32-Secde
1- Elif Lam Mim.
2- Şüphe yok ki, Kitab'ın
indirilişi, alemlerin Rabb'i tarafındandır.
3- Yoksa "onu peygamber uydurdu mu "
diyorlar? Hayır, O senden önce bir peygamber gönderilmemiş olan kavmi
uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir. Umulur ki, doğru yolu
bulurlar. "Elif Lam Mim"
Kur'an-ı Kerim'le muhatab olan Araplar bu harfleri
biliyorlardı. Bu ve benzeri harflerden anlamlı kelimeler oluşturmayı da
beceriyorlardı. Aynı şekilde kendi sözleri ile Kur'an-ı Kerim arasındaki
korkunç farkı da kavrıyorlardı. Sözden anlayan, kelimeler aracılığı ile
anlam ve fikirleri ifade etmenin incelikleri ile uğraşanlar bu farkı hemen
görürler. Kur'an ayetlerinde gizli bir güç bulunduğunu, her zaman varlığını
hissettiren eşsiz bir cevher bulunduğunu, bunların kalp ve duygular üzerinde
büyük bir etkiye ve otoriteye sahip olduğunu fark ederler. Yüzyıllardan beri
insanların kullana geldikleri dillerdeki bilinen harfler için böyle bir
etkileyicilik söz konusu değildir. Bu, tartışma götürmez apaçık bir
gerçektir. Onu dinleyen biri daha önce bunların Kur'an-ı Kerim'den ayetler
olduğunu bilmese de hemen bu sözlerin farklılığını kavrar, onları diğer
sözlerden ayırır ve onlar karşısında heyecanlanır. Değişik insan
toplulukları arasında yaşanan birçok olaylar bu gerçeği pekiştirmektedir.
Kur'an-ı Kerim ile bu tür harflerden oluşan insan
sözleri arasındaki fark diğer eşyalardaki Allah'ın sanatı ile insan sanatı
arasındaki fark gibidir. Allah'ın sanatı açık ve belirgindir. En ufak bir
eşyada bile insan sanatı onun düzeyine erişemez. Örneğin, bir tek çiçekteki
olağanüstü renk dağılımı yüzyıllardan beri gelmiş-geçmiş en usta ressamları
bile dehşete düşüren, çaresiz bırakan bir mucizedir. Kur'an-ı Kerim'de
somutlaşan Allah'ın sanatı ile bu tür harflerden oluşan insan sözlerindeki
beşeri sanat arasındaki ilişki de tıpkı bunun gibidir.
"Elif Lam Mim."
Şüphe yok ki, Kitab'ın indirilişi, Alemlerin Rabb'i
tarafındandır. Kitab'ın Alemlerin Rabb'i tarafından indirilmesi, şüphe
götürmeyen kesin bir meseledir. Ayet-i Kerim'e bu konudaki kuşkuları giderme
işinde acele ediyor ve cümlenin öznesi ve yüklemi arasında bu ifadeye yer
veriyor. Çünkü meselenin özü 've ayette gözetilen hedef nokta budur. Bu
hususa hazırlık oluşturmaları için surenin başında yer verilen birbirinden
kopuk harfler Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğinden kuşku duyanları
tartışma götürmez pratik bir gerçekle yüzyüze getiriyor. Çünkü bu Kitap
kendilerinin de kullandığı bu tür harflerden meydana gelmiştir. Kitab'ın
ifade tarzı ise, pratik deneyimlerin ve herkesin kabul ettiği söz sanatı
ölçülerinin karşısında olağanüstülüğü kuşku götürmeyen bu mucizevi ifade
tarzıdır.
Kur'an-ı Kerim'in her ayeti ve her suresi Kur'an'da
gizli bulunan olağanüstü ve şaşırtıcı gizli unsurun özelliklerini taşır.
Kitab'ın özüne yerleştirilmiş bulunan gizli gücü yansıtır. İnsan kalbi
tamamen açık olduğu, duygular bütünüyle berraklaştığı, üstün bir kavrayışa,
yüksek bir algılama ve olumlu tepki gösterme özelliğine sahip olduğu zaman,
insanın bedenini derin bir ürperme alır, titrer, sarsılır ve bu Kur'an
karşısında kendinden geçer. İnsanın kültürü ve içindeki canlı-cansız
varlıklarla birlikte evrene ilişkin bilgisi arttıkça bu etkilenme daha da
belirginleşir. Hiç kuşkusuz, bu sırf anlaşılmaz vicdani bir etkilenmenin
neden olduğu ilk sarsıntı değildir. Tam tersine, bu durum Kur'an'ın insan
kalbine dolaysız hitap ettiği her seferinde gerçekleşir. Aynı şekilde
deneyimli bir kalbe, kültürlü bir akla, bilgi ve birikim dolu bir zihne
hitab etmesi durumunda da bu derin sarsıntı ve etkilenme meydana gelir.
İlmin, kültürün ve birikimin düzeyi yükseldikçe Kur'an ayetlerinin
anlamlarının, işaretlerinin ve mesajlarının boyutları da aynı oranda artar.
Ancak fıtratın sağlam olması, doğal çizgisinden sapmamış olması, beşeri arzu
ve ihtiraslara yenik düşmemiş olması şarttır.(Daha geniş bilgi için Furkan
suresi 2. ayetin tefsirine bakabilirsiniz) Çünkü sağlam bir fıtrat bu
Kur'an'ın insan sanatı olmadığını, kuşku götürmez bir şekilde alemlerin
Rabb'i tarafından indirildiğini kesinlikle kabul eder.
"Yoksa onu peygamber uydurdu mu? diyorlar"
Nitekim inatçılıkları yüzünden böyle söylüyorlardı.
Ama surenin akışı böyle bir sözün söylenmiş olduğunu bilmezlikten gelerek:
"Yoksa `onu peygamber uydurdu mu? diyorlar" şeklinde yadırgayıcı bir ifade
kullanıyor... Böylece, böylesine asılsız bir söylentiyi ağza almanın
yersizliğini vurgulamış oluyor. Çünkü bir yandan Hz. Muhammed'in -salât ve
selâm üzerine olsun- aralarında geçen hayatı, öte yandan bu Kitab'ın
özelliği bu haksız suçlamayı temelden reddediyor, şüpheye yer bırakmıyor!
"Hayır O senden önce bir peygamber gönderilmemiş
olan kavmi uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir."
Gerçektir... İçeriği doğrudur. Fıtrattaki ezeli
gerçeğe uygundur, evrenin yapısının dayanağı olan değişmez gerçekle ahenk
oluşturur. Bu gerçek evrenin oluşumunun temel dayanağıdır. Evrenin hareket
tarzındaki ahenkte, düzenin belli bir sistem içerisinde değişmeden
işlemesinde, büyük-küçük her olayda ve her harekette kendini göstermesinde,
yapısında yer alan parçaların çatışmamasında ya da dağılmamasında, bu
parçaların birbiriyle kaynaşıp uyuşmasında hep bu gerçeğin damgası vardır.
Evet, Kur'an gerçektir... Çünkü Kur'an bu büyük
varlık alemine egemen olan evrensel yasalar sisteminin eksiksiz ve doğru bir
tercümesidir. Bu Kitap adeta, varlık aleminde yürürlükte olan, doğal ve
pratik yasaların sözlü ve manevi bir görüntüsüdür.
Bu Kitap gerçektir. Çünkü kendisinin öngördüğü hayat
sistemini seçen insanlarla, içinde yaşadıkları evreni ve evrenin genel
yasalarını birbirine bağlar. Bu insanlarla evrendeki güçler arasında barış;
çevrelerindeki büyük evrende yer alan her şeyle dostluk içinde yaşayıp
giderler..
Bu Kur'an gerçektir... Çünkü mesajı ulaşır ulaşmaz
insan fıtratı hiçbir zorluk çıkarmadan, inat etmeden, son derece rahat ve
kolay bir şekilde kendisine olumlu karşılık verir. Çünkü Kur'an, fıtratın
özünde motiflenmiş ezeli ve köklü gerçekle hemen kaynaşır.
Gerçektir... Çünkü insanlık hayatı için kapsamlı bir
sistem belirlerken ayrılığa düşmez, kendi kendisi ile çelişmez. Bu sistemi
çizerken insanlığın sahip olduğu bütün güçleri ve enerjileri, insanlığın
bütün isteklerini ve ihtiyaçlarını, ruhlara bulaşan, kalpleri dejenere eden
hastalık, zaaf, eksiklik veya musibetler gibi insanların karşı karşıya
kaldığı bütün gelişmeleri göz önünde bulundurur.
Evet, gerçektir Kur'an... Dünya ve ahirette hiç
kimseye haksızlık etmez. Kişinin sahip bulunduğu hiçbir güce, hiçbir
enerjiye zulmetmez. Kalpte yer eden hiçbir düşünceye ya da hayat içindeki
hiçbir yönelişe zulmetmez. Varlık alemindeki sarsılmaz büyük gerçekle
uyuştukları sürece hepsine varolma ve hareket etme hakkını tanır.
"Hayır, O senden önce bir peygamber gönderilmemiş
olan kavmi uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir. Umulur ki,
doğru yolu bulurlar." Çünkü Kur'an senin tarafından uydurulmuş bir Kitap
değildir. Rabb'inin katından indirilmiştir. Önceki ayette de, ifade edildiği
gibi O alemlerin "senin Rabb'in" anlamındaki tamlama ise onurlandırma
amacına yöneliktir. Kur'anı kendiliğinden uydurmakla suçlanan Hz. Peygamberi
-salât ve selâm üzerine olsun onurlandırmak, onunla Rabbi ki, aynı zamanda
alemlerin de Rabb'idir arasındaki ilişkiye yakınlık havası vermek, bu
asılsız ve ağır suçlamaya cevap vermek amacına yöneliktir. Aynı zamanda
onurlandırma anlamının yanı sıra, lütfedici kaynağın güvenirliği, alıcının
sağlamlığı, mesajı aktarma ve açıkça duyurma emanetini yerine getirdiği gibi
anlamları da içermekte, ilişkinin sağlamlığını vurgulamayı da
hedeflemektedir.
"O senden önce bir peygamber gönderilmemiş olan
kavmi uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir. Umulur ki, doğru
yolu bulurlar."
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
peygamber olarak gönderildiği Arap toplumuna bundan önce bir peygamber
gönderilmiş değildi. Tarih, Araplar'ın ilk atası İsmail peygamberle -selâm
üzerine olsun- Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- arasında Arap
toplumuna gönderilmiş herhangi bir peygamberden söz etmiyor. Yüce Allah Hz.
Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- bu hak içerikli Kitabı göndermiş
ki, onun aracılığı ile Arapları uyarsın. ( Ve tüm insanları) "Umulur ki,
doğru yolu bulurlar."
Çünkü fıtratlara ve kalplere hitab eden gerçeği
içermesi bakımından bu Kitap aracılığı ile doğru yolu bulmaları beklenir.
YÜCE SIFATLARIN SAHİBİ
İşte yüce Allah'ın, kendilerine bu Kitap indirdiği
ve peygamberine bu Kitap aracılığı ile uyarmasını istediği bu Arap toplumu,
yüce Allah'a bir takım düzmece ilahlar ortak koşuyordu. Bu yüzden burada
onların bu konudaki ilahlığı bütünüyle O'na özgü kıldıkları yüce Allah'ın
bazı sıfatları açıklanıyor. Araplar bu noktada bu yüce sıfatla
nitelendirilmeyi hakkeden yüce "Allah" ile bu tür bir nitelendirilmeyi
hakketmeyen ve Alemlerin Rabb'i olan Allah'ın yüce makamına yakıştırılmaları
doğru olmayan düzmece ilahları birbirinden ayırmıyorlardı!
4- Gökleri-yeri ve ikisinin arasında
bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden (istiva eden) Allah'tır.
O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatcınız yoktur. Düşünüp öğüt almıyor
musunuz?
5-Allah, gökten yere kadar olan
bütün işleri düzenleyip yönetir. Sonra işler, sizin hesabınızla bin yıl
kadar tutan bir gün içinde O'na çıkar.
6- O görüleni de görülmeyeni de
bilendir üstün ve merhametli olandır.
7- O Allah ki, her şeyin
yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.
8- Sonra onun soyunu nutfeden, hakir
bir suyun özünden çoğalttı.
9- Sonra ona biçim verdi, ona kendi
ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar
az şükrediyorsunuz?
İşte yüce Allah... Ve işte O'nun ilahlığının
eserleri ve kanıtlar... İşle gözlemlenebilen evrenin sayfalarında ve insanın
sınırlı kavrama yeteneğini aşan gizli gayb aleminin kapsamında insanların
bildiği şekliyle ve yüce Allah'ın hak içerikli apaçık Kitabında öğrettiği
gibi insanın yaratılışında ve gelişmesinde kendini gösteren ilahlığın
nitelikleri...
"Gökleri-yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı
günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden (istiva eden) Allah'tır."
Gökler, yeryüzü ve her ikisi arasında yer alıp da
hakkında çok az şey bildiğimiz, buna karşın çok şeyden de habersiz olduğumuz
bu dehşet verici varlıklar... Bu, uzadıkça uzayan, göz alabildiğine geniş,
uçsuz bucaksız, insanı ürküten bir büyüklüğe sahip varlıklar alemi. İnsanın;
titiz ve güzel sanatı, ahenkli ve duyarlı düzeni karşısında adeta
büyülendiği, dehşete kapıldığı, hayran kaldığı görkemli evren... Göz
kamaştırıcı bir uyum, çekici bir güzelliğe sahip yaratıklar... Hiçbir gözün,
hiçbir duygunun, hiçbir kalbin kusur bulamadığı, ne kadar uzun böyle
irdelese de hiçbir düşünürün bütünüyle kavrayamadığı, tekrarın ve
alışkanlığın çekiciliğinden, hiçbir şey kaybettiremediği ve her zaman
tazeliğini koruyan, gerçek güzelliğe sahip varlık bütünü. Renkleri,
cinsleri, hacim ve şekilleri, özellik ve görünümleri, yetenek ve görevleri
birbirinden farklı, ama hepsi de tekbir yasaya boyun eğen, hareketlerinde
aynı ahenge sahip olan, tekbir kaynağa yönelik olan, sadece o kaynaktan
direktif ve komut alan, itaat ve teslimiyetle O'na yönelen şu çeşit çeşit
varlıklar... Evet bütün bunları Allah yaratmıştır.
Allah... Gökleri, yeri ve her ikisi arasında yer
alan canlı-cansız bütün varlıkları yaratan O'dur. Bu büyük niteliği hakkeden
O'dur.
"Gökleri-yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı
günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden (istiva eden) Allah'dır."
Söz konusu olan kesinlikle bizim bildiğimiz
dünyadaki günler değildir. Çünkü günler, dünyanın kendi ekseni etrafında
dönmesinden kaynaklanan zaman birimleridir. Bu bir kerelik dönüş sonucunda
şu küçük, önemsiz ve uçsuz bucaksız evrenin uzay boşluğunda yüzen ufacık bir
noktada, yeryüzünde gece ve gündüzden oluşan bir gün meydana gelir. Kuşkusuz
bu zaman ölçüsü dünya ve güneşin varolmasından sonra meydana gelmiştir. Bu
ölçü şu küçücük ve basit yeryüzünün bir parçası sayılan biz insanlar için
geçerlidir.
Fakat Kur'an-ı Kerim'de söz konusu edilen bu altı
günün gerçek mahiyetine gelince bunlara ilişkin kesin bilgi Allah'ın
katındadır. Bunları açıklamamız, sürelerini belirlememiz mümkün değildir.
Çünkü bunlar, Allah'ın günleridir. Onlar hakkında da yüce Allah şöyle
buyurmaktadır!
"Ve Rabb'inin katındaki her gün, sizin
saydıklarınızdan bir yıl gibidir." (Hacc Suresi, 47)
Söz konusu altı günü gökler, yer ve her ikisinin
arasındaki varlıkların bugünkü duruma gelene kadar geçirdikleri altı evre
veya yaratılış ve oluşum sırasındaki altı aşama ya da aralarındaki mesafeyi
Allah'dan başka hiç kimsenin bilemediği altı zaman dilimi olabilir. Her ne
olursa bunlar, insanların alışageldikleri yeryüzündeki günlerden farklı
şeylerdir. Şu halde bunları kesin şekilde tanımlanması mümkün olmayan,
Allah'a özgü gaybın kapsamındaki nitelikleriyle kabul edelim. Zaten ifadenin
amacı yaratılışta yüce Allah'ın hikmeti ve bilgisi doğrultusunda gözetilen
plan ve ön tasarımını vurgulamaktır. Bu olağanüstü varlık alemi için
tasarlanan zaman, aşama ve evrelerde yüce Allah'ın yarattığı tüm varlıklara
yönelik lütfunu, iyiliğini gündeme getirmektir.
"Sonra Arş'a hükmeden"
Arş'a çıkmak tüm yaratıklardan üstün olmayı, onlara
egemen olmayı sembolize eden bir ifadedir. Arş'ın kendisine gelince, ona
ilişkin herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Ve adını söylemekle
yetinmekten başka seçenek yoktur. Ayetin orjinalinde geçen "istiva" kelimesi
için de aynı şeyler geçerlidir. Öyle anlaşılıyor ki, bununla üstünlük
kastedilmiştir. Ayrıca burada kullanılan "sonra" kelimesinin zaman
sıralamasını ifade etmesi de kesinlikle mümkün değildir. Yüce Allah'ın, bir
durumda, bir konumda olması sonra bir başka duruma ve konuma geçmesi mümkün
değildir. Bu sadece manevi sıralamayı, ifade etmek için kullanılan bir
sözcüktür. Çünkü bu ayette ifadesini bulan üstünlük, tüm varlıkların
üzerinde, onları aşan bir derecededir.
Bu sonsuz üstünlüğün gölgesinde, insanların kalpleri
kendilerini ilgilendiren bir gerçekle karşı karşıya getiriliyor!
"Sizin O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz
yoktur"
Nerede ve kim vardır? Yüce Allah Arş'a, göklere,
yeryüzüne ve aralarındaki varlıklara egemen iken gökleri, yeri ve ikisinin
arasındaki canlı-cansız tüm varlıkların yaratıcısı O iken, O'nun dışında
edinilecek dost ve yardımcı nerededir? O'nun otoritesinden sıyrılıp aracılık
yapacak kimdir?
"Düşünüp öğüt almıyor musunuz?"
Bu gerçeği düşünmek kalbi yüce Allah'ın ilahlığını
kabul etmeye, başkasına değil, sadece O'na yönelmeye zorlar. Yaratma ve
yaratıklardan üstün olma, dünya ve ahirette her şeyi dileyip yaratmanın yanı
sıra, göklerde, yeryüzünde ve ikisinin arasında O'nun dileyip yönlendirdiği
her şey kıyamet günü O'nun katına yükselecektir. Bu uzun günde her şey dönüp
O'nun yanında toplanacaktır.
"Allah, gökten yere kadar olan bütün işleri
düzenleyip yönetir. Sonra işler, sizin hesabınızla bin yıl kadar tutan bir
gün içinde O'na çıkar."
Ayet-i Kerime yüce Allah'ın bütün gelişmeleri
yaratıp yürütmesinin alanını görülebilecek şekilde geniş ve kapsamlı olarak
çiziyor. "Gökten yere kadar." Amaç insan duygusunun kaldırabileceği,
boyutlarını düşünebileceği, sonuçta etkilenip ürpereceği bir atmosfere
sokmaktır. Yoksa yüce Allah'ın yaratma ve yönlendirmesinin alanı gökten yere
kadar olan mesafeden daha geniş ve daha kapsamlıdır. Ama bu geniş alan
karşısında durup düşünmek, açıklanan boyutların rakamlarını bile bilmediği
bu korkunç mesafeyi kapsayan ilahi yaratma ve yönlendirmeyi gözlemlemek
insan duygusu ve düşüncesi için yeterlidir.
Sonra bütün takdir ve sonuçları ile, akibetleri ile,
neticeleri ile yükseliyorlar. Yüce Allah hareketlerin, sözlerin, eşya ve
canlıların akıbetlerini sergilemek için dilediği günde bunları yüce katına
yükseltiyor.
"Sizin hesabınızla bin yıl kadar tutan bir günde"
Çünkü bunların hiçbiri başıboş bırakılmadığı gibi
boşuna da yaratılmamıştır. Bütün bunlar belirlenmiş bir süreye kadar yüce
Allah'ın emri ile yönlendirilmektedirler. Sonra yükseltilirler. Çünkü her
şey, her iş, her eylem ve her sonuç yüce Allah'ın yüce makamının
altındadırlar. Bu yüzden günü gelince O'nun katına yükseltilirler ya da
dilediği zaman kendiliğinden yükselirler.
"O görüleni de görülmeyeni de bilendir, üstün ve
merhametli olandır." O'dur... Gökleri ve yeri yaratan... O'dur Arş'a çıkan,
gökten yere kadar her şeyi yaratıp yöneten. "O görüleni de görülmeyeni de
bilendir." O'dur gizli ve aşikâr olanı bilen. Yaratan, yarattığına egemen
olan, iradesi dahilinde onları yönlendiren O'dur. Ve O "üstün ve merhametli
olandır." Güçlüdür O. Dilerse gücü yeter. Her şeye yaratıklara merhamet
eder.
YARATILIŞA İŞLENEN GÜZELLİK MOTİFİ
"O Allah ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı."
Allah'ım. Bu kesinlikle, fıtratın, gözün, kalbin ve
aklın gördüğü bir gerçektir. Bu gerçek, varlıkların şekillerinde ve
görevlerinde, birbirlerinden ayrılan özelliklerinde ve birbirleriyle
oluşturdukları ahenkte, biçimlerinde, durumlarında, davranış ve
hareketlerinde, kısacası az veya çok güzellik niteliği her şeyde
somutlaşmaktadır.
Allah bütün eksikliklerden uzaktır, O yücedir. İşte
her şeyde kendini gösteren O'nun sanatı. İşte O'nun elinin eserleri, bütün
yaratıklarda açıkça gözlemlenebilir. İşte O'nun yarattığı bütün varlıklar.
Hepsinde bir güzellik, bir uyumluluk gözlenmektedir. Hiçbirinde hacim,
şekil, yapısal özellik ve görev bakımından ne bir aşırılık, ne de bir kusur
var. Her biri normal ve yeterli bir güzelliğe sahiptir. Bu sınırı aşmaları
ya da daha düşük düzeyde kalmaları söz konusu değildir. Ne ifrat ne
tefrit... Her şey bir ölçüye göre yaratılmıştır. Hiçbiri ince ve titiz
ahengin sınırını geçmez. Bu ahenge uymayacak kadar eksik de olmaz. Kendileri
için belirlenen süreyi öne alamadıkları gibi, geciktiremezler de. Bu süreyi
uzatamazlar, kısaltamazlar. Küçücük atomdan, en büyük cisme kadar... Basit
bir hücreden en karmaşık varlıklara kadar... Hepsinde bir güzellik, bir
sağlamlık göze çarpar. Varlıkların davranışları, tavırları, hareketleri ve
neden oldukları olaylar da öyle. Hepsini de Allah yaratır. Bütün bunlar
Allah'ın şaşmaz düzenlemesi ile birlikte, varlıkların ezelden ebede kadar
ki, hareketleri için belirlenen evrensel strateji uyarınca yerine ve
zamanına göre son derece ince bir planla belirlenmişlerdir.
Her şey her yaratık, varlık senaryosunda kendisi
için belirlenen rolü oynamak için özenle hazırlanmış, burada en güzel
şekilde oynaması için gerekli olan tüm yetenekler ve özelliklerle
donatılmıştır. Şu sürünen kurtçuk, ayakları var, kılçıkları var.
Sürgünlerle, yeteneklerle ve güçle donatılmıştır. Bu sayede en güzel şekilde
yolunu çizebiliyor. Şu balık, şu kuş, şu sürüngen, şu hayvan, sonra şu
insan... Şu aynı yörüngede dolaşan gezegen... Şu yerinden ayrılmayan yıldız.
Şu galaksiler ve şu alemler... Şu kesintisiz olarak süren ve hareketleri
belirlenmiş olağanüstü ahenge sahip, en ince noktasına kadar düzenlenmiş
dönüşler ve hareketler. Her şey, her şey. Gözün uzanabildiği her yerde
özenli ve titiz bir sanata, harika bir yapıya sahip her şey... Evet, her
şeyde ilahi sanatın güzelliği ve titizliği son derece belirgindir.
Açık bir göz, taze bir duygu ve basiretli bir kalp
top yekün bu varlık alemindeki güzelliği, cazibeyi görür. Bu güzellik ve
cazibeyi, varlık bütününün her bir parçasında her bir zerresinde gözlemler.
Göz, kalp ya da zihin ile yüce Allah'ın yaratıklarını etraflıca düşünmek,
insana güzellik ve alımlılığı, ahenk ve mükemmelliği içeren mesajlardan
oluşmuş büyük bir hazine bahşeder. Her yandan en tatlı meyveler tarafından
bir mutluluk çemberine alınır. İnsanoğlu bu güzel, bu harika ve göz alıcı
ilahi şenlikte yaşarken, kalbini mutluluk ve coşkunluk duyguları kuşatır. Bu
gezegendeki yolculuğu esnasında gördüğü, işittiği ve algıladığı her şeyde
beliren ilahi sanatın güzellik ve titizliğinin kanıtlarını düşünür. Bu fani
alemdeki görüntülerin ötesinde asıl ilahi sanatın güzelliğinden kaynaklanan
kalıcı güzelliğe bağlanır.
İnsan kalbi geleneğin uyuşukluğundan, alışkanlığın
neden olduğu bıkkınlıktan uyanmadıkça, çevresindeki evrenden yükselen
melodilere kulak vermedikçe, mesajlarını düşünmedikçe, Allah'ın harikalar
yaratan elinden çıktığı şekliyle varlıkların cevherini ortaya koyacak
Allah'ın nuru ile bakmadıkça, gözü ya da duygusu bir olağanüstülük sezdiği
zaman hemen Allah'ı anmadıkça, sanat ile sanatkâr arasındaki bağı
sezmedikçe, bu sırada her şeyin ötesinde Allah'ın güzelliğini ve ululuğunu
görerek hissettiği ve gördüğü şeylerdeki güzelliklere ilişkin bilinci
artmadıkça şu yeryüzündeki yolculuğu esnasında kendisine bahşedilen
nimetleri kavrayamaz.
Kuşkusuz varlık alemi güzeldir. Ve bu güzellik
hiçbir zaman tükenmez. İnsanoğlu şu varlık aleminin yaratıcısının iradesi
doğrultusunda, istediği sürece hiçbir sınırlandırma ile karşılaşmadan bu
güzellikleri algılamada ve onlardan yararlanmada çok üstün bir düzeye
ulaşabilir.
Varlık aleminde güzellik unsurunun ön plana çıkması,
özellikle göz önünde bulundurulmuştur. Çünkü sanattaki titizlik, her şeyde
kendini gösteren görevi eksiksiz yerine getirme özelliğini güzellik sınırına
vardırır. Her yaratık ve her varlıktaki yaratılışın eşsizliği son derece
güzel bir şekilde belirgindir. Bak... Şu arıya. Şu çiçeğe. Şu geceye. Şu
sabaha. Şu gölgeye. Şu buluta. Varlık aleminde yankılanan şu musikiye.
Hiçbir eksikliği, hiçbir çarpıklığı bulunmayan şu ahenge bak.
Hiç kuşkusuz, bu mükemmel estetiğe ve olağanüstü
yapıya sahip varlık aleminde çıkılan bu değerli yolculukta Kur'an-ı Kerim'i
düşünelim ve ondan faydalanalım diye dikkatimizi bu güzelliğe çekiyor ve bu
amaçla şöyle diyor: "Ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı." Böylece şu
büyük varlık alemindeki güzel ve alımlı noktaları araştırıp ortaya çıkarması
için insan kalbini uyarıp, bu yönde teşvik ediyor.
"Ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı
yaratmaya çamurdan başladı." Yüce Allah'ın insanı çamurdan yaratmaya
başlaması, O'nun yaratmadaki güzelliğinin bir belirtisidir. Bu ifadeden
çamurun başlangıç olduğunu ve bunun yaratılışın ilk aşaması olduğunu anlamak
mümkündür. Ancak çamur aşamasından sonra gelen aşamaların sayısı, süre ve
zamanlarına ilişkin bir açıklama yer almıyor. Dolayısıyla bu alanda
yapılacak bir araştırma için kapı her zaman açıktır. Özellikle bu ayet
"İnsan, süzme çamurdan yaratılmıştır" (Mü'minun Suresi, 1-2) anlamındaki
ayete eklendiği zaman, insanın çamurdan yaratılışına ve bu yaratılış
aşamasına işaret edildiği anlamını çıkarmak mümkündür. Bu çamur, yüce
Allah'ın insanın içine hayat üflenmesinden önceki aşama olabilir. Hiç
kuşkusuz bu, hiç kimsenin çözemediği bir sırdır. İçeriği nedir, nasıl
meydana gelmiştir, kimse bilmiyor. Bu canlı hücreden insan meydana
gelmiştir. Ama Kur'an-ı Kerim bunun nasıl gerçekleştiğini, ne kadar sürede
ve kaç aşamada tamamlandığını belirtmiyor. Bu aşamaların incelenmesi
meselesi doğru ve sağlıklı bir araştırmaya bırakılmıştır. Bu araştırmanın,
Kur'an-ı Kerim'in insanın ilk yaratılışının çamurdan başladığına ilişkin
kesin hükmü ile çelişen bir yönü yoktur. Burası Kur'an-ı Kerim'in içerdiği
kesin gerçeğe dayanmakla, sağlıklı bir araştırmanın ortaya çıkardığı
gerçekleri kabul etmenin arasındaki güvenli bölgedir.
Yeri gelmişken şunu da söyleyelim ki, türlerin bir
dizi evrimle tek hücreden insana doğru birtakım evreler geçirdiğini, bu
oluşum sırasında ardarda birtakım varoluş ve gelişme halkalarının olduğunu
böylece insanın aslını maymundan üstün, ama insandan aşağı bir hayvana
indirgeyen Darwin'in evrim teorisi, bu noktada yanlış bir teori olarak
beliriyor. Darwin teorisinin başladığı sıralarda bilinmeyen genlerin soy
taşıyıcıları-ortaya çıkarılması, türden türe evrimleşme teorisini
çürütmüştür. Çünkü her türün hücresinde yer alan genler vardır. Bunlar o
türün özelliklerini belirleyip korurlar. Bunlar bir canlının, doğduğu türün
çerçevesinde gelişme göstermesini, kesinlikle türünün dışına çıkmamasını,
yeni bir tür olarak evrimleşmemesini zorunlu kılarlar. Örneğin; kedinin asli
kedidir ve asırlar boyunca hep kedi kalacaktır. Köpek de öyle. At, maymun ve
insan için de geçerlidir bu zorunluluk. Soya çekim teorilerine göre en fazla
olabilecek şey bir türün başka bir türe geçiş yapmadan kendi türünün
sınırları içinde gelişmesidir. Bu ise, bazı aldanmış insanların hiçbir zaman
çürütülemeyecek bilimsel bir gerçek olduğunu sandıkları Darwin teorisinin,
önemli bir kısmını geçersiz kılmaktadır.
Şimdi tekrar `Kur'an'ın gölgesine' dönüyoruz.
"Sonra onun soyunu nutfeden, hakir bir suyun özünden
çoğalttı."
Ceninin gelişmesinin ilk aşaması olan bir damla
sudan... Basit bir damla sudan başlayan hayat zinciri içinde, ceninin
gelişmesi şu şekilde gerçekleşir: Bir damla sudan kan pıhtısına, oradan bir
çiğnem ete, oradan ceninin gelişmesinin tamamlanış noktası olan kemiğe... Bu
bayağı suyun, bir damlacığını olağanüstü ve komplike bir yapıya sahip insan
haline gelene kadar geçtiği evrelerin özelliklerine bakıldığında, ortada
dehşet verici bir varoluş süreci görülecektir. Hiç kuşkusuz bu oluşumun ilk
evresi ile son evresi arasında son derece uzak ve akıl almaz mesafe vardır.
İşte Kur'an-ı Kerim bu uzun yolculuğu tasvir eden
tek bir ayet ile bize korkunç mesafeleri anlatmaktadır:
"Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi ve
sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az
şükrediyorsunuz?"
Aman Allah'ım!.. Ne büyük bir yolculuk... Ne korkunç
mesafeler... İnsanların farkında olmadıkları ne müthiş mucizeler!
O basit ve küçücük hücre nerede, en sonunda
dönüştüğü insan denen varlık nerede? Hiç kuşkusuz bu mucizeyi
gerçekleştiren, yüce Allah'ın kudret sahibi elidir. Gelişmesinde,
oluşumunda, basit yapısından bu birleşik, komplike ve akıl almaz yapıya
dönüşmesinde, küçücük ve güçsüz noktada yol gösteren O'dur.
Tek hücrede baş gösteren bu bölünme ve çoğalma...
Sonra farklı özelliklere ve görevlere sahip değişik hücre gruplarındaki
çeşitlilik... Her bir grubun, kendine özgü görevi bulunan özel bir organ
oluşturmaya ilişkin rollerini yerine getirmek üzere çoğalmaları... Özel bir
türden belli hücrelerin oluşturdukları bu organ, rolü itibariyle kendilerine
özgü görevleri ve özellikleri bulunan bölmeler içeriyor. Bu bölmeler de tek
bir organın içinde yer alan en öz hücrelerce oluşturulurlar. Bu çeşitlilikle
birlikte bu bölünme ve çoğalma yalnız başına varolan ilk hücrede nasıl
gerçekleşmiştir? Bu ilk hücreden meydana gelen ve her birinin kendine özgü
nitelikleri bulunan tüm hücre gruplarında daha sonra ortaya çıkan bunca
özellik nerede gizlenmişti? Sonra insan genini diğer genlerden ayıran
özellikler nerede saklıydı? Ayrıca teker teker her bir insanın genini diğer
insanların genlerinden ayıran özellikler nerede gizliydi? Sonra ceninin
hayatı boyunca ortaya çıkan özel yetenekleri, belli görevleri, karakteristik
özellikleri ve belirgin nitelikleri nerede korunmuştu?
Eğer bu olay, fiilen meydana gelmeseydi ve her an
yaşanmasaydı, böylesine dehşet verici, akıl almaz bir mucizenin
olabileceğini kim tasavvur edebilirdi?
Bu insana şekil veren Allah'ın elidir. Bu bedende
Allah'ın ruhundan bir soluk vardır. İşte her an tekrarlanan, ama insanların
farkında olmadıkları bu akıl almaz mucizenin yorumu budur. Bu organik
yapıdan kulak, göz ve insanı diğer hayvansal organizmalardan ayıran en
belirgin özellikler olan kavrama yeteneğini meydana getiren Allah'ın
ruhundan bir soluktur! "Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı."
Bunun dışındaki bütün yorumlar, insan aklının büyük bir şaşkınlıkla
karşıladığı bu olağanüstü mucizeyi açıklamaktan uzaktırlar. Başka türlü
bunun içinden çıkmak mümkün değildir.
Allah'ın lütfunun uzantısı olan bunca iyiliğe
rağmen... Basit bir sudan, onurlu ve yüce bir insan meydana getiren, küçük
ve zayıf hücreye çoğalma, gelişme, dönüşme, genelleşip özelleşme
yeteneklerini bahşeden, ayrıca insanı insan yapan bütün üstün özellikleri,
yetenekleri ve görevleri içine yerleştiren ilahi lütufa rağmen... Evet bunca
iyiliğe rağmen insanlar çok az şükrediyorlar!
"Ne kadar az şükrediyorsunuz."
10- Puta tapanlar: "Biz yerde
toprağa karışıp yok olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?" derler.
Doğrusu onlar Rabb'ine kavuşmayı inkâr edenlerdir.
11- De ki; "Sizin üzerinize vekil
edilen ölüm meleği, canınızı alacak, sonra Rabb'inize döndürüleceksiniz.
İnsanın ilk varoluşunun her an yenilenmesine,
gözlerin ve kulakların algılayabileceği şekilde meydana gelmesine rağmen,
sürekli tekrarlandığı halde, olağanüstülüğünden hiçbir şey yitirmeyen bu
varoluşun evrelerini, gözler önüne seren bu sahnenin ışığında... Evet -onlar
ölüp gömüldükten, bedenleri çürüyüp toprağa karıştıktan, zerreleri dağılıp
tamamen kaybolduktan sonra yüce Allah'ın kendilerini yeniden yaratacağına
akıl erdiremiyorlardı. Oysa ilk yaratılışa göre bunda garipsenecek ne
vardır? Nitekim yüce Allah insanın yaratılışına çamurdan, yani bedenlerinin
içinde çürüyüp zerrelerine karışacağını söyledikleri bu yerden yaratmıştır.
Şu halde ahirette gerçekleşecek yaratılış ilk yaratılışın benzeridir. Bu da
garipsenecek yeni bir şey değildir. "Evet onlar Rabb'lerine kavuşmayı inkâr
edenlerdir"... İşte bu tür laflar etmelerinin nedeni budur. Çünkü Allah'ın
huzuruna çıkmayı inkâr etmeleri, bir defa meydana gelmiş ve her an benzeri
meydana gelen apaçık bir olaydan kuşku duymalarına, karşı çıkmalarına neden
olmuştur.
Bu yüzden onların itirazlarına, ölecekleri ve
Allah'ın huzuruna dönecekleri belirtilerek karşılık veriliyor. Bu konu da
kendilerinin ilk yaratılışlarında somutlaşan canlı kanıtla yetiniliyor ve
başka da bir şey eklenmiyor.
AHİRETTEN BİR SAHNE
Müşriklerin itiraz ettikleri dirilişten ve kuşku
duydukları Allah'ın huzurunda toplanmadan söz edilmişken surenin akışı
onları bir kıyamet sahnesi ile karşı karşıya getiriyor. Son derece canlı ve
elle dokunulabilecek kadar somut bir sahnedir bu. Şu anda göz önünde
yaşanıyormuş gibi hareketli ve etkileyici mesajlar ile karşılıklı söz
düellolarını içeren bir sahne!
12- Suçluları Rabb'lerinin huzurunda
utançtan başlarını öne eğmiş olarak "Rabb'imiz! Gördük, dinledik, artık bizi
dünyaya geri gönder de iyi iş yapalım; artık kesin olarak inandık" derken
bir görsen.
13- Dileseydik herkese hidayeti
verirdik. Fakat benden "mutlaka cehennemi, insanlardan ve cinlerden bir
kısmıyla tamamen dolduracağım " sözü çıkmıştır.
14- Bugüne kavuşmayı unutmanızın
cezasını şimdi tadın bakalım! Doğrusu biz de sizi unuttuk. Yaptıklarınıza
karşılık ebedi azabı tadın.
Bu, aşağılanmanın, suçu itiraf etmenin, daha önce
inkâr ettikleri gerçeği kabul etmenin, kuşkulandıkları gerçeği açıkça
duyurmanın, birinci hayatta kaçırdıkları yeryüzünü ıslah etme görevini
yerine getirmek için yeniden dünyaya dönme isteğinin dile getirildiği bir
sahnedir. Bu sahnede onlar, dünyadayken ahirette karşılaşacaklarını inkâr
ettikleri "Rab'lerinin huzurunda" utançlarından başlarını öne eğmiş bir
haldedirler. Ne var ki, bütün bunlar fırsatın kaçmasından sonra, suçu itiraf
etmenin, gerçeği açıkça ifade etmenin hiçbir işe yaramadığı bir sırada
gerçekleşiyor.
Surenin akışı onların küçük düşürücü, aşağılayıcı
isteklerine cevap vermeden önce, meseleye bütünüyle egemen olan, bundan önce
de insanların hayatlarına ve akıbetlerine hükmeden gerçeği açıklıyor.
"Dileseydik herkese hidayeti verirdik. Fakat benden
`mutlaka cehennemi, insanlardan ve cinlerden bir kısmıyla tamamen
dolduracağım' sözü çıkmıştır."
Şayet yüce Allah dileseydi, bütün insanlar için tek
bir yol belirlerdi ve o da doğru yol olurdu. Nitekim yüce Allah
fıtratlarında gizli bulunan içgüdü, ilham ile yollarını bulan yaratıklar
için tek bir yol belirlemiştir. Böcekler, kuşkular ve hayvanlar hayatları
boyunca tek bir yol izlerler. Melekler gibi bazı yaratıklar da itaatten
başka bir şey bilmezler. Ne var ki, yüce Allah'ın iradesi, insan denen bu
yaratığın özel bir tabiata sahip olmasını, hem doğru yolu hem de sapıklığı
seçebilme yeteneğine sahip olmasını, isterse hidayeti seçmesini, isterse ona
yanaşmamasını dilemiştir. Yüce Allah varlık bütününün projesine
yerleştirdiği amaç ve bir hikmet doğrultusunda fıtrata bahşettiği bu özel
tabiat sayesinde, insanın evrende üstlendiği rolü yerine getirmesini
öngörmüştür. Bu yüzden yüce Allah, cehennemi sapıklığı seçen ve cehenneme
götüren yolu izleyen cin ve insanlarla doldurmayı, değişmez bir hüküm olarak
belirlediği kaderde yazmıştır.
Şu suçlular. Başları önlerine eğilmiş durumda
Rabb'lerinin huzuruna çıkartılan bu kâfirler. Evet bunlar azabı hakeden
kimselerdir. Bu yüzden onlara şöyle denilmektedir.
"Bugüne kavuşmayı unutmanızın cezasını şimdi tadın
bakalım."
İçinde bulunduğunuz şu günü unuttuğunuz için...
Çünkü biz bu anda, ahiret gününde gerçekleşen bir sahnedeyiz... Bugünle
karşılaşmayı unuttuğunuz için tadın azabı. Tadın "Doğrusu biz de sizi
unuttuk." Aslında yüce Allah hiç kimseyi unutmaz. Ama onlar gözden
çıkarılmış, ihmal edilmiş, unutulmuş kimselerin muamelelerini görürler. Bu
muamele ile aşağılandıkları, ihmal edildikleri, gözden çıkarıldıkları
vurgulanmak isteniyor.
"Yaptıklarınıza karşılık ebedi azabı tadın."
Böylece bu sahnenin üzerine perde iniyor. Çünkü
sahnede söylenmesi gereken her şeyi söyledi. Ve suçlular onur kırıcı
akıbetleriyle başbaşa bırakıldılar. Kur'an okuyan biri bu ayetleri
bitirirken, onları orada azap içinde bıraktığını hisseder, Onları terk
ederken adeta gözlerinin önünde canlanırlar. Bu da Kur'an-ı Kerim'in
kalplere yönelik mesajlar içeren sahneleri canlı bir şekilde tasvir edişinin
özelliklerinden biridir.
İMAN VE AYDINLIK SAHNESİ
Bu sahnenin perdesi iniyor ve bambaşka bir ortamda,
bambaşka bir atmosferde geçen; ruhları dinlendiren, kalpleri heyecanlandıran
bambaşka bir koku yayan değişik bir sahne açılıyor. Mü'minlerin sahnesi...
Bu sahnede onlar Allah'ın huzurunda içten ürperiyorlar, büyük bir iç huzuru
ile ibadet ediyorlar. Kalpleri Allah korkusu ile titreyerek, O'nun lütfunu
umarak Rabb'lerine dua ediyorlar. Hiç kuşkusuz Rabb'leri onlar için hayal
edemeyecekleri nimetler hazırlamıştır.
15- Bizim ayetlerimize inanan
kimselere, ayetlerimiz hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar.
Rabb'lerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.
16- Gece teheccüd namazı kılmak için
yanlarını yataklardan ayırıp kalkarlar, korkarak ve ümit ederek Rabb'lerine
dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar.
17- Yaptıklarına karşılık olarak,
onlar için nice sevindirici ve göz kamaştırıcı nimetlerin saklı olduğunu hiç
kimse bilmez.
Bu latif, berrak, duyarlı, takvadan ve Allah'ın
korkusundan titreyen, üstünlük kompleksine kapılmadan, büyüklük taslamadan
boyun eğerek Rabb'ine yönelen, umutla O'nun bağışını bekleyen mü'min
ruhların aydınlık bir tablosudur. İşte Allah'ın ayetlerine inanan, canlı bir
duygu ile, uyanık bir kalp ile, aydınlık bir vicdan ile bu ayetleri
algılayan böyle ruhlardır.
Böylelerine Allah'ın ayetleri hatırlatıldığı zaman
"secdeye kapanırlar." Ayetlerin içerdiği anlamdan etkilenerek ve yüce
Allah'a yönelik bir saygı belirtisi olarak, O'nun yüceliği önünde bilinçli
olarak secdeye kapanırlar. Secde ancak alınların toprağa bulaşması ile
anlatılabilen bir duyarlılığın ifadesidir. Bedenin secdeye varması ile
birlikte "Rabb'lerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar." Büyük ve
yüce Allah'ın kudretinin bilincinde olan, samimi olarak O'na boyun eğen,
gönülden ürperen, Allah'dan bağışlama dileyerek tövbe eden mü'minin,
Allah'ın ayetleri aracılığıyla sunduğu mesaja vereceği karşılık budur.
Sonra,yalnız bir bölümle hem bedensel durumlarını,
hem de kalbi duygularını tasvir eden sahne yer alıyor. Bu da, bedenlerin ve
kalplerin hareketlerini adeta somutlaştıran şaşırtıcı bir ifade ile
gerçekleştiriliyor.
Gece teheccüd namazı kılmak için yanlarını
yataklardan ayırıp kalkarlar, korkarak ve ümit ederek Rabb'lerine dua
ederler."
Onların geceleyin namaz kılmalarını değişik bir
üslupla ifade ediyor! "Gece teheccüd namazı kılmak için yanlarını
yataklardan ayırıp kalkarlar." Bu tablo ile geceleyin üzerinde uyudukları
yataklar, vücutları dinlenmeye, rahata, uykunun doyumsuz lezzetine davet
eder bir şekilde tasvir ediliyor. Çekici ve rahat yatakların çağrılarına
karşı koymak için büyük bir çaba sarf ediyor olsalar bile, yumuşak, rahat ve
sıcak yataklardan daha önemli uğraşıları vardır. Rabb'leri ile meşguldürler.
Onun huzurunda durmakla, derin bir ürperti ile, korku ve ümit karışımı bir
beklenti ile Rabb'lerine yönelerek anlamlı bir uğraşı içindedirler. Hem
Allah'ın azabından korkarlar, hem de rahmetini umarlar. Kızgınlığından
korkar, hoşnutluğunu ümit ederler. Ona karşı gelmekten çekinirler, O'nun
buyruklarına uymayı arzu ederler. Kur'an'ın ifade tarzı, vicdanlarda yer
eden bu titrek ve içiçe duyguları bir tek fırça darbesi ile adeta elle
tutulacak şekilde somutlaştırarak çiziyor. "Korkarak ve ümit ederek
Rabb'lerine dua ederler." Onlar bu pürüzsüz samimiyetin, gönülden kıldıkları
namazların, sıcak duaların yanı sıra, Allah'a ve O'nun zekat vermeye ilişkin
emrine uyarak müslüman topluma karşı olan yükümlülüklerini de yerine
getirirler. "Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar."
Bu parlak, aydınlık, duyarlı ve sıcak tabloya,
mü'minlerin ödüllerinin sergilendiği son derece üstün, özel ve eşsiz bir
tablo eşlik ediyor. Bu ödülde özel gözetimin, kişisel onurlandırmanın, ilahi
bağışın, bu ruhlara yönelik Rabbani ikramın izleri belirginleşmektedir!
"Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice
sevindirici ve göz kamaştırıcı nimetlerin saklı olduğunu hiç kimse bilmez."
Yüce Allah'ın mü'min topluma yönelik bağışını,
gözleri kamaştıran sayısız nimetleri ve olağanüstü bağışları katında saklı
tuttuğunu belirten hayret verici bir ifade. Katında biriktirdiği bu
nimetleri O'ndan başka kimse bilmez. Kıyamet günü Allah'ın huzurunda bu
ödüller, sahiplerine gösterilmediği sürece hep O'nun katında saklı
tutulacaktır. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın huzurunda gerçekleşen sevimli
ve onurlandırıcı buluşmanın son derece aydınlık bir tablosudur.
Allah'ın lütfuna bakın! Bu Allah'ın kullarına
verdiği ne büyük bağıştır. Yüce Allah onları lütfuyla nasıl da çepeçevre
kuşatıyor! Kimdir bunlar? Amelleri, ibadetleri, itaatleri ve niyetleri ne
olacak ki, yüce Allah bizzat gözeterek, koruyarak, sevgiyle ve özenle onlar
için ödül hazırlamayı üstleniyor. Tüm bunlar, kullarına sonsuz iyiliklerde
bulunan Kerim Allah'ın lütfundan başka ne olabilir ki?
İKİ ZIT KUTUP ARASINDA KARŞILAŞTIRMA
Aşağılık ve rezil suçların yeraldığı sahne ile
mü'minlerin nimetlerle dolu onurlandırıcı sahneleri önünde değerlendirme
amacı ile adilce karşılık verme ilkesi vurgulanıyor. Bu ilke uyarınca dünya
ve ahirette kötülerle iyiler birbirinden ayrı değerlendirilir. Son derece
hassas bir adalet temeline dayalı olarak ceza ya da ödül, yapılan işler
doğrultusunda belirlenir:
18- Hiç inanan kimse yoldan çıkan
kimse gibi olur mu? Elbette bunlar bir olmaz.
19- İnanıp yararlı iş işleyenlere
gelince, yaptıklarına karşılık varacakları cennet konakları vardır.
20- Yoldan çıkanların barınacakları
yer de ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isterlerse, yine oraya geri
çevrilirler ve onlara "yalanlamakta olduğunuz ateşin azabını tadın " denir.
21- Belki dönüp yola gelirler diye
onlara büyük azapdan önce mutlaka daha yakın azabı da tattıracağız.
22- Kendisine Rabb'inin ayetleri
hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim vardır?
Muhakkak ki biz, suçlulardan öç alıcıyız.
Mü'minlerle fasıkların karakterleri, düşünce ve
davranışları bir değildir. Bu yüzden dünya ve ahirette görecekleri karşılık
da bir olmaz. Mü'minler bozulmamış ve Allah'ın yarattığı şekliyle temel
özelliğini koruyan fıtratları ile Allah'a yönelirler, O'nun gerçek hayat
sistemine göre hareket ederler. Fasıklar ise, gerçekten sapmış, yollarını
yitirmiş ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kimselerdir. Allah'ın hayat
sistemine temel yasası ile uyuşan ve insanı amacına ulaştıran doğru yola
uymazlar. Şu halde ahirette mü'minlerle fasıkların yollarının farklı
olmasının ve her birinin kendi yaptıklarına, elleri ile biriktirdiklerine
uygun bir karşılık görmesinin şaşılacak bir yönü yoktur.
"İnanıp yararlı iş işleyenlere gelince, onlar için
cennet konakları vardır." Bu cennetler onlar için barınak ve sığınaktır.
"Yaptıkları amellere" karşılık olarak bu cennetlere konar, orada sürekli
kalırlar.
"Yoldan çıkanların barınacakları yer de ateştir."
Oraya girer ve sığınırlar. Bu ne kötü bir sığınaktır. Ki oradan kaçmak daha
hayırlı olsun! "Ne zaman oradan çıkmak isterlerse yine oraya geri
çevrilirler." Bu sahnede kaçmaya yeltenmek, ardından tekrar ateşe atılma
hareketleri gözleniyor. "Yararlanmakta olduğunuz ateşin azabını tadın"
denir. Böylece ateşe atılıp azap edilmenin yanında yeriliyor ve
kınanıyorlar.
İşte fasıkların ahiretteki sonları. Bunun yanında
onlar, o güne kadar kendi hallerine bırakılmıyor. Çünkü yüce Allah
ahiretteki azaptan önce onları bu dünyadaki azapla da tehdit ediyor.
Ancak fasıkların dünyada görecekleri bu yakın azabın
arka planında Allah'ın rahmetinin gölgesi sarkıyor. Çünkü, davranışları ile
azap görmeyi hakketmedikçe, azabı zorunlu kılan eylemleri ısrarla
sergilemedikçe yüce Allah kullarına azap etmeyi istemez. Bu yüzden yüce
Allah onları bu dünyada azap görmekle tehdit ederken, bunun gerisindeki
amacı şu şekilde açıklıyor: "Belki dönüp yola gelirler." Fıtratları uyanır,
az önceki sahnede gördüğümüz fasıkların acı akibetine uğramayı gerektiren
bir davranış sergilemiş olsalar bile azabın verdiği acı onları doğruya
yöneltir belki. Ancak kendilerine Allah'ın ayetleri anlatılır, onlar da yüz
çevirirlerse, en yakın azabı tatmalarına rağmen tutumlarından
vazgeçmezlerse, ibret almazlarsa, o zaman onlar zalimdirler: "Kendisine
Rabb'inin ayetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim
kim vardır? Muhakkak ki biz, suçlulardan öç alıcıyız." Şu halde onlar dünya
ve ahirette kendilerinden intikam alınması gereken kimselerdir. "Muhakkak
ki, biz suçlulardan öç alıcıyız." Ne korkunç tehdit! İradesini zorla
gerçekleştiren caydırıcı güce sahip yüce Allah, şu zavallı ve güçsüz kulları
korkunç bir intikamla tehdit ediyor!"
Suçlularla iyilerin varacağı yerleri, mü'minlerle
fasıkların sonları, her iki grubun kıyamet günündeki durumlarını -ki
fasıklar, suçlular bu konuda kuşku içindeydiler- tasvir eden sahneleri teker
teker ele alan bu gezinti son buluyor. Ardından surenin akışı Hz. Musa ile,
onun kavmi ile ve peygamberliği ile ilgili, yeni bir gezinti başlatıyor.
Fazla derine inmeyen yüzeysel bir gezintidir bu. Yüce Allah'ın
İsrailoğulları için kılavuz kıldığı Musa'nın, indirilen Kur'an'ı, Peygamber
efendimizin ve kendisine Tevrat indirilen Musa peygamberin aynı temel
noktada ve aynı değişmez inanç sisteminde buluştuklarına işaret ediliyor.
Bunun yanı sıra Musa'nın kavmi arasında kesin inanca sahip olan ve
zorluklara karşı sabredenlerin, toplumun önderleri olarak seçildiklerine
değiniliyor. Bununla o zamanki müslümanlara sabretmeleri ve sarsılmaz bir
inanca sahip olmaları mesajı veriliyor. Böylece yeryüzünde önder olmanın,
kalıcı egemenliğe sahip bulunmanın ön koşulu açıklanıyor.
23- Andolsun biz Musa'ya kitabı
verdik. Ey Muhammed! Sakın sen ona kavuşacağından şüphe etme. Ona
İsrailoğullarını yol gösterici yaptık.
24- Sabrettikleri ve ayetlerimize
kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola
götüren önderler yaptık.
"Ey Muhammed! Sakın sen ona kavuşacağından şüphe
etme." Ara cümleciğinin yorumu, Hz. Peygamberin getirdiği gerçek üzerinde
kararlı olması bu gerçeğin Hz. Musa'nın da kendi kitabında getirdiği
değişmez gerçeğin aynısı olduğunu, her iki peygamberin ve her iki kitabın
aynı gerçek etrafında birleştikleri şeklindedir. Bu yorum, bana göre bazı
müfessirlerin, bunun Hz. Peygamberin İsra ve Mirac gecesinde Hz. Musa ile
buluşmasına yönelik bir işaret olduğu şeklindeki açıklamadan daha doğrudur.
Çünkü değişmeyen bir gerçek ve aynı inanç sistemi etrafında birleşmek, ancak
söz konusu edilmeye değerdir. Peygamber efendimize, karşılaştığı yalanlama
ve karalama hareketleri karşısında; müslümanlara, yüzyüze geldikleri baskı
ve işkenceler karşısında kararlı olma mesajını veren bir konu içinde, bu
açıklama daha gerçekçi olur. Ayrıca bu açıklama bundan sonra gelen ayetin
anlamı ile de uyuşmaktadır. "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle
inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola götüren önderler
yaptık." Burada amaç o sıralarda Mekke'deki müslüman azınlığa,
İsrailoğulları arasındaki seçkinler gibi sabretmeleri, tıpkı onlar gibi
Allah'ın ayetlerine kesin şekilde iman etmeleri, böylece onlar
İsrailoğullarına yol gösterici önderler oldukları gibi, kendilerinin de
müslüman kitleye önderler olmaları mesajını vermek, bunun yanı sıra önderlik
ve kılavuzluğun yolunun sabır ve kesin inanç olduğunu vurgulamaktır.
Bundan sonra İsrailoğulları'nın arasında görüş
ayrılıklarının baş göstermesi meselesine gelince, bunun çözümü Allah'a
kalmıştır:
25-Şüphesiz Rabb'in kıyamet günü,
ayrılığa düştükleri konularda onların aralarında hükmedecektir.
Bu anlatımdan sonra surenin akışı Allah'ın
ayetlerini yalanlayanları, geçmiş milletlerin yok edildikleri harap olmuş
yerlerde bir gezintiye çıkarıyor.
26- Bugün yurtlarında dolaştıkları
nice kuşakları daha önce helâk etmiş olmamız, halâ onları yola getirmedi mi?
Şüphesiz bunda ibretler vardır. Halâ dinlemeyecekler mi?
Geçmiş milletlerin yerle bir olmuş yurtları yüce
Allah'ın mesajını yalanlayanlara ilişkin yasasının somut bir ifadesidir.
Allah'ın yasası ise her zaman geçerlidir. Kesinlikle değişmez ve hiçbir
suçluyu kayırmaz. İnsanlık, ortaya çıkışı ve yok olup gidişi, zayıflığı ve
güçlülüğü bakımından değişmez yasalara boyun eğmektedir. İşte Kur'an-ı Kerim
bu yasaların değişmezliğine ve sürekli yürürlükte olduklarına dikkat
çekiyor. Kur'an-ı Kerim asırların geride bıraktıklarını, geçmiş milletlerin
eserlerini; harap olmuş izlerini, geçmişte yok edilen beldelerde yaşayan
insanların ürkütücü kalıntılarını bir ibret sahnesi, kalplere yönelik bir
uyarı, duyarlılığı artırıcı bir etken, Allah'ın azabının baskınından,
zorbaları suçüstü yakalamasından korkutma amaçlı bir mesaj olarak kullanır.
Ayrıca bunları yüce Allah'ın belirlediği yasaların, evrensel düzenin
değişmezliğinin bir kanıtı olarak gözler önüne serer. Böylece insanların
kavrayışlarının, ölçme ve değerlendirme kriterlerinin düzeyini yükseltir.
Artık hiçbir nesil ya da kuşak insan hayatına egemen olan ve yüzyıllar boyu
sürekli yürürlükte olan evrensel ve değişmez hayat düzenini unutarak
herhangi bir zaman veya mekânın dar sınırları içinde kalmaz, Ne yazık ki,
birçokları aynı akıbetle yüzyüze gelmedikçe bu gerçeği hep unuturlar!
Kuşku yok ki, geçmiş milletlerin harap ve ıssız
yurtları, duyabilen bir-kalbe, uyanık bir duyguya yönelik çok etkili ve
ürpertici bir mesajı vardır. İnsanı derinden sarsan, vicdanını ürperten,
kalpleri titreten bir dili vardır bu yerlerin. İlk önce bu ayetlerle muhatap
olan Araplar Ad ve Semudoğulları'nın yaşamış oldukları bölgelerde dolaşıyor;
Lût kavminin yaşadığı kentlerden geriye kalan kalıntıları görüyorlardı.
Kur'an-ı Kerim, geçmiş yüzyılların izleri gözlerinin önünde olmasına rağmen,
Allah'ın ayetlerini yalanladıkları için cezalandırılan toplumların harap
olmuş yurtları karşılarında duruyor olmasına rağmen, buralara uğrayıp
aralarında dolaşmalarına rağmen, kalplerinin heyecanlanmamasının,
duygularının ürperip sarsılmamasını, Allah'dan korkmaya ve benzeri bir
akıbete uğramaktan sakınmaya ilişkin duyarlılıklarının artmamış olmasını, bu
sayede doğru yolu görmemiş olmalarını, kendilerini yüce Allah'ın suçüstü
yakalayıp yerle bir etmeye ilişkin vaadinden kurtaracak olumlu bir tutuma
yöneltmemiş olmalarını tuhaf karşılıyor.
"Şüphesiz bunda ibretler vardır. Halâ
dinlemeyecekler mi?"
İçinde dolaştıkları bu harap yurtlarda yaşamış
geçmiş milletlere ilişkin kıssaları, uyarıldıkları azap başlarına gelmeden,
hoşlanmadıkları akıbete uğramadan önce bu uyarıyı dinlemezler mi?
Vicdanlarına musibet ve yerle bir olma haberleri ile
dokunulduktan sonra, bunların duygularında oluşturduğu dehşet ve korku
havasından, kalplerde meydana getirdiği sarsıntı ve ürpertiden sonra surenin
akışı ölülerde kıpırdayan hayat fırçasıyla dokunuyor. Bu amaçla onları,
içinde hayat unsurunun kıpırdadığı toprakta bir gezintiye çıkarıyor. Bundan
önce de canlı fakat ölüm ve felâkete uğramış bir yerde dolaştırıyor.
27- Kuru yerlere suyu gönderip,
onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri ekinleri çıkardığımızı
görmezler mi? Görmüyorlar mı?
Şu çorak ve verimsiz toprak... Yüce Allah'ın oraya
diriltici suyu gönderdiğini, birdenbire hayat fışkıran ekinler yeşerdiğini
görüyorlar. Az önceki ölü toprakta yeşeren bu ekinleri hem hayvanları hem de
kendileri yerler. Kupkuru bir toprağa yağmurun yağması ve birdenbire
yeşermesi sahnesi:... Evet bu sahne kalbin kapanmış gözeneklerini açar.
Böylece gelişen hayatı coşkuyla, hayranlıkla karşılamasını, hayatın tadını
ve tazeliğini duymasını, sevgi, yakınlık ve coşku gibi duygularla bu güzel
ve alımlı hayatı bahşedeni hissetmesini sağlar. Aynı zamanda varlık aleminin
safhalarına hayat ve güzelliği yayan, harikalar yaratan kudreti, sanatkâr
eli görmesini de sağlar.
İşte Kur'an-ı Kerim insan kalbini musibet ve yok
oluş alanlarında dolaştırdıktan sonra hayat ve gelişme alanlarında bu
şekilde dolaştırıyor. Amaç her iki alanda dolaştırarak bilincini arttırmak,
duygularını alışkanlığın donukluğundan, geleneğin uyuşukluğundan
uyandırmaktır. Onunla varlık sahneleri, hayatın sırları, olaylardan çıkan
ibret dersleri ve tarihin kaydettiği somut kanıtlar arasındaki engelleri
ortadan kaldırmaktır.
FETİH GÜNÜ VE İNANMAYANLAR
Bu uzun gezintiden sonra surenin son bölümü yer
alıyor.' Burada kâfirlerin tehdit edildikleri azabın bir an önce gelmesini
istemeleri, uyarı ve sakındırmanın doğruluğundan kuşku duymaları
anlatılıyor. Bu amaçla bir an önce gelmesini istedikleri azabın
gerçekleştiğini gözler önüne seren korkunç ve caydırıcı bir sahne sunuluyor.
Ama inanmanın kendilerine bir yarar sağlamadığı ve kaçırdıkları şeyleri
yeniden düzeltmek için kendilerine sürenin tanınmayacağı bir günde. Sure
onlardan yüz çevirmesine, onları kaçınılmaz akıbetleriyle başbaşa
bırakmasına ilişkin Peygamber efendimize yönelik bir direktifle sona eriyor.
28- "Doğru söylüyorsanız bu fetih ne
zaman?" diyorlar.
29- De ki; "Fetih günü gelince inkâr
edenlere, o zaman inanmaları fayda vermez ve kendilerine mühlet de verilmez.
"
30- Sen onlardan yüz çevir ve bekle,
zaten onlar da beklemektedirler.
Ayetin orijinalinde geçen "fetih" iki grup
arasındaki görüş ve inanç ayrılığını bir çözüme bağlama, yüce Allah'ın azabı
bir süre erteleme hususunda önceden tasarladığı hikmetten habersiz olarak
yakın bir zamanda gerçekleşmemesine aldandıkları tehdidin, gerçekleşmesi
anlamındadır. Yüce Allah'ın bir hikmete göre belirlediği bu süre onların
istediği ile ertelenmez, öne alınmaz. Ayrıca onlar bu azabı başlarından
savamazlar ve kesinlikle ondan kurtulamazlar.
"De ki; Fetih günü gelince inkâr edenlere, o zaman
inanmaları fayda vermez ve kendilerine mühlet de verilmez."
Bugünün, yüce Allah'ın kâfirliklerini sürdürürlerken
onları suçüstü yakaladığı, bundan sonra kendilerine mühlet tanımadığı ve
bundan sonra inanmalarının fayda vermediği dünya hayatındaki bir gün olması
ile mühlet isteyip de isteklerinin yerine getirilmediği ahiretteki gün
olması fark etmez.
Bu cevap eklemleri birbirinden koparacak kadar
etkiliyor, kalpleri tiril-tiril titretiyor... Bunun ardından surenin son
mesajı geliyor.
"Sen onlardan yüz çevir ve bekle, zaten onlar da
beklemektedirler." Bu ifadenin geri planında peygamberin onların işinden
elini çekmesinden, onları kaçınılmaz akibetleri ile başbaşa bırakmasından
sonra beklemenin akibetine ilişkin gizli bir tehdit vardır.
Bu gezintilerden, işaretlerden, sahne ve
etkenlerden, insan kalbini her yönden saran, tüm yolları kapatan çeşitli
mesajlardan sonra bu sure işte bu derin etkili mesajla sona eriyor.
SECDE SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.