34-Sebe
1- Hamd, göklerdeki
ve yeryüzündeki tüm varlıkların sahibi olan Allah'a mahsustur. Ahirette de
hamd O'na mahsustur. O her işi yerinde yapar ve her şeyden haberdardır.
2- O yeraltına giren
ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen her şeyi bilir. O merhametli
ve bağışlayıcıdır.
Sure, Allah'a hamd ederek söze giriyor. Bu başlangıç
müşriklerin Allah a ortak koştuklarını, O'nun peygamberini yalanladıklarını,
ahireti şüphe ile karşıladıklarını ve yeniden dirilmeye ihtimal
vermediklerini anlatan bu sure için son derece uygun bir başlangıçtır. Yüce
Allan aslında, özü itibarı ile övgüye lâyıktır. Bazı insanlar O'na karşı
hamd görevlerini yerine getirmeseler de O'nun övgüye lâyık oluşu
gölgelenmez. O kendisini överek tesbih eden şu varlık aleminin tümünün
övgüsüne muhatap olduğu gibi birçok canlı varlıkların da övgüsüne
muhataptır. İnsanlar bu genel kuralın dışında kalsalar da fark etmez.
Yüce Allah'a hamd edildikten sonra O'nun göklerdeki
ve yerdeki tüm varlıkların sahibi olduğu gerçeği vurgulanıyor. Hiçbir şey
hem O'nun hem de başkasının değildir. Göklerde ve yeryüzünde hiç kimse O'nun
ortağı değildir. Göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsi O'nun tekelindedir.
İnanç sisteminin birinci temel prensibi budur. Allah'ın birliğini dile
getirme ilkesi yani. Her şeyin sahibi yüce Allah'dır ve şu engin evrende
O'nun dışında hiç kimse hiçbir şeyin sahibi ve egemeni değildir.
"Ahirette de hamd O'na mahsustur."
Hem doğal hamd ve hem de kullardan yükselen hamd
ahirette de O'na özgüdür. Hatta dünyada O'nu inkâr edenler yada sapık bir
yaklaşımla O'na başkalarını ortak koşanlar bile ahirette O'na hamd ederler.
Orada gerçek meydana çıkacağı için bütün hamdler ve övgüler, ortaksız olarak
sırf O'na yöneltilir. Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"O her işi yerinde yapar ve her şeyden haberdardır."
"Hakim"dir; yani yaptığı her işin kesinlikle bir
hikmeti vardır, dünyayı ve ahireti hikmet ilkesine göre yönetir; varlık
aleminin tüm gelişmelerini hikmet ilkesi uyarınca tasarlar. Ayrıca O her
şeyi her işi eksiksiz, sınırsız, köklü bir bilgi ile bilir ve her tasarısı
bu geniş kapsamlı bilgisini yansıtır.
Sonra yüce Allah'ın bilgi kitabının bir sayfası
önümüze açılır. Bu engin bilginin alam gökler ile yeryüzü kadar geniştir.
Okuyoruz:
"O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve
oraya yükselen her şeyi bilir."
İnsan, birkaç cümle halinde önüne açılan bu sayfanın
karşısında dikilince neler görür, neler! Acayip nesnelerin, hareketlerin,
hacimlerin, şekillerin, biçimlerin, anlamların ve yapıların yığın yığın
görüntüsü ve çağrışımı zihnine üşüşür. Bunları hayale sığdırmak bile mümkün
değildir.
Eğer bu ayetin işaret etmek istediği olayların ve
gelişmelerin sadece bir an içinde olup biten bölümünü araştırmak ve sayıya
vurmak üzere bütün insanlar biraraya gelseler ve tüm hayatlarını bu işe
adasalar, kesinlikle "o bir an içinde" kaç nesne gökten yere iniyor ve aynı
tek anlık süre içinde kaç nesne yerden göğe yükseliyor?
Acaba yeraltına nice şeyler giriyor? Bu yerin
bağrına nice tohumlar düşüyor, ya da ekiliyor? Bu yerin altında nice
kurtlar, nice böcekler, nice sinekler ve nice sürüngenler barınıyor? Bu
uçsuz-bucaksız toprağın nice su damlaları, nice gaz molekülleri ve nice
radyo-aktif ışınlar sızıyor? Evet, nice nice şeyler geçiyor toprağın altına!
Yüce Allah'ın sürekli ve uyuklama nedir bilmez gözetimi altında!
Topraktan nice şeyler çıkıyor? Nice bitkiler
filizleniyor? Nice kaynaklar fışkırıyor? Nice yanardağlar, volkanlar lâv
püskürtüyor? Nice gazlar buharlaşıyor? Nice saklı nesneler ortaya çıkıyor?
Nice böcekler gizli yuvalarından yeryüzüne çıkıyor? Görülebilen ve
görülemeyen nice nice şeyler. İnsanın bir bölümünü bildiği ve çoğunu
bilmediği nice cansız nesneler ve hayvanlar!
Acaba gökten nice şeyler yere düşüyor? Nice yağmur
damlaları, nice yıldız mermileri, nice yakıcı ışınlar, nice aydınlatıcı
ışınlar? Nice "kaza" okları ve nice belirlenmiş "kader"ler? Nice tüm
varlıklara yaygın, fakat bazı kulları özellikle kucaklayan "rahmet"ler? Yüce
Allah'ın bazı kullarına oluk oluk türleri? Sayısını yüce Allah'dan başka hiç
kimsenin bilmediği nice cansız-canlı varlıklar?
Peki nice şeylerin göğe yükseldiğini acaba hiç
düşündük mü? Nice bitki, hayvan, insan ve insanın tanımadığı başka bir tür
canlı soluğu? Yüce Allah'a yöneltilen ve O'ndan başka hiç kimsenin
işitmediği nice gizli-açık dualar? Bildiğimiz ve bilmediğimiz nice ölmüş
canlıların ruhları? Cebrail'in emri üzerine yücelen nice melekler? Yüce
alemine süzülen ve yalnız yüce Allah'ın bildiği nice ruhlar?
Sonra denizden nice buhar kabarcıkları havaya
karışıyor? Cisimlerden nice gaz zerrecikleri atmosferin enginliğine
karışıyor? Yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği nice nice nesneler?
Bunların hepsi bir an içinde olup bitiyor. Acaba bir
tek anın olaylarını insan bilgisi kavrayabilir mi, uzun ömürler verse bile
bu olayları sayıya geçirebilir mi? Oysa yüce Allah'ın sınırsız, akla sığmaz,
engel tanımaz bilgisi bütün bu olayları-nerede ve ne zaman olurlarsa
olsunlar-kapsamı içine alır. Niyetleri, duyguları, kasılmaları ve atışmaları
ile bütün kalpler yüce Allah'ın gözetimi altındadırlar. Buna rağmen O
görmezlikten gelir, bağışlar. Çünkü "Merhametli ve affedicidir."
Kur'an'ın bunun gibi tek bir ayeti bile bu kitabın
insan sözü olmadığını anlatmaya, kanıtlamaya yeter. Çünkü kalbinden geçmez.
Yine böylesine evrensel bir düşünce doğal olarak hiçbir insanın aklının
ucundan geçmez.
Bir tek dokunuşta bu kadar çarpıcı ve yaygın bir
etki meydana getirebilmek, ancak tüm evrenin yaratıcısı olan yüce Allah'ın
sanatının işidir. Kulların sanatı buna benzeyemez.
KIYAMETİ
YALANLAYANLAR
Yüce Allah bu temel gerçeği bunca çarpıcı, geniş
ufuklu ve engin alanlı biçimde açıkladıktan sonra bize kıyamet gününü inkâr
eden kâfirlerin olumsuz tutumlarını anlatıyor. Bu adamlar yarın başlarına ne
geleceğini bilmeyecek kadar zavallıdırlar. Oysa yüce Allah gaybın
bilicisidir. Ne göklerdeki, ne yerdeki hiçbir nesne O'nun bilgisi dışında
değildir. Öte yandan kıyamet günü mutlaka gerçekleşmelidir. Çünkü iyilerin
ve kötülerin dünyadaki davranışlarının ödülünü ve cezasını alabilmeleri için
o günün gerçekleşmesi şarttır. Okuyoruz:
3- Kâfirler "Kıyamet
anı hiç gelmeyecek" dediler. Onlara de ki; Hayır, gaybın bilgisi tekelinde
olan Rabb'im adına yemin ederim ki, o an mutlaka gelecektïr. Göklerdeki ve
yerdeki zerre kadar küçük bir nesne ya da zerrenin daha küçüğü ve daha
büyüğü O'nun bilgisi dışında değildir, bunların tümü apaçık bir kitaptadır.
4- Amaç, iman edip
iyi ameller işleyenleri ödüllendirmektir. Onları bağışlanma ve onurlu bir
rızık beklemektedir.
5- Bizimle başa
çıkabileceklerini,sanarak olanca güçleri ile ayetlerimize karşı çıkanlara
gelince onları tiksindirici ve acıklı bir azap beklemektedir.
Kâfirlerin ahireti inkâr etmeleri, yüce Allah'ın
hikmetini ve takdirinin gerekçesini kavrayamamalarından ileri gelir. Çünkü
insanı başıboş bırakmak yüce Allah'ın hikmetine uygun değildir. İsteyen
iyilik yapsın, isteyen kötülük işlesin, sonra da iyilik yapan iyiliğinin
ödülünü almasın ve kötülük işleyen de kötülüğünün cezasını görmesin, böyle
bir uygulama yüce Allah'ın amacına ters düşer. Yüce Allah, ödüllerin ve
cezaların ya tümünü yada bir bölümünü ahirete sakladığını peygamberlerinin
dilinden insanlara bildirmiştir. Yüce Allah'ın evreni niçin yarattığını
kavrayabilen herkes ahiretin kaçınılmaz olduğunu, O'nun vaadinin ve verdiği
haberin gerçekleşebilmesi için öbür alemin gerekli olduğunu da kavrar. Fakat
kâfirler bu ilâhi hikmeti kavrama yeteneğinden yoksun oldukları için
"Kıyamet anı hiç gelmeyecek" diyebiliyorlar. Fakat red nitelikli kesin ve
vurgulamalı cevaplarını hemen alıyorlar. Okuyoruz:
"Hayır, gaybın bilgisi tekelinde olan Rabb'im adına
yemin ederim ki, o an mutlaka gelecektir."
Gerek yüce Allah'ın ve gerekse O'nun peygamberinin
dediği doğrudur. Kâfirler gaybı bilmedikleri halde yüce Allah'ın işine
burunlarını sokuyorlar, bilmedikleri bir konuda kesin hüküm veriyorlar. Oysa
kıyamet gününün geleceğini kesin bir dille bildiren yüce Allah "gaybın
bileni"dir. O halde O'nun sözü, ahirete ilişkin kesin bilgiye dayanan doğru
sözdür.
Arkasından yüce Allah'ın bilgisi, tıpkı surenin
başlangıcında olduğu gibi evrensel boyutlarda gözler önüne serilir. Bu sunuş
biçimi bir kere daha kanıtlar ki, bu Kur'an insan sözü, insan eseri
değildir. Çünkü böyle bir düşünce tarzı normal olarak insan aklının ucundan
bile geçmez. Okuyoruz:
"Göklerdeki ve yerdeki zerre kadar küçük bir nesne
yada zerrenin daha küçüğü ve daha büyüğü O'nun bilgisi dışında değildir;
bunların tümü apaçık bir kitaptadır."
Aynı sözü bir kere daha söylüyoruz: Bu ayetin
yansıttığı düşünce biçimi insan işi değildir. Bu ifadenin gerek şiir olarak
ve gerekse düzyazı olarak şimdiye kadar söylenmiş ve yazılmış olan insan
sözleri içinde bir benzeri yoktur. İnsanoğlu bilginin sınırsızlığından,
ayrıntılığından ve geniş kapsamlılığından söz ederken kavramlaştırmayı
düşünemez. Ayetin o bölümünü tekrar okuyalım:
"Göklerdeki ve yerdeki zerre kadar küçük bir nesne
ya da zerrenin daha küçüğü ve daha büyüğü O'nun bilgisi dışında değildir."
Ayrıntılı ve geniş kapsamlı bilgiyi tanımlamaya
çalışan insan sözleri içinde böylesine çarpıcı bir yaklaşım tarzına hiç
rastlamış değilim. Gerçek şu ki, her türlü noksanlıktan münezzeh olan yüce
Allah, özünü ve bilgisini insan hayalini aşan sıfatlarla nitelemekte,
tanımlamaktadır. Bu tanımlama sayesinde insanın düşünce ufku genişleyerek
kulluk ettiği Allah'ına yükselmekte, sınırlı düşünce kapasitesinin dar
çerçevesi içinde O'nu sıfatları ile tanıma imkânına kavuşmaktadır.
Ayetin son cümlesi olan "Bunların tümü apaçık bir
kitaptadır." ifadesinin akla en yakın yoruma göre anlamı her şeyi kaydeden,
göklerdeki ve yerdeki bir tek zerreyi, zerrenin küçüğünü ve büyüğünü dışarda
bırakmayan Allah'ın bilgisinin kastedildiğidir.
Bu ayetteki "Zerre kadar küçük bir nesne ya da
zerrenin daha küçüğü" ifadesi üzerinde biraz durmak istiyoruz.
Zerre, yakın zamana kadar cisimlerin en küçük
parçası olarak biliniyordu. Fakat şimdi atomun parçalanmasından sonra
zerrenin daha küçük parçalarının olduğu görülmüştür. Bu küçük cisimler atomu
oluşturan çekirdek, elektronlar, protonlar ve nötronlar diye anılan
parçacıklardır. Bilindiği gibi bu ayetin indiği dönemde bu parçacıklardan
hiç kimsenin haberi yoktu. Gerek kendi sıfatlarının ve gerekse yarattığı
varlıkların sırları hakkında kullarına dilediğinden, dilediği oranda bilgi
veren Allah ne kadar yücedir!
Kıyametin geleceği kesin ve kuşkusuzdur. Yüce
Allah'ın bilgisi, küçük-büyük hiç bir nesneyi dışarda bırakmayacak derecede
geniş kapsamlıdır. Niçin? Okuyalım:
"Amaç, iman edip iyi ameller işleyenleri
ödüllendirmektir. Onları bağışlanma ve onurlu bir rızık beklemektedir.
"Bizimle başa çıkabileceklerini sanarak olanca
güçleri ile ayetlerimize karşı çıkanlara gelince onları tiksindirici ve
acıklı bir azap beklemektedir."
Burada bir hikmet, bir amaç, bir ön-tasarı vardır.
Bu noktada yaratma olgusuna ilişkin bir ön-tasarı ile karşı karşıyayız. Amaç
hem iman edip iyi amel işleyenlere ve hem de yüce Allah'a kafa tutarcasına
O'nun ayetlerine karşı çıkan küstahlara davranışlarının uygun karşılığını
vermektir.
İman edenlere ve bu imanlarını iyi ameller ile
pratiğe yansıtanlara önce "bağışlanma" vardır. Bunların günahları
affedilecektir. Ayrıca onlara "onurlu rızık" verilecektir. Bu surede "rızık"
terimi sık sık kullanılır. Buna göre ahiret nimetlerinin, ahiret
mutluluğunun da bu terimle tanımlanması uygun görülmüştür. Çünkü ahiret
mutluluğu her bakımdan, yüce Allah'ın "rızık" türlerinden biridir.
Olanca güçlerini ortaya koyarak insanlar ile yüce
Allah'ın ayetleri arasına engel koymaya çalışanlara gelince bunlar için
tiksindirici, kötü ve acıklı bir azap vardır. Ayetin orijinalinde kullanılan
"rıcz" sözcüğü "kötü, iğrenç azap" anlamına gelir. Bu ceza onların insanları
kötü yola sürükleme uğruna harcadıkları küstahca ve ısrarlı gayretlerinin
karşılığıdır.
Görülüyor ki, kâfirler kıyamet gününün gelmeyeceğini
kesin bir dille ileri sürüyorlar. Oysa bu konu bilgilerinin sınırı dışında
kalan bir gayb konusudur. Buna karşılık gayb aleminin ortaksız "bilen"i olan
yüce Allah, o günün mutlaka geleceğini belirtiyor. Bu arada Peygamberimiz
de, kıyamet konusunda yüce Allah'ın direktifi çerçevesinde insanlara bilgi
veriyor. İşte bu vesile ile belirtiliyor ki, "kendilerine bilgi verilenler"
Peygamberimize Allah'dan gelen mesajın insanları üstün iradeli ve övgüye
lâyık Allah'ın yoluna ileten bir gerçek olduğunu kavrayabilirler ve bu
gerçeğin tanıklığını yaparlar. Okuyoruz:
6- Kendilerine bilgi
verilenler Rabb'in tarafından sana indirilen mesajın, insanları üstün
iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletici bir gerçek olduğunu
görürler.
Bazı klâsik tefsir bilginlerinin yorumlarına göre
ayette geçen "Kendilerine bilgi verilenler" yahudi ve hristiyan din
adamlarıdır. Çünkü bunlar kutsal kitaplarından Kur'an'ın gerçek olduğunu,
insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna ilettiğini
öğrenmişlerdir.
Oysa bu ifadenin kapsamı söz konusu yorumun
çerçevesine sığmayacak derecede geniştir. Sebebine gelince her yerin ve her
dönemin bütün bilginleri hangi kuşaktan, hangi inanç sisteminden olurlarsa
olsunlar bu gerçeği görebilirler. Yeter ki, bilgileri sağlam ve tutarlı
olsun, sahiden "bilim" adını taşımaya lâyık bir bilgi olsun. Kur'an, bütün
kuşaklara açık bir kitaptır. Bu kitap her doğru bilgi sahibine kendini kabul
ettirecek gerçeği içerir. Bu kitap tüm evrenin yapısında saklı olan gerçeği
açığa vurur. Bu kitap, bu evrenin ve bu evrenin dayanağı olan köklü gerçeğin
aslına uygun tercümanı ve özüdür. Devam ediyoruz:
"Bu kitap, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık
Allah'ın yoluna iletir."
Üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yolu, yüce
Allah'ın tüm evren için belirlediği ve insanlar için seçtiği yöntemdir. Amaç
şu insanların adımları ile içinde yaşadıkları şu evrenin adımları arasında
uyum sağlamaktır. Bu yol şu koca evrenin çeşitli kesimlerine egemen olan
yasalar sistemidir. Bu kesimlerden biri de insan hayatıdır. Zaten insan
hayatı ne özünde ne kaynağında ne düzeninde ne hareket tarzında bu evrenden,
bu evrende barınan diğer cansız-canlı varlıklardan ayrı ve kopuk değildir.
Bu kitap, insanları üstün iradeli ve övgüye lâyık
Allah'ın yoluna iletir. Bunu nasıl gerçekleştirir? Mü'minin kafasında
evrenin bütününe, bu bütünü kaynaştıran bağlara, bu bütünün çeşitli
kesimleri arasındaki ilişkilere ve bu bütüne egemen olan değerlere, insanın
bu varlık bütünü içindeki yerine, fonksiyonuna ilişkin bir kavram oluşturur.
İnsanın kendisini de içine alan evren bütününün parçaları arasındaki
işbirliğini düşündürür. Bu işbirliği sayesinde yüce Allah'ın yaratıklara
ilişkin dilediğinin ve hikmetinin nasıl gerçekleştiğini öğretir. Evrenin tüm
kesimlerinin eşgüdüm içinde, uyarlı adımlarla bu evrenin yaratıcısına doğru
nasıl yol aldıklarını belletir.
Evet, bu kitap insanı üstün iradeli ve övgüye lâyık
Allah'ın yoluna iletir. Nasıl mı? Düşünce sistemini düzelterek, onu evrenin
insan fıtratına yansıttığı mesajlarla uyumlu hale getirecek esaslar üzerine
oturtarak. Öyle olunca bu sistem insan düşüncesini, şu evrenin tabiatını,
özelliklerini, kanunlarını, yararlanma yollarını; onunla çatışmasız,
çekişmesiz ve engelsiz bir iletişimin nasıl kurulabileceğini kavrama
yeteneği kazandırır.
Evet, bu kitap insanları üstün iradeli ve övgüye
lâyık Allah'ın yoluna iletir. Nasıl mı? Orjinal eğitim sistemi sayesinde bu
amacı gerçekleştirir. Çünkü bu eğitim sistemi tek tek fertleri insan toplumu
ile uyuşmaya ve iletişim kurmaya hazırlar. Bu eğitim sistemi gerek fert ve
gerekse toplum olarak tüm insanlık ailesini, şu evrende yaşayan diğer bütün
canlılar ailesi ile uyuşmaya ve iletişim kurmaya hazırlar. Yine bu eğitim
sistemi bütün canlı türlerini içinde yaşadıkları şu evrenin bütünü ile uyum
ve bağdaşma halinde olmaya hazırlar. Bu eğitim sistemi bütün bu amaçları
yalın, zorlamasız ve yumuşak bir yaklaşımla gerçekleştirir.
Evet, bu eğitim sistemi, insanları üstün iradeli ve
övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletir. Nasıl mı? Önerdiği sosyal kurumlar ve
yasal düzenlemeler aracılığı ile. Bu sosyal kurumlar ve yasal düzenlemeler
insan fıtratı ile; insan hayatının, insan geçiminin temel şartları ile aynı
doğrultudadırlar. Bunun yanı sıra diğer canlılara ve tüm cansız varlıklara
egemen olan genel kanunlarla da uyum halindedirler. İnsanın sosyal kurumları
ve yasal düzenlemeleri, bu genel kanunlardan kopuk ve ayrı değildir.
İnsanlık ailesi bu koca evren çerçevesinde yaralan varlık kesimlerinden
biridir.
Bu kutsal kitap, insanları sözünü ettiğimiz bu yola
ileten rehberdir. Bu rehberi, hem insanı ve hem de bu yolu yaratmış olan
yüce Allah ortaya koymuştur. O hem bunun ve hem de onun, yani hem insanın ve
hem de bu yolun mahiyetini herkesten iyi bilir. Bir yolculuğa çıktığını
düşün. Eğer o yolu yapan mühendis tarafından dikilen bir işaretle bir yol
gösterici ile karşılaşırsan, kendini talihli bir yolcu sayarsın değil mi?
Peki öyle bir yolculuğa çıktığını düşün ki, hem yolun ve hem de yolcunun
yapıcısının, yaratıcısının önüne koyduğu bir rehberden, bir yol işaretinden
yararlanabiliyorsun. Bundan daha alâ bahtiyarlık olabilir mi?
DİRİLİŞİ
YALANLAYANLARIN SÖZLERİ
Bu uyarıcı ve yönlendirici dokunuşu izleyen
ayetlerde müşriklerin "yeniden dirilme" olgusuna ilişkin sözlerine
dönülüyor, onların bu olgudan söz edilince nasıl olağanüstü bir dehşete
düştükleri, böyle bir gelişmeyi nasıl acayip ve şaşırtıcı gördükleri
anlatılıyor. Onlara göre bu olgudan söz eden kimse ya cinlerin çarptığı
işitilmedik saçmalıkları kulağına fısıldadıkları bir delidir, ya da uydurma
haberler veren, gerçekleşmesi mümkün olmayan hayalleri diline dolayan bir
yalancıdır. Okuyalım:
7- Kâfirler
biribirlerine dediler ki; "Ölen vücutlarınız didik didik parçalanıp iyice
dağıldıktan sonra yeni bir aşamada tekrar dirileceğinizi ileri süren biri
var, onu size gösterelim mi?"
8- "Bu adam Allah
adına yalan mı uyduruyor, yoksa deli midir?" Hayır aslında ahirete
inanmayanlar, koyu bir sapıklığın ve azabın pençesindedirler.
İşte müşrikler, yeniden dirilme olayını bu derece
garip, tuhaf ve dehşete düşürücü karşılıyorlardı. Bu yüzden başkalarına da
bu tuhaflık ve şaşkınlık duygusunu aşılamaya çalışıyorlardı. Bu aşılama
çabasını seslendirirken alaycı ve teşhir edici bir dil kullanıyorlardı.
Okuyalım:
"Ölen vücutlarınız didik didik parçalanıp iyice
dağıldıktan sonra yeni bir aşamada tekrar dirileceğinizi ileri süren biri
var, onu size gösterelim mi?"
Size son derece tuhaf, son derece acayip bir adamı
gösterelim mi? Bu adam akla sığmaz, hayale gelmez sözler söylüyor. Öldükten,
cesetleriniz çürüdükten, organlarınız param-parça olup dağıldıktan sonra
yeniden dirileceğini, tekrar varlık sahnesine döneceğini söyleyecek kadar
ileri gidiyor.
Şaşmaya şaşkınlıklarını başkalarına aşılamaya,
yadırgamaya ve aşağılama amaçlı teşhire devam ederek şöyle diyorlar:
"Bu adam Allah adına yalan mı uyduruyor, yoksa bir
deli midir?"
Onlara göre insanın böyle bir sözü söyleyebilmesi
için ya Allah'a iftira atan, O'na söylemediği sözleri mal etmeye kalkışan
bir yalancı, ya da cinler tarafından çarpıldığı için saçmalayan, acayip ve
garip iddialar ileri süren bir deli olması gerekir.
Bütün bu gürültülerin sebebi nedir acaba? Çünkü
Peygamberimiz bu adamlara "yeniden diriltileceksiniz" demiştir. Peki
tuhaflık bunun neresinde? Onlar ilk kez, hiç yoktan yaratılmamışlar mı? Niye
bu şaşırtıcı realiteyi, yani hiç yoktan yaratılmışlarının somutlaştırdığı
şaşırtıcı olguyu görmüyorlar; Eğer bu olguyu görseler, onun üzerinde kafa
yorsalar yeniden yaratılacakları gerçeği kendilerini zerre kadar
şaşırtmazdı. Fakat adamlar sapıtmışlar, bir türlü doğru yolu bulamıyorlar.
Bu yüzden bu teşhir amaçlı yaygaralarına bu aptalca şaşkınlıklarına sert ve
korkunç bir değerlendirme cümlesi ile karşılık veriliyor. Okuyoruz:
"Hayır, aslında ahirete inanmayanlar, koyu bir
sapıklığın ve azabın pençesindedirler."
Burada kâfirlerin "pençesinde" oldukları belirtilen
azap ne anlama gelir? Bu ahiret azabı anlamına gelebilir. Bu azabın
gerçekleşeceği kesin olduğu için şimdi içindeymişler gibi tanımlanmıştır.
Bunun yanı sıra onlar doğru yola gelme ümidi vermeyen, koyu bir sapıklığın
pençesindedirler.
Fakat buradaki "azap" başka bir anlama da gelebilir.
Çünkü ahirete inanmayanlar sürekli bir sapıklığın pençesinde oldukları gibi
sürekli bir bunalım içindedirler. Bu derin anlamlı bir gerçektir. Sebebine
gelince kalbinde ahiret inancı taşımaksızın yaşayan kimse bitmez bir
psikolojik tedirginlik içinde olur. Dünyada çektiği sıkıntıların telâfi
edileceğine, adaletli bir hesaplaşma gerçekleşeceğine ilişkin hiç umudu,
hiçbir beklentisi yoktur. Dünyada öyle durumlar, öyle sıkıntılar var ki,
insanın kalbinde ahiret beklentisi olmasa bunlara katlanamaz; orada iyilerin
ödüllendirileceği ve kötülerin cezalandırılacağı ümidi olmasa insanda
kötülüklere karşı sabretme gücü kalmaz. İnsana kötülükler karşısında direnme
gücü hazırlayacak bir başka beklenti de yine ahirette ortaya çıkacak olan
Allah'ın rızası, hoşnutluğudur. O ahiret ki, orada küçük-büyük hiçbir
davranış hiçbir iyilik ya da kötülük göz ardı edilmez. Hesaplaşma konusu
olan nesne isterse bir hardal taneciği kadar küçük olsun, ayrıca bu hardal
tanesi ister göklerde, ister yerin dibinde ve isterse bir kayanın üzerinde
bulunsun, yüce Allah onu buldurup huzuruna getirtir. İşte bu ışık ve serin
hava pençesinde yoksun yaşayan insan, hiç kuşkusuz sapıklık içinde yaşadığı
gibi sürekli bunalım ve tedirginlik içinde de olur. Daha dünyadayken, henüz
ahiret azabı ile karışlaşmadan bu çifte azabın pençesinde kıvranır. Ayrıca
ahirete varınca dünyadayken içine düştüğü bu "cezanın" cezası olarak oraya
özgü azabını da çekecektir.
Ahirete inanmak bir nimet, bir rahmettir. Yüce Allah
bu nimeti ve bu rahmeti bunları hakkeden kullarına verir. Bunun için temiz
bir kalple Allah'a bağlanmak, gerçeği aramak ve doğru yolu bulma arzusu
taşımak gerekir. Bana göre ahirete inanmayanların hem koyu bir sapıklığın ve
hem de azabın pençesinde olduklarını belirten bu ayetin anlatmak istediği
gerçek budur.
UYARICI GÖRKEMLİ BİR
SAHNE
Bunu izleyen ayette ahirete inanmayanlar sert bir
uyarı ile karşılaşırlar. Bu uyarı evrensel bir tabloda somutlaşıyor. Onlara
şu anda olan canlı bir olay canlılığında sunuluyor. Böylece eğer yüce Allah
dilerse ve kendileri de içinde bulundukları sapıklıkta ısrar ederlerse bu
olayla karşılaşacaklarının kesin olduğu mesajı ile yüzyüze getiriyorlar. Bu
tablo, ahirete inanmayanların yerin dibine geçirildikleri ve paralanan göğün
parça parça başlarına yağdırıldıkları tablodur.
9- Onlar önlerindeki
ve arkalarındaki göğü ve yeri görmüyorlar mı? Dilesek onları yerin dibine
geçirir ya da göğü parçalayıp başlarına indirirdik. Allah'a bağlı her kulun
bundan alacağı ders vardır.
Bu sahne çarpıcı bir evrensel sahnedir. Aynı zamanda
o inkârcıların gördükleri ve algıladıkları olaylara dayanıyor. Sebebine
gelince yerin sarsılarak alt-üst olması doğa olayıdır. Ayrıca kimi
hikâyelerin ve söylentilerin de konusu olduğu görülür. Gökten yere
parçaların düşmesi de onlara yabancı bir olay değildir. Gök taşları
düştüğünde ve şimşek olaylarında bunun benzeri meydana gelmektedir. Yani
onlar bu sahnede canlandırılan olayların benzerlerini ya görmüşler ya da
işitmişlerdir. Buna göre bu dokunuş, kıyamet gününün geleceğini ihtimal dışı
sayan bu koyu gafilleri uyarabilir. Çünkü bu tabloda görüyorlar ki, azap son
derece yakınlarındadır. Eğer yüce Allah onları daha kıyamet kapmadan, şu
dünyadayken azaba çarptırmak istese şu üzerinde gezindikleri yerden ya da
başları üzerindeki gökten kaynaklanacak azaplarla onları cezalandırabilir.
Buna göre ne zaman kopacağını yalnız yüce Allah'ın bildiği kıyamet günü
onların pek uzağında değildir. Yolunu şaşırmış "fasık"lardan hiç kimse yüce
Allah'ın acı süprizlerinden emin olamaz.
Gözleri önünde çeşitli gök ve yer olayları meydana
geliyor. Bunların yanı sıra bir yer sarsıntısı sırasında her an toprağın
alt-üst olması ya da gök parçalarının başlarına yağması muhtemeldir. İşte
tevbe edip Allah'a dönen, az önce sözü edilen koyu sapıklığın pençesinde
olmayan kalp için bu gerçekten alınacak ders vardır. Okuyoruz:
"Allah'a bağlı her kulun bundan alacağı ders
vardır."
Sure bazı şükür ve şımarıklık örnekleri karşımıza
çıkarır. Bunların yanı sıra yüce Allah'ın çeşitli doğal güçleri ve yaratık
dilediği kullarının emrine verdiği anlatılır. Bu güçler ve yaratıklar
normalde insanın emrine girmez. Ama yüce Allah'ın gücü ve dileği insanların
normal alışkanlıkları ile kayıtlı değildir. Bu örnekler anlatılırken bir
kısmı şeytanlara ilişkin olan bazı gerçekler meydana çıkar. Bilindiği gibi
bazı müşrikler bu şeytanlara tapıyorlar ya da onlardan gayb konuları
hakkında bilgi istiyorlardı. Oysa gaybın bilgisi şeytanlara kapalı idi.
Bunun yanı sıra şeytanın, insanı kışkırtmasının, yoldan çıkarmasının
mahiyetini öğreniyoruz. Aslında şeytanın insan üzerinde hiçbir yaptırım
gücü, hiçbir nüfuzu yoktur. İnsan, gönüllü olarak şeytana kendini ayartma
imkânı vermektedir. Bunların yanı sıra yüce Allah'ın şu önlemine
dikkatlerimiz çekiliyor. Yüce Allah, insanların gizli kalmış davranışlarını
ortaya döker, bunları somut olaylar biçiminde meydana çıkarır. Amaç bu
davranışların karşılıklarının sahipleri tarafından görülmesidir. Surenin ilk
"aşama"sı gibi, bu "aşama"sı da ahiretten söz ederek noktalanıyor.
HZ. DAVUT'UN
AYRICALIĞI
10- Biz gerçekten
Davud'a kendi katımızdan ayrıcalık sunduk. "Ey dağlar, o tesbih ettikçe siz
de söylediklerini tekrarlayın. Ey kuşlar sizde" dedik. Ayrıca demiri
avucunda yumuşattık.
11- Ona "İnsan
vücudunu iyice saracak geniş ruhlar yap ve zırhların parçalarını biribirine
ölçülü biçimde tak" dedik. Ey Davudoğulları, iyi ameller işleyiniz. Çünkü
ben yaptıklarınızı görüyorum.
Hz. Davud, birinci "aşama"nın son ayetinde
kullanılan deyimle "Allah'a bağlı" bir kuldu. Bilindiği gibi ilk "aşama"nın
son ayeti şu idi.
"Allah'a bağlı her kulun bundan alacağı ders
vardır."
Okuduğumuz ayetlerin ilkinde bu noktaya işaret
edildikten sonra Hz. Davud'un hikâyesini anlatıyor. Hikâyeye O'na sunulan
ayrıcalığa değinilerek giriliyor, arkasından bu ayrıcalığın ne olduğu
açıklanıyor. Okuyoruz:
"Ey dağlar, O tesbih ettikçe siz de söylediklerini
tekrarlayın."
Bu konuya yer veren kaynaklardan edindiğimiz
bilgilere göre Hz. Davud'un eşi görülmemiş derecede güzel bir sesi vardı. Bu
güzel sesi ile yanık ilâhiler (mezamir) okurdu. Bu ilahilerin bazıları
"Kitab-ı Mukkaddes'in "Eski Ant (Tevrat)" bölümünde yer alır. Fakat bu
ilâhilerin orijinallerine uygun, yani O'nun söylediği ilâhiler olup
olmadıklarını Allah bilir. Sahih bir hadis kaynağından öğrendiğimize göre
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir gece sahabilerden Ebu Musa
el-Eşari'nın Kur'an okuduğunu işitince olduğu yerde durup güzel sesini
dinledikten sonra "Ebu Musa'ya, Hz. Davud'un ki, gibi güzel bir ses
verilmiştir" dedi.
Ayet, bize yüce Allah'ın Hz. Davud'a sunduğu
ayrıcalığı şöyle tanımlar: O tesbihleri sırasında Allah'a bağlılığın ve
kendinden geçmişliğin o kadar ileri bir derecesine ermişti ki, kendisi ile
evren arasındaki bütün perdeler ortadan kalkmış, özü evrenin özü ile
bütünleşmiş, tesbih nameleri evrenin tesbihleri ile birleşmiş, bunun sonucu
olarak O'nun tesbih cümlelerini dağlar ve kuşlar tekrar eder olmuştu. Çünkü
O'nun varlığı ile evrenin varoluşu arasında bir başkalık, bir engel
kalmamıştı. Bu böyledir. Tüm varlıklar yüce Allah ile ortak bir ilişki
kurdukları zaman canlı türleri arasında, hatta cansız varlıklar ile canlılar
arasındaki farklılıklar ortadan kalkar, bütün varlıklar yüce Allah'ın
sunduğu dolaysız ve tek özde buluşur. Bu ortak öz, daha önce farklılıkların
ve benzemezliklerin perdesi altında saklı idi. Fakat yüce Allah'a yönelen
ortak tesbihlerde bu özün, varlık türleri arasında iletişim kurduğu, onları
ortak bir melodinin titreşimlerinde buluşturduğu görülür. Bu öylesine yüce
bir arınma, saflaşma ve ışığa dönüşme derecesindedir ki, insan bu düzeye
ancak yüce Allah'ın özel bağışı sayesinde tırmanabilir. Yüce Allah, bu
düzeye yükselttiği kulların maddi varlık perdesini aradan kaldırır, onu
ilâhi özüne dönüştürerek tüm evrenle bütünleşmesini sağlar, evrendeki
herkesle ve her şey ile dolaysız ve engelsiz bir iletişim kurar.
İşte Hz. Davud'un, Rabb'ini öven, ilâhi okuyan yanık
sesi etrafa dağılınca dağlar ve kuşlar bu kutsal nameleri tekrarlıyor;
evren, özüne sinen ve ortaksız yaratıcıya yöneltilen bu övgülerin muhteşem
korosuna katılıyordu. Bu anlar olağanüstü derecede acayip anlardır. İnsan bu
coşkudan haberdar olmadıkça, hiç değilse ömrünün tek bir anında bu türden
bir deney yaşamadıkça, bu evrensel orkestradan yükselen ortak namenin
zevkine varamaz. Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"Ayrıca demiri, avucunda yumuşattık."
Bu olay, yüce Allah'ın Hz. Davud'a sunduğu
ayrıcalıkların bir başka örneği idi. Ayetlerin havasından anladığımıza göre
bu olay, insanların bilgilerine ve deneyimlerine tamamen yabancı olan bir
"harika" idi. Öyleyse olay, demirin ısıtılarak eritilmesi ve böylece
işlenmeye elverişli bir yumuşaklığa kavuşturulması olayı değildi. Doğrusunu
yüce Allah bilir, ama burada söz konusu olan bir "mucize" idi. Bu mucize
sayesinde biline gelen yöntemler dışında demir yumuşatılıyordu. Gerçi eğer
Hz. Davud'a demiri ısıtarak yumuşatma yöntemi öğretilmiş olsaydı, bu da
başlı başına anlatılmaya değer, Allah vergisi bir "ayrıcalık" olurdu. Fakat
biz bu ayetlerin yansıttığı havayı ve çağrışımı özenle göz önünde tutuyoruz.
Ayetlerin yansıttığı hava, mucizeler havası ve uyandırdığı çağrışım,
alışılagelmişi aşan "harikalar" çağrışımıdır. Devam edelim:
"İnsan vücudunu iyice saracak geniş zırhlar yap ve
bu zırhların parçalarını birbirine ölçülü biçimde tak"
Ayetin orjinalinde kullanılan "sabiğat" sözcüğü
"zırhlar" anlamına gelir. Elimizdeki bilgilere göre Hz. Davud'dan önce
zırhlar, tek parçadan oluşmuş metal levhalarından yapılırdı. Bu yekpare
zırhlar, hem ağır ve hem de içlerindeki vücudun hareket etmesini
zorlaştıracak nitelikte idi. Bu yüzden yüce Allah, Hz. Davud'a ilham yolu
ile biribirine geçen, oynak halkalardan oluşmuş zırhlar yapmayı öğretti.
Böylece zırhların, insan vücuduna göre şekil almaları ve vücudun
hareketlerine bağlı olarak esnemeleri mümkün oluyordu. Burada Hz. Davud'a bu
halkaları birbirlerine sağlam biçimde, arada boşluk bırakmaksızın, eklemenin
emredildiğini görüyoruz. Amaç, zırhın sağlam olması, düşman oklarını
geçirecek deliklerinin bulunmamasıdır. İşte "zırh parçalarının biribirine
ölçülü biçimde takılması"nın anlamı budur. Bu emir, tümü ile ilham yolu ile
gerçekleşen bir öğretme, bir ders verme mucizesi idi.
Arkasından Hz. Davud'a ve ailesine şöyle sesleniyor:
"İyi ameller işleyiniz. Çünkü ben yaptıklarınızı
görüyorum."
Sadece sağlam zırhları yapmakla yetinmeyiniz.
Yaptığınız her işi özenerek yapınız. Elinizden çıkan her işi gören ve bu
işin hakkettiği karşılığı size verecek olan Allah'ın sizi sürekli olarak
gözetlediğini bir an bile unutmayınız. Çünkü O'nun gözünden hiçbir şey
kaçmaz, yaptığınız her işte O'nun sürekli gözetimi altındasınız.
HZ. SÜLEYMAN'IN
AYRICALIKLARI
12- Süleyman'ın
buyruğuna da rüzgârı vermiştik. Bu rüzgâr sabahleyin esince bir aylık
uzaklığa gider ve akşamleyin de bir aylık mesafeyi aşarak geri gelirdi. Onun
için erimiş bakırı su gibi akıttık. Rabb'inin izni ile yanında çalışan bazı
cinleri de buyruğuna sunmuştuk. Bu cinlerden buyruğumuzun dışına çıkanlara
kızgın alevli ateşin azabını tattırırız.
13- Onlar,
Süleyman'a, isteği uyarınca mabetler, heykeller, havuz gibi geniş çanaklar
ve yerlerinden kımıldatılamaz koca kazanlar yaparlardı. Ey Davudoğulları,
şükrediniz. Kulların içinde şükredenler pek azdır.
Rüzgârın, Hz. Süleyman'ın buyruğuna sunulması
konusunda yoğun rivayetler vardır. Gerçi orjinal yahudi kaynakları bu konuya
hiç değinmez, ama yahudi masallarının gölgesi bu rivayetlerde açıkça
seçilir. Bu yüzden en iyisi bu rivayetlerden uzak durmak, Kur'an'daki bilgi
ile yetinmek, ayetteki sözcüklerin dış anlamını aşmaya kalkışmamaktır. Bu
anlama göre yüce Allah rüzgârı Hz. Süleyman'ın emrine verdi. Bu rüzgâr Hz.
Süleyman'ın direktifi ile belirli bir bölgeye (Enbiya suresinde
bildirildiğine göre "Kutsal Topraklar"a) doğru bir ay süreyle esiyor, sonra
yine bir ay zarfında geri geliyor. Rüzgâr sabahleyin esmeye başlıyor ve bir
akşam vakti geri dönüşünü noktalıyor. Bir sabah vakti başlayan bu esmenin
bir akşam vakti sona ermesi belirli bir amacı gerçekleştirmek için oluyor.
Bu amacı Hz. Süleyman kavrıyor ve yüce Allah'ın emri uyarcınca onu
gerçekleştiriyor. Bu açıklamaya başka bir söz ekleyemeyiz. Eğer konuşmaya
devam edersek hiçbir söz bir kurala bağlı olmayan, hiçbir incelemenin
süzgecinden geçmemiş olan masallara dalmış oluruz. Devam edelim:
"Onun için erimiş bakırı su gibi akıttık."
Ayette geçen "Kıtr" sözcüğü "bakır" anlamına gelir.
Ayetlerin akışından anladığımıza göre bu olay, Hz. Davud'un avucunda demirin
yumuşatılması gibi, olağanüstü bir olaydır, bir mucizedir. Acaba nasıl
geçekleşti? Yüce Allah, belki yeraltında bulunan bir erimiş bakır
birikintisini patlayan bir volkanın lâvları olarak yeryüzüne çıkarmıştır. Ya
da Hz. Süleyman'a ilham yolu ile bakırı nasıl eriteceğini nasıl sıvılaştırıp
döküme ve işlemeye elverişli hale getireceğini öğretmiştir ki, bu da hiç
kuşkusuz, yüce Allah'ın Hz. Süleyman'a bağışladığı büyük bir ayrıcalık
anlamına gelir. Ayeti okumaya devam edelim:
"Rabb'inin izni ile yanında çalışan bazı cinleri de
buyruğuna sunmuştuk." Bunların yanı sıra Hz. Süleyman'ın buyruğuna bazı
cinler de verilmişti. Bunlar yüce Allah'ın izni ile Hz. Süleyman'ın buyruğu
altında çalışıyorlardı. Ayetin orjinalinde geçen "cm" sözcüğü "insan'ın
göremediği, örtülü varlık" anlamına gelir. Bu arada yüce Allah'ın "cin"
adını verdiği bir canlı yaratık türü vardır. Bu cinler hakkında yüce
Allah'ın verdiği bilgi dışında hiçbir şey bilmiyoruz. Burada bize bu
varlıklardan oluşan bir grubu Hz. Süleyman'ın emrine verdiğini bildiriyor.
Aralarından biri eğer Allah'ın emrine karşı çıkarsa O'nun azabı yakasına
yapışır. Okuyoruz:
"Bu cinlerden buyruğumuzun dışına çıkanlara kızgın
alevli ateşin azabını tattırırız."
Bu cümle, cinlerin Hz. Süleyman'ın buyruğuna
sunuluşu hikâyesi tamamlanmadan, araya sıkıştırılan bir değerlendirme
cümlesidir. Bu cümlenin bu şekilde araya konmasının sebebi belki de
cinlerin, yüce Allah'ın emri altında olan varlıklar olduklarını
vurgulamaktır. Çünkü bazı müşrikler, Allah ı bir yana bırakarak onlara
tapıyor, onları ilâhlaştırıyorlardı. Oysa bu cümlenin verdiği bilgiden
öğreniyoruz ki, cinler yüce Allah'ın emri altındadırlar ve O'nun emrinden
sapınca, tıpkı onlara tapan müşrikler gibi azaba çarpılırlar.
İşte bu cinler Hz. Süleyman'ın buyruğuna
sunulmuşlardır. Okuyalım:
"Onlara Süleyman'a, isteği uyarınca mabetler,
heykeller, havuz gibi geniş çanaklar ve yerlerinden kımıldatılamaz koca
kazanlar yaparlardı."
Önce a etin orjinalinde kullanılan aşağıdaki
kelimelerin anlamlarını irdeleyelim: "Meharib', "ibadet yerleri, mabetler"
demektir. "Temasil" "bakırdan, ağaçtan, ya da başka nesnelerden yontulmuş
heykeller" demektir. Cevabi kelimesinin tekili olan "Cabiye" sözcüğü "içinde
su toplanan havuz" demektir. Cinler Hz. Süleyman'a havuzları andırır
irilikte geniş yemek çanakları yaparlardı. Bunların yanı sıra O'na öyle koca
yemek kazanları yaparlardı ki, bunları çok ağır oldukları için hiç kimse
yerlerinden oynatamazdı.
Bu işler Hz. Süleyman'ın cinlere yaptırdığı işlerin
bazı örnekleridir. O yüce Allah'ın buyruğuna sunduğu bu yaratıkları Allah'ın
izni ile dilediği gibi çalıştırabiliyordu. Hz. Süleyman hakkında bize
anlatılan bütün bu olaylar, olağanüstü olaylardır, onların içyüzünü
kavramamız ya da nasıl gerçekleştiklerini açıklamamız mümkün değildir. Bu
konuda yapabileceğimiz tek açıklama söz konusu olayların doğrudan doğruya
Allah'ın eseri olan birer "harika" olay olduklarıdır. Bu konuda
yapabileceğimiz tek ve net açıklama budur.
Bu ayet, Davudoğulları'na yönelik bir seslenişle
sona eriyor. Okuyalım:
"Ey Davudoğulları, şükrediniz."
Yani "Atalarınız Hz. Davud'un ve Hz. Süleyman'ın
kişiliklerinde bunca varlığı ve olağanüstü olayı buyruğunuza sunduk. Öyleyse
ey Davudoğulları, yaptığınız işleri, Allah'a şükür ifadesi olarak yapınız.
Yoksa buyruğunuza sunulan olağanüstü imkânlara güvenerek övünmeyiniz,
büyüklük taslamayınız. İyi amel, yüce Allah'a şükretmenin en iyi
göstergesidir. Devam ediyoruz:
"Kullarım içinde şükredenler pek azdır."
Bu cümle hem açıklama hem yönlendirme hem de acı
güden bir değerlendirme cümlesidir. Kur'an'da, hikâyelere ilişkin
değerlendirme yapan bu tür cümlelere sık sık rastlarız. Bu cümle bir yandan
yüce Allah'ın bağışının ve nimetinin büyüklüğünü dile getiriyor. Öyle ki, bu
bağışların ve nimetlerin şükrünü yerine getirebilenlerin sayısı az oluyor.
Öte yandan da yüce Allah'ın bağışı ve nimetleri karşısında kulların
şükretmekte ne kadar ihmalkâr davrandıklarını ortaya koyuyor. Kullar ne
kadar çok şükretseler bile, şükür borçlarını yeterince yerine getiremezler,
buna güçleri yetmez. Bir de onların şükür borcunu umursamadıklarını, daha
baştan ciddiye almadıklarını düşünelim. O zaman acaba durum nice olur?
Yüce Allah'ın sınırsız nimetlerine karşı "insan"
denen gücü sınırlı varlık ne kadar şükredebilir? Eğer siz yüce Allah'ın
nimetlerini saymaya kalkışsanız, onları bitiremezsiniz. Bu nimetler insanı
başının üstünden, ayaklarının altından, sağından ve solundan sarmış, her
yanından kuşatmıştır. İnsanın kendisi bu nimetler denizinde kaybolmuş, o
denizden taşan bir damladır. Başka bir deyimle insanın kendisi bu hesaba
sığmaz nimetlerden biridir.
Bir gün bir grup arkadaşla oturmuş, konuşuyorduk,
fikir alış-verişi yapıyor, biribirimize cevap yetiştiriyorduk. Aklımıza
gelen her şeyi söylüyorduk. Bir ara baktık ki, küçük kedimiz "susu"
etrafımızda dolanıp duruyor. Belli ki, bir şey arıyor. Sanki bizden
kendisine bir şey vermemizi isteyecek gibi bize bakıyor, ama ne o istediğini
bize söyleyebiliyor ve nede biz yaptığı hareketlerden bu isteğinin ne
olduğunu anlayabiliyoruz. Sonunda Allah, zavallı hayvanın su istediğini
aklımıza getirdi. Gerçekten hayvanın derdi buymuş, zavallı çok susamıştı.
Çok susamıştı, ama bunu ne söyleyebiliyor ve ne de işaret yolu ile
anlatabiliyordu. O zaman yüce Allah'ın biz insanlara yönelik bir nimetini
fark ettik.
Konuşma, söz söyleyebilme, kavrama ve önlem alabilme
nimeti idi bu. O anda içimiz şükür duyguları ile dolup taştı. Ama bizim
şükrümüzün O bol nimetlere karşı ne anlamı var ki!
Hapiste uzun bir süre güneş yüzü görmekten yoksun
bırakılmıştık. Bazen bozuk para çapında bir güneş ışını demeti hücremize
sızabiliyordu. O zaman bu bir demetlik güneşten yararlanmak için bütün hücre
arkadaşları sıraya girerdik. Sırası gelenimiz bu ışın demetinin karşısına
durur, onu yüzünün, ellerinin, göğsünün, sırtının, karnının, ayaklarının
üzerinde yapabildiği kadar gezdirirdi. Sonra yerini bu nimetten mümkün
olduğu kadar, yararlansın diye sıradaki kardeşimize verirdi. İşte bu
mahrumiyet döneminin sonunda ilk güneşe kavuştuğumuz günü hiç unutamıyorum.
Daha doğrusu arkadaşlarımızdan birinin o gün yüzünde okuduğum, uçarı
hareketlerinde gözlediğim, coşkun sevinci hiç aklımdan çıkmıyor. Adam
neşesinden uçacak gibi idi. Bu arada derin bïr nefes aldıktan sonra çığlık
gibi bir sesle şunları söylemişti; "Allah! Aha, işte güneş! Rabb'imizin
güneşi doğuşunu sürdürüyor. Elhamdülillah!"
Güneşlenirken, güneş banyosu yaparken vücudumuzun bu
ışınlardan ne kadarını emdiğini hiç düşündük mü? Yüce Allah'ın nimet
denizinde yüzdüğümüzün, bu denizin derinliklerine gömüldüğümüzün farkında
mıyız? Bu yaygın, her yanı saran, parasız, pulsuz, emeksiz, çabasız,
sıkıntısız nimete karşılık acaba ne kadar şükrediyoruz?
Eğer yüce Allah'ın nimetlerini bu şekilde gözden
geçirmeye devam edersek ömrümüz biter, gücümüz tükenir, fakat yine bu uğurdu
fazla bir yol alamayız. İyisi mi, Kur'an'ın işaret etme ve dolaylı anlatım
yöntemi uyarınca bu uyarıcı işareti yapmakla yetinelim. Kalplerin bu işareti
irdeleyerek onun izinden gitmesini bekleyelim, şükür nimetinden aldığı pay
kadar bu yolda adım atmasını dileyelim. Çünkü şükür de başlı başına bir
ilâhi nimettir. İnsanın bu nimeti elde edebilmesi için tüm samimiyeti ve
arınmış kalbi ile Allah'a yönelerek onu hakketmesi gerekir.
Kur'an ayetlerini okumaya devam ederek hikâyenin son
sahnesine geliyoruz. Bu sahne Hz. Süleyman'ın ölüm sahnesidir. Oysa emri
altındaki cin'ler efendilerinin öldüğünden habersiz O'nun buyurduğu ağır
işleri yapmaya devam ettiriyorlar. Sonunda Hz. Süleyman'ın dayandığı değneği
kemiren bir tahta kurdu olay fark etmelerini sağlıyor. Çünkü değnek aşınınca
Hz. Süleyman'ın cansız vücudu yere yığılıyor ve bunu gören cin'ler O'nun
öldüğünü anlıyorlar. Okuyoruz:
14- Süleyman'ın
canını aldığımızda ancak değneğini kemiren bir kurt onun öldüğünü cinlere
fark ettirdi. Onun ölüsü yere düşünce belli oldu ki, eğer cin'ler gaybı
bilselerdi, o onur kırıcı angaryaların sıkıntısını çekmeye devam etmezlerdi.
Rivayete göre Hz. Süleyman can verdiğinde elindeki
değneğe dayanmış ayakta duruyordu. Son derece ağır işlere koşmuş olduğu
cin'ler ise öteye-beriye koşuşuyor, bu ağır işlerini yapıyorlardı. Hiçbiri
efendilerinin öldüğünü fark etmemişti. Bu arada bir böcek söylendiğine göre
bir tahta kurdu çıkageldi. Bu böcek ağaçları kemirerek besinini sağlar.
Yaşadığı yörelerde evlerin çatılarını, kapılarını ve direklerini oburcu bir
iştahla aşındırır. Bu yüzden Mısır'ın bazı bölgelerindeki köylerde halk,
evlerini yaparken kereste kullanmaktan kaçınır. Çünkü bu böceğin ağaç
türünden olan bütün yapı bölümlerini kemirip yok edeceğini iyi bilirler.
İşte bu böcek tarafından kemirilen Hz. Süleyman'ın
değneği aşınınca ölü vücudu yere yığılıverdi. Ancak o zaman cin'ler O'nun
öldüğünü anlayabildiler. Yukarıdaki ayetin o bölümünü bir daha okuyalım.
"Onun ölüsü yere düşünce belli oldu ki, eğer cin'ler
gaybı bilselerdi, o onur kırıcı angaryaların sıkıntısını çekmeye devam
etmezlerdi."
İşte bazı müşriklerin taptıkları cin'ler bunlardı.
Görüldüğü gibi bunlar, yüce Allah'ın kullarından birinin buyruğu altında
çalışıyorlar ve bunun yanı sıra "yakın" gaybın bilgisinden bile
yoksundurlar. Oysa sözü edilen müşrikler onlardan "uzak" gayblere ilişkin
bilgi edinebileceklerini umuyorlardı!
SEBE HALKININ
HİKÂYESİ
Davudoğullarına ilişkin hikâyede yüce Allah'a
inanmanın, O'nun bağışlarına şükretmenin ve nimetlerini yerinde kullanmanın
sayfası sunuluyor. Bu sayfanın karşı yüzünde ise Sebe halkının sayfası yer
alır. Neml suresinde Hz. Süleyman ile Sebe kraliçesi arasında geçen olaylar
anlatılmıştı. Burada Sebelilerin, Hz. Süleyman hikâyesini izleyen maceraları
sunuluyor. Bundan anlıyoruz ki, burada anlatılan olaylar Hz. Süleyman ile
kraliçenin arasındaki maceradan sonra meydana gelmişlerdir.
Bu varsayımımızın dayanağı şudur: Sebe halkına
ilişkin hikâyenin burada anlatılan bölümünde adamların sahip oldukları
nimetler yüzünden şımarmaları, bu yüzden ellerindeki nimetlerin kayboluşu,
arkasından birliklerinin bozuluşu ve parçalanıp öteye-beriye dağılmaları
gündeme gelmektedir. Oysa bu adamlar, Neml suresinde bize tanıtılan ve Hz.
Süleyman ile arasındaki ilişkilere yer verilen kraliçeleri zamanında güçlü
bir devletleri ve son derece mutlu bir hayatları vardı. Bunun böyle olduğunu
kraliçenin ülkesinden döndüğünde gördüklerini anlatan Hudhudun Neml
suresinde okuduğumuz şu sözlerinden anlıyoruz.
"Ben o yörenin halkını yöneten bir kadınla
karşılaştım. Allah ona her şeyi vermiş, görkemli bir tahtı var.
"Onun ve soydaşlarının Allah'ı bir yana bırakarak
güneşe secde ettiklerini gördüm" (Neml suresi, 23-24)
Bilindiği gibi sonra bu kraliçe Hz. Süleyman'la
buluşarak alemlerin Rabbine teslim olmuştu. İşte burada anlatılan hikâyenin
olayları, kraliçenin Allah'a teslim oluşundan sonra meydana gelmişti. Bu
hikâyede bize, yüce Allah'ın bağışladığı nimetlere karşı şükür görevlerini
yerine getirmekten kaçman Sebelilerin başlarına neler geldiğini öğreniyoruz.
Hikâyenin başında Sebe halkının içinde yüzdüğü
bolluğu, refahı ve mutluluğu anlatılıyor, bunun arkasından kendilerine bunca
bol nimetler veren yüce Allah'a şükretmelerinin gereği vurgulanıyor.
Okuyoruz.
15- Gerçekten bir
vadinin sağında ve solunda uzayan iki ovadan oluşmuş Sebe yurdundan alınacak
ibret dersi vardır. Onlara `Rabb'inizin verdiği rızıkları yiyiniz ve O'na
şükrediniz, işte size güzel bir ülke ve bağışlayıcı bir Rabb" dendi.
"Sebe" vaktiyle Güney Yemende yaşamış bir toplumun
adıdır. Bunların yurtları son derece verimli topraklardan oluşmuştu. Bu
topraklar üzerinde kurulan uygarlığın bazı izleri günümüze kadar ayakta
kalabilmiştir. Sebeliler uygarlıkta ileri bir düzeye ulaşmışlardı. Öyle ki,
güney ve doğu taraflarım saran denizden gelen bol yağmur sularını denetim
altına almayı başarmışlar, bu amaçla doğal bir baraj yapmışlardı. Bu barajın
iki yanında iki dağ yükseliyordu. Barajın önüne ördükleri surlarda açılıp
kapanabilen kapaklar yapmışlardı. Baraj duvarının ardında büyük miktarda su
biriktirmişlerdi ve bu suyu gerektiği şekilde kullanıyorlardı. Başka bir
deyimle son derece büyük bir su kaynağına sahiptiler. Bu baraj "Merib
barajı" adı ile anılıyordu.
Ayette geçen "vadinin sağında ve solunda uzayan iki
ova" toprak verimliliğinin, bolluğun, refahın ve göz alıcı hayat
standardının simgesidir. Bu yüzden bu bol nimetleri bağışlayan yüce Allah'ı
hatırlatan bir kanıt olarak algılanması istenmiştir. Nitekim Sebe'lilere
yüce Allah'ın verdiği rızıklardan yararlanırken O'na şükretmeleri
emredilmiştir. Okuyoruz:
"Rabb'inizin verdiği rızıkları yiyiniz ve O'na
şükrediniz."
Onlara yüce Allah'ın nimetleri hatırlatılıyor.
Akıllarına ilk gelecek nimet verimli ve güzel yurtları idi. Oysa bunun da
üzerinde şükür görevlerinde yaptıkları ihmalkârlıkları bağışlama ve
kötülüklerine göz yumma nimeti gelir. Okuyoruz:
"İşte size güzel bir ülke ve bağışlayıcı bir Rabb."
Bolluk ve refah biçiminde somutlaşan yeryüzüne dönük
cömertlik ile bağışlama, kötülükleri görmezlikten gelme biçiminde ifadesini
bulan "gökyüzü cömertliği"ne bir arada kavuşmuşlardır. Öyleyse yüce Allah'ı
övmelerine, O'na şükretmelerine ne engel olabilir ki? Fakat onlar ne Allah a
şükrediyorlar, ne da verdiği nimetleri hatırlıyorlar. Okuyoruz:
16- Fakat onlar bu
buyruğa sırt çevirdiler. Bu yüzden üzerlerine Arim selini göndererek o
verimli ovalarını dikenli, kuru çalılıklı ve az sayıda sedir ağaçlı iki
çorak ovaya dönüştürdük.
Adamlar yüce Allah'a hamd etme, iyi amel işleme ve
Allah'ın nimetlerini iyiye kullanma görevlerine sırt çevirdiler. Bu yüzden
yüce Allah, içinde yüzdükleri göz alıcı refahı ellerinden aldı. Üzerlerine
son derece yıkıcı "Arım" selini gönderdi. Kayaları önünde sürükleyen bu
korkunç sel kurdukları barajı yıktı. Bunun üzerine büyük bir taşkın meydana
geldi, seller her yanı silip süpürdü. Artık adamların elinde suları
biriktirme imkânı kalmamıştı. Bu yüzden ortalık susuzluktan kurudu, kavruk
yangın yerine benzedi. O güzelim bahçeler, üzerinde tek tük bir kaç ağaçtan,
bir kaç kuru çalıdan başka bir yeşillik bulunmayan bir çöle dönüştü.
Okuyalım:
"O verimli ovalarını dikenli, kuru çalılıklı ve az
sayıda sedir ağaçla iki çorak ovaya dönüştürdük."
Ayetin orjinalinde geçen "Hamd" sözcüğü "erik ağacı,
ya da her tür dikenli ağaç"; "Esl" kelimesi "Ilgın ağacına benzeyen bir çalı
türü" ve "Sidr" sözcüğü ise "Arabistan kirazı" anlamını verir. Bu sonuncu
ağaç türü, selden ve yıkımdan sonra Sebe'lilerin elinde kalan en işe yarar
doğal üründü. Fakat çöle dönüşmüş topraklarında bu ağaç türüne artık pek
seyrek rastlanabiliyordu. Ayetleri okumayı sürdürüyoruz:
17- Yaptıkları
nankörlükten ötürü onları işte böyle cezalandırdık. Biz nankörden başkasını
hiç cezalandırır mıyız ki?
Ayetin orjinalinde yaralan "keferu" sözcüğü en akla
yakın yoruma göre "nimeti görmezlikten gelmek, nankörlük etmek" anlamına
gelir.
Sebeliler bu sıralarda yine evlerinde-barklarında
oturuyorlardı. Gerçi artık yoksullaşmışlardı, eski göz kamaştırıcı
bolluklarının ve mutluluklarının yerini yokluklar ve sıkıntılar almıştı.
Fakat bir arada yaşıyorlardı, henüz toplumları dağılmamıştı. Ayrıca
yurtlarını kuzeylerindeki kutsal kentlere, yani Arap yarımadasındaki Mekke
ile Şam yöresindeki Kudüs'e bağlayan uygarlık düzeyleri halâ ayakta idi.
Kuzeylerinde yer alan Yemen kenti, sözünü ettiğimiz kutsal kentlerle
bağlantılı, bayındır bir kent olduğu gibi bu uygarlık merkezleri arasında
gidişi-gelişi sağlayan yol bakımlı, işlek ve güvenli idi. Ayeti okuyalım:
18- Onların yurtları
ile kutsal kentler arasına, birinden bakınca öbürü görünebilen kısa aralıklı
kentler serpiştirerek konaktan konağa mesafeleri ölçülebilir bir yolculuk
yapmalarını sağladık. Onlara "Bu yol boyunca hem geceleyin hem de gündüzün
güven içinde yolculuk yapın" dedik.
Elimizdeki bazı bilgilere göre köyün birinden
sabahleyin yola çıkan birisi karanlık basmadan bir sonraki köye
ulaşabiliyordu. Yani bu yöredeki yolculuk belirli mesafelere bölünmüş,
güvenli bir yolculuktu. Ayrıca konaklama yerleri arasındaki mesafeler kısa
olduğu için yol sıkıntısı çekilmiyordu.
Fakat Sebe'liler zamanla daha da kötüleştiler. Yüce
Allah'ın ilk uyarısı onlara faydalı olmadı. Kendilerine gelip yüce Allah'a
yalvarmaya, ellerinden giden eski mutluluklarını geri vermesini dilemeye
yönelmediler. Tersine aptallıklarını ve cahilliklerini belgeleyen şu duayı
seslendirdiler. Önce ayetin tümünü okuyoruz:
19- Fakat onlar "Ey
Rabb'imiz, seferlerimizi uzun aralıklı yap" diyerek kendilerine yazık
ettiler. Bunun üzerine onları dillere düşürdük, toplumlarını parçalayarak
öteye-beriye dağıttık. Hiç kuşkusuz sabırlıların ve şükredenlerin bu
olaylardan çıkaracakları bir çok dersler vardır.
Evet, şimdi ayetin başına dönelim:
"Fakat onlar `Ey Rabb'imiz, seferlerimizi uzun
aralıklı yap' dediler." Görüldüğü gibi yakın konaklarla biribirine bağlı
kısa aralıklı yolculuklar yerine yılda ancak bir kaç tanesi yapılabilecek
olan uzun aralıklı, uzak konaklamalı yolculuklar istiyorlar. Anlaşılan kısa
aralıklı yolculuklar "seyahat" zevklerini tatmin etmiyor! Bu istek ne kadar
şımardıklarını, kendilerine nasıl yanık etmeye kıyabildiklerini gösteriyor.
Okuyoruz:
"Böylece kendilerine yazık ettiler."
Duaları kabul edildi. Ama şımarıklıklarına yaraşır
bir biçimde. Okuyalım:
"Bunun üzerine onları dillere düşürdük, toplumlarını
parçalayarak öteye beriye dağıttık."
Göçler yolu ile parçalandılar. Rüzgârda savrulan
saman yığını gibi Arap yarımadasının çeşitli yörelerine dağıldılar. Artık
dilden dile dolaşan söylentilere karışmışlar ve heyecanla anlatılan
şaşırtıcı hikâyelerin konusu olmuşlardı. Oysa bir zamanlar somut varlığı
olan, canlı ve dinamik bir millet idiler. Devam edelim:
"Hiç kuşkusuz sabırlıların ve şükredenlerin bu
olaylardan çıkaracakları bir çok dersler vardır."
Sabır ile şükür yan yana getirilmiş. Yani
sıkıntılara karşı "sabır" ve bolluk sırasında "şükür" Sebe'lilerin
hikâyesinde hem sıkıntılara karşı sabredenlerin ve hem de bolluk sırasında
şükredenlerin alacakları dersler vardır.
Bu ayet bu şekilde yorumlanabileceği gibi şu şekilde
de yorumlanabilir. Bu ikinci yoruma bağlı olarak yukarda okuduğumuz "Onların
yurtları ile kutsal kentler arasına birinden bakınca öbürü görülebilen
kentler serpiştirdik" ayetindeki "birinden bakınca öbürü görülebilen"
deyiminin anlamı "çevrelerine karşı üstünlük sağlamış güçlü kentler"
olabilir. Bu güçlü kentlerin komşusu olan Sebe'lilerin yurdu ise o sırada
yoksul düşmüş, kupkuru bir çöle dönüşmüştü. Bu yüzden hayvanlarını
otlatabilecekleri, sulak yerler aramaya koyuldular. Günlerini, hayatlarını
hep bu "arama"lar uğruna harcıyorlardı. Bu sıkıntılı hayata dayanamadılar.
Yüce Allah'ın bu sınavına katlanamadılar. Bu yüzden "Ey Rabb'imiz
seferlerimizi uzun aralıklı yap" yani "Ey Rabb'imiz artık yorgun düştük,
seferlerimizin sayısını azalt" diye dua ettiler. Fakat dualarının kabul
edilmesini hakkettirecek şekilde Allah'a bağlanmamışlar, emirlerine
sarılmamışlardı. Vaktiyle bolluk yüzünden şımardıkları gibi şimdi de
sıkıntılar karşısında sabırsız davranıyorlardı. Bu yüzden yüce Allah, onlara
hakkettikleri karşılığı verdi. Toplumlarını parçalayarak öteye-beriye
dağıttı. O göz alıcı uygarlıklarından geriye sadece bir takım harabeler,
dilden dile gezen söylentiler ve halk arasında anlatılan hikâyeler kaldı.
Buna göre ayetin sonunda yer alan "Hiç kuşkusuz sabırlıların ve
şükredenlerin bu olaylardan alacakları dersler vardır" şeklindeki
değerlendirme cümlesi adamların nimetlere karşı az şükretme1erini ve
sıkıntılar karşısındaki sabırsızlıklarını vurgulayan, konu ile uyumlu bir
yorum olur. Bana göre bu ayet böyle de açıklanabilir. Tabii ki, ne demek
istediğini tek bilen, yüce Allah'dır.
ALLAHIN DEĞİŞMEZ
YASASI
Sebe'lilere ilişkin hikâyenin sonunda hikâyenin
sınırlı çerçevesi aşılarak genel kapsamlı ilâhi tasarının değişmez yasaları
ile yüzyüze geliyoruz. Burada bize hikâyenin tümünden süzülen hikmet,
hikâyenin olaylarında ve bu olayların arkasında saklı duran ilâhi plan ve
tasarı açıklanıyor. Okuyoruz.
20- Şeytan, onlara
ilişkin beklentisini gerçekleştirmiş ve bir grup mü'min dışında hepsi ona
uymuştu.
21- Aslında şeytanın
onlar üzerinde hiçbir nüfuzu, hiçbir yaptırım gücü yoktu. Ama biz ahirete
inananları, o konuda kuşku içinde olanlardan ayırd etmek istedik. Her şey,
senin Rabb'inin gözetimi altındadır.
Acaba Sebe'liler neden bu yolu izlediler de sonunda
böyle bir akıbetle yüzyüze gelmeyi hakkettiler. Çünkü şeytan onları
ayartabileceğine ilişkin tahmininde haklı çıkarak onları doğru yoldan
çıkarmayı başardı. Okuyoruz:
"Şeytan onlara ilişkin beklentisini gerçekleştirmiş
ve bir grup mü'min dışında hepsi ona uymuştu."
Normal olarak her toplumda aynı şey olur. Yani
şeytana uymuş her toplumda şeytan'ın kışkırtmalarına karşı kararlılıkla
direnen küçük bir grup bulunur. Bu küçük grup herkese şunu kanıtlar. Ortada
değişmez bir gerçek vardır. Onu arayan tanır. Onu bulmak, ona sarılmak
isteyen kimse, şartlar ne kadar ağır olursa olsun, onu bulabilir.
Ayrıca şu gerçeği akıldan çıkarmamak gerekir:
Şeytan'ın bu adamlar üzerinde karşı konulmaz, bir yaptırım gücü, önünde
durulmaz bir nüfuzu yoktur. Onlar onun iradesi karşısında eli-kolu bağlı
tutsaklar değildirler. Gerçi şeytan'a, onları ayartma izni verilmiştir.
Bunun hikmeti şudur: Gerçeğe bağlı olanlar bu bağlılıklarını sürdürsünler,
buna karşılık gerçeği istemeyenlerin, onu bulmak için çaba harcamayanların
ayakları kaysın. Başka bir deyimle "Kimlerin ahirete inandıkları" kimler
imanları aracılığı ile sapık yola düşmekten korundukları meydana çıksın. Bu
kimseler "Ahiret konusunda kuşku içinde olanlardan" ayırd edilsin. Ahirete
kesinlikle inananlar ile bu konuda tereddüt içinde bocalayanlar, şeytan'ın
kışkırtmalarına pas verenler, yüce Allah'ın gözetimi altında olduklarını
bilmeyenler ve ahiret gününün beklentisi içinde olmayanlar biribirine
karışmasınlar.
Yüce Allah, olup biten her gelişmeyi, bu gelişmeler
daha ortaya çıkmadan, insan gözü ile görülmeden önce bilir. Fakat olayların
ve davranışların karşılıkları, bu olayların ve davranışların somut olarak
insanların dünyasına yansımalarına bağlıdır. Bu engin ve açık alanda yüce
Allah'ın olayları ve gelişmeleri planlayıp yönlendiren iradesinin alanı ile
şeytan'ın insanları ayartma alanı yer alır. Fakat bu alandaki şeytan'ın
yetkisi sınırlıdır, onun insanlar üzerinde karşı durulmaz, baş edilmez bir
otoritesi yoktur. Ona insanları ayartma yetkisinin tanınması, yüce Allah'ın
bilgisinde saklı olan akıbetlerin ve sonuçların pratikler dünyasında ortaya
çıkması içindir. Bu geniş alanda Sebe'lilerin hikâyesi ile her zaman ve her
yerde yaşayan bütün toplumların hikâyeleri bütünleşir. Buna göre ayetin
metnin çerçevesi ve sonunda yer alan değerlendirme cümlesinin kapsamı da
genişlik kazanır. Başka bir deyimle bu değerlendirme, sadece Sebelileri
ilgilendiren, özel bir yorum olmaktan çıkarak bütün insanlığın durumunu
anlatmaya elverişli bir açıklama niteliği kazanır. Evet, okuduğumuz hikâye
şeytana uyup yoldan çıkma ile doğru yolu bulmanın, bu iki olgunun her zaman
ve her yerdeki sebeplerinin, sonuçlarının, şartlarının ve amaçlarının
hikâyesidir. Devam ediyorum:
"Her şey senin Rabb'inin gözetimi altındadır."
Hiçbir şey gözden kaçmaz, kayıplara karışmaz. Hiçbir
şey ihmale uğramaz, göz ardı edilmez.
Görüldüğü gibi surenin bu ikinci "aşama"sı, tıpkı
ilk "aşama"sı gibi ahiretten söz ederek, yüce Allah'ın bilgisini ve yoğun
gözetimini vurgulayarak sona eriyor. Bu iki konu zaten surenin tümünün
ağırlık verdiği, özenle tekrarladığı konulardır.
Surenin bu "aşama"sını Allah'a ortak koşma ve O'nun
birliğini onaylama konuları üzerine düzenlenmiş kısa bir gezi oluşturur.
Gezi kısadır, ama insan kalbini evrenin tüm alanlarında dolaştırır. Bu
gezide insan kalbi, evrenin görünen ve görünmeyen bölümlerini, algılanabilir
kesimleri ile "gayb" alemini oluşturan kuytuluklarını, göklerini ve
yeryüzünü, dünyasını ve ahiretini izleme fırsatını bulur. İnsan kalbi, bu
gezi sırasında, eklemleri titreten, yüce Allah'ın ululuğu karşısında onları
kendinden geçirten korkunç tablolar önünde durdurulur. Bunun yanı sıra insan
rızkının, insan kazancının, ahiret hesaplaşmasının, hesaplaşma sonundaki
ödülün ve cezanın mahiyetlerini açıklayan uyarıcı tablolar önünden
geçirilir. Kimi zaman kendini büyük kalabalıklara karışmış bulurken kimi
zamanda tek başına, yapayalnız, kimsesiz ve herkesten ayrı düşürülmüş
durumda kalır. Bütün bu tablolarda frekans yüksek, cümleler kısa ve kesin,
mizrap darbeleri serttir; bu cümlelerin ilk sözcüklerini oluşturan "de ki,
de ki, de ki," sözcükleri inkârcıların beynine balyoz gibi iner, kanıtlarını
dobra dobra haykırır, mesajlarını son derece güçlü ve etkili bir
çarpıcılıkla yüzlere vurur.
DOKUNAKLI BİR
GEZİNTİ
22- Müşriklere de
ki; "Allah dışında ilâh olduklarını sandığınız putları imdada çağırınız
bakalım. Onlar ne göklerde ve ne de yeryüzünde zerre kadar bir şeye sahip
değildirler. Gökler ile yeryüzü üzerinde hiçbir ortaklıkları olmadığı gibi
onların hiçbiri Allah'ın yardımcın da değildir. "
Burada gökleri ve yeryüzünü kapsamına alan geniş
alanlı bir meydan okuma ile karşı karşıyayız. Cümle cümle okuyalım:
"Müşriklere de ki; `Allah dışında ilâh olduklarını
sandığınız putları imdada çağırınız' bakalım."
Onları çağrınız da gelsinler. Gelsinler de
söylesinler bakalım, göklerde ve yeryüzünde önemli ya da önemsiz neyin
sahibidirler? Ya da bu soruya onlar yerine siz cevaplandırın. Devam
ediyoruz:
"Onlar ne göklerde ve ne de yeryüzünde zerre kadar
bir şeye sahip değildirler."
Bu düzmece ilâhların göklerde ve yeryüzündeki en
küçük bir şeyin mülkiyetini iddia etmeleri mümkün değildir. Çünkü herhangi
bir şeyin sahibi o şeyi istediği gibi kullanır. Peki bu düzmece ilâhların
yüce Allah'ın mülkiyeti dışında kalan bir şeyleri var mı? Bu uçsuz-bucaksız
evrende hangi nesneyi bir mülkiyet sahibinin rahatlığı ile serbestçe
kullanabilirler?
Bu düzmece ilâhların yerde ve göklerde zerre kadar
ortaksız bir mülkleri olmadığı gibi ortak sıfatı ile de hiçbir mülkleri
yoktur. Okuyoruz:
"Gökler ile yeryüzü üzerinde hiçbir ortaklıkları
yoktur."
Yüce Allah hiçbir konuda bunlardan yardım almaz.
Çünkü O'nun hiç kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Okuyoruz:
"Bunların hiçbiri Allah'ın yardımcısı da değildir"
Anlaşılan ayetin bu cümlesinde yüce Allah'a koşulan
düzmece ortakların belirli bir türüne değiniliyor. Bu "belirli tür"
meleklerdir. Bilindiği gibi Araplar melekleri, yüce Allah'ın kızları
sayarlar ve O'nun katında kendilerine aracılık yapacaklarını ileri
sürerlerdi. Belki de onlar "Biz onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar
diye tapıyoruz" diyenler arasındaydılar. (Zümer Suresi, 3) Bundan dolayı bir
sonraki ayette meleklerin onlara aracılık edeceği şeklindeki beklentileri
kesinlikle reddediliyor. Bu red açıklaması yüce Allah'ın huzurunda tüyler
ürpertici bir sahnede yapılıyor. Okuyalım:
23- Allah katında
O'nun izin verdiği kimseler dışında hiç kimse şefaat, aracılık edemez. Bu
konuda izin bekleyenlerin yüreklerini ürperten korku yatıştırılınca
biribirlerine "Rabb'iniz ne dedi?" diye sorarlar. Cevap verenler "O gerçeği
söyledi, O yüce ve büyüktür" derler.
Evet, ayetin baş
tarafını bir daha okuyalım:
"Allah katında O'nun izin verdiği kimseler dışında
hiç kimse şefaat, aracılık edemez."
Demek ki, aracılık (şefaat) yüce Allah'ın iznine
bağlıdır. Yüce Allah da kendisine inanmayanlara, O'nun merhametine lâyık
olmayanlara aracılık edilmesine izin vermez. Müşrikleri ise kendileri
hakkında ilke olarak aracılık izni verilmeye lâyık değildirler. Buna göre
böyle bir izin ne meleklere ve ne de diğer aracılık edebilecek kimselere
verilmez.
Sonra aracılık olayının gerçekleştiği sahne tasvir
edilir. Bu sahne tüyleri diken diken edecek derecede korkunçtur. Okuyoruz:
"Bu konuda izin bekleyenlerin yüreklerini ürperten
korku yatıştırılınca biribirlerine `Rabb'iniz ne dedi?' diye sorarlar. Cevap
verenler `O gerçeği söyledi O yüce ve büyüktür' derler."
Bu sahne "zor gün"ün, yani kıyamet günün
sahnelerinden biridir. Burada kalabalıklar ayakta dikiliyor. Gerek aracılar
ve gerekse aracılardan medet umanlar aracılık etmeye lâyık görülenlere yüce
Allah tarafından izin verilmesini bekliyorlar. Bekleme suresi uzuyor. Süre
uzadıkça bekleyenlerin sabrı daralıyor. Yüzler endişeli ve gergindir. Hiç
kimseden çıt çıkmaz. "Acaba yüce Allah bana izin verecek mi?" beklentisinin
heyecanı ile çarpan kalpler yuvalarından fırlayacak gibidirler.
Bu arada yüce Allah'ın korkunç buyruğu duyulur.
Bunun üzerine hem aracılık yetkisi isteyenler ve hem de aracılıktan medet
umanlar titreme nöbetine tutulurlar. Kavrama yetenekleri işlemez olur.
Fakat;
"Bu konuda izin bekleyenlerin yüreklerini ürperten
korku yatıştırılınca" Kapıldıkları korku hafifleyince ve tutuldukları
titreme nöbeti geçince; "Biribirlerine `Rabb'iniz ne dedi?' diye sorarlar."
Bu soruyu biribirlerine sorarlar. Belki de bazıları
kendilerini zorla da olsa toparlayabilmişlerdir. Bu arada;
"Cevap verenler `O gerçeği söyledi' derler."
Belki de bu kısa ve özlü cevabı verenler, en önde
gelen meleklerdir. Evet O gerçeği söyledi. Rabb'iniz gerçeği söyledi. Genel
geçerli, ezeli ve dolaysız gerçeği. Zaten O'nun her sözü gerçektir. Çünkü;
"O yüce ve büyüktür."
Bu niteleme cümlesi "yüce"lik ve "büyük"lük
imajlarının beyinlerde somutluk kazandıkları bir ortamda karşımıza çıkıyor.
Bu kısa ve özlü cevap, sahneye egemen olan korkunun,
dehşetin çapını gösteriyor. Duyulan korku o kadar büyüktür ki, ağızlardan
sadece bir tek cümle çıkabiliyor!
İşte korkunç şefaat sahnesi ve işte meleklerin, yüce
Allah'ın huzurunda gerçekleşen bu sahnedeki pozisyonları. Bu sahneyi
izledikten sonra hiç kimse onların yüce Allah'ın ortakları ve müşriklerin
Allah katındaki aracıları olduklarını ileri sürebilir mi?
KORKUNÇ TABLODUR
Bu tablo, izlediğimiz korkunç, ürpertici, dehşetli
ve çetin kıyamet sahnesinin ilk tablosudur. Bu sahnenin bir ikinci tablosu
daha vardır. Bu tabloda "rızık" konusu gündeme getirilir. Müşrikler
"rızık"tan yararlanırlar, fakat kaynağını göz ardı ederler. Oysa rızkın
kendisi yaratıcının, bu rızkı verenin, onu kimi zaman bol akıtırken kimi
zaman kısanın tekliğini, ortaksızlığını kanıtlar. Okuyoruz:
24- Ey Muhammed,
müşriklere "Gerek göklerden inen ve gerekse yerden çıkan rızıkları size
sunan kimdir?" diye sor. Sonra de ki; "Allah sunuyor. Öyleyse ya biz doğru
yoldayız ve siz açık bir sapıklık içindesiniz, ya da bunun tersi doğrudur. "
"Rızık" konusu müşriklerin gündelik hayatında yeri
olan bir realitedir. Gökten inen "rızık" türleri vardır. Yağmur, sıcaklık,
ışık, aydınlık gibi. Bunlar ayetin indiği dönemde bilinen başlıca gök
kaynakları rızık türleri idi. Bunların dışında yine gökten kaynaklanan nice
"rızık" türleri var ki, insanoğlu onları gün geçtikçe tanıyabilmektedir. Yer
kaynaklı "rızık"ların başlıcaları ise bitkiler, hayvanlar, yeraltı suları,
sıvı enerji kaynakları, madenler ve toprak-altı hazineleridir. Bunların
dışında gerek eski insanların da bildikleri ve gerekse zamanın akışı içinde
varlığı keşfedilen daha nice yeryüzü kaynaklı "rızık" türleri vardır. Şimdi
ayetin cümlelerine dönelim:
"Ey Muhammed, müşriklere `Gerek göklerden inen ve
gerekse yerden çıkan rızıkları size sunan kimdir?' diye sor. Sonra de ki;
Allah sunuyor..." Bu konuda sana ne itiraz edebilirler ve ne de yüce
Allah'dan başka birinin rızık verici olduğunu ileri sürebilirler.
Evet "De ki; Allah sunuyor." Sonra aranızdaki
anlaşmazlığın çözümünü yüce Allah'a havale et. Çünkü iki taraftan biriniz
doğru yolda ve öbürünüz sapık yoldasınız. Onlarla aynı yolun yolcusu
olamayacağın gibi her ikiniz doğru yolda ya da her ikiniz de sapık yolda
olamazsınız. Okuyoruz:
"Öyleyse ya biz doğru yoldayız ve siz açık bir
sapıklık içindesiniz ya da bunun tersi doğrudur."
Burada tartışma edebi ile ilgili son derece ılımlı
ve hoşgörülü bir örnek karşısındayız. Görüldüğü gibi Peygamberimiz,
müşriklere önce "aramızdan biri kesinlikle doğru yolda ve öbürü sapık
yoldadır" diyor, arkasından kimin doğru yolda olduğunu ve kimin sapık
olduğunu belirlemeyi atlıyor. Böylece karşı tarafı günahla öğünme
kompleksine düşürmeksizin, tartışma ve atışma heyecanına kaptırmaksızın
soğukkanlı bir zihinle olayı düşünüp değerlendirmeye çekmek istiyor. Çünkü
Peygamberimiz bir yol gösterici, bir öğretmendir. Onun biricik amacı
müşrikleri doğru yola iletmek, doğru ile buluşturmaktır; yoksa onları
tartışmada susturup küçük düşürmek peşinde değildir.
Tartışma böylesine nazik ve düşündürücü bir çerçeve
içinde yürütülünce mevki ve makam sarhoşu inatçıların, yenilemeyi ve boyun
eğmeyi hazmedemeyen burnu büyüklerin kalplerini etkileyebilir, onları
soğukkanlı biçimde düşünerek iyice ikna olmaya sevk edebilir.
Peygamberimizin bu üslubu tartışma edebine ilişkin seçkin bir örnektir; bu
dâvanın savunucuları tarafından incelenmesi, göz önünde tutulması gerekir.
Kıyamete ilişkin bu sahnenin bir üçüncü tablosu daha
vardır. Bu tabloda her kalbin işlediği amelin, yaptığı işlerin ve
sorumluluğunun karşısında dikildiğini görüyoruz. Bu tablonun sözlerine aynı
nezaket, aynı ölçülülük ve aynı tolerans egemendir. Okuyalım:
25- De ki; "Ne bizim
suçlarımız size sorulacak ve ne de sizin işlediğiniz kötülükler bize
sorulacaktır. "
Bu ayet, belki de, Peygamberimizi ve çevresindeki
mü'minleri sapık ve günahkâr sayan müşriklere verilmiş bir cevaptır.
Bilindiği gibi müşrikler, müslümanlara "atalarının dininden dönmüşler"
anlamına gelmek üzere "sabiiler (dönekler)" yaftasını yapıştırmışlardı.
Batıl yanlılarının hak yanlılarını böylesine küstahça ve arsızca sapıklıkla
suçladıklarını sık sık rastlamak mümkündür. Ayeti bir daha okuyalım:
"De ki; `Ne bizim suçlarımız size sorulacak ve ne de
sizin işlediğiniz kötülükler bize sorulacaktır."
Her kesin yaptığı iş kendi hesabına işlenir. Herkes
sorumluluğu ve davranışının karşılığı ile başbaşadır. Herkes kendi tutumunu
değerlendirme süzgecinden geçirerek kurtuluşa doğru mu, yoksa felâkete doğru
mu gittiğini belirlemelidir.
Bu nazik dokunuşla müşrikler uyarılmakta, düşünmeye,
durumlarını değerlendirmeye ve gelecekleri hakkında kafa yormaya
özendirilmektedirler. Gerçeği görüp arkasından ikna olmanın ilk adımı budur.
Sonra bu kıyamet sahnesinin dördüncü tablosu ile
yüzyüze geliriz. Okuyalım:
26- De ki;
"Rabb'imiz bizi biraraya getirecek, sonra aramızdaki uyuşmazlıkları hak
uyarınca çözecektir. O son derece âdil bir yargıç ve her şeyi bilendir.
İlk başta, yani dünyada, yüce Allah hak yanlıları
ile batıl yanlılarını biraraya getiriyor. Maksat hak ile batıl yüzyüze
gelsin, hak yanlıları insanları yollarına çağırsınlar, hak dâvanın
savunucuları olanca gayretlerini ve maharetlerini ortaya koysunlar. Bu
aşamada işler karışık, karmaşık ve belirsizdir. Hak ile batıl arasında
amansız bir çekişme meydana gelir. Kimi zaman kuşkular, kanıtların önüne
geçer. Kimi zaman batıl, hakkı (gerçeği) örter. Fakat bütün bu karışıklıklar
belirli bir zamana kadardır. Sonra günü gelince yüce Allah, iki taraf
arasındaki anlaşmazlığı hak ilkesi uyarınca çözümler, iki taraf arasında
ayırd edici, sayfaları belirleyici, kesin ve son hükmünü verir. Çünkü O;
"Son derece adil bir yargıç ve her şeyi bilendir."
O hak yanlıları ile batıl yanlılarını bilerek,
tanıyarak, kılı kırk yararak son kararını verir.
Böyle demek, yüce Allah'ın hükmüne ve kararına
güvenmek demektir. Yüce Allah kesinlikle son hükmünü verecek, hak ile batılı
biribirinden ayıracak, hakkın yüzünden belirsizlik perdesini sıyıracaktır. O
sadece belirli bir sürenin sonuna kadar işlerin karışık kalmasına göz yumar.
Hak yanlıları çağrı görevlerini yapmaya fırsat bulabilsinler diye hak
yanlıları ile batıl yanlılarını biraraya getirir. O karışık ortamda hak
yanlıları olanca çabalarını harcasınlar, olanca maharetlerini ortaya
koysunlar ister. Sonra O buyruğunu yürütecek, son sözünü söyleyecektir.
Ayrıca yüce Allah bu son sözünü ne zaman
söyleyeceğini kendisi bilir. Bu sözün söyleneceği, bu hükmün verileceği
zamanı belirlemek, hiç kimsenin yetkisinde değildir. Hiç kimsenin o zamanı
öne aldırması da düşünülemez. Hak ile batılı biraraya getiren de Allah'dır,
onları biribirinden ayıran da. Çünkü O;
"Son derece adil bir yargıç ve her şeyi bilendir."
Sonra bu kıyamet sahnesinin sonuncu tablosu
karşımıza çıkar. Bu tablo yüce Allah'a ortak koşulan düzmece ilâhlara
yönelik bir meydan okuma içermesi bakımından ilk tabloya benzer. Okuyoruz:
27- De ki; "Allah'a
koştuğunuz ortakları bana gösterin bakalım. Olacak şey değil bu. Aslında O
üstün iradeli ve her işi yerinde olan Allah'dır. "
Bu soruda gizli yadırgama ve alaya alma vardır.
"Allah'a koştuğunuz ortakları bana gösterin bakalım." Gösterin onları bana.
Göreyim, bakayım kimdirler, necidirler. Değerleri, nitelikleri, konumları
nedir? Hangi gerekçe ile kendi hakkında böyle bir iddiada bulunmayı uygun
gördünüz? Bütün bu sorulardan buram buram yadırgama ve alay tütmektedir.
Arkasından "Hayır, olacak şey değil" diye başlayan
azarlama ve paylama içerikli bir ret cevabı ile karşılaşıyoruz. Hayır, onlar
yüce Allah'ın ortakları değildirler. Zaten yüce Allah'ın ortağı yoktur.
Ayetin son cümlesini okuyoruz
"Aslında O üstün iradeli ve her işi yerinde olan
Allah'dır."
Yüce Allah'ın bu sıfatları karşısında söz konusu
düzmece ilâhların O'nun ortakları olmaması gerektiği gibi mutlak anlamda
O'nun hiçbir ortağının bulunmaması gerekir.
Surenin bu kısa "aşama"sı böylece, bu çarpıcı ve
derin etkili mesajların vurguları ile noktalanıyor. Bu "aşama"da evrenin
dehşetli manzaralarını, ahiretteki korkunç "şefaat" tablosu, amansız
hak-batıl çekişmesini, vicdanların derin köşelerini ve kalplerin kuytu
bucaklarını içeren bir gezi sergilenmiştir.
Surenin bu bölümünü içeren gezide kâfirlerin
elebaşlarının bütün peygamberlere karşı takındıkları reaksiyoner tutum
işleniyor. Bu şımarıkları servetleri, evlâtlarının çokluğu, ellerindeki
diğer dünyalık ayrıcalıklar baştan çıkarıyor. Bu varlıklarını
seçkinliklerinin ve üstünlüklerinin kanıtı sayıyorlar. Bunlar sayesinde
dünya ve Ahiret azabından kurtulacaklarını sanıyorlar. Bundan dolayı
ahiretteki görüntüleri, somut bir sahnede gözleri önüne seriliyor. Sahne o
anda olùyormuş gibi canlıdır. Amaç bu şımarıkların, dünyalık varlıklarının
kendilerini azaptan koruyup koruyamayacağını gözleri ile görmeleridir. Söz
konusu küstahlar bu sahnelerde şu gerçekleri de öğreniyorlar: Dünyadayken
taptıkları ve yardım diledikleri ne melekler ve ne de cinler onlara hiçbir
yarar dokunduramıyorlar.
Bu tartışma sırasında Kur'an'ın ayetleri,.yüce
Allah'ın terazisinde ağırlığı olan değerlerin neler olduğunu açıklıyor. Buna
bağlı olarak bu adamların dünya hayatında övünç gerekçesi saydıkları
değerlerin kofluğu ortaya çıkıyor. Bunların yanı sıra şu gerçeğe parmak
basılıyor: Rızkın bolluğu ve kısıtlılığı, yüce Allah'ın iradesine bağlı
olarak ortaya çıkan olgulardır. Yoksa bu olgular yüce Allah'ın hoşnutluğunun
ya da gazabının, O'na yakın ya da uzak olmanın kanıtları değildirler. Bu
olguların her ikisi de kullara yönelik birer sınavdırlar.
UYARICI VE MÜJDECİ
PEYGAMBER
28- Ey Muhammed, biz
seni bütün insanlara müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat
insanların çoğu bunu bilmiyorlar.
29- Onlar "Eğer
doğru söylüyorsanız. şu tehdit ne zaman gerçekleşecek?" derler.
30- Onlara de ki;
"Sizin belirlenmiş bir gününüz vardır, ne bir an ertelenir ve ne de önceye
alınır. "
Bu açıklama bir önceki bölüme bağlı olarak
yapılıyor. Bilindiği gibi bir önceki bölümde sorumluluğun "kişisel" olduğu,
hak ve batıl yanlıları arasındaki tek geçerli ilişki biçiminin mesajı
duyurma ve çağrı olduğu, bunun ötesinde her iki tarafın işinin yüce Allah'a
kaldığı anlatılıyordu.
Bu bölümde o açıklamalara ek olarak Peygamberimizin
görevinin ne olduğu belirtiliyor. Müşrikler bu görevin niteliğini
bilmiyorlar. Bu yüzden Peygamberimizin dile getirdiği vaatlerin ve
tehditlerin hemen gerçekleşmesini, davranışlarının karşılıklarının bir an
önce belirlenmesini istiyorlar. Bu bölümde onlara anlatılmaya çalışıyor ki,
ödülleri ve cezaları belirleme işleminin planlanmış bir günü vardır. Bu
günün ne zaman geleceği sadece yüce Allah'ın bildiği bir gayp konusudur.
Şimdi bu bölümün ilk ayetine dönelim:
"Ey Muhammed, biz seni bütün insanlara sırf müjde
verici ve uyarıcı olarak gönderdik."
Bütün insanlığa yönelik peygamberlik misyonunun
sınırı işte budur: Müjde verme ve uyarma. İş bu sınırda biter. Müjdelerin ve
uyarıların somut gerçeklere dönüştürülmesi ise yüce Allah'ın tekelindedir.
Devam ediyoruz:
"Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar. Onlar `Eğer
doğru söylüyorsanız şu tehdit ne zaman gerçekleşecek?' derler."
Bu soru, adamların peygamberin görevinin ne olduğu
bilmediklerini, peygamberlik misyonunun sınırlarını kavramadıklarını
gösterir. Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın birliği ilkesini her türlü
bulanıklıktan arındırma konusunda son derece titizdir. Bu ilkeye göre Hz.
Muhammed, sadece bir peygamberdir, görevinim sınırları bellidir, O görev
sınırlarının berisinde kalır, bu sınırları aşmaz. Yüce Allah ise sınırsız
yetkiye sahiptir. Peygamberi insanlara gönderen ve onun görevinin
sınırlarını çizen O'dur. Yüce Allah'ın vaadinin ya da tehdidini
gerçekleştirmeyi üstlenmek, hatta bu gerçekleştirmenin zamanını bilmek,
Peygamberin görev alanına giren işlerden değildir. Bu iş O'nun yetki
tekelindedir. Peygamber haddini, görev alanının sınırlarını bilir. Bu yüzden
yüce Allah kendisine bilgi vermediği bir konuda, gerçekleştirilmesini
sorumluluğuna vermediği bir işte O'na soru bile sormaz. Yüce Allah,
Peygamberimizi bu konuda soru soranlara belirlenmiş bir cevap vermekle ve bu
cevapla yetinmekle görevlendiriyor. Okuyalım:
"Onlara de ki; `Sizin belirlenmiş bir gününüz vardır
ne bir an ertelenir ve ne de önceye alınır."
Her belirli gün, yüce Allah tarafından belirlenen
vadesi dolunca gelir. Bu gün hiç kimsenin hatırı için geriye atılamayacağı
gibi hiç kimsenin ricası üzerine de öne alınmaz. Bu türden hiçbir şey
başıboş ve kör tesadüfün rast geldiğine bırakılmış değildir. Her şey belirli
bir plana bağlı olarak yaratılmıştır. Her iş biribirine bağlıdır. Yüce Allah
planı olayları, vadeleri ve süreleri belirler. Bu belirlemeyi gizli hikmeti
uyarınca yapar. Kulları bu hikmetin, sadece O'nun tarafından açığa vurulan
bölümünü belirler.
Yüce Allah'ın vaatlerinin ve tehditlerinin hemen
gerçekleşmesini istemek bu temel gerçeği kavrayamamanın göstergesidir.
Bundan dolayı insanların çoğunun bu gerçeği bilmedikleri vurgulanıyor. İşte
bu bilgisizlik insanları bu konuda soru sormaya ve aceleciliğe sürüklüyor.
31- Kâfirler "Biz ne
bu Kur'an'a ve ne de ondan önceki kutsal Kitaplara asla inanmayız " dediler.
Sen bu zalimleri bir de Rabb'lerinin huzurunda dikilmiş durumda
biribirlerini suçlarken görsen! O zaman ayak takımını oluşturan güdülenler
kendini beğenmiş elebaşlarına "Siz olmasaydınız, biz mü'min olacaktık"
derler.
Burada doğru yola iletecek bilginin her türlü
kaynağını boykot etmeye yönelik koyu bir inat ve kararlı bir ısrar
karşısındayız. Adamlar sadece Kur'an'a ve onun doğruluğunu kanıtlayan daha
önceki kutsal Kitaplara karşı çıkmakla yetinmiyorlar. Buna göre ne bu Kitabı
ve ne o Kitaplara inanmaya niyetleri yoktur. Bu, bu gün böyle olduğu gibi
yarın da böyle olacaktır. Bu demektir ki, adamlar kâfir olarak kalmakta
ısrarlıdırlar, doğru yola ileten bilginin kanıtlarına bile bile kesinlikle
sırt çevireceklerdir. Bu kanıtlar ne olursa olsunlar, onlar için önemli
değildir. Demek oluyor ki ortada ısrarın da ötesinde son derece koyu bir
inatçılık vardır.
Durum böyle olunca yüce Allah bu kâfirleri kıyamet
günü içinde yer alacakları sahne ile karşı karşıya getiriyor. Bu sahnede kör
inatçılığın cezası gözleri önüne Seriliyor
Sen bu zalimleri bir de Rabb'lerinin huzurunda
dikilmiş durumda biribirlerini suçlarken görsen! O zaman ayak takımını
oluşturan güdülenler kendini beğenmiş elebaşlarına "Siz olmasaydınız, biz
mü'min olacaktık" derler.
32- Kendini beğenmiş
elebaşları da güdülenlere derler ki; "Size doğru yola ilişkin mesaj
geldikten sonra biz mi sizleri o yoldan alıkoyduk? Aslında siz kendiniz suça
girdiniz"
33- Güdülenler ise
kendini beğenmiş elebaşlarına şöyle derler; "Tersine işiniz-gücünüz
gece-gündüz komplo düzenlemek, dolap çevirmekti. Hani bize Allah'ı inkâr
etmemizi, O'na eş koşmamızı emrediyordunuz. " Azabı görünce pişmanlığı
yüreklerine gömdüler. Biz kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz.
Çarpıldıkları ceza sadece işledikleri kötülüklerin karşılığı değil mi?
Bu adamlar dünyadayken "Biz ne bu Kur'an'a ve ne de
ondan önceki kutsal Kitaplara asla inanmayız" diyorlardı. Fakat, Ey
Muhammed, onların başka bir alemde ne dediklerini işitsen! Sen bu zalimleri
bir de Rabb'lerinin huzurunda ayakta dikilmiş durumda görsen! Orada kendi
istekleri ile gönüllü olarak ayakta durmuyorlar. Tersine günahkârlar gürühü
olarak ayağa dikilmişler, yüce Allah'ın kendilerine ne ceza vereceğini
bekliyorlar. Sözlerine ve Kitaplarına asla inanmayacaklarını üstüne basa
basa açıkladıkları Rabb'lerinin huzurundadırlar artık. İtile-kakıla O'nun
karşısına getirilip ayağa dikilmeye zorlanmışlardır şimdi: O gün gelse de bu
zalimlerin biribirlerini nasıl kınadıklarını, biribirlerini nasıl
payladıklarını, nasıl suçlarını biribirlerine âtmaya çalıştıklarını, nasıl
ayetin ifadesi ile "biribirleri ile söz düellosuna giriştikleri"ni görsen!
Bu söz düellosu sırasında acaba biribirlerine ne söylerler? Okuyoruz:
"O zaman ayak takımını oluşturan güdülenler, kendini
beğenmiş elebaşlarına `siz olmasaydınız, biz mü'min olacaktık' derler."
Görülüyor ki, güdülenler bu onur kırıcı ve korku
dolu ayakta dikilişin ve bu ayakta dikilişi izleyecek olan cezanın
sorumluluğunu elebaşlarının üzerine atıyorlar. Güdülenler, bu gün
elebaşlarına karşı böyle açık açık konuşuyorlar; ama dünyadayken onların
karşısına böyle çıkamazlar yüzlerine karşı böyle konuşamazlardı. Çünkü
zavallılaşmışlar, aşağılanmışlar, boyun eğmişlerdi; yüce Allah'ın
kendilerine verdiği özgürlüğü, insanlık onurunu ve düşünme ayrıcalığını
satmışlardı. Ama bu gün, sahte değerlerin maskeleri düştüğü ve acıklı azapla
burun buruna geldikleri için elebaşlarına karşı korkmadan ve sözlerini
esirgemeden şöyle demektedirler:
"Eğer siz olmasaydınız, biz mü'min olacaktık."
Fakat "Elebaşları"nın "güdülenler"den canı sıkılır.
Bir kere onların da başı derttedir. Ayrıca şu güdülenler başlarını derde
sokan kışkırtmaların sorumluluğunu onların üzerine atmak istiyorlar. Bu
yüzden onlara olumsuz soru kalıbında ve yadırgama içerikli bir cevap
verirler, bu cevabın sonunda ağır hakaret vardır. Okuyalım:
"Kendini beğenmiş elebaşları da güdülenlere derler
ki, `Size doğru yola ilişkin mesaj geldikten sonra biz mi sizleri o yoldan
alıkoyduk? Aslında siz kendiniz suça girdiniz."
Görülüyor ki, adamlar sorumluluktan sıyrılmaya
çalışıyorlar. Bunun yanı sıra "Doğru yola ilişkin mesaj"ın varlığını da
artık onaylıyorlar. Oysa dünyada bu ayak takımına hiçbir zaman önem
vermezler, görüşlerine başvurmazlar, onları adam yerine koymazlar, karşı
görüş belirtmelerine ya da kendileri ile tartışmaya girmelerine meydan
vermezlerdi. Bu gün ise azap karşısında onlara şu yadırgama içerikli soruyu
yöneltiyorlar:
"Size doğru yola ilişkin mesaj geldikten sonra biz
mi sizleri o yoldan alıkoyduk?"
"Aslında siz kendiniz suça girdiniz."
Doğru yola giremeyişiniz sizin kendinizden
kaynaklanıyor. Çünkü siz suç düşkünü kimselersiniz.
Eğer dünyada olsalardı, bu ayak takımı bir köşeye
sinerler, ağızlarını açmaya cesaret edemezlerdi. Fakat şimdi ahirettedirler.
Burada yalancıların yaldızlı maskesi düşmüş, sahte değerler iflas etmiştir.
Kapalı gözler açılmış, gizli gerçekler meydana çıkmıştır. Bu yüzden
"güdülenler" artık susmuyorlar, boyun eğmiyorlar. Tersine elebaşlarının
gece-gündüz hiç dinmeyen komplolarını açık açık yüzlerine vuruyorlar. Bu
sürekli komploların amacı insanları doğru yoldan uzak tutmak, eğriliği
egemen kılmak, gerçeği belirsiz hale getirmek, nüfuzlarını ve mevkilerini
insanları ayartmak ve yanıltmak için kullanmaktır. Ayetleri okumaya devam
edelim:
"Güdülenler ise kendilerini beğenmiş elebaşlarına
şöyle derler; `Tersine işiniz gücünüz gece-gündüz komplo düzenlemek, dolap
çevirmekti. Hani bize Allah'ı inkâr etmemizi, O'na eş koşmamızı
emrediyordunuz."
Sonra bu kırıcı tartışmanın hiç kimseye yarar
sağlamayacağım, ne elebaşlarını ve ne de güdülenleri kurtaramayacağını her
iki taraf da anlar. İki taraf da suçlu, iki tarafta günahkârdır.
Elebaşlarının omuzlarında hem kendi günahları, hem de başkalarını
ayartmanın, yoldan çıkarmanın sorumluluğu vardır. Güdülenler de kendi
günahlarının yükünü taşımaktadırlar. Onlar azgınlara uyduklarından dolayı
sorumludurlar. Güçsüz olmaları kendilerini bu sorumluluktan kurtarmaz. Yüce
Allah onları kavrama yeteneği ve özgürlükle onurlandırmıştır. Fakat onlar
kafalarını çalıştırmamışlar, özgürlüklerini satmışlar, gönüllü olarak
"kuyruk" olmayı kabul etmişler ve ayak takımı muamelesi görmeye razı
olmuşlardır. Bu yüzden hep birlikte azabı hakketmişlerdir. Azabın
kendilerini
beklediğini, karşılarında durduğunu görünce
hayıflanma, tasalanma ve pişmanlık duygusuna kapılmışlardır. Okuyoruz:
"Azabı görünce pişmanlığı yüreklerine gömdüler."
Adamlar öyle acıklı bir durumdadırlar ki, sözcükler
boğazlarına düğümlenmekte, dilleri söz söyleyememekte ve dudakları
kıpırdamamaktadır. Arkasından sert, çetin ve onur kırıcı azabın pençesine
düşüyorlar. Okuyoruz: "Biz kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz."
Bu noktada sözün akışı değişiyor; boyunlarına
geçirilen demir halkalarla sürüklenirlerken seyircilere sesleniliyor.
Okuyoruz:
"Çarpıldıkları ceza sadece işledikleri kötülüklerin
karşılığı değil mi?" Burada perde iniyor. Güdenler de güdülenlerde
gözlerimizden kayboluyorlar.
Her iki tarafda zalimdir. Taraflardan biri
zorbalığı, azgınlığı, ayartıcılığı ve baskıcılığı gerekçesi ile zalimdir.
Öbür tarafda ise insanlık onurundan, insana özgü düşünme yeteneğinden,
insanı insan yapan özgürlüğünden vazgeçtiği için zalimdir. Kaba güce ve
zorbalığa boyun eğdiği için suçludur. Her iki taraf da günahlarının cezasını
çekeceklerdir. Çarpıldıkları ceza, sadece işledikleri kötülüklerin karşılığı
olacaktır.
Perde iniyor. Zalimler bu canlı ve somut sahnede
kendilerini seyretmişlerdir. Orada kendilerini izlediler, ama halâ
canlıdırlar ve dünyada dolaşmaktadırlar. Başkaları da onları bu sahnede
izledi, sanki gerçekten gözleri önünde geçiyorlarmış gibi ürperdiler. Oysa
henüz vakit var, isteyen o duruma düşmekten kendini kurtarabilir.
Yukarda Kureyş kabilesinin küstah şeflerinin sözleri
bize aktarılmıştı. Aynı sözü daha önce yaşamış bütün milletlerin şımarık
seçkinleri kendi peygamberlerine karşı söylemişlerdi Okuyoruz:
34- Uyarıcı
gönderdiğimiz her kentin şımarık elebaşları mutlaka şöyle dediler. "Biz,
sizin getirdiğiniz mesajı kesinlikle inkâr ediyoruz"
Bu yüzyılların akışı içinde sık sık tekrarlanan bir
hikâye, her zaman karşımıza çıkan "klişeleşmiş" bir tutumdur. Kaynağı azgın
şımarıklıktır. Bu iğrenç huy kalpleri katılaştırmakta, duyarlıklarını
gidermekte, fıtratı yozlaştırmakta, paslatmakta ve doğru yola ileten
kanıtları fark etmekten alıkoymaktadır. Bu duruma düşen kalpler de doğru yol
mesajları karşısında burun kıvırmakta, efelenmekte, batılı savunmakta ısrar
etmekte ve aydınlığa açılmaktan kaçınmaktadırlar.
Toplumların varlıklı kesimini oluşturan bu
şımarıkları, sahte değer yargıları ve geçici dünya nimetleri aldatıyor.
Ellerindeki servet ve kaba güç onları baştan çıkarıyor, bu ayrıcalıklarının
kendilerini yüce Allah'ın azabından kurtarabileceğini sanıyorlar. Bu
ayrıcalıkları, yüce Allah'ın kendilerinden hoşnut olduğuna delil sayıyorlar
ya da kendilerinin hesaplaşma ve ceza işlemlerinden muaf tutulacaklarını
hayal ediyorlar. Söylediklerini okuyoruz:
35- "Bizim herkesten
çok servetimiz ve evlâdımız vardır, bizim azaba çarptırılmamız söz konusu
değildir. "
Kur'an, yüce Allah'ın katında geçerli olan değer
yargılarını bu şımarıkların önüne koyuyor. Onlara anlatmaya çalışıyor ki;
rızkın bol ya da kısıtlı olmasının köklü ve değişmez değerlerle hiçbir
ilgisi yoktur, bu olgular yüce Allah'ın hoşnutluğunun ya da öfkesinin
delilleri sayılamazlar. Bunlar başlı başına insanı ne azaptan
alıkoyabilirler ve ne de azaba sürükleyebilirler. Rızkın bolluğu ve kıtlığı
gerek hesap ve ceza işleminden ve gerekse yüce Allah'ın hoşnutluğundan ve
gazabından bağımsız, yüce Allah'ın başka bir yasasına bağlı olgulardır.
36- Onlara de ki;
"Hiç kuşkusuz, Rabb'im dilediğine bol servet verir ve dilediğinin rızkını
kısar. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler."
Bu konu, yani rızkın bolluğu ve kıtlığı, insanın
refah ve süs eşyalarına sahip olması ile bunlardan yoksun olması konusu
çoklarının kafasını karıştırır, kalbinde fırtınalar estirir. Şöyle ki; kimi
zaman dünya kötülerin, batıl yanlılarının ve toplumsal huzuru bozanların
önünden açılırken iyiler, hak yanlıları, toplumsal yararı ön plana alanlar
geçim sıkıntısı çekerler. Bu durumu gören bazı kimseler yüce Allah'ın bol
rızık verdiği kimselerin mutlaka kendi katında seçkin kullar olduğunu
sanırlar. Ya da iyiliğin, hakkın ve yapıcılığın yoksullukla kuşatılmış
olduğunu gören bazı insanlar bu erdemlerin değeri konusunda kuşkuya
kapılırlar.
Bu yüzden Kur'an, burada dünya varlığı ile yüce
Allah'ın önem verdiği değerleri biribirinden ayırıyor ve bize şu gerçeği
anlatıyor. Yüce Allah dilediği kimseye bol servet verir, dilediği kimseye de
geçim zorluğu çektirir. Bu başka bir şeydir. O'nun hoşnutluğu ve gazabı
başka bir şeydir; bunlar arasında hiçbir ilişki yoktur. Yüce Allah kimi
zaman nefret ettiği kullarına, kimi zaman kötülere ve kimi zaman da iyilere
geçim sıkıntısı çektirir. Fakat bütün bu durumlarda sebepler ve amaçlar
farklı olur.
Meselâ yüce Allah kötülere kimi zaman kötülükleri,
şımarıklıkları ve bozgunculukları artsın, günah yükleri iyice ağırlaşsın da
dünyada ya da ahirette nasıl uygun görürse bu günahlarının cezasına
çarptırılsınlar diye bol servet verir. Kimi zaman da kötülükleri,
sapıklıkları, günahkârlıkları artsın, haya1 kırıklıkları ve bunalımları
derinleşsin, yüce Allah'ın rahmetinde iyice umutları kesilsin de kötülük ve
sapıklık birikimleri iyice çoğalsın, suçluluk dosyaları alabildiğine
kabarsın diye böyleleri geçim sıkıntısına düşürülür.
Kimi zaman yüce Allah iyilere bol servet verir.
Fakir olsalar yapamayacakları derecede çok iyi ameller yapsınlar diye; yüce
Allah'ın kendilerine verdiği nimetlere kalpleri ile, dilleri ile, örnek
davranışları ile şükretsinler diye; böylece yüce Allah katında zengin bir
sevap birikimi meydana getirebilsinler, iyiliklerinin ve Allah tarafından
bilinen temiz kalpliliklerinin ödülünü bol bol alsınlar diye. Kimi zaman da
böylelerine geçim sıkıntısı çektirir. Böylece yokluk karşısındaki
sabırlarının, Rabb'lerine güvenlerinin, O'na yönelik umutlarının, O'nun
kaderine karşı besledikleri güvenin derecesini ölçer, her şeyden daha
hayırlı ve daha kalıcı olan Rabb'lerinin hoşnutluğu ile ne oranda
yetindiklerini belirler. Böylece de ilâhi hoşnutluk ve iyilik birikimlerini
mümkün olan en yüksek düzeye çıkarırlar.
Rızık bolluğunun ve kıtlılığının gerek insan
davranışlarından ve gerekse ilâhi hikmetten kaynaklanan sebepleri ne olursa
olsun bu durum malın, çocukların, zenginliğin başlı başına Allah katında
geçerli değerler olduğuna delil sayılamaz. Yüce Allah katında insanın, ister
zengin ister fakir olsunlar, mallarını nasıl kullandıkları önemlidir.
Düşünelim ki, Allah birine servet ve evlât verdi, adam da bu imkânları iyi
yolda kullandı, yüce Allah, nimetini iyi yolda kullandığı için bu kuluna
iyiliklerinin bir kaç katı kadar sevap verir. Demek ki, mallar ve evlâtlar,
başlı başına kulu Allah'a yaklaştırmazlar. Fakat kulun malları ve evlâtları
iyi yolda kullanması ona katmerli sevap kazandırır. Okuyoruz:
37- Ne mallarınız ve
ne de evlâtlarınız size bizim katımızda yakınlık kazandırmaz. Yalnız iman
edip iyi amel işleyenler var ya, onların yaptıkları iyilikler kat kat
fazlası ile ödüllendirilir. Onlar cennetin yüksek köşklerinde güven içinde
ağırlanırlar.
38- Bizimle başa
çıkabileceklerini sanarak olanca güçleri ile ayetlerimize karşı çıkanlara
gelince onlar azapla başbaşa kalacaklardır.
Bir sonraki ayette şu temel kural tekrarlanıyor:
Rızkın bolluğu ve kısıtlılığı yüce Allah'ın hikmetine dayanan bağımsız bir
konudur. Malın asıl faydalı ve kalıcı stoku, Allah yolunda harcanan
bölümüdür. Kur'an böylece bu gerçeğin kalplere iyice kök salmasını
amaçlıyor. Okuyoruz:
39- De ki; "Hiç
kuşkusuz Rabb'im dilediği kuluna bol servet verir ve dilediği kulun rızkını
kısar. Siz Allah için bir şey verirseniz, O verdiğinizin boşluğunu doldurur.
O rızık verenlerin en hayırlısıdır. "
Bu gezi, müşrikleri kıyamet günü toplantı halinde
gösteren sahne ile noktalanıyor. O sahne yüce Allah'ı bir yana bırakarak
taptıkları melekler ile yüzleştirileceklerdir. Sonra ilk bölümde okuduğumuz
gibi "Bu vaat ne zaman gerçekleşecek?" gibi sabırsızlık ifade eden sözler
söyleyerek hemen gerçekleşmesini istedikleri cehennem azabını tadarlar.
Okuyoruz:
40- O gün Allah,
onların hepsini diriltip bir araya getirir ve sonra meleklere "Bu adamlar
size mi tapıyorlar?" der.
41- Melekler derler
ki; "Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz. Bizim dayanağımız,
koruyucumuz onlar değil sensin. Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı, çoğu
onlara inanıyorlardı. "
42- O zaman
zalimlere deriz ki; "Bu gün biribirinize ne faydalı olabilirsiniz ve ne de
zarar verebilirsiniz. Vaktiyle inkâr ettiğiniz cehennem ateşinin azabını
şimdi tadınız bakalım. "
Bu adamlar dünyadayken yüce Allah'ı bir yana
bırakarak meleklere tapıyorlar ya da meleklerin Allah ile aralarında
aracılık edeceklerine inanıyorlardı. İşte şimdi o melekler ile yüz
yüzedirler. Melekler yüce Allah'ı "tesbih" ediyorlar. Maksatları o saçma
iddianın asılsızlığını dile getirme, kâfirlerin kendilerine yönelik tapınma
girişimleri ile hiçbir ilişkileri olmadığını vurgulamaktır.
Ayetin ifadesine göre böyle bir tapınma olayı sanki
hepten asılsızmış, sanki hiçbir zaman böyle bir olay gerçekleşmemiş, somut
olarak varolmamış da bu adamlar aslında şeytanın izinden gidiyorlarmış; ya
ona tapıyorlarmış, onu ilahi ediniyorlarmış ya da onun Allah'a ortak
koşmalarını isteyen kışkırtmalarına uyuyorlarmış. Başka bir deyimle onlar
meleklere taparken aslında şeytana tapıyorlardı. Zaten cinlere tapmak,
arapların yabancısı oldukları bir sapıklık türü değildi. Arapların bir
bölümü cinlere ya doğrudan doğruya tapıyorlar ya da yardım ve aracılık
diliyorlardı. Okuyoruz:
"Aslında onlar cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara
inanıyorlardı."
İşte Kur'an, kendine özgü "Hikâye anlatma" üslubu
uyarınca bu noktada "Hz. Süleyman ile cinler" hikâyesi ile bu surenin
işlediği meseleler ve konular arasında ilişki kuruyor.
Sahne henüz gözlerimizin önünde dururken sözün akışı
üçüncü şahıstan ikinci şahısa dönüyor, düz anlatımı bırakıp "Hitap" kalıbına
başvuruyor. Sözü müşriklere yönelterek onları azarlıyor, paylıyor. Okuyoruz:
"Bu gün birbirinize ne faydalı olabilirsiniz ve ne
de zarar verebilirsiniz." Ne melekler insanlara bir şey yapabilirler ve ne
de bu kâfirler biribirlerine bir şey yapabilirler. Hani bu zalimler vaktiyle
cehennem ateşini yalan saymışlardı ya, onun hakkında "Eğer doğru
söylüyorsanız bu tehdit ne zaman gerçekleşecek" demişlerdi ya (Sebe Suresi,
29). İşte şimdi o cehennem ateşi karşılarındadır, onu kendi gözleri ile
görüyorlar. Okuyalım:
"O zaman zalimlere deriz ki; `Vaktiyle inkâr
ettiğiniz cehennem ateşinin azabını şimdi tadınız bakalım."
Surenin "gezi" niteliğindeki bu bölümü burada
noktalanıyor. Bu bölümün ağırlıklı konuları, tıpkı surenin daha önceki
bölümlerinde olduğu gibi, yeniden
dirilme, hesaplaşma, ödül müşriklerin cehaleti ve
ceza olguları idi.
Surenin bu son bölümü müşriklerden söz ederek,
onların Peygamberimiz ve Kur'an hakkındaki saçma sözlerini aktararak
başlıyor. Müşriklere daha önceki benzerlerinin başına neler geldiğini
hatırlatıyor; kendilerinden daha güçlü, daha bilgili ve daha zengin
inkârcıların yok oluş sahnelerini gözleri önüne seriyor.
Bu girişi, sürekli mizrap darbelerini andıran, bir
dizi çarpıcı mesaj izliyor. Mesajların ilkinde müşrikler vicdanlarında yüce
Allah ile başbaşa kalmaya, sağlıklı değerlendirmeyi ve doğru yolu bulmayı
önleyen engellerin etkisi altında kalmaksızın O'nu düşünmeye çağrılıyor.
İkinci mesajda müşrikler Peygamberimizin kendilerine yönelik çağrısının
itici sebeplerini düşünmeye çağrılıyorlar. Bu çağrısının ardında kişisel bir
çıkarı olmadığına ve kendilerinden herhangi bir ücret istemediğine göre bu
çağrıya niçin kuşku ile bakıyorlar, neden ona yüz çeviriyor? Sonra " De ki;
de ki; de ki;" diye başlayan bir mesajlar dizisi ile karşılaşıyoruz. Bu
mesajların hepsi biribirinden çarpıcı ve sarsıcıdır. Öyle ki, en zayıf hayat
ve bilinç kalıntısı taşıyan kalp bile bu mesajların etkisinden kurtulamaz.
Bölüm ve onunla birlikte sure bir Kıyamet sahnesi
ile noktalanıyor. Çarpıcı hareketler ile dolup taşan bu sahne az önce sözünü
ettiğimiz kısa ve sarsıcı mesajlarınkine paralel bir etki bırakıyor
kalplerimizde.
43- Onlara apaçık
anlamlı ayetlerimiz okunduğunda "Bu adamın tek istediği şey, sizi
atalarınızın taptığı putlardan vazgeçirmektir" ve "şu Kur'an, düzmece bir
yalandan başka bir şey değildir. " dediler. Kâfirler, kedilerine gelen
"gerçek " için "Bu apaçık bir büyüden ibarettir. " demişlerdi.
44- Ey Muhammed,
oysa biz o müşriklere daha önce okuyacakları bir Kitap vermemiş, kendilerine
senden önce bir uyarıcı göndermemiştik.
Müşrikler, Peygamberimizin kendilerine anlattığı
duru su kadar berrak ve apaçık gerçeği, geçmişlerinden kalan bulanık
tortuların, belirli bir temele dayanmayan geleneklerin, tutarsız törelerin
gözlüğü ile baktılar. Kuran-ı Kerim, yalın, tutarlı ve belli doğrultulu bir
gerçekle karşılarına çıkmıştı. Onlar bu yalın gerçeği karmaşık ve bunalık
atalarından kalma töreleri ve gelenekleri için tehlike olarak gördükleri ve
bu endişe ile ayetin bize aktardığı şu sözü söylediler:
"Bu adamın tek istediği şey, sizi atalarınızın
taptıkları putlardan vazgeçirmektir."
Fakat sadece bu kadarını yeterli görmediler. Çünkü
sadece atalarının inanç sistemlerine ters düşmek, akli başındaki bütün
vicdanlı insanları tatmin edecek bir suçlama değildi. Bu yüzden bu ilk
iddialarına bir başkasını daha eklediler. Bu yeni iddiaları Peygamberimize
dil uzatıyor, insanlara ilettiği mesajı yüce Allah'dan getirdiğini bildiren
tezini reddediyordu. Okuyoruz:
"Bu Kur'an, düzmece bir yalandan başka bir şey
değildir" dediler.
Ayetin orijinalinde geçen "ifk" sözcüğü "yalan,
iftira" anlamına gelir. Fakat müşrikler "O düzmece bir yalandan başka bir
şey değildir" biçimindeki yoğun pekiştirmeli sözleri ile bu iddialarını
güçlendirmek istiyorlar.
Böylece Kur'an'ın ilahi kaynaklı olduğu gerçeği
hakkında kuşku uyandırabildikleri oranda onun değerini temelden
sarsabileceklerini hesab ediyorlardı. Sonra sözlerine devam ederek, doğrudan
doğruya Kur'an'a yakışıksız nitelemelerle dil uzatıyorlar. Okuyalım:
"Kâfirler kendilerine gelen gerçek için `Bu apaçık
bir büyüden ibarettir' demişlerdi."
Kur'an, insan kalbinde zelzele meydana getiren son
derece etkili bir söz dizimidir. Bu yüzden "bu Kitap düzmecedir" demeleri
yeterli olmuyor. Öyleyse daha ileri giderek bu kitabın kalpleri sarsan
etkisine gerekçe uydurmaları gerekir. İşte bu ihtiyacı karşılamak için "Bu
Kitap, apaçık bir büyüden ibarettir" dediler.
Bunlar bir dizi suçlamalar zinciridir. Onları halka
halka ileri sürmüşlerdir. Bu suçlamaları ile Kur'an'ın açık ayetlerine karşı
koymaya çalışmışlardır. Amaçları bu kutsal Kitap ile insanların kalpleri
arasına engel koyabilmektir. Yoksa bu iddiaların hiçbir kanıtı yoktur.
Sözleri, kamuoyunu, halkı yanıltmaya yönelik bir yalanlar yumağından
ibarettir. Bu sözleri söyleyen seçkinlere ve kabile şeflerine gelince, onlar
aslında Kur'an-ı Kerim'in insan kapasitesini, söz ustalarının gücünü aşan
bir Kitap olduğundan emindiler.
Bu iki yüzlü kabile şeflerinin kimi zaman
Peygamberimiz hakkında, kimi zaman Kur'an-ı Kerim hakkında neler
söylediklerini, kalpleri büyüleyen ve vicdanları esir eden bu Kur'an-ı
Kerim'den halkı soğutmak için aralarında ne komplolar düzenlediklerini bu
kitabın daha önceki ciltlerinde anlatmıştık. (Velid b. Muğire, Ebu Sufyan b.
Harb ve Ahnes b. Sureyk arasında geçen konuşmalar bu gerçeğin en çarpıcı
örneğidir.)
Ayrıca Kur'an-ı Kerim, onların düşünce
kapasitelerini de açıklıyor. Bu açıklamadan öğreniyoruz ki, bu adamlar
okuma-yazmasız kara cahillerdir. Daha önce kendilerine başka bir kutsal
Kitap gelmiş değildir ki, bu sayede Kitaplar arasında karşılaştırma yaparak
vahiy kaynaklı olanı tanıyabilsinler. Bu bilgi birikimlerine dayanarak şimdi
önlerine gelen kitabın vahiy kaynaklı olmadığını, yüce Allah tarafından
gönderilmediğini isabetle belirleyebilsinler. Onlar bu tür bir sağduyudan,
böylesine ayırd edici bir bilgi birikiminden yoksundurlar. Çünkü daha önce
kendilerine peygamber gelmemişti. Buna göre bu adamlar saçmalıyorlar,
bilmedikleri bir konuda kof iddialar ileri sürüyorlar. Okuyoruz:
"Ey Muhammed, oysa biz o müşriklere daha önce
okuyacakları bir Kitap vermemiş, kendilerine senden önce bir uyarıcı
göndermemiştik."
Okuduğumuz ayetlerin sonuncusu müşriklere daha önce
ilahi mesajı yalanlayanların yok oluşlarını hatırlatarak kalplerini
etkilemeye çalışıyor. O eski dönemin inkârcıları bilim, servet, güç ve
uygarlık düzeyi bakımından bu adamlardan on kat daha ileri idiler. Buna
rağmen, peygamberlerini yalanlayınca yüce Allah'ın ağır ve sarsıcı darbesine
hedef oldular. Okuyalım:
45- Onlardan önceki
bir çok milletler de mesajımızı yalanlamışlardı., Bu müşrikler onlara
verdiğimiz dünyalıkların onda birine bile ermiş değillerdir. Buna rağmen
peygamberlerimi yalanladılar, ama bu inkârcılığın karşılığı nice oldu?
O eski inkârcılara indirilen darbe son derece yıkıcı
ve öldürücü olmuştu. Kureyşliler, Arap Yarımadası'nın çeşitli yerlerinde
toplu kıyıma uğratılmış bu eski milletlerin yıkıntılarını görmüşlerdir.
Onlar için bu hatırlatma yeterlidir. "Ama bu inkârcılığın sonu nice oldu?"
şeklindeki alaycı soru, duygulandırıcı bir sorudur. Bu ilahi karşılığın
nasıl olduğunu bilen muhatapların kalplerini ürpertir.
MÜŞRİKLERİ GERÇEĞE
DÜŞÜNMEYİ DAVET
Aşağıdaki ayette müşrikler son derece samimi bir
öğütle gerçeği aramaya, yalanı doğrudan ayırd etmeye, karşısında
bulundukları realiteyi hilesiz ve katışıksız bir netlikle belirlemeye
çağrılıyorlar. Okuyoruz:
46- Ey Muhammed,
onlara de ki; "Size bir tek öğüdüm var: İkişer iki-şer ve teker teker Allah
ile vicdanınızla başbaşa kalınız ve düşününüz ki, bu dostunuz deli değildir,
o sadece ağır bir azabın eşiğinde sizleri uyaran bir peygamberdir. "
Bu ayette müşrikler arzu ve ihtiraslarından, kişisel
çıkarlarından, dünyalık endişelerden, kalpde çöreklenip onu Allah'dan
uzaklaştıran çeşitli fısıltı ve içgüdülerden, egemen toplumsal akımların
etkisinden, yaygın düşüncelerin baskısından sıyrılarak vicdanlarının özgür
ufuklarında yüce Allah ile başbaşa kalmaya çağrılıyorlar.
Burada yalın gerçekle yüzyüze gelmeyi öneren bir
çağrı ile karşı karşıyayız. Bunun için toplumda geçerli tutulan tezleri ve
önermeleri bir yana bırakmak gerekir. Kalbi ve akli yalın gerçekle
bütünleştirmekten alıkoyan yaldızlı metinleri göz ardı etmek gerekir.
Burada insanlar fıtratın soğukkanlı ve saf mantığına
çağrılıyorlar. Verimsiz didişmelerden, saçmalamalardan, demogojilerden,
çarpık görüşlerden, gerçeğin saf çehresini gölgeleyici yutturmacalardan uzak
kalmaya özendiriliyorlar.
Aynı zamanda bu çağrı, gerçeği aramanın yöntemini
öğretiyor. Son derece sade olan bu yöntem, toplumsal tortulardan, geçmişin
paslarından ve yanıltıcı iç ve dış etkenlerden sıyrılarak yüce Allah'ın
gözetimini akıldan çıkarmamaya, O'ndan çekinmeye dayanır.
Evet "tek" şart var. Eğer bu şart gerçekleşirse,
yöntem tutarlı olur, doğru yola girilir. Bu şart ard niyetin, ihtirasın,
kişisel çıkarın ve somut sonuç elde etme kaygısının baskısından uzak bir
arınmışlıkla, sarsılmaz bir bağlılıkla vicdanın engin ufuklarında yüce Allah
ile başbaşa kalanlar, tüm benlikleri ile O'na yönelenler bu aşamada hiçbir
saptırıcı dış etkenin etkisi altında kalmaksızın yüzyüze geldikleri
realiteyi değerlendirecekler, onu saf aklın süzgecinden geçireceklerdir.
Acaba bu "Allah'la başbaşa kalıp düşünme" işlemi nasıl uygulanacak?
Okuyoruz:
"İkişer ikişer ve teker teker Allah ile
vicdanlarınızda başbaşa kalınız."
"İkişer ikişer.'' Çünkü o zaman düzenli ve
soğukkanlı düşünce alışverişi yapılabilir. Kalabalıkların gelip geçici
reaksiyonlara bağlı mantığından uzak kalınır. Soğukkanlı bir didikleme ile
sürekli biçimde deliller aranır. Ve "teker teker" vicdanla yüzyüze gelerek;
her şeyden arınmış, soğukkanlı ve derine inmeyi amaçlayan bir yaklaşımla.
Okumaya devam edelim:
"Ve düşününüz ki, bu dostunuz deli değildir."
Şimdiye kadar onu hep akıllı, tedbirli ve temkinli
olarak tanıdınız. O akıllılığından ve olgunluğundan kuşkulanmaya yol açacak
bir söz söylemiyor. Söyledikleri, sağlam mantıklı, tutarlı ve açık anlamlı
sözlerdir. Devam ediyoruz:
O sadece ağır bir azabın eşiğinde sizleri uyaran bir
peygamberdir."
Ağır azabın gerçekleşmek üzere olduğunu somut bir
anlatımla bildiren bir uyarı karşısındayız. Zaten bir adım öncesinde
uyarıcının çığlığı kulaklarımızda yankılanmıştı. Amaç bu çığlığa kulak
verenlerin kurtulması idi. Bir evde yangın çıktığını düşünelim, kaçamayanlar
yanıp kül olmak üzereler. Tam o anda bir alarm sesi duyuluyor. İşte bu da
aynen öyle. Bu ifade, realiteyi haber vermesinin yanı sıra son derece
orjinal, duygulandırıcı ve çarpıcı bir tasvir örneği olarak karşımıza
çıkıyor.
İmam-ı Ahmed Hanbeli'nin, Ebu Naim Beşir b.
Muhacir'e ve onun da Abdullah b. Bureyre'ye dayanarak verdiği bilgiye göre
sahabilerden Bureyre şöyle diyor:
- Bir gün Peygamberimiz çıkageldi ve yüksek sesle üç
kere "Ey insanlar, benim ile sizin durumumuz neye benzer biliyor musunuz?"
diye sordu. Oradakiler "Allah ve Resulü daha iyi bilir" diye karşılık
verince, Peygamberimiz sözlerine şöyle devam etti:
"Benim ve sizin durumumuz şuna benzer. Bir toplum
düşününüz. Baskınına uğramaktan korktukları bir düşmanları var. Bu yüzden
aralarından birini düşmanın yolunu gözetlemeye gönderirler. Adamlar
oldukları yerde dururken, gözetleme görevlisi düşmanı görür. Hemen dönüp
komşularını uyarmayı düşünür. Fakat komşularını uyarmayı başaramadan düşman
tarafından yakalanacağından korkar. Bu yüzden havaya kaldırdığı gömleğini
sallayarak `Ey insanlar basıldınız, ey insanlar basıldınız, ey insanlar
basıldınız' demek ister."
Yine aynı kanaldan öğrendiğimize göre Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Ben tam kıyamet günü ile birlikte gönderildim.
Hatta az kalsın o beni geçecekti." Bu son derece çarpıcı ilk mesajı şu
ikinci mesaj izliyor:
47- De ki; "Sizden
hiçbir ücret istemiyorum. Ücretiniz sizin olsun. Benim ücretimi Allah
verecektir. O her şeyin tanığıdır. "
İlk mesajda müşrikler soğukkanlı ve insaflı bir
yaklaşımla "dostlarının" yani Peygamberimizin deli olmadığını düşünmeye
çağrıldılar. Bu ikinci mesaj da onları düşünmeye çağırıyor. Kendi
kendilerine sormalarını istiyor: Bu adam onları ağır bir azabın eşiğinde
neden uyarıyor? Bu işten ne çıkarı var? Onu bu uyarıyı yapmaya sürükleyen
faktör nedir? Bundan eline ne geçecek? Bu arada Peygamberimize, şu gerçeği
çarpıcı bir dille müşriklerin kafalarına sokması, şu sözleri ile
vicdanlarını uyandırması emrediliyor:
"De ki; Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ücretiniz
sizin olsun."
Sizden istediğim ücreti siz kendiniz alınız. Bu
ifadede hem mizah, hem yönlendirme ve hem de uyarı vardır. Okumaya devam
edelim:
"Benim ücretimi Allah verecektir."
Beni görevlendiren O'dur, buna göre ücretimi de
verecek olan O'dur. Ben gözlerimi O'nun vereceği ücrete diktim. Gözlerini
Allah'ın katındaki ücrete diken kimseye insanların elindeki değerler basit,
önemsiz, düşünmeye değmez şeyler gelir. Devam ediyoruz:
"O her şeyin tanığıdır."
O her şeyi bilir ve görür, hiçbir şey O'ndan saklı
değildir. Ben O'nun sürekli gözetimi altındayım. O benim yaptığım, aklımdan
geçirdiğim, sözünü ettiğim her şeyin tanığıdır.
Üçüncü mesajın vurgusu daha şiddetli ve temposu daha
hızlıdır.
48- De ki; "Gaybleri çok iyi bilen Rabb'im, gerçeği
eğrinin başına çarpar. "
Size getirdiğim bu mesaj "hak"tır. Yüce Allah'ın
hedefine doğru güçlü hak. Yüce Allah'ın hedefine doğru attığı hakkın önünde
kim durabilir?
Bu ifade son derece tasvirci, somut ve canlıdır.
Sanki hak düştüğü yeri yıkan, dağıtan, yoluna hiç kimsenin dikilemediği bir
mermi, bir bombadır. Onu "gaybleri çok iyi bilen" Allah atar. Öyleyse O onu
bilerek atar, bilerek yönlendirir. Hiçbir hedef O'ndan saklı değildir,
hiçbir amaç O'nun bilgisinden kaçmaz. O'nun fırlattığı hakkın yolunu hiç
kimse kesemez, yörüngesinin önüne hiç kimse set çekemez. O'nun önündeki yol
açıktır, hiçbir noktası kapalı ve kesik değildir.
Arkadan gelen dördüncü mesajın da vurgusu aynı
biçimde şiddetli ve temposu bir önceki mesajınki gibi hızlıdır. Okuyoruz:
49- De ki; "Hak
geldi, artık batıl hiçbir tarafa doğru kımıldayamaz. "
Hak çeşitli kılıklarda, çeşitli biçimde geldi.
Peygamberlik misyonu biçiminde, Kur'an kılığında, doğru ve tutarlı bir hayat
yöntemi kimliğinde ortaya çıktı. "De ki; `Hak geldi." Bu haberi duyur, bu
olayı anlat, bu gelişmeyi haykır. Evet, hak geldi. Gücü ile dinamizmi ile,
onuru ile egemenliği meydana çıktı. Böyle olunca;
"Artık batıl hiçbir tarafa doğru kımıldayamaz."
Batılın, eğriliğin işi bitti artık. Ne canı kaldı,
ne kımıldayacak mecali. Sonu geldi ve bu sonun "yok oluş" olduğu kesinlikle
belli oldu.
Bu mesaj son derece sarsıcıdır. İşiten anlar ki,
kesin hüküm verilmiştir, artık söylenecek söz kalmamıştır.
Bu gerçekten böyledir. Sebebine gelince Kur'an-ı
Kerim geldikten sonra hak sistemi kökleşmiş, belirgin bir varlık
kazanmıştır. Açık, kesin ve belirgin hak karşısında batılın yapabildiği şey,
demogojiden ve mızıkçılıktan öteye geçememiştir. Gerçi batılın bazı
durumlarda, bazı özel şartlar altında maddi üstünlük sağladığı anlar
olmuştur. Fakat bu durumlarda batıl, hakkı yenmiş, alt etmiş değildir. Söz
konusu olan hak yanlılarının yenilgisidir, yani bu durumlarda ilkeler
arasında bir yenişme karşısında değiliz, bu ilkelerin taraftarları
arasındaki bir yenme-yenilme olayı karşısındayız. Batılın bu tür başarıları
üstelik geçici oluyor, bir süre sonra eriyip gidiyor. Buna karşılık hak,
sürekli biçimde belirgin, berrak ve apaçık olarak kalmaktadır.
Şimdi de bu mesajlar dizisinin sonuncusunu okuyalım:
50- De ki; "Eğer ben
eğri yolda isem sapıtmamın zararını kendim çekerim. Eğer doğru yolda isem,
bu Rabb'imin bana ilettiği vahiy sayesindedir. Hiç kuşkusuz O her şeyi
işitir ve kullarına çok yakındır. "
Öyleyse eğer ben sapıtmışsam bu sizi ilgilendirmez.
Zararını çekecek olan benim. Buna karşılık eğer doğru yolda isem, beni vahiy
aracılığı ile doğruya ileten yüce Allah'ın yönlendirmesi sayesinde doğru
yoldayım. Bu konuda benim elimde olan hiçbir şey yok, olan her şey O'nun
izni ile oluyor. Ben O'nun dileğine bağlıyım, O'nun bağışının tutsağıyım.
Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz O, her şeyi işitir ve kullarına çok
yakındır."
İşte ilk müslümanlar yüce Allah'ı böyle
algılıyorlardı. O'nun bu sıfatları ile vicdanlarının derinliklerinde böyle
bütünleşiyorlardı. Bu sıfatları gerçek hayatta kaynaşmış buluyorlardı.
Duygusal yaklaşımlarına göre yüce Allah onların sözlerini işitiyordu,
onların yakınında idi. Onların her işi ile doğrudan ilgili idi. Şikayetleri
ve yakarışları O'na dolaysız biçimde ulaşıyordu. O onları ihmal etmez,
başkalarına havale etmezdi. Bundan dolayı O'ndan gelen güvenin rahatlığı
içinde, O'nun himayesinde O'nun yakınında, O'nun sıcak ilgisi ve gözetimi
altında yaşıyorlardı. Bütün bu duyguları vicdanlarında canlı, somut ve yalın
biçimde buluyorlardı. Bu duygular onlar için soyut bir düşünce, sembolik bir
kavram ve kuru bir zihinsel yaklaşım değildi.
"O her şeyi işitir ve kullarına çok yakındır."
Sure son olarak yine bir kıyamet sahnesi ile
noktalanıyor. Çarpıcı hareketler ile dolu olan bu sahne, dünya ile ahiret
arasında gidip geliyor. Sanki bu iki alem, bütünleşmiş, bir tek alan halinde
kaynaşmıştır. Çarpıcı ve coşkulu bir sahnede alanın bir yanı ile öbür yanı
arasında mekik dokuyan bir topun zıplayışlarını izliyor gibiyiz. Okuyalım:
51- Onları birde
paniğe kapıldıklarında görsen! kaçacakları hiçbir yer yok. Cehennemin
yakınında yakayı ele vermişlerdir.
52- "O'na inandık"
derler, ama artık iyice uzağında kaldıkları imanı nasıl yakalayacaklardır?
53- Vaktiyle onu
inkâr etmişlerdi, o zaman uzaktan karanlığa taş atıyorlardı.
54- Şimdi kendileri
ile özlemleri arasına perde gerildi. Tıpkı daha önceki yoldaşlarına
yapıldığı gibi. Hiç kuşkusuz onlar koyu bir şüphe içinde idiler.
Evet; "Keşki onları görsen!" Sahne, izleyicilerin
bakışlarına sunulmuştur. Ansızın karşılaştıkları dehşetten dolayı "Paniğe
kapıldıklarında" Galiba kaçmak istiyorlar, ama "kaçacakları hiçbir yer yok."
Çünkü "Cehennemin yakınında yakayı ele vermişlerdir." O yüzden bu ümitsiz
girişimleri başarısız kalmış; bu yersiz hareketleri bulundukları yerden
uzaklaşmalarını sağlayamamıştır.
Şimdi zamanı geçtikten, fırsat kaçtıktan sonra "O'na
inandık" derler. "Ama artık iyice uzağında kaldıkları imanı nasıl
yakalayacaklar?" Şimdi oldukları yerde imanı nasıl ele geçireceklerdir?
Çünkü iman etme yeri şimdi çok uzaklarındadır, onun yeri dünya idi.
Oradayken bu fırsatı kaçırmışlardı.
"Vaktiyle onu inkâr etmişlerdi." İpin ucunu
kaçırmışlardır, bu gün onu ele geçirme imkânları kalmamıştır. "O zaman
uzaktan karanlığa taş atıyorlardı." Dünyadayken bu günü inkâr etmelerinin
anlamı buydu. "Bu gün" o zaman onlar için bir "gayp" konusu idi. Bunu inkâr
etmek için ellerinde hiçbir kanıt' yoktu. Bu yüzden yaptıkları şey uzaktan
karanlığa taş atmaktı. Şimdi de yine uzaklarda kalan "Ahirete ilişkin imanı"
yakalamaya kalkışıyorlar!
"Şimdi kendileri ile özlemleri arasına perde
gerildi."
Bu özlemleri zamansız iman girişimleri, gözleri ile
gördükleri azaptan yakayı sıyırmak ve yüzyüze geldikleri tehlikeden
kurtulmaktır. "Tıpkı daha önceki yoldaşlarına yapıldığı gibi" Yüce Allah
yakalarına yapışması üzerine bu uygulamaya konan kesin karardan ve bu
hükümden kaçıp kurtulmaları imkânı kalmadıktan sonra onlar ile özlemleri
arasına da perde gerilmişti.
"Onlar koyu bir şüphe içinde idiler."
Ama dünyadaki koyu kuşkudan sonra şimdi somut
realite ile yüz yüzedirler, artık en ufak bir tereddütleri kalmamıştır!
Bu kısa, bu çarpıcı, bu yüksek frekanslı mesajla
sure noktalanıyor. Surenin sonunu bir kıyamet sahnesi oluşturuyor. Bu sahne
surenin üzerinde yoğunlaştığı ve çarpıcı vurgulamalarla işlediği kıyamet
konusunu gözlerimizin önüne seriyor. Zaten surenin bütün bölümlerinin
sonunda ve bölüm aralarında da aynı konuya dikkatlerimiz çekilmişti. Demek
ki, bu konu ile söze giren sure, yine aynı konunun çarpıcı bir tasviri ile
noktalanmıştır.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.