26-Şuara
1- Ta, sin, mim.
2- Bu ayetler, açık
anlamlı Kitabın ayetleridir.?
Burada verilen kopuk harfler, bu surenin de bir
bölümünü oluşturduğu apaçık Kitabın ayetlerine dikkat çekmek içindir. Bu
harfler, vahyi yalanlayanların elleri altında olmalarına rağmen onlar bu
harflerden bu apaçık Kitabın bir benzerini yapamamaktadırlar. Surede, bu
Kitaptan yoğun biçimde söz edilmektedir. Girişinde sonucunda, bu kitaptan
bahsedilmektedir. Zaten Kur'an'da bu kopuk harfler ile başlayan bütün
surelerin özelliği budur.
Bu uyarıdan sonra müşriklerin tutumlarına üzülen,
kendisini ve Kur'an-ı Kerim'i yalanlamalarına içerleyen Allah'ın elçisi Hz.
Muhammed'e -salat ve selam üzerine olsun- hitap ediliyor. Kendisi teselli
ediliyor, yüklendiği işi kolaylaştırılıyor. Onlar için üzülmemesi gerektiği
belirtiliyor. Çünkü yüce Allah dileseydi, zorla iman etmelerini, zorla imana
boyun eğmelerini sağlayabilir, kaba kuvvetle iman etmelerini garanti edecek
bir ayet (mucize) gönderebilirdi.
3- Ey Muhammed,
onlar mü'min olmuyorlar diye neredeyse canına kıyacaksın.
4- Eğer dilesek
onlara gökten bir mucize indiririz de karşısında boyunları eğik kalır.
Ayetlerin ifade üslubunda Hz. Peygamber -salat ve
selam üzerine olsun- onların iman etmemelerine sıkıldığından ve üzüldüğünden
azarlanıyor gibidir. İfade de bu özellik vardır.
"Ey Muhammed, onlar mü'min olmuyorlar diye neredeyse
canına kıyacaksın."
Ayeti kerimede geçen "Bahi'un-nefs" kavramı
kendisini öldürmek demektir. Bu ifade Resulullah'ın -salat ve selam üzerine
olsun- onların ilahi mesaj yalanlamalarına ne kadar üzüldüğünü tasvir
etmektedir. Zira o bu yalanlamadan sonra onların başına gelecekleri kesin
biçimde bilmektedir. Bu nedenle onlar adına içi yanmaktadır. Çünkü onları
kendisinin ailesi, aşireti ve milletidir. İçi daralmaktadır. Bu durumda
Rabbi ona acımakta, öldürücü üzüntüsünü hafifletmektedir. İşini
kolaylaştırmakta ve ona demektedir ki: Onları imana getirmek senin görevin
ve yükümlülüğün değildir. Eğer onları imana zorlamak isteseydik, biz
zorlayabilirdik. Onun karşısında imandan başka bir çareye başvuramayacakları
mağlup edici bir ayet indirirdik. Böyle bir durumda onların boyun eğiş
halleri, somut bir tablo halinde ayette ifadesini bulmaktadır. "Eğer dilesek
onlara gökten bir mucize indiririz de karşısında boyunları eğik kalır."
Boyunları bükülmüş, eğilmiş vaziyettedir. Sanki bu onların kendilerinden
ayrılmayan halleridir. Hep böyle kalıp duracaklardır!
Fakat yüce Allah, bu son peygamberliğin yanında bir
de mağlup edici bir ayetin (mucizenin) olmasını dilememiştir. Yüce Allah bu
son risaletin mucizesi olarak Kur'an'ı vermiştir. Eksiksiz bir hayat
programı olarak Kur'an'ı her yönden mucize olan Kur'anı:
1- Kur'an, ifade yapısı ve edebi ahengi ile bir
mucizedir. Çünkü pek çok özellikleri, değişmeyen ve farklılık göstermeyen
bir düzeyde ve bir noktada bütünleştirmeye dayanmaktadır. İnsanın işleri ve
eylemlerinde ise durum değişiklik ve farklılık göstermektedir. Bir tek
insanın işinde yükselme, alçalma, güçlenme, zayıflama rahat biçimde
gözlemlenmekte, durum değişmektedir. Halbuki bu Kur'an'ın ifadeye ilişkin
özellikleri tek bir uyuma ve tek bir düzeye dayanmaktadır. Üstelik bu uyum
ve düzey hiç değişmeyen bir sabitliğe sahiptir. Bu da halleri değişikliğe
uğramayan kaynağının değişmezliğini ortaya koymaktadır.
2- Kur'an, düşünce yapısı, bölümlerinin ahengi ve
mükemmelliği ile de mucizedir. Orada ne bir eksikliğe ne de bir tesadüfe yer
yoktur. Bütün buyrukları ve yasamaları aynı noktada buluşmakta, uyum içine
girmekte ve birbirini tamamlamaktadır. İnsan hayatını bütün olarak ele
almakta, kuşatmakta, ihtiyaçlarına cevap vermekte ve yönlendirmektedir. Bu
kuşatıcı, kapsamlı programın en ufak bir bölümü diğer bölümü ile
çelişmemekte ve insanın fıtratına herhangi bir noktada aykırı düşmemektedir.
Onun ihtiyaçlarına cevap vermekten aciz kalmamaktadır. Bütün direktifleri ve
yasamaları tek bir eksene, tek bir kulpa bağlanmaktadır. Bunlar arasında
öyle bir uyum var ki, insanın sınırlı deneyiminin bu noktaya ulaşması mümkün
değildir. Bunu ortaya koymak için sınırsız yer ve zamanın sınırları ile
sınırlandırılmamış bir bilgi ve deneyime ihtiyaç vardır. İşte ancak böyle
bir bilgi ve deneyimle mesele bu ölçüde kuşatılabilir ve ancak onunla bunun
gibi bir düzenleme yapılabilir.
3- Kalpler ve ruhlara rahatlıkla ulaşması, alıcı
cihazlarına dokunması, kapalı olan cihazlarına, etkilenme ve sinyallere
karşılık verme hassasiyetini kazandırması, ruhların ve kalblerin açmazlarını
ve problemlerini hayret verici bir kolaylık ve çabuklukla çözmesi, onları
kendi metoduna uygun biçimde, karmaşıklığa, dolaylı anlatıma ve demagojiye
baş vurmadan, basit dokunuşlarla eğitmesi ve yönlendirmesi ile de Kur'an bir
mucizedir.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'i bu son risaletin
mucizesi kılmayı dilemiştir. İnsanların boyunlarını büken, baş eğmelerini
sağlayan ve onları teslim olmaya zorlayan, maddi güce dayalı bir mucize ile
bu son dini desteklemeyi dilememiştir. Çünkü bu son din, bütün milletlere,
bütün kuşaklara açıktı. Herhangi bir yerde ve zaman diliminde yaşayan kapalı
bir risalet değildir. Bu nedenle son dinin mucizesinin de yakın-uzak bütün
ümmetlere ve kuşaklara açık olması uygun düşüyordu. Maddi olan harikalar
ise, ancak kendisini görenlerin boyunlarını bükmelerini, sağlamaktadır.
Bundan sonra ise dilden dile dolaşan bir hikaye olmakta, gözle görülen bir
gerçek olmaktan çıkmaktadır. Kur'an ise, işte şimdi üzerinden tam onüç
asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen bütün insanlığa açık bir kitaptır.
Belirlenmiş bir hayat programıdır. Bugün yaşayan insanlar eğer onu
kendilerine rehber seçerlerse, hayatlarını onun ilkeleri üzerinde
kurabilirler. Bu durumda Kur'an onların bütün ihtiyaçlarına cevap
verebilecektir. Onları daha güzel bir dünyaya, daha yüce ufuklara, daha
örnek bir sonuca götürecektir. Bizden sonraki insanlar da onda bizim
görmediğimiz pekçok şeyi göreceklerdir. Zira Kur'an'ın metodu, her isteyene
ihtiyacı kadar vermektir. Doğal olarak onun kaynağı kurumaz. Sürekli
yenilenir. Ne yazık ki, insanlar bu yüce ve büyük hikmeti yeterince
anlayamamışlardır. Bu nedenle kendilerine gönderilen bu yüce Kur'an'dan
zaman zaman yüz çevirmişlerdir:
5- Onlar son derece
merhametli olan Allah'ın kendilerine gönderdiği her yeni uyarıya burun
kıvırarak set çevirirler.
Burada Yüce Allah'ın "Rahman" ismi anılarak bu
Kur'an'ı onlara göndermekle insanlara ne denli büyük rahmet ve lütufta
bulunduğuna işaret edilmektedir. Onların bu rahmet kaynağından yüz
çevirişleri ise, bütün çirkinliği. ile ortaya çıkmaktadır. Çünkü onlar, bu
rahmet kaynağına aşırı derece muhtaç oldukları halde kendilerine gönderilen
rahmetten yüz çeviriyor, onu red ediyor ve kendilerini ondan mahrum
ediyorlar!
Allah'ın kitabından ve rahmetinden böylece yüz
çevirişleri verildikten sonra Allah'ın azabı ve cezasına ilişkin bir tehdit
yeralıyor:
6- Onlar
yalanladılar. Fakat, alay konusu ettikleri gerçeklerin somut olayları ile
yakında yüzyüze geleceklerdir.
Bu, öz biçimde ifade edilen kapalı ve korkunç bir
tehdittir. Ayetin ifade tarzında onların kendilerine yöneltilen tehditlerle
alay etmelerine uygun düşen alaylı bir ifade yer almaktadır." "Alay konusu
ettikleri gerçeklerin somut olayları ile yakında yüzyüze geleceklerdir."
Kendisi ile alay ettikleri azabın haberleri
kendilerine gelecektir! Aslında onlar asla bu konuya ilişkin haberler
alamayacaklardır. Sadece azabın kendisini tadacaklardır. Bu haberleri,
onların kendileri oluşturacaklar. İnsanlar onların başına gelenleri
birbirlerine aktaracaklardır. Onlar tehditleri alay aldıkları için, bu
korkunç tehdit ile birlikte kendileri ile alay edilmektedir!
Onlar olağanüstü bir mucize istiyorlar. Ama
etraflarını kuşatan, Allah'ın çarpıcı ayetlerinden habersiz duruyorlar.
Halbuki bunlar açık bir kalb, görebilen bir duygu için yeterlidir. Bu hayret
verici evrenin her sayfası, her tablosu, kalbleri yatıştıran, huzura
kavuşturan bir mucizedir.
7- Onlar yeryüzüne
bakarak orada ne kadar yararlı bitki türleri yarattığımızı görmezler mi?
8- Hiç kuşkusuz
bunda, üstün gücümüzü kanıtlayan bir ayet vardır, ama onların çoğu
inanmazlar.
Cansız topraktan, canlı bitkiyi çıkarma,
dişili-erkekli onu çift nitelikte yaratma, bazı bitki türlerinin
erkeklerini-dişilerini ayrı bitki (botanik) dünyasının çoğunda olduğu gibi
bazı türlerinin erkeğini-dişisini bir arada bulundurma, bir tek dalın
üzerinde hem dişiliğin organlarını, hem de erkekliğin organlarını bir arada
yaratma mucizesi... Evet işte bu mucize yeryüzünde gözlerinin önünde her an
yaşanmakta, gözlenmektedir. "Görmüyorlar mı?" Mucize o kadar açıktır ki,
görmekten başka bir çaba sarfetmeye gerek yoktur.
Kur'an-ı Kerim'in eğitim metodu, kalb ile bu evrenin
manzaraları arasında bir bağ kurar. Sönmüş duyguları, soğuk zihni ve kapalı
kalbi uyarır. Hepsini her yerde insanın etrafında serpiştirilmiş olan
Allah'ın üstün sanatına yöneltir. İnsanın diri bir kalb ile bu canlı evrene
yönelmesini, üstün sanatında Allah'ın kudretini görmesini, eşsiz sanatına
her yönelişinde O'nun kudretini hissetmesini, yarattığı her varlık ile bir
ilişki kurmasını sağlar. Gecenin ve gündüzün her anında onun kendisini
gözetlediği bilincini sağlar. Kendisinin, onun yaratıklarına bağlı, bütün
yaratıklara hükmeden değişmez yasalara bağımlı kullarından biri olduğunu, bu
evrende, özellikle hilafet görevini üstlendiği bu yeryüzünde kendisinin özel
bir görevi olduğunu anlamasını kolaylaştırır.
"Onlar yeryüzüne bakarak orada ne kadar yararlı
bitki türleri yarattığımızı görmezler mi?"
İnsan, yüce kerem sahibi Allah'tan gelen hayatı
taşıdığı için onurludur. Değerlidir. Ayeti kerimenin sözleri insanın
gönlüne, Allah'ın sanatını; layık olduğu biçimde saygı, içtenlik ve coşkulu
bir şekilde karşılamak gerektiğini ona karşı saygısız, vurdumduymaz ve
aldırmaz bir tavır içine girilmemesi gerektiğini aşılamaktadır. "Hiç
kuşkusuz bunda üstün gücümüzü kanıtlayan bir ayet vardır" Onlar ayetler,
mucizeler istemektedir. Fakat onların çoğu bu ayetlere inanmamaktadır. Ama
onların çoğu inanmazlar"!
Surenin girişi, her mucizenin sunuluşundan sonra
tekrar edilen yorum cümlesi ile sona ermektedir:
9- Hiç kuşkusuz
senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.
Allah; "Aziz" dir. Mucizeler, ayetler yaratabilecek,
azabı yakın sayanları cezalandırabilecek güce ve kudrete sahiptir. "Merhamet
sahibidir" Ayetlerini mucizelerini ortaya koyar. Kalbi doğru olanlar O'na
inanır. Bu ayetleri yalanlayanları ise, hemen cezalandırmaz. Onlara zaman
tanır. Kendilerine bir uyarıcı gönderir. Aslında kainattaki ayetler o kadar
boldur ki, başka bir uyarıcı göndermeye bile ihtiyaç bırakmamaktadır. Fakat
Allah'ın rahmeti, görmelerini sağlamak, aydınlatmak, uyarıp sakındırmak ve
müjdelemek için peygamberler göndermeyi gerekli görmüştür.
Bu surede yer alan Hz. Musa'nın -selam üzerine
olsun- kıssasının bu bölümü surenin konusu ve yönelişi ile tam bir uyum
sağlamaktadır. Zira bu surede peygamberliğe inanmayanların sonları
açıklanmakta, müşriklerin yüz çevirişleri ve yalanlamaları nedeniyle
peygamberin -salat ve selam üzerine olsun- karşılaştığı sıkıntılar dolayısı
ile telkin edilmekte, sabretmesi gerektiği aşılanmakta, yüce Allah'ın, onun
çağrısını ve bu çağrıya inananları, onlar maddi kuvvetten soyutlanmış,
düşmanları güçlü, yeryüzünde iktidar sahibi zorbalar da olsalar, kendilerine
işkence ve ceza da etseler yine onları koruduğu açıklanmaktadır. Bu surenin
indiği sırada müslümanlar Mekke'de gerçekten zor şartlar altında sıkıntılı
bir hayat yaşıyorlardı. Zaten Kur'an-ı Kerim'deki kıssalar, Kur'an
eğitiminin vasıtalarından biri olarak verilmişlerdir.
Şimdiye kadar Hz. Musa -selam üzerine olsun-
kıssasının bazı bölümleri Bakara, Maide, A'raf, Yunus, İsra, Kehf ve Taha
surelerinde ele alınmıştı. Bazı surelerde ise sadece bir takım işaretlerde
bulunulmakla yetinilmişti.
Bu bölümlerin ve işaretlerin ele alındığı her yerde
mutlaka surenin konusu ile veya ele alındıkları ortamla ilgili olarak tam
bir uyum gözlenmiştir. Nitekim bu surede de durum aynıdır. Kıssaların bu
bölümleri, anlatım ile hedeflenen konunun tasvirine katkıda bulunmuştur.
Kıssanın burada ele alınan bölümü, peygamberlik ve
yalanlama bölümüdür. Firavunun ve taraflarının bu yalanlamalarının Hz. Musa
ve onunla beraber olan inananlarla karşı komplolara başvurmalarının cezası
olarak boğulmaları. Hz. Musa ve İsrailoğullarının zalimlerin tuzağından
kurtulmaları... Nitekim bu da yüce Allah'ın bu surede müşriklere ilişkin
sözünü doğrulamaktadır.
"Yalnız iman edip iyi ameller işleyenler, sık sık
Allah'ı ananlar ve zulme uğradıklarında zalimlere karşı koyanlar böyle
değildirler. Zalimler ne acı bir akıbetle yüzyüze geleceklerini yakında
anlayacaklardı." (Şuara suresi, 227)
"Nitekim onlar kendilerine gelen gerçeği, Kur'an'ı
derhal yalanladılar. Fakat alay konusu ettikleri gerçeklerin haberleri
ilerde kendilerine gelecektir. (En'am suresi 5) Kıssanın bu bölümü, kesik
kesik tablolar halinde verilmektedir. Her tablo ile diğeri arasında bir
boşluk vardır. Bu boşluk bir sahnenin perdesinin kapanması ve diğerinin
perdesinin açılması kadar bir zaman dilimini doldurmaktadır. Bu, Kur'an'ın
kıssayı sergileme metodunda bilinçli olarak seçilen edebi bir özelliktir.
Burada yedi tablo yer almaktadır:
Birincisi: Seslenme, peygamberlik verme, vahiy ve
Hz. Musa -selam üzerine olsun- ile Rabbi arasında geçen diyalog sahnesidir.
İkincisi: Hz. Musa'nın Firavun ve hanedanı ile
yüzyüze gelmesi tablosudur. Bu yüzyüze gelmede Hz. Musa peygamberlik mesajı
ile Asa ve Bembeyaz El mucizelerini ortaya koymaktadır.
Üçüncüsü: Komplo, büyücülerin toplanması ve büyük
yarışmaya insanların seyirci olarak katılmasının sağlanması tablosudur.
Dördüncüsü: Büyücülerin Firavun'un huzurunda ücret
ve mükafat konusunda tatmin edici anlaşma yapmaları tablosudur.
Beşincisi: Yarışmanın yapıldığı, büyücülerin iman
ettiği, Firavun'un öfke ile dolu olarak tehdit savurduğu tablodur.
Altıncısı: İki bölümü bulunan bir tablodur. Tablonun
birinci bölümü, yüce Allah'ın Hz. Musa'ya kullarını geceden yola koymasını
vahyetmesidir. İkinci bölümü ise Firavun'un hızla şehirlere yayılan haberler
gönderip İsrailoğullarını takip etmek için ordular toplamalarını
istemesidir.
Yedincisi: Deniz önünde karşılaşmaları tablosudur.
Bu tablonun sonunda deniz kapanıyor, zalimler boğuluyor ve inananlar
kurtuluyor.
Bu tablolar A'raf, Yunus ve Taha surelerinde de
verilmişti. Fakat her yerde tablonun ortama uygun düşecek tarafı, yönelişine
uygun düşecek bir yolla aktarılmıştır. Her bir surede belli noktalar
üzerinde yoğunlaşılmıştır.
Mesela A'raf suresinde kıssa Hz. Musa ile Firavun'un
yüzleşmesi tablosu ile başlamış ve bu tablo özet halinde verilmiştir.
Büyücüler tablosu ve sonucu kısa halde geçilmiştir. Bundan sonra Firavun ve
hanedanının komplolarına geniş yer verilmiştir. Bu yarışmadan sonra ve
boğulma ve kurtuluş tablosundan önce, Hz. Musa'nın Mısırda ikamet edişi ve
bu sırada gösterdiği mucizeleri anlatılmıştır. Denizi geçtikten sonra
İsrailoğullarının hayatı uzun uzadıya bölümler halinde sunulmuştur. Halbuki
burada Hz. Musa ile Firavun arasında Allah'ın birliği ve peygàmbere vahiy
bildirmesi üzerinde tartışmanın yer aldığı sahne geniş tutulmuştur. Zaten bu
surede peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun- ile müşrikler arasında
asıl tartışma konusu da budur.
Yunus suresinde karşılaşma tablosu özet halinde
verilmiş, Asa ve El mucizelerine değinilmemiştir. Yarışma tablosu özet
olarak sunulmuştur. Burada ise bu ikisine geniş yer verilmiştir.
Taha suresinde Hz. Musa ile Rabbi arasında diyalog
tablosuna geniş yer verilmiş, karşılaşma ile yarışma tablolarından sonra
İsrailoğullarına yolculuklarında uzun boylu arkadaşlık yapılmıştır. Burada
ise boğulma ve kurtuluş tablolarının ötesine geçilmemektedir.
Kur'an surelerinde çok sık yer almalarına rağmen
kıssaların sunuluşunda asla bir tekrara rastlamıyoruz. Sunulan bölümlerin
seçilişindeki bu zenginlik, her bölümün tabloları, her tablonun seçilen
tarafı ve sunuluş tarzı. Bütün bunlar kıssaları her yerde yeni kılmakta ve
bulundukları yerle uyum içine girmelerini Sağlamaktadır.
10- Hani Rabb'in
Musa'ya şöyle seslenmişti, "Şu zalim topluma git.
11- Firavun'un
soydaşlarına `Onlar hiç mi başlarına geleceklerden korkmuyorlar?
12- Musa dedi ki:
"Ya Rabbi, onlar beni yalanlayacaklar diye korkuyorum ".
13- Bu yüzden canım
sıkılır ve öfkemden dilim tutulur. Onun için Harun'a da peygamberlik görevi
ver.
14- Hem onların bana
isnat ettikleri bir suç var, bu gerekçe ile beni öldürürler diye korkuyorum.
15- Allah dedi ki;
"Hayır, korkma, İkiniz birlikte ayetlerimizle gidiniz. Biz sizinle
birlikteyiz ve söylenecek her sözü işitiriz. "
16- Firavun'un
yanına vararak ona deyiniz ki; "Biz bütün alemlerin Rabb'i olan Allah'ın
peygamberiyiz.
17-
İsrailoğullarının bizimle birlikte buradan ayrılmalarına izin ver.
Bu kıssalarda peygamberimize -salat ve selam üzerine
olsun- hitab edilmektedir. Nitekim surenin başında ona şöyle seslenilmişti.
"Ey Muhammed, onlar mümin olmuyorlar diye neredeyse
canına kıyacaksın." "Eğer dilesek onlara gökten bir mucize indiririz de
karşısında boyunları eğik kalır."
"Onlar, son derece merhametli olan Allah'ın
kendilerine gönderdiği her yeni uyarıya burun kıvırarak sırt çevirirler."
"Onlar yalanladılar. Fakat alay konusu ettikleri
gerçeklerin somut olayları ile yakında yüzyüze geleceklerdir.
Şimdi de ilahi mesajdan yüz çeviren, onu yalan sayan
ve alaya alanların haberleri, başlarına gelenler açıklanarak
anlatılmaktadır.
İşte bu birinci tablodur. Hz. Musa'nın -selam
üzerine olsun- peygamberlikle görevlendirilmesi tablosu. Bu, tablo o
toplumun niteliğini ortaya koymakla başlıyor. "Zalim toplum" Onlar kafirlik
ve sapıklıkla kendilerine zulmetmişlerdir. Erkek çocuklarını boğazlamak,
kadınlarını dul bırakmakla ve onları alaya alıp cezalandırmakla
israiloğullarına zulmetmişlerdir. Bu nedenle nitelikleri önce veriliyor.
Sonra kim oldukları belirleniyor. "Firavun toplumu" Sonra Hz. Musa onların
işine hayret ettiği gibi her insan da hayret ediyor. Sakınmazlar mı?
Rabblerinden korkmazlar mı? Zulümlerinin cezasından endişe etmezler mi?
Sapıklıklarından vazgeçmezler mi? Onların işleri gerçekten hayret edilecek,
gerçekten hayretlik bir iştir! Onların durumunda olan her zalimin hali de
onlarınkinden farklı değildir?
Hz. Musa -selam üzerine olsun- Firavun ve hanedanını
yeni tanıyor değildi. Onların halini daha önceden biliyordu. Firavun'un
zulmünü, azgınlığını. ve taşkınlığını çok iyi biliyordu. Yüklendiği görevin
ağırlığını üstlendiği yükümlülüğün büyüklüğünü de kavrıyordu. Bu nedenle
Rabbine zayıflığını ve yetersizliğini dile getirdi. Tabii ki, yükümlülükten
kaçmak veya mazeret ileri sürmek için değil. Öylesine zor bir yükümlülükte
yardım ve destek istemek için böyle bir dilekte bulunuyordu.
"Musa dedi ki: Ya Rabbi, onlar beni yalanlayacaklar
diye korkuyorum.
"Bu yüzden canım sıkılır ve öfkemden dilim tutulur"
Onun için Harun'a da peygamberlik görevi ver."
"Hem onların bana isnat ettikleri bir suç var, bu
gerekçe ile beni öldürürler diye korkuyorum."
Hz. Musa'nın -selam üzerine olsun- bu sözünün
aktarılmasından anlaşılıyor ki, Onun bu korkusu sırf yalanlanma korkusu
değildi. Onun korkusu bu yalanlamanın, canının sıkıldığı, dilinin dönmediği
ve açıklama imkanı bulamadığı, bu yalanmayı eleştirip çürütme olanağının
olmadığı bir sırada meydana gelmesi endişesinden kaynaklanıyor. Zira onun
dilinde biraz tutukluk vardı. Taha suresinde bu dile getirilmişti. "Dilimin
düğümünü çöz. Böylece söyleyeceklerimi anlayabilsinler." (Taha süresi,
27-28) İşte bu tutukluk, tabiatıyla insanın canının sıkılmasına neden
olabilir. Sözle tepki gösteremeyen insanın canı sıkılır. Heyecan arttıkça
tutukluk da artar. Buna bağlı olarak insanın içi de daha fazla daralır.
Böyle sürüp gider. Bu bilinen bir haldir. Hz. Musa buradan kalkarak,
peygamberlik görevi gereği Firavun gibi zalim ve zorba ile yüzyüze
konuşurken dilinin tutulmasından korkmuştur. Zayıflığını ve peygamberliğini
tebliğ etme konusunda tàşıdığı endişesini Rabbine açmıştır. Görev ve
yükümlülükte her hangi bir eksikliğin meydanà gelmesini önlemek için.
Kardeşi Harun'a da vahyetmesini, peygamberlikte kendisine ortak yapmasını
dilemiştir. Yükümlülükten kaçmak ve mazeret ileri sürmek için değil. Çünkü
Harun'un. dili daha açık. Bu nedenle daha rahat biçimde sözle tepki
gösterebilirdi. Hz. Musa'nın dilinde tutukluk olursa veya içi daralırsa, Hz.
Harun tartışma, delilleri sıralama ve açıklama görevini üstlenecekti. Hz.
Musa Taha suresinde ifade edildiği gibi, dilindeki bu düğümün çözülmesi için
Rabbine dua etmişti. Yalnız görevi hakkı ile yerine getirmedeki titizliği
nedeniyle kardeşi Harun'un kendisine destekçi ve yardımcı olmasını
dilemiştir.
"Hem onların bana isnat ettikleri bir suç var, bu
gerekçe ile beni öldürürler diye korkuyorum" Ayetinde de durum aynıdır. Hz.
Musa'nın burada korkudan söz etmesi O'nun kaçınmasından dolayı değildir. Bu
korkunun Hz. Harun'un peygamber olarak görevlendirilmesi ile ilgisi vardır.
Eğer onu öldürecek olurlarsa Hz. Harun onun yerini doldurur.' Ondan sonra
peygamberlik görevini sürdürür. Herhangi bir aksaklığa meydan vermeden
Rabb'inin kendisine emrettiği biçimde görevi yerine getirir.
Burada önemli olan davetçi değil, davetin
kendisidir. Alınan önlem dava içindir. Birinci ayetteki önlem Rabb'inin
mesajını açıklama ve savunma durumunda dilinin tutulması halinde etkili
olacak ve davanın zayıf ve kısır bir halde gösterilmesi engellenecektir.
Kendisinin öldürülmesine karşı alınan önlemi ifade eden ayet ise, O'nun
öldürülmesi halinde Rabb'inin kendisine yüklediği görevin yerine
getirilmemesi endişesini dile getirmektedir. Zira O, bu görevin yerine
getirilmesini ve süreklilik kazanmasını çok arzu etmektedir. Yüce Allah'ın
üzerine titreyerek yetiştirdiği ve kendisine elçi olarak seçtiği Hz. Musa'ya
-selam üzerine olsun- yakışan da budur.
Rabbi Onun şiddetli arzusunu, duyarlığını ve
ihtiyatlı davranışını bildiğinden istediklerini kendisine' vermiştir.
Korktuğu konularda onu emin kılmıştır. Buradaki anlatımda Allah'ın O'nun
duasını kabul edişi Hz. Harun ile buluşması aşamaları özet olarak
geçmektedir. Yüce Allah'ın Hz. Musa'nın gönlünü tatmin ettiği, korkularını
kökten silip attığı zaman diliminde, bir taraftan da Hz. Harun ve Hz.
Musa'nın birlikte kerem sahibi Rabb'lerinin emirlerini almaya bàşladıkları
sahnesi gün yüzüne çıkmaktadır. Burada aslında kuşku giderme amacı ile
kullanılan bir söz bütün endişeleri yok etmeye yetmiştir. Söz "Hayır"
sözüdür!
"Allah dedi ki; Hayır korkma. İkiniz birlikte
ayetlerimizle gidiniz. Biz sizinle birlikteyiz ve söylenecek her sözü
işitiriz."
Firavun'un yanına vararak ona deyiniz ki: "Biz bütün
alemlerin Rabbi olan Allah'ın peygamberleriyiz."
"İsrailoğullarının bizimle birlikte buradan
ayrılmalarına izin ver."
Hayır, asla için daralmayacak ve dilin tutulmayacak.
Hayır, onlar seni öldürmeyecek. Bunların hepsini kafandan sil. Sen ve
kardeşin gidiniz: "Ayetlerimizle gidiniz" Daha önce Hz. Musa, Asa ve Beyaz
El mucizelerini gözleriyle görmüştü. Burada bu iki mucizeye özet olarak yer
verilmiştir. Zira bu surede özellikle Firavunla yüzleşme, büyücülerin
tutumu, boğulma ve kurtulma tabloları üzerinde yoğunlaşılmaktadır. Gidiniz
"Biz sizinle birlikteyiz ve söylenecek her sözü işitiriz" Ne büyük kuvvet!
Ne büyük otorite! Ne büyük koruma, gözetme ve güven! Yüce Allah her zaman ve
her yerde onlarla ve her insanla beraberdir. Özellikle kastedilen beraberlik
yardım ve destek beraberliğidir. Bu beraberlik kulak verme ve dinleme
şeklinde verilmektedir. Bu ise, hazır olmanın ve dikkat etmenin en yüksek
derecesidir. Dikkatli korumanın ve yardım için hazır olmanın, Kur'an'ın
ifade metodu olan tasvire uygun olarak, kinaye biçiminde ifade edilmesidir.
Gidiniz, "Firavun'un yanına varınız"; endişeye ve
tereddüte kapılmadan görevinizi ona haber veriniz, "Biz bütün alemlerin
rabbi olan Allah'ın peygamberleriyiz." deyiniz. Aslında onlar iki kişiler.
Fakat ikisi birlikte uyarıcı görevi yerine getirmeye, aynı mesajı iletmeye
gidiyorlar. Onların ikisi elçidir. Alemlerin Rabbinin elçileri. İlahlık
iddiasında bulunan ve milletine: "Ben sizin Benden başka bir ilahınızın
olduğunu bilmiyorum." (Kasas suresi, 38) diyen Firavun'un karşısındadırlar.
İşte bu, ilk andan itibaren tevhid gerçeğinin, hiçbir korkuya ve aşamalı
anlatıma yer vermeden tek ve açık bir ifade ile yüzyüze ortaya konmasıdır.
Zira bu, idare etmeyi ve aşamalı olarak gitmeyi kaldırmayan tek bir
gerçektir.
Hz. Musa'nın -selam üzerine olsun- Kur'an'daki
kıssasında yer alan bu ve benzeri ifadeler açıkça gösteriyor ki: Hz. Musa
Firavun ve milletine gönderilen, onları dinine çağırmak, peygamberliğinin
yoluna uymalarını istemek için görevlendirilen bir elçi değildi. Diledikleri
gibi Rablerine kulluk yapmaları için İsrailoğullarını serbest bırakmalarını
istemek amacıyla bir elçi olarak gönderilmişti. İsrailoğulları, ataları
İsrailden bu yana bir din sahibi bulunuyorlardı. İsrail, Hz. Yusuf'un babası
Hz. Yakup idi. Bu din, onların vicdanlarında yozlaşmış, inançları
bozulmuştu. Yüce Allah onlarà Hz. Musa'yı kendilerini Firavun'un zulmünden
kurtarsın ve onları Tevhid Dinine göre tekrar eğitsin diye göndermiştir.
Buraya kadar biz, peygamber olarak gönderme, vahiy
ve yükümlülük tablosunun önündeydik. Fakat birden perde iniyor. Şimdi
kendimizi karşılaşma tablosunun önünde görüyoruz. Burada Kur'an'ın sunuş
metodunda izlediği sanat prensibine bağlı olarak, iki tablo arasında
kendiliğinden anlaşılabilecek bölüm kısaltılmıştır.
18- Firavun dedi ki:
"Biz seni çocukken yanımıza alarak büyütmedik mi? Ömrünün birçok yılını
aramızda geçirmedin mi?"
19- Sonunda o ağır
suçu işledin. Sen o sırada bir kafirdin.
20- Musa dedi ki: "O
suçu işlediğim sırada ben henüz doğru yolu bulmuş değildim."
21- Bu yüzden sizden
korkunca yanınızdan kaçtım. Sonra Rabb'im bana hikmet bağışlayarak beni
peygamberlerinden biri yaptı.
22- O' nimet diye
başıma kaktığın şeye israiloğullarını köleleştirmenin sonucudur.
Hz. Musa böylesine ciddi ve büyük bir iddia ile
karşısına çıkıp "Biz bütün alemlerin Rabbi olan Allah'ın peygamberiyiz"
deyip "İsrailoğullarının bizimle birlikte buradan ayrılmalarına izin ver"
gibi büyük bir istekte bulununca Firavun hayretini gizlememiştir. Zira o son
olarak Hz. Musa'yı sandık içinde denizde yakaladıkları günden itibaren
sarayında yetişen bir üvey evlat olarak görmüştü (Daha geniş bilgi için
"Fizilal-il Kur'an" da "Taha Suresi"ne bakabilirsiniz.) Onun
İsrailoğulları'ndan biriyle dövüşen bir kıptiyi öldürdükten sonra kaybolup
gittiğini hatırlıyordu. (Bu olay Kasas Suresinde anlatılıyor.) Bir rivayete
göre Hz. Musa'nın öldürdüğü bu kıpti Firavununun uzaktan akrabasıydı.
Firavun'un Hz. Musa'dan son ayrıldığı zaman ile on sene sonra Hz. Musa'nın
bu büyük dava ile karşısına çıkması arasındaki süre o kadar uzundur ki, işte
bu nedenle Firavun aşağılamadan, alaya almadan ve hayretini dile getirmeden
edememiştir:
"Firavun dedi ki: "Biz seni çocukken yanımıza alarak
büyütmedik mi? Ömrünün bir çok yılını aramızda geçirmedin mi?
"Sonunda o ağır suçu işledin. Sen o sırada bir
kafirdin."
Gördüğün terbiyenin, yanımızda ufacık bir bebekken
gördüğün ilginin karşılığı bu mudur? Bu.:iyiliklerin karşılığı bugün bağlı
bulunduğumuz dine karşı çıkman mıdır? Evinde yetiştiğin kralın karşısına
çıkman ve başka bir tanrıya çağırman mıdır? !
Sana ne oldu böyle? Daha önce aramızda uzun bir süre
yaşadığın halde bugün iddia ettiğin bu davadan hiç söz etmemiştin. Bu büyük
işin önsözü sayılabilecek hiçbir iddiada bulunmamıştın?!
Burada Firavun Hz. Musa'ya Kıpti'nin öldürülmesi
olayını da korkunç bir ifade ve abartma ile anlatıyor. "Sonunda o ağır suçu
işledin" Çirkin ve iğrenç olan o işi de yapmıştın ki, bu olayı açık sözlerle
dile getirmek uygun düşmez! Bu eylemi yaparken "Sen o sırada bir kafirdin" O
gün sözünü ettiğin alemlerin Rabbini tanımıyordun. O sırada alemlerin
Rabbinden söz etmiyordun!
Böylece Firavun kesin bir cevap niteliği taşıdığını
ve Hz. Musa'nın -selam üzerine olsun- karşısında bir cevap bulamayacağını,
karşısında direnemeyeceğini sandığı bütün delillerini ileri sürmüş,
özellikle öldürme olayını burada bir kez olarak kullanmaya çalışmıştır..
Sözlerinin gerisinde onu bununla tehdit etmiş ve kısas cezasına
çarptırılabileceğine ima etmiştir.
Yüce Allah'ın duasını kabul ettiği, dilinin
tutukluğunu giderdiği Hz. Musa açılıyor ve cevap veriyor.
"Musa dedi ki; O suçu işlediğim sırada ben henüz
doğru yolu bulmuş değildim. "Bu yüzden sizden korkunca yanınızdan kaçtım.
Sonra Rabbim bana. hikmet bağışlayarak beni peygamberlerinden biri yaptı."
O nimet diye başıma kaktığın şey de israiloğullarını
köleleştirmenin sonucudur."
Ben bu suçu işlerken henüz cahildim. Milletime olan
bağlılığım ve tutkunluğum ile hareket ediyordum. Rabbimin bana verdiği
hikmet ile bugün tanıdığım inanç bağını o sırada henüz esas,almıyordum. "Bu
yüzden sizden korkunca yanınızdan kaçtım" Başıma bir iş gelmesinden
korktuğum için. Fakat yüce Allah bana iyilik diledi, bana hikmet bağışladı,
"Beni peygamberlerinden biri yaptı". Ben bu işi yapan kişi değilim. Ben
"peygamberler kervanından" sadece bir kişiyim. (İfadedeki edebi uyum
açısından bakıldığında suredeki kafiye harfinin önlerinde bir uzatma harfi
bulunan "mim" veya "nun" olduğu görülmektedir. Bu nedenle "sen de
peygamberlerden birisin" (minel Mürselin) ifadesi musiki tonu açısından
suredeki genel havaya uymaktadır. "Beni bir elçi yaptı" (Ecealane rasulen)
denmiş olsaydı bu uyum olmayacaktır. Bununla birlikte özel bir mana da ifade
edilmiştir ki bu da, kendisinin pekçok peygamberlerden biri olduğu, bu
çağrısında yalnız olmadığı, ve hayret edilecek bir işi yapmadığıdır. Böylece
ifadedeki edebi ve dini uyum bütünleşmiştir.)
Sonra Hz. Musa Firavun tarafından kendisinin
aşağılamasına karşılık olarak bir aşağılama ile cevap veriyor, fakat gerçeği
dile getiriyor. "O nimet diye başıma kaktığın şey de İsrailoğullarını
köleleştirmenin sonucudur."
Bebekken senin evinde eğitilmiş olmam, senin
İsrailoğullarını köle edinmen, erkek çocuklarını öldürmenden kaynaklanıyor.
Bu insafsız uygulama yüzünden annem beni sandukaya koymak ve sandukayı suya
bırakmak zorunda kalmıştı. Siz de beni buldunuz. Böylece ben senin evine
gelip burada büyüdüm. Anne-babamın evinden mahrum kaldım. Bunu mu başıma
kakıyorsun? Bu mudur büyük lütfun?
Bu sırada Firavun -sözü değiştirerek Hz. Musa'ya
davasının özünü sormaya yönelmiştir. Fakat yüce Allah hakkında bilmezlikten
gelerek, alaya alarak ve edepsizlik ederek soru yöneltmiştir:
23- Firavun,
"alemlerin Rabb'i dediğin nedir?" dedi.
Firavun -Allah cezasını versin- soruyor: Ben
kendisinin elçisiyim dediğin Alemlerin Rabbi de kimdir? Bu ancak sözü
temelden red eden sözü ve söyleyeni aşağılayan, meseleyi bütünü ile hayretle
karşılayıp düşünülmesini bile imkansız gören, söz konusu yapılmasının doğru
olmadığını kabul etmiş birinin yaklaşımı olabilir.
Hz. Musa -selam üzerine olsun- ona cevap veriyor.
Allah'ın görülen bütün evrenin ve içindekilerin Rabbi olduğunu, Rabblık
sıfatının herşeyi kuşattığını dile getiriyor:
24- Musa "Eğer kesin
gerçeği öğrenmek istiyorsanız, O göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki
bütün varlıkların Rabbidir" dedi.
Bu cevap Firavunun bilmezlikten gelişini karşılayan
ve ağzını kapatan bir cevaptır. Ey Firavun, yüce Allah senin gücünün ve
ilminin ulaşamayacağı bu dehşet verici evrenin Rabbidir, sahibidir.
Firavun'un iddiası bu milletin ve Nil vadisinin bu bölümünün tanrısı
olduğuna ilişkindi. Bu ise, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki varlıkların
içinde toz tanesi veya zerre kadar küçük ve sözü bile edilmeye değmez bir
mülk demekti. Aynı şekilde Hz. Musa'nın -selam üzerine olsun- cevabı da
Firavun'un iddiasını küçümsüyor, asılsız olduğunu ortaya koyuyor,
dikkatlerini bu korkunç evrene yöneltiyor ve bunun Rabbinin kim olabileceği
üzerinde düşünmesini sağlamaya çalışıyordu.. İşte Alemlerin Rabbi O'dur.. Bu
yönlendirmeden sonra Hz. Musa'nın sözü şöyle hikaye ediliyor . "Eğer kesin
gerçeği öğrenmek istiyorsanız" İşte sadece bu kesin anılmaya ve tasdik
edilmeye layıktır, uygundur.
Firavun etrafındakilere dönüyor, onların bu söze
hayretlerini izhar etmelerini istiyor. Veya, apaçık, rahat anlaşılabilen
gerçek sözlerin kalblere ulaşmasından endişe eden, zalimlerin, zorbaların
geleneğine uygun olarak Hz. Musa'nın sözlerinden etkilenmemelerini sağlamaya
çalışıyor.
25- Firavun
çevresindekilere "dediklerini duyuyor musunuz?" dedi.
Şimdiye kadar duymadığımız ve tanımadığımız hiç
kimsenin söylemediği bu ilginç ve hayret verici söze kulak veriyor musunuz?
Bu sırada Hz. Musa zaman kaybetmeden ona ve
etrafındakilere tekrar saldırarak Alemlerin Rabb'inin başka bir sıfatından
söz ediyor.
26- Musa: "O hem
sizin hem de sizden önceki atalarınızın Rabbidir" dedi.
Bu sıfat Firavun'a iddiasına ve konumuna yönelik
daha büyük bir darbe indirmektedir. Açık açık belirtiyor ki, Alemlerin
Rabbi, firavunun da Rabbidir. Firavun onun kullarından biridir. Yoksa
kendisi milletine karşı iddia ettiği gibi bir ilah falan değildir. Onun
milletinin rabbi de O'dur. Firavun iddia ettiği gibi onların ilahı değildir?
Önceki atalarının Rabbi de Allah'tır. Firavunun ilahlığına gerekçe yapmaya
kalkıştığı veraset sistemi kuru bir iddiadır. Öteden beri Alemlerin Rabbi
Allah'tan başkası değildi!
Açıklama Firavun için öldürücü bir darbe oldu.
Etrafında bulunan kabinesiyle bunu sessiz biçimde dinlemesi mümkün
olmamıştır. Hemen böyle bir sözle ortaya çıkan adamı delilikle itham etmeye
kalkmıştır:
27- Firavun
çevresindekilere: "Size peygamber olarak gönderilen bu adam kesinlikle bir
delidir" dedi.
Size peygamber olarak gönderilen bu adam elçiniz..
diyerek bizzat peygamberlik meselesini hafife almak ve bu aşağılama ile
kalbleri onu tasdik etmekten uzaklaştırmak istemektedir. Onu kabul etmek ve
olabileceğini itiraf etmek için böyle demiyor. Hz. Musa'yı -selam üzerine
olsun- delilikle itham ediyor ki, Firavunun dinini ve siyasal konumunu
kökten tehdit eden, eleştiren, insanları kendi rabbleri ve önceki atalarının
rabbi olan Allah'a çağıran sözlerinin etkisini yok etsin.
Yalnız, bu aşağılama ve bu iftira Hz. Musa'nın
azmini kesmiyor. Yoluna devam ediyor. Azgınların ve zorbaların tahtını
sarsan gerçek sözlerini haykırmaya devam ediyor.
28- Musa, "Eğer
düşünme yeteneğiniz varsa anlarsınız ki, O doğunun, batının ve bu ikisi
arasındaki bütün varlıkların Rabb'idir. dedi.
Doğu ve Batı hergün gözler önünde serili bulunan iki
olgu, iki görüntüdür. Sürekli tekrarlandıkları ve alışılageldikleri için
kalbler onlara dikkat ile yönelmez. Bu sözcükler doğuşa ve batışa işaret
ettikleri gibi, doğuş ve batış yerlerine de işaret edebilirler. Firavun ve
benzeri zorbalar, zalimler bu dehşet verici büyük olayların kendi
kontrollerinde olduklarını iddia etmeye cesaret edemezler. Öyleyse bu iki
hükmeden, onları gecikmeksizin ve belirlenen süresinden geri kalmaksızın
sürekli bir şekilde meydana getiren kimdir? Soğuk olan kalbler bu
yönlendirme ile birden sarsılmakta, uykuda olan akıllar birden
uyanmaktadırlar. Hz. Musa -selam üzerine olsun- onların duygularını harekete
geçirmekte ve onları düşünmeye, değerlendirmeye çağırmaktadır, "Eğer düşünme
yeteneğiniz varsa"
Gayri meşru idareler, ulusların uyanmasından,
kalblerin dirilmesinden korktukları kadar hiçbir şeyden korkmazlar.
Uyanıklığa ve bilinçli harekete çağrı yapan davetçilerden rahatsız oldukları
kadar kimseden rahatsız olmazlar. Uykudaki vicdanları sarsmaya çalışanları
cezalandırdıkları kadar kimseyi cezalandırmazlar. İşte bunun içindir ki,
Firavun az önceki sözleriyle kalblerin tellerine dokunan Hz. Musa'ya karşı
öfkelenip heyecana kapılmıştır. Sert bir tehdit, apaçık bir saldırı ile,
onunla konuşmasını kesiyor. Bu yöntem, güvendikleri dalların kırıldığı ve
delillerin aleyhlerine döndüğü sırada bütün tağutların, zalim iktidar
sahiplerinin başvurdukları bir yoldur:
29- Firavun "Eğer
benden başka bir ilah edinirsen yemin ederim ki, seni hapse attırırım "
dedi.
İşte gerekçe ve işte sebep. Zindanda bulunanların
arasına katma tehdidi! Zindan ondan uzakta değildir. Ve o, ilk suçsuz
zindana gönderilen kişi olmayacaktır! Bu aynı zamanda acizliğin delilidir.
Atak halde bulunan gerçek karşısında batılın zayıflığını kavramanın
işaretidir. Eski-yeni bütün azgınların değişmez çehresi ve şaşmayan yoludur!
Şu kadar var ki, bu tehdit Hz. Musa'nın ödünü
koparacak değildi. Allah'ın elçisi olduğu, Allah onunla ve kardeşi ile
birlikte olduğu halde nasıl korkabilirdi? İşte o firavunun kapatıp
rahatlamak istediği noktaya tekrar parmak basıyor. Yeni bir söz ve yeni bir
delille tekrar bu konuya dönüyor.
30- Musa "Sana doğru
söylediğimi kanıtlayan apaçık bir delil göstersem de mi? dedi.
Yani ben sana peygamber olduğumu doğrulayan apaçık
bir delil göstermiş olsam da mi beni zindana atılanlardan edeceksin? Bununla
Firavun Hz. Musa'nın daha önceki sözlerini dinleyen kabine önünde zor duruma
düşürülmüştür. Eğer bu aşamada onun apaçık deliline kulak vermeyi red etse,
bu onun delilinden korktuğu anlamına gelecekti. Halbuki az önce o Hz.
Musa'nın deli olduğunu iddia etmişti. Bu nedenle Firavun kendisini ondan
delilini istemeye mecbur hissetmişti.
31- Firavun "Eğer
doğru söylüyorsan kanıtını göster bakalım " dedi.
Eğer iddianda doğru-dürüst isen veya elinde apaçık
bir delil bulunduğuna ilişkin sözlerin doğru ise.. Yani o hâlâ Hz. Musa
hakkında kuşkular yaymaya çalışıyor. O'nun delilinin topluluğun kalbi
üzerinde bir etki bırakmasından korkuyor.
Burada Hz. Musa maddi olan iki mucizesini ortaya
atmıştır. Onları Firavun'un meydan okuyuşu son haddine varmadan
çıkarmamıştır.
32· Bunun üzerine
Musa elindeki değneği yere attı, değnek o anda sahici bir yılan oluverdi.
33- Ve elini yeninin
altından çıkardı; bakanlar, onun ak bir parıltı saçtığını gördüler.
Buradaki ifade, Asa'nın bilfiil hayat dolu bir
ejderhaya dönüştüğünü, elini kaldırdığında gerçekten bembeyaz olduğunu
göstermektedir. Ayetin "O anda o" ifadesi bunun gösteriyor. Yani burada
mesele büyüde olduğu gibi hayalde canlandırılmış değildi. Büyü ise, eşyanın
tabiatını değiştirmez Duyu organlarına gerçekliği olmayan şeyleri hayal
ettirir.
İnsanın akıl erdiremediği biçimde meydana gelen
hayat mucizesi her an gerçekleşen bir mucizedir. Fakat insanlar, sürekli
tekrarladığı ve alıştıkları için ona gerekli ilgiyi göstermezler. Veya bu
değişikliğin meydan okuma şeklinde gerçekleştiğini görmedikleri için onun
üzerinde kafa yormazlar. Bu tablodaki mucize ise bambaşkadır. Hz. Musa
-selam üzerine olsun- bu iki mucizeyi Firavunun yüzüne çarpmaktadır. Bu ise
sarsıcı ve ürkütücü bir sahnedir.
Firavun, mucizenin büyüklüğünü ve güçlülüğünü
hissetmiş, hemen karşısına geçip direnmeye, onu etkisiz hale getirmeye
çalışmıştı. Bu arada kendi durumunun kritikliğini ve milletin kendi
etrafından dağılmasına az kaldığını da kestiriyordu. Hz. Musa'dan ve
taraftarlarından korktuklarını ileri sürerek bu sarsıcı mucizenin etkisinden
kurtulmalarını sağlamaya çalışıyordu.
34- Bunun üzerine
Firavun, çevresindeki seçkin yakınlarına dedi ki, "bu adam bilgili bir
büyücüdür"
35- Sizi büyücülüğü
ile yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne buyuruyorsunuz?"
Firavunun bu sözlerinden anlaşılıyor ki, o, buna
büyü adını verse de mucizenin büyüklüğünü kabul ediyordu. Çünkü o, bu
mucizenin sahibini "bilgin" bir büyücü olarak niteliyordu. Yine anlaşılıyor
ki, o milletin bu mucizeden etkilenmesinden endişe ediyor ve bu nedenle
onları kışkırtıyordu. "Sizi büyücülüğü ile yurdunuzdan çıkarmak istiyor"
Ayrıca burada Firavunun kendisini onlara ilah olarak takdim ettiği millete
karşı ne kadar güçsüz, iradesiz, hale gelip yıkıldığı, zillete düştüğü açığa
çıkmaktadır. Şimdi milletin emrini beklemekte ve onlara danışmaktâdır: "Ne
buyuruyorsunuz?". Firavun kendisine uyanların buyurmalarını beklediği
sırada, onlar kendisine secde ediyorlardı!
Bu ayaklarının altındaki yerin sarsıldığını hisseden
azgın iktidar sahiplerinin değişmez karakteridir. O zamana kadar zorbalıkla
işleri yönetirken kritik durumlarda yumuşarlar. Çizmeleri ile ezip
geçtikleri uluslara sığınırlar. Daha önce kendi arzularını dikta ile kabul
ettirirken, böyle durumlarda göstermelik olarak halka danışırlar. Tehlikeli
bölgeyi geçinceye kadar böyle davranırlar. İşlerini düzeltince bir de
bakarsın ki, onlar aynı zorbalar, diktatörler ve aynı zalimlerdir!
Firavun'un oyununa gelen, hiçbir sağlıklı temele dayanmayan, iktidarlarında
da ona ortak olan, kendilerini Firavun'un taraftarı ve yakınları haline
getirip nüfuz ve otorite sahibi kılan mevcut statükonun değişmeden devam
etmesinde kendilerinin büyük yararı bulunan kodamanlar Firavuna yol
göstermişlerdir. Bunlar halk kitlelerinin Hz. Musa'nın iki mucizesini görüp
onun sözüne kulak verdikleri taktirde Hz. Musa ve İsrailoğullarının kendi
toprakları üzerinde bile kendilerine galip geleceğinden endişe etmişlerdir..
İmkanları birleştirip hazırlık yapıldıktan sonra Hz. Musa'nın büyüsüne aynen
onunkisi gibi bir büyü ile karşılık verilmesini önermişlerdir.
36- Dediler ki; "Onu
kardeşi ile birlikte oyala ve adam toplayacak elçilerini bütün kentlere
gönder.
37- Bütün bilgili
büyücüleri bulup sana getirsinler.
Yani sen o'na ve kardeşine bir süre tanı. Bu arada
Mısır'ın belli başlı şehirlerine elçiler gönder. Profesyonel büyücüleri
toplasınlar. Sonra bu büyücüler ile Musa arasında bir büyü yarışması
düzenle.
Bu sahnenin perdesi burada kapanıyor. Perde
açıldığında mesajı alan büyücülerin kafile kafile geldiklerini, bu yarış
için halk kitlelerinin toplandıklarını görüyoruz. Halk kitlelerine
büyücüleri desteklemeleri aşılanıyor. Onların ardında ise, iktidar sahipleri
yer alıyor. Hak ile batılın veya iman ile isyanın yarış alanı hazırlanıyor.
38- Bir süre sonra
büyücüler belirli bir günün kararlaştırılan saatinde biraraya geldiler.
39- Halka da dediler
ki, haydi toplanın bakalım.
40- Toplanın da eğer
büyücüler galip gelirlerse onların peşinden gideriz.
İfadeden halk kitlelerinin nasıl dolduruşa getirilip
duygularının sömürüldüğü kendiliğinden ortaya çıkıyor. "Halka da dediler ki,
haydi toplanın bakalım" "Toplanın da eğer büyücüler galip gelirlerse onların
peşinden gideriz
Büyücülerin İsrailoğulları'ndan olan Musa'ya karşı
zaferlerini gözetlemek için toplanır mısınız? Sakın o günden geri kalalım
demeyin! Halk kitleleri sürekli olarak bu tür işler için toplatılırlar. Bu
halk kitleleri zalim yöneticilerinin kendilerini aldattıklarını,
kendileriyle oynadıklarını, bu tür yarışlar, törenler ve toplantılar ile
kendilerini meşgul ettiklerini, böylece kendilerine uygulanan zulüm, baskı
ve kötü hayat şartlarını unutturmak istediklerini anlamazlar. İşte
Mısırlılar da bu şekilde toplandılar. Büyücüler ile Hz. Musa -selam üzerine
olsun- arasındaki yarışı seyretmek için!
Sonra yarışma öncesinde gerçekleşen büyücülerin
Firavun huzurundaki sahnesi geliyor. Galip geldikleri tàktirde alacakları
ücret ve mükafatı dolgun buluyorlar. Firavun onlara bol bol ücret
sağlayacağını ve şerefli tahtının yakınlarından olacaklarına söz veriyor!
41- Büyücüler
gelince Firavun'a "Eğer biz yenecek olursak herhalde bize bir ödül verilecek
değil mi? dediler.
42- Firavun evet,
yakın adamlarım arasına gireceksiniz, dedi.
İşte burada azgın Firavun'un kendilerinden destek
aldığı ücretli topluluğun asıl kimliği de ortaya çıkıyor. Bunlar bütün
ustalıklarını, maharetlerini kendilerini bekleyen ücret karşılığında
satıyorlar. Bunların inançla, hiçbir ilgileri yoktur. Sorunla da ilgileri
bulunmuyor. Ücret ve çıkar dışında, kendilerini ilgilendiren bir olay
yoktur. İşte her yerde ve her zaman zalim, azgın iktidar sahiplerinin
kullandıkları kişiler de bu tür kişilerdir!
Şimdi onlar insanları aldatmak için sergiledikleri
oyunlarının, ustalıklarının ve emeklerinin karşılığını alacaklarını sağlama
bağlamış bulunuyorlar. İşte Firavun da onlara ücretin fazlasını söz veriyor.
Her birinin kendisinin yakınları arasına gireceklerini söz veriyor. Ki o hem
kraldır hem de ilahlık iddiasında bulunan bir azgındır.
Sonra büyük yarışma ve onu izleyen büyük gelişmeler
sahnesi geliyor.
43- Musa, "Ne
atacaksanız atın, hünerinizi gösterin bakalım"dedi.
44- Büyücüler,
"Firavun'un ululuğuna andolsun ki, üstün gelen taraf biz olacağız" diyerek
iplerini ve değneklerini attılar.
45- Arkasından Musa
değneğini atınca, değnek büyücülerin bütün göz boyayıcılıklarını yutuverdi.
46- Bunun üzerine
bütün büyücüler secdeye kapandılar.
47- Ve "bütün
varlıkların Rabbine inandık.
48- Musa ile
Harun'un Rabbine dediler.
49- Firavun, "ben
izin vermeden O'na inandınız, öyle mi? Hiç kuşkusuz O size büyücülüğü
öğreten elebaşınızdı. Ama yakında başınıza neler geleceğini öğreneceksiniz.
Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağınızı kesecek ve arkasından
hepinizi asacağım" dedi.
50- Büyücüler de
dediler ki, "zararı yok, nasıl olsa Rabb'imize döneceğiz.
51- Bizler ilk
inananlar olduğumuz için Rabb'imizin kusurlarımızı bağışlayacağını umarız. "
Sahne normal ve sakin bir şekilde başlıyor. Baştan
beri Hz. Musa'nın üzerinde bulunduğu gerçeğe tam güveni olduğu, meydanları
dolduran, elde ettikleri maharetin en üstün marifetlerini ortaya koymaya
hazırlanan büyücülerin topluluklarından, arkalarında yer alan Firavun ve
yandaşlarından ve onların etraflarını kuşatan saptırılmış, aldatılmış, halk
kitlelerinden etkilenmediği anlaşılıyor. Hz. Musa'nın bu kendine güveni önce
sözü onlara bırakmasında ortaya çıkıyor.
Musa, Ne atacaksanız atın, hünerinizi gösterin
bakalım dedi.
İfadenin kendisinde bile, bir aşağılama ve hafife
alma olduğu gözlenmektedir. "Ne atacaksanız atın, hünerinizi gösterin dedi"
Aldırmadan önemsemeden herhangi bir sınır koymadan.
Büyücüler, maharetlerinin en büyük kozlarını,
tuzaklarının en büyüklerini ortaya koydular. Firavunun adı ve şerefi ile
meydana atıldılar.
"Büyücüler, "Firavun'un ululuğuna andolsun ki, üstün
gelen taraf biz olacağız" diyerek iplerini ve değneklerini attılar".
Onların iplerinin ve sopalarının ne oldukları burada
A'raf ve Taha surelerinde anlatıldığı gibi anlatılmıyor. Böylece Hakka
duyulan güven ve sebatın gölgesi olduğu gibi korunuyor. Hemen Hak ile batıl
arasındaki yarışmanın sonucuna geçiliyor. Zira bu surenin asıl amacı budur.
"Arkasından Musa değneğini atınca, değnek
büyücülerin bütün göz boyayıcılıklarını yutuverdi."
Büyücülerin ileri gelenlerinin beklemedikleri dehşet
verici olay meydana geliyor. O güne kadar içinde yaşadıkları ve tam anlamı
ile öğrendikleri sanatlarının en büyük ürününü ortaya koymaya çalışmışlar,
büyücülerin yapabileceklerinin en büyüğünü yapmışlardı. Üstelik onlar büyük
bir gruptu. Her yerden toplatılıp getirilen büyük bir topluluktu. Musa ise
tekti. Yanında sadece Asası vardı. Buna rağmen Asası onların uydurduklarını
birden yutuvermişti. Yutuvermek, yemenin en çabuk şeklidir. Onlar şimdiye
kadar büyüde göz boyamanın esas olduğunu biliyorlardı. Fakat şimdi bu Asa
onların iplerini ve sopalarını gerçekten yutuyordu. Hiçbir izleri
kalmıyordu. Eğer Hz. Musa'nın yaptığı da büyü olsaydı, onlara ve insanlara
Hz. Musa'nın yılanının onları yuttuğu hayal halinde gösterildikten sonra
ipleri ve sopaları ortada kalırdı. Fakat onlar bakıyorlar ve bunların
izlerine bile rastlamıyorlardı!
İşte bu durumda artık tartışma götürmeyen apaçık
gerçeğe boyun eğmemek için kendilerine hakim olamıyorlar. Çünkü onlar
herkesten daha çok onun gerçek olduğunu biliyorlardı:
"Bunun üzerine bütün büyücüler secdeye kapandılar."
"Ve bütün varlıkların Rabb'ine inandık" "Musa ile
Harun'un Rabb'ine dediler."
Onlar az önce paralı askerlerdi. Ustalıklarına karşı
Firavun'dan karşılık bekliyorlardı. Bir inanç ve problem sahibi değillerdi.
Yalnız kalblerine dokunan gerçek onları birden değiştirmişti. Benliklerini
titreten bir sarsılıştı bu. Birden onları herşeyden vazgeçirmişti.
Ruhlarının derinliklerine, kalblerinin merkezine ulaşmıştı. Oranın üzerini
kaplayan sapıklığın tortularını silip götürmüştü. Onları tertemiz yapıp
diriltmiş, Hakka boyun eğer hale getirmiş, imanla onarmıştı. Hem de kısa bir
zaman diliminde. Bir de bakıyoruz ki, onlar gayri ihtiyari secdeye
kapanıyorlar. Dilleri depreniyor. Apaçık yakın bir ifade ile iman gerçeğini
haykırıyorlar.
"Ve bütün varlıkların Rabb'ine inandık." "Musa ile
Harun'un Rabb'ine dediler."
İnsanın kalbi gerçekten hayret edilecek bir
varlıktır. Merkezine ulaşan tek bir dokunuş bile onu kökten değiştirebilir.
Allah'ın peygamberi -salat ve selam üzerine olsun- doğru söylemiştir: "Her
kalb Rahman'ın iki parmağı arasındadır. Dilerse onu düzeltir (doğrultur)
dilerse eğriltir (saptırır)" (Buhari-Müslim) İşte bu şekilde paralı asker
olan büyücüler, mü'minlere, seçkin mü'minlere dönüştüler. Hem de yığınlarca
halk kitlelerinin, Firavun'un ve kurmaylarının gözleri önünde ve
işitecekleri bir şekilde.. Azgın, zalim bir iktidarın karşısında apaçık iman
etmelerinin ne gibi sonuçları ve cezaları olacağını düşünmeden, zorba
iktidar sahibinin ne söyleyeceğine, ve ne yapacağına aldırmadan, bu imana
gelmeyi gerçekleştirdiler.
Bu beklenmedik değişikliğin Firavun ve kurmayları
üzérinde şok etkisi yapmış olması gerekir. Firavun'un piyonları halk
kitlelerini toplamış, onları bu yarışı izlemek için toplarlarken onları
hazırlamış, şartlandırmışlardı. İsrailoğulları'ndan olan Musa'nın büyücü
olduğu, büyüsü ile kendilerini yurtlarından çıkarmak istediği, iktidar ve
yönetimi kendi kavmine vermek istediği, Firavun tarafından toplanan
büyücülerin onu mağlup edecekleri ve onun tezini çürütecekleri yalanına
inanmaya hazır hale getirilmişlerdi.. Sonra bu halk kitleleri işte
görüyorlar ki, büyücüler Firavun'un adı ve şerefi ile atacaklarını
atıyorlar. Halbuki onlar az önce ona hizmet etmek için gelen, onun ücretinde
gözü olan ve onun şerefi ile işe koyulan paralı askerleriydi!
Bu, Firavun'un tahtını tehdit eden bir değişiklikti.
Zira bu tahtın üzerinde kurulduğu dini efsaneyi (mitolojiyi) ilahlık veya
tanrıların oğlu olma efsanesini tehdit ediyordu. Bazı asırlarda bu tur dini
efsaneler yaygınlık kazanmıştır. Bunlar da işte o dindeki büyücülerdi.
Büyücülük kutsal bir meslekti. Bu sanat, ülke çapında, sadece tapınakların
kahinlerine serbestti. İşte onlar da şimdi Alemlerin Rabbine, Musa ve
Harun'un Rabbine iman ediyorlardı. Halk kitleleri inançları noktasında
kahinlerin peşinde giderlerdi. Kahinler de böylece onları oyalarlardı. Artık
Firavun'un tahtının dayanağı sadece bire inmişti. Bu da kaba kuvvetti. Bu
kaba kuvvet ise, inanç olmadan bir tahtı ayakta tutamaz ve bir rejimi
koruyamaz.
Biz Firavun ve etrafındaki kurmaylarının bu korku ve
endişelerinin nedenini kestirebiliyoruz. Yeter ki, bu gerçeği doğru anlayıp
değerlendirebilelim. Kahin ve büyücü olarak gelip böyle açık, net,
etkileyici, bir biçimde iman etmeleri kabul ederek ve gönülden boyun eğip
bağlanarak, secdeye kapanmadan edemeyen bu kitlenin iman etmelerini
düşündüğümüzde, Firavun ve kurmaylarının korkusunu haklı buluruz.
İşte bu sırada Firavun'un cinleri tepesine
çıkmıştır. Öfke dolu tehdidini savurmuş, işkence ve intikama başvurmuştur.
Öncelikle büyücüleri Musa ile işbirliği yaparak kendisine ve milletine karşı
komplo düzenlemekle suçlamıştır!
"Firavun "Ben izin vermeden O'na inandınız, öyle
mi?" Hiç kuşkusuz O size büyücülüğü öğreten elebaşınızdı. Ama yakında
başınıza neler geleceğini öğreneceksiniz. Andolsun ki, sağlı-sollu birer el
ve ayağınızı kesecek ve arkasından hepinizi asacağım dedi."
"Ben size izin vermeden ona inandınız öyle mi?" Siz
ona inandınız dememiş, onların bu hareketini kendisi izin vermeden Musa'ya
teslim olma şeklinde değerlendirmiştir. Bu iradesine sahip, hedefini bilen,
sonucu kendisi hazırlayan, herşeyini kendisi planlayan birinin manevralarına
benzer bir hareket tarzıdır. Onun kalbi büyücülerin kalbine dokunan mesajı
hissetmemiştir. Zaten zorbaların, zalimlerin kalbleri ne zaman bu tür
aydınlatıcı dokunuşları hissetmiştir ki? Sonra o, bu tehlikeli dönüşümü
etkisiz bırakmak için, büyücüleri anında suçlamaya başlıyor. "Hiç kuşkusuz o
size büyücülüğü öğreten elebaşınızdı." Bu gerçekten hayret edilecek
suçlamadır. Yegane yorumu da şu olabilir: Aynı zamanda kahin olan bu
büyücülerden bazıları, Firavun onu evlat edindiği için sarayda Musa'nın
eğitimini üstlenmişlerdi. Veya Hz. Musa'nın bazen tapınaklarda onlarla
başbaşa kaldığı oluyordu. İşte Firavun, Hz. Musa ile büyücüler arasındaki bu
uzak ilişkiye sığınıyor. Ayrıca bu ilişkiyi de ters yüz ediyor: "O sizin
öğrencinizdir" diyeceği yerde "O sizin elebaşınızdır" diyor. Böylece halk
kitlelerinin gözünde işin önemini ve dehşetini arttırmaya çalışıyor!
Tehditlerini savurduktan sonra mü'minleri bekleyen
acımasız işkence ile korkutmağa başlıyor.
"Ama yakında başınıza neler geleceğini
öğreneceksiniz. Andolsun ki, sağlı sollu birer el ve ayağınızı kesecek ve
arkasından hepinizi asacağım" dedi.
İşte bütün zorbaların tahtının ve şahsının tehlikede
olduğunu hissettiklerinde başvurdukları aptalca çözüm budur. Kalbleri ve
vicdanları titremeden öfke, katı yüreklilik ve iğrençlikle bu cinayete
başvururlar. Bu, söylediklerini anında uygulayabilme gücü olan azgın ve
zorba, Firavun'un sözüdür.. Peki bu söz karşısında aydınlığı gören, inanmış
kesimin sözü ne olacak bakalım!
Bu, Allah'ı bulan ve bu buluştan sonra artık neleri
kaybedeceğine kulak vermeyen, bunlara aldırmayan kalbin sözüdür. Allah ile
temasa geçen, izzetin zevkine eren kalp artık azgın iktidar sahiplerine
değer vermez. Ahireti kazanma peşinde olan kalbi, bu dünya işlerinin ne azı,
ne de çoğu ilgilendirmez.
"Büyücüler dediler ki, zararı yok. Nasıl olsa
Rabb'imize döneceğiz.''' "Bizler ilk inananlar olduğumuz için Rabb'imizin
kusurlarımızı bağışlayacağını umarız."
Zararı yok. Sağlı sollu birer el ve ayağımızın
kesilmesi önemli değil. Asılmanın ve işkencenin önemi yok. Öldürüleceğimize
ve şehid edileceğimize aldırış etmiyoruz. Önemi yok, çünkü biz Rabbimize
dönüyoruz.. Artık biz Rabbimize döndükten sonra bu yeryüzünde ne olursa
olsun. Bizi ilgilendiren, olmasını umduğumuz tek şey: "Rabbimizin
günahlarımızı bağışlamasıdır." "Müminlerin ilkleri olduğumuz için" Herkesten
önce bu mesaja sarıldığımız için.
Aman Allah'ım! İman vicdanları aydınlatınca, ruhları
coşturunca gönüllere huzur doldurunca, çamur balçığını yücelerin yücesine
yükseltince, kalbleri zenginlik, bolluk ve azık ile doyurunca ne dehşet
verici güce dönüşüyor, yeryüzündeki herşeyi ne kadar değersiz, basit ve
önemsiz hale getiriyor.
Anlatımın seyri içinde bu parlak edebi güzelliğin
üzerine, perde kapanıyor. Daha fazla birşey anlatılmıyor. Böylece sahnenin
hayranlık veren güzelliği ve derin etkisi olduğu gibi kalıyor. Bu anlatım
ile Mekke'de zorluğa, sıkıntıya ve işkenceye katlanan, bunlara göğüs geren
ruhlar, gönüller eğitiliyordu. Azgınlığa, zulme ve işkenceye karşı koyan her
inanç sahibi de onunla eğitilir.
Bundan sonra ise yüce Allah inanan kullarını
yönlendiriyor. Firavun ise, komplosunu hazırlıyor ve bütün ordularını
topluyor.
52- Arkasından
Musa'ya "Bana inanan kullarımı geceleyin yola çıkar; sizi takip edecekler"
diye vahyettik.
53- Firavun asker
toplamakla görevli adamlarını şehirlere saldı.
54- Toplanan
askerlerine dedi ki, "Bu adamlar, 'bir avuçluk, az sayıda bir
toplulukturlar. "
55- Fakat bizi
öfkelendiriyorlar.
56- Biz ihtiyatlı
bir toplumuz.
Olaylar ve zaman açısından bir boşluk var burada.
Bunlar bu sırada ele alınmıyor. Bu yarıştan sonra Hz. Musa ve İsrailoğulları
Mısır'da bir süre yaşadılar. Yüce Allah Hz. Musa'ya milletinin göçmesini
bildirmeden önce A'raf suresinde anlatılan diğer mucizeler de bu süre içinde
meydana gelmişti. Fakat buradaki ayetler onlara değinmiyor ki, surenin
konusuna ve asıl yönelişine uygun düşen sonuca ulaşsın.
Bu sırada yüce Allah Hz. Musa'ya Allah'ın kullarını
geceden yola koymasını, planlamasını ve düzenlemesini tamamladıktan sonra
onların geceden göç etmelerini sağlamasını bildirmiştir. Firavun'un
kendilerini izleyeceğini haber vermiş ve milletini deniz kenarına doğru
harekete geçirmesini emretmiştir. (Herhalde bu deniz kenarı Süveyş
körfezinin göller bölgesi ile buluştuğu yerdir.)
Firavun İsrailoğullarının aniden kaçtıklarını
öğrenmişti. "Genel Seferberlik" diye adlandırılabilecek bir hal ilan étti.
Şehirlere elçiler gönderdi. Kendisine ordular toplamalarını istiyordu. Hz.
Musa ve milletini yakalamak onların planlarını başlarına geçirmek istiyordu,
fakat o bu planın, plan sahibi olan yüce Allah tarafından planlandığını
bilmiyordu!
Firavun'un kuklaları ona asker toplamaya
koyulmuşlardı!.. Yalnız böyle bir toplama hareketi Firavun'un korktuğunu,
Hz. Musa ve onunla birlikte olanların güçlülüğünü ve büyük bir tehlike
olduklarını, bu nedenle sözde ilah bir kralın böyle bir genel seferberliğe
girişmeye gereksinim duyduğu imajını verebilir. Öyleyse mü'minlerin halini
basite indirgemek gerekmektedir.
"Bu adamlar, bir avuçluk, az sayıda bir
toplulukturlar"
Öyleyse onların işleriyle bu kadar ilgilenilmesinin,
onlar için bu kadar kalabalık güçlerin toplanmasının ne anlamı var. Halbuki
onlar bir avuç kadar insandır!
"Fakat bizi öfkelendiriyorlar"
Onları öfkelendiren, harekete geçiren ve kin
beslemeye neden olan sözlere ve eylemlere girişmektedirler.
Öyleyse her halde onların bir önemi vardır ve onlar
bir tehlikedir! İşbirlikçiler istedikleri kadar "bu önemli değil" desinler.
Biz yine de onları gözetlemeliyiz. "Biz ihtiyatlı bir toplumuz"
Onların tuzaklarına karşı uyanık, çalışmalarına
karşı ihtiyatlı olmalıyız. İşlerin dizginlerini sıkı tutmalıyız!
Bu inanç sahibi mü'minler karşısında zorbalığa
başvuran batılın değişmeyen, sürekli şaşkınlığıdır!
Son sahneye geçmeden önce, Firavun ve kurmaylarının
içinde yüzdükleri bol nimetlerin arasından çıkarılmalarını ne gibi bir
sonucun izlediği öncelikle belirtiliyor. Ezilmiş olan İsrailoğullarının
onlara varis oldukları haber veriliyor:
57- Böylece biz,
Firavun ve soydaşlarını bahçelerden ve pınar başlarından çıkardık.
58- Hazinelerden ve
konforlu köşklerden de.
59- Böylece bunlara,
İsrailoğullarını mirasçı kıldık.
Onlar Hz. Musa ve milletinin peşine düşmüşlerdi.
Onların izlerini sürmüşlerdi. İşte bu onların son çıkışları oldu. İçinde
yaşadıkları bağlardan-bahçelerden, ırmakların, yer altı zenginlik
kaynaklarından ve güzel yerleşim bölgelerinden bu şekilde çıkarılmışlardı.
Bundan sonra o nimetlere tekrar dönemediler! Bu nedenle onların mü'minlerin
izlerini sürerek peşlerine düşmelerinin sonu öncelikle belirtiliyor. Zulmün,
şımarmanın ve temelli azgınlığın cezası anında' belirtilmiş oluyor böylece.
"Böylece bunlara, İsrailoğullarını mirasçı kıldık."
İsrailoğullarının kutsal topraklara göç ettikten
sonra tekrar Mısır'a Mısır'ın yönetimine ve Firavun ile milletinin
hazinelerine varis oldukları bilinmiyor. Bu nedenle Kur'an'ı yorumlayan
bilginler: Onlar Firavun ve kurmaylarının sahip olduklarının bir benzerine
varis oldular. Yani onlar bunların sahip oldukları bahçeler, ırmaklar,
hazineler ve güzel yerleşim bölgeleri türünden nimetlere sahip oldular"
demişlerdir,
Arada verilen bu açıklamadan sonra kesinlik ifade
eden son sahne geliyor.
60- Firavun ile
soydaşları gün doğar-doğmaz İsrailoğullarının ardına düştüler.
61- İki topluluk
birbirlerini gördüklerinde Musa'nın taraftarları "Eyvah, yakalandık"
dediler.
62- Musa "Hayır
endişelenmeyin, Rabb'im benimle birliktedir, O bana bir çıkış yolu
gösterecektir' dedi.
63- O sırada
Musa'ya; "Değneğinle denize vur" diye vahyettik. Bunun üzerine deniz
yarılarak içinde oniki yol açıldı. Denizin her parçası yüce bir dağ gibi
oldu.
64- Arkadan
gelenleri oraya yaklaştırdık.
65- Musa ile
yanındakilerin tümü ile kurtardık.
66- Arkasından
öbürlerini suda boğduk.
Hz. Musa, yüce Allah'ın bildirmesi ve planlaması ile
onun kullarını geceden yola koymuştu. Firavun'un oyunu ve şımarıklığı
nedeniyle Firavun'un askerleri sabahleyin onların peşine düştüler. İşte
şimdi sahne sonuna doğru yaklaşıyor. Savaş hazırlığı zirvesine ulaşıyor..
Hz. Musa ve milleti denizin önünde, yanlarında gemileri yok. Oraya dalma
imkanları da yok. Silahlı da değiller. Firavun'un kendilerini arayan,
acımasız tepeden silahlı askerleri de bulundukları yere yaklaşmış
durumdalar!
İçinde bulundukları durumun bütün şartları
gösteriyor ki: Önlerinde deniz arkalarında düşman olduğu halde artık
kurtuluşları imkansız.
`İki topluluk birbirlerini gördüklerinde Musa'nın
taraftarları "Eyvah yakalandık" dediler."
Artık felaket zamanı, gelip çattı. Birkaç dakika
daha geçer geçmez, ölüm üzerlerine saldıracak, artık ne kurtarıcı ne de
yardımcı bulma imkanı var! Fakat Rabbinden vahiy alan Hz. Musa, bir an dahi
şüpheye düşmüyor. Bütün kalbi ile Rabbine güveniyor. Yardım edeceğine kesin
inanıyor. Kurtuluşa kesin gözü ile bakıyor. Nasıl meydana geleceğini bilmese
de kendisini yönlendiren ve koruyan Allah olduktan sonra bunun gerçekleşmesi
gerekir.
"Musa, hayır endişelenmeyin, Rabb'im benimle
birliktedir. O bana bir çıkış yolu gösterecektir dedi."
Hayır. Sert bir biçim ve kesinlikle. Hayır, bize
yetişemeyecekler. Hayır, biz yok edilmeyeceğiz. Hayır, biz tuzağa
düşmeyeceğiz. Hayır, biz ezilmeyeceğiz: "Hayır, Rabb'im benimle birliktedir,
O bana bir çıkış yolu gösterecektir" Bu kesinlik, azim ve inançla.
Son anda umutsuzluk ve felaket gecesinde aydınlatıcı
ışıklar yayılıyor. Hiç umulmadık bir biçimde kurtuluş yolu açılıyor.
"O sırada Musa'ya `Değneğinle denize vur' diye
vahyettik".
Anlatımın içinde Hz. Musa Asa'sı ile denize vurdu
denecek kadar bile bir zaman dilimi ayrılmıyor. Zaten vurduğu anlaşılıyor.
Hemen sonuç veriliyor. "Bunun üzerine deniz yarılarak içinde oniki yol
açıldı. Denizin her parçası yüce bir dağ gibi oldu."
Mucize meydana geldi. İnsanların imkansız dediği
şey, gerçekleşti. İnsanlar bunu söylerken, Allah'ın yasasını sürekli tekrar
olunan ve alışageldikleri şeylere göre değerlendirmektedirler. Yasaları
yaratan yüce Allah, dilediğinde iradesine uygun olarak onları işletme gücüne
sahiptir.
Mucize meydana geldi. Suyun iki dalgası arasında bir
yol açıldı. Su yolun her iki tarafında büyük dağ gibi durdu. Ve
İsràiloğulları yola girdiler. Firavun ve askerleri, bu harika sahne ve
hayret verici olay karşısında apışıp kaldılar. Şaşkın halde durup izlediler.
Orada şaşkın halde uzun boylu durmuş olması gerekir
ki, askerlerine bu açılan hayret verici yoldan İsrailoğullarını
izlemeye-koyulmalarını emretmeden Hz. Musa ve milletinin denize açılan
yoldan tamamen karşıya geçtiğini görebilsin. Allah'ın planı tamamlandı.
İsrailoğulları karşı sahile çıktılar. Bu arada Firavun ve askerleri bütünü
ile suyun dalgaları arasında kaldı. Zaten yüce Allah bu sırada onları
kesinleşmiş akıbetlerine yaklaştırmıştı.
"Arkadan gelenleri, oraya yaklaştırdık."
"Musa ile yanındakileri tümü ile kurtardık."
"Arkasından öbürlerini suda boğduk."
Zaman içinde bu bir ibret oldu. Asırlarca
kendisinden söz edildi. Peki buna çok insan iman etti mi?
67- Kuşku yok ki, bu
olaydan alınacak dersler vardır. Fakat insanların çoğu buna inanmadı.
Harika olaylar, mucizeler insanların zorunlu olarak
boyun eğmelerini sağlasalar da hemen kesin biçimde iman etmelerini
sağlamazlar. Çünkü iman ancak kalblerin doğruya ulaşması ile mümkündür.
68- Ve yine kuşku
yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.
Bu, surede ayetlerin ve yalanlamanın
sergilenmesinden sonra yapılan alışılagelen yorumdur...
Hz. Musa'nın -selam üzerine olsun- Firavun ve
hanedanı ile ilgili kıssası böylece anlatılıp bu son ile neticelendi. Bu
kıssada ezilen, sıkıntılarla boğuşan mü'minlere müjde veriliyordu. Nitekim o
sırada Mekke'de yaşayan mü'min azınlık da bu durumdaydı. Yine bu kıssada
müşriklerin, tutumları Mekke'li müşriklerin tutumlarına benzeyen,
zalimlerin-zorbaların yok edilişi de işleniyordu.
Şimdi bu kıssayı Hz. İbrahim -selam üzerine olsun-
ve milletinin kıssası izliyor. Peygamberimize -salat ve selam üzerine olsun-
bu kıssayı müşriklere anlatması emrediliyor. Çünkü onlar Hz. İbrahim'in
varisleri, izcileri ve O'nun ezeli dini üzerinde olduklarını ileri
sürüyorlardı. Halbuki onlar Allah'a ortak koşuyorlardı.
Yüce Allah'ın kutsal Evinde, Beytu'l-Haram'da,
tapmak amacıyla putlar heykeller dikiyorlardı. Halbuki bu evi Hz. İbrahim
sırf Allah'a kulluğun simgesi olarak yapmıştı... Onlara Hz. İbrahim'in
haberini anlat ki, buradan kendi düşüncelerinin gerçek yüzü ortaya çıksın.
Bu suredeki kıssalar, tarihsel çizgiyi izlemiyor.
Çünkü burada özellikle onların ders alınacak yönlerine dikkat çekiliyor.
A'raf suresi gibi yerlerde ise tarihsel çizgi esas alınmıştı. Çünkü orada
yeryüzünün mirasının sıra ile kimlere geçtiği sergileniyor. Hz. Adem -selam
üzerine olsun- döneminden bu yana peygamberlerin birbirini izlediği
belirtiliyordu. Onun için A'raf suresinde geçen kıssalar, cennetten atılış
döneminden ve beşeriyet hayatının başlangıcından bu yana geçen tarihsel
çizgiyi izliyorlardı.
Hz. İbrahim -selam üzerine olsun- kıssasının burada
verilen bölümü; milletine peygamber olarak gönderilişini, onlarla inanç
sistemi üzerine tartışmasını, sahte tanrıları red edişini, kulluk ilkesini
esas alarak Allah'a yönelişini ve Ahiret Gününü hatırlatmasını içeren
bölümdür. Bunun hemen ardından mükemmel bir kıyamet sahnesi yer alıyor.
Burada kullar, sahte tanrıları red ediyorlar. İçinde bulundukları sosyal
şartların kendilerini Allah'a ortak koşmaya götürmüş olmalarına pişman
oluyorlar. Sanki onlar şimdiden bilfiil olarak oraya varmış bulunuyorlar!
İşte müşrikler için kıssanın ders alınacak yanı da burasıdır. Onun için
burada Tevhid inancının ilkelerine, şirk inancının bozukluklarına ve kıyamet
gününde müşrikleri bekleyen akıbete geniş yer veriliyor. Zira hikayenin
ağırlık noktası budur. Bunun dışında kalan yerler ise, başka surelerde geniş
olarak ele alındığı için es geçilmiştir.
Hz. İbrahim kıssasının, Bakara, En'am, Hud, İbrahim,
Hicr, Meryem, Enbiya ve Hacc surelerinde bazı bölümleri geçmişti. Her surede
surenin ana temasına uygun düşen bölümler ele alınmıştır. Konusuna,
atmosferine ve çağrışımlara uygun kısımlar verilmişti.
Bakara Suresinde Hz. İbrahim'in İsmail ile birlikte
Ka'beyi bina etmesi, Kutsal bölgeyi güvenli kılması için Allah'a dua etmesi,
Ka'be'ye ve Ka'be'yi yapana varis olmanın ancak Müslümanlar yani onun dinini
izleyenler için söz konusu olabileceği, kuru bir soy bağı iddiası ile ona
varis olunamayacağı ele alınıyor. Bunlar İsrailoğullarının aykırı
davranışları, sürülmeleri ve lanete uğramaları nedeniyle Hz. İbrahim'in
dinine ve Ka'besine ancak Müslümanların varis olabileceğini ortaya koymak
için anlatılıyordu.
Dirilten ve öldüren, güneşi doğudan doğduran,
Allah'ın sıfatları konusunda büyük iddialarda bulunan kafir kralla
tartışması, güneşi batıdan doğdurması, krala meydan okuyuşu ve kafir olan
kiralın bunun karşısında apışıp kalması ele alınıyordu.
Rabbinin ölüleri nasıl dirilttiğini, bunu kendisine
göstermesini istemesi, Rabb'inin ona dört kuş kesip onların parçalarını da
dağlar üzerine koymasını emretmesi, sonra onları gözlerinin önünde
diriltmesi ve kuşların hızla gelişini görmesi anlatılıyordu.
Bu her iki olay da, surede yüce Allah'ın öldürmeye
ve diriltmeye gücünün yettiğinden ve onun ayetlerinden söz edilirken ele
alınıyordu.
En'am suresinde Hz. İbrahim Rabbini aramasından ve
yıldızları, Ayı, Güneş'i ve evrenin sahnelerini izledikten sonra Rabbini
bulmasından söz ediliyordu. Bu da inanç üzerinde, Allah'ın evrendeki
ayetleri ve bu ayetlerin onların eşsiz yaratıcısının, yoktan var edicisinin
üzerinde yoğunlaşan bir açıklama ile ele alınıyor.
Hud suresinde Hz. İshak ile müjdelenmesi bölümü yer
alıyordu. Bu da Hz. Lut'un kıssası sırasında ele alınmıştı. Hani Hz. Lut'un
milletini yok etmekle görevli olan melekler yolda Hz. İbrahim'e
uğramışlardı. Bu bölümde de yüce Allah'ın seçilmiş kullarını koruduğu,
dininden sapanları ise, yok ettiği anlaşılıyordu. İbrahim suresinde,
ailesini yerleştirdiği çorak vadiyi kutsal Ka'be'nin himayesinde tutması
için Rabb'ine niyazda bulunuşu, yaşlılığına rağmen Hz. İsmail ve Hz. İshak'ı
kendisine bahşettiğinden Rabb'ine şükredişi, kendisine ve nesline namazı
sürekli gereği gibi kılmayı nasib etmesini dileyişi, duasını kabul buyurması
kıyamet gününde kendisini, anne-babasını ve bütün mü'minleri bağışlaması
için niyazda bulunması anlatılmıştı. Zaten surenin ana konusu bütün
peygamberlerin aynı mesajı getirdikleri ve bu mesajın da Tevhid olduğunu
peygamberlerin mesajlarını yalan sayanların ise bütünü ile bir kitle
olduklarını ortaya koymaktı. Peygamberlerin mesajı küfür cehenneminde ve
inkar çölünde serin gölgelikli bir 'ağaçtı!
Hicr suresinde de aynı Hud suresindeki bölüm biraz
detaylı olarak ve Yüce Allah'ın inanan kullarına merhameti, günahkar,
isyankar kullarına azabının hatırlatılması şeklinde ele alınmıştı.
Meryem suresinde Hz. İbrahim'in yumuşak bir tutumla
babasına gelişi ve babasının onu kaba bir şekilde katı yüreklilik ile
reddedişi, babasından ve kavminden ayrılışı, Hz. İsmail ve Hz. İshak'ın ona
bağışlanışı anlatılmıştı. Bu da yüce Allah'ın seçilmiş kullarını
koruduğundan söz eden, bütün atmosferini merhamet, sevgi ve yumuşaklığın
kuşattığı bir surede ele alınmıştı.
Enbiya suresinde Hz. İbrahim'in babasını ve
milletini ilahi mesaja çağırması, onların putlarını horlaması ve bu putları
kırması, ateşe atılması, ateşin Allah'ın emri ile serinlik ve esenlik veren
bir bahçeye dönüşmesi, kendisinin kardeşinin oğlu Lut ile bu ülkeden
kurtularak bütün insanlar için kutsal kılınan yurda ulaşması anlatılıyordu.
Bu da peygamberler kervanını anlatan, yüce Allah'ın bu kervanı koruduğunu,
onların da ortağı olmayan tek Allah'a kulluğa çağırdıklarını sergileyen bir
konumda veriliyordu.
Hacc suresinde ise Ka'be'yi tavaf edenler ve oraya
sığınanlar için temizlemesi gerektiğine ilişkin bir işaret yer alıyordu.
69- Ey Muhammed, o
müşriklere İbrahim'in olayını da anlat.
70- Hani İbrahim,
babası ile soydaşlarına, "Neye tapıyorsunuz?" dedi.
Varisi olduklarını ve dinine bağlı olduklarını
söyledikleri Hz. İbrahim'in haberini onlara oku. Oku da Hz. İbrahim'in
Mekke'deki müşriklerin kendilerine taptıkları bu putların benzerlerine
kulluk ettikleri için, babası ve milleti ile nasıl bir mücadeleye girdiğini,
Allah'a ortak koştukları için babasına ve milletine karşı çıkışını, içinde
bulundukları sapıklıktan nasıl tiksindiğini, hayretler içinde onlara nasıl
"Siz neye tapıyorsunuz?" şeklinde olumsuz sorular .yönelttiğini görsünler.
71- Onlar da
"Putlara tapıyoruz ve biz tapınmayı hep sürdüreceğiz" dediler.
Onlar heykellerine ilah adını veriyorlardı. Onların
bunlara heykel deyişinden anlaşılıyor ki, onlar bu heykellerini taştan
yontulmuş olduklarını inkar edemiyorlardı. Fakat onlar bununla beraber bu
heykellere yöneliyorlardı. Ve onlara tapmaya özen gösteriyorlardı. Bu ise
aptallığın en son derecesidir. Yalnız, bir inanç sistemi saptıktan sonra bu
inanç sahipleri neye taptıklarını, nasıl düşündüklerini ve nasıl bir görüşe
bağlandıklarını bir türlü anlayamazlar!
Burada Hz. İbrahim -selam üzerine olsun- onların
uyuşan kalblerini uyandırıyor, düşünmeden ve anlamadan yaptıkları bu
aptallıklara sapmalarına neden olan donuk akıllarını uyarıyor.
72- İbrahim dedi ki,
"O putlar,'kendilerini imdada çağırdığınızda sesinizi işitirler mi?"
73- "Ya da size
yarar veya zarar dokundurabiliyorlar mi?
Yani kendisine tapılan bir ilahın en asgari
özelliği, kendisine kulluk yapan ve dua eden kulları gibi işitmesidir. Eğer
bunlar duymayan sağır varlıklar ise, nasıl zarar veya fayda verebilirler?
Onlar ne bunu ne diğerini iddia edebilirler?! Onlar bu konuda hiçbir cevap
vermiyorlar. Zira Hz. İbrahim'in bunu aşağılama ve kınama ifade etmesi için
sorduğundan kuşku duymuyorlar. Onun dediklerini çürütecek bir delil de
bulamıyorlar. . Konuştukları takdirde ise, düşünmeden ve anlamadan,
taklitçileri uyutan bağlayan donuklukları ortaya çıkarıyorlardı.
74- Onlar, "Hayır
ama, atalarımızın böyle yaptıklarını gördük " dediler.
Bu heykeller, işitmez, zarar vermez, fayda vermez.
Fakat biz atalarımızın onlara yöneldiklerini gördük. Biz de onlara yönelerek
tapmaya başladık. Bu utandıran bir cevaptır. Yalnız müşrikler onu söylemekle
utanmıyorlar. Nitekim Mekke'deki müşrikler de böyle yapmaktan
utanmıyorlardı. Ataların bir işi yapmaları onu araştırmadan doğru kabul
etmenin garantisi sayılıyordu. Hatta bu anlayış İslam'ın önünde en büyük
engellerden biriydi. Müşrikler atalarının dininden dönemiyor, bu atalara
bağlılıktan vazgeçemiyor ve onların sapıklıkta olduklarını bir türlü kabul
edemiyorlardı. Halbuki, bu aklı başında birisi için doğru değildi. İşte
tıpkı bu şekilde boş, kof sözler ve değerler, gerçeğin, hakkın karşısında
durur. İnsanlar, akli ve vicdani yönden dondurulup saptırılarak
uyuşturuldukları dönemlerde, bu kof şeyleri hakka tercih eder hale gelirler.
Bu nedenle kendilerini şiddetli bir şekilde sarsacak bir uyarana ihtiyaç
duyarlar ki, özgürlüğe bağımsızlığa ve düşünmeye yönelebilsinler.
Bu donma karşısında Hz. İbrahim -selam üzerine
olsun- sabrına ve yumuşaklığına rağmen onları sert bir biçimde sarsmaktan,
heykellere, bu tur değerlerle kendisine tapılmasına izin verilen bozuk
inançlara karşı düşmanlığını ilan etmekten başka çare bulamamıştır!
75- İbrahim dedi ki,
"Nelere taptığınızı görüyor musunuz?"
76- "Gerek sizin ve'
gerekse eski atalarınızın. "
77- "O putlar, benim
düşmanlarımdırlar. Benim tek dostum alemlerin Rabb'i olan Allah'tır. "
İşte bu şekilde babası ve milleti taptıklarına
tapmaya devam ettikleri müddetçe inancıyla onlardan ayrılmasına, onların
ilahlarına ve inançlarına karşı, hem kendisinin hem de milletinin eski
ataları olmalarına rağmen, düşmanlığını açıkça ilan etmekten çekinmemiştir!
Kur'an böylelikle mü'minlere de öğretiyordu ki,
inanç konusunda ne millete né de babaya hoş görünmek yoktur. En başta gelen
bağ, inanç bağıdır. En başta gelen değer iman değeridir. Bunların dışında
kalan bütün bağlar ona bağlıdır. Onlar neredeyse bunlar da oradadır.
Hz. İbrahim onların ve önceki atalarının taptıkları
tanrılardan sadece birini hariç tutmuştu: "O putlar benim düşmanlarımdırlar.
Benim tek dostum alemlerin Rabb'i olan Allah'tır" Zira milletin inancı
bozulup değişmeden önce, eski atalarından Allah'a tapanlar da olabilirdi.
Ayrıca onlardan Allah'a taptığı halde onunla birlikte başka sahte ilahlara
da tapanlar olabilirdi. Bu durumda Hz. İbrahim'in bir ilahını hariç tutması
ihtiyatlı oluşundan ve sözünü bilinçli ve dikkatli kullanmasından
kaynaklanmış olur. Zaten Hz. İbrahim -selam üzerine olsun gibi bir zata,
inançtan ve inanç sisteminin en hassas konusu olan ilahtan söz ederken böyle
dikkatli bir ifade kullanması yakışırdı.
Sonra Hz. İbrahim -selam üzerine olsun- Rabb'ini,
alemlerin Rabb'ini tanıtıyor. Her yerde ve her zaman onunla bir bağı
bulunduğunu ifade ediyor. Böylece biz de onda sağlam bir yakınlığı, huzur
veren bir bağı, her hareket ve seslenmenin, her ihtiyaç ve amacın
gerçekleşmesinin Allah'ın elinde olduğu bilincinin hakim olduğunu görüyoruz.
78- O beni yaratan
ve doğru yola iletendir.
79- O beni doyuran
ve içirendir.
80- Hastalığımda
beni iyileştiren O'dur.
81- O, beni
öldürecek ve sonra yeniden diriltecek olandır.
82- Hesaplaşma günü
günahlarımı affedeceğini umduğum da O'dur.
Hz. İbrahim'in Rabbini tanıtması ve O'nunla olan
bağının tasvirinde geniş bilgi vermesi onun bütün bir varlığı ile Rabb'i ile
beraber yaşadığını göstermektedir. Güven içinde onun hakkında bilgi
edindiğini, sevgi dolu olarak O'na yöneldiğini, görüyormuş gibi tanıttığını,
kalbi, vicdanı ve bütün organları ile Rabb'inin kendisine verdiği nimetlerin
ve üstünlüklerin etkisini hissettiğini ortaya koymaktadır.
Hz. İbrahim'in sözü Kur'an'da aktarılırken
kullanılan o güzel nağme bu havanın yayılmasına, bu çağrışımın yapılmasına;
engin, yumuşak, tatlı, güzel etkinin her tarafı kuşatmasına yardım
etmektedir.
"O beni yaratan ve doğru yola iletendir."
Beni bilmediğim halde kendi bildiği gibi yaratan
O'dur. O benim ne olduğumu, nasıl oluştuğumu, görevlerimi, duygularımı,
şimdiki halimi ve geleceğimi daha iyi bilir. "O beni doğru yola iletendir."
Gireceğim yolu o gösterir, yaşayacağım yaşam tarzını o belirler. Sanki Hz.
İbrahim -selam üzerine olsun- yaratan ve şekil veren kudret sahibinin elinde
her şekle girebilen gevşek bir hamur olduğunu, kendisine dilediği şekli
dilediği biçimi verebileceğini hissediyor. Bu ise, gönül huzuru ile,
rahatlıkla, güvenle ve sarsılmaz bir imanla kayıtsız-şartsız teslim olmak
demektir.
"O, beni doyuran ve içirendir."
"Hastalığımda beni iyileştiren O'dur."
Bu, koruyucu, şefkatli, sevgi dolu, doğrudan yanında
olmanın, güvencenin kendisidir. Hz. İbrahim onu hem hastalığında hem de
sağlığında hissetmektedir. Peygamberliğin yüce edebini takınmaktadır.
Hastalığını Rabb'ine nisbet etmemektedir. Hasta etme ve sağlığa
kavuşturmanın Rabb'inin dilemesine bağlı olduğunu bile bile Rabbi'nden sırf
nimet ve lutufta bulunma açısından söz etmektedir. Kendisini yediren,
içiren, kendisine şifa veren Rabb'ini anmaktadır. Kendisini sınavdan geçiren
Rabb'inin sınavdan geçirişini söz konusu etmemektedir.
"O, beni öldürecek ve sonra yeniden diriltecek
olandır."
Bu, ölüme karar verenin, Allah olduğuna iman
etmektir. Teslimiyet ve engin bir gönül rızası içinde kıyamet gününe ve
dirilişe iman etmektir.
"Hesaplaşma günü günahlarımı affedeceğini umduğum da
O'dur."
Rabb'ini bu şekilde tanıyan, bu anlayışla onun
bilincinde olan, gönlünün derinliklerinde bu yakınlığı hisseden, hem Nebi,
hem Resul olan Hz. İbrahim'in -selam üzerine olsun- en büyük umudu.. Evet en
büyük arzusu kıyamet gününde Rabb'inin onun günahlarını bağışlamasıdır. O
kendi nefsini: temize çıkarmamaktadır. Kendisinin bir günahı (suçu)
olmasından endişe etmektedir.
Ameline güvenmemektedir. Kendi yaptıkları ile bir
mükafatı hak ettiği kanısında değildir. Ancak O, Rabbinin lütfundan
umutludur. Rahmetini ummaktadır. Affedilmesine ve günahlarının
bağışlanmasına yönelik arzusunu kamçılayan tek sebep de budur.
İşte bu, takva bilinci, edep bilinci ve sakınma
bilincidir. Bu aynı zamanda Allah'ın nimetlerini sağlıklı bir biçimde
değerlendirme bilincidir. Ayrıca kulun amelinin değerini de ortaya
koymaktadır. Allah'ın nimetleri gerçekten büyük mü büyük. Kulun ameli ise
sönük mü sönüktür.
Böylece Hz. İbrahim Rabbinin niteliklerini verirken
sağlıklı inancın ana ilkelerini özetlemektedir. Alemlerin Rabb'ı olan
Allah'ı bir kabul etme, yeryüzünde insanın hayatına ilişkin en ince
meselelere varıncaya kadar beşerin bütün tasarruflarını onun belirlediğini
kabul etme, ölümden sonra diriltme ve hesaba çekme, Bunlar hem Hz.
İbrahim'in milletinin hem de Mekke'li müşriklerin inkar ettiği olgulardır.
Sonra içini Allah'a açan tövbekar Hz. İbrahim, geniş
ve uzun bir duaya başlıyor. Tam bir iman ve içten boyun eğiş ile Rabbine
yöneliyor.
83- Ya Rabbi, bana
yararlı bilgi ve egemenlik vér ve beni iyi kullarının arasına kat.
84- İlerdeki
kuşaklar arasında doğruluğun sözcüsü olmamı nasip eyle. 85- Beni bol nimetli
cennette sürekli kalanlardan eyle.
86- Babamı affeyle.
Çünkü o sapıklardandır.
87- İnsanların
yeniden dirilecekleri gün beni mahcup etme.
88- Ki, o gün,
insana ne malı ve ne de evlatları yarar sağlamaz.
89- Yalnız temiz
kalple Allah'ın huzuruna gelen kurtulur.
Bütün bir duanın içinde yeryüzünün, dünyanın
nimetlerinden hiçbiri yer almıyor. Hatta vücud sağlığı bile. Bu yüce
ufuklara yönelen bir duadır. Arınmış duygular onu harekete itmektedir.
Allah'ı tanıyan ve bu nedenle onun dışındaki herşeyi değersiz, basit gören
verdiklerinin tadını damağında hissettiği için daha fazlasını isteyen,
tadına vardığı ve dilediği ölçüde korku ve ümit halı içinde derinleşen bir
kalbin duasıdır.
"Ya Rabbi, bana yararlı bilgi ve egemenlik ver ve
beni iyi kullarının arasına kat "
Sağlıklı değerler ile saçma değerleri birbirinden
ayırmamı sağlayacak ve beni daha kalıcı gerçeklere ulaştıracak bir yolun
başına getirecek olan hikmeti ver bana.
"Beni iyi kullarının arasına kat.
Bu sözü yumuşak huylu, içini Allah'a açan, şerefli
peygamber Hz. İbrahim söylüyor. Bu ne alçak gönüllülük! Bu ne hassasiyet! Bu
ne kusur işlemekten endişe etme duygusu! Bu ne kalbleri evirip-çeviren Allah
korkusu! Allah'ın salih kullarına katılmaya karşı bu ne büyük arzu!
Rabb'inin, kendisini iyi işlerde başarılı kılması vasıtası ile salih kullara
katması konusunda ne coşkun bir beklenti bu!
"İlerdeki kuşaklar arasında doğruluğun sözcüsü
olmamı nasip eyle"
Süreklilik isteğinin kendisini sürüklediği bir
duadır bu. Kendi soyu ile değil, inancı ile sürekli olmayı istiyor.
Rabbinden diliyor ki, ilerdeki kuşaklara doğru bir söz nasip etsin.
Kendilerini Hakk'a, gerçeğe çağırsın. Arı, duru ve kolay olan Hz. İbrahim
dinine çağırsın. Herhalde bu Hz. İbrahim'in başka yerde yaptığı duanın
aynısıdır. Nitekim Hz. İbrahim oğlu Hz. İsmail ile birlikte Ka'be'nin
duvarlarını yükseltirken şöyle diyordu: "Hani İbrahim ile İsmail Ka'benin
duvarlarını yükseltirlerken şöyle dua etmïşlerdi: "Ey Rabbimiz, yaptığımızı
kabul et. Hiç şüphesiz sen herşeyi ïşiten ve bilensin. Ey Rabbimiz, ikimizi
de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet
çıkar, bize ibadet yollarımızı göster, tevbelerimizi kabul buyur: Hiç
şüphesiz sen tevbeleri kabul edensin ve çok merhametlisin. Ey Rabbimiz,
içlerinden onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitabı ve hikmeti öğretecek,
kendilerini kötülüklerden arıtacak bir peygamber gönder. Hiç şüphesiz sen
azizsin ve hikmet sahibisin."
Yüce Allah O'nun isteğini yerine getirdi. Duasını
kabul etti. İlerideki kuşaklar arasında doğruluğun sözcüsü yaptı. O kuşaklar
arasından insanlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onlara kutsal kitabı ve
hikmeti öğreten, ruhlarını kötülüklerden arındıran peygamber gönderdi. Onun
isteğinin kabul edilmesi binlerce sene sonra gerçekleşmişti. Bu, insanlara
göre hesaplandığında; uzun bir zaman olsa da, Allah katında belirlenen bir
zamandır. Hikmeti gereği olarak bu zaman geldiğinde kabul edilen dua bu
zamanda gerçekleşir.
"Beni bol nimetli cennette sürekli kalanlardan
eyle."
Daha önce de, kendisini salih amellere muvaffak
etmek suretiyle salih kullarına katmasını Rabbinden dilemişti. Zaten salih
ameller, kendisini onların saflarına götürüp katacaktı. Nimet cenneti ise
Allah'ın salih kullarının varacakları cennettir.
"Babamı affeyle. Çünkü o sapıklardandır".
Hz. İbrahim -selam üzerine olsun- babasından o kadar
ağır sözler işitmesine ve ağır tehdidine maruz kalmasına rağmen ona böyle
davranıyor. Çünkü daha önce babasını bağışlanması için ona dua edeceğine söz
vermişti. Böylece sözünü yerine getirdi. Kur'an'ı Kerim'in başka ayetlerinde
akraba bile olsalar müşrikler için af dilemenin caiz olmadığı açıklanmıştır.
Hz. İbrahim'in babası için af dilemesinin ona verdiği bir sözden
kaynaklandığı ifade edilmiştir. "Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu
kesinlikle anlayınca onunla ilişkisini kesti" (Tevbe suresi 114) Yakınlığın,
soy yakınlığı değil, inanç yakınlığından ibaret olduğunu anlamıştır.. Bu da,
islami eğitimin apaçık ilkelerinden biridir. Herşeyin başında gelen. bağ,
Allah yolundaki bağlılığın sembolü olan inanç bağıdır. İnsanoğlunun iki
bireyi arasında, inanç temeline dayanmadan herhangi bir bağ oluşturulamaz.
Bu bağ çözüldükten sonra diğer bağlar kendiliğinden çözülür. İnsanlar
birbirlerinden öyle uzak düşerler ki, artık hiçbir bağ, hiçbir yakınlık
fayda vermez.
"İnsanların yeniden dirilecekleri gün beni mahcup
etme.
"Ki, o gün insana ne malı ve ne de evlatları yarar
sağlamaz".
"Yalnız temiz kalple Allah'ın huzuruna gelen
kurtulur."
Hz. İbrahim'in -selam üzerine olsun- "İnsanların
yeniden dirilecekleri gün beni mahcup etme" sözünden O'nun ahiret gününün
korkusunu ne derece hissettiğini, Rabbinden ne kadar utandığını, O'nun
huzurunda rezil olmaktan ne kadar endişe ettiğini, O'nu gereği gibi
tanımamaktan ne derece korktuğunu anlayabiliyoruz. Halbuki o şerefli bir
peygamberdir. Ayrıca "Ki, o gün insana ne malı ve ne de evlatları yarar
sağlamaz. Yalnız temiz kalple Allah'ın huzuruna gelen kurtulur" sözlerinden
kıyamet gününün gerçeğini ne ölçüde anladığını, değerlerin gerekliliğini
nasıl kavradığını fark ediyoruz: Buna göre, kıyamet gününde, samimiyet,
kalbin tamamını Allah'a açma samimiyeti, kalbi her türlü yabancı duygudan,
hastalıktan, başka amaçtan arındırma, onu şehevi ihtiraslardan ve.
sapmalardan temizleme, Allah'ın. dışındaki şeylere bağlılıktan özgür kılma
samimiyeti dışında başka hiçbir değer yoktur. İşte .kalbe, değer ve itibar
kazandıran temizlik, selamet budur. "Ki o gün insana ne malı ve ne de
evlatları yarar sağlamaz." Yeryüzünde insanların, köpeklerin leşlere
saldırdığı gibi üzerine atıldıkları bu geçici, kof değerler o gün hiçbir
yarar sağlamaz ve ahiret terazisinde hiçbir ağırlık sahibi olmaz!
Tam bu esnada Hz. İbrahim'in kendisinden sakındığı
kıyamet sahnelerinden biri sergilenmektedir. Sanki gözlerinin önünde. Ona
bakıyor ve gerçekten görüyor. Sonra ürkek bir içtenlikle Rabb'ine yöneliyor,
duasını yapıyor:
90- O gün, cennet,
kötülüklerden sakınanların yakınına getirilir.
91- Cehennem de
sapıkların gözleri önünde dikilir.
92- Sapıklara denir
ki; "Hani vaktiyle taptığınız sözde ilahlar.
93- "Allah'ı bir
yana bırakarak ilah edindiğiniz putlar? Şimdi size yardım edebiliyorlar, ya
da kendilerini kurtarabiliyorlar mı?"
94- Düzmece ilahlar
ile sapıklar başaşağı cehenneme atılırlar.
95- Şeytanın bütün
askerleri de.
96- Orada birbirleri
ile tartışmaya tutuşarak derler ki,
97- "Vallahi bizler
apaçık bir sapıklığa saplanmıştık. "
98- "Çünkü sizleri
alemlerin Rabb'ine denk tutmuştuk. "
99- "Bizi ağır
suçlular yoldan çıkarmışlardır. "
100- "Şimdi bizim
bir şefaatçimiz yok. "
101- "Cana yakın bir
dostumuz da yok. "
102- "Ah keşki, bir
daha dünyaya dönebilsek de mü'minlerden olsak. "
Cennet yaklaştırıldı ve Rabb'inin azabından endişe
eden takva sahiplerine gösterildi: Cehennem sapıkların gözlerinin önüne
getirildi. Yolu şaşıran, kıyamet gününü yalan sayan, zalimler için ortaya
kondu. Onlar şimdi Cehennem'in bir sahnesi üzerinde duruyorlar.
Azarlamaları, feryatları işitiyorlar. Pat pat aşağı cehenneme atılmadan önce
bunları seyrediyorlar. Bu duruş sırasında Allah'ın dışında taptıkları
ilahdan sorguya çekiliyorlar. Bu konu, Hz. İbrahim ile milletinin kıssası.
Hz. İbrahim ile onlar arasında, onların taptıkları tanrılar hakkında meydana
gelen tartışma ile atbaşı gitmektedir. Onlar bugün sorguya çekiliyorlar.
"Sapıklara denir ki, hani vaktiyle taptığınız sözde ilahlar? Allah'ı bir
yana bırakarak ilah edindiğiniz putlar?" Onlar neredeler? "Şimdi sïze yardım
edebiliyorlar, ya da kendilerini kurtarabiliyorlar mı?" Onlardan bir cevap
alınmaz. Onların cevap vermeleri zaten beklenmez de. Bu, azarlama ve kınama
amacı ile yöneltilen bir sorudur. "Düzmece ilahlar ile sapıklar başaşağı
cehenneme atılırlar. Şeytanın bütün askerleri de". Pat pat! Kelimelerin ses
tonlarından onların, itişme, kakışma, çaresiz ve düzensiz olarak ateşe
düşme, gürültülerini sanki duyar gibi oluyoruz. Pat pat seslerinden
kaynaklanan başaşağı düşüş seslerini işitiyor gibiyiz. Tıpkı bir nehrin
göçerttiği bir yarın arkasından toprak yığınlarının yıkılması gibi. Bu,
taşıdığı anlamı kendi ses tonu ile canlandıran bir sözcüktür. Onlar
şaşkınlar, sapıklardır. Onlarla birlikte bütün sapıklar pat pat oraya
döküleceklerdir. Onlar ve "Şeytanın bütün askerleri de" Aslında hepsi de
İblis'in askerleridir. Bu, önce bir ayrıntıyı ifade edip sonra genel ifadeye
varma sanatıdır.
Sonra Cehennemde onlara kulak veriyoruz. Onlar ilah
diye taptıkları putlara diyorlar ki, "Vallahi bizler apaçık bir sapıklığa
saplanmıştık. Çünkü sizleri alemlerin Rabb'ine denk tutmuştuk." Allah'a
taptığımız gibi sizlere de taptık; ya Allah ile birlikte ve ya O'nu bir yana
bırakarak. Şimdi zaman ve fırsat geçtikten sonra onlar böyle alıkoyanlara
atıyorlar. Sonra ayrılıyorlar. "Artık iş işten geçmiştir", bunu anlıyorlar.
Bundan sonra sorumlulukların yükümlülüklerin sonucunu paylaştırmanın bir
yararı yok. "Şimdi bizim bir şefaatçimiz yok. Cana yakın bir dostumuz da
yok." Ne yardımcı, aracı olabilecek ilahları ne de fayda verecek dostlar var
artık. Geçmiş için bir aracı koymak mümkün olmadığına göre, acaba tekrar
dünyaya dönüp orada kaçırdığımız fırsatları değerlendiremez miyiz? "Ah keşki
bir daha dünyaya dönebilsek de mü'minlerden olsak." Bu bir temenni, dilek
olmaktan öteye geçmiyor. Bu kıyamet günüdür. Artık ne dönüş ne de aracılık
yok!
103- Kuşku yok ki,
bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdi.
104- Ve yine kuşku
yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.
Bu, daha önce bu surede anlatılan Ad, Semud ve Lut
kavminin sonlarının sergilenişinden sonra verilen yorumun aynısıdır. İlahi
mesajları yalan sayanların başına gelenleri anlatılan her ayetleri sonra da
bu yorum yer almıştır. Kıyamet sahnelerinden biri olan bu sahne surenin
akışı içinde ilahi mesajı yalan sayanların dünyadaki akıbetleri yerine
verilmiştir. Zira bununla Hz. İbrahim'in ve bütün bir şirkin sonu tasvir
ediliyor. Surenin bütün kıssalarında asıl ders ve ibret alınacak nokta da
budur. Kur'an'daki kıyamet sahneleri somut bir realite gibi sunulur.
Okundukları zaman sanki gözler onları seyreder, duygular onları hisseder,
vicdanları onlarla sarsılır, titrer. Tıpkı insanların gözlerini faltaşı gibi
açan, dikkatle seyredilen cezalandırma, yok etme örnekleri gibi.
Anlatım tarihsel açıdan Hz. Musa'nın kıssasını ele
aldıktan sonra Hz. İbrahim'in kıssasına geçtiği gibi Hz. İbrahim'in
kıssasından da Hz. Nuh'un kıssasına geçiyor. Tarihsel açıdan geriye gidiyor.
Burada tarihsel çizgiyi izlemek amaçlanmamıştır. Amaç şirk ve ilahi mesajı
yalanlamanın sonucundan alınacak ibrettir, derstir.
Hz. Nuh'un kıssası da Hz. Musa ve Hz. İbrahim'in
kıssaları gibi Kur'an'ın değişik surelerinde ele alınmaktadır. Daha önce
A'raf suresinde bu kıssa peygamberler ve peygamberlikler tarihinin seyir
çizgisi içinde ele alınmıştı. Hz. Adem'in Cennet'ten yeryüzüne
indirilişinden bu yana gelen peygamberlerin mesajları tarih süreci içinde
ele alınırken bu kıssaya kısaca yer verilmişti. Hz. Nuh'un milletini tevhide
çağrısı, dehşet verici bïr günün azabına karşı onları uyarması, milletinin
kendisini sapıklıkla itham etmesi, milletinin kendileri gibi bir insanı
Allah'ın elçi olarak kendilerine göndermesine hayret edişi, Hz. Nuh'u
yalanlamaları ve bu nedenle boğulmaları ile Hz. Nuh ve onunla birlikte iman
edenlerin kurtuluşu detaylara inilmeksizin anlatılmıştı.
Hz. Nuh hikayesi Yunus Suresinde kısaca sunulmuştu.
Peygamberliğinin son dönemleri, milletinin meydan okuyuşu ve onu
yalanlamaları, kendisinin ve yanında bulunan inanmışların kurtuluşu,
diğerlerinin ise boğdurulmaları kısaca verilmişti.
Hud suresinde ise, Tufan, gemi ve Tufandan sonrası
ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştı. Boğulanlar arasında bulunan oğlu
hakkında Rabb'ine dua edişi, tevhid inancı etrafından kendisi ile milleti
arasında meydana gelen tartışması geniş biçimde açıklanmıştı.
Hz. Nuh'un kıssası, Mü'minun suresinde de
anlatılmıştı. Orada Hz. Nuh'un milletini bir olan Allah'ı tanımaya çağırışı,
onların ise, onun kendileri gibi bir insan olması, kendileri üzerine bir
üstünlük kurmak istediği, Allah bir elçi göndermek istediğinde bir meleği
elçi olarak gönderebileceği gerçekleri ile reddedişleri ve onu bunlardan
dolayı delilik ile suçlayışları, sonra Hz. Nuh'un Rabbine yönelerek
yardımını dileyişi anlatılmış ve gemi ve tufan'a kısa bir işareti
bulunulmuştu.
Bu kıssa genellikle Ad, Semud, Lut toplumu, Medyen
halkı kıssalarının sıralandığı bir dizi kıssa içinde ele alınmaktadır. Bu
surede de aynı yöntem izlenmiştir. Kıssanın burada ele alınan kısmı ise
özellikle Hz. Nuh'un kendi toplumunu Allah tan korkmaya çağırması, doğru
yola gelmelerine karşılık kendilerinden hiçbir ücret talep etmeyeceğini
açıklaması, İleri gelenlerin kendilerinden tiksindiği fakir mü'minleri
yanından kovmayı red etmesi bu sorun aynı zamanda Hz. Muhammed'in -salat ve
selam üzerine olsun- Mekke'de tıpkısı ile karşılaştığı bir meseleydi,
kendisini toplumundan uzaklaştırmasını Rabb'ine niyazda bulunması, yüce
Allah'ın O'nun bu dileğini kabul ederek ilahi mesajı yalan sayanları suda
boğması, inananları ise kurtarması, üzerinde yoğunlaşmaktadır.
"Nuh'un soydaşları peygamberlerini yalanladılar."
İşte bu sondur. Kıssanın sonu. Önce onunla
başlamaktadır ki, ta baştan onu ön plana çıkarsın. Sonra detaylara iniyor.
Hz. Nuh'un toplumu Hz. Nuh'tan başkasını
yalanlamadıkları halde onların peygamberleri yalanladıkları ifade ediliyor.
Çünkü öz itibariyle peygamberlik birdir. Allah'ı birleme çağrısıdır. Sadece
O'na kulluk mesajıdır. Bu ilkeyi yalanlayan biri bütün peygamberleri
yalanlamış olur. Zira bu onların hepsinin çağrısıdır. Kur'an da bu gerçeği
vurgular ve onu pekçok yerde değişik biçimlerde ifade eder. Çünkü bu, İslam
inancının ana ilkelerinden biridir. Bütün ilahi çağrılar onu içerir. Bu
ilkeye göre insanlar iki kampa ayrılır: Mü'minler kampı, kafirler kampı.
Tarihteki bütün peygamberliklerde ve bütün asırlarda bu kamplar varlığını
sürdürmüşlerdir. Buna göre müslüman bakar ki, Allah tarafından gönderilen
her dine ve her inanç sistemine inanan ümmet kendisinin de ümmetidir.
Tarihin ta ilk şafağından tevhidin son dini islamın parlamasına kadar bütün
dönemlerde bu gerçek hiç değişmemiştir. Diğer kamp ise, her milletin ve
dinin kafirleridir. Buna göre mü'min bütün peygamberlere iman eder,
peygamberlerin hepsine saygı gösterir. Çünkü onların hepsi bir olan mesaja,
tevhid mesajına çağıran elçilerdir.
Müslümanın değer yargılarına göre insanlık ırklara,
renklere ve yalanlara göre kamplara ayrılamaz. Sadece doğruluk, gerçek
taraftarı, yanlışlık ve eğrilik taraftarı diye kamplara ayrılırlar.
Müslüman, her yerde ve her zaman hak taraftarlarının yanında haksızlığın
karşısındadır. Müslümanın bilincinde değerler, ırk, renk, dil, vatan, günlük
hayattaki ve tarihin derinliklerine gömülmüş yakınlıklar tutkusu,
asabiyatının üstüne çıkar. Yükselir, sadece bir değer oluşturur. Bu da
herkesin kendisinden sorgulandığı ve hepsinin ona göre değerlendirildiği
iman değeridir.
105- Nuh'un
soydaşları peygamberlerini yalanladılar.
106- Hani kardeşleri
Nuh, onlara dedi ki, Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?
107- "Ben size
gönderilmiş, güvenilir bir Allah elçisiyim. "
108- "Öyleyse
Allah'tan korkunuz ve çağrıma uyunuz. "
109- "Ben bu çağrı
hizmetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim çabamın
karşılığını verecek olan alemlerin Rabb'idir. "
110 "O halde
Allah'tan korkunuz ve çağrıma uyunuz. "
Hz. Nuh'un, milleti tarafından red edilen, yalan
sayılan çağrısı budur işte. Halbuki Hz. Nuh onların kardeşiydi. Kardeşliğin
gereği barışa, tatmine, imana ve tasdiğe götürmesiydi. Yalnız onun toplumu
bu bağa dikkat edip değer vermedi. Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?
İşlediğinizin cezasından korkmaz mısınız? Kalbleriniz Allah korkusunu ve
ürpertisini hissetmez mi? dediğinde, kardeşleri olan Hz. Nuh'un çağrısına
karşı kalbleri yumuşamadı.
Takvaya dikkat çekip ona yönlendirmek bu surede
sürekli biçimde vurgulanıyor. Yüce Allah Hz. Musa'yı Firavun ve milletine
bir elçi olarak gönderdiğinde O'nu takvaya çağırmakla görevlendirmişti. Hz.
Nuh da milletini ona çağırdı. Hz. Nuh'tan sonra gelen peygamberlerin hepsi
de milletlerini Allah'tan korkmaya çağırdılar.
"Ben size gönderilmiş güvenilir bir Allah
elçisiyim."
Hainlik yapmam. Aldatmam. Hile yapmam. Açıklanması
istenen yükümlülüklerde hiçbir şeyi ne arttırırım ne de eksiltirim.
"O halde Allah'tan korkunuz ve çağrıma uyunuz."
Böylece onlara tekrar Allah'tan korkmayı
hatırlatıyor. Bu sefer bu korkuyu belirliyor ve onu yüce Allah'a izafe
ediyor. Bununla onların kalbleri itaate ve teslim oluşa doğru
hareketlendirilmek isteniyor.
Sonra onlara dünya ve nimetleri konusunda güvence
veriyor. Onları Allah'ın dinine çağırmakla kendisi bir çıkar sağlayacak
değildir. Kendilerine doğru yolu gösterdiği için bir ücret, bir mükafatta
istememektedir. Mükafatını, insanları dinine çağırmakla yükümlü tutan
alemlerin Rabb'inden talep etmektedir. Bu çağrı karşılığında hiçbir ücret
istenmediğine dikkat çekilmesi sağlıklı bir çağrının sürekli olarak ücretsiz
olması gerektiğini ortaya koymaktadır. İşte bu, İslam dininin çağrısı ile,
insanların alışageldiği diğer çağrılar arasındaki temel farklardan biridir.
Diğer sözde dini çağrılarda, kahinler ve din adamları insanların mallarını
ceplerine indirmek için, dini, bir sömürü aracı olarak kullanırlar. Kahinler
ve dini asıl amacından saptırmış olan din adamları sürekli olarak çeşitli
yollarla malları sömürmenin kaynaklarından biri olmuşlardır. Gerçek
anlamdaki Allah'a çağrı ve bu çağrının öncüleri ise, daima çıkardan uzak
duran salt kimselerdir. Doğru yola çağırma karşılığındâ ücret almazlar.
Onların ücretlerini vermek alemlerin Rabb'inin işidir.
Burada insanlara ücret ve sömürü açısından güvence
verildikten sonra tekrar takva ve itaat istenmektedir kendilerinden:
"Allah'tan korkunuz ve çağrıma uyunuz". Yalnız buna rağmen onlar kendisine
hayret verici bir itirazla karşılık veriyorlar. Bu, insanlığın her
peygambere karşı ileri sürdüğü tarih boyunca tekrarlanan bir itirazdır.
111- Soydaşları,
"peşinden gelenler aramızdaki ayak takımı iken hiç biz sana inanır mıyız"
dediler.
Onlar ayak takımı derken fakirleri kastediyorlar.
Fakirler, peygamberlere ve peygamberliklere, imana ve teslim oluşa herkesten
önce sahiplenenlerdir. Boş bir böbürlenme, çıkar, makam ve statüko,
bunlardan kaybedecekleri hiçbir şey onları "doğru yol" dan alıkoyamaz. Bu
nedenle onlar hemen kabul edenler ve herkesten önce ilahi mesajı
sahiplenenlerdir. İleri gelen bürokratları, teknokratları, aristokratları
ise büyüklükleri böbürlenmeleri, sahte yapılanmalara dayalı, kuruntu ve
efsane destekli, din maskesine bürünmüş çıkarları onları hep geri bırakır.
Kıpırdanmalarını engeller.
Sonra onlar, arı-duru tevhid'in sonuçta kendilerini
diğer insan kitleleriyle eşit duruma getirmesini, bütün sahte değerleri ayak
altına alışını kabul edemezler. Zira tevhid inancında sadece bir değer
bayraklaştırılır. Bu da iman ve iyi işler (amel-i salih) yapmaktır. Bu
herhangi bir topluluğu yükseltecek, diğerlerini alçaltacak tek değerdir.
Bütün insanlar artık bir ölçüye göre, inanç sistemi ve onun dürüst bir
yaşantı kriteri ile değerlendirilirler, tartılırlar.
Onun içindir ki, Hz. Nuh onlara verdiği cevapta
değişmez değerleri belirlemekte, peygamberin uzmanlık alanını
sınırlandırmakta, insanların işlerini ve hesaba çekilişlerini ise Allah'a
havale etmektedir. İşlediklerine göre onları sorguya çekecek kimsenin Allah
olduğunu dile getirmektedir.
112- Nuh dedi ki;
"Onların neler yaptıklarını ben bilemem. "
113- "Onların
hesabını görmek, sadece Rabb'ime düşer. Keşke bu gerçeğin bilicinde olsanız.
"
114- "Mü'minleri
yanımdan kovmak bana yakışmaz. "
Aristokratlar, ileri gelenler, sürekli olarak
fakirler hakkında şu kânıya sahiptir: Fakirlerin alışkanlıkları ve ahlakları
seçkinlerin hoşuna gitmez. Nezaket sahibi, ince ruhlu, tatlı zevkleri
bulunan yüksek tabakanın bulunduğu ortamlarda onlara katlanmak mümkün
değildir. Hz. Nuh onlara diyor ki: Ben insanlardan iman dışında başka birşey
istemiyorum. Onlar ise iman etmiş bulunuyorlar. Bundan önce yaptıkları ise
Allah'a havale edilmiştir: Bunları tartacak ve değerlendirecek, iyiliklerine
ve kötülüklerine göre onları cezalandıracak, ödüllendirecek olan da O'dur.
Allah'ın değerlendirmesi en sağlıklı değerlendirmedir: "Keşke bu gerçeğin
bilincindé olsanız", keşki Allah'ın terazisinde ağır basan gerçek değerleri
anlasaydınız. Benim görevim sadece uyarmaktan ve gerçeği açıkça ortaya
koymaktan ibarettir.
115- "Ben sadece
açık sözlü bir uyârıcıyım. "
Hz. Nuh -selam üzerine olsun- apaçık delilini ve
sağlıklı mantığını onlara yönelttiğinde, onlar, apaçık delil ve red edilmesi
mümkün olmayan delille O'nunla tartışmayı sürdürmekten aciz kalarak,
azgınların, gayr-i meşru otoritelerin, delil açısından sıkıştıklarında,
kesin delil aleyhlerine döndüğünde başvurdukları yöntème başvurdular. Maddi
kaba kuvvet ile tehdit etmeye başladılar. Zaten gayr-i meşru otoriteler,
delil açısından sıkıştırıldıkları, kesin delilin kendilerini aciz bıraktığı
her yerde ve her zamanda böyle tehdit yoluna baş başvurmuşlardır.
116- Soydaşları; Ey
Nuh, eğer bu dediklerinden vazgeçmezsen taşa tutulup öldürülenlerden
olacaksın" dediler.
Burada azgın iktidar sahipleri çirkin yüzlerini
gösteriyorlar, sapıklık kaba kuvvetini ortaya koyuyor. Hz. Nuh'da katı,
kuru, donuk kalblerin yumuşamayacağını öğreniyor.
Bunun üzerine Hz. Nuh biricik dosta, eşsiz
yardımcıya yöneliyor. Zaten inananlar için ondan başka sığınak da yok.
117- Bunun üzerine
Nuh dedi ki: "Ya Rabbi, soydaşlarım beni yalanladılar. "
118- "Onlar ile
aramdaki meseleyi sen kesin çözüme bağla; beni ve yanımdaki' mü'minleri
kurtar. "
Aslında Hz. Nuh'un Rabb'i, toplumunun O'nu
yalanladığını biliyor. Yalnız bu, üzüntüsünü, şikayetini, yardımcıya,
destekçiye bildirme türünden bir ifadedir. İnsaf talebinde bulunmaktır. İşi,
sahibine havale etmektedir: Onlar ile aramdaki meseleyi sen kesin çözüme
bağla. İsyanın ve yalanlamanın son sınırını belirliyor: Beni ve yanımdaki
mü'minleri kurtar.
Yüce Allah, azgın iktidar sahipleri tarafından taşa
tutularak öldürülmekle tehdit edilen peygamberinin isteğini kabul etmiştir.
Çünkü O, insanları Allah'tan korkmaya, elçisine itaat etmeye çağırmakta,
buna karşılık bir ücret talep etmemekte, mal ve makam peşinde koşmamaktadır.
119- Bunun üzerine
Nuh'u ve yanındakileri dolu bir gemiye bindirerek kurtardık.
120- Bunun
arkasından dışarda kalanları suda boğduk.
İşte böyle kısa bir özet ile insanlığın şafağında
iman ile tuğyan (azgınlık, isyankarlık, zorbalık) arasındaki savaşın son
aşaması tasvir edilmiştir. Uzun boylu insanlık tarihi içinde yer alacak,
gelecekteki bütün hak ile batıl kavgalarının sonu da böylece belirlenmiş
olmaktadır.
Sonra bu surede üstün güç ve merhamet sahibi
Allah'ın olağanüstü olayın ' tekrar yorumuna yer verilmektedir.
121- Kuşku yok ki,
bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdi.
122- Ve yine kuşku
yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.
Hud kavmi, Ahkaf'ta yaşıyordu. Ahkaf Yemen tarafında
Hadramut yakınlarında bulunan kum tepecikleridir. Bunlar tarih süreci içinde
Nuh kavminden sonra gelmişlerdir. Onlar yeryüzünün inkarcılarını temizleyen
Tufan'dan bir süre sonra kalbleri sapıklığa yönelmiş topluluklardan
biriydiler.
Bu kıssa, A'raf suresinde detaylı olarak verilmişti.
Hud suresinde de, Mü'minun suresinde ise, Hz. Hud'un ve Ad'ın ismine yer
verilmeden ele alınmıştı. Bu surede ise kıssanın iki ucu arasındaki bölümü
özetlenmiştir. Kıssanın bir ucu Hz. Hud'un toplumunu ilahi mesaja çağırması
diğer ucu bu toplumun, ilahi mesajı yalan sayanlarının uğradığı akıbettir.
Bu kıssa da Hz. Nuh'un toplumunun kıssası gibi başlamaktadır.
123- Adoğulları da
peygamberlerini yalanladılar.
124- Hani kardeşleri
Hud, onlara dedi ki, "Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?"
125- "Ben size
gönderilmiş, güvenilir bir Allah elçisiyim. "
126- "Öyleyse
Allah'tan korkunuz da, çağrıma uyunuz. "
127- "Ben bu çağrı
hizmetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim çabamın
karşılığını verecek olan alemlerin Rabb'idir. "
Bu her peygamberin söylediği değişmeyen sözdür.
Allah'tan korkma ve élçisine itaat etme çağrısı, insanların ellerinde
bulunan dünya hayatının mallarına, nimetlerine gönül bağlamama, yeryüzünün
geçici değerlerinin üzerine çıkma, Allah'ın katındaki değerli, üstün
mükafatına göz dikme, yönelme bayrağının açılması; işte bütün peygamberlerin
mesajı.
Sonra bu toplumun özel durumuna ve uygulamalarına
yöneliyor. Sırf gücü ile övünmek, zenginliğini ilan etmek, bina yapımında
yoğunlaşmak ve yükseklere çıkmak,-lüks, burjuva hayat için inşaat sektörüne
yönelmeleri eleştiriliyor.
Aynı şekilde, bu dünyanın imkanlarına sahip
oldukları, burada büyük güçlere sahip oldukları için böbürlenip, Allah'ın
gözetlemesinden ve korkusundan habersiz bir hayata yönelmeleri de tenkit
ediliyor.
128- "Sizler her
yüksek tepeye gösteriş amaçlı bir anıt dikerek boş işlerle mi
oyalanıyorsunuz.?"
129- "Hiç ölmemek
ümidi ile sağlam köşkler mi yapıyorsunuz?
Ayet-i kerimenin metninde geçen "Riğ" sözcüğü
yeryüzünün yüksek yerleri demektir. Öyle anlaşılıyor ki, onlar yeryüzünün
yüksek yerlerine binalar yapıyorlardı. Uzaktan bakan onları bir işaret
biçiminde görüyordu. Bundan amaç da, güçlerini ve ustalıklarını ortaya
koyup, bununla böbürlenip övünmekti. Bu nedenle Kur'an onların bu
eylemlerini "boş bir eylem" olarak nitelemiştir. Eğer onlar bu binaları
yolculara kılavuzluk yapmak ve yönlerini belirlemelerini sağlamak için
yapmış olsalardı, kendilerine "Boş işlerle mi oyalanıyorsunuz?" denmezdi. Bu
direktif de, çabaların, ustalıkların ve malların yararlı ve zorunlu olan
işlerde harcanması gerektiğine dikkat çekmekte, sırf üstünlüğünü ve
ustalığını ortaya koymak amacı ile lüks ve ziynet için harcanmaması
gerektiğine parmak basmaktadır.
"Hiç ölmemek ümidi ile sağlam köşkler mi
yapıyorsunuz?"
Ayetinden anlaşılıyor ki, Ad kavmi sanayi
uygarlığında önemli bir yere ulaşmıştı. Dağları yontmak, saraylar yapmak,
yüksek tepelere, dağlara işaretler yerleştirmek için fabrikalar kurabilecek
düzeye gelmişlerdi. Bu öyle bir dereceye varmış ki, toplum, bu fabrikaların
ve bunların vasıtaları ile yapmış oldukları saldırılarından
koruyabileceklerine inanır olmuşlardı.
Hz. Hud, toplumun yaşadığı hayatı kınamaya devam
ediyor:
130- "Birini
yakalayınca zorbaca yakalıyorsunuz. "
Onlar katı kalbli, sert yapılı taşkın insanlardır.
Tuttukları zaman koparırlar. Yakaladıkları zaman katı yürekle, kaba
davranmakta bir sakınca görmezler. Tıpkı sahip oldukları maddi kaba kuvvetle
övünen zorbalar gibi.
Burada Hz. Hud, onları Allah'tan korkmaya ve
elçisine itaat etmeye çağırmaktadır ki, bu kaba, zalim, zorba karakterin
önüne geçsin:
131- "Allah'tan
korkunuz da çağrıma uyunuz. "
Hz. Hud burada onlara Allah'ın nimetlerini
hatırlatıyor. İstifade ettikleri, birbirlerine karşı övünç aracı yaptıkları
zorbalıklarına alet ettikleri nimetlerini. Bu durumda onların öğüt almaları
ve şükretmeleri gerekirdi. Kendilerine verilen nimetlerin ellerinden alınma
endişesine kapılmaları, boşu boşuna, zalimce, çirkin bir. şımarıklık ile
saçıp-savurmaları nedeniyle cezalandırılma hissini içlerinde duymaları
gerekirdi!
132- "Size
bildiğiniz nimetleri bağışlayan Allah'tan korkunuz. "
133- "O size davar
sürüleri ile evlatlar bağışladı. "
134- "Bahçeler ve
pınarlar armağan etti. "
135- "Sizin
hesabınıza 'büyük gün' ün azabından endişe ederim.
Böylece önce onlara özet halinde nimeti ve nimet
vereni hatırlatıyor:
"Size bildiğiniz nimetleri bağışlamıştır."
Bu gözlerinin önünde bir şeydi. Biliyorlar,
tanıyorlar ve içinde yaşıyorlar. Sonra meseleyi biraz açıyor. "O size davar
sürüleri ile evlatlar bağışladı. Bahçeler ve pınarlar armağan etti." Bunlar
o sırada bilinen, alışılagelen nimetlerdi. Aynı zamanda her dönemdeki
nimetlerdir. Sonra onları büyük bir günün azabından sakındırıyor. Bu azaba
düşmelerine dayanamadığı için şefkat örneği oluyor. Zira o da kendilerinin
kardeşi ve onlardan biridir. Bu günün kuşkusuz azabının onlara dokunmamasını
şiddetle arzu etmektedir.
Ne var ki, bu hatırlatma ve korkutma, kurumuş,
katılaşmış, donuklaşmış kalblere ulaşıp bir etki gösteremiyor. Bakıyoruz ki,
saçma sapan sözlerde, inatçılıkta ve alaycılıkta ısrar ediyorlar.
136- Adoğulları
dediler ki, "İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizim için birdir.
"
Bu aşağılama, kaba söz ve yüreksizlik ifade eden bir
sözdür. Gerisindeki donukluğu, kireçlenmeyi ve taklide dayanmayı ele
vermektedir.
137- "Bu
uygulamalarımız, eski atalarımızdan bize gelen geleneklerden başka birşey
değildir. "
138- "Bizim azaba
çarpılmamız sözkonusu değildir. "
Hz. Hud'un reddettiği ve kendilerinin içinde
bulundukları halin delili, bu yaptıklarının daha öncekilerin ahlakı ve yolu
olmasıdır. Onlar, öncekilerin yolunda giderler! Sonra onlar, kendilerinden
öncekilerin azaba düşme ihtimalini red ederler! "Bizim azaba çarpılmamız
sözkonusu değildir." Burada sure, onlar ile peygamberleri arasında geçen
tartışmanın tamamını ve detayını vermiyor. Birden işin sonuna adım atıyor!
139- Böylece
peygamberlerini yalanladılar. Biz de onları yokettik. Kuşku yok ki, bu
olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğu inanmamış kimselerdir.
140- Ve yine kuşku
yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.
İki kısa cümle ile iş bitiyor. Zorba olan Ad
toplumunun defteri dürülüyor. Yaptıkları fabrikalar kapanıyor. İçinde
yaşadıkları bol nimetler: sürüler, hayvanlar, bağlar-bâhçeler, su kaynakları
ve kendilerine verilen çocuklar birden sona eriyor!
Ad toplumundan sonra nice milletler bu şekilde
düşünmeye başlamış, bu türden nimetlerle övünmüş, uygarlıkta ilerledikçe
Allah'tan uzaklaşmış, insanın artık Allah'a ihtiyacı olmadığını sanmaya
başlamıştır. Kendisini korumak için başkasının yok oluşuna neden olan
etkenleri kullanmış ve düşmanlarının başına gelenlerin kendisinin de başına
geleceğini düşünmemiştir. Bu yolda sabah-akşam dolu dizgin ilerlerken bir de
bakar ki, hangi yola girerse girsin, altından ve üstünden azabın üzerine
gelmekte olduğunu görür.
141- Semudoğulları
da peygamberlerini yalanladılar.
142- Hani kardeşleri
Salih onlara dedi ki, siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?
143- "Ben size
gönderilmiş güvenilir bir Allah elçisiyim. "
144- "Öyleyse
Allah'tan korkunuz da çağrıma uyunuz. "
145- "Ben bu çağrı
hizmetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum; benim çabalarımın
karşılığını verecek olan, alemlerin Rabb'idir. "
Bu bütün peygamberlerin sürekli tekrarladıkları
çağrının kendisidir. Kur'an-ı Kerim kasıtlı olarak, her peygamberin
toplumuna söylediği sözün ifadesini aktarırken hep bir sözü kullanmaktadır.
Böylece peygamberliğin öz ve metod (yol) olarak bir olduğunu, üzerinde bina
edildiği ana ilkenin temelde bir olduğunu ifade etmek istiyor. Bütün
peygamberlerin ana mesajı: Allah'a iman, Allah'tan korkma, Allah tarafından
görevlendirilen peygambere itaat etmektir.
Sonra Semud kavminin özel şartlarına değinilip,
şartlarının ve konumlarının gereği olan meseleler ele alınmaktadır. Semud
kavmi Şam ile Hicaz arasında yer alan Hicr bölgesinde yaşıyorlardı.
Peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun- Tebuk savaşında Ashabı ile
birlikte onların harap edilen yurtlarından geçmiştir. Hz. Salih, onların bu
nimetlerden yararlandıktan sonra uygulamalarına, tutumlarına göre sonuçta
hesaba çekileceklerini belirtiyordu:
146- "Siz bu dünyada
hep güven içinde yaşatılacağınızı mı sanıyorsunuz?"
147- "Bahçeler ve
pınarlar arasında"
148- "Ekinler ve
olgun tomurcuklar hurmalar arasında "
149- "Dağları
maharetle oyup alımlı köşkler yapıyorsunuz?"
Onlar kardeşleri Salih'in tasvir ettiği güzel hayat
şartları içinde yaşıyorlar. Yalnız bu güzel hayatın farkında değiller. Bu
nimetleri kimin kendilerine bağışladığını düşünmüyorlar? Kaynağını ve geliş
yerini araştırmıyorlar. Bu nimetleri kendilerine veren nimet sahibine
şükretmiyorlar. Allah'ın peygamberi bu güzel nimetleri onların gözleri önüne
geliyor ki, üzerinde düşünsünler, değerlerini anlasınlar, onların
yitirilmesinden endişe etsinler.
Hz. Salih'in onlara ilettiği mesajda, gaflet
içindeki kalpleri uyandıran, arzularını ve korkularını uyaran dokunuşlar yer
almaktadır: Siz bu dünyada hep güven içinde yaşatılacağınızı mı
sanıyorsunuz? Yani siz zannediyormusunuz ki, şu içinde bulunduğunuz nimet,
bolluk, rahat, sükunet ve huzur içinde sürekli bırakılacaksınız? Bu kısa ve
özlü ifadenin içerdiği mesaj: kapsamlılığı ve genişliğiyle bütün bu güzel
şartlarda güven içinde yaşayacağınızı, yitirme korkusu, soyulma endişesi ve
değişiklik ürperişi ile karşılaşmadan, herşeyin böyle devam edip gideceğini
mi sanıyorsunuz!?
Bütün bu bağların-bahçelerin,
kaynakların-ırmakların, çeşit çeşit ekinlerin, güzel salkımlı kolay
hazmedilen ürünlerin, sanki hazmedilmiş, midelerde, ayrıca hazmedilmesine
ihtiyaç kalmamış hurmaların içinde böylece bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?
Büyük bir ustalık ve üstün bir sanatla kayalarda yonttuğunuz evlerde,
mutluluk ve sevinç içinde kendi halinize bırakılacağınızı mı
zannediyorsunuz?
Onların kalplerine bu uyarıcı dokunuşlarla
dokunduktan sonra Hz. Salih onları takvaya, itaate hak ve doğruluktan uzak,
bozgunculuk ve kötülüğe eğilimli zalim iktidar sahiplerine karşı çıkmaya
çağırıyor.
150- "Allah'tan
korkunuz da çağrıma uyunuz.`"
151- "Aranızdaki
azıtmışların emirlerine uymayınız. "
152- "Onlar
yeryüzünde kargaşa çıkarırlar, hiçbir bozukluğu düzeltmezler.
Ne var ki, bu dokunuşlar ve çağrılar koflaşmış,
katılaşmış olan bu kalplere ulaşıp, tesir etmiyor. Onlara kulak vermiyorlar.
Ve yumuşamıyorlar.
153- Semudoğulları
dediler ki; "Sen büyüye çarpılmış birisin. "
154- "Sen sadece
bizler gibi bir insansın. Eğer doğru söylüyorsan bize bir mucize göster. "
Sen ancak bilmedikleri şeyleri saçmalayıp duran
akılları büyülenmiş (beyinleri yıkanmış)lerden birisin. Sanki Allah yoluna
çağırmak sırf delilerin yapabileceği bir çağrıdır!
"Sen sadece bizler gibi insansın." İşte ne zaman bir
peygamber gelirse insanlığın aklına takılan şüphelerden biri de budur.
İnsanlığın peygambere ilişkin düşüncesi sürekli olarak böyle sakat olmuştur.
Peygamberin neden bir insan olarak gönderildiğini hikmetini, sırrını bir
türlü kavramamıştır. Bunun insanlık için büyük bir şeref olduğunu
anlamamıştır. İçlerinden peygamberlerin seçilmesiyle bu peygamberlerin
insanlığı hidayet ve aydınlık kaynağına ulaştırmada öncülük ve önderlik
yapacaklarını bilememişlerdir.
Peygamber gökten haber getirdiği, insanlara kapalı
olan dünyadan gaybi haberler getirdiği için insan onun diğer insanlardan
başka, farklı bir varlık olarak düşünmüş veya öyle olmaları gerektiği
kanısına varmıştır. Çünkü insanlık tarih boyunca yüce Allah'ın bu
peygamberlikle insana ne büyük bir değer verdiğini anlamamıştır. Ve yine
insan anlamamıştır ki, yeryüzünde yaşadığı halde, yediği, içtiği, uyuduğu,
evlendiği, çarşıda-pazarda dolaştığı, diğer insanların taşıdığı ve yaşadığı
bütün diğer duyguları ve zaafları bünyesinde barındırdığı halde yüceler
alemi ile sıkı ilişki içinde bulunabilir. Dünyada normal bir insàn olarak
yaşarken bu büyük sır ile irtibatını sürdürebilir.
İnsanlık nesil, nesil, kuşak kuşak peygamberden,
onun gerçekten Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğunu gösteren harika
bir mucize istemiştir. Eğer doğru söylüyorsan bize bir mucize göster. İşte
aynı bu anlayıştan kalkarak Semud toplumu da bu mucizeyi istemiştir. Yüce
Allah da kulu Salih'in` bu isteğini kabul etmiş ve O'na dişi bir deve
şeklinde bu mucizeyi vermiştir. Biz bu dişi deveyi önceki tefsir
yazarlarının yaptığı gibi tanıtmaya dalmayacağız. Zira onu nitelemede
kendisine dayanacağımız sağlıklı bir bilgi kaynağı yoktur elimizde. Bu
nedenle onun Semud toplumunun istediği biçimde bir harika olduğunu
söylemekte yetiniyoruz.
155- "İstediğiniz
mucize işte şu dişi devedir. Su içme sırası bir gün onun ve belli bir günde
sizindir. "
156- "Ona bir
kötülük dokundurmayınız. Yoksa Büyük Gün'ün azabına çarpılırsınız.'
Hz. Salih onlara dişi deveyi getirdi. İçtikleri
suyun bir gün kendilerine bir gün de dişi deveye ait olması şartiyle. Ne
onlar dişi devenin gününü zorla elinden alacaklar. Ne de dişi deve onların
gününü ellerinden alacaktı. Ne günleri birbirine karışacak ne de içtikleri.
Hz. Salih bu deveye hiç bir şekilde kötülük yapmamaları uyarısında
bulunmuştu. Yoksa dehşet verici bir günün azabı kendilerini yakalayacaktı.
Peki harika bir mucize inatçı bir kavme ne gibi bir
yarar sağlamıştı. Kof kalplere iman doldurmamış, karanlık ruhları aydınlığa
çıkarmamıştı. Kendilerini mağlup etmesine ve kendilerine meydan okumasına
rağmen, onlar verdikleri sözde durmamışlar ve şartlarını yerine
getirmemişlerdi.
157- Buna rağmen
devenin ayaklarını keserek onu cansız yere devirdiler. Fakat hemen pişman
oldular.
Ayet-i kerimede geçen Akr: Boğazlamak demektir.
Semud milletinden bu deveyi boğazlayanlar yeryüzünde bozgunculuk yapan, onun
düzelmesini istemeyenlerdi. Daha önce Hz. Salih kendilerini böyle bir işten
sakındırmış ve uyarmıştı. Fakat onlar uyarıdan korkmadılar. Bu nedenle
suçları herkese genelleştirildi. Bu büyük günah yüzünden hepsi
cezalandırıldılar.
Millet bu işi yaptığına pişman oldu. Fakat iş işten
geçtikten ve uyarı gerçekleştikten sonra:
"Arkasından azab, yakalarına yapıştı."
Burada atmosferin hız ve aceleyi gerektirmesinden
dolayı bu azabın türü bile belirtilmemiştir.
158- Arkasından
azab, yakalarına yapıştı. Kuşku yok ki, bu olaydan alınacak dersler vardır.
Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdi.
159- Ve yine kuşku
yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.
160- Lut'un
soydaşları da peygamberlerini yalanladılar.
161- Hani kardeşleri
Lut, onlara dedi ki; "Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?
162- "Gerçekten ben,
size gönderilen güvenilir bir peygamberim. "
163- "Öyleyse
Allah'tan korkunuz da çağrıma uyunuz. "
164- "Ben bu çağrı
hizmetime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, benim çabalarımın
karşılığını verecek olan alemlerin Rabb'idir. "
Hz. Lut'un kıssası bu arada yer alıyor. Tarih süreci
içindeki yeri ise, Hz. İbrahim'in kıssasının yanı idi. Yalnız, daha önce de
belirttiğimiz gibi bu surede tarihi süreç gözetilmemiştir. Gözetilen sadece
peygamberliğin, metodun (yolun) ve yalan sayanların akıbetinin, yani
inananların kurtuluşu ve ilahi mesajı yalan sayanların akıbetinin
değişmediği ilkesini yerleştirmektir.
Hz. Lut kavmini eleştirirken, Hz. Nuh, Hz. Hud, ve
Hz. Salih'in başladığı yerden başlıyor. Onların patavatsızlığını
eleştiriyor. Kalplerinde takva bilincini harekete geçirmeye çalışıyor.
Onları imana ve itaate çağırıyor. Doğru yolu gösterdiği için onların
mallarını cebine indirmeyeceğine ilişkin kendilerine temin veriyor. Sonra
tarihte kendilerinin de belirgin haline gelen sapıklık ürünü günahlarını
eleştiriyor:
165- "Sizler
erkekler ile cinsel ilişki kuruyorsunuz, öyle mi?"
166- "Buna karşılık
Rabb'inizin sizin için eş olarak yarattığı kadınları bırakıyorsunuz? Sizler
doğal sınırları çiğneyen, sapık bir toplumsunuz. "
Ürdün Vadisinde bulunan çeşitli kentlerde yaşayan
Lut kavminin bu tiksindirici günahı cinsel sapıklıktı. Kadınları bırakıp
erkeklere yönelmekti. Bu cinsel sapıklık, fıtrata aykırı çirkin bir sapma
idi. Yüce Allah kadını ve erkeği temiz kılmış ve herbirini eşine karşı
eğilimli yaratmıştır ki, üreme yolu ile hayatın devam etmesine ilişkin
dilemesi ve hikmeti gerçekleşsin. Üreme ise ancak kadın erkek buluşması ile
mümkündür. Buna göre kadın-erkek arasındaki bu eğilim, evrende işleyen genel
yasalardan biridir. Bu yasa ile evrendeki herkes, ve herşey yüce Allah'ın bu
varlık alemini idare eden iradesinin, dilemesinin gerçekleşmesi için gerçek
bir ahenk ve yardımlaşma içine girmektedir. Erkeğin erkeğe gitmesinin ise
hiçbir hedefi yoktur. Bir amaç gerçekleştirmez. Bu, evrenin fıtratına ve
yapısına da paralel düşmez. Böyle sapık bir ilişkiden birilerinin zevk
alması da ayrıca hayret vericidir. Kadın-erkeğin buluşma esnasında duyduğu
zevk ise Allah'ın dilemesinin gerçekleşmesi için fıtrata yerleştirilmiş bir
vasıtadan öteye geçmez. Demek ki, Lut kavminin bu çirkin fiilinin, evrenin
yasasına aykırı olduğu açıktı. Bu nedenle söz konusu sapıklıktan vazgeçmek
veya yok olmaktan başka çareleri yoktu. Zira onlar hayatın rotasından
çıkmış, fıtrat kervanından ayrılmışlardı. Çünkü varlıklarının hikmeti olan
evlenme ve çocuk sahibi olma yolu ile hayatlarını sürdürmekten
soyutlanmışlardı. Hz. Lut onları bu sapıklıkları bırakmaya çağırıp,
Rabb'lerinin kendileri için yaratmış olduğu eşlerini terketmelerini, fıtrata
karşı gelmelerini ve bunda gizli olan hikmetin sırlarını çiğnemelerini
eleştirdiğinde... anlaşıldı ki, onlar, hayat kervanına ve fıtrat yasasına
dönüş yapmaya hazır değiller:
167- Soydaşları "Ey
Lut, eğer bu dediklerinden vazgeçmezsen késinlikle séni buradan süreceğiz"
dediler.
Hz. Lut, onların arasında yabancı bir insandı.
Amcası Hz. İbrahim'in, babasından ve milletinden ayrılıp vatanını ve yurdunu
terk ettiğinde onunla birlikte buraya gelmişti. Hz. İbrahim ve onunla
birlikte iman eden bir avuç inanmış insanla beraber Ürdün'ü geçmişti...
Sonra bu toplumla birlikte yaşamaya başlamıştı. Nihayet yüce Allah onu bu
adamlara peygamber olarak gönderdi ki, içinde bulundukları bataklıktan
onları kurtarsın. Bir de baktı ki, sağlıklı fıtratın tertemiz biçimine
çağırmayı bırakmadığı taktirde kendisini aralarından sürüp çıkarmakla tehdit
ediyorlar.
Bu durumda yaptıkları işten, içinde bulundukları
sapıklıktan tiksindiğini, nefret ettiğini açıkça ifade etmekten başka çaresi
kalmamıştır.
168- Lut dedi ki;
Ben sizin bu sapık davranışınızdan tiksinenlerdenim.
Ayet-i kerimede geçen "kaliy" sözcüğü aşırı biçimde
tiksinmek demektir. Hz. Lut bu sözü tiksinerek ve nefret ederek onların
yüzüne vurmuştur. Sonra Rabbi'ine yönelerek kendisini ve ailesinin bu
beladan kurtarmasını dilemiştir.
169- "Ya Rabbi, beni
ve ailemi bunların sapık davranışlarının yaygın cezasından kurtar. "
Kendisi onların fiilini istememektedir. Dürüst
fıtratı ile onların bu yaptıklarının alçaltıcı, mahvedici bir iş olduğu
hissetmektedir. Kendisi de onların içinde yaşamaktadır. Rabb'ine yönelmekle,
kendisini ve ailesini, milletini yakalayacak felaketten kurtarması için
niyazda bulunmaktadır.
Yüce Allah da Elçisinin duasını kabul buyurmaktadır:
170- Biz de Lut'u ve
ailesini kurtardık.
171- Ailesinden
sadece yaşlı bir kadın, sapıklar arasında kaldı.
Bu yaşlı kadın başka surelerde belirtildiği gibi Hz.
Lut'un karısıdır. Bu kadın gerçek bir cadıydı. Toplumun bu tiksindirici
fiilini onaylıyor ve onu yapmaları için yardımcı oluyordu!
172- Sonra geride
kalanları yokettik.
173- Onların
başlarına müthiş bir yağmur yağdırdık. Uyarıcıları umursamayanların
başlarına yağan yağmur ne fenadır.
Bir rivayete göre onların kasabaları yerin dibine
geçirildi. Üzerini su kapladı. Bu kasabalardan biri Sodom'dur.. Sodom'un
Ürdün'deki Ölü Deniz'in altında kaldığı sanılıyor.
Bazı jeoloji bilginleri, Ölü Deniz'in altında daha
önceleri yerleşme bölgesi olan bazı şehirlerin bulunduğunu doğrulamaktadır.
Bazı arkeoloji bilginleri Deniz'in yanında bir kalenin kalıntılarını, bu
kalenin yanında ise, kurbanların kesildiği bir mezbahanın kalıntılarını
ortaya çıkarmışlardır.
Ne olursa olsun, Kur'an-ı Kerim, Lut kasabâlarının
haberini ve bu apaçık sözünü bu şekilde vermeyi yeterli görmüştür.
Şimdi de onların bu şekilde cezalandırılmalarından
sonra yer yer tekrar edilen yorum geliyor:
174- Kuşku yok ki,
bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdir.
175- Ve yine kuşku
yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.
176- Eyke halkı da
peygamberlerini yalanladılar.
177- Hani Şuayb,
onlara dedi ki; "Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?" 178- "Ben size
gönderilmiş, güvenilir bir elçiyim. "
179- "Öyleyse
Allah'tan korkunuz da çağrıma uyunuz. "
180- "Ben bu çağrı hizmetime
karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum; benim çabalarımın karşılığını
verecek olan, alemlerin Rabb'idir. "
İşte Hz. Şuayb'ın kıssası, bu surenin diğer
kıssaları gibi ibret dersi bağlamında burada yer almaktadır. Tarihi süreç
içindeki yeri ise Hz. Musa'nın kıssasından öncedir. Eykeliler-genellikle-
Medyen halkıdır. Eyke; Sık birbirine girmiş (balta girmemiş) ağaçlık
demektir. Öyle anlaşılıyor ki, Medyen'in etrafı böyle uzayıp giden
ağaçlıklarla çevriliydi. Medyen'in coğrafi konumu ise, Akabe Körfezi
civarında Hicaz ile Filistin arasına düşmektedir.
Hz. Şuayb da bütün peygamberlerin kavimlerine hitap
ettiği noktadan çağrıya başlamıştır. İnanç sisteminin temeli, ücret almaktan
sakınma meselelerinden işe koyulmaktadır. Daha sonra onların özel
konumlarına ilişkin sorunlara yönelmektedir.
181- "Ölçme
işlemlerinizde dürüst olunuz, eksil. ölçenlerden olmayınız. "
182- "Tartma
işlemlerinde doğru ve duyarlı terazi kullanınız. "
183- "Halkın
mallarına düşük değer biçmeyiniz, yeryüzünde kargaşa çıkarıp dirliği
bozmayınız. "
Bu milletin karakteri de, A'raf ve Hud surelerinde
ifade edildiği gibi ölçüde ve tartıda hile yapmalarıydı. Haklarından daha
fazlasını zorla ve gasbederek almalarıydı; İnsanlara haklarından daha az
vermeleriydi; ucuza alıp fahiş fiyatla satmalarıydı. Öyle anlaşılıyor ki,
onlar ticaret kervanlarının geçtiği bir kavşakta bulunuyorlar, ticaret
borsalarına hükmediyorlardı. Peygamberleri, onlardan bütün işlemlerinde
adalet ve doğruluğu ilke edinmelerini istiyordu. Zira sağlam bir sistemin
ardından iyi ilişkiler devreye girer. İnsan bu inanca rağmen, insanlarla
ilişkilerinde Hak ve adaletten sapamaz.
Sonra Hz. Şuayp, onların içlerinde takva duygularını
harekete geçirmeye çalışır. Onlara bir olan, bütün kuşakları ve önce geçen
toplumların hepsini yaratan Allah'tan korkmalarını hatırlatıyor.
184- "Sizi ve sizden
önceki kuşakları yaratan Allah'tan korkunuz. "
Onlar ise hemen kendisine, karmakarışık, saçma sapan
şeyler söyleyen, büyülenmiş biri yaftasını yapıştırdılar.
185- Eykeliler
dediler ki; "Sen büyüye çarpılmış birisin. "
Hemen peygamberliğini inkar ettiler. Sen de bizim
gibi bir insansın dediler. Böyle bir insan, onların anlayışında peygamber
olamazdı. Bu nedenle söylediği şeyler konusunda onu yalancılıkla itham
ettiler.
186- "Sen de sadece
bizler gibi bir insansın. Senin kesinlikle yalan söylediğin kanısındayız. "
İddiasında doğru sözlü biriyse kendilerini korkutup
durduğu azabı hemen getirmesi, gökten parçalar düşürmesi, göğü üzerlerine
yığması, parça parça düşürmesi için kendisine meydan okumaya kalktılar.
187- "Eğer doğru
söylüyorsan başımıza gökten parçalar yağdır. "
Bu, aşağılayan, alaya alan ve patavatsız hareket
eden bir insanın meydan okuyuşudur. Peygamberimize meydan okuyan müşriklerin
tutumlarını andırmaktadır.
188- Şuayb "Rabbim
neler yaptığınızı herkesten iyi bilir. "
Anlatımda mesele detaylandırılmadan, uzatılmadan
hemen sonuca geçilmektedir.
189- Eykeliler,
Şuayb'i yalanladılar. Bunun üzerine "Yakar bulut günü" nün azabı yakalarına
yapıştı. O gerçekten müthiş bir günün azabı idi.
Rivayete göre, nefesleri tıkayan, göğüsleri daraltan
aşırı, boğucu bir sıcaklık kendilerini yakalamıştı. Sonra bir bulut göründü
kendilerine. Onun gölgesine sığındılar. Orada serinlik gördüler. Sonra
birden bu bulut, her tarafı titreten,
her yanda yankılanan çığlığa dönüştü. Bu çığlık
onları ürküttü ve yerle bir etti. İşte buna "Yakar bulut günü" adı verildi,
işte gölgelik bu bilinen günün temel özelliği oldu!
Sonra bu surede yer yer tekrarlanan yorum cümlesi
geliyor
190- Kuşku yok ki,
bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdi.
191- Ve yine kuşku
yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.
Bu suredeki kıssalar böylece sona eriyor. Hemen
ardından son yorum geliyor. Kıssalar sona erdi. Bunların hepsi de
peygamberlerin ve peygamberliklerin kıssasını: Yakalanma ve yüz çevirme,
meydan okuyuş ve ceza kıssasını sunmaktadır.
Bu kıssalar surenin girişinden sonra başlamışlardı.
Giriş bölümünde Hz. peygamberin -salat ve selam üzerine olsun- ve Kureyş
müşriklerinin özel durumu ele alınıyordu. Onlardan söz ediliyordu:
Ey Muhammed, onlar mümin olmuyorlar diye neredeyse
canına kıyacaksın. Eğer dilesek onlara gökten bir mucize indiririz de
karşısında boyunlar eğik kalır.
Onlar son derece merhametli olan Allah'ın
kendilerine gönderdiği her yeni uyarıya burun kıvırarak sırt çevirirler.
Onlar yalanladılar. Fakat alay konusu ettikleri
gerçeklerin somut olayları ile yakında yüzyüze geleceklerdir. (Şuara suresi,
3-6)
Sonra kıssalar anlatıldı. Bunların hepsi de
kendilerine gelen haberleri alaya alan bir topluluğun tipik örnekleriydi!
Kıssalar sona erdikten sonra, anlatımın seyri,
surenin giriş bölümünde ele alınan konuya tekrar döndü. Bu son yoruma yer
verildi. Burada Kur'an'dan söz ediliyor. O'nun Alemlerin Rabb'i olan Allah
tarafından gönderildiği pekiştiriliyor. Asırlar önce meydana gelen bu
kıssalar da bu gerçeği pekiştirmektedir. Kur'an onları Alemlerin Rabb'i olan
Allah'tan alıp getirmektedir. İsrailoğulları (Yahudi) bilginlerinin bu
peygamberin ve onun okuduğu Kur'an'ın haberini biliyorlardı.. Zira bu konu
hakkında eski kutsal kitaplarda bilgi verilmişti. Ancak müşrikler apaçık
delillere karşı inat ediyorlardı. Onun bir büyü veya şiir olduğunu iddia
ediyorlardı. Eğer Arapça konuşmayan yabancı birine bu Kur'an inseydi, o da
tutup bunu onların diliyle kendilerine okusaydı yine iman edecek değillerdi.
Zira onları imandan alıkoyan delil yetersizliği değil inatlarıydı! Bu
Kur'an'ı Hz. Muhammed'e -salat ve selam üzerine olsun- getiren, kahinlere
haber getiren şeytanlar değildi. Kur'an aynı zamanda şiir de değildi. Çünkü
bunun değişmez bir yolu (uslubu) vardı. Halbuki şairler tepkilerine ve
arzularına göre her sahada dolaşırlar. Bu Allah tarafından müşriklere bir
hatırlatma, bir öğüt olarak gönderilen Kur'an'dan başkası değildi. Yüce
Allah onları cezalandırmadan önce böylece kendilerini uyarıyordu. Kendisi
ile alay ettiklerinin haberi gelmeden önce onlara öğüt veriyordu. "Zalimler
ne acı bir akıbetle yüzyüze geleceklerini yakında anlayacaklardır. (Şuara
suresi, 227)
192- Hiç kuşkusuz
Kur'an, Rabb'in tarafından indirilmiştir.
193- Onu "güvenilir
ruh" (Cebrail) indirdi.
194- Senin kalbine;
uyarıcılardan biri olasın diye.
195- Açık, yalın bir
arapça ile
Ruhu'l-emin Cebrail'dir -selam üzerine olsun-. Bu
Kur'an Allah katından peygamberimizin -salat ve selam üzerine olsun- kalbine
indiren O'dur. Cebrail indirdiği şeyde güvenilir bir elçidir, Onu sağlam
biçimde korur. Kur'an'ı peygamberin kalbine indirmiş o da onu doğrudan
doğruya almış ve onun doğrudan, en güzel şekilde anlamıştır. Kur'an'ı onun
kalbine indirmiştir ki, apaçık arapça bir dille uyaranlardan olsun. Arapça
peygamberin toplumunun dilidir. Onunla kendilerine hitap ediyor ve .onlara
bu dille Kur'an okuyordu. Aslında onlar bir insanın neler söyleyebileceğini
ve bu Kur'an'ın insan sözü türünden bir söz olmadığını kavrıyorlardı. Kendi
dilleriyle de olsa, Kur'an'ın nazmı (düzeni, dizilişi) manaları, metodu,
ahengi ve uyumu ile O'nun beşeri olmayan bir kaynaktan geldiği kesinlik
kazanmıştı. Özdeki bu delilden dıştaki başka bir delile geçiyor.
196- Kur'an'ın temel
ilkeleri, daha önceki ümmetlerin kutsal kitaplarında da yer almıştı.
197- İsrailoğulları
bilginlerinin bu Kur'an'dan haberdar olmaları müşrikler için bir delil değil
mi?
Daha önceki kutsal kitablarda ve kendisine
indirilmiş olan Kur'an'ı Kerim'de peygamberimizin sıfatları belirtildiği
gibi, ona inen inanç sisteminin ana ilkeleri de belirtilmişti. Bu nedenle
İsrailoğullarının (yahudilerin) bilginleri bu peygamberliği bekliyorlardı.
Bu peygamberin gelişini gözlüyorlardı: Gelmesinin yakın olduğunu
hissediyorlardı. Selman-ı Farisi ve Abdullah ibni Selam'ın -Allah her
ikisinden de razı olsun- ifade ettikleri gibi, Yahudiler aralarında bu
gelecek peygamberden söz ediyorlardı. Bu konudaki haberler de kesinlik ifade
edecek kadar sağlam ve sabittir.
Müşrikler delilin zayıflığından, belgelerin
yetersizliğinden değil, sırf büyüklük tasladıkları ve inat ettikleri için
karşı koyuyor ve dikiliyorlardı. Eğer onlara Arapça bilmeyen yabancı biri
gelip onlara arapça bir Kur'an okusaydı dahi, onlar yine kendisine inanmaz,
onu tasdik etmez ve bunun kendisine vahyedildiğini kabul etmezlerdi.
Büyüklük taslayanların hayranlık duydukları böyle bir delil olsaydı dahi
onların tutumu değişmeyecekti.
198- Eğer biz
Kur'an'ı ana dili arapça olmayan birine indirseydik de,
199- Onu o
müşriklere okusaydı ona yine inanmazlardı.
Bununla Hz. Peygambere -salat ve selam üzerine
olsun- moral verilmekte, bütün delillere karşı onların nasıl inatlaşıp,
büyüklük tasladıkları tasvir edilmektedir. Sonra ilahi mesajı yalanlamanın
onların üzerine, inatları ve büyüklük taslamaları nedeniyle yazıldığı ve bu
tutumun onlardan ayrılmayacağı belirtiliyor. Yalanlamaya yöneldikleri için
iş böylece sonuçlanmıştır. Sanki onların kalpleri mühürlenmiştir. Onlar
gaflet içinde işin gelişmelerinden habersiz haldeyken azap gelip kendilerini
yakalayıncaya kadar bu mühür kalkmayacaktır. Pişmanlığın faydası yoktur.
200- Böylece
inanmamayı ağır suçluların kalplerine aşıladık.
201- Onlar acıklı
azabı görmedikçe ora inanmazlar.
202- O azapla hiç
farkında olmadıkları bir sırada, ansızın yüzyüze gelirler.
Ayetin ifadesi, yalanlamanın onlardan ayrılmamasının
somut bir şeklini çizmektedir. Onlara demektedir ki, yalanlamanın şekli
böyledir. İnanmamanın ve Kur'an'ı yalanlamanın şekli budur. Kalplerinizde
onu bu şekilde düzenledik ve öyle geçirdik. Oradan geçtikçe kalbiniz onu
hemen yalanlar. Ve kalblerinizde bu hal böyle sürüp gider: "Onlar acıklı bir
azabı görmedikçe" "O azapla biç farkında olmadıkları bir sırada, ansızın
yüzyüze gelirler." Gerçekten de onların bazıları ölmek veya öldürülmekle bu
dünyadan ayrılıncaya kadar bu hal üzere kaldılar. Buradan da acıklı azaba
yöneldiler. İşte ancak bu zaman diliminde ayrıldılar.
203- O zaman "Acaba
bize mühlet verilir mi?" derler.
Bize bir fırsat daha verilir mi acaba? Kaçırdığınız
fırsatları değerlendirelim bu seferde. Ama nerde o fırsatlar! Halbuki onlar
alaylı, patavatsız, içinde yüzdükleri nimetlerle övünerek Allah'ın azabının
çabuk gelmesini istiyorlardı. Duyuları köreliyordu. Bu nimetlerin içinden
alınıp azaba ve cezaya atılacaklarını hayli uzak bir ihtimal olarak
görüyorlardı. Onların durumları bol nimet içindeki adamların durumları
gibiydi. Nimetin ellerinden alınışı akıllarına gelmez. Durumlarının
değişebileceğini ne az hatırlarlar. Ayetler onları bu gafletten uyandırıyor.
Acele gelmesini istedikleri azap geldiği zamanki hallerini tasvir ediyor.
204- Onlar
azabımızın bir an önce gerçekleşmesini mi istiyorlar?
205- Baksana, eğer
onları yıllarca refah içinde yaşatsak da,
206- Sonra tehdit
edildikleri azap başlarına gelse;
207- Vaktiyle refah
içinde geçirdikleri hayat kendilerine hiçbir fayda sağlamaz.
Böylece bir tarafa azabın acele gelmesini istemeyi,
diğer tarafa ise cezanın mutlaka gerçekleştiği anı koyuyor. Bir bakıyorsun
onların içinde yaşadıkları nimet yılları sanki hiç yokmuş gibi birden
hesaptan düşüyor. Onlara hiçbir yararı olmuyor. Azaplarını hafifletmiyor.
Sahih hadiste buyuruluyor ki: Kıyamet günü kafir
getirilir, bir kere ateşe sokulur. Sonra ona denir ki: Hiç iyi günün oldu
mu? Hiçbir nimetten yararlandığın oldu mu? Allah'a yemin ederek: Hayır, ya
Ràbbi der. Sonra dünyada en büyük sıkıntıya düşen adam getirilir. Bir kere
cennetin boyası ile boyanır. Sonra ona: Hayatında hiç zorlukla karşılaştın
mı? diye sorulur. O da Allah'a yemin ederek Hayır ya Rabbi der (Bu hadisi
ibn-i Kesir Tefsirinde rivayet etmiş ve "Sahih Hadis'te şöyle denmiştir"
diye vermiştir.)
Sonra bu ayıranın, yok oluşun başlangıcı
olabileceğine dikkat çekiliyor. Allah'ın merhameti gereği olarak, halkına
imanın delillerini hatırlatacak bir elçi gönderilmeden hiçbir şehrin yok
edilmeyeceği ifade ediliyor.
208- Yok ettiğimiz
her ülkeye mutlaka uyarıcılar gönderdik.
209- Amaç başlarına
gelecekleri kendilerine önceden haber vermektir. Biz zalim değiliz.
Yüce Allah, yaratılış sırasında bütün bir
insanlıktan, kendisini birlemeleri ve kendisine kulluk yapmaları hususunda
söz almıştır. Zaten insan bizzat yaratılışı (fıtratı) gereği yaratıcı ve bir
olan Allah'ın varlığını hisseder. Yeter ki fıtratları bozulmasın ve
sapmasın. Yüce Allah imanın delillerini evrene serpiştirmiştir. Bu
delillerin hepsi de bir olan yaratıcıyı göstermektedir. İnsanlar yaratılış
sırasındaki sözleşmeyi unutup ve imanın delillerinden habersiz hale
geldiğinde kendilerine bir peygamber gelir. Unuttuklarını kendilerine
hatırlatır. Habersiz kaldıkları konular karşısında onları uyarır.
Peygamberlik bir hatırlatmadır. Unutanların hatırına getirir. Habersizleri
uyandırır. Bu da Allah'ın adalet ve merhametinin bolluğundandır. "Biz zalim
değiliz" Buna rağmen şehirlerin halklarını yok etmiş ve cezalandırmışsak
artık onlara zulmetmiş olmayız. Zira doğruluk çizgisinden ve iman yolundan
ayrılmalarının bir cezası olarak kendilerini bu şekilde cezalandırıyoruz.
210- Kur'an,
şeytanlar tarafından indirilmiş değildir.
211- Bu onların
sıfatları ile bağdaşmaz. Zaten onlar bunu yapamazlar da.
212- Çünkü onların
vahyi işitmeleri engellenmiştir.
Önceki gezide Kur'an'ın Alemlerin Rabb'i tarafından
gönderildiği Ruhul Emin (Cebrail) tarafından getirildiği belirtilmiş buna
ilave olarak onların Kur'an'ı yalanladıkları, kendilerinin tehdit
edildiklerini azabın hemen gelmesini istedikleri ifade edilmişti.. İşte
şimdi Kur'an'ın şeytanlar tarafından kahinlere dikta edilen bir kitab
olduğuna ilişkin iddiaları red ediliyor. Bu toplumda insanlar sanıyorlardı
ki, şeytanlar onlara gaybten haberler getirirler, kulaktan dolma bilgiler
edinerek bu konuda ileriye dönük kehanetlerde bulunabilirler.
İnsanları doğru yola, yanlışlarını düzeltmeye ve
iman etmeye çağıran Kur'an'ın şeytanlarla ilgisi olamazdı. Çünkü şeytanlar
sapıklığa bozgunluğa ve küfre çağırırlar.
Sonra şeytanlar Kur'an'ı getirebilecek güce de sahip
değiller. Onların Allah'tan vahiy işitmesi, almaya çalışması engellenmiştir.
Onu sadece Ruhl Emin olan Cebrail Alemlerin Rabbinin izni ile getirebilir.
Bu şeytanların yapabileceği bir iş değildi.
Burada hitap peygamberimize -salat ve selam üzerine
olsun- yöneltiliyor. Şirkten en uzak insan olmasına rağmen ondan
sakındırılıyor ki, diğer insanların haydi haydi uzak durmalarını gerektiği
ifade edilsin. Yine peygamberimize en yakın çevresini uyarması emrediliyor,
sürekli olarak kendisini koruyan ve düşünen Allah'a tevekkül etmesi
isteniyor.
213- Sakın Allah'ın
yanısıra başka bir ilaha yalvarma; yoksa azaba çarpılanlardan olursun.
214- Öncelikle en
yakın akrabalarını uyar.
215- Sana uyan
mü'minlere karşı alçak gönüllülük kanatlarını indir.
216- Eğer
hemşehrilerin sana karşı gelirlerse onlara "Ben sizin yaptıklarınızdan
uzağım " de.
217- Üstün iradeli
ve merhametli olan Allah'a dayan.
218- O seni namaza
durduğunda görür.
219- Secde edenler
ile birlikte eğilip dikildiğini de görür.
220- Hiç kuşkusuz O,
herşeyi işitir ve herşeyi görür.
Allah ile beraber başka bir ilaha yöneldiğinde
-böyle birşey imkansızdır, ama meseleyi anlamak için öyle düşünelim- azaba
çarptırılacaklar arasında peygamberimizin de yer alacağı belirtildiğine göre
artık varın başkasını siz düşünün! Peygamber olmayan insanlar böyle bir işe
yöneldiklerinde nasıl azaptan kurtulacaklardır?! Orada hiçbir kayırma da söz
konusu olmayacaktır. Bu büyük günahı, işlediği taktirde peygamberin
üzerinden dahi bu azabın kaldırılması mümkün olmaz!
Peygamberin -salat ve selam üzerine olsun- kendisini
uyardıktan sonra, ailesini uyarması da emrediliyor ki, başkasına ders olsun.
İman etmeyip şirkte direttikleri taktirde azabın bunları da tehdit ettiği
böylece ifade edilmiş oluyor. "Öncelikle en yakın akrabalarını uyar"
Rivayetlerin belirttiğine göre bu ayet indirildiğinde peygamberimiz -salat
ve selam üzerine olsun- Safa tepesine gelip üzerine çıktı. Sonra "Hele gelin
Hele gelin" diye çağırdı. Bazıları kendileri geldiler. Bazıları da
elçilerini gönderdiler. Böylece insanlar toplandı. Peygamberimiz orada
konuşmaya başladı. "Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fihoğulları! Ey Lüey
oğulları! Ben şimdi size dağın öbür yamacında düşman süvarilerinin
bulunduğunu ve size saldırmak istediklerini söylesem bana inanır mısınız?
diye sordu. Evet, dediler. Sonra ilave etti "Ben şiddetli bir azaptan önce
size gönderilmiş bir uyarıcıyım". Ebu Leheb söze karıştı ve "Gün boyunca
ağzın kurusun. Sırf bunun için mi bizi çağırdın" dedi? Bunun üzerine yüce
Allah Ebu Leheb'in iki eli kurusun. Kurudu da" suresini gönderdi. (Buhari,
Müslim)
Hz. Aişe anlatıyor: "Yakın akrabanı uyar" ayeti
geldiğinde Allah'ın elçisi -salat ve selam üzerine olsun- kalktı ve "Ey
Muhammed'in kızı Fatıma, Ey Abdulmuttalib'in kızı Safiye, Ey Abdulmuttalip
oğulları, Ben Allah'ın huzurunda sizi kurtaramam. Malımdan dilediğiniz kadar
isteyebilirsiniz. (Müslim kendi rivayet zincirine dayanarak)
Müslim ve Tirmizi kendi rivayet zincirlerine
dayanarak Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini naklediyorlar: Bu ayet indiğinde
peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun- Kureyş kabilesini genel ve özel
isimleriyle çağırdı ve şöyle buyurdu: Ey Kureyşliler kendinizi ateşten
kurtarınız. Ey Ka'boğulları, canınızı ateşten kurtarınız. Ey Muhammed'in
kızı Fatıma! Kendini ateşten kurtar! Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ın
huzurunda size hiçbir yönden faydalı olamam. Yalnız siz benim akrabamsınız.
Sizin akrabalık haklarınızı sonuna kadar gözeteceğim.
Bu ve benzeri hadisler peygamberimizin -salat ve
selam üzerine olsun- olayı nasıl algıladığını, yakın akrabasına nasıl
anlattığını onların işlerinden ellerini çektiğini, ahiret konusunda onların
durumlarını Rabblerine havale ettiğini, yaptıklarını, ettiklerinin
kendilerine fayda vermediği, bir sırada akrabası olmalarının bir yarar
sağlamayacağını, Allah'ın elçisi olmasına rağmen bu durumda Allah katında
kendileri için birşey yapamayacağını açıklıyor. İşte bütün açıklığı ve
netliği ile, Allah'ın yüce elçisi dahi olsa kul ile Allah arasında hiçbir
vasıtayı kabul etmeyen İslam budur.
Aynı şekilde yüce Allah, peygamberine, kendisi
aracılığı ile Allah'ın davasına gönül verip kabul eden inanmışlara nasıl
davranacağı da açıklıyor:
"Sana uyan mü'minlere karşı alçak gönüllük
kanatlarını indir."
Bu yumuşaklık, alçak gönüllük ve merhamet somut
şekillenmiş bir halde veriliyor. Kanatları germe halinde veriliyor. Tıpkı
konmak isteyen kuşun iki kanadını yere germesi gibi. İşte peygamberimiz de
-salat ve selam üzerine olsun hayatı boyunca mü'minlere karşı böyle
davranmıştır. O'nun ahlakı Kur'an'dı. O Kur'an'ı Kerim'in canlı eksiksiz bir
tercümanıydı.
Yüce Allah, peygamberine isyankarlara karşı nasıl
davranacağını da açıklamıştı.. Onları Rabb'lerine havale edecek ve onların
yaptıklarından el etek çekecekti. "Eğer hemşehrilerin sana karşı gelirlerse
onlara `Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım' de."
Bu, Mekke'de peygamber -salat ve selam üzerine
olsun- müşriklere karşı savaşmakla emredilmeden önce böyleydi.
Sonra peygamberi -salat ve selam üzerine olsun-
Rabbine yöneltiyor. Sürekli yakın ilişki ve koruma bağını O'nunla
oluşturuyor.
"Üstün iradeli ve merhametli olan Allah'a dayan".
"O seni namaza durduğunda görür."
"Secde edenler ile birlikte eğilip dikildiğini de
görür."
"Hiç kuşkusuz O, herşeyi işitir ve herşeyi görür."
Onları isyanları ile başbaşa bırak. Onların
yaptıklarından uzaklaş. Rabbine yönel. Ona dayan. Bütün işlerinde O'ndan
yardım dile. Bu surede yüce Allah iki yerde tekrar şu iki sıfatla
nitelendiriliyor. Kuvvet ve merhamet. Sonra peygamberin -salat ve selam
üzerine olsun- kalbi, yakınlık ve içtenliği hissediyor. Tek başına namaza
dururken Rabbi kendisini görüyor. Secdeye kapanan topluluğun arasında da
görüyor. Yalnızken de görüyor. Namaz kılan topluluğun içinde onlara direktif
verirken, onları düzene koyarken, onlara imamlık yaparken, onları bir halden
bir hale sokarken de hep görüyor. Hareketlerini de duruşlarını da görüyor.
Dualarını da niyazlarını da işitiyor: "O herşeyi işitir ve herşeyi görür."
Buna göre, ifadede, koruma, yakınlık hesaba katma ve
yardım etme gibi unsurları içeren bir içtenlik var. Böylece Hz. peygamber
-salat ve selam üzerine olsun- Rabbinin koruması altında, himayesinde ve en
yakın ilişki içinde olduğunu hissediyordu. Bu yüce içtenlik atmosferi içinde
yaşıyordu.
Surenin son gezintisi de yine Kur'an hakkındadır.
Birinci seferinde onun Alemlerin Rabbi tarafından indirildiği ve onu Ruh-ul
Emin'in getirdiği pekiştiriliyordu. İkincisinin de onu şeytanların indirmiş
olma iddiası çürütüldü. Bu seferde ise şeytanların Hz. Muhammed -salat ve
selam üzerine olsun- gibi güvenilir, doğru sözlü, iyi bir yol izleyen
insanlarla ilişki kurmadıkları, onların ancak her yalancı, günahkar ve sapık
insana gelip gittikleri belirtiliyor, yani onlar, şeytanların telkinlerini
alan ve onları şişirerek, gizemlilik kazandırarak yaymaya çalışan kahinlere
gelip giderler.
221- Şeytânların
kime ineceğini size söyleyeyim mi?
222- Onlar ne kadar
aşırı yalancı ve günah düşkünü varsa onlara inerler.
223- Onlar,
çoğunluğu yalancı olan şeytanların söylediklerine kulak verirler.
Arap toplumunda cinlerin kendilerine haber
getirdiklerini iddia eden kahinler vardı. İnsanlar bunlara sığınıyor ve
onların haberlerine güveniyorlardı. Bunların çoğu yalancıydı. Onlara inanmak
ise, kuruntulara ve yalanlara paçayı kaptırmaktı. Herhalde kahinler
insanları doğru yola çağırmıyorlardı, Allah'tan korkmalarını istemiyorlardı.
Onları imana iletmiyorlardı. İnsanları Kur'an- Kerim ile sağlıklı bir hayat
yoluna çağıran peygamberimiz ise -salat ve selam üzerine olsun- onlar gibi
bir insan değildi.
Onlar bazan Kur'an'a şiir diyorlardı. Hz.
peygamberin de -salat ve selam üzerine olsun- şair olduğunu söylüyorlardı.
Bununla beraber, insanların kalplerine inen, duygularını harekete geçiren,
karşı koyamayacakları bir şekilde onların iradelerine egemen olan eşine asla
rastlamadıkları bu sözü nasıl karşılayacaklarını kestirmemenin şaşkınlığı
içindeydiler.
Bu suredeki Kur'an ayetleri Hz. Muhammed'in -salat
ve selam üzerine olsun yolu ve Kur'an yolunun asla şairlerin yolu ve şiir
yolu ile ilgisi olmadığını açıklıyorlardı. Çünkü bu Kur'an apaçık bir yol
izliyordu. Belirlenmiş bir amaca çağrı yapıyordu. Dosdoğru bir yolla bu
amacına doğru ilerliyordu. Peygamber -salat ve selam üzerine olsun- bugün
söylediğiyle yarın çelişmiyordu. Değişen arzulara ve duygusal tepkilere
bağlı bir yol izlemiyordu. Bir çağrı üzerinde ısrar ediyor, bir inanç
üzerinde yoğunlaşıyor, zikzakları olmayan bir yolda ilerliyordu. Şairler ise
böyle değildir. Şairler değişebilen tepkiler ve duygusal hareketlerin
esiridirler. Duyguları onlara hakim durumdadır. Bu da onları diledikleri
gibi bu duyguları ifade etmeye iter. Aynı şeyi bir zaman siyah görürken
başka bir zaman beyaz görürler. Bazı mutlu oldukları zaman bir söz
söylerler. Öfkelendiklerinde ise başka bir söz söylerler. Sonra onlar aynı
düzeyde durmayan oynak karakterlerin sahibi kimselerdir!
Bunun yanında kuruntudan dünyalar yaparak bu
dünyalarda yaşarlar. Bazı işleri ve sonuçları hayal ederler. Sonra onları
yaşanan bir gerçek olarak hayal eder ve ondan etkilenirler. Eşyanın
hakikatına, gerçeklerine çok az ilgi duyarlar. Zira onlar hayallerinde,
içinde yaşadıkları başka bir realite oluştururlar.
Belli bir davası olan ve bu davasını realite
dünyasında, insanların yaşadığı dünyada gerçekleştirmek isteyen insan ise
böyle değildir. Dava sahibinin bir hedefi, bir programı, bir yolu vardır.
Açık göz, açık kalb, uyanık akıl ile programına göre yolunda ilerlemeye
devam eder. Kuruntuya razı olmaz. Rüyalarla yaşamaz. İnsanlar dünyasında bir
realiteye dönüşmedikleri müddetçe hayallerle yetinmez. Onlarla tatmin olmaz.
Buna göre peygamberin -salat ve selam üzerine olsun-
programı ile şairlerin
programı birbirine taban tabana zıttır. Bu konuda
hiçbir kuşku da yok. Olay apaçık ve net olarak ortadadır.
224- Şairlere
gelince ancak amaçsız, havai insanlar onların peşinden gider.
225- Görmüyormusun
ki, onlar her vadiye dalarlar.
226- Ve
yapmadıklarını söylerler.
Onlar karakterlerine ve arzularına uyarlar. Bu
nedenle arzu ve isteklerine esir olan şaşkınlar onların peşlerine
takılırlar. Zira bunların hiçbir amaçları ve hiçbir programları yoktur.
Şairler, söz, düşünce ve .bilincin her vadisine
takılırlar. Zira bunların hiçbir amaçları ve hiçbir programları yoktur.
Şairler söz, düşünce ve bilincin her vadisine
takılırlar. Her zaman diliminin, üzerlerindeki etkilerine gösterecekleri
tepkilere göre, herhangi bir baskı atmosferinde oradan oraya takılıp
giderler.
Şairler yapmadıkları şeyleri söylerler. Zira kendi
hayallerinin ve duygularının ürünü olan dünyalarda yaşarlar. Kendilerine
çekici gelmeyen gerçek hayatın bu hayal ürünü dünyalarını tercih ederler! Bu
nedenle çok şeyi söylerler. Fakat onları yapmazlar. Çünkü bunları kuruntu
alemlerinde yaşarlar. İnsanların görülen dünyalarında bunların bir
gerçekliği, bir pratiği yoktur.
İslam yapısı hayat pratiğinde uygulanmaya müsait,
hazır, eksiksiz bir hayat programıdır. İslam gizli olan vicdanlardan hayatın
görülen bütün uygulamalarına varıncaya kadar herşeyi kuşatan geniş kapsamlı
bir harekettir. İslamın bu tabiatı, şairlerin insanlık tarafından bilinen
genel karakteri ve tabiatıyla uyuşmaz. Çünkü şair iç aleminde bir takım
ütopyalar yaratır ve onlarla tatmin eder kendisini. İslam ise, hayallerin
gerçekleşmesini ve onların gerçekleştirilmesi için çalışmayı gerektirir.
Bütün duyguları realite aleminde üstün bir örnek olarak gerçekleştirmeye
çalışır.
İslam insanların hayatın gerçeklerini olduğu gibi
karşılamayı onlardan kaçıp ütopya türü hayallere yönelmemeyi tercih eder,
sever. Eğer bu gerçekler, onların hoşuna gitmiyorsa, uyguladıkları programa
uygun düşmüyorsa, islam bu durumda insanların onları değiştirmelerini ve
istediği programı gerçekleştirmelerini öngörür.
Bu nedenle islam, insanların uçup giden kuruntulara,
hayallere mümkün ölçüde kapılmamalarını, onların kökünü kazımalarını ister.
İslam insanın bu gücünü yüce hayallerin gerçekleştirilmesi uğrunda
harcamasını öngörür. Yüce ve geniş kapsamlı programını gerçekleştirme
uğrunda bütün enerjisini harcaması gerektiğini belirtir.
Bununla beraber islam, ayetlerin yüzeysel olarak ele
alınışı halinde anlaşılacağı gibi şiire ve sanatın kendisine karşı savaş
açmaz. Belki ayetlerin yüzeysel olarak değerlendirilmesiyle böyle bir
yargıya varabilirse de gerçek öyle değildir. İslamın karşı koyduğu savaştığı
şey, şiir ve sanatın izlediği yol ütopyaların yolu: sınırsız arzuların
hiçbir ilkeye bağlı olmayan tepkilerin yolu. İnsanları tasavvurlarını
gerçekleştirmekten alıkoyan ütopyaların yolu.
Ruh, İslam'ın yoluna girip oraya yerleştiğinde,
şiiri ve sanatı ile islami prensiplerle yetiştiğinde, olgunlaştığında ve
aynı zamanda realite dünyasında bu tertemiz duyguları gerçekleştirmeye
çalıştığında kuruntulara dayalı dünyalar yaratıp bunların içinde yaşamakla
yetinmediğinde, hayatın realitesini, çarpık, geri kalmış ve çirkin halde
yüzüstü bırakmadığında;
Ruhun islami bir amaca yönelik değişmez bir programı
bulunduğunda, dünyaya bakıp onu islam açısından islamın ışığında
değerlendirdiğinde; sonra da bunların hepsini şiir ve sanat ile ifade
ettiğinde;
İşte bu durumda islam şiire soğuk bakmaz, sanata
karşı savaşmaz. Belki ayetleri yüzeysel olarak değerlendirdiğimizde böyle
bir bakış açısı ilk etapta göze çarpar ama gerçekten öyle değildir.
Kur'an-ı Kerim kalpleri ve akılları bu evrenin
harika sanat güzelliklerine ve insan ruhunun derinliklerine yöneltir.
Dikkatlerini bu alanlara çeker. Bunlar ise şiir ve sanatın ana malzemesidir.
Kur'an'ı Kerim maddi ve manevi varlıkların güzellikleri önünde bir takım
duruşlar yapar ki, şeffaflıkta, etkilemede bu sanat üstünlükleri ve
güzelliklerini bir bütün olarak sergilemede hiç bir şiir Kur'an'ın bu
tesbitlerine ulaşamaz.
Bu nedenle Kur'an-ı Kerim şairlerin bu genel
karakterinde bir istisna da yapar. Hükmünü mutlak olarak vermez.
227- Yalnız iman
edip iyi ameller işleyenler, sık sık Allah'ı ananlar ve zulme uğradıklarında
zalimlere karşı koyanlar böyle değildirler. Zalimler ne acı bir akıbetle
yüzyüze geleceklerini yakında anlayacaklardır.
İşte bunlar şairlerin o genel karakteri
dışındadırlar. Bunlar iman etmiş ve kalpleri inanç sisteminin gerçekleriyle
dolmuştur. Hayatları bir yola, programa göre doğrulmuştur. İyilikler
yapmışlardır. Bütün güçlerini, enerjilerini, güzel iyi işlere
yöneltmişlerdir. Soyut düşüncelerle ve hayallerle yetinmemişlerdir. Zulme
uğradıktan sonra zafere kavuşmuşlardır. Böylece bağlandıkları, inandıkları,
gerçeğin zafere ulaşması için bütün enerjilerini harcayacakları bir mücadele
ortamı içine girmişlerdir.
Peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun-
döneminde, şirk ve müşriklerle girişen, savaş meydanlarında islam inanç
sistemini ve bu inancın sahibini savunan şairler arasında, Hasan İbni Sabit,
Ka'b İbni Malik ve Abdurrahman İbni Revaha'yı da görüyoruz. Allah hepsinden
razı olsun. Bunlar Medine'li müslüman şairlerdi. Abdullah İbni Zeba'ri ve
Ebu Süfyan İbni Haris İbni Abdulmuttalib de bu şairler arasında
bulunuyorlardı. Bu son ikisi cahiliye dönemlerinde peygamberimiz -salat ve
selam üzerine olsun- hicvediyorlardı. Müslüman olduklarında güzel
müslümanlar oldular. Peygamberimize övgüler, methiyeler yazdılar ve islamı
savundular.
Buhari de yer almıştır ki: Peygamberimiz -salat ve
selam üzerine olsun- Hasan İbni Sabit'e "Hicvet onları. Cebrail seninle
beraberdir" demiştir. Abdurrahman İbni Ka'b babasından aldığı rivayette
babasının peygamberimize -salat ve selam üzerine olsun- "Yüce Allah şairler
hakkında indireceklerini indirdi, artık bu işi bırakayım" dediğinde
peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun= "Mü'min hem kılıcı, hem diliyle
savaşır. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, dil ile onlara
söylediğiniz her söz yayından fırlayan bir ok gibi onlar üzerinde etki
yapmaktadır. (İmam Ahmet rivayet etmiştir.)
İslam şiirinin ve islam sanatının kapsamı, zamanın
şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak gerçekleşen bu örnekler, çok daha
geniş bir alana yayılmaktadır. Şiirin veya sanatın hayatın herhangi bir
alanına ilişkin islami bir düşünceden, yaklaşımdan kaynaklanmış olması
islamın hoş göreceği bir şiir veya sanat olması için yeterlidir.
Bu şiir veya sanatın bir savunma, bir saldırı olması
doğrudan islama çağrıda bulunması, onu yüceltmesi, islamın önemli günlerine
ve erlerine övgüde bulunması zorunlu değildir.. İslami bir şiir olması için
bir şiirin ille de bu konularda yazılmış olması zorunlu değildir.
Müslümanın bilinciyle bütünleşmiş bir bakışla, gelen
geceyi ve yayılan sabahı seyretmek, bu sahneleri insanın iç aleminde Allah'a
bağlar. İşte öz itibari ile islami şiir de budur.
Bir aydınlanma veya Allah'a bağlanma veyahut
Allah'ın yarattığı bu varlıkla ilişkiye geçme anı, islamın sıcak bakacağı
bir şiirin yazılmasına yeterli olacaktır. Bu konuda yol ayrılmıştır. İslamın,
hayatın bütününe, hayatın içindeki ilişkilere ve bağlara ilişkin kendisine
mahsus bir bakış açısı vardır. İşte bu bakış açısından kaynaklanan her şiir,
islamın hoş göreceği, sıcak bakacağı şiirdir.
Sure şu gizli ve özlü tehdit ile sona eriyor.
"Zalimler ne acı bir akıbetle yüz yüze geleceklerini
yakında anlayacaktır." Müşriklerin inatlarını ve büyüklük taslayışlarını,
Allah'ın cezasına ilişkin sözüne aldırmayışlarını, azabın hemen gelmesini
isteyişlerini tasvir etmeyi, ayrıca peygamberlikler ve asırlar boyunca ilahi
mesajı yalan sayanların akıbetlerini gözönüne sermeyi kapsayan surë burada
noktalanıyor.
Sure, bu korkunç tehdit ile sona eriyor. Zaten bu
tehdit surenin konusunu özetliyor. Sanki bu, zalimlerin değişik şekillerde
somutlaşan bünyesini şiddetli bir şekilde sarsan hayalin canlandırıp
beklediği ürpertici son dokunuştur.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.