91-Şems
1- Güneşe ve onun ışığına,
2- Ardından gelmekte olan
Ay'â,
3- Onu ortaya koyan gündüze,
4- Onu bürüyen geceye,
5- Göğe ve onu yapana,
6- Yere ve onu yayana.
Yüce Allah, bu varlıkların ve kainat
tablolarının üstüne yemin ettiği gibi, ruhun üstüne, ona yetenekler
verilmesinin ve iyilik ile kötülüğün ilham edilmesinin üstüne, yemin ediyor.
Bu yemin ayette sıralanan yaratıklara büyük bir değer kazandırmaktadır.
Ayrıca bu yeminden yararlansınlar ve "bu yaratıklar ne gibi değerler ve ne
gibi anlamlara sahip ki yüce Allah'ın kendi üzerlerine yemin etmesine uygun
olmuşlar" diye düşünmeleri için insanların dikkatini bunların üstüne
çeviriyor.
Kainat sahneleri ve onun dış görüntüleri ile
insan kalbi arasında kelimenin tam anlamı ile gizli bir dil vardır. insan
kalbi bu dil ile fıtratın özünde ve duyguların derinliğinde tanışmıştır.
Kainat tabloları ile insan ruhu arasında, karşılıklı etkileşim ve hiçbir ses
ve hiçbir çığlık çıkmadan karşılıklı bir konuşma ve dertleşme vardır. Evet,
kainat tabloları insan kalbi ile konuşurken, ruha ilham verirken,
canlılığını yitirmemiş insan denen varlığa uygun bir hayat sunarken, hiçbir
çığlık ve ses duyulmaz. insan o tablolarla yüzyüze gelirken, onlara
yönelirken ve karışlıklı dostluğu, konuşmayı, etkileşimi ve ilhamı yazarken
hiçbir çığlık ve ses duyulmaz.
Bunun için Kur'an-ı Kerim, insan kalbini
çeşitli yerlerde, çeşitli üsluplarla kainat tablolarına yöneltir. Bazen
doğrudan doğruya yapar bunu bazen de, şu yaratıkların ve tabloların üstüne
yemin edilmesinde olduğu gibi, dolaylı dokunuşlarla ve bunların arkalarından
gelen gerçekleri bir çerçeveye koyarak, yapar. Bizler özellikle bu cüzde, bu
tarz yönlendirme ve dokunuşları çok fazla gördük. insan kalbini duygu ve
ilham istesin ve -karşılıklı olarak anlaştıkları dil ile- fısıldamış olduğu
işaretleri, çevreye yaydığı konuşmaları kainattan alsın diye, kainata varıp
konuşması için uyarmayan, bir tek sure yoktur.
Burada Güneşin ve aydınlığının üstüne insana
ilhamlar veren bir yeminle and içildiğini görmekteyiz... Evet genel olarak
Güneşin ve özel olarak da onun ufuktan yükselip de kuşluk vaktine girdiği
zamanı üstüne yemin edildiğini görmekteyiz. Çünkü Güneşin en hoş ve en tatlı
olduğu zaman kuşluk zamanıdır. Bu, kışın insanı ısıtan canlandıran ve
harekete geçiren; yazın da sevimli bir ılıklığın yayıldığı, öğle sıcağının
insanı bunaltmasından önceki parlak bir aydınlığın çevreyi kuşattığı andır.
O halde Güneş, kuşluk zamanı en sevimli ve en berrak anındadır. Bazıları
ayet metninde yer alan (Duha) sözcüğünün bütün bir günün tamamı anlamına
geldiğini söylemişler ise de, biz bu sözcüğün akla ilk gelen anlamı olan
"Kuşluk zamanı" anlamında olduğunu kabul ediyor ve bu uzak anlama yönelmeyi
gerekli görmüyoruz. Çünkü gördüğümüz gibi, "Kuşluk zamanın''nın insan
hayatında özel anlamları vardır.
Ve biz yine burada Güneşi izleyen Ay'ın
üstüne de yemin edildiğini görmekteyiz. Güneşin ardından hoş, şeffaf, parlak
ve berrak ışığı ile doğan ayın üstüne yemin edildiğini görmekteyiz. Kuşkusuz
insan kalbi ile, parlayan mehtap arasında eskiden beri süregelen bir dostluk
ve bir sevgi bağı vardır. insanın iç alemine ve ruhunun derinliklerine
işleyen vicdanın her noktasını kaplayan bir sevgidir bu. insanlar hemen
iletişim kurar, yakınlaşır ve insan kalbi bu sevgi ile hangi durumda
buluşursa buluşsun derhal silkinir ve kendine gelir. Mehtabın insan kalbine
yönelik fısıltıları ve ilhamları vardır. Mehtap yaratıcıyı tesbih eder, her
türlü eksikliklerden uzak olduğunu fısıldar durur. Ayın aydınlığında duygu
yeteneğini yitirmemiş gönüller, nerede ise bu fısıltıları ve ilhamları duyar
gibi olurlar. insan kalbi zaman zaman, mehtaplı bir gecede her yeri kuşatan
nur ve aydınlık okyanusunda yüzdüğünü, kirlerinden arındığını, hisseder.
Mehtaplı bu gecede susamışlığını tamamen giderir. Bu sevimli ışıkla
kucaklaşır da o nurun içinde yüce Allah'ın varlığı ile sükunet bulup huzura
kavuşur.
Sonra güneşi açığa çıkaran gündüzün üstüne
yemin edilmektedir. Ki bu da ayetin metninde geçen (Duha)'nın bütün gün
demek olmadığına, aksine günün özel bir zamanı olduğuna işaret etmektedir.
Ayet metninde yer alan "Onu ortaya çıkaran" ifadesinde "O" zamiri daha önce
geçen güneş sözcüğünün yerine kullanılmıştır. İlk akla gelen böyle
olmasıdır. Ne var ki Kur'an'ın iması bu zamirin "yeryüzü" sözcüğü yerine
kullanılmış olduğunu göstermektedir. Buna göre ayetin anlamı, "Yeryüzünü
ortaya çıkaran gündüze yemin ederim" demek olur. Kur'an üslubunun tıpkı
bunun gibi ifadelerin akışı içinde gizli, dolaylı çağrışımları vardır. Çünkü
bu çağrışımlar insan hissi tarafından tanınmaktadır. Dolayısı ile Kur'an
ifadesi bu çağrışımları gizlice hissettirir. Gündüz yeryüzünü açığa çıkarır
ve gözler önüne serer. Gündüzün insan hayatında bilindiği gibi birçok
etkileri vardır. Fakat insanoğlu hergün tekrar tekrar gelen gündüzün
güzelliğini ve etkilerini unutabilir. İşte bu gibi hallerde gelen böylesi
kısacık dokunuşlar insanı uyandırır ve bu büyük olayı düşünmeye teşvik eder.
"Onu örtüp bürüyen geceye" ifadesi de böyledir. Buradaki "bürüyüş" yukardaki
"açığa çıkarış"ın karşıtı ve tersidir. Gece herşeyi bağrına basar ve bürüyüp
gizler. Bu tablonun da insan ruhuna etkisi ve aynen gündüz gibi insan
hayatında izleri vardır.
Sonra da yüce Allah, gökyüzünün ve onun
kuruluşunun üstüne yemin etmekte ve "Göğe ve onu yapana yemin ederim."
buyurmaktadır. Ayet metninde geçen "Ma" sözcüğü, başına geldiği fiil burada
olduğu gibi mastar isme dönüştüren edatlardandır. Gökyüzü denince insanın
aklına ilk gelen şey, nereye dönersek dönelim, içine yıldızların ve kendi
yörüngelerinde yol alan yığın yığın serpiştirilmiş olduğu kubbe gibi
tepemizde görmüş olduğumuz enginliktir. Gökyüzünün gerçek yüzünü ise
kavramaktan aciziz. Bizim tepemizde birbirini tutmuş olarak gördüğümüz
nesne, sistemi bozulmayan ve değişmeyen bir yapıya sahiptir. Bundan dolayı
gökyüzü değişmezliği ve birbirini tutmuş olması ile "kurulma ve yapılma"
özelliğini elde eder. Ancak gökyüzü nasıl kurulmuştur, başını ve sonunu
bilmediğimiz uzayda yüzercesine yol alırken, kendisini oluşturan parçalar
dağılmasınlar diye onları tutan nedir? İşte bizler bütün bunları bilmiyoruz.
Bu konuda söylenenler, değişme ve çürütülme olasılığı olan sadece birer
varsayımdan ibarettir. Bu görüşlerin ne değişmezliği ve ne de söylenmiş son
söz almaları sözkonusudur. Ancak herşeyin arkasından kesin olarak bildiğimiz
bir şey varsa o da; bu akıllara durgunluk veren yapıyı yüce Allah'ın kudret
elinin tutuyor olmasıdır. "Gökleri ve yeryuvarlağını dengede tutarak
yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah'tır. Eğer onlar
yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka hiç kimse dengeye
getiremez." (Fatır 41) İşte bilgi adına kesin olarak bildiğimiz biricik
gerçek budur.
Yine yüce Allah yeryüzüne ve onun yayılmasına
yemin etmektedir. Ayet metninde geçen (Tahv) sözcüğü, tıpkı (dahv) gibi,
yaymak, döşemek, hayata elverişli hale getirmek demektir. Bu başlı başına
bir gerçektir ki, gerek insan cinsinin ve gerekse canlı olan öteki
yaratıkların hayatları bu gerçeğe dayanır. Yeryüzünde yüce Allah'ın kudret
elinin yoktan var ettiği bu özellik ve uygunluklar, evet O'nun planlaması ve
idaresi uyarınca yeryüzünü yaşamaya elverişli yapan. iste bu özellikler ve
bu uygunluklardır. Anlayabildiğimiz kadarı ile, bu özelliklerden birisi
aksasa veya bozulsa, ne yeryüzü yaşanabilir olma özelliğini koruyabilir ve
ne de burada yaşama, bu biçimi ile sürerdi. Yeryüzünün yayılması bir başka
ayette şöyle ifade olunur: "Ardından yeri düzenlemiştir. Soyunu ondan
çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir." (Naziat 30) İşte yeryüzünün
döşenmesi bu özelliklerin ve uygunluğun en büyüğüdür. Ve bu işi üstlenen ise
sadece yüce Allah'ın kudret elidir. Burada yeryüzünün döşenmesi bu
özelliklerin ve uygunluğun en büyüğüdür. Ve bu işi üstlenen ise sadece yüce
Allah'ın kudret elidir. Burada yeryüzünün döşenmesinden söz ediliyorsa,
bununla ancak ve ancak bu döşemenin gerisindeki kudret elinden söz ediliyor
demektir. Ve insan kalbi ibret alması ve öğüt elde etmesi için böylesi bir
dokunuşla ele alınıyor ve ona dokunuluyor.
Şimdi bu yeminin devamında evrene, evrenin
tablolarına ve dış görüntülerine bağlı olarak insan yaratılışına ait en
büyük gerçek geliyor. Bu gerçek, birbirine bağlı ve birbiri ile uyumlu olan
şu varlık alemindeki en büyük mucizelerden birisidir.
7- Kişiye ve onu
şekillendirene,
8- Sonra da ona iyilik ve
kötülük kabiliyeti verene andolsun ki,
9- Kendini arıtan saadete
ermiştir.
10- Kendini fenalıklara gömen
kimse de ziyana uğramıştır.
Bu dört ayet, buna ek olarak daha önce geçen
Beled suresinin "Biz ona eğri ve doğru iki yol gösterdik" (Beled 10) ayeti
ve insan suresinin, "Ve gerçekten biz ona yolunu gösterdik. O ya
şükredicidir ya inkar edicidir." (İnsan 3) ayeti, islamın, insan
psikolojisinin temelini oluşturur. Bu ayet insanın karekterinin ve mizacının
çift yönlülüğünü ifade eden ayetlerin hem tamamlayıcısı ve hem de o
ayetlerle ilgisi olan bir ayettir. Söz gelimi bu ayetlerden birisi Sad
suresinin "Rabbin meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir insan yaratacağım.
Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman, derhal secde edin.
Meleklerin hepsi birden secde ettiler." (Sad 71-73) Öte yandan bu ayet
kişisel sorumluluğu ifade eden ayetlerle de ilişkilidir ve onlara da
tamamlamaktadır. Nitekim yüce Allah, Müddessir suresinde "Her nefis
kazandığı ile tutukludur." (Müddesir 38) buyurur. Ayraca bu ayet yüce
Allah'ın insana yönelik olarak yaptıklarını, o insanın davranışlarına göre
ayarladığını ifade eden ayetlerin de tamamlayıcısı gibidir ve onlarla ilgisi
vardır. Nitekim yüce Allah, Ra'd suresinde şöyle buyurur: "Herhangi bir
toplum tutumunu değiştirmedikçe Allah onun konumunu değiştirmez." (Rad 11)
Bu ve benzeri ayetlerden İslam'ın insana
bakışı bütün çizgileri ile ortaya çıkıyor. Buna göre insan denen şu yaratık,
çift yönlü bir mizaçta, çift yönlü yetenekte ve çift yönlü eğilimde
yaratılmıştır. Biz "çift yönlü" deyimi ile insanın yaratılış gerçeğini ifade
etmek istiyoruz. Şöyle ki insan ilahi soluk ile bir çamur parçasından
yaratılmıştır. Bu gerçek bize insan yapısının çift yönlülüğünü yani hem
iyiliğe hem kötülüğe, hem doğruluğa hem de sapıklığa meyyal olduğunu
göstermektedir. insan neyin iyilik ve neyin kötülük olduğunu ayırabilir.
Nitekim yine insan kendini iyiliğe de kötülüğe de aynı oranda yöneltebilir.
Bu güç, onun benliğinin özünde gizlidir. Kur'an-ı Kerim bu gücü, zaman zaman
"ilham" sözcüğü ile ifade eder. "Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona
iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun." Bazen de bu gücü Kur'an
"hidayet" doğru yolu bulma, sözcüğü ile ifade eder. "Biz ona eğri ve doğru
iki yol gösterdik." (Beled 10) Kısacası bu güç insanın özünde "yetenek"
şeklinde gizlidir. Kutsal mesajlar, yönlendirmeler ve dış etkenler bu
yetenekleri uyarmaktan, bilemekten öteye gidemez. Bunlar ancak ve ancak bu
yetenekleri şu veya bu yöne yönlendirme fonksiyonunu üstlenebilirler. Ancak
hiçbir zaman bu yetenekleri yoktan var edemezler. Çünkü onlar, doğuştan
yaratılmışlardır. insanın tineti şeklinde içine yer etmiştir. Ve ona gizlice
ilham edilmiştir.
Bir de insanın benliğinde gizli olan ve
doğuştan gelme yeteneklerinin yanında sağ duyu vardır ki, bu güç insanın
benliğinde onu yönlendirir. İşte insan bu güce göre sorumluluk taşır. Kim
bunu kendini arıtıp temizlemede, kendisindeki yeteneklerini geliştirmede
kullanırsa, o kişi kurtuluşa ermiştir. Kim de bunu karartır, köreltir ve
cılızlaştırırsa, ziyana uğramıştır. "Kendini arıtan saadete ermiştir,
kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır."
Öyleyse insana, seçmeyi ve yönlendirmeyi
sağlayan sağ duyunun bahşedilmesinin bir sonucu olarak sorumluluk
yüklenecektir. "Yönlendirmeyi sağlayan" dedik, bununla insanın doğuştan
gelen ve hem iyilik alanında hem de kötülük alanında aynı derecede gelişmeye
uygun olan yeteneklerin yönlendirmesini sağlayan güçtür demek istiyoruz. O
halde bu öyle bir güçtür ki karşılığında sorumluluk vardır, karşılığında
yükümlülükler vardır ve karşılığında özveri vardır.
Yüce Allah insanlara acıdığı için, onları ne
fıtratlarına kazınmış yeteneklerine ve ne de hareketlerine hakim olan
sağduyu gücüne bırakmıştır, aksine insanoğluna, ince ve değişmez ölçüler
veren, imanın ilhamlarını gerek ruhunda gerek vücudunda ve gerekse kendini
saran çevresinde bulunan "doğru yol"un delillerini gözlerinin önüne seren,
azgın arzuların kışkırtıcılığını önünden kaldırıp Hakk'ı gerçek biçimi ile
görmesini sağlayan "Kutsal mesajlarla" ile onu desteklemiştir. Böylece
insanoğlunun önünde yol hiçbir kuşku ve karanlığa yer kalmadan apaçık olarak
belirir. Ve İşte o zaman sağduyu kendi seçtiği ve üzerinde yürüdüğü yönün
gerçek niteliğini bilerek ve kavrayarak hareket eder.
İşte bunların tümü yüce Allah'ın insanoğlu
için istedikleridir. Bunların çerçevesinde gerçekleşen şeylerin tümü yüce
Allah'ın dilemesi ve genel planlaması uyarınca gerçekleşmiş demektir.
Olabildiğince kısa olarak ifade edilen bu
değerlendirmeden eğitim alanında yönlendirmeye dair değerli birçok gerçekler
çıkar. Bu gerçeklerden birincisi insan denen şu varlığın değerinin
yükseltilmesidir. Çünkü insan yöneldiği yönün sorumluluğunu yüklenmeye uygun
duruma getirilmiştir. Ve kendisine seçme ve tercih etme özgürlüğü
verilmiştir. (Bu özgürlük insana, tercihinde vé seçiminde sözkonusu
özgürlüğün verilmesini dileyen kutsal dileme çerçevesinde verilmiştir.) Şu
halde, özgürlük ve sorumluluk insan denen şu yaratığa şerefli bir yer
sağlar. Ve bu iki özellik, şu varlık aleminde yüce Allah'ın ruhundan
üflediği ve kudret eli ile biçimlendirdiği, dünyada birçok yaratıktan daha
üstün kıldığı şu insana uygun yüce bir mertebe sağlar.
Bu gerçeklerden ikincisi, insan denen şu
yaratığa gelecek sorumluluğun yüklenmesi ve daha önce değindiğimiz gibi
kutsal dileme çerçevesinde kendi işinin kendi eline verilmesidir. Bunun
sonucu olarak insanın duygularında uyanma sağlanır. Çekinme ve takva duygusu
meydana gelir. Ve insanoğlu bilir ki, yüce Allah'ın kendisi hakkındaki
kaderi (planlaması) bizzat kendisinin davranışlarına göre gerçekleşir.
"Herhangi bir toplum, tutumunu değiştirmedikçe, Allah onun konumunu
değiştirmez." (Rad 11) Bu ağır bir sorumluluktur. Bunu yüklenen kişi
dikkatsizlik edemez ve dalgınlığa düşemez.
Sözkonusu gerçeklerden üçüncüsü, insana
değişmeyen kutsal ölçülere sürekli olarak başvurma ihtiyacını
hissettirmesidir. Bundan hedefi ise, insanın arzularının kendisini yanılıp
saptırmadığının, ve ihtiraslarının kendisini felakete sürüklemediğinin ve
arzularını tanrılaştıranlara yüce Allah'ın belirlediği akıbete kendisinin
layık olmadığının kesin inancı içinde olmasıdır. Ve insanoğlu böylelikle
yüce Allah'a yakın olur. Onun doğru yolu göstermesi ile doğruyu bulur. Yolun
karanlıklarından O'nun verdiği ışık ile aydınlanır.
Şu halde, insanoğlunun nefsin temizlenmesi ve
arındırılması çabasında ulaşabileceği yüksekliğin sonu yoktur. Evet insan
yüce Allah'ın coşkun nurunda yıkanırken ve çevresinde fışkıran varlık
kaynaklarının selinde temizlenip arınırken ulaşabileceği yüksekliğin sonu
yoktur.
Bütün bunlardan sonra yüce Allah, nefsini
saptıran doğru yolu bulmasına engel olan ve onu kirleten kimsenin başına
gelecek zarara ve kötü akıbete örnek sergiliyor. Bu örnek Semud kavminin
başına gelen ilahi gazap (kızgınlık) ceza ve helak ta canlanmaktadır.
11- Semud kavmi azgınlığı
yüzünden Hakkı yalanladı.
12- İçinden azgını ileri
atılınca
13- Allah'ın elçisi onlara: '
Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dokunmayın" dedi.
14- Onu yalanladılar, deveyi
kestiler. Rabbleri de, günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı
dümdüz etti.
15- Allah bu işin sonundan
korkmaz.
Semud kavminin ve Peygamberleri Salih
(a.s.)'ın hikayesi Kur'an'da bir çok yerde geçer. Biz de tefsirimizde bu
kavimden söz edildiği her yerde bu konuya değindik. Bu yerlerin en yakını bu
cüzde, yer alan Fecr suresidir. Hikayenin ayrıntılarını öğrenmek isteyen
oraya başvurabilir.
Burada ise, yüce Allah, Semud kavminin
azgınlığı yüzünden peygamberlerini yalanladıklarını ve yalanlamanın
nedeninin sadece azgınlık olduğunu belirtiyor. Bu azgınlık ise onların en
sapıklarının ileri atılması şeklinde somutlaştırılmaktadır. Çünkü yüce
Allah'ın devesini kesen, o ileri atılandır. Tüm Semud kavmi içinde işlemiş
olduğu suç yüzünden en azılı ve uğursuz olanı da o idi. Oysa yüce Allah'ın
Peygamberi, bu hareketi yapmadan önce onları uyarmış ve onlara: "Sakın
Allah'ın devesine el sürmeyiniz. Sakın bir gün size bir gün deveye ayırmış
olduğu suyun bölüşüm düzenini çiğnemeyiniz:' demişti. Çünkü onlar
Peygamberden bir mucize isteyince kendilerine bunu şart koşmuş ve bu dişi
deveyi bir mucize olarak vermişti. Kuşkusuz bu devenin özel bir durumu
vardı. Ancak biz bunun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Çünkü yüce Allah bu
konuda bize daha fazla bilgi vermemektedir. İşte bunun üzerine onlar
Peygamberlerini yalanlamışlar ve deveyi kesmişlerdi. Deveyi kesen ise İşte
en azgınları idi. Ancak ne var ki hepsi sorumlu tutuldular ve dişi deveyi
tümü birden kesmiş kabul edildiler. Aslında onlar o azgının elini tutup da
deveyi ortaklaşa kesmemişlerdi fakat onun yapmasına göz yummuşlardı. Bù,
dünya hayatında, sosyal sorumluluğu ortaklaşa yüklenme konusundaki islamın
temel prensiplerinden birisidir. Ancak bu prensip ahirette verilecek
cezalarda kişisel sorumluluk ilkesi ile çelişmez. Çünkü hiçbir kimse
başkasının günahını yüklenmez. Üstelik, karşılıklı olarak nasihat etmeyi,
dayanışmayı ve iyiliğe teşvik etmeyi ihmal etmek, azgınlık ve kötülük
edenlere engel olmamak da günahtır.
Ve İşte o anda kudret eli harekete geçiyor ve
büyük bir darbe ile kıskıvrak yakalıyor. "Rabbleri de günahları yüzünden
azabı başlarına geçirdi. Orayı dümdüz etti."
Ayet metninde geçen "demdeme" gazap ve
arkasından gelenlerin ibret alacağı biçimde cezalandırmak ve kıskıvrak
yakalamak demektir. Kelimenin söylenişi bile, gerisinde nelerin olduğunu
çağrıştırmakta ve ses tonu ile anlamını canlandırmakta nerede ise korkunç ve
dehşetli bir tablo çizmektedir. Yüce Allah onların yaşadıkları yerleri
dümdüz etmiş altını üstüne getirmişti. Bu, sert ve şiddetli felaketin
canlandığı bir tablodur.
Yüce Allah, "Bu işin sonundan korkmaz."
Kimden korksun? Niçin korksun? Niye korksun? Ayetin bu ifadesi ile, sonuç
olarak kendisinden çıkan anlam kastedilmektedir. Yaptığının sonucundan
korkmayan kişi eğer kıskıvrak yakalayacak olursa, adamakıllı sımsıkı
yakalar. Nitekim Allah'ın sımsıkı yakalaması böyle olmuştur. Rabbinin
kıskıvrak yakalaması şiddetlidir. Bu etki, ilhamı ve çağrışımı gönüllere
işlemesi hedeflenen bir etkidir.
Böylece insan nefsinin gerçekleri bu büyük
varlık aleminin gerçekleri ve değişmez tabloları ile birbirine bağlanıyor.
Ayrıca bunların ikisi de, yüce Allah'ın yalanlayanlàrı ve azgınları
yakalamak ve helak edişteki kanununa bağlanıyor. Bu helak ediş, herşeye bir
süre belirleyen, her olaya bir oluş zamanına, her işi bir hedefe bağlayan
hikmet sahibinin takdiri dahilinde oluyor. O hem ruhların , hem kainatın ve
hem de kaderin Rabbidir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.