeden evrensel (doğal) yasaların birliği, bu yasaları belirle~en,
düzenleyen iradenin de tek olması gerektiğini haykırmaktadır. Nerede ve ne
zaman bu evrene baksak bu gerçek ile yasaların birliği ile karşılaşırız. Bu,
onlara hükmeden iradenin birliğini ön plana çıkaran bir birliktir.
Bu evrende bulunan her şey, sürekli ve düzenli bir
hareket içindedir. Bu evrendeki canlı-cansız her şeyin ilk birimini (en
küçük parçasını) oluşturan küçücük atom, sürekli bir hareket içindedir. Bu
küçücük atom protonlardan oluşan, çekirdeğin etrafında hareket eden (dönen)
elektronlardan oluşmaktadır.
Tıpkı, Güneş sistemindeki gezegenlerin Güneş
etrafında döndükleri gibi. Nitekim Güneş sisteminden ve yıldızlara benzer
kütlelerden oluşan Saman yolu da kendi ekseni etrafında dönmektedir.
Gezegenlerde, Güneşte ve Samanyolu'nda dönüş
istikameti birdir. Batıdan doğuya doğru gitmektedir. Saat yelkovanının
tersine!
Dünya ve diğer gezegenleri meydana getiren temel
unsurlar aynıdır. Yıldızların temel elementleri Dünyanın temel
elementleridir. Elementler atomlardan oluşmaktadır. Atomlar ise
elektronlardan, protonlardan ve nötronlardan meydana gelmektedir... Hepsi
istisnasız olarak bu üç teme1 yapıtaşından oluşmaktadır.
Maddenin üç temel unsura indirgendiği sırada
bilginler de "enerjileri" bir tek asla indirgemektedirler. Işık ve ısı.
Alfa, Beta ve Gama ışınları gibi Dünyadaki tüm ışınlar aslında bir tek
enerjinin değişik şekillerinden öte bir şey değildir. Bunların hepsi aynı
oranda hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Tek farklı yönleri, dalga boylarının
değişikliğidir.
Madde, üç temel yapı taşından oluşmaktadır:
Enerjiler ise kesintisiz dalgalardan oluşmaktadır.
Einstein ileriye attığı özel izafiyet teorisinde
madde ile enerji arasında bir özdeşlik kurmakta ve "Madde ile enerji tamamen
aynıdır" demektedir. Yapılan bilimsel deneyler onun bu görüşünü
doğrulamaktadır. Son bir deney, onun görüşünü, dünyanın duyabileceği en
yüksek sesle haykırarak doğruladı. Bu da atomun bombasında parçalanması
deneyiydi.
Buna göre medde (kütle) ile enerji aynı şeyin iki
değişik biçimde ortaya çıkışını simgeleyen eş değerli iki kavramdır.
İşte bu evrenin oluşumundaki (birliğin) bütünlüğün
ifadesidir. İnsanlar ancak gözleme dayanan son deneylerinde bunu
öğrenebilmişlerdir . Evrenin düzeninde de apaçık gözlemlenen bir bütünlük
(birlik) vardır. Nitekim sürekli hareket yasasını açıklarken buna
değinmiştik. Sonra bu öyle düzenli-uyumlu bir harekettir ki, bu evrende onun
dışında kalan hiçbir şey diğeri ile çekişmiyor. Bütün varlıklarda mevcut
olan bu hareket biri, diğerini etkisiz bırakmayacak ve biri diğeri ile
çatışmayacak biçimde düzenlenmiş, dengelenmiştir. Bu hareket ile birlikteki
dengenin en güzel örneği uzayda dönüp giden gezegenler, yıldızlar, koca koca
galaksilerdir:
"Hepsi belli bir yörüngede (felekte)
yüzmektedirler." (Yasin Suresi, 40)
Bu düzenli-uyumlu hareket, bu koca uzayda onu
meydana getirenin bu varlıkların hareketlerini, uzaklıklarını ve konumlarını
belirleyenin de bir olduğunu, bu tek olan kudretin onların yapılarını ve
hareketlerini bildiğine şahitlik etmektedir. İnsanları hayretler içinde
bırakan bu evrenin özünde söz konusu hareketlerin özelliklerin hepsini
yerleştiren olduğunu göstermektedir.
Bu evrenin düzeninin haykırdığı ve evrende yer alan
her şeyin kendisi lehinde tanıklık ettiği birlik gerçeğini irdeleme
konusunda bu kadarcık kısa bir işaretle yetiniyoruz.
Bu öyle bir gerçektir ki, insanların düzeni ona
dayandırılmadığı sürece düzelemez, ayakta duramaz. Bu gerçeğin insanın
vicdanında netleşmesi etrafını kuşatan evrene ilişkin düşüncelerini bu
evrendeki konumlarını ve evrenin içinde yer alan canlı-cansız tüm
varlıklarla ilişkilerini ciddi boyutlarda etkilemektedir. Sonra onların tek
Allah düşüncelerinin ve onların Allah'la ilişkileri gerçeğinin üzerinde de
etkili olmaktadır. Bunun ötesinde ve dışında kalan evrendeki cansızlar ve
canlılar ile alâkalı düşüncelerine tesir etmektedir. Bunların hepsi insanın
duygularını şekillendirme ve hayattaki bütün işlerine bakış açılarını
belirleme açısından köklü bir öneme sahiptir.
Bir olan Allah'a inanan ve bu birlik gerçeğinin
anlamını kavrayan insan, Rabb'ı ile ilişkilerini bu ilkenin doğrultusunda
şekillendirir. Allah'ın dışında kalan canlı ve cansız varlıkların hepsiyle
ilişkilerini bu ilkeye göre düzenler. Her birini yerli yerince yerleştirir.
Bunun dışına taşmaz. Güçlerini, enerjilerini ve duygularını farklı
karakterlere sahip ilahlar arasında dağıtmaz! Allah'ın dışında başına
musallat olan Allah'ın yarattıkları arasında güçlerini ve duygularını
dağıtma zorunda kalmaz!
Bir olan Allah'ın bir olan kaynağı olduğuna inanan
insan bu varlıkla ve orada bulunan canlı ve cansız varlıklarla ilişkilerini
tanışma, yardımlaşma, kaynaşma ve sevgi ilkelerine dayandırır. İşte bu bakış
açısı, hayata, evrendeki bu birliğe inanmayan, kendisi ile etrafını kuşatan
canlı ve cansız varlıklar arasında bu bakış açısını hesaba katmayan
insanların asla zevkine eremeyeceği bir neşe, bir zevk kazandırır.
Evrene hükmeden ilahi yasanın birliğine inanan
insan, yüce Allah'ın yasamalarını ve yönlendirmelerini özel bir özenle alır,
kabul eder. Böylece insanın hayatına hükmeden yasa ile bütün bir evrene
egemen olan değişmez yasa arasında bu uyuma-ahenge ulaşır. Yasaların içinden
Allah'ın yasalarını tercih eder. Zira insanın hareketi ile evrenin bütün
hareketi arasında bir ahenk sağlayan biricik yasa ilahi yasadır.
Öz olarak ifade edersek, bu gerçeğin anlaşılması
insan kalbinin (vicdanının) düzelmesi, belli bir yöne (istikamete)
yönelmesi, aydınlanması, etrafını kuşatan evrenle uyum içine girmesi, kendi
hareketi ile evrenin bütün hareketinin birbiriyle ahenk içine girmesi,
kendisi ile yaratıcı arasındaki ilişkilerinde netliğe kavuşması, kendisi ile
çevresini kuşatan evren arasındaki ve de kendisi ile evrendeki tüm canlı ve
cansız varlıklar arasındaki ilişkilerinde netliğe kavuşması için zorunludur.
Bunlara bağlı olarak gerçekleşecek ahlaki, sosyal ve hayati tüm
etkilenmeler, hayatın her alanındaki değişmeler için zaruridir.
İşte bu nedenle Tevhid inancının yerleştirilmesine
onca özen gösterilmiştir. Her peygamberlik ve her peygamber döneminde bu
kesintisiz ve sürekli çaba, önemini daima korumuştur. Bütün peygamberler
-salât ve selâm hepsinin üzerlerine olsun- tevhid kavramı üzerinde amansız
bir biçimde ısrar etmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim'in özellikle Mekke'de inen
surelerinde Tevhid konusuna ve bu konunun gereklerine verilen önem bu konuda
gösterilen çaba, özen ve ısrar kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Aynı konu
Medine'de inen surelerde de bu surelerin teşhis ve tedavi ettiği konuların
karakterlerine uygun tablolarla ortaya konmuştur.
İşte müşriklerin, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- üzerinde o kadar ısrar etmesine bir türlü akıl
erdiremedikleri temel gerçekte budur.
Onlar, bu gerçekten söz etmemesi için Hz. Muhammed
ile tartışmalara girişiyorlar, konuyu evirip-çevirip, insanların onun bu
tutumuna ve bu gerçeğe akıl erdirememeleri için ellerinden geleni yapıyor,
bütün yollara başvurarak insanları ondan alıkoymaya, uzaklaştırmaya
çalışıyorlardı.
Bundan sonra Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- Allah tarafından bir peygamber olarak seçilmesini dillerine dolamaya
başlıyorlar:
8- "Kur'an, aramızda
O'na mı indirilmeliydi?" dediler. Doğrusu bunlar Kur'an hakkında şüphe
içindedirler. Hayır, onlar azabımı henüz tadmadılar. "
Aslında bu konuda hayret edilecek bir olay yoktu.
Sadece kıskançlık vardı ortada olan, İnatçılığa, büyüklük taslamaya ve
düşmanlığa neden olan kıskançlık. İbn-i İshak der ki: Bana Muhammed İbn-i
Şihad ez Zühri haber verdi. Kendisine şöyle haber verilmiş: Ebu Süfyan İbn-i
Harb, Ebu Cehil İbn-i Hişam ve Zühre oğullarından müttefiki Ahnes İbn-i
Şürayk İbn-i Amr İbn-i Vehb es-Sakafi evinde namaz kılmakta olan
Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- dinlemek için çıkıp gittiler.
Her biri kendisine uygun bir yer bulup dinlemeye koyuldu. Kimsenin kimseden
haberi yoktu. Bütün gece boyunca şafak atana kadar onu dinlediler. Tanyeri
ağarınca ayrılıp gittiler. Yolda karşılaştılar. Birbirlerini kınadılar. "Bir
daha böyle yapmayalım. Eğer milletin alt tabakasından bazıları sizi böyle
yaparken görürlerse bu onları etkiler" deyip ayrıldılar. İkinci gecede
tekrar herkes gelip yerini aldı. Yine onu dinlemeye koyuldular. Sabah olana
kadar onu dinlediler. Tan yerinin ağarması üzerine dağıldılar. Yolda yine
karşılaştılar. Birbirlerine önceki gün söylediklerinin aynısını söylediler.
Sonra ayrılıp gittiler. Üçüncü gece olunca yine herkes eski yerini aldı.
Bütün bir gece onu dinlediler. Tan yeri ağarınca oradan ayrıldılar. Yolda
tekrar karşılaştılar. Birbirlerine: "Bir daha böyle bir iş yapmayacağımız
üzerine anlaşmadan buradan ayrılmayacağız" deyip bu konuda anlaştılar. Sonra
ayrılıp gittiler... Sabah olunca Ahnes İbn-i Şurayk bastonunu aldı, kalktı.
Ebu Süfyan'a gitti. Ebu Süfyan evindeydi Ahnes: Ey Ebu Hanzele Muhammed'den
duydukların hakkındaki görüşün nedir? Söyle bakalım" dedi. Ebu Süfyan dedi
ki: Ey Ebu Sa'labe; Allah'a yemin ederim ki; bildiğim ve anlamını anladığını
şeyler işittiğim gibi, anlamını anlamadığım ve ne demek olduğunu
çıkaramadığım şeyler de duydum" Ahnes dedi ki: Yemin ettiğin Allah'a ben de
yemin ederim ki, ben de öyleyim!.. Ahnes daha sonra oradan ayrıldı. Ebu
Cehil'e gitti. Onu da evinde buldu. "Ey Ebu Hakem, Muhammed'den duydukların
hakkındaki kanaatın nedir? diye sordu. Ebu Cehil: Ne işitmişim? diye söze
girdi. Biz Abdumenaf oğulları ile şan-şerefte yarışıyorduk. Onlar yedirdiler
biz de yedirdik, onlar taşıdılar (yüklendiler), biz de taşıdık (yüklendik),
onlar verdiler, biz de verdik. Nihayet her alanda onlarla eşit biçimde
atbaşı gidiyorduk. Yarışan iki süvari gibiydik. Onlar tam bu sırada: "Gökten
kendisine vahiy gelen bir peygamberimiz var" dediler. Buna ne zaman
ulaşacağız? Allah'a yemin ederim ki, asla ona inanmayacak ve onu
doğrulamayacağız! Bunun üzerine Ahnes kalktı ve çekip gitti...
Gördüğümüz gibi bu kıskançlıktan öte bir şey
değildir. Ebu Cehil üç gün boyunca kendisiyle mücadele ettiği ve her
defasında yenik düştüğü bu gerçeği kıskançlığından dolayı kabul edemiyor!
Bu, Hz. Muhammed'in hiç kimsenin ulaşmasına imkân bulunmayan yüce bir makama
ulaşmasını çekememekten başka bir şey değildir. Aşağıdaki cümlede ifadesini
bulan anlayışın temel mantığı da budur:
"Kur'an, aramızda O'na mı indirilmeliydi?"
Şu sözleri söyleyenler de bunlardı: "Bu Kur'an iki
şehirden büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhraf Suresi, 31) Onlar
"iki şehir" demekle Mekke ve Taif'i kastediyorlardı. Müşriklerin ileri
gelenleri, hakimiyeti, yönetimi ellerinde bulunduran büyükleri, bu iki
şehirde yaşıyorlardı. Bunlar her yeni bir peygamberin gelme zamanının
yaklaştığını duyduklarında hemen din yolu ile liderliği elde etmeye
çalışıyorlardı. Yüce Allah'ın bilerek Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine
olsun- peygamber olarak seçtiğini, rahmetinin kapılarına ona açtığını, diğer
insanların değil, yalnız onun bu işe lâyık olduğunu bildiği için rahmetinin
hazinelerini, ona açtığını duyduklarında kıskançlıklarından dolayı
sarsılanlar da bunlardı.
Az önce ki sorularına aşağılama, uyarı ve tel,dit
kokan bir cevap veriliyor. "Doğrusu bunlar Kur'an hakkında şüphe
içindedirler. Hayır, onlar azabımı henüz tadmadılar."
Onlar soruyorlar: "Kur'an, aramızda O'na mı
indirilmeliydi?"
Oysa, onlar bizzat "zikir" diye ifade edilen
Kur'an'dan kuşku duyuyorlardı. Kur'an'ın gerçekliği konusunda bir takım
kuşkular besleseler de, onun Allah katından geldiğine kesin kanaat
getiremiyorlar. Ama, onun bilinen insan sözlerinin çok üstünde olduğunu
kabul ediyorlar. Sonra onların Kur'an hakkındaki sözlerini ve bu konudaki
şüpheleri bir kenara itilerek azap tehdidiyle yüzyüze getiriliyorlar.
"Hayır, onlar azabımı henüz tatmadılar."
Sanki onlara şöyle deniyor: Onlar şimdi
dilediklerini söylüyorlar. Zira azaptan uzakta bulunuyorlar. Ama onu bir
tattılar mı artık böyle bir şeyi asla söylemezler. Çünkü o zaman onlar her
şeyi anlayacaklardır...
Sonra, yüce Allah'ın onların aralarından Hz.
Muhammed'i kendisine peygamber olarak seçmesini çok görmelerine sıra
geliyor. Bu konuda onlara bir soru yöneltiliyor: Allah'ın rahmetinin
hazineleri sizin elinizde mi ki, onu kime vereceğine, kime vermeyeceğine siz
karar veriyorsunuz?
9- Yoksa, gürlü ve
çok ihsan sahibi olan Rabb'inin rahmet hazineleri, onların yanında mıdır?
Allah'a karşı edeplerini takınmadıkları, kulları
aşan meselelere burunlarını soktukları için eleştiriliyor. Yüce Allah
dileğine verir, dilediğinden de alır. Üstün ve güç sahibi olan 0'dur. Hiç
kimse O'nun iradesine karşı duramaz. Yine O çok bağışlayan ve cömert
olandır. O'nun bağışı asla tükenmez.
Onlar, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- Allah tarafından elçi olarak seçilmesini çok görüyorlar. Peki onlar,
hangi hakla ve hangi sıfatla
Allah'ın bağışını dağıtıyorlar? Halbuki onlar
Allah'ın rahmetinin hazinelerine sahip değiller?!
10- Yahut, göklerin,
yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı, onların elinde midir?
Öyle ise sebeplere sarılıp ta göğe yükselsinler (de hükümranlığı ele
geçirsinler bakalım).
11- Onlar derme
çatma hiziplerden meydana gelmiş ordudur ki, işte şurada bozguna
uğratılmışlardır.
Bu onların ileri sürmeye yeltenemeyecekleri bir
iddiadır. Göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin sahibi ancak
bağışlayabilir, vermeyebilir. Dilediği kimseyi öne çıkarabilir, seçebilir.
Onlar göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan varlıkların sahipleri
olmadıklarına göre ne diye sahip olan, tasarruf hakkı olan Allah'ın
dilediğini yapmasına burunlarını sokuyorlar?
Aşağılama ve susturma yöntemi gereği göklerin, yerin
ve bu ikisi arasındaki varlıkların sahibi olmalarına ilişkin sorudan sonra
eğer siz bunlara sahip iseniz: "Öyle ise sebeplere sarılıp ta göğe
yükselsinler (de hükümranlığı ele geçirsinler bakalım)" yani göklere, yere
ve bu ikisi arasında bulunan varlıklara el koyun, Allah'ın hazinelerine
hükmedin. Dilediklérinize verin, dilemediklerinize vermeyin. Zira dilediğini
yapma yetkisine sahip bulunan, mülkün ve tasarrufun elinde bulunduğu yüce
Allah'ın seçmesine karşı koymanın gereği budur!
Onları aşağılamayı amaçlayan bu varsayım, onların
gerçek durumları gözlerinin önüne serilerek sona erdiriliyor:
"Onlar derme çatma hiziplerden meydana gelmiş
ordudur ki, işte şurada bozguna uğratılmışlardır."
Onlar yenilgiye uğratılmış, `oraya' bir köşeye
atılıvermiş bir ordu olmaktan öteye gidemezler. Bunlar, az önce sözü edilen
mülkü ve onca hazineyi kullanma imkânına kavuşamazlar. Allah'ın mülkünde
meydan gelen işler onları ilgilendirmez. Onlar Allah'ın iradesini
değiştiremezler. Allah'ın dilediği şeye karşı gelmeye güçleri yetmez
onların. Onlar "derme-çatma bir ordudurlar" Tanınmayan, hoşlanılmayan, basit
bir ordudurlar. "Bozguna uğramışlardır." Sanki yenilgi bu ordunun en
belirgin sıfatıdır. Ona yapışmıştır. Yapısında vardır bu yenilgi!
"Hiziplerden oluşan bir ordu" yönelişleri ve arzuları farklı olan
gruplardan!
Allah'ın ve peygamberinin düşmanları ne kadar güçlü
olurlarsa olsunlar, imkânları ne kadar geniş olursa olsun ve yeryüzünde bir
süre zorbalıkla hakimiyetlerini sürdürürlerse sürdürsünler, sonuçta Kur'ani
ifadenin burada tasvir ettiği durumdan öteye geçemezler. Yüce Allah bu
zorbaların tarih boyunca nice örneklerini veriyor. Bir de bakıyoruz ki,
hepsi: "Onlar derme çatma hiziplerden meydana gelmiş ordudur ki, işte şurada
bozguna uğratılmışlardır"
12- Onlardan önce de
Nuh kavmi, Ad kavmi ve sarsılmaz bir saltanat sahibi Firavun'da
yalanlamıştı.
13- Semud kavmi, Gut
kavmi ve Eyke halkı da yalanlamıştı. İşte bunlar da peygamberlerine karşı
birleşen kabilelerdir.
14- Hepsi
peygamberleri yalanladılar da azabımı hak ettiler.
Bunlar tarihte Kureyş'ten önce yaşayan milletlerin
örnekleridir: Hz. Nuh'un toplumu, Ad toplumu, yere kazıklar gibi çakılan
Ehramların sahibi Fira'avn, Semud toplumu, Lut'un toplumu, sık orman içinde
yaşayan ve Eykeliler diye bilinen Hz. Şuayb'ın toplumu. "İşte bunlar da
peygamberlerine karşı birleşen kabilelerdir." Bunların hepsi peygamberlerin
mesajlarını yalan saymışlardı. Azgın, taşkın ve zalim olan bu toplulukların
halı nice oldu? "Yalanladılar da azabımı hak ettiler."
Hakkettikleri cezaya çarptırıldılar. Yok olup
gittiler. Geride yenilgilerini ve yıkılışlarını simgeleyen kalıntılar
dışında hiçbir şey bırakmadılar!
İşte tarihte gelip geçmiş olan birleşmiş orduların
sonu buydu. Şimdikilere gelince, bunlar genel olarak kıyamet gününün
arifesinde yeryüzünde hayatı sona erdirecek olan "çığlığa" havale
edilmiştir.
15- Bunlar da ancak,
bir an gecikmesi olmayan tek bir çığlık beklemektedirler.
Onun geri dönmesi yok. Bu çığlık gelince ansızın
gelir. Onlara sağılan devenin memesinden akan sütün iki damlası arasındaki
zaman aralığı kadar bile bir süre tanımaz. Zira bu çığlık kendisi için
belirlenen ve ne ileri ne geri alınamayan zamanda gelir. Nitekim yüce Allah
İslam ümmeti için de bunu takdir etmiştir. Onu bekletmiş ve zaman
tanımıştır. Daha önceleri, peygamberlerine karşı gelen müşrikleri
cezalandırdığı gibi onları yıkıma uğratıp yok etmemiştir.
Bu yüce Allah'ın onlara rahmetinden, acımasından
kaynaklanıyordu. Fakat onlar bu rahmetin değerini bilemediler, bu bağışa
karşı ona şükretmediler. Hemen cezaya çarptırılmalarını istediler. Allah'ın
kendileri için belirlediği günden önce paylarını ve nasiplerini vermesini
istediler!
16- İnkârcılar ise
dediler ki; "Rabb'imiz! Bizim azab payımız! hesap gününden önce ver.
Kur'an'ın anlatımı tam bu sırada onları kendi
hallerine bırakıp, Hz. Peygambere yöneliyor. Toplumun anlayışsızlığına,
Allah'a karşı edeplerini takınmamasına cezayı hemen istemesine, Allah'ın
cezasını yalan saymasına ve Allah'ın rahmetini inkâr etmesine karşı O'nu
teselli ediyor, kendisinden önceki peygamberlerin başına gelen musibetleri,
sınanmaları ve bu sınanmalardan sonra Allah'ın rahmetinin onlara kavuşmasını
hatırlaması gerektiğini bildiriyor...
Şimdi ele alacağımız bölümün tamamı, peygamberlerin
-salât ve selâm üzerine olsun- hayatlarından alınan kıssalardan ve örnek
davranışlarından oluşmaktadır. Bunlar anlatılıyor ki, Peygamberimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- onları hatırlasın. Toplumundan gördüğü yalanlama,
itham, iftira ve hayret türünden tepkilere karşı dirensin, insanın içini
daraltan, canını sıkan bu gibi sıkıntılara karşı sabretsin.
Bu kıssalar aynı zamanda Peygamberimizden önceki
peygamberlerin ilahi rahmete kavuştuklarını, onlara bol bol nimet ve fazilet
yağdığını sergilemekte, yüce Allah'ın onlara yetki ve iktidar verdiğini,
büyük bağışlarda bulunup onları koruduğunu ortaya koymaktadır. Bu da
müşriklerin yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i elçi olarak seçmesine akıl
erdirememelerine bir cevap niteliğindedir. Hz. Muhammed'in peygamberlerin
ilki olmadığını açıklamaktadır. Bu peygamberlerin bazılarına yüce Allah
peygamberliğin yanında yetki ve iktidar da vermiştir. Dağları ve kuşları
bazılarının emrine ~ermiştir. Bazılarının emrine rüzgarı ve şeytanları
vermiştir... Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi... O halde yüce Allah'ın doğru
olan Hz. Muhammed'i Kureyş'in içinden seçerek onu son peygamber yapması ve
O'na Kur'an'ı indirmesi konusunda hayret edilecek ne var ki?
Ayrıca bu kıssalar, yüce Allah'ın sürekli olarak
elçilerini (peygamberlerini) gözetip koruduğunu, yönlendirmeleri,
direktifleri ve eğitmesiyle onları nasıl kolladığını tasvir etmektedir. Bu
peygamberlerin hepsi birer insandı. Tıpkı Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- bir insan olduğu gibi. Onların her birinde beşeri zaaflar da
bulunuyordu. Fakat yüce Allah onları, zaafları ile baş başa bırakmıyor,
kendilerini koruyordu. Onlara yapacaklarını açıklıyor ve kendilerini
yönlendiriyordu. Günahlarını bağışlamak ve onlara ikramda bulunmak için
kendilerini sınavlardan geçiriyordu... İşte bu bölümde anlatılan olaylar
peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kalbine huzur veriyor, Rabb
inin kendisini koruduğunu, hayatının her adımında, her aşamasında O'nun
himayesi ve gözetimi altında olduğuna bütün kalbiyle güvenmesine zemin
hazırlıyordu.
17- Ey Muhammed!
Onların söylediklerine sabret, kulumuz, Davut'u an. Çünkü o daima Allah'a
yönelirdi.
"Sabret" bu, bütün peygamberlerin üzerinde
buluştukları yolun işaretidir. Tüm peygamberlerin hayatları tarih boyunca
izlenen bu yolda geçmiştir. Onların hepsi bu yolda yürümüştür. Hepsi
zorluklara göğüs germiş, hepsi sınanmış ve hepsi sabretmiştir. Sabır onların
hepsinin yol azığı olmuştur. Hepsinin karakteri olmuştur. Hepsi peygamberler
makamındaki derecesine göre sabır yükü taşımıştır. Onların hepsinin
hayatları sınavlarla, sıkıntılarla, acılarla yoğrulmuş bir deneyimdir. Hatta
onların bolluk ve rahat içinde oluşları dahi, bir sınavdan ibarettir.
Sıkıntılara, zorluklara karşı sabrettikten sonra nimetlere karşı sabredip
edemediklerinin bir mihengiydi. Bu her iki hal de sabretmeye ve dayanmaya
ihtiyaç duyar...
Bütün peygamberlerin hayatlarını Kur'an-ı Kerim'in
bize anlattığı biçimde gözlerimizin önünden geçirdiğimizde bu hayatın
belkemiğini sabrın oluşturduğunu, bu hayatın içinde en etkili faktörün sabır
olduğunu görüyoruz. Denenme ve sınanmanın bu hayatın özünü ve mayasını
oluşturduğunu görebiliyoruz.
Sanki bu özellikle seçilmiş bir hayattı. Sınanma ve
sabır aşamalarından oluşan insanlığın gözleri önüne serilmiş eşsiz bir
hayat. Yüce Allah bu seçkin hayat ile insan ruhunun zaruri ihtiyaçlara ve
sıkıntılara nasıl üstün geleceğini, yeryüzünde övünç kaynağı olan her şeyi
nasıl aşabileceğini, arzulardan, isteklerden ve
aldatıcı zevklerden nasıl arınılacağını, samimi
olarak nasıl Allah'a yönelip sınavında başarıya ulaşılacağını, nasıl
Allah'ın her şeyden öne geçirileceğini göstermek istiyor... Sonuçta,
insanlara şöyle demek istiyor: İşte yol budur. Yükselmenin ve yücelmenin
yolu budur. Allah'a giden yol budur işte.
"Onların söylediklerine karşı sabret" Onlar daha
önce şöyle demişlerdi: "Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor? Bu, cidden tuhaf
bir şeydir." (Sad Suresi, 5)
Şöyle de demişlerdi: "Kur'an, aramızda Muhammed'e mi
indirilmeliydi?" (Sad Suresi, 8) Buna benzer daha nice şeyler söylemişlerdi.
Yüce Allah peygamberini onların söylediklerine karşı sabretmeye çağırıyor.
Kalbiyle tertemiz, onurlu insan örnekleri ile beraber yaşamasını tavsiye
ediyor; bu kâfir insan tipleriyle değil. Bu onurlu insanlar Hz. Peygamberin
-salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olan kardeşleriydi. Peygamberimiz
onları hatırlıyor, kendisi ile onlar arasında sarsılmaz-sağlam bir yakınlık
hissediyordu. Onlardan soy, yakınlık ve kardeşlik bağları bulunan birinden
söz eder gibi bahsediyordu. Zaman zaman: "Yüce Allah kardeşim falana rahmet
etsin... Veya falan şöyle-şöyle yaptığına göre ben daha rahat yaparım"
diyordu.
"Onların söylediklerine sabret, kulumuz Davud'u an.
Çünkü o daima Allah'a yönelirdi."
Burada Hz. Davud "kuvvetli bir adamdı" ve "Allah'a
yönelen bir adamdı" gibi sıfatlarla anılıyor. Hz. Nuh'un, Ad'ın, köklü
uygarlığın egemeni olan Firav'un, Hz. Lût'un ve Eyke halkının sözü edilmeden
önce Hz. Davud'dan söz ediliyor. Bunlar zalim ve azgın toplumlardı. Onların
kuvvetlerinin dış görünüşü azgınlık, taşkınlık ve ilahi mesajı yalan sayma
şeklinde ortaya çıkıyordu. Davud'a gelince, O kuvvet sahibi olmasına rağmen
Allah'a yöneliyordu. İtaatı, tövbesi, ibadeti ve Rabb'ini hatırında
bulundurması ile sürekli Rabb'i ile ilişki içindeydi. Güç ve iktidarı elinde
bulundurması onu bu asıl eyleminden alıkoymuyordu.
Hz. Davud'un kıssasının baş tarafı Bakara suresinde
geçmişti. Orada Hz. Davud Talut'un ordusunda Hz. Musa'dan sonraki
İsrailoğulları arasında görünmüştü. Bu sırada İsrailoğulları kendilerine
gönderilen peygambere: `Bize bir komutan tayin et de Allah yolunda
savaşalım" demişlerdi. Peygamberleri onlara Talut'u komutan tayin etmiş, bu
komutanın emrinde düşmanları olan Calut ve ordularına karşı savaşmıştılar.
Hz. Davud Calut'u öldürdü. Bu sırada Hz. Davud henüz genç yaşta bulunuyordu.
İşte bu dönemlerde yıldızı parlamaya başladı. Neticede hükümdar olmuştu.
Artık büyük bir güce kavuşmuştu. Fakat O buna rağmen Allah'a yöneliyor,
itaatı, ibadeti, tövbekârlığı ve Allah anması ile Rabb'ine dönüş içindeydi.
Yüce Allah, Hz. Davud'a peygamberlik ve hükümdarlık
yanında lütuf olarak sürekli Allah ile birlikte olan bir kalp ve yanık bir
ses vermişti. Rabb'ini takdis eden, yücelten mersiyelerini bu yanık sesiyle
okuyor, zikir içinde kendinden geçmesi ve okuyuş güzelliği açısından önemli
bir paya sahip oluşu nedeniyle kendi bünyesi ile evrenin yapısı arasındaki
engellerin kalktığı bir düzeye ulaşıverdi. Böylece Hz. Davud'un gerçekliği,
dağların ve kuşların gerçekliği ile bütünleşiyor ve hepsi onu yüceltiyor ve
ibadetlerini ona takdim ediyordu. Bir bakmışsın dağlarla birlikte Allah'ı
yüceltmeye duruyor, bir daha bakmışsın, kuşlar başına toplanmış kendisinin
de onların da Rabb'ı olan Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmaya
koyuluyorlar. ,
18- Biz dağları onun
emrine verdik. Sabah-akşam onunla beraber tesbih ederler.
19- Her taraftan
toplanıp gelen kuşları da onun buyruğu altına vermiştik. Her biri ona
yönelmekteydi.
İnsanlar bu haber karşısında hayretten dehşete
düşebilirler... Cansız olan görkemli dağlar Hz. Davud ile birlikte
sabah-akşam yüce Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ediyorlar. Hem de Hz.
Davud'un Rabb'i ile baş başa kaldığı, onu zikreden, yücelten nağmelerini
okuduğu her zaman. Kuşlar onun nağmelerini dinlemek, şiirlerini onunla
birlikte tekrar itmek için başına toplanıyorlar... İnsanlar bu haber
karşısında hayretten afallayabilirler. Çünkü bu onların alışageldikleri
yasalara aykırıdır. Onların alıştıkları yasalara göre insan türü, hayvan
türü ve dağlar arasında engel vardır. Bunlar birbiriyle diyalog kuramazlar!
Fakat dehşet bunun neresinde? Hayret bunun
neresinde? Bütün bu yaratıkların geçekliği birdir. Cinsleri şekilleri,
sıfatları ve çehreleri birbirinden ayıran farkların ötesindeki gerçeklikleri
birdir. Bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah konusunda hepsi birleşir.
Canlısıyla, cansızıyla her şeyi bu noktada bütünleşir. İnsanın Rabb'ı ile
ilişkisi-bağlı gerçek samimiyet, aydınlanma ve arınma derecesine vardığında
bu engellerin hepsi ortadan kalkar. Hepsinin yalın gerçekliği ortaya çıkar.
Bu varlıkların temel özelliklerini oluşturan ve onları alışılan hayatın
içinde birbirinden ayıran cins, şekil, sıfat ve cehre engellerinin ötesinde
ilişkiye geçirir!
Yüce Allah kullarından biri olan Hz. Davud'a bu
özelliği vermişti. Dağları onun emrine vermişti. Sabah-akşam onunla birlikte
Allah'ı anıyor, onu takdis ediyorlardı. Kuşları da etrafında toplayarak
terennümlerini tekrar etmelerini, Allah'ı yüceltmelerini sağlamıştı. Bu
servet ve iktidarın ötesinde peygamberlik ve Allah'ın seçkin kulu olma ile
birlikte kendisine verilmiş ilahi bir armağandı.
20- O'nun
hükümranlığını kuvvetlendirmiş, O'na hikmet ve açık, güzel konuşma yeteneği
vermiştik.
Hz. Davud'un hükümranlığı sağlam ve güçlüydü. Hikmet
ve sağduyu ile hükümranlığını sürdürüyordu. Ayeti kerimede geçen
"faslul-hitap" kavramı onun verdiği hükümdeki tereddütsüzlüğünü ve kesin
kararlılığını ifade etmektedir. Bu özellik hikmet ve kuvvet ile
bütünleştiğinde insanlık dünyasında yargı ve iktidardaki olgunluğun
zirvesini oluşturur.
Bütün bu özelliklerine rağmen Hz. Davud sınanma ve
denenme ile karşılaşıyor. Allah'ın gözü kendisinden ayrılmıyor. Onu koruyor.
Adımlarına kılavuzluk ediyor. "Allah'ın Eli" onunla beraber oluyor. Ona
zaaflarını ve hatalarını gösteriyor. Onu yolun tehlikelerinden koruyor. Ona
nasıl korunacağını öğretiyor.
21- Sana
davacılarının haberi geldi mi? Hani odasının duvarına tırmanmışlardı.
22- Hani Davud'un
yanına girmişlerdi de, Davud onlardan korkmuştu. "Korkma dediler, biz iki
davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile
hükmet, adaletten ayrılıp bize zulmetme, bizi doğru yola çıkar. "
23- "Bu kardeşimin
doksandokuz dişi koyunu var. Benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken
onu da bana ver dedi ve tartışmada beni yendi.
24- Davud: "And
olsun ki, senin dişi koyununu kendi dişi koyunlarına katmak istemekle, sana
büyük haksızlık etmiştir. Doğrusu ortakların çoğu birbirlerinin haklarına
tecavüz ederler. İnanıp yararlı iyi iş yapanlar bunun dışındadır ki,
sayıları ne kadar azdır. " demişti. Davud kendisini denediğimizi sanmıştı
da, Rabb'inden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapanmış, tevbe etmiş,
Allah'a yönelmişti.
Bir peygamber olan Hz. Davud'un uğradığı bu fitnenin
açıklaması ise şöyledir: Hz. Davud bazı zamanlarını idari işleri görmek,
insanlar arasında hüküm vermek için; bazı zamanlarını ise camide yüce
Allah'ı takdis etmek, beyitler okumak, ibadet etmek, Rabb'i ile baş başa
kalmak için ayırırdı. Rabb'i ile baş başa kalmak ve ibadet etmek için camiye
girdiğinde, insanların arasına çıkıncaya kadar kimse yanına gitmezdi.
Bir gün üzerine kapalı olan mabedin içine iki
kişinin duvarlardan atlayarak girdiklerini gördüğünde korkuya kapılmıştı.
Zira inanmış ve güvenilir insanlar bu şekilde mabede girmezlerdi. Bu iki
adam hemen onu yatıştırmaya çalıştılar: "Korkma dediler, biz iki davacıyız.
Birimiz ötekinin hakkına saldırdı." Senin huzurunda mahkeme olmaya geldik.
"Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, adaletten ayrılıp bize zulmetme, bizi
doğru yola çıkar." Hemen biri söze girerek sorunu arz etti:
"Bu kardeşimin doksandokuz dişi koyunu var. Benim
ise bir tek dişi koyunum var. Böyleyken onu da bana bırak." (Onu da bana
ver. Emrime, hizmetime ver) dedi. "Ve tartışma da beni yendi." (Yani,
sözleriyle üstüme geldi ve bana kaba davrandı.)
Bu olay, davacılardan birinin arz ettiğine göre,
başka şekilde yorumlanması mümkün olmayan apaçık bir zulmü ifade etmektedir.
Bu nedenle Hz. Davud bu apaçık zulmü bir davacıdan dinledikten sonra, sözü
diğer davacıya vermeden, ondan hiçbir açıklama istemeden ve onun delilini
dinlemeden hemen hükmünü vermeye geçmiştir: "Davud `Andolsun ki, senin dişi
koyununu kendi dişi koyunlarına katmak istemekle sana büyük haksızlık
etmiştir. Doğrusu ortakların çoğu birbirlerinin haklarına tecavüz ederler.
İnanıp yararlı iyi işi yapanlar bunun dışındadır ki, sayıları ne kadar
azdır' demişti."
Öyle anlaşılıyor ki, bu aşamada her iki adam da
hemen kalkıp gitmiştir. Çünkü bunlar sınama için gelen iki melekti! Yüce
Allah'ın insanların başına geçirip Hak ve adalet ile hükmedebilmesi için
önce gerçeği araştırmasını istediği peygamberi sınamaya gelmişlerdi. Onlar
olayı özellikle etkileyici ve çarpıcı bir biçimde sunmuşlardı... Fakat
yargıcının hemen parlamaması, acele hüküm vermemesi icab eder. Zira diğer
davacıyı dinledikten sonra meselenin tamamı veya bir kısmı değişebilir.
Birinci davacının sözlerinin yalan, eşsiz veya aldatmadan öte bir anlam
ifade etmediği ortaya çıkabilir!
İşte bu sırada Hz. Davud bunun bir sınanma olduğunu
fark etmiştir.
"Davud kendisini denediğimizi sanmıştı."
Burada onun temel karakteri kendisine yetişmiştir...
O Rabb'ine yönelen bir kişiydi... "Rabb'inden mağfiret dileyerek eğilip
secdeye kapanmış, tevbe etmiş, Allah'a yönelmişti."
25- Böylece onu
bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır.
Hz. Davud'un buradaki sınanmasına ilişkin
açıklamalarda bazı tefsir kitapları büyük ölçüde yahudi efsanelerinin
etkisinde kalmışlardır. Buralarda sözü edilen özelliklerden peygamberleri
tenzih ederiz. Bunlar peygamberlik gerçeği ile asla bağdaşmaz. Yahudi
efsanelerinden kaynaklanan bu mitolojileri bir parça hafifletmeye çalışan
rivayetler dahi onlara dalmışlardır. Aslında bu rivayetler okunmaya bile
değmez. Tümüyle reddetmek gerekir. Sonra bunlar:
"Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir
geleceği vardır. " ayetine de terstir.
Kıssadan sonra yer alan Kur'an yorumu da bu
sınamanın karakterini ortaya koymaktadır. Bu sınanma ile kendisine
yöneltilen direktifi belirginleştirmektedir. Yüce Allah'ın insanlar arasında
hükmetmesi ve onları idare etmesi için görevlendirdi i kuluna yöneltilen
direktif, bu sınanma ile somutlaşmıştır.
26- Ey Davud! Biz
seni yeryüzünde hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine
uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Allah'ın yolundan sapanlara,
hesap gününü unuttuklarından dolayı çetin azab vardır.
Demek ki, Bu sınamanın konusu, yeryüzünde halifelik
görevi, insanlar arasında hükmederken hakka bağlılık, kendi arzu ve isteğine
uymamadır. Bir peygamberin kendi arzusuna uyması demek, onun tepkisel
olması, araştırmaması, incelememesi, sağlıklı hükme ulaşmak için sabırlı ve
temkinli olmamasıdır. Böylesi bir hareket mantığı esas alındığında, sonuçta
sapıklığa düşülür. Sapıklığın sonunu açıklayan ayetten sonra gelen bölüm
ise, genel bir hükümdür. Allah'ın yolundan sapmanın sonuçlarım ortaya
koymaktadır. Bu ceza ise, Allah'ın onu unutması ve kıyamet gününde onu
cezaya çarptırmasıdır.
Yüce Allah kulu olan Hz. Davud'u koruduğundan, O
işin başında hemen toparlanıyor. Yüce Allah ilk fırsatta hemen O'nu bu işten
geri çeviriyor. Uzakta olan akıbetten O'nu sakındırıyor. Halbuki O, henüz
bir adını dahi atmamış. Bu, yüce Allah'ın seçkin kullarına bir ihsanıdır,
lütfudur. Peygamberler insan olmaları nedeniyle az da olsa ayakları
takılarak sendeleyebilir. Yüce Allah onları, ellerinden tutarak hemen ayağa
kaldırır, onlara doğruyu öğretir. Onları dönüş yapmaya muvaffak eder,
günahlarını bağışlar. Bu sınavdan sonra onlara rahmetin kapılarını açar...
Yeryüzü halifeliği ve insanlar arasında hükmetme hak
ilkesine bağlanıyor ve sözün gelişi içinde Hz. Davud'un kıssası sona ermeden
önce bu Hak, ilkesi büyük bir temele dayandırılıyor. Göğün, yerin ve ikisi
arasında bulunan her şeyin kendisine dayandığı temele. Bütün bu evrenin
yapısında yer alan köklü temel. Bu gerçek yeryüzü halifeliğinden ve insanlar
arasında hükmetmekten daha kapsamlıdır. Bu yeryüzünden daha ağırdır. Aynı
şekilde dünya hayatından daha geniş boyutludur. Çünkü bu Hak, özünü
kuşattığı gibi ahiret hayatını da kuşatmaktadır. Son peygamberlik de bu Hak
üzere gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'de bu kapsamlı Hak'kı açıklamak için
gelmiştir
27- Göğü, yeri ve
ikisi arasında bulunanları boşuna yaratmadık, inkâr edenler, kainatın boş
bir tesadüf eseri olduğunu söylerler, bu onların zannıdır. Vay ateşe
uğrayacak inkârcıların haline.
28- Yoksa biz, iman
edip iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlarla bir mi
tutacağız.?
29- Ey Muhammed! Bu
Kur'an çok mübarek bir kitaptır. Onu sana indirdik ki, ayetlerini
düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsın.
İşte bu şekilde bu üç ayette sözünü ettiğimiz o
köklü, derin, kapsamlı ve ürpertici büyük gerçek bütün yönleri, boyutları ve
halkaları ile gözler önüne serilmektedir. Yerin, göğün ve ikisi arasında
bulunan varlıkların yaradılışı boşuna değildir. Başıboş bir temel üzerinde
kurulmuş da değildir bunlar. Bunlar birer gerçektir ve gerçek üzerinde
kurulmuşlardır. Diğer gerçekler, bu büyük ve temel haktan dal budak
salmıştır. Yeryüzü halifeliğindeki hak, insanlar arasında hükmetmedeki hak,
insanların duygularını ve işlerini eylemlerini düzenlemedeki hak, hep bundan
kaynaklanmıştır. İnanan ve güzel işler yapanlarla yeryüzünde bozgunculuk
yapanlar bir değildir. Allah'a gerçek anlamda bağlananların kriteri kötü
insanların kriteri gibi değildir. Ayetleri üzerinde iyi düşünsünler, akıl
sahipleri bu köklü gerçekleri güzelce hatırlasınlar. Yüce Allah'ın
gönderdiği kutsal kitabın parmak bastığı gerçekleri inkârcılar-kafirler
düşünemez anlayamazlar. Zira onların fıtratları, bu evrenin oluşumunda köklü
biçimde yerleştirilen Hak ilkesi ile temas halinde değildir. Bu nedenle
onlar Rabb'leri hakkında kötü düşünürler ve Hak'kın cezasından hiçbir şey
kavrayamazlar: "Bu onların zannıdır. Vay ateşe uğrayacak inkârcıların
haline!
Yüce Allah'ın insanlar için belirlediği yasalar
manzumesi (şeriat) evrenin yaradılışında mevcut olan temel yasanın bir
parçasıdır. Allah tarafından gönderilen Kutsal Kitap ise bu yasanın
dayanağını oluşturan Hak'kın bir açıklamasıdır. Yeryüzündeki halifelerden ve
insanlar arasında hükmeden hakimlerden istenen adalet, bu köklü-kapsamlı
hakkın ancak bir yönüdür. Bu parça, Hak'kın diğer parçaları ile tam bir uyum
içine girmedikçe insanların işleri düzelmez. Allah'ın şeriatından,
halifelikte Hak'tan ve hükümdeki adaletten ayrılmak hiç kuşkusuz, göklerin
ve yerin temellerini ayakta tutan evrensel yasadan sapmaktır. Öyle ise, bu
gerçekten büyük bir cinayettir. Dehşet verici bir kötülüktür. Sonunda
ezilmeyi ve yok olup gitmeyi kaçınılmaz hale getirecek olan dehşet verici
evrensel kuvvetlerle, güçlerle çarpışmaktır. Allah'ın yasasından evrenin
temel konumundan ve varlığın doğal yapısından sapmış-ayrılmış olan hiçbir
zalimin basit, sınırlı gücü ile dehşet verici, ezip geçici, kainat
kuvvetlerine; önüne gelen her şeyi öğütüp geçen evrenin acımasız çarkına
karşı üstün gelmesi asla mümkün değildir!
İşte bu, düşünebilen insanların üzerinde güzel
düşünmesi, akıl sahiplerinin iyi değerlendirmesi gereken konulardan biridir.
Söz konusu önemli büyük gerçeği ortaya koymak amacı
ile kıssanın ortasına yerleştirilen bu ara yorumdan sonra tekrar Hz.
Davud'un kıssasına dönülüyor ve Hz. Davud ile oğlu Süleyman`a verilen
Allah'ın nimetleri ile yüce Allah'ın O'na bahşettiği imkânlar ve lütuflar
dile getiriliyor. Bunun yanında O'nun sınanması ve denenmesi, yüce Allah'ın
O'nu koruması, bu sınav ve denemeden sonra O'nu nimetlere boğmasından söz
ediliyor:
30- Biz Davud'a
Süleyman'ı hediye ettik. Süleyman ne güzel kuldu! Doğrusu O daima Allah'a
yönelirdi.
31- Ona bir akşam
üstü, çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu.
32- "Süleyman!
Gerçekten ben at (mal) sevgisine Rabb'imi anmayı sağladıkları için düştüm"
dedi. Atlar koşup toz perdesi arkasından kayboldular.
33- Süleyman!
"Atları bana getirin " dedi. Bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.
34- Andolsun,
Süleyman'ı denedik. Tahtının üstüne bir ceset gibi bıraktık, sonra O, yine
eski haline döndü.
35- Süleyman:
"Rabb'im! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir
hükümranlık ver. Sen şüphesiz daima bağışta bulunansın " dedi.
36- Bunun üzerine
Süleyman'ın buyruğu ile istediği yere kolayca giden rüzgârı emrine verdik.
37- Bina ustalarını
ve dalgıçlık yapan şeytanları da emrine verdik.
38- Demir zincirlere
bağlı diğer yaratıkları da onun emrine verdik.
39- İşte bizim
bağışımız budur; "ister ver, ister tut, hesapsızdır" dedik.
40- Doğrusu onun,
bizim yanımızda yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardı.
Burada cins atlar anlamında ki "Safinatul Ciyad"
kavramı ile Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine atılan "ceset" kavramına ilişkin
işaretler var. Tefsir kitaplarının ve rivayetlerinin içeriklerine bakarak bu
iki işarete ilişkin kalbime yatan bir yorum veya bir rivayete rastlayamadım.
Bu konudaki tüm açıklamalar asılsız İsrail efsaneleri temelsiz veya
saptırmalara, (yanlış yorumlara) dayanmaktadır. Ben de bu iki olayı kalbime
yatacak biçimde düşünüp yorumlama imkânına ulaşamadım ki, bu düşüncelerimi
burada aktarıp hikâye edeyim. Bunları açıklama vé tasvir etme konusunda
sahih bir hadisin dışında sağlıklı bir kaynağa da rastlayamadım. Burada
sözünü ettiğimiz aslında sahih bir hadistir. Ama bu sahih hadisin açıklamaya
çalıştığımız bu iki olayla ilgisi sağlam değildir. Bu hadis de Ebu
Hureyre'nin (Allah ondan razı olsun) Allah'ın elçisinden -salât ve selâm
üzerine olsun- rivayet edip Buhari'nin sahihinde merfu olarak tahris ettiği
hadistir. Hadisin metni şöyle "Hz. Süleyman bir ara: Bu gece yetmiş kadınla
yatacağım. Her biri Allah yolunda cihad edecek bir süvari doğuracak dedi ve
"Allah dilerse" cümlesini eklemedi. Hz. Süleyman bu yetmiş kadınla yattı.
Ancak hiç birinin çocuğu olmadı. Yalnız bir tanesi yarım bir çocuk doğurdu.
Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer inşallah deseydim, bu
kadınların hepsi birer erkek çocuk doğurur ve bunların hepsi Allah yolunda
cihad eden süvariler olurlardı." Buradaki ayetlerin işaret ettiği sınama
konusu bu olay ve cesed'in de bu yarım çocuk olması mümkündür. Fakat bu
sadece bir olasılıktır...
Atın hikâyesine gelince; deniliyor ki, Hz. Süleyman
akşamleyin bir atını arıyordu. Bu nedenle güneş batmadan önce kılması
gereken namazın zamanı geçti. Onu bana getirin dedi. Getirdiler. Rabb'ini
anmasına engel olduğu için boynunu ve bacaklarını okşayıp sevdi. İkramda
bulundu. Çünkü bu Allah yolunda cihad için beslenen bir attı. Bu her iki
rivayetin de sağlıklı bir temeli yoktur. Onun için bu konuda sağlıklı bir
şey söylemek de zordur.
Bu nedenle sağlam temellere dayanmak isteyen birisi
Kur'an da işaret edilen bu iki olay hakkında kesin bir şey söyleyemez.
Burada söylenebilecek en son söz şudur ki: Yüce
Allah diğer peygamberlerini yönlendirmek, yol göstermek, attıkları adımları
hatalardan uzaklaştırmak için bir takım sınavlardan geçirdiği gibi elçisi
olan Hz. Süleyman'ı -selâm üzerine olsun- da yönetim ve otorite konusundaki
uygulamaları ile ilgili olarak bir sınavdan geçirmiştir. Hz. Süleyman bu
konuda Rabb'ine yönelmiş ve O'na dönüş yapmıştır. hatalarının bağışlanmasını
dilemiştir. Dua ederek umutla Allah'a yönelmiştir.
"Süleyman: `Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra
kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Sen şüphesiz daima bağışta
bulunansın' dedi."
Hz. Süleyman'ın bu duasının en güzel yorumu, bencil
bir istekte bulunmadığıdır. O bununla mucize şeklinde gerçekleşen özel bir
nimet istemiştir. Böylece onun istediği niteliktir, nicelik değildir. Bu dua
ile, O belli bir özelliği olan ve kendisinden sonra gelecek olan tüm
iktidarlardan farklı bir hakimiyet istemiştir. Bu hakimiyetin belirlenmiş
bir karakteri vardır. İnsanların tanımadığı, görmediği, alışmadığı bir
hakimiyettir bu.
Yüce Rabb'i de O'nun bu duasını kabul buyurmuştur.
O'na bilinen, alışılan hakimiyetin de ötesinde başka hiç kimseye
verilmeyecek olan özel bir hakimiyet vermiştir.
"Bunun üzerine Süleyman'ın buyruğu ile istediği yere
kolayca giden rüzgarı, emrine verdik."
Bina ustalarını ve dalgıçlık yapan şeytanları da
emrine verdik." Demir zincirlere bağlı diğer yaratıkları da onun emrine
verdik." Rüzgârın Allah'ın izniyle kullarından birinin emrine verilmesi,
onun Allah'ın iradesine bağlı olma özelliğini değiştirmez. Rüzgârın yüce
Allah'ın iradesine bağlılığı şüphe götürmez. Onun emrine bağlı ve O'nun
belirlediği temel yasalara uygun olarak eser. Yüce Allah'ın belli bir zaman
diliminde kullarından birisinin ilahi iradeyi ifade etmesini ve onun emrinin
ilahi emre uygun olmasını dilemesi, rüzgârı onun istediği tarafa kolayca
çevirmesi tuhaf bir şey değildir. Yüce Allah, böyle bir kolaylık
sağlayabilir. Bu, çeşitli şekillerde meydana gelebilir. Yüce Allah Kur'an-ı
Kerim de peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, iki yüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü
haberler yayanlar, bu hallerinden vazgeçmezlerse seni onlara musallat
ederiz. sonra orada senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler." (Ahzab
Suresi, 60) Peki bunun anlamı nedir? Bunun anlamı şudur: Eğer onlar
vazgeçmezlerse, bizim irademiz seni onların başına musallat etmeye ve onları
Medine'den çıkarmaya yönelecektir. Bu da senin kendi iradeni ve arzunu
onlarla savaşma ve onları sürgün etmeye yöneltmenle gerçekleşecektir.
Böylece bizim onlara yönelik irademiz senin vasıtanla yerini bulmuş
olacaktır. İşte bu da yüce Allah'ın dilemesiyle Peygamberimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- dilemesi arasındaki uygunluğun bir şeklidir. Doğal
olarak Allah'ın iradesi ve dilemesi bu işin temelini oluşturur. Fakat,
Allah'ın iradesi ve dilemesi yine Allah'ın istemesine bağlı olarak
peygamberin iradesi ve dilemesi şeklinde gerçekleşmektedir. Bu da rüzgârın
Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi olayını daha rahat anlamanızı
sağlamaktadır. Yani Hz. Süleyman'ın bu rüzgârları yönlendirmesi,
isteklerinin Allah'ın emri doğrultusunda olması koşuluna bağlanmıştır. Yani
rüzgâr yüce Allah'ın emri dışına çıkmamakta, bu emre uygun olan
direktiflerin hizmetine girmiş olmaktadır.
Yüce Allah, cinleri de Hz. Süleyman'ın emrine
vermiştir ki, O'na dilediğini yapsınlar. Karada ve denizde aradığı her şeyi
O'na çıkarıp getirsinler. Ayrıca emrine vermiş olduğu bu cinlerden kendisine
karşı gelenleri ve bozgunculuk yapanları cezalandırması, ellerini ve
ayaklarını biraraya getirip zincire vurması veya onları ikişer ikişer veya
gerektiğinde daha fazla sayıda biraraya getirip demir halkalarla bağlama
gücü vermişti.
Sonra ona şöyle denilmişti: Yüce Allah'ın sana
verdiği gücü ve nimetleri dilediğin gibi kullanabilirsin. Dilediğine her
istediğini verebilirsin. Dilediğini de istediğin kadar kısabilirsin.
"İşte bizim bağışımız budur; ister ver, ister tut,
hesapsızdır dedik."
Bu da ikramın ve faziletin doruğa ulaşmasıdır. Sonra
bütün bunlara ek olarak da O'nun, dünyada, yüce Rabb'i katında bir yakınlığı
olduğu, ahirette ise güzel bir geleceği bulunduğu belirtilmektedir:
"Doğrusu onun, bizim yanımızda yüksek bir makamı ve
güzel bir geleceği vardı."
Bu ise, yüce Allah'ın hoşnutluğuna, korumasına,
ihsanına ve ikramına ulaşmada hayli yüksek bir dereceyi ifade etmektedir.
Şimdi tekrar sınama ve sabretme ile ilgili hikâyeye
ve bundan sonra gelen ihsan ile ikram olayına devanı ediyoruz. Sözün akışı
içinde Hz. Eyyüb'ün kıssası ile buluşuyoruz:
41- Ey Muhammed!
Kulumuz Eyyüb'ü da an. O Rabb'ine "Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azab
verdi" diye seslenmişti.
42- Biz de ona
"Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su " dedik.
43- Ona bizden bir
rahmet ve sağduyu sahiplerine bir ibret olarak ailesini ve onlarla beraber
bir eş daha bağışladık.
44- Ey Eyyüb: "Eline
bir demet sap al, onunla vur, yeminini bozma" demiştik. Gerçekten O çok
sabırlı bir kulumuzdu, daima Allah'a yönelirdi
Hz. Eyyüb'ün kıssası ve sabrı dillere destan olacak
kadar yaygınlık kazanmıştır. Öyle ki, bu sınama ve sabır insanlık tarihinde
eşsiz bir örnek olarak yad edile gelmiştir. Yalnız bu konuya da, nezihliğini
gölgeleyecek yahudi efsaneleri (israiliyat) karışmıştır. Bu kıssa ile ilgili
olarak ileri sürülebilecek en güvenilir anlayış, Hz. Eyyüb'ün Kur'an-ı
Kerim'de de ifade edildiği gibi Rabb'ine yönelen iyi bir Allah eri
olduğudur. Yüce Allah O'nu bir sınavdan geçirmiş, O da güzel biçimde
sabretmişti. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Eyyüb'ün sınanması, bütün malını,
ailesini ve sağlığını aynı dönemde yitirmesi şeklinde olmuştu. Fakat O, buna
rağmen Rabb'ı ile bağını gevşetmedi, O'na güveninden bir şey kaybetme-di ve
ilahi takdirin her şeyine gönül rızası ile katlandı.
Şeytan bu dar günlerinde Hz. Eyyüb'e vefakâr kalan
bir avuç dostları-ki bu dostlarından biri de eşiydi aracılığıyla bir takım
kötü telkinlerde bulundu. "Eğer yüce Allah Hz. Eyyub'u sevseydi, onun başına
bunca belayı yağdırmazdı." Şeklinde ki, sözler ile şüphe yaymaya çalıştı.
Hz. Eyyub'un dostları da bu sözleri onunla konuşuyorlardı. Bu ise Hz.
Eyyub'u uğradığı sıkıntı ve belalar-dan daha fazla üzüyor, rahatsız
ediyordu. Bu şeytani telkinlerden bazılarını eşi kendisiyle konuşurken dile
getirince Hz. Eyyub, eğer Allah'ın izniyle sağlığına kavuşursa bu eşine bir
söylentiye göre sayısı yüz diye bilinen-belli sayıda dayak atacağına yemin
etti.
Bu sırada Hz. Eyyub şeytanın eziyetlerine ve
dostlarını kandırarak onları etkisi altına alışına karşı uğradığı
sıkıntıları Rabb'ine şikayet etti. Bu eziyet kendisini ciddi boyutlarda
etkiledi.
"Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azab verdi diye
seslenmişti."
Yüce Rabb'i onun doğruluğunu, dürüstlüğünü ve
gösterdiği sabrı, şeytanın manevralarından duyduğu nefreti ve onlara
kanmadığını görünce rahmetini ona ulaştırdı. Sınanmasına son verdi,
sağlığını geri verdi. Ayağı ile yere vurmasını, oradan serinleten bir
kaynağın fışkıracağını, onunla yıkanıp suyundan içmesi halinde sağlığına
kavuşacağını ve yaralarının iyileşeceğini bildirdi.
"Biz de O'na; "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve
içilecek soğuk bir su dedik."
Ve Kur'an'a Kerim buyuruyor ki;
"Ona bizden bir rahmet ve sağduyu sahiplerine bir
ibret olarak ailesini ve onlarla beraber bir eş daha bağışladık."
Bazı rivayetlerde deniyor ki, yüce Allah O'nun
önceki çocuklarını diriltti. Ve onlar kadar daha verdi. Ayetin açık
anlamından yüce Allah'ın O'nun ölen çocuklarını dirilttiğine dair bir
açıklama yoktur. Ayetin anlamı şöyle de olabilir: Hz. Eyyub sağlık ve
mutluluğuna tekrar dönünce sanki yok olan ailesi tekrar etrafında kümelendi.
Bunlara ilave olarak ilahi korumanın, rahmetin ve ikramın bir cilvesi olarak
başkaları da O'na verildi. Bunlar akıl ve anlayış sahipleri için güzel bir
anı niteliğindedir.
Burada kıssaların sunuşlarında önemli olan, yüce
Allah'ın sınavdan geçirdiği kullarına, sabrettikleri ve onun hükmüne
gönülden razı oldukları takdirde, nasıl büyük lütuf ve ihsanlarda
bulunduğunun tasvir edilmesidir.
Hz. Eyyub'un eşine dayak atma yeminine gelince; yüce
Allah O'na ve O'nu korumaya çalışan, göğüsledikleri sınamaya sabreden eşine
merhametinden dolayı kolay bir çözüm göstermiştir. Hz. Eyyub'un yemin
ederken belirlediği sayıdaki sopaları birleştirerek onların hepsiyle bir
kere vurmasını emretmiştir. Böylece Hz. Eyyub, yemininin gereğini yapmış ve
onu çiğnememiş olacaktı.
"Ey Eyyub! `Eline bir demet sap al, onunla vur,
yeminini bozma' demiştik."
Bunca kolaylık ve onca ikram, Allah'ın erlerinden
biri olan Hz. Eyyub'un musibetlere göğüs germesinin güzelce itaat edip ona
sığınmasının mükafatı olarak Rabb'i tarafından verilmişti.
"Gerçekten O çok sabırlı bir kulumuzdu; daima
Allah'a yönelirdi."
Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- bir
hatırlatmayı ve karşılaştığı zorluklara karşı sabretmeyi aşılayan ve bir
ölçüye kadar detaylı sayılan bu üç kıssanın sergilenişinden sonra surenin
akışı içinde bazı peygamberlere kısaca işaret ediliyor. Burada da Hz. Davud,
Hz. Süleyman ve Hz. Eyyub'un -selâm üzerlerine olsun- kıssalarındaki tema
işleniyor. Sınanma ve sabırdan sonra ikram ve lütuflara kavuşma... Bu
bölümde kendilerinden söz edilen peygamberlerin bazıları bu üç peygamberden
önce gelmiştir. Gönderildikleri zaman bellidir. Bazılarının hangi tarihte
peygamber olduklarını bilmiyoruz. Zira Kur'an-ı Kerim ve elimizdeki sağlam
kaynaklar bu tarihi belirlememişlerdir.
45- Ey Muhammed!
Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an.
46- Biz onları
Ahiret yurdunu düşünen, gönülden bağlı kullar yaptık.
47- Onlar bizim
yanımızda seçkin ve hayırlı kimselerdir.
48- İsmail'i,
Elyas'ı, Zülkifl'i yi de an. Hepsi iyilerdendir.
49- Bu bir
hatırlatmadır. Korunanlar için güzel bir gelecek vardır.
50- Kapıları onlara
açılmış, Adn cennetleri vardır.
51- Orada tahtlara
yaslanmış olarak çeşitli meyveler ve içecekler isterler.
52- Yanlarında
bakışlarını yalnız kocalarına diken kendileriyle yaşıt güzeller vardır.
53- İşte hesap günü
için size söz verilen bunlardır.
54- Doğrusu,
verdiğimiz rızıklar tükenmez.
55- Bu böyledir;
ancak azgınlara kötü bir gelecek vardır.
56- Cehenneme
girerler. Orası ne kötü bir konaktır.
57- İşte bu kaynak
su ve irindir, artık onu tadsınlar.
58- Ve daha başka
çeşit çeşit azab vardır.
59- İnkârcıların
ileri gelenlerine "işte bu topluluk sizinle beraber gerçeğe karşı
direnenlerdir. Onlar rahat yüzü görmesin. Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir"
denir.
60- Toplulukta
bulunanlar ise; "Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin; bizi buraya getiren
sissiniz, ne kötü bir duraktır" derler.
61- Rabb'imiz! Bunu
kim başımıza getirdiyse, ateşte onun azabını kat kat artır" derler.
62- Bize ne oldu ki,
dünyada iken kötülerden saydığınız adamları burada niçin görmüyoruz? derler.
63- Hani onlarla
alay ederdik. Yoksa onları gözden mi kaçırdık?
64- İşte ateş
halkının tartışmaları böyledir ve bunlar gerçektir.
Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup ve aynı şekilde
Hz. İsmail kesin olarak Hz. Davud ve Hz. Süleyman'dan önce peygamber
olmuşlardı. Fakat Onların Hz. Eyyub'tan önce mi, sonra mı peygamber
olduklarını bilmiyoruz. Elyesa ve Zülkifl peygamberlerin durumu da Hz.
Eyyub'un durumu gibidir. Bu son iki peygamber hakkında bir kaç kısa
işaretten başka bir açıklamaya Kur'an-ı Kerimde yer verilmemiştir.
İsrailoğulları'na gönderilen peygamberlerden birinin adı İbranice
"İlyesa"dır. Bu da tercihe şayan görüşe göre Arapça'daki "Elyesa"dır.
Zülkifl hakkında ise Kur'an-ı Kerimin onu "seçkinlerden" biri olarak
nitelemesinden başka bir şey bilmiyoruz.
Yüce Allah, Hz. İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u
"kuvvetli ve basiretli kullarımız" diye tanıtıyor. Bu da onların elleriyle
güzel işler yaptıklarını, sağlıklı görüş veya doğru düşünce sahibi
olduklarını ortaya koyan bir kinayedir. Sanki güzel iş yapmayanın hiç eli
yokmuş, sağlıklı düşünmeyenin aklı ve görebilme yeteneği yokmuş gibi!
Bunun yanında onların onurlandırıcı sıfatlarından da
söz ediliyor. Yani yüce Allah onlara özellikle güzel bir sıfat vermiştir ki,
ahiret yurdunu hatırlasınlar. Bunun dışında kalan her şeyden soyutlansınlar:
"Biz onları, ahiret yurdunu düşünme özelliğiyle
temizleyip kendimize halis kul yaptık."
İşte onların özelliği ve üstünlüğü budur. Onları
Allah katında seçkin insanlar haline getiren de bu özellikleridir:
"Onlar bizim yanımızda seçkinlerden,
hayırlılardandır.
Yüce Allah, aynı şekilde Hz. İsmail, Hz. Elyesa ve
Hz. Zülkifl'in de seçkinlerden olduğuna tanıklık etmektedir.
Peygamberlerinin sonuncusu ve elçilerinin en seçkinini onları hatırlaması,
onlarla yaşaması, onların sabırlarını ve Allah'ın onlara merhametini
düşünmesi için yönlendirmektedir. Yalancı ve sapık olan toplumundan gördüğü
sıkıntılara karşı sabretmesini istemektedir. Zira sabır peygamberliklerin
yoludur. Çağrıların yoludur. Yüce Allah sabreden kullarını yüzüstü bırakmaz.
Sabırlarına karşılık onlara iyilik, rahmet ve bereket verir. Onları seçkin
kulları arasına katar... Allah'ın katındaki mükafat daha iyidir. Tuzak
kuranların tuzakları ve yalan sayanların yalanlamaları Allah'ın rahmeti
koruması, ikramı ve ihsanı yanında basitleşmektedir.
Önceki bölüm, yüce Allah'ın seçkin kullarıyla
birlikte geçen hayat ve anılarla ilgili bir gezintiydi. Sınanma ve sabır,
rahmet ve ikram durumlarını sergiliyordu. Yani, yeryüzünde ve bu dünyada
yaşanan o yüksek değerli hayatın bir hatırlatmasıydı. Şimdi ayetlerin akışı,
devam etmektedir. Gerçek anlamda Allah'a bağlı olan kullarla, ilahi mesajı
yalan sayan azgınların ahiret alemindeki, öbür hayattaki durumlarını
sergilemektedir. Onların bu hallerini bir kıyamet sahnesinde gözler önüne
sermektedir. Bu konu "Kur'an da Kıyamet Sahneleri" kitabından biraz
kısaltarak aktarıyoruz.
Sahne, bütünü, bölümleri, çehreleri ve şekilleriyle
birbirini tamamen iki manzara ile başlıyor: Gerçek anlamda Allah'a bağlı
olan "takva sahiplerinin" ve onları bekleyen "güzel bir geleceğin"
manzarası... Tam karşısında Allah'a karşı gelen "azgınların" ve onları
bekleyen "kötü bir geleceğin" manzarası... Birincilerin durumu iyi. Onlar
için Adn cennetleri vardır. Kapıları onlara sonuna kadar açıktır. Onlar
orada yan gelip yatacak, rahat edeceklerdir. En güzel yiyecekler ve en güzel
içecekler onlarındır. Ayrıca onlar için genç-güzel huriler vardır. Bunlar
güzelliklerine rağmen "gözleri eşlerinden başkasını görmeyen" gözleri
başkasını aramaz ve başkasına takılmaz. Hepsi de genç ve yaşıttır. Bu
sürekli bir zevk ve Allah katından verilen bir rızıktır. "Bitmez-tükenmez bu
nimetler"
Diğerlerine gelince onların bir konakları vardır.
Fakat orada rahat yüzü görülmez. Burası cehennemdir. "Orası ne kötü bir
konaktır" Onların orada kaynak sulardan içecekleri, kusmuktan yiyecekleri
.vardır. Bu da ateşe girenlerin vücutlarından süzülüp akan pis ve iğrenç
şeylerdir! Ya da onların bu türden daha nice ezaları, cefaları vardır ki,
bunlara ayeti kerimede "ezvac" yani birbirine benzer eziyetler
denilmektedir.
Sahne, kapsadığı karşılıklı konuşmalarla somutlaşan,
canlı hale gelen üçüncü manzara ile tamamlanıyor. Burada cehennemlik olan
azgınlardan bir topluluk görülüyor: Bunlar dünyada birbirini seven,
birbirine dost olan kimselerdi. Bu gün onlar birbirini tanımıyor,
birbirinden kaçıyorlar. Bunların bazıları sapıklığı aşılıyor, bazıları
mü'minlere karşı üstünlük taslıyor, onların çağrılarını, cennete ilişkin
inançlarını alaya alıyorlardı. Nitekim Kureyşin ileri gelenleri de böyle
yapıyor ve: "Kur'an aramızda O'na mı indirilmeliydi" (Sad Suresi. 8)
diyorlardı.
Şimdi onlar bölük-bölük ateşe atılıyorlar. İşte
onlar şimdi birbirlerine: "İşte bu topluluk sizinle beraber gerçeğe karşı
direnenlerdir." dediklerine cevapları ne oluyor? Cevapları öfke dolu, tepki
dolu: "Onlar rahat yüzü görmesin. Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir." Peki
kendileriyle alay edilenler susuyorlar mı? Hayır! Onlar da cevap veriyorlar:
"Toplulukta bulunanlar ise; `Hayır asıl siz rahat yüzü görmeyin, bizi buraya
getiren sizsiniz, ne kötü bir duraktır' derler." Yani bu azaba düşmemize siz
sebep oldunuz. Birden öfke, bunalım ve intikam dolu bir dua yükseliyor.
"Rabb'imiz! Bunu kim başımıza getirdiyse, ateşte onun azabını kat-kat artır
derler."
Sonra ne oluyor? İşte onlar mü'minleri arıyorlar.
Dünyada kendilerine karşı üstünlük tasladıkları, haklarında kötü
düşündükleri, cennete ilişkin inançlarını alaya aldıkları mü'minler... Evet
onlar inananları arıyorlar. Onları kendileri gibi ateşte bulamıyorlar.
Birbirlerine soruyorlar: Onlar nerede? Onlar nereye gittiler? Yoksa burada
oldukları halde biz mi onları göremiyoruz? "Bize ne oldu ki, dünyada iken
kötülerden saydığımız adamları burada niçin görmüyoruz? derler." (Bir
kıraatte göre "Ette haznahum Sihriyyen" cümlesi soru değil, normal haber
cümlesidir. Biz de bu kıraatı tercih ettik. Zira buna göre anlamı daha açık
ve sağlıklı almaktadır. Bu durumda "Ette haznahum Sihriyyen" (onları alaya
alırdık) kendisinden önceki cümleyi tamamlamış ve "ricalen" (adımlar)
kavramının sıfatı olur.)
Halbuki onların arayıp sordukları adamlar uzakta,
cennettedirler!
Sahne, cehennemliklerin gerçek durumlarını ortaya
koyarak sona eriyor!
"İşte ateş halkının tartışmaları böyledir ve bunlar
gerçektir."
Onların sonları ile gerçekten Allah'a bağlı takva
sahiplerinin sonları arasında öyle mesafeler var ki. Bunlar onların
kendilerini alaya aldıkları, Allah'ın onları seçmesini çok gördükleri
kimselerdi. Onlar: "Rabb'imiz! Bizim azab payımızı hesap gününden önce ver"
derken, paylarını almakta acele ederken bu kadar kötü bir nasibin
kendilerini beklediğini hiç düşünmemiş olmalılar!
Surenin son bölümü baş tarafta işlenen tevhid, vahiy
ve ahiretteki ceza-mükafat meselelerine tekrar dönmektedir. Bu arada vahyin
bir delili olarak Hz. Adem'in kıssasına değinilmekte, o gün yüceler aleminde
meydana gelen olaylardan söz edilmektedir. O günden kıyamet günündeki hesaba
çekilmenin sapıklık veya doğru yol üzerinde olmaya bağlandığı
belirtilmektedir. Kıssa aynı zamanda şeytanın içindeki kıskançlık duygusunun
onu azdırdığını ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığını da ortaya
koymaktadır... Çünkü o, yüce Allah'ın Hz. Adem'e verdiği nimeti ve ihsanı
çok görmüştü. Şeytan ile Ademoğulları arasındaki ateşi sönmeyen ve asla
gevşemeyen sürekli mücadeleyi ve savaşı da sergilemektedir. Bu savaşın amacı
daha çok insanın şeytanın ağına düşürülmesi, onların kendisiyle beraber
ateşe girmeleri ve böylece ataları Hz. Adem'den intikam alınmasıydı. Zira
şeytanın kovuluşuna o sebep olmuştu. Bu savaş amaçları belli olan bir
savaştır. Ama ne yazık ki, Ademoğulları ezeli düşmanlarına teslim
olmaktadırlar!
Sure, vahiy konusunu ve onun ötesindeki gerçeğin
önemini pekiştirerek sona eriyor. Fakat ilahi mesajdan haberi olmayanların
ve onu yalanlayanların bu gerçekten haberleri dahi olmamaktadır!
65- Ey Muhammed! De
ki, "Ben sadece bir uyarıcıyım. Gücü her şeye yeten tek Allah'tan başka
tanrı yoktur.
66- Göklerin-yerin
ve ikisi arasında bulunanların Rabb'ı olan Allah, daima üstündür, çok
bağışlayandır.
Akıl erdiremeyen hayret eden ve dehşete kapılan ve
"tanrıları bir tek tanrımı yapıyor? Bu gerçekten tuhaf bir şeydir? diyen
müşriklere de ki; bu gerçeğin ta kendisidir: "Gücü her şeye yeten tek
Allah'tan başka tanrı yoktur."
Yine onlara de ki; benim görevim sadece uyarmak ve
sakındırmaktır. Bunun ötesinde lehimde ve aleyhimde bir şey yoktur... Bundan
sonra insanları tek başına her şeye egemen Allah'a havale etmekten başka
yapabileceğim bir şey yoktur. "O göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan
her şeyin Rabb'idir." Onun hiçbir ortağı yoktur... Göklerde-yerde veya bu
ikisi arasında bulunan herhangi bir tarafta O'ndan başka sığınak da
yoktur... "Aziz olan" O'dur; güçlü, kuvvetli olan O'dur. Bağışlayan" da
O'dur. Günahları affeden, tevbeleri kabul eden ve himayesine sığınanları
bağışlayan da O'dur. Yine onlara de ki; benim size getirip sunduğum, sizin
de kendisinden yüz çevirdiğiniz bu gerçek sizin tahmin edemeyeceğiniz kadar
büyük ve çok önemli bir hakikattir. Bunun ötesinde öyle gerçekler vardır ki,
siz bunların hepsinden habersizsiniz.
67- De ki; "Bu
Kur'an, büyük bir haberdir."
68- Fakat siz ondan
yüz çeviriyorsunuz?"
O gerçekten yakın olan dış görünüşünden çok daha
büyük bir olaydır. Çünkü O, bütün bu evrenin içinde yüce Allah'ın eşsiz
işlerinden biridir. Bütün bu evreni ilgilendiren önemli işlerinden biridir.
Bu varlık aleminde o Allah'ın kaderinden bir parçadır. Göklerin ve yerin
durumundan kaybolup giden geçmişin ve uzakta bulunan geleceğin halinden
kopuk ve uzak bir şey değildir.
Bu büyük haber, Mekke'deki Kureyş'i, yarımadadaki
Arapları, o zaman yeryüzündeki yaşayan çağdaş kuşağı aşmak, yer zaman olarak
belirlenmiş, sınırlandırılmış ortamı aşmaya, tüm çağlara ve nesillere ulaşıp
insanlığın geleceğini etkilemeye, sonlarını ona göre belirlemeye gelmişti.
Hem de yeryüzüne ulaştığı ilk günden itibaren ve Allah'ın kendisi için
belirlediği zaman dilimi dolana kadar... Bu Kur'an bütün bir evrenin düzeni
içinde kendisi için belirlenen zamanda inmiştir ki, Allah'ın kendisi için
belirlediği bu zaman diliminde görevini yapsın, fonksiyonunu icra etsin.
İnsanlığın seyir çizgisi, kudret elinin bu büyük
haberle belirlediği yola girmiştir. Bu konuda O'na iman etsinler veya ona
engel olsunlar, yanında savaşsınlar veya ona karşı dirensinler fark etmez.
İster O'nun indiği kuşaktan olsunlar, istér sonra gelen kuşaklardan
olsunlar. Yolun seyri değişmez. İnsanlık tarihinde hiçbir olay veya hiçbir
haber bu büyük haberin geride bıraktığı izler gibi kalıntı bırakmamıştır.
Kur'an-ı Kerim öyle değerler, öyle düşünceler ortaya
koymuş, bu yeryüzünün hepsini, insanlık nesillerinin tümünü kuşatan öyle
ilkeler öyle sistemler yerleştirmiştir ki, Araplar bunları asla
düşünememişlerdi. Araplar o zamanlar bu haberin yeryüzünün çehresini
değiştirmek, tarihin akışına yön vermek, bu hayatın geleceğine ilişkin ilahi
takdiri gerçekleştirmek, insanlığın hem vicdanını hem de günlük hayatını
etkisi altına almak ve bunların hepsini bütün bir evrenin seyir çizgisi
göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin yaradılışında gizli
olan gerçek ile bütünleştirmek, temasa geçirmek için geldiğini ve bunun
kıyamete kadar süreceğini, insanların ve hayatın takdirini yönlendirmedeki
görevini eksiksiz yapacağını kavrayamıyorlardı.
Bu günkü müslümanlar da bu haber karşısında tıpkı
Arapların durdukları gibi durmaktadırlar. Onun karakterini ve onun varlığın
karakteriyle ilgili bağını kavrayamıyorlar, onda gizli olan gerçeği
düşünmüyorlar ki, bunun evrenin yapısında gizli olan gerçeğin ta kendisi
olduğunu anlasınlar. Onun insanlığın tarihinde ve onun seyir çizgisinde
meydana getirdiği etkileri gerçekçi olarak ortaya koyamıyorlar. Bu haber'in
insanlığın hayatını belirlemede ve tarihin çizgisini yönlendirmede etkisini
azaltmaya, oynadığı rolü sürekli olarak basitleştirmeye özen gösteren
düşmanlarının ortaya koyduğu bir anlayışla değil, özgürce bir anlayışla
Kur'an'ın bu eylemini ortaya koyamıyorlar... İşte bu nedenle müslümanlar
kendi görevlerinin gerçek değerini anlamıyorlar. Geçmişteki, şu andaki ve
gelecekteki görevlerinin değerini... Bu görevlerinin yeryüzünde dünyanın
sonuna kadar devam edeceğini anlayamıyorlar...
Kur'an'la muhatab olan ilk Araplar sanıyorlardı ki,
bu mesele sadece kendilerini ve Abdullah'ın oğlu Muhammed'i -salât ve selâm
üzerine olsun- ilgilendirmektir. Onların aralarından Muhammed'in seçilip ona
Kur'an'ın indirilmesinden ibaret sanıyorlardı olayı. Onlar bütün güçlerini
bu yüzden hep böyle yüzeysel bir şekilciliğe sıkıştırmışlardı. Şimdi Kur'an
bununla onların dikkatlerini çekmekte, bakış açılarını bu sığlıktan
kurtarmaya çalışmaktadır. Yani mesele bu bakış açısından çok daha büyük, çok
daha önemlidir. Olay hem kendilerini hem de Abdullah'ın oğlu Muhammed'i
-salât ve selâm üzerine olsun- çok çok aşmaktadır. Muhammed bu haber'in
sadece taşıyıcısı ve insanlara duyurucusudur. O bunu kendisi uydurmamıştır.
Eğer Allah'ın öğretmesi olmasaydı bunun ötesinde ne olacağını bilemezdi.
Yüceler aleminde neler olup bittiğini bilmiyordu. Bunları sadece yüce Allah
ona bildirmiştir.
69- Mele-i A'la'da
kendi aralarındaki tartışmaları hakkında benim hiçbir bilgim yoktu.
70- Ben gelecek
tehlikeleri apaçık uyarıcı olduğum içindir ki, bana vahy olunuyor.
Bundan sonra surenin akışı insanlığın kıssasına
dönüyor. Ta başta yüceler aleminden onların seyir çizgisini belirleyen,
kaderlerini ve sonlarını şekillendiren olaylarla ilgili açıklamaya geçiyor.
İşte Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- dünyanın son döneminde
insanlara açıklamak ve onları uyarmak için görevlendirildiği gerçek de
budur.
71- Rabb'im
Meleklere demişti ki; ben çamurdan bir insan yaratacağım.
72- Onu
biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secde edin.
73- Meleklerin hepsi
birden secde ettiler.
Biz insanlar yüce Allah'ın meleklerle nasıl
konuştuğunu, nasıl konuşacağını bilemiyor, anlayamıyoruz. Meleklerin
Allah'tan nasıl emir aldıklarını ve onların nasıl bir varlık olduklarını
kavrayamıyoruz. Tek bildiğimiz yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerimde onlara ilişkin
bize verdiği bilgilerdir. Aslında kesin bir sonuç alınmayan ve bir yararı da
olmayan bu tür konulara dalmaya da gerek yoktur. Biz sadece Kur'an'ın
anlattığı biçimde kıssanın esprisi, temel amacı üzerinde yoğunlaşmalıyız.
Yüce Allah bu insan denen varlığı çamurdan
yaratmıştır. Yani insanın tüm organizması çamurdandır. Sadece nereden
geldiği ve nasıl geldiği bilinmeyen "Hayat Sırrı" hariç. İnsan denen bu
varlığın, adı geçen bu sırrın dışında bütün organları çamurdandır. Bu
çamurun bir insan olmasını sağlayan "Kutsal Soluk" dışındaki her şeyi
çamurdandır. Vücudunun bütün elementleri çamurdandır. Yani insanın anası
topraktır. İnsan bu toprağın ana maddelerinden meydana gelmiştir. Gizemli
olan bu ilahi sır ondan ayrıldığında söz konusu organlar tekrar toprağa
dönüşeceklerdir. Hayatta insanın seyir çizgisini belirleyen bu "Kutsal
Soluğun" etkileri ondan ayrılınca tümüyle toprağa dönüşecektir.
Biz bu "Kutsal Soluğun" niteliğini, niceliğini
bilemiyoruz. Sadece etkilerini, izlerini biliyoruz. İşte bu kutsal soluğun
etkileri insan denen bu varlığı yeryüzündeki diğer varlıklardan ayırmıştır.
Akli ve ruhi yönden yükselmeye elverişli olan özel yeteneğiyle onu diğer
varlıklardan farklı kılmıştır. İşte bu özellik insan aklının geçmişin
deneyimlerinden yararlanmasını, geleceğini ona göre planlamasını,
programlamasını sağlamıştır. Bedenin akıl ve duyu organları ile algılanan
varlıkları aşarak akıllara ve duyulara kapalı olan gizemli (bilinmez) dünya
ile iletişim kurmasını temin etmiştir.
Akli ve ruhi yönden yükselebilme özelliği sadece
insanlara özgü bir özelliktir. Bu, yeryüzünde diğer canlılar bu özelliğe
sahip değildir. İlk insanın yaratıldığı sırada değişik türlerden ve
cinslerden canlılar vardı. Bu uzun tarih süreci boyunca hiçbir tür veya
cins, akli ve ruhi yönden bu tür bir gelişme gösterip ilerleme
kaydetmemiştir. Bunların hiçbir türünde ilerleme görülmemiştir. Organik
ilerlemenin varlığını kabul ettiğimiz takdirde bile hiçbir şey
değişmemektedir.
Yüce Allah bu insan denen varlığa ruhundan bir soluk
üflemiştir. Zira O'nun iradesi insanın yeryüzünde halife olmasını
dilemiştir. Belirlediği sınırlar dahilinde bu evrenin anahtarlarını,
yeryüzünün imarını ve bunun için gereken güç ve enerjileri ona teslim etmeyi
uygun görmüştür.
Yüce Allah, insana bilgide ilerleme gücü vermiştir.
O gün, bugündür insan bu ilahi soluğun kaynağı ile bağını sağlamlaştırdıkça
ve sağlıklı bir biçimde bu kaynağa başvurdukça ilerlemiştir. Ne zaman, bu
yüce kaynaktan sapmışsa yapısındaki ve hayatındaki bilgi akımlarının ahengi
bozulmuş ve onu ileriye doğru yönlendirecek uyumlu-eksiksiz yönelişin
istikameti değişmiştir. Bu birbiriyle çelişen akımlar onun yönelişindeki
düzgünlüğü gölgelemeye başlamıştır. Onun insani özelliklerinin ters tepki
yapmasına yol açmasa da, gerçek yükseliş merdiveninden onu aşağıya doğru
yuvarlatmıştır. İsterse hayatın herhangi bir alanındaki bilimleri ve
deneyimleri geniş bir yer tutmuş olsun, fark etmez.
Kütlesi küçük, gücü sınırlı, ömrü kısa, bilgisi
sınırlı olan insanın bu şerefli Rabb'ini lütuf olmadan bu onurlu derecesine
ulaşması mümkün değildir. Yoksa o kim bu derece kim? İnsan bu dünya gezegeni
üzerinde yaşayan milyonlarca . canlı türünden canlı cinsinden sadece biri
olan küçük, değersiz basit bir yaratıktır. Dünya gezegeni de yıldızlardan
sadece birinin uydularından biridir. Allah'tan başkasının genişliğini ve
büyüklüğünü dahi kavrayamadığı uzayda bu türden milyarlarca yıldız vardır...
Öyleyse insan denen bu varlığı Rahman'ın meleklerinin kendisine secde etmesi
derecesine ulaştıran bu büyük latif sırdan başka nedir ki? İnsan işte bu
ilahi sır ile onurlanmış, şereflenmiştir. İlahi sır kendisinden ayrılınca
veya ondan elini eteğini çekince değersiz olan aslına, yani çamura
dönecektir!
Melekler, yaratılışları gereği Rabb'lerinin emrine
kulak verdiler, gereğini yaptılar:
"Meleklerin hepsi birden secde ettiler."
Nasıl? Nerede? Ne zaman? gibi soruların hepsi yalnız
Allah'ın bildiği gayb konularına girer. Bunların bilinmesi kıssanın amacına
ve ana fikrine etki etmez. Çünkü burada önemli olan çamurdan yaratılan
insanın değerini takdir etmek, yüce Allah'ın ruhundan ona üflemekle onu asıl
kaynağı olan çamurdan ne kadar yükselttiğini ortaya koymaktır.
Melekler, Allah'ın emrine bağlılıklarından ve O'nun
emirle mutlaka bir hikmeti ortaya koymak istediği bilincinde olduklarından
hemen secdeye kapanmışlardır.
74- Yalnız İblis
secde etmedi, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.
75- Allah: `Ey
İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?
Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?"
76- İblis: `Ben
ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın. Onu çàmurdan yarattın " dedi.
Acaba iblis de meleklerden biri miydi? Açık olan
duruma göre hayır.
Zira eğer o meleklerden olsaydı karşı gelmezdi.
Çünkü melekler Allah'ın emirlerine karşı gelmezler. Kendilerine verilen emri
hemen yerine getirirler. İlerde İblis'in ateşten yaratıldığı da ifade
edilecektir. ?~feleklerin ise nurdan yaratıldıkları bildirilmektedir...
Fakat İblis buna rağmen meleklerle beraberdi ve secde etmekle yükümlüydü.
Secde emri sırasında ona secde etmesinin açıkça bildirilmemesi, emre karşı
gelişi nedeniyle onun tavrına değer vermemek içindi. İblis'in de secde emri
ile yükümlü olduğunu kendisine yöneltilen azarlamadan anlıyoruz.
"Allah: Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde
etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?"
Kendi ellerimle yarattığım insana secde etmene engel
olan nedir? Yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse bu insanın
yaradılışında bu kadar taktire şayan bir özelliğin olması gerekmektedir. Bu
özellik insana Rabb'ani yardım ve koruma özelliğidir. Bu yardımın bir delili
olarak ruhundan bir soluğu onun bünyesine yerleştirmesidir.
Büyüklük mü tasladın? Emrime karşı. "Yoksa
yücelerden mi oldun?" Boğun eğmeyen.
"İblis: `Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın,
onu çamurdan yarattın' dedi."
Bu karşı gelişin temelinde kıskançlık var. Hz.
Adem'in çamur'dan yaratılışının ötesinde ona değer kazandıran temel faktörü
hesaba katmama veya görmezlikten gelme var. Aslında o bu onurlandırmayı hak
etmiştir. Bu gözler önüne serilen tutumuyla bütün olarak iyilikten uzak
düşmüş bir karaktere sahip olan kişinin çirkin cevabıdır.
Şimdi çirkin biçimde şımaran bu yaratığın
kovulmasını öngören yüce ilahi ferman çıkıyor:
77- Allah: "Çık
oradan sen artık kovulmuş birisin. "
78- Ceza gününe
kadar lanetim senin üzerinedir dedi.
Biz ayeti kerimede geçen "oradan çık" cümlesinin
"cennetten çık mı" yoksa "Allah'ın rahmetinden çık mı"? anlamına geldiğini
kesin belirleme imkanına sahip değiliz. Bu da olabilir, diğeri de. Bu konuda
fazla ileri-geri tartışmalara girmeye de gerek yok. Bu, yüce Allah'ın uygun
emrine karşı isyan ve cüretkârlığın cezası olan kovuluş, lanet ve gazaptır.
Burada kıskançlık, kine yani İblis'in içindeki
intikam hırsının kesinleşmesine, alevlenmesine dönüşüyor
79- İblis "Ey
Rabbim! O halde tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver" dedi.
Yüce Allah'ın dilemesi, ilminde takdir edilen hikmet
gereği İblis'in bu isteğinin yerine getirilmesini gerektirmiştir. Ona
istediği fırsatı vermiştir. Şeytan kinini dindirecek hedefini de açıklıyor.
80- Allah: "Haydi
sana mühlet verildi.
81- O belli vaktin
gününe kadar.
82- İblis: senin
izzet ve şerefine andolsun ki, onların tümünü azdıracağım dedi.
83- Yalnız onlardan
ihlas sahibi kullar hariç.
Bununla metodunu ve yolunu belirlemiştir. O Allah'ın
yüceliğine yemin ederek tüm insanları saptıracağını söylüyor. Üzerlerinde
hiçbir otoritesi olmayan insanların dışında kimseyi müstesna tutmuyor.
Bunları dışarıda bırakırken de keyfinden değil, onları saptırmaktan aciz
düştüğü için istisna ediyor! Böylece kendisi ile onun tuzağından ve
aldatmasından kurtulanlar arasındaki engeli, kendisi ile onlar arasındaki
koruyucuyu açıklamış oluyor. Bu koruyucu da onları sırf Allah'a bağlayan
kulluk bilincidir bu. İşte bu kurtuluş dizgini ve hayat ipidir. Hayata doğru
çeken bağ budur... Kurtuluş ve kaybedişte yine yüce Allah'ın iradesine ve
takdirine uygun olarak gerçekleşmektedir... Bu nedenle yücè Allah iradesini
açıklamış, yolunu ve programını belirlemiştir.
84- Allah: "İşte bu
doğrudur. Ben gerçeği söylüyorum.
85- Sen ve sana
uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım dedi.
Yüce Allah zaten her zaman doğruyu, gerçeği söyler.
Kur'an-ı Kerim bu olguyu bu surenin değişik yerlerinde ve değişik
vesilelerle belirtip pekiştirmektedir. Duvarların üzerinden atlayarak Hz.
Davud'a gelen davacılar ona şöyle demişlerdi: "Şimdi sen aramızda hak ile
hükmet, adaletten ayrılıp bize zulmetme" (Sad Suresi, 22). Yüce Allah kulu
olan Hz. Davud'a şöyle demişti. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine
uyma (Sad Suresi, 26) Bundan sonra da göklerin ve yerin yaradılışında gizli
olan gerçeğe değinmişti: "Biz göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları
boşuna yaratmadık." (Sad Suresi, 27) Sonra yüce güç ve kudret sahibinin
diliyle hak'tan söz ediliyor. "İşte bu doğrudur. Ben gerçeği söylüyorum." Bu
yerleri ve şekilleri farklılık gösterse de yapısı ve karakteri değişmeyen
Hak'tır. İşte bu doğru söz de onun bir parçasıdır. "Sen ve sana uyanların
hepsiyle cehennemi dolduracağım."
Demek ki, bu şeytan ile Ademoğulları arasındaki
mücadeledir. Bilerek bu mücadeleye girişiyorlar. Sonuç yüce Allah'ın apaçık
ve şaşmayan sözünde ifade edildiği için kesin olarak bilinmektedir. Bu
apaçık durumdan sonra herkes yaptığı tercihinin sonucuna katlanmak
zorundadır. Allah'ın rahmeti onları cahil ve habersiz bırakmak
istemediğinden kendilerine uyarıcı peygamberler göndermiştir.
Bu bölümün ve aynı zamanda Surenin sonunda Hz.
Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- onlara son sözünü söylemesi için
emir veriliyor.
86- Ey Muhammed! De
ki; "Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum, kendimden bir şey teklif
edenlerden de değilim. "
87- Bu Kur'an,
alemler için bir öğüttür.
88- Onun
haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız.
Bu sonucu açıkladıktan ve uyarıcı gönderdikten sonra
kurtuluş için yapılan içtenlikle çağrıdır. Öyle içli bir çağrı ki, bu
çağrıyı yapan adam hiçbir ücret talep etmemektedir. Bu sağlıklı yaratılışa
sahibi olan davetçidir. Normal diliyle konuşuyor. Zorlanmaya yapmacık
hareketlere baş vurmuyor, insana yakın olan fıtrat (yaradılıştan gelen)
mantığının gereği dışında hiçbir şey istemiyor. Bu Kur'an insanlara bir
hatırlatmadır. Çünkü insanlar unutabilirler, habersiz kalabilirler. Bu gün
ona kulak vermeseler de geçekten o en büyük haberdir. Bir süre sonra onun
haberini öğreneceklerdir, onlar. Hem bu yeryüzündeki haberini -zaten birkaç
sene sonra bu sözün doğruluğunu öğrendiler- hem de bilinen gündeki haberini
yüce Allah'ın kesin sözü, gerçekleştiği zaman öğreneceklerdir: "Sen ve sana
uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım" dedi.
İşte bu surenin girişi, konusu ve ele aldığı
meselelerle tam uyum sağlayan bir sondur. Derinlerde yankılanan ve ilerde
meydana geleceklerin dehşetini ortaya koyan bir sarsma meydana getiriyor:
"Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız."
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.