37-Saffat
1- Andolsun sıra
sıra duranlara .
2- Önlerindekini
sürdükçe sürenlere .
3- Zikir okuyanlara
.
4- Ki, ilahınız
birdir.
5- Göklerin, yerin
ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir. Doğuların da Rabb'idir.
Sıra sıra duranlar, sevk ve idare edip men edenler
ve okuyanlara... Bunlar bir grup meleklerdir. Allah burada onları sadece
kendisinin bildiği sadece kendisi tarafından bilinen davranışlarla zikreder.
Bu melekler namazda ayakları ile saf tutmuş olabilecekleri gibi Allah'ın
emrini beklemeden kanatları ile de saf tutmuş olmaları da mümkündür. Saf
bağlayan melekler böyledir. Bağırıp azarlayarak men edenler ise mesele
bağırıp çağırılarak men edilmeyi hak etmiş asilerin ruhlarını alırken, men
edenler veya kıyamet günü toplanma ve cehenneme sevk etme sırasında
bağırıp-çağırarak onları sürenler, yahut herhangi bir durumda ve yerde o
asileri azarlayarak süren meleklerdir. Zikri okuyanlar... Kur'an'ı ya da
başka bir Kutsal Kitab'ı okuyanlar yahut da Allah'ı anarak tesbih edenler
olabilir...
Allah, meleklerin bu zümresi üzerine birliğine yemin
etmektedir: "Ki, ilahınız birdir" Daha önce belirttiğimiz gibi, bu yeminin
sebebi, cahiliye devri Arapları arasında yaygın olan meleklerin Allah'a
nisbet edilmesi, onların -zanlarına göre- Allah'ın kızları olması dolayısı
ile melekleri ilah edinmeleri masalıdır. Bu yeminden sonra Allah kendisini
kullarına, birliğine uygun sıfatlarla tanıtır:
"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların
Rabb'idir. Doğuların da Rabb'idir."
Şu gökler ve yeryüzü insanların gözleri önüne
dikilmiştir. Onları yoktan var eden, yaratan ve şu müthiş kâinatı idare eden
yaratandan söz etmektedirler. Bu, öylesine müthiş bir mülktür ki, hiç bir
kimse onu yaratmaya ve idare etmeyi iddia edemeyeceği gibi, hiçbir kimse
onun yaratıcısının mutlak kudretini ve gerçek Rabb'lığını itiraf etmekten
kaçınamaz.
Bunlar, göklerin ve yerin arasında olan, hava,
bulut, ışık, nur ve insanoğlunun mahiyetleri hakkında peyderpey bilgi sahibi
olabildiği ve bilmedikleri yanında mahiyetlerinden öğrenip ortaya
çıkardıkları, çok az olan ince yaratıklardır.
Gökler, yeryüzü ve bunlar arasındaki korkunç
uzaklık, büyüklük, çok hassas dengeler, çeşitlik; güzellik, ahenk...
İnsanoğlu -eğer kalbi uyanıksa- bunlar karşısında derin bir etki duymaktan,
son derece güzellik müşahede etmekten ve uzun bir düşünceye dalmaktan
kendisini alamaz. İnsan ancak, kalbi ölmüş ve hayret verici şeylerle dopdolu
olan şu kâinatın etkisi karşısında etkilenip tepki gösterme gücünü
kaybetmişse, ancak bu takdirde şu büyük yaratma olayının karşısında
etkilenip duygulanmadan ve düşünmeden geçip gidebilir.
Doğuların da Rabb'idir."
Her yıldızın doğduğu bir yer vardır. Her gezegenin
doğduğu bir yer vardır. Şu engin göklerin her yöresinde birçok doğuş yerleri
vardır. Bu ilahi ifadede, yaşadığımız şu yer küremizde meydana gelen bir
realiteye de düşündürücü bir şekilde temas edilmektedir. Şöyle ki; yerküre
güneşin karşısında ekseni etrafında dönerken dünyanın çeşitli yörelerinde
ard arda "doğu"lar ve "batı"lar oluşmaktadırlar. Güneşin karşısında yer alan
yörenin "doğu"su oluşurken, bunun karşısındaki yörenin de "batı"sı meydana
gelmektedir. Sonra yerküre dönmesine devam ettiğinden, bir sonraki yörenin
doğusu oluşurken, buna karşın diğer yörenin de "batı"sı oluşmakta böyle
sürüp gitmektedir.
Bu gerçeği Kur'an-ı Kerim nazil olduğu zamanlar
insanlar bilmiyorlardı. İşte o eski zamanda bunu onlara Allah haber vermiş
oluyordu. Şu yeryüzünde doğuların arka arkaya gelmesindeki çok hassas düzen,
doğuların doğduğu yerlerde şu kainatı saran hayret verici güzellik... İşte
bunların insanoğlunun kalbine etki etmesi doğaldır. Bunlar insanı eşsiz
şekilde yaratıcısının sanat üzerinde düşünmeye ve yaratıcı ve idare edici
Allah'ın birliğine imana çağırması da normaldir. Çünkü o "yaratıcı", güzel
ve hassas yapısında farklılık göstermeyen tek bir sanatın meyveleri
arasından ortaya çıkmaktadır.
Bir olan Allah'ın sıfatları arasında bu sıfatın
burada zikredilmesi bu yüzdendir. Bu surede, bu ayetlerden sonra gelen
ayetlerde, sema'dan ve "doğu" lardan bahsedilmesinin başka bir gerekçesi
daha vardır. Onu da orada gezegenden, ateş almış yanan yıldızlardan,
şeytanlardan ve yıldız mermilerinin atılmasından söz ederken göreceğiz.
6- Bize en yakın
göğü, bir süsle ve yıldızlarla süsledik.
7- Ve onu itaat
etmeyen her şeytandan koruduk.
8- O şeytanlar, yüce
alemi (Mele-i A'la'yı) dinleyemezler; her yandan kendilerine mermi gibi
yıldızlar atılır.
9- Kovulup
atılırlar. Ve onlar için sürekli azap vardır.
10- Ancak meleklerin
konuşmalarından bir sözü kapan olursa, onu da delen ve yakan alevli
yıldızlar takip eder.
Yüce Allah, surenin başında müşriklere uydurulan
masalın meleklere ilişkin bölümüne temas ettikten sonra, burada da o masalın
şeytanlara ilişkin ikinci yarısına değinmektedir. Cahiliye Arapları, Allah
ile cinler arasında bir hısımlık olduğuna inanıyorlardı. İçlerinden bazıları
gerek bu yüzden ve gerekse şeytanların seçkin melekler topluluğu (Mele-i
A'la) ile ilişkileri olacağı varsayımı ile gaybı bileceklerini düşünerek
şeytanlara tapıyorlardı.
Göklerin, yeryüzünün ve aralarında olanlarla
"doğu"ların zikrinden sonra, "doğu"lar da ister yıldız ve gezegenlerin
doğusu olsun, isterse yeryüzü bölgelerine arka arkaya gelen "doğu"lar olsun
ister her ikisi birden olsun ve bunların nurları ve ışıklarından söz
edildikten sonra söz sırası yıldızlara gelmektedir.
"Bize en yakın göğü, bir süsle ve yıldızlarla
süsledik."
Bu süsü görmek ve bu kâinatın kuruluşunda ana
unsurun "güzellik" olduğunu kavramak için gökyüzüne bir kez bakmak
yeterlidir. Orada sanatkârın sanatında eşsiz bir var ediş, güzel bir ahenk
görürsünüz. Orada "güzellik" derinde ve karakterdedir, yoksa gelip geçici ve
yüzeysel değildir. Sanatkârın tasarımı, yaratmada güzellik ve aynı derecede
"görevi eksiksiz yerine getirme" üzerine kuruludur. Gökte her şey bir ölçü
üzeredir. Her şey görevini hassasiyetle yerine getirir. Gökyüzü her şeyi ile
güzeldir.
Gökyüzü... Üzerine serpilmiş yıldızlar... Bu tablo,
insanın gözünün görebileceği en güzel tablodur. Göz bu tabloya bakmaya
doyamaz. Her yıldız ve her gezegen gözünü ışık-ışık büzüp sana dikmektedir.
Sanki sana bir göz atan sevgi gözüdür o. Ona göz attığın zaman sanki gözünü
yumup kaybolmakta, ondan yüzünü çevirdiğinde tekrar canlanmakta ve
parlamaktadır. Gönüllere bir teselli olmak üzere geceden-geceye ve bir andan
diğerine yerleri değişmekte, bulundukları yerler birbirini izlemektedir.
Onların verdiği doyumdan gönüller asla usanmaz.
Sonra, bundan sonraki ayet bu yıldızların başka bir
görevi daha olduğunu, bunların içinden şeytanlar, seçkin meleklerin
topluluğuna (Mel-i A'la) yaklaşmasınlar diye onlara atılan alevli gök
cisimleri olduğunu ifade etmektedir: "Ve onu itaat etmeyen her şeytandan
koruduk." "O şeytanlar yüce alemi (mele-i A'la'yı) dinleyemezler; her yandan
kendilerine mermi gibi yıldızlar atılır." "Kovulup atılırlar. Ve onlar için
sürekli azap vardır." "Ancak meleklerin konuşmalarından bir sözü kapan
olursa, onu da delen ve yakan alevli yıldızlar takip eder."
Yıldızlar içinde, gökyüzünü azgın ve haddi aşan
bütün şeytandan koruyan; onların arkasından atılan mermi gibi yıldızlar
vardır. Bu yıldızlar, gökyüzünü korur ve seçkin meleklerin konuşmalarım
duymalarına engel olurlar. Şeytan onları dinlemeye yeltendiğinde, atılan o
yıldızlar her yönden şeytanı yakarlar ve derhal kovup uzaklaştırırlar... Ve
o şeytana ahirette de sürekli, ardı arkası kesilmez bir azap vardır. Şeytan
bazen seçkin meleklerin toplumunda geçen konuşmaları aniden çalıp kapabilir.
Onun peşine de alev almış yıldız takılır, Şeytan gökten inerken ona yetişir
onu vurur ve adamakıllı yakıp kül eder.
Bizler azgın, sapkın şeytanın nasıl kulak verip
dinlediğini, nasıl çalıp çarptığını ve atmosferi delen alevli yıldız ile
nasıl kendisine ateş edildiğini bilmiyoruz. Çünkü bütün bunlar karşımızda
olan şeyler değildir. Bunların nasıl olduğunu düşünmekten insan olarak
aciziz. Bu tür konularda bizlerin yapacağı, Allah'tan bu konuda gelen
açıklamaları tasdik edip inanmaktır. Zaten şu kainatta, bilgi namına dış
kabuktan başka ne biliyoruz ki?
Allah ile aralarında akrabalık bağının olduğunu
iddia ettiklerinden burada önemli olan seçkin meleklerin topluluğuna
ulaşmalarına engel olunan ve orada olup bitenleri dinlemelerine set çekilen
şeytanların bu şeytanlar olduğudur. Bu iddialarından bir parçası doğru
olsaydı, onlara yapılan muamele değişik olurdu. Bu sözde hısım ve nesep
akrabalarının sonucu asla kovulmak, ateşe tutulmak ve yakılmak olmazdı.
KÖR, SAĞIR VE ALAYCI
KÂFİRLER
Yüce Allah, meleklerden söz ettikten sonra,
göklerden, yeryüzünden ve bunların aralarında olanlardan bahsedip azgın
şeytanlardan ve arkalarından yetişen mermilerden söz ettikten sonra,
Resullullah'dan onlara "kendilerini yaratmak mı daha zordu, yoksa bizim
yarattıklarımız mı?" diye sormasını ïstiyor. Şayet bu yaratıkları yaratmak
daha zor ve daha güç ise, o halde öldükten sonra dirilme konusu karşısında,
neden dehşete kapılıp bu konuyu alaya alıyorlar Olabilirliğini uzak
görüyorlar. Çünkü öldükten sonra dirilmek bu büyük yaratıkları yaratmakla
mukayese bile edilemez.
11- Şimdi sor
onlara; "Kendilerini yaratmak mı daha zordur, yoksa, Bizim yarattıklarımız
mı?"Aslında biz kendilerini özlü ve yapışkan çamurdan yarattık.
12- Ey Muhammed!
Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar da seninle alay ediyorlar.
13- Onlara öğüt
verildiği vakit düşünüp öğüt almazlar.
14- Bir mucize
görseler onunla alay ederler.
15- "Bu apaçık
büyüdür" derler.
16- "Yani biz
öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı dirilecekmişiz?"
17- "Bizden önceki
atalarımızda mı dirilecek?"
Onlardan haber vermelerini iste ve sor onlara:
Melekler, gökler, yeryüzü ve bunların arasında bulunan her şey, şeytanlar,
yıldızlar, alevli gök cisimleri, bütün bunlar Allah'ın yaratıklarıdır. O
halde onların yaratılması mı daha zordur, yoksa şu kâinatın ve şu
yaratıkların yaratılması mı?
Onların cevap vermesi beklenmez. Çünkü Allah'ın bu
sorusu onların durumunun çirkin tuhaf olduğunu göstermek, çevrelerinde
olanlardan ne kadar gaflet içinde olduklarını gözler önüne sermek ve bir
şeyi, bir durumu değerlendirmede ne kadar gülünç olduklarını sergilemek
içindir. Buradan hareketle yüce Allah, ilk yaratılmış oldukları ana maddeyi
onlara sunuyor. Bu madde, yüce Allah'ın yaratıklarından biri olan,
yeryüzünün bir parçası cıvık yapışkan çamurdur. "Aslında biz kendilerini
özlü ve yapışkan çamurdan yarattık."
Onların yaratılışı bunca yaratıkların
yaratılmasından asla zor değildir. O halde durumları çok tuhaftır. Çünkü
onlar yüce Allah'ın ayetleri ile alay etmekte ve kendilerine yeniden
dirilmeyi ve ikinci bir hayatı vaadeden kimseyi eğlenceye almaktadırlar.
Onların umursamazlık içinde alaya almaları Resulullah'ı hayrete düşürmüştür:
"Ey Muhammed! Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar da
seninle alay ediyorlar.
"Onlara öğüt verildiği vakit düşünüp öğüt almazlar."
Bir mucize görseler onunla alay ederler."
Resulullah onların durumlarına hayret etmekte
haklıdır. Çünkü Hz. Muhammed'in gördüğü gibi kalbin yüce Allah'ı gören ve
Allah'ın ayetlerinin bu derece net ve bu kadar çok olduğunu temaşa eden bir
mü'min hiç şüphesiz hayrete düşer ve kalpler nasıl olur da bu ayetlere karşı
bu derece kör olabilir, nasıl olur da bunlar karşısında bu tuhaf tutuma
girer diye dehşete düşer.
Resulullah onlara bu şekilde hayret ederken,
kendilerine sunmuş olduğu ister Allah'ın bir bilinmesi konusu olsun, ister
öldükten sonra kıyamet günü dirilme olsun, böylesine apaçık bir konuyu
eğlenceye almalarına hayret ederken... Bir de ne görsün onlar kör değiller
mi? Kalpleri öğüde kapalı değil mi? Bir de üstüne üstlük onlar yüce Allah'ın
ayetlerini şiddetli bir alay konusu yapıp kendilerine göstermiş olduğu
ayetlere hayret edip bu ayetleri (eğlenceye alırlar) ifadesinin de ilham
ettiği gibi, birbirlerini çağırıp alaya almaya sebep saymazlar mı?
Buna ek olarak Kur'an'ı "sihir" diye nitelemeleri ve
kendilerine öldükten sonra dirilmeyi vaad etmesine "hayret etmeleri" ni de
ekleyelim. "Bu apaçık büyüdür derler. Yani biz öldüğümüz, toprak ve kemik
olduğumuz zaman mı dirilecekmişiz? Bizden önceki atalarımız da mı
dirilecek?"
Onlar gerek çevrelerinde, gerek bizzat kendi
nefislerinde olan yüce Allah'ın kudret izlerinden gafildirler... Bu gücün,
göklerin, yeryüzünün ve aralarında bulunanların yaratılmasındaki ve
yıldızlarla alev almış gök cisimlerinin yaratılmasındaki izinden de
gafildirler... Bütün bunlarda, kudretin izlerinden gafil olmuşlar ve bu
gücün onlar öldükleri ve toprak ve kemik haline geldikleri zaman kendilerini
ve daha önce yaşayan atalarını yeniden dirilteceğini imkânsız görmüşlerdir.
Bu güce göre, bu yeniden diriltme ve yeniden hayat verme hiç de tuhaf
değildir. Yeter ki, insan gerek kendi nefsinde ve gerekse etrafında kendini
kuşatan bunca şeylerin ışığı altında, bu gerçeği azıcık düşünsün.
18- De ki; "Evet,
hem de hor ve hakir olarak dirileceksiniz. "
19- O dirilme
sahnesi korkunç bir çığlıktan ibarettir. Hemen o anda gözlerini birdenbire
açıp etrafa bakacaklar.
20- "Vah bize, bu
ceza günüdür" derler.
21- Onlara "İşte bu
yalanladığınız hüküm günüdür" denir.
KUR'AN'DA KIYAMET
SAHNESİ
Onlar şahit oldukları bunca şeylerden soğukkanlılık,
güven, gönül huzuru içinde ibret almayınca, yüce Allah da onları şiddet ve
sertlikle, ahiretteki diriliş tabloları ile onları uyarmaktadır. Kendilerine
o sahne içinde, nasıl çırpınıp duracaklarını ve kıvranacaklarını tasvir
etmektedir.
"De ki; "Evet, hem de hor ve hakir olarak
dirileceksiniz."
Evet sizler de daha önce geçmiş atalarınız da
diriltileceksiniz. Sizler zelil, hakir olarak, teslim bayrağını çekerek,
karşı gelemeyerek ve isyan edemeyerek diriltileceksiniz. Evet... Sonra, yüce
Allah, bunun nasıl olacağını sergilemeye geçiyor: Onlar ansızın,kendilerini
çok yönlü, üslubu çeşit-çeşit ve birbirini izleyen hareketlerle ve canlı
manzaralarla dopdolu sahnelerden birinin karşısında buluyor. Bu sahnede
"niteleme" karşılıklı konuşma ile kucaklaşıyor. Üslup, bazen "düz anlatım"
biçiminde gelişirken bazen de "karşılıklı konuşma" şekline bürünüyor. Bu
olay ve hareketlerin arasına "yorum" ve "değerlendirme" giriyor. Böylece
sahne hayatın bütün özelliklerini tamamlamış oluyor.
"O dirilme sahnesi korkunç bir çığlıktan ibarettir.
Hemen o anda gözlerini birdenbire açıp etrafa bakacaklar."
İşte böyle bir haykırışlık sürede yıldırım hızı ile
dirilecekler. Buna "çığlık" denmesi, içindeki "şiddet unsuru"na dikkat
çekmek ve yöneltilmesindeki "sertlik" kaynağının "yüceliğini" anlatmak
içindir. "Hemen o anda gözlerini birdenbire açıp etrafa bakacaklar."
Birdenbire, hiçbir ön hazırlık olmaksızın gözlerini açıverecekler ve
birdenbire dehşet içinde bağırmaya başlayacaklar.
"Vah bize, bu ceza günüdür" derler.
Onlar dehşet ve hayret içinde iken, bir de bakarlar
ki bir ses... Bu ses onlara hiç beklemedikleri bir yerden azar ve kınama
yağdırmakta.
"Onlara `işte bu yalanladığınız hüküm günüdür'
denir."
İşte böylece ifade biçimi 3.ncü şahıstan 2.nci şahsa
geçmektedir. Bu hitap, ceza gününü yalan sayanlaradır. Bu sadece kendilerine
kesin bir azarlama yöneltmek içindir. Sonra emir, gerekli işlemleri yapmakla
görevli olanlara yönelir:
22- Yüce Allah
meleklerine emreder: "Zalimleri, onların aynı yoldaki arkadaşlarını ve
taptıklarını
23- Allah'dan başka
(taptıklarına) onlara cehennemin yolunu gösterin.
24- Durdurun onları,
çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.
Zulmedenleri ve günahkârlardan onlara benzeyenleri,
bir araya toplayın. Onlar birbirinin benzeridir. Bu emirde kesin bir ifade
yanında "Onlara cehennemin yolunu gösterin" sözünde açık bir "alay" vardır.
Sapıklıktan daha hayırlı ne güzel bir hidayettir bu... Bu söz, doğru
hidayeti bırakıp da sapıklık içinde olmalarına denk düşen bir cevaptır.
Çünkü onlar dünyada iken doğru yola girmediler. O halde bugün cehennemin
yoluna girsinler.
İşte onlar "hidayete" erdiler... Cehennemin yoluna
girdiler. Sorguya çekilmek üzere durduruldular.
25-Şöyle sorulur:
''Size ne olduki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?''
Ne diye kiminiz kiminize yardım etmiyorsunuz. Oysa
hepiniz burada toplu haldesiniz ve hepiniz yardımcıya muhtaçsınız. Üstelik
taptığınız tanrılarınız da yanınızda...
Tabii hiç bir ses yok...Bunu müteakip ilave
ediliyor:
26-Hayır; bugün
onların hepsi teslim olmuşlardır.
Tapanların, tapılanların hepsi...
Sonra tekrar hikaye faslına dönülüyor; birbiriyle
mücadele edişleri şöylece sahneye konuluyor:
27-Onlardan kimi
kimine yönelip birbirini mesul tutmaya kalkışırlar.
28-''Doğrusu siz
bize sağdan gelirdiniz''derler.
Umumiyetle vesvese vermede adet olduğu üzere siz
sağımızdangelerek bizi aldattınız. Sizsiniz bizim bu duruma düşmemizin
sorumluları.
B u defa karşı taraf bu ithamı reddedip sorumluluğu
ötekilere yüklemek isteyerek:
29- Onlar da şöyle
derler: '' Hayır; siz inanmış kimseler değildiniz.''
İmandan sonra sizi aldatan, hidayete erdikten sonra
sizi sapıtan bizim vesvesemiz değildir.
30- '' Ve bizim size
karşı bir hakimiyetimiz de yoktu.''
Fikrimizi zorla size kabul ettirecek, istemediğiniz
halde sizi cebren kendi tarafımıza çekecek güç ve imkana sahip değildik.
''...Bilakis siz azgınlar güruhu idiniz.''
Hakkı çiğneyen,haddini bilmeyen zalimlerdiniz.
31- '' Bu sebeple,
Rabbimizin sözü hepimizin üzerine hak olmuştur. Şüphesiz azabı tadacağız.''
Biz ve siz azaba müstehak olduk; azabı tadacağımızı
bildiren tehdit haberi bize hak oldu.
Sapıklığa meyliniz sebebiyle bizimle sürüklenip
gittiniz.Biz size bir şey yapmış değiliz. Yalnız siz bize uydunuz.
32- '' Çünkü biz
sizi baştan çıkardık. Zira bizde azgın kimselerdik.''
Burada mülahaza edilmesi gereken bir nokta daha
var. Sanki şahitler huzurunda ilan edilen, sebepleri açıklanan bir hüküm var
ortada. Bu hüküm Allah'ın aleyhlerindeki kesin sözü ahirette gerçekleştiren,
dünyada işlediklerinin karşılığıdır:
33- O gün hepsi
azab'da birleşirler.
34- İşte biz,
suçlulara böyle yaparız.
35- Çünkü onlara
`Allah'dan başka ilah yoktur' denildiği zaman büyüklük taslarlardı.
36- Deli bir şair
için tanrılarımızı mı bırakalım? derlerdi.
37-Hayır! O gerçeği
getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı. ·
38-Şüphesiz siz can
yakıcı azabı tadacaksınız. ·
39- Sadece
yaptığınız işlerle cezalandırılıyorsunuz. ·
40- Ancak Allah'a
gönülden bağlı kulları bu cezanın dışındadır.
Acıklı azabı tatmaktan müstesna tutulan Allah'ın
ihlaslı kullarından söz edilirken yüce Allah, hesaplaşma günü o kulların
manzarasını da bizlere sunmaktadır. Ayetin ifadesi yalanlayanların acıklı
azabına karşın, ihlasa erdirilmiş olanların içinde yüzdükleri nimeti
tasvirli haber biçiminde sunuşa geçiyor:
41- Onlar için
bilinen rızık vardır.
42- Çeşit-çeşit
meyveler vardır.
43- Nimet
cennetlerinde.
44- Tahtlar üzerinde
karşılıklı otururlar.
45- Önlerinden akan
kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır.
46- Berraktır,
içenlere lezzet veren bir içki.
47- O içkide ne
sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar.
48- Yanlarında da
bakışlarını yalnız kendisine çevirmiş iri gözlü eşler vardır.
49- Saklı yumurtalar
gibi bembeyaz eşler.
Bu, gerçekten bütün nimetleri içeren katmerli bir
refahtır. Öyle bir refah ki, bundan nefis yararlanır, duygu yararlanır. Bu
nimette, her nefis arzuladığı nimeti bulur. Her şeyden önce, Allah'ın küfür
ve şirke düşmekten korunmuş kullarıdır. Bu nitelemede ikramın en büyük
mertebesine işaret vardır. İkinci olarak onlar Mele'i A'la (seçkin melekler
topluluğu) da ağırlanmaktadır. Ne güzel bir ağırlamadır bu! Sonra onlar
(karşılıklı tahtlar) üzerinde oturmakta ve (meyveleri) vardır. Kendilerine
hizmet edilmekte, hoşnutluk, rahat ve nimet yurdunda, hiç çaba sarf etmeleri
gerekmemektedir.
"Önlerinden akan kaynaktan doldurulmuş kadehler
dolaştırılır."
"Berraktır, içenlere lezzet veren bir içki."
"O içkide ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş
olurlar."
Bu nitelikler şarap lezzeti veren, ondaki sakatlığı
da yok eden şarabın en güzel nitelikleridir. Ne insanın bayı ağrıtır ve ne
de yararlanmanın lezzetini giderecek tükenme ve mahrum kalma söz konusudur.
"Yanlarında da bakışlarını yalnız kendisine çevirmiş iri gözlü eşler
vardır." Yanlarında iffet ve utançtan eşlerinden başkasına bakmayan utangaç
huriler vardır. Oysa onların güzel ve iri gözleri vardır. Yine böyle onlar
incelik, naziklik ve yumuşaklıkları yanında korunmuşlardır. Saklı yumurtalar
gibi bembeyaz eşler." Onlar, dikkatsizce el sürülmeyen ve göz önüne
bırakılmayan, saklanmış yumurta gibidirler.
Ayetin ifadesi tasvirli anlatımına şöyle devam eder:
Birden Allah'ın bu korunmuş kullarının -her türlü nimete kolayca erdikten
sonra- sakin sohbetlerine tanık oluruz. Aralarında geçmişi ve şu anı
değerlendirmektedirler... Bu sahne, ilk sahnede günahkârların arasında geçen
çekişme ve kınamaya karşılıktır. Bu bahtiyar kullardan birisi geçmişini
hatırlar ve kardeşlerine başından geçenlerden bir kesit anlatır:
50- Cennet ehli
birbirine dönmüş sorarlar.
51- Onlardan biri:
"Benim de bir arkadaşım vardı. "
52- Bana "Sende mi
doğrulayanlardansın?"
53- "Biz ölüp toprak
ve kemik olduğumuz zaman mı dirilip yaptığımız işlere göre cezalanacağız?"
Cennette söz alan o kişinin bu arkadaşı, ahiret
gününü yalan sayar ve ona insanların öldükten sonra yeniden dirileceğine ve
bir yığın kemik ve toprak olduktan sonra hesaba çekileceklerine inananlardan
birinin kendisi mi olduğunu dehşet içinde sorarmış.
Bu kişi sohbetinde, kardeşlerine hikâyesini
anlatmaya devam ederken, sözünü ettiği bu arkadaşının akıbetini öğrenmek
için aklına onu araştırmak gelir. Doğal olarak onun cehenneme gittiğini
bilmektedir. Başını kaldırıp bakar ve kardeşlerini de kendisi ile birlikte
bakmaya çağırır. Sohbet arkadaşlarına der ki:
54- Yanındakilere;
"Siz onu bilir misiniz?" der.
55- Bir bakar, onu
cehennemin ortasında görür.
Tam o esnada cehennemin ortasında bulduğu arkadaşına
yönelir ve ona: Arkadaş! Allah'ın bana nimeti olmayıp da beni sana kulak
vermekten korumasaymış sen az kalsın beni de mahvedecekmişsin.
56- Ona der ki;
"Yemin ederim ki, sen az daha beni helâk edecektin. "
57- "Rabb'imin lütfu
olmasaydı şimdi ben de cehenneme götürülürdüm" dedi.
Yani Rabb'imin bana nimeti olmasaydı ben de
hoşlanmadıkları yerlere götürülen kimselerden olurdum.
Bu kişinin dünyadaki arkadaşını cehennemin ortasında
görmesi, kendisinin ve Allah'ın ihlaslı kullarından olan kardeşlerinin elde
etmiş oldukları nimetin ne kadar büyük olduğunu hissetmelerini sağlar.
Böylece kurtulan o kişi, o nimeti pekiştirmek ve gündeme getirmek ister.
Çünkü onlardan zevk alır ve o nimetlerden daha fazla yararlanmak ister ve
der ki:
58- Biz bir daha
ölmeyecek miyiz?" der. ·
59- İlk ölümümüzden
başka ölüm yok ve biz azaba da uğramayacağız ha!
60- İşte büyük
başarı ve mutluluk budur. ·
61- Çalışanlar bunun
için çalışsınlar.
Burada kalpleri uyandıran ve onları amele ve böyle
bir akıbet için yarışa sevk eden bir değerlendirme gelmektedir. (Bunun gibi)
elden çıkmaz, tükeneceğinden korkulmaz, arkasından ölüm gelmeyen ve azabın
da tehdit etmediği bir nimet için, işte böyle bir nimet için çalışsın
çalışanlar... Asıl törene layık nimet budur işte... İnsanoğlunun yeryüzünde
uğrunda ömür tükettiği bunun dışında nimetler, şu ebediyet ile mukayese
edilirse önemsizdir, hem de çok önemsiz...
Bu ebedi, güvenli ve hoş nimetle diğer grubu
bekleyen akıbet arasındaki korkunç farkı ortaya çıkarmak için, ilahi
ifadeler, eşsiz sahnenin başında yer alan mahşer günü ve hesaptan sonra
onları bekleyen öteki ayrıntılara geçmektedir.
62- Cennet gibi
konak mı hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı?
63- Biz, o ağacı
zalimler için fitne yaptık.
64- O, cehennemin
dibinde çıkan bir ağaçtır.
65- Tomurcukları,
şeytanın başı gibidir.
66- İşte
cehennemlikler bundan yer ve karınlarını bununla doldururlar.
67- Sonra, bu
yemeğin üzerine kaynar su katılmış içki onlar içindir.
68- Sonra dönüşleri
yine cehennemedir.
Kalacak ve duracak yer olarak şu ebedi cennetmi daha
hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Zakkum ağacı nedir? "O, cehennemin dibinde
çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları, şeytanın başı gibidir." İnsanlar,
şeytanların başlarının nasıl olduğunu bilmezler. Ancak şüphe yok, başları
korkunç olsa gerek. Şeytanların başını sadece tasavvur etmek bile insana
korku ve ürperti veriyor. O halde, bir de bunun, yedikleri ve karınlarına
doldurdukları meyve olduğunu düşünün.
Yüce Allah bu ağacı zalimler için bir deneme aracı
kılmıştır. Çünkü ağacın adını duyduklarında eğlenceye dalmışlar ve
"Cehennemde ağaç yanmadan nasıl yetişir? demişlerdir. Aralarından Hişamoğlu
Ebu Cehil alay etmiş, şaşırmış ve "Ey Kureyş halkı! Muhammed'in size korku
verdiği zakkum ağacının ne olduğunu biliyormusunuz? diye sormuştu. Onlar
"Hayır" deyince, Ebu Cehil "Zebed'deki Medine hurmasıdır. Vallahi, onu
elimize geçirirsek çiğner çiğner yutarız" demişti. Fakat burada söz konusu
olan zakkum ağacı, onların bildikleri yemişten başka bir şeydir. "İşte
cehennemlikler bundan yer ve karınlarını bununla doldururlar." Bu ağacın
meyvesi, onların boğazlarına takılınca -çünkü şeytanların başları gibidir-
içtiklerinde karınlarını yakıp kavurunca, çünkü cehennemin ortasından bitip
çıkmakta yanmaktadır -çünkü ana maddesi cehennemdendir- işte bu esnada onlar
susuzluğu giderecek ve susuzluğun alevini söndürecek bir içeceğin
soğukluğunu ararlar. Ve onlara bu yemeğin üstüne bulanık, çok sıcak, kaynar
bir sıvı içerler. "Sonra bu yemeğin üzerine kaynak, su katılmış içki onlar
içindir."
Bu günlük öğünlerinden sonra, bu sofrayı terk edip
devamlı kalacakları yerlerine giderler. Konakları ne fena bir konak ve
akıbetleri ne fena bir akıbet! "Sonra dönüşleri yine cehennemedir." Bu eşsiz
sahne, bunlarla bitiyor. Surenin birinci kısmı son buluyor. Sanki bu kısım
gözle görülen gerçeğin parçası...
SAPIKLIK VE
HİDAYETİN ÖYKÜSÜ
Bu derste ilahi ifadeler, ahiret alanında, nimet ve
azap vadilerinde birinci bölümde yapılan ilk gezintiden sonra, bu dünyadan
ilk zamanlarda göçüp gitmiş olanların arkasından, beşer tarihine başka bir
gezinti düzenliyor. Bundan àmaç, bu gezinti esnasında ilk insanoğlunun azıp
günaha dalmasından bu yana, "sapıklık ve hidayet öyküsünü" bizlere
sunmaktır. Bu hikâyelere baktığımızda bir de ne görelim, bunlar bugün de
işlenip tekrar-tekrar yapılan şeyler değiller mi?.. Resulullah'ın karşısına
Mekke'de küfür ve sapıklıkla dikilen hemşehrileri işte eski zamanlarda sözü
edilen ve ilahi mesajı yalan sayıp, sapıtan insanların kalıntıları değiller
mi? İşte ilahi ifadeler bunlara, kendilerinden önce yaşamış olanlar için
neler olup bittiğini açıklamakta ve tarihin derinliklerine dürülmüş olan bu
sayfalarla onların kalplerine dokunmakta, öte yandan mü'minlere de geçmişte
Allah'ın mü'min olanlardan asla yardımını esirgemediği mesajı vererek,
kalplerine güven vermektedir.
Yüce Allah bundan sonra Nuh, İbrahim, İsmail, İshak,
Musa, Harun, İlyas, Lût ve Yunus -selâm üzerlerine olsun- peygamberlerin
öykülerinden birer kesit sergiliyor. Hz. İbrahim ve İsmail'in öyküsü
üzerinde biraz daha uzun durmakta, bu öyküde imanın, fedakârlığın ve itaatin
büyüklüğünü bizlere sunmakta, İbrahim ve İsmail'in gönüllerinde yeraldığı
gibi, İslamın gerçek yüzünü başka bir surede ve bundan başka bir yerde-
sunmadığı bir şekilde ele alıp sunmaktadır. Bu öyküler eşsiz ve şerefli
dersin, dayanağıdır.
69- Çünkü onlar
atalarını sapık yolda buldular.
70- Öyle iken yine
de düşünmeden atalarının peşinden koşuyorlardı.
71- Andolsun
onlardan öncekilerinin çoğu da sapmıştır.
72- Biz onların
içine de uyarıcılar göndermiştik.
73- Bak, o
uyarılanların sonu nice oldu.
74- Ancak, Allah'a
gönülden bağlı kullar o azabın dışında kaldı.
Onlar sapıklıkta köklüdürler. Aynı zamanda taklid
ederler, düşünmezler. Ölçüp biçmezler. Aksine düşünmeyen, kafalarını
çalıştırmayan sapık atalarının izine girmek için, hızla uçarcasına onların
yolunu tutarlar. "Çünkü onlar atalarını sapık yolda buldular. Öyle iken yine
de düşünmeden atalarının peşinden koşuyorlardı." Onlar ve ataları, önce
geçenlerin çoğunluğunun temsil ettiği sapıklığın bir örneğini teşkil
ederler. "Andolsun onlardan öncekilerinin çoğu da sapmıştır." Onların
sapması da ilahi uyarı ve sakındırmadan sonra olmuştu: "Biz onların içine de
uyarıcılar göndermiştik." Fakat sonuç ne olmuştur? Yalanlayanların akıbeti
nasıl olmuştu? Ve Allah'ın samimi kullarının akıbeti nasıl olmuştu? İşte
bunlar, hikâyeler zinciri içinde sunulmaktadır. Öykülerin başında yer alan
şu ilan uyarı içindir: "Bak, o uyarılanların sonu nice oldu. Ancak Allah'a
gönülden bağlı kullar o azabın dışında kaldı."
HZ. NUH
Hikâyeler zincirinden, Hz. Nuh'un öyküsü, akıbeti
açıklayan ve Allah'ın samimi kullarına verdiği önemi belirten, seri bir
işaret içinde başlıyor.
75- Andolsun Nuh
bize dua etmişti de ne güzel kabul etmiştik.
76- Onu ve ailesini
büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.
77- Ancak O'nun
soyunu sürekli kıldık.
78- Sonra gelenler
arasında O'na iyi bir ün bıraktık.
79- Alemler içinde
Nuh'a selâm olsun.
80- İşte biz güzel
davrananları böyle mükafatlandırırız.
81- Çünkü O bizim,
inanan kullarımızdandı.
82- Sonra ötekileri
(inanmayanları) suda boğduk.
Bu işaretin içinde Nuh'un Rabb'ine seslenmesi, ve
yüce Allah'ın onun duasına tam ve mükemmel olarak cevap vermesi vardır. Bu
duaya, en hayırlı sonuçla yüce Allah'ın kabul etmesi vardır. "Ne güzel kabul
etmiştik." Bu işaretin içinde, Hz. Nuh ve çocukları ile kendisine
inananların, büyük sıkıntıdan kurtulmaları vardır. Ancak Allah'ın
kurtulmalarını dilediği ve yaşamasını takdir ettiği kimselerin kurtulduğu
tufan sıkıntısından... Bu işaretin içinde, yüce Allah'ın Nuh'un -selâm
üzerine olsun- dünyanın sonuna kadar gelecek nesiller arasında adının
anılmasını takdir etmesi vardır. Nuh'un -selâm üzerine olsun- dünyanın
sonuna kadar gelecek nesiller arasında adının anılmasını takdir etmesi
vardır. "Sonra gelenler arasında O'na iyi bir ün bıraktık." Bu işaret,
ihsanına karşılık olmak üzere, Nuh'a yeryüzünde Allah'ın selâmını ilan
ediyor. "Alemler içinde Nuh'a selâm olsun. İşte biz güzel davrananları böyle
mükafatlandırırız."
Allah'ın selâmından ve hayat boyu anıldıktan sonra
geriye, mükafat olarak ne kalır ki? İhsanın ve mükafatın sebebi ise imandır.
"Çünkü O bizim, inanan kullarımızdandı." Müminlerin akıbeti budur.
Nuh'un kavminden mü'min olmayanlara gelince: Yüce
Allah onlar için helâk olup yok olmayı takdir etmiştir: "Sonra ötekileri
(inanmayanları) suda boğduk." Bu ilahi öykünün başında özetlendiği gibi,
çağlar ötesinden, insanlığın doğuşundan bu yana Allah'ın adeti hep böyle
olagelmiştir. "Biz onların içine de uyarıcılar göndermiştik. Bak, o
uyarılanların sonu ne oldu. Ancak Allah'a gönülden bağlı kullar o azabın
dışında kaldı." (saffat Suresi, 72-74)
HZ. İBRAHİM
Sonra İbrahim -selâm ona olsun-in hikâyesi
gelmektedir. Bu hikâye, iki ana bölüm halinde anlatılmaktadır. Birinci
bölümde, İbrahim'in kavmine çağrıda bulunması, putları kırması, kavminin onu
öldürmeye karar vermeleri ve yüce Allah'ın onu koruması ve kendisine kin
besleyenleri yüzüstü bırakması yer alır. Bu bölüm, daha önce Kur'an
surelerinde yer almış bir bölümdür. İbrahim'in hikâyesinde bir de yeni bir
bölüm vardır ki, sırf bu surede anlatılmaktadır. Bu bölümde İbrahim'in rüya
görmesi, oğlunu boğazlaması, oğluna bedel fidye verilmesi, olayları yer
alır. Bunlar, bu bölümün etkileyici üslubu, müthiş ifade gücü içinde adım
adım, merhale merhale açıklanır. Ve bizlere uzun insanlık tarihi içinde,
akide dünyasında, itaatin, fedakârlığın, bedel vermenin ve teslimiyetin en
yüce tablolarını sergiler!
83- İbrahim de
Nuh'un milletindendi.
84- Çünkü tertemiz
bir kalp ile Rabb'ine gelmişti.
85- Babasına ve
kavmine: "Neye tapıyorsunuz?" demişti.
86- Allah'dan başka
uydurma tanrılar mı istiyorsunuz?
87- Alemlerin Rabb'i
hakkındaki düşünceniz, zannınız nedir?
Hikâyenin giriş ve ilk sahnesi böyle... Nuh'dan
İbrahim'e geçiş... İki peygamber arasında akide, davet ve yol bağı var. İki
peygamber ve iki peygamberlik arasında uzun zamanlar geçmiş olmasına rağmen,
Hz. İbrahim ile Nuh aynı davanın bağlılarındandır. Çünkü karşılaştıkları,
ortak oldukları ve bağlısı oldukları, sistem aynı sistem. İbrahim'in
sıfatlarından, temiz kalplilik, inanç sağlamlığı ve saf bir gönül ön planda
ortaya çıkmaktadır!
" Çünkü tertemiz bir kalp ile Rabb'ine gelmişti."
Bu tasvir, Rabb'ine gelişinde şekillenen katıksız
bir "teslimiyetin" ve kalp temizliği şeklinde beliren "duruluğun",
temizliğin ve doğruluğun görüntüsüdür. "Temizlik" ifadesi, kendi anlamını da
kalbi ilham eden bir ifadedir. Bu aynı zamanda basittir, anlamı kolay ve
mefhumu açık bir ifadedir. Bununla birlikte temizlik, arınmışlık, samimiyet
ve (doğruluk) gibi birçok nitelikleri de kapsar. Ancak şu kadar var ki,
ayette geçen bu ifade basitliği karmaşık olmaması ile birlikte,
sıraladığımız niteliklerin hep birden ifade ettikleri anlamdan daha geniş
bir ifade gücüne sahiptir. İşte bu, Kur'an ifadelerinin eşsiz anlatım
harikalarından biridir.
Hz. İbrahim, bu tertemiz kalp ile, kavminin
yaptıklarını hoş görmemiş çirkin görmüştür. Sağlam bir sağduyunun tiksinmiş
olduğu, her türlü düşünce ve tutumu çirkin görmesi gibi çirkin görmüştür.
"Babasına ve kavmine `Neye tapıyorsunuz?' demişti. Allah'dan başka uydurma
tanrılar mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkındaki düşünceniz, zannınız
nedir?" Hz. İbrahim onların putlara taptıklarını görmekte ve sağlam bir
fıtratın sesi ile şiddetli bir tiksinme ile seslenmektedir. "Neye
tapıyorsunuz?" Nelere? Çünkü sizin taptıklarınızın ne tapılacak ve ne de
kendisine ibadet edenlerinin olması uygundur. Ne de gerçeği bilmemekten
kaynaklanan kuşkulu bir tapınmadır. Bu sadece katıksız bir yalan ve şüphesiz
bir iftiradır. O halde siz bu iftiraya kasten mi, bilerek mi yöneliyorsunuz?
"Allah'dan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz?" Siz Allah ı ne
zannediyorsunuz? Allah kavramının insan sağduyusunun ilk anda bile nefret
ettiği bu seviyeye düşeceğini ve böylesine sapık olabileceğini mi
zannediyorsunuz? "Alemlerin Rabb'i hakkındaki düşünceniz, zannınız nedir?"
Bu ifade temiz ve sağlam insan sağduyusunun yadırgamasını yansıtmaktadır. Bu
ifade, insanın hislerine, aklına ve vicdanına ters olan apaçık bir durumun
üzerine gitmektir.
İlahi ifade burada, onların Hz. İbrahim'i
cevaplamalarına, onunla konuşmalarına yer vermiyor, direkt olarak bunu
izleyen sahneye geçiyor. Hz. İbrahim'in bu apaçık iftira karşısında,.içinden
verdiği kararı sergilemeye geçiyor!
88- İbrahim
yıldızlara bir baktı.
89- "Ben hastayım "
dedi.
90- Bunun üzerine
onun yanından kaçtılar.
91- İbrahim de;
gizlice onların tanrılarına sokuldu. "Size sundukları yiyecekleri yemiyor
musunuz?"
92- "Neyiniz var
konuşamıyor musunuz?" dedi.
93- Ve gizlice
üzerlerine yürüyüp sağ eliyle putlara kuvvetli bir darbe indirdi.
Rivayete göre, Hz. İbrahim'in kavminin o gün bayram
günüdür. Bu -belki de nevruz bayramıydı- halk ilahlarının önüne kutsanmak ve
hayır beklentisi ile yiyecek bırakır, bahçelere ve hoş vakit geçirecekleri
yerlere çıkar, daha sonra eğlence ve dinlenme dönüşü, kutsanmak için
bıraktıkları yiyecekleri almaya gelirlerdi. İbrahim artık bunların kendine
uyacaklarından ümidi kesmiş ve kesinlikle bunların sapık fıtratlarının
düzelmeyecek bir biçimde bozulmuş olduğunu kesinkes anlamıştı. Bunun üzerine
bir karara varır, kararını uygulayabilmek için onların putlardan ve
mabedlerden uzaklaştıkları bu bayram gününü bekleme e koyulur. İbrahim'in,
onların bu sapıklıklarından duymuş olduğu sıkıntı artık dayanılmaz noktaya
varmış, kalbini yormuş, artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Kendisini mabedden
ayrılıp bayram şenliklerine katılmaya çağırdıkları zaman gözünü gökyüzüne
çevirir ve ?"Ben hastayım" gezip eğlenceye çıkacak gücü kendimde
bulamıyorum, oralara keyif ve eğlence arzusu içinde olup kalbinde sıkıntı ve
keder olmayanlar gider. Oysa kendim rahat ve gönül huzur içinde değilim der.
İbrahim, sıkıntı ve yorgunluğunu dile getirmek için böyle konuşmuştu. Onları
kendileri ile baş başa bırakmak için bunları dile getirmişti, yoksa yalan
söylemek için böyle konuşmamıştı. Bu söz, o günkü yaşamış olduğu gerçeklerin
ta kendisi idi, çünkü sıkıntı, huzursuzluk insanı hasta eder.
Halk ise bu bayram günü adet, gelenek ve
şenlikleriyle baş başa kalmak için acele ediyorlardı. İbrahim -selâm üzerine
olsun- ne şikayeti olduğunu onlara anlatabilmesi için beklemediler. Aksine,
geriye dönüp ondan uzaklaştılar. Kendi işlerine koyuldular. İşte bu,
İbrahim'in beklediği fırsattı. İbrahim soydaşlarının düzmece ilahlarına
doğru koşar. Putlarının önünde yiyeceklerinin en hoşu en tazesi vardı.
İbrahim -selâm üzerine olsun- alay ederek onlara: "İbrahim de gizlice
onların tanrılarına sokuldu: "Size sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz?"
der. Doğal olarak putlar ona cevap vermezler. Alay ederek soruyu değiştirir,
putlara, kinle: "Neyiniz var, konuşamıyor musunuz?" dedi. İnsanın aslını
astarım bildiği, duyup konuşmadığından kesinlikle emin olduğu bir şeye hitap
etmesi bilinen psikolojik bir durumdur. Asıl kızgınlık nedeni, düzmece
ilahların gerisinden halkın tutumundan ve zayıf tasavvurlarından duyulan can
sıkın-tısıdır. Bu soruya da putlar cevap vermezler. İşte bu noktada İbrahim,
gizli kin yükünü söz halinde değil de, aksiyon olarak boşaltır: "Ve gizlice
üzerlerine yürüyüp sağ eliyle putlara kuvvetli bir darbe indirdi." Ve içini
kin, keder ve sıkıntıdan yatıştırmış olur.
94- Bunun üzerine
puta tapanlar koşarak İbrahim'in yanına geldiler.
95- İbrahim onlara
"Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"
96- "Oysa sizi de,
yaptığınız bu şeyleri de Allah yaratmıştır" dedi.
97- Puta tapanlar:
"Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın" dediler.
98- İbrahim'e bir
tuzak kurmak istediler, biz de onların tuzaklarını boşa çıkardık, onları
alçalttık.
99- İbrahim dedi ki:
"Ben Rabb'ime gidiyorum, O beni doğru yola iletecek. "
Halk eğlenceden dönmüş ve putların paramparça olmuş
kırıntılarına rastlamıştır. İlahi ifadenin akışı burada, hikâyenin başka
surede açıklandığı üzere, bu işi ilahlarına yapanın kim olduğunu sormaları
ve sonunda bu cesur suçluyu ortaya çıkarmaları kısmına değinmiyor. Onların
İbrahim ile yüz yüze gelmelerine geçiyor. "Bunun üzerine puta tapanlar
koşarak İbrahim'in yanına geldiler." Haberi dinlerler, bu işi yapanın kim
olduğunu anlarlar; koşar adımlarla üzerine giderler ve çevresini çabucak
çevirirler. Onlar kızgın, heyecanlı büyük bir topluluk, İbrahim ise, bir tek
kişidir... Fakat O, mü'min, inanmış bir tek kişi. Yolunu bilen bir kişi.
İlahı hakkında açık tasavvurlu bir kişi... Akidesi kendince belli ve malum,
onu kendi benliğinde özümlenmiş ve çevresindeki kâinatta onu görmüş bir
kişi. İşte bu tek kişi o heyecanlı, azgın, akidesi bulanık tasavvuru çelişik
olan bu çoğunluktan daha güçlüdür. Bundan dolayı Hz. İbrahim onların
karşısına basit ve fıtri hak ile dikilmekte, onların çokluğuna, azgınlığına
ve birbirlerine girerek üzerine gelmelerine hiç de aldırmamaktadır.
İbrahim onlara: "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi
tapıyorsunuz?"
Bu düşündüğünü yüzlerine dobra dobra vuran fıtrat
mantığıdır. Gerçek ma'budun yaratıcı olması, yoksa yaratık olmaması gerekir.
"Oysa sizi de yaptığınız bu şeyleri de Allah
yaratmıştır" dedi.
O, ma'bud olmaya lâyık yegâne yaratıcıdır. Bu mantık
bu kadar açık ve yalın olmakla birlikte, İbrahim'in kavmi gafletlerine
dalmış, O'nu dinlemiyorlar bile! -Zaten batıl,yalın olan hakkın sesine ne
zaman kulak vermiştir ki-? İçlerindeki emredip yasaklayabilecek olanlar da
en çirkin şekli ile azgınlıklarını sürdürüyorlar:
Puta tapanlar: "Onun için bir bina yapın da onu
ateşe atın" der. Zalimler apaçık güçlü hak söz karşısında sıkıştıklarında ve
delil dayanaktan yoksun olduklarında bu mantıktan başkasını, ateş ve demir
mantığından başkasını tanımazlar. Onların bu sözlerinden sonra ilahi
ifadeler, Allah'ın samimi kullarına vaadi ve düşmanlarına tehdidini
gerçekleştiren akıbeti sergile-. meye geçiyor :
"İbrahim'e bir tuzak kurmak istediler, biz de
onların tuzaklarını boşa çıkardık, onları alçalttık."
Allah dilerse, kulların tuzakları neye yarar? Allah
samimi kullarını kendi himayesine alınca, zayıf, çelimsiz olan azgınların,
böbürlenenlerin, otorite sahiplerinin ve buralara yardım eden kibirli
yardımcılarının,ellerinden ne gelir ki?
İSMAİL VE KURBAN
Bundan sonra İbrahim'in hikâyesinin ikinci bölümü
gelmekte... Artık babası ve kavmi ile işi bitmiştir. Onu alevli ateş
dedikleri ateşe atarak öldürmek isterler. Yüce Allah ise -aksine- onların
kaybeden taraf olmalarını diler ve onu onların hilelerinden kurtarır.
İbrahim işte o anda, hayatından bir bölümü geride
bırakır. Ve yeni bir merhaleyi kucaklayıp bir sayfayı kapatıp yeni bir sayfa
açar.
"İbrahim dedi ki: Ben Rabb'ime gidiyorum, O beni
doğru yola iletecek.
İşte böyle... Ben Rabb'ime gidiyorum. Bu bir
hicrettir. Yer ve mekân hicretinden önce, bir iç alemi hicretidir. Bir
hicret ki, bununla İbrahim hayatının tüm geçmişini terk edip bırakmaktadır.
Babasını, kavmini, ailesini, evini, vatanını, kendini şu toprağa bağlayan
her şeyi ve bütün şu insanları bırakmaktadır. Kendini engelleyen, kafasını
meşgul eden, her şeyi arkasında bırakmakta, her şeyden sıyrılarak, her şeyi
geride bırakarak Rabb'ine hicret etmektedir. Benliğinden hiçbir şeyi geri
bırakmadan her şeyi ile, bütün benliği ile Rabb'ine teslim olmaktadır.
Rabb'inin kendisine yol göstereceğinden kesinlikle emindir.
Bu bir hicrettir... Bir halden diğerine, bir
durumdan ötekine, bu benliğinde başka bağların ortak olmadığı yalnız bir
bağa hicrettir. Bu "soyutlanmanın, samimiyetin, teslimiyetin, iç huzurun ve
kesin bir imanın" ifadesidir.
100- Rabb'im bana
iyilerden olacak bir çocuk ver.
101- Biz ona yumuşak
huylu bir erkek çocuk müjde/edik.
102- Çocuk onun
yanında koşma yaşına gelince ona; "Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi
görüyorum, bir düşün ne dersin? Çocuk; "Babacığım sana emredileni yap,
inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın " dedi.
103- İkisi de
Allah'a teslimiyet gösterip babası, oğlunu alnı üzerine yere yatırınca.
Hz. İbrahim şu ana kadar gerçekten bitip tükenmez
bir yalnızlık içinde idi. Akrabalık, arkadaşlık ve tanışıklık bağlarını
geride bırakıyordu. Hayatının geçmişinde alıştığı her şeyi, üzerinde
büyüdüğü şu toprağa kendisini bağlayan her şeyi, o toprak üstünde yaşayan ve
kendisini ateşe atan kavmi ile yol ayrımına geldiği şu toprağa kendisini
bağlayan her şeyi geride bırakıyordu. Kendisine gittiğini açıkladığı
Rabb'ine yöneliyordu. O'na yöneliyordu, O'ndan imanlı bir nesil, iyi bir
evlat dilemek için O'na yöneliyordu.
"Rabb'im bana iyilerden olacak bir çocuk ver."
Yüce Allah, her şeyi geride bırakıp her şeyden
soyutlanan ve temiz bir kalp
ile kendisine gelen salih kulunun duasını kabul
eder.
"Biz ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjdeledik."
Sözün gelişi ve surenin akışına göre bu oğul
İsmail'dir. Rabb'inin kendisini "oğul" diye nitelediği İsmail'in
uysallığının örneklerini ileride göreceğiz. Şimdi biz zihnimizde yapayalnız,
bir başına bütün yakınlarından ve ailesinden kopmuş ve hicret etmiş olan
İbrahim'in sevincini canlandıralım. Rabb'inin "uysal" diye nitelediği bu
"oğul" müjdesi ile ne kadar sevindiğini bir düşünelim.
Şimdi İbrahim'in hayatında yer alan eşsiz, büyük ve
değerli bir tutuma göz atmamızın zamanı gelmiştir. Hatta bu tutum bütün
insanlık hayatında eşsiz ve benzersiz bir tutumdur. Şu an, Kur'an'daki
anlatılan hikâyenin eşsiz ifadesi ile, yüce Allah'ın müslüman ümmete vahy
ettiği ve gözlerimizin önünde sergilediği, babaları İbrahim'in "örnek
tutumu"nu öğrenmemizin zamanıdır.
"Çocuk onun yanında koşma yaşına gelince İbrahim
ona; `Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum, bir düşün ne
dersin?' Çocuk; `Babacığım, sana emredileni yap, inşaallah beni
sabredenlerden bulacaksın' dedi."
Aman Allah'ım! Bu ne hoş bir iman, itaat ve
teslimiyettir! Bu, ailesinden ve yakınlarından kopmuş, toprak ve vatanından
hicret etmiş bu yaşlı İbrahim, işte bu kişiye ihtiyarlığında kendisine bir
oğul veriliyor. Uzun zamandır ümitle beklemişti onun gelmesini. Bu çocuk
dünyaya gelince, Rabb'inin "uysal" diye nitelediği meziyete sahip bir "oğul"
olarak dünyaya geliyor. İşte İbrahim'i izliyoruz.
Tam oğluna alıştığında ve oğlu çocukluktan kurtulup
da onunla birlikte koşma çağına eriştiğinde ve yaşantısında ona eşlik
edebilecek çağa geldiğinde... Evet İbrahim ona tam alışıp bu biricik çocukla
huzur bulduğu anda rüyasında oğlunu boğazladığını görür. Bu rüyanın
Rabb'inden oğlunu kurban etmesi için bir işaret olduğunu anlar. Niçin?
Tereddüt etmez. Aklına itaat ve teslimiyetten başka bir şey gelmez? Evet bu
bir işarettir. Sadece bir işaret... Açık bir vahy değil, direkt bir emir de
değil. Ancak Rabb'inden bir işaret... İşte bu yeter. Uymak ve boyun eğmek
için bu yeterli. İtiraz etmeden, "Ya Rab! Biricik çocuğumu niçin
boğazlayayım" diye Rabb'ine sormadan itaat için bu yeterli. Fakat İbrahim bu
isteğe can sıkıntısı içinde uymuyor. Sabırsızlık göstererek teslim olmuyor.
Gönül huzursuzluğu içinde boyun eğmiyor. Asla! Tutumunda görülen kabul,
hoşnutluk, iç huzuru ve sükûnettir. Bütün bunlar, korkunç durumu acaip bir
iç huzuru ve sükûnetle oğluna açtığı sözlerinde görülüyor.
"Yavrum! Ben uykuda iken seni kestiğimi görüyorum,
bir düşün ne dersin?"
Bu sözler sinirlerine hakim, yüzyüze geldiği emrin
hak olduğundan emin, görevini yaptığına güvenen bir insanın sözleridir. Aynı
zamanda bu sözler, karşılaştığı emir kendini korkutup da, acele ve telaşla
bir an önce ondan kurtulmaya ve işi bitirmeye çalışan ve işin sinirlerinin
üzerindeki baskısını atıp rahata ermeye çabalayan bir kimsenin sözleri
değildir.
Durum gerçekten zordur. -Bunda hiç şüphe yoktur-
Kendisinden biricik oğlunu savaşa göndermesi istenmiyor. Ondan oğlunun
hayatına mal olacak bir şeyi oğluna emretmesi de istenmiyor. Ondan bu işi
bizzat kendisinin yapması isteniyor. Bizzat neyi yapacak? Oğlunu
boğazlayacak. O -bununla birlikte- emri bu şekilde karşılamakta, oğluna bu
teklifi götürmekte, oğlundan kendi durumunu iyice düşünmesini ve bu konuda
görüşünü bildirmesini istemektedir.
İbrahim Rabb'inin işaretini yerine getirmek için
oğlunu aldatmaya başvurmuyor. Aksine, oğluna bu emri alışılmış bir emir gibi
sunuyor. Zaten bu emir, İbrahim e göre diğer emirler gibidir. Rabb'i
istiyor... Rabb'inin istediği olsun. Baş ve göz üstüne... Oğlu bunu bilmeli.
Emri zorla ve mecbur ederek değil itaat ve teslimiyet içinde kabullenmeli.
Böylece o da, itaatin karşılığını elde etmeli, o da teslim olmalı ve
teslimiyetin tadını tatmalı. İbrahim, kendisinin tatmış olduğu itaatin
tadını oğlu da tatsın istiyor. Kendisinin görmüş olduğu hayrı, dünya
hayatından daha baki ve daha kazançlı olan hayrı o da elde etsin istiyor.
Babasının görmüş olduğu rüyayı tasdik etmek için boğazlanma teklif edilen
çocuk ne durumdadır? Oğul, kendisinden önce babasının yükseldiği ufka
yükselmekte. "Çocuk. Babacığım, sana emredileni yap, inşaallah beni
sabredenlerden bulacaksın' dedi." Oğul, emri sadece itaat ve teslimiyetle
kabullenmekle kalmıyor, fakat bunun yanında hoşnutluk ve kesin bir inançla
karşılıyor. "Babacığım" bu sözde sevgi ve yakınlık var... "Boğazlanma"
durumu, onu huzursuz etmiyor; korkutmuyor ve doğru yolu kaybetmesine yol
açmıyor. Hatta terbiye ve sevgisini bile sarsmıyor. "Sana emredileni yap."
Babasının kalbinin hissettiklerini o daha önceden hissediyor. Rüyanın işaret
olduğunu hissediyor. Bu işaretin de bir emir olduğunun farkında. Bu kadarı
tereddütsüz, hileye sapmadan ve şüpheye düşmeden emri yerine getirmek ve
emre uymak için yeterli. Sonra bu söz Allah'a karşı edebtir. Bu, kendi
gücünün sınırını ve dayanma gücünün hududunu bilmektir. Bu güçsüzlüğüne
karşı Rabb'inden yardım dilemektir. Ve kurban olurken; itaat ederken bu gücü
asıl verenin Allah olduğunu bilmektir. "İnşallah beni sabredenlerden
bulacaksın dedi." Oğul, kahramanlık, cesaret gösterisiné kalkışmamış,
umursamaksızın tehlikeye atılmamıştır. Kendi şahsında ne gölge ne hacim ne
de bir ağırlık görmemiştir. Bütün yaptığı, kendisinden yüce Allah'ın dilemiş
olduğu şeylere, Allah'dan yardım görmüşse ve ona sabır gücü vermişse bütün
üstünlüğü Allah'a bağlamaktır. "İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın."
Allah'a karşı ne güzel bir edeptir bu! Ne hoş bir iman, ne şerefli bir itaat
ve ne büyük bir teslimiyettir bu!
İlahi sahne burada söz ve diyalogtan sonra bir adım
daha atmaktadır. Emrin uygulanması adımını atmaktadır.
İkisi de Allah'a teslimiyet gösterip babası, oğlunu
alnı üzerine yere yatırınca:
Bir kez daha, insanoğlunun adet edindiği şeylerin
arkasından itaatin şerefi, imanın büyüklüğü, hoşnutluğun iç huzuru
yükselmekte. Baba gidiyor, oğlunu şakağı üzerine yatırıp hazırlıyor, oğul
teslim olmuş, yüz çevirmiş olmamak için kıpırdamıyor. Durumları apaçık
ortaya çıkıyor. İkisi birden teslim olmuşlar. İşte "İslam" budur. İslamın
aslı budur. Güven, boyun eğme, iç huzur, hoşnutluk, teslimiyet, uygulama...
İkisinin birden içlerinde sadece bu duygular var. Ancak büyük imanın
doğurduğu bu duygular.
Bu, cesaret ve kahramanlık değil. Atılganlık ve
cüret değil. Savaş meydanında mücahit atılganlık yapabilir, ölürler ve
öldürülürler. Bir fedai artık dönmeyeceğini bile bile atılganlık yapabilir.
Fakat bütün bunlar başka, İbrahim ile İsmail'in burada yaptıkları şey
başkadır. Ortada ne akan kan vardır, ne itici kahramanlık ve ne de geri
dönme ve acizlik korkusu. Gizli olan acele ile atılganlık vardır. Bu ancak
bilinçli, şuurlu, yönelen, arzu eden, ne yaptığını bilen, olup bitene karşı
iç huzuru taşıyan bir teslimiyettir. Hayır, hayır! Aksine ortada, sakin bir
hoşnutluk, tadı müjdelenmiş bir itaat ve onun hoş lezzeti vardır.
İşte burada İbrahim ve İsmail görevlerini yerine
getirmişlerdi. Emir ve teklifi uygulamışlardı. Artık geriye, İbrahim'in
İsmail'i boğazlaması, kanını akıtması ve canını alması kalmıştı. Bu da yüce
Allah'ın ölçüsünde hiçbir şey ifade etmezdi. İbrahim ve İsmail o ölçüye
Rabb'lerinin kendilerinden istemiş olduğu bütün ruhlarını, azimlerini ve
duygularını koyduktan sonra bunun bir değeri yoktu.
İmtihan bitmişti. Gerçekleşmişti. Sonuçları ortaya
çıkmıştı. Hedefleri gerçekleşmişti. Geriye sadece bedensel bir acı eksik
kalmıştı. Sadece kan akmamıştı. Kesilmiş bir ceset yoktu. Allah'ın imtihan
etmekteki hedefi insanların canını yakmak değildi. Onların kanlarından ve
cesetlerinden bir beklentisi yoktu. Kullar Allah'a samimi olduklarında,
bütün benlikleri ile görevlerini yapmaya hazır olduklarında o görevi yerine
getirmiş olurlar. Teklifi gerçekleştirmiş olurlar ve imtihanları başarı ile
vermiş olurlar.
Yüce Allah İbrahim ve İsmail'in doğruluklarını
bilmişti. Böylece onları görevlerini yapmış, gerçekleştirmiş ve doğru olmuş
saydı.
104- Biz ona "Ey
İbrahim " diye seslendik.
105- Sen rüyayı
doğruladın; biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız.
106- Gerçekten bu
apaçık bir imtihan idi.
107- Ona fidye
olarak büyük bir kurban verdik.
Rüyana sadakat gösterdin ve onu eylem halinde
gerçekleştirdin. Yüce Allah'ın istemiş olduğu, ancak boyun eğmek ve
kendisine samimi bağlılıktır. Ancak bunun, gönülde Allah'dan başkasına yer
olmayacak şekilde olması, onun emrinden başkasına değer verilmemesi ve
O'ndan başkasına sevgi beslenmemesi şeklinde olması istenir. Söz konusu
insanın ciğerparesi oğlu, canı ve hayatı da olsa... Ve sen -ey İbrahim- bunu
yaptın. Her şeyi ve en değerli varlığını cömertçe verdin. Ve onu hoşnutluk
içinde, sükûnetle, gönül huzuru içinde ve kesin bir imanla cömertçe sundun.
Geriye et ve kandan başka bir şey kalmadı. Bunun yerine kurbanlık
geçerlidir. Yani et ve kandan ibaret olan kurbanlık bunun yerine geçer. Yüce
Allah teslim olan ve görevini yerine getiren bu nefsi kurtarır. Evet bunu
büyük bir kurbanlıkla kurtarır. Derler ki: "Bu kurbanlık bir koçtu. İbrahim
onu Rabb'inin iradesi ve yaratması ile İsmail'in yerine bedel olarak kesmek
için hazır halde bulmuştu." İbrahim'e şöyle denilir: "Sen rüyayı doğruladın;
biz güzel davrananları böyle mükafatlandırırız." Onları böyle bir imtihana
sokarak mükafatlandırırız. Onları, kalplerini yönlendirerek ve vefakârlık
seviyesine çıkararak mükafatlandırırız. Onlara, görevlerini yerine
getirirken sabır, güç vererek ödüllendiririz. Böylece onları, hakettikleri
ödüllerle ödüllendiririz.
Böylece imanın gerçek yüzü, itaatin güzelliği ve
teslimiyetin büyüklüğü için bir meşale olarak yükselen bu büyük olayın anısı
olmak üzere, kurban kesme geleneği devam etmektedir. İslam toplumu, bu olayı
inceleyip dinine uymuş oldukları, soyuna ve inanç sistemine mirasçı
oldukları babaları İbrahim'in gerçek kimliğini tanır. Akidenin üzerinde
durduğu veya dayandığı asıl karakterini kavrar... Akidenin asıl
karakterinin, hoşnutluk içinde güvenle ve O'nun çağrısına uyarak Rabb'ine
"Niçin?" diye sormadan, O'ndan ilk işaret ve ilk emir gelir gelmez O'nun
iradesini gerçekleştirmede hiç tereddüt etmeden nefsinde kendine hiçbir pay
çıkarmadan, Rabb'ine sunacağı şeyin "metod ve şekli"nin seçimini kendi
yapmaksızın, Rabb'i kendisine nasıl sunulmasını istiyorsa, öyle davranarak
"Allah'ın takdirine teslimiyet" olduğunu öğrenir... Sonra İslam toplumu, bu
olayı inceleyerek, Rabb'lerinin "imtihan"la kendilerine azap vermek ve
"bela" ile canlarını yakmak istemediğini, O'nun asıl hedefinin kendisine
boyun eğerek, çağrısına uyarak, ahdine vefa göstererek ve görevini yaparak,
O'nun huzurunda ne ileri giderek ne de gevşek davranarak "teslimiyet içinde
huzuruna gelmek" olduğunu öğrenir... Onların bu konudaki samimiyetleri belli
olunca, canlarını feda etmekten ve acı çekmeden bağışlayacağını, sözlerini
yerine getirmiş, görevlerini yapmış kabul edeceğini, yaptıklarını kabul
edeceğini öğrenirler... Kendi yerlerine bedel kabul edip, canlarını
kurtaracağın, babaları İbrahim'e ikram ettiği gibi onlara da ikram edeceğini
öğrenirler.
108- Sonra gelenler
arasında ona iyi bir ün bıraktık.
109- "İbrahim'e
selâm olsun. "
110- İşte biz güzel
davrananları böyle mükafatlandırırız.
111- Çünkü o bizim
mü'min kullarımızdandı.
İbrahim nesiller ve asırlar boyu anılmaktadır. O bir
ümmettir. O peygamber babasıdır. O, şu müslüman milletin babasıdır. Bu
müslüman millet, O'nun dinine mirasçıdır. Yüce Allah bu millet için ve
onların üzerine İbrahim'in dini üzere insanlığın yönetimini farz kılmıştır.
Ve bu yönetimi, kıyamete kadar İbrahim'in çocuklarına ve soyuna yüklemiştir.
"İbrahim'e selâm olsun."
Rabb'inden selâm ona... Rabb'inin ebedi Kitab'ında
yazılı ve büyük varlığın her köşesine nakşedilen selâm ona...
"İşte biz güzel davrananları böyle
mükafatlandırırız."
Böylece onları, bela ve vefa ile, anılmakla ve
selâmla ve ikram ile ödüllendiririz.
"Çünkü o bizim mü'min kullarımızdandı."
Bu, imanın karşılığıdır, öbürü ise açık bir
imtihanla ortaya çıkan "aslı"dır. Sonra Rabb'i, İbrahim'e ihtiyarlık çağında
İshak'ı bahşederek bir kez daha fazlı ve nimeti ile tecelli ediyor. Ona da
İshak'a da hayır ve bereket veriyor... Ve İshak'ı salih peygamberler
kafilesine katıyor...
112- Biz ona
iyilerden bir peygamber olacak İshak'ı müjdeledik.
113- Kendisini ve
İshak'ı kutlu ve bereketli kıldık. Her ikisinin neslinden iyi kimseler
olacağı gibi, açıkça kendisine zulmeden de olacaktır.
Bunların arkasından arka arkaya nesilleri gelir.
Fakat bu nesillerin onlara varis olması kan ve nesep varisliği değil, ancak
din ve inanç sistemi varisliğidir. Uyup tabii olan iyi hareket etmiş,
uymayıp yüz çeviren ve dönen zalim olmuştur, kendisine ne yakın ne de uzak
nesebi yarar sağlamaz.
"Her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi
açıkça kendisine zulmeden de olacaktır."
MUSA VE HARUN'A
SELÂM
114- Andolsun
Musa'ya ve Harun'a da lütuflarda bulunduk.
115- Onları ve
kavimlerini büyük sıkıntılardan kurtardık.
116- Onlara yardım
ettik de üstün geldiler.
117- Onlara, apaçık
anlaşılan bir Kitap vermiştik.
118- Ve onları doğru
yola ilettik.
119- Sonra gelenler
arasında onlara iyi bir ün bıraktık.
120- Musa'ya ve
Harun'a bizden selâm olsun.
121- İşte biz güzel
davrananları böyle mükafatlandırırız.
122- Çünkü onların
ikisi de bizim mü'min kullarımızdı.
Musa ve Harun'un hikâyelerinden bu kısa kesit, yüce
Allah'ın onlara yapmış olduğu iyilikleri ön plana çıkarıp vurgulamaktadır.
Bu iyilikler yüce Allah'ın kendilerini seçip tercih etmesi, kendilerini ve
kavimlerini ayrıntılarını başka surelerin hikâyelerinin açıkladığı "büyük
sıkıntı"dan kurtarmasıdır. Kendilerine cellatları Firavun ve kodamanlarına
karşı yardım etmesi ve zafer nasip etmesidir. Bu iyilik kendilerine apaçık
bir Kitap vermesi ve onları doğru yola, yüce Allah'ın mü'minleri ilettiği
doğru yola iletmesidir. Ve nihayet bu iyilikler, yüce Allah'ın onların
gelecek nesillerin ve son çağların dilinde anılmalarını sağlamaktır. Bu kısa
kesit, yüce Allah'dan Musa ve Harun'a "selâm" ile son bulmakta ve bunu
iyilik yapanların elde edecekleri ödülün cinsi ile mü'minlerin ikram
görmesine neden olan imanın değerini vurgulamak için bu surede tekrarlanan
final cümlesi izlemektedir.
İLYAS'A SELÂM OLSUN
Bu kısa kesiti, Hz. İlyas'a dair benzeri bir kısa
kesit izlemektedir. Hz. İlyas'ın Kitab-ı Mukaddes'in eski ahid bölümünde
anılan "İlya" adı ile bir peygamber olduğu ağır basmaktadır. İlyas,
Suriye'de "Beal'e" adında puta tapan bir topluluğa gönderilmişti. Bugün
"Balebek" şehri bu tapınmanın izlerini hala taşımaktadır.
123- İlyas da
peygamberlerdendir.
124- Kavmine demişti
ki; "Allah'ın azabından korkmaz mısınız?"
125- "Yaratanların
en güzeli olan Allah'ı bırakıp da Beal'e putuna mı tapıyorsunuz?"
126- "Sizin ve
babalarınızın Rabb'i olan Allah'ı terk mi ediyorsunuz?"
127- Onu
yalanladılar, bunun üzerine hepsi cehenneme götürülecekler.
128- Yalnız Allah'a
gönülden bağlı kulları bunun dışındadır.
129- Sonra gelenler
arasında ona iyi bir ün bıraktık.
130- İlyas'a selâm
olsun. ·
131- İşte biz güzel
davrananları böyle mükafatlandırırız.
132- Çünkü O bizim
mü'min kullarımızdandı.
İlyas kavmini "Tevhid"e çağırmıştı. Onların
kendilerinin ve daha önce geçmiş babalarının Rabbi olan "En güzel
yaratıcı"yı bırakıp da, "Beal"e tapmalarını çirkin karşılamıştı. Nitekim
İlyas'dan önce, İbrahim de kendi babasının ve kavminin putlara tapmalarını
çirkin görmüşlerdi. Fakat sonuç; onların İlyas'ı yalanlamaları şeklinde idi.
Yüce Allah yemin etmekte ve onların zorla getirileceklerini ve
yalanlayanlara verilecek karşılığı göreceklerini kesinlikle ifade
etmektedir. Bu kötü akıbetten ancak iman edenlerin ve yüce Allah'ın kulları
arasından seçmiş olduğu kimselerin kurtulacağını belirtmektedir.
İlyas'a dair bu kısa kesit, bu surede tekrarlanması
hedeflenen sonuç cümlesi ile bitiyor; yüce Allah, bununla İlyas'dàn önce
peygamberlerine "selâm" ile ikram ettiğini, iyi hareket edenleri
ödüllendirdiğini ve inananların imanının değerini vurgulamaktadır. İlyas'ın
hikâyesi, böyle bir kısa kesitte ilk kez yer almaktadır. Burada bir an durup
ayette "İlyas'a selâm" ifadesindeki teknik yönü tanıyalım. Burada ayetlerin
fasılası (ayet sonlarındaki kafiye benzeri ses uyumu) ve bu fasılanın,
"İlyas" adı geçtikten sonra, Kur'an'ın metoduna uygun olarak "İlyas'ın'
şeklinde getirilerek, müzikal etkisi hedeflenmiştir. Çünkü
Kur'an'a göre ifadenin etkisi birbirine ahenkli
olmalıdır. Sonra Lût'un hikâyesinden bir kesit gelmekte... Lût'un hikâyesi
başka yerlerde İbrahim'in hikâyesini izler:
133- Lût da
gönderilen peygamberlerdendi.
134- Onu ve ailesini
kurtardık.
135- Yalnız azaba
uğrayanlar arasında kalan ihtiyar bir kadın hariç.
136- Sonra
diğerlerini yok etmiştik.
137 Ey insanlar!
Sabahleyin onların yanından geçip gidiyorsunuz.
138- Ve geceleyin.
Düşünmüyor musunuz?
Bu kısa kesit, Nuh'un hikâyesine dair kısa kesite
benzemektedir. Bu kısa kesit, Lût'un peygamberliğine işaret etmektedir.
Lût'un hanımı dışında yakınları ile birlikte kurtulmasını, sapık olan
yalanlayıcıların yok olmalarını ifade etmektedir. Ve bu kısa kesit, Lût
kavminin yaşadığı yerlerden sabah akşam geçip de uyumakta olan kalbi
uyanmayan, o ıssız diyarın sesine kulak vermeyen ve onların hazin akıbeti
bizlerin de başına gelir" diye korkmayan Araplar'ın kalbine bir dokunuş ile
son bulmaktadır.
HZ. YUNUS
139- Yunus da
gönderilen peygamberlerdendi.
140- Dolu bir gemiye
kaçmıştı.
141- Gemide olanlar
arasında kura çekilmişti de yenilenlerden olmuştu, bu sebepten denize
atılmıştı. ·
142- Yunus kendini
kınarken, balık onu yutmuştu.
143- Eğer Allah'ı
tesbih edenlerden olmasaydı. ·
144- İnsanlar
yeniden dirileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.
145- Biz de onu
halsiz bir durumda ağaçsız çıplak bir yere attık.
146- Üzerine gölge
yapması için geniş yapraklı bitki yetiştirdik. ·
147- Ve onu yüzbin
insan ya da daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.
148- İnandılar, biz
de onları belli bir süreye kadar geçindirdik.
Kur'an'da Yunus'un kavminin nerede yaşadığı
belirtilmiyor. Fakat anlaşılan; deniz kıyısına yakın bir yerde yaşamaktaydı.
Rivayete göre; kavminin yalanlamasından üzülmüş ve canı sıkılmıştı. Onları
yakında gelecek olan bir ceza ile korkutmuş ve hiddet içinde kaçarak
aralarından ayrılmıştı. Kızgınlığı Yunus'u deniz kenarına götürmüş, orada
dolu bir gemiye binmişti. Denize açıldıklarında, dalga ve rüzgârlar, gemiye
hücum etmiş ve gemi batma tehlikesi göstermişti. Bunun anlamı, onlara göre,
yolcular arasında, işlemiş olduğu günahtan dolayı Allah'ın gazabına uğramış
birinin varolması anlamına geliyordu. Geminin batmaktan kurtulması için, o
günahkârın denize atılması gerekirdi. Gemiden atılacak kişiyi belirlemek
için kura çekerler. Kura Yunus'a çıkar. Yunus onların arasında iyi birisi
olarak tanınıyordu. Fakat kura ona çıkmıştı. Bunun için gemidekiler onu
denize atarlar. Veyahut Yunus kendisini denize atar. Ve hemen bir balık
kendisini yutar. Yunus kınanmayı haketmişti. Çünkü O, Allah'ın kendisine
vermiş olduğu görevden çekilmişti. Allah kendisine izin vermeden, öfkeli
olarak kavmini bırakmış, aralarından ayrılmıştı. Balığın karnında sıkışınca,
Allah'ı tesbih eder, O'ndan bağışlanmasını diler ve kendisinin "zalimlerden
olduğu"nu hatırlar. Ve "Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim.
Ben haksızlık edenlerden oldum" (Enbiya Suresi, 87) der. Cenab-ı Hak onun
duasını işitir ve kabul eder. Bunun üzerine balık onu ağzından çıkarır.
"Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı. İnsanlar yeniden dirileceği güne
kadar balığın karnında kalırdı." Yunus, balığın karnından hasta ve çıplak
olarak denizin sahiline çıkar. "Üzerine gölge yapması için geniş yapraklı
bitki yetiştirdik." Bu bitki kabaktır. Bu kabak geniş yaprakları ile Yunus'u
gölgeliyor ve O'na yaklaşan sineklere engel oluyordu. Söylendiğine göre
sinekler bu bitkiye yaklaşmazmış. Bu olay, yüce Allah'ın tedbir ve lütfunun
eseri idi. Yunus sağlığına kavuşunca, yüce Allah, O'nu öfke ile terk ettiği
kavmine tekrar gönderir. Onlar, Yunus'un korkutmuş olduğu o cezadan onun
arkasından korkmuşlar, iman etmişler, bağış dilemişler. Allah'dan af
dilemişlerdi. Yüce Allah da onları işitmiş ve onlara yalanlayanlara vermiş
olduğu cezayı vermemişti. "İnandılar, biz de onları belli bir süreye kadar
geçindirdik." Ona inananlar yüzbinden çoklardı az değillerdi. Top yekün iman
etmişlerdi.
Daha önce geçen hikâyeler iman etmeyenlerin
akıbetini açıklarken bu kısa kesit, burada iman edenlerin akıbetini
açıklamaktadır. Böylece Hz. Muhammed'in kavmi iki akıbetten hangisini
diliyorlarsa onu tercih etsinler diye...
Böylece surenin ikinci bölümü de, Nuh'dan bu yana
tarih boyu gerek mü'min ve gerek mü'min olmayan korkutulanlara geniş bir
gezintiden sonra son bulur.
Bu surenin ikinci kesiminde yer alan hikâyeler ve
bunların kapsamış olduğu "Allah ile kulları arasındaki bağ"ın gerçek yüzü ve
bu gerçeğe göre Allah'dan başkasına tapanları veya yarattıklarından
bazılarını kendisine şirk koşanları cezalandırması... İşte bunların ışığı
altında, bu surede yer alan birinci dersin de içermiş olduğu aynı gerçeğin
ışığı altında... Surenin bu son bölümünde, Resulullah'dan, uydurdukları
meleklerin Allah'ın kızı olduğu safsatasını, Allah ile cinler arasında
akrabalık olduğu düzmecesini tartışması istenmektedir. Ve kendilerine,
peygamberlik gelmezden önce ve "eğer bir peygamber gelirse, hidayete ermeye
hazır oldukları" şeklindeki sözleri ile karşılarına geçmesini ve kendilerine
bir peygamber gelince niçin inkâr ettiklerini sormasını istemektedir. Ve
sure, Allah'ın elçilerine "Asıl galip geleceklerin" kendileri olduğunu ve
Allah'ın onların niteledikleri sıfatlardan yüce o1duğunu ifade ile ve
alemlerin Rabb'i olan Allah'a hamd ile son bulmaktadır.
149- Ey Muhammed!
Putperestlere sor bakalım kızlar Rabb'inin de erkekler onların mı?
150- Yoksa biz
melekleri kız olarak yaratırken onlar yanında mıydı?
I51- Dikkat edin,
onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki:
152- ".Allah
doğurdu" onlar elbette yalancıdırlar.
l53- Allah, kızları
oğullara tercih mi etmiş?
154- Ne oluyorsunuz?
Ne biçim hükmediyorsunuz?
155- Hiç mi
düşünmüyorsunuz?
156- Yoksa sizin
açık deliliniz mi var?
157- Eğer doğru
iseniz kitabınızı getirin.
Yüce Allah onların masallarını her yönünden kuşatma
altına almakta, kendileri ile kendi mantıkları ve yaşamış oldukları toplumun
mantığı ile mücadele etmektedir. Kendileri oğulları kızlara tercih ederler,
bir kimsenin çocuğunun kız olarak dünyaya gelmesini bela sayarlar, kızları
erkek çocuklardan daha aşağı bir yaratık kabul ederlerdi. Sonra onlar,
meleklerin dişi olduğunu ve Allah'ın kızları olduklarını iddia edenler yine
onlardı.
Burada yüce Allah onların mantığına uygun olarak
onların karşısına geçmekte ve onları kendi mantıkları ile susturmakta, hatta
aralarında yaygın olan ölçülerine göre bile tutarsız ve saçma olduğunu
onlara göstermektedir.
"Ey Muhammed! Putperestlere sor bakalım, kızlar
Rabb'inin de, erkekler onların mı?"
Eğer onların ileri sürdükleri gibi kızlar daha düşük
bir mertebede ise, kızları Rabb'lerine veriyorlar ve kendilerine oğulları mı
alıkoyuyorlar? Veya Allah kızları tercih etmekte ve oğulları onlara mı
bırakmaktadır? Birinci de ikinci de tutarlı değildir. Şimdi bu sakat ve
tutarsız görüşü sor onlara. Ve yine sor onlara, bütün masalları...
Meleklerin dişi olduklarını nereden biliyorlar. Melekler yaratıldıkları
zaman onlar da mevcutlardı da onların cinsiyetlerini oradan mı öğrenmişler?
"Yoksa biz melekleri kız olarak yaratırken onlar yanında mıydı?" Ve yüce
Allah, kendisine yalan ve iftira atarak söyledikleri sözü sergiliyor.
"Dikkat edin onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki: "Allah doğurdu' onlar
elbette yalancıdırlar." Onlar "Oğlanların kızlara tercih edilmesi" şeklinde
yaygın olan adetleri ve mantıklarına göre bile yalancıdırlar. Peki o halde
Allah neden kızları oğlanlara tercih etsin? "Allah, kızları oğlanlara tercih
mi etmiş?" Ve yüce Allah onların kendi mantıklarını unutarak verdikleri
hükmün tuhaflığını ortaya koymakta ve "Ne oluyorsunuz? Ne biçim
hükmediyorsunuz? Hiç mi düşünmüyorsunuz?" buyurmaktadır. Bu zanna dayanan
hükmünüze delil ve dayanağı nereden elde ettiniz? "Yoksa sizin açık
deliliniz mi var? Eğer doğru iseniz kitabınızı getirin." Öteki masal, yüce
Allah ile cinlerin arasında akrabalık olduğu düzmece ise:
158- Allah'la cinler
arasında soy bağı uydurdular. Andolsun cinler de, kendilerinin hesap yerine
götürüleceklerini bilir.
159- Naşa, Allah,
onların taktıkları sıfatlardan münezzehtir.
160- .4llah'a
gönülden bağlı kullar, bunların dışındadır.
Cahiliye Arapları, meleklerin Allah'ın kızları
olduklarını söylüyorlar ve onları Allah'ın çocukları olarak cinlerin
doğurduğuna inanıyorlardı. Bu hısımlık ve akrabalıktı. Oysa cinler,
kendilerinin Allah'ın yaratıklarından biri olduklarını ve kıyamet günü
Allah'ın izni ile huzuruna çıkarılacaklarını biliyorlardı. O halde akrabalık
ve hısımlık muamelesi böyle olmazdı.
Burada, yüce Allah kendi zatını bu tutarsız
iftiradan uzak kılmaktadır. "Haşa, Allah onların taktıkları sıfatlardan
münezzehtir." Yüce Allah azap için zorla getirilecek olan cinler
zümresinden, mü'min olanlarını ayırmaktadır. Çünkü cinlerin arasında
inananlar vardır.
Sonra ilahi sözler, müşriklere, onların taptıkları
düzmece ilahlara ve taşıdıkları bozuk inançlarına yönelmekte ve ifade
tarzından ortaya çıktığı gibi, onlara bu hitap meleklerden yöneltilmektedir.
161- Ey inkârcılar!
Ne siz ne de taptıklarınız.
162- Kimseyi Allah'a
karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız.
163- Ancak cehenneme
girecek olanları kandırırsınız.
164- Melekler:
"Bizim içimizden herkesin belli makamı vardır. "
165- "Şüphesiz biz
sıra sıra duranlarız. "
166-"Allah'ı tesbih
edenleriz. "
Yani siz ve taptıklarınız, Allah'a karşı kullarının
aklını çelemez, cehenneme girmesi takdir olunan cehennemliklerden sayılanlar
hariç, kimseyi saptıramazsınız. Sizler, mü'min olarak yaratılmış ve boyun
eğenler zümresinden olan bir kalbi saptıramazsınız. Cehennemin bilinen
türden bir yakıtı vardır. O "yakıt''ın fitneye düşmeye ve fitnecilere kulak
vermeye uygun bir mizacı vardır.
Melekler o masala şöyle cevap verir: İçlerinden her
birinin daha ilerisine geçemeyeceği bir makamı vardır. Kendileri Allah'ın
kullarından olup Allah'a itaatle görevlidirler. Namaz için saf saf dizilip
Allah'a hamd ile tesbih etmektedirler. Her biri yine bir derecededirler. Ve
hadlerini aşmazlar. Allah yine O Allah'dır.
İfadenin akışı bundan sonra, bu masalları öne süren
müşriklerden söz etmeye başlar. Onların vaad ve sözlerini yüzlerine vurur.
"İbrahim ve ondan sonra gelenlerden, öncekilerden bizim de yanımızda bir
zikir olsaydı, bizler de imandan bir hayli derece elde eder ve o imanımız
sayesinde Allah bizi seçer ve tercih ederdi" demişlerdi.
167- Putperestler
şöyle diyorlardı.
168- Eğer yanımızda
evvelkilere gelen bir uyarı kitabı olsaydı.
169- Elbette biz
Allah'ın temiz kulları olurduk. ·
170- Ancak o uyarıyı
inkâr ettiler, yakında inkârlarının sonucunu bileceklerdir.
Nihayet kendilerine kitap gelince hem de şu
yeryüzüne inen kitapların en büyüğü inince, daha önce söylemiş oldukları
sözlere sahip çıkmadılar. "İnkârlarının akıbetini ileride bilecekler"
sözündeki gizli tehdit, temenni etmelerinden ve verdikleri sözden sonra
inkârlarına uygundur. Bu tehdit münasebeti ile, yüce Allah peygamberlerine
zafer ve galibiyet müjdesi vermektedir:
171- Andolsun ki,
peygamber kullarımıza şu sözleri vermişizdir.
172-Mutlaka
kendilerine yardım edilecektir.
173- Ve galip
gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur.
Verilen bu ilahi vaad gerçekleşmiş ve yüce Allah'ın
sözü üstün gelmiştir. Tüm engellere, yalanlayanların olanca yalanlamalarına
rağmen, akide yeryüzüne kök salmıştır. Kâfir ve müşriklerin inançları
yeryüzünden silinmiş, galibiyet ve üstünlükleri gitmiştir. Peygamberlerin
getirmiş oldukları inanç sistemi ayakta kalmış ve bu sistem, insanların
gönül ve kalplerini ele geçirmiş, onların düşünce ve zihinlerine şekil verir
olmuştur. Ve halâ her türlü engele rağmen, yeryüzünde insanoğluna egemen
olan inanç sistemleri içinde bu ilahi sistem en üstünü ve en kalıcı
olanıdır. Peygamberlerin getirmiş olduğu ilahi inanç sistemi (akaid)in
ortadan kaldırmak ve başka fikir ve felsefeyi üstün kılmak girişimlerinin
tümü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Evet bu girişimler hatta doğduğu yerde
bile yapılmaya fırsat bulamadan başarısızlığa uğramıştır. Yüce Allah'ın
peygamberlerine vermiş olduğu söz gerçekleşmiştir. Onlar galip gelmişler ve
yüce Allah'ın ordusu üstün olmuştur.
Bu söylediklerimiz, genel olarak, tüm yeryüzünde ve
bütün çağlarda ortaya çıkan manzara ve kaidedir.
Ve bu, Allah'a yapılan çağrılarda; gönül erleri o
çağrıda samimi olurlar ve davetçiler o dava için kendilerini verirlerse,
yine gerçekleşecek bir görüntüdür. Bu ilahi inanç sistemi, (akaid) yoluna ne
kadar set çekilirse çekilsin, önüne ne kadar engel çıkarsa çıksın, batıl
güçler demir ve ateş gücü ile propaganda ve iftira gücü ile, savaş ve karşı
mukavemet gücü ile ne kadar pusu kurarsa kursunlar, bu ilahi inanç sistemi
üstün ve galip geleceklerdir. Bu savaş, sonuçları her zaman aynı olmayan bir
savaştır. Fakat sonunda bu savaşlar Allah'ın peygamberlerine vaadinin
gerçekleşmesi ile son bulur. Bu öyle bir vaaddir ki, yeryüzünün bütün
güçleri yoluna dikilse, yine bozulmaz. Bu vaad üstünlük, zafer ve yardım
vaadidir.
Bu vaad, Allah'ın kâinatta uyguladığı bir kanundur.
Şu yıldızlar ve gezegenler nasıl yörüngelerinde hiç şaşmadan dönüyorlarsa,
yeryüzünde zaman gece, ile gündüz nasıl birbirini izliyorsa, yağmur alan ölü
topraktan hayat nasıl fışkırıyorsa, bu da böylesine devam eden ilahi bir
kanundur. Fakat gerçekleşmesi yüce Allah'ın takdirine bağlıdır. Onu Allah
dilediği zaman gerçekleştirir. Fakat açık neticeleri, insanoğlunun sınırlı
ömrüne kıyasla yavaştır. Fakat asla bozulmaz, geri kalmaz, bazen de
insanoğlunun hissedemeyeceği bir şekilde gerçekleşir. Çünkü insanoğlu, zafer
ve galibiyeti kendi alışmış olduğu şekilde ister. Yüce Allah'ın kanununun
yeni biçimi ile gerçekleşmiş olduğunu ancak bir süre sonra fark eder.
İnsanoğlu, Allah'ın erlerinin ve peygamberlerin
izinden gidenlerin zafer ve galibiyetlerinin belli bir zafer biçimi ile
gerçekleşmesini ister. Oysa yüce Allah, başka bir biçim, daha mükemmel, daha
kalıcı olmasını ister. Bu, orduda bekledikleri daha çok çileye ve uzun bir
zamana mal olmuş olsa bile, sonunda ardım Allah'ın dilediği şekilde
gerçekleşir. Müslümanlar, Bedir savaşından hemen önce, Kureyş'in kervanını
ele geçirmek istemişti. Oysa yüce Allah bu karlı ve kolay kafileyi
kaçırmalarını ve güçlü kuvvetli zümre ile savaşmalarını dilemişti
Allah'ın onlar için dilemiş olduğu kendileri ve
İslam için daha hayırlı idi. Yüce Allah'ın peygamberi için, onun ordusu ve
çağrısı için, uzun vadede dilemiş olduğu şey "zafer" idi.
Allah erleri herhangi bir savaşta yenilebilir.
Mağlup olabilirler. İmtihanları sert olabilir. Çünkü yüce Allah, kendilerine
daha büyük bir savaşta zafer vaad etmiştir. Çünkü yüce Allah, çevrelerinde
"zafer" meyvesini, daha geniş bir alanda, daha sürekli bir nasip içinde ve
daha kalıcı bir neticede versin diye hazırlamıştır. Allah'ın vaadi önceden
gerçekleşmiş, yüce iradesi vaadine yönelmiş, bozulmayan ve şaşmayan ilahi
adeti sabit olmuştur. "Andolsun ki, peygamber kullarımıza şu sözleri
vermişizdir. Mutlaka kendilerine yardım edilecektir. Ve galip gelecek
olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." Bu kesin vaadin, bu daha önce geçmiş
olan kelimenin ilanı esnasında yüce Allah peygamberine onlardan yüz
çevirmesini, onları kendi vaadi ve sözü ile baş başa bırakmasını, onların
akıbetlerini görmek için, onları gözetlemesini, akıbetleri nasıl olacakmış,
ayan beyan kendileri de görsünler diye onları bırakmasını emretmektedir.
174- Ey Muhammed!
Bir süreye kadar onlardan yüz çevir. ·
175- Onlara inecek
azabı gözetle, onlar da göreceklerdir. ·
176- Azabımıza
uğramakta acéle mi ediyorlar?
177- Fakat o azap
yurtlarına indiği vakit uyarılmış olanların hali ne kötü olur! ·
178- Bir süreye
kadar onları kendi hallerine bırak.
179- Ve bekle de
gör, onlar da göreceklerdir.
Sen onlardan yüz çevir. Yüz çevir onlarâ aldırma.
Allah'ın senin hakkında ve onların hakkındaki vaadi nasıl sonuçlanacakmış,
sen ve onlar göreceğiniz güne kadar bırak onları. Eğer onlar bizim
azabımızın çarçabuk gelmesini istiyorlarsa, azabımız başlarına gelince vay
onların haline. Çünkü azabımız bir kavmin üzerine indi mi, sabahları acı
olacaklar. Çünkü kendilerine daha önce bir korkutucu gelmişti.
Ve yüce Allah, onlardan yüz çevirmeyi ve onları
kendileri ile baş başa bırakmayı yeniden emretmekte, bu korkunç emirde gizli
olan tehdidi tekrarlamaktadır. "Ey Muhammed! Bir süreye kadar onlardan yüz
çevir." Nitekim olacak şeylerin korkunçluğuna işaret de tekrar edilmektedir.
"Onlara inecek azabı gözetle, onlar da göreceklerdir." Ve onları korkunç bir
musibet ima eden kısa bir ifade ile baş başa bırakmaktadır.
Bu sure, yüce Allah'ın tenzihi ile kuvvet ve
üstünlüğü O'na has kılarak, Allah'dan peygamberlerine selâm ile, hamd'in bir
olan, ortağı olmayan alemlerin Rabbi olan Allah'a ilanı ile son bulmaktadır.
180- Kudret ve şeref
sahibi Rabb'in, onların taktıkları sıfatlardan münezzehtir, yücedir.
181- Selâm
gönderilen peygamberlere.
182- Hamd, alemlerin
Rabb'i Allah'a!
Bu bitiş, surenin konularına uygun ve ele almış
olduğu konuları özetleyen bir bitiştir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
|