42-Şura


1- Ha, Mim.

2- Ayn, Sin, Kaf.

3- O üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder.

4- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür.

5- Neredeyse gökler onların Allah'a ortak koşmaları karşısında tepelerinden çatlayacaklar. Melekler, Rab'lerini hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için bağışlanma dilerler. İyi bilinki Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

6- Allah'tan başka dostlar edinenleri Allah gözetlemektedir. Sen onların üzerinde vekil değilsin.

Bazı surelerin başlarında yeralan birbirinden kopuk harflerle ilgili düşüncemizi diğer surelerde yeterince açıklamıştık. Bu sure de birbirinden kopuk harflerle başlıyor ve bunu şu ayet izliyor:

"O üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder."

Yani bu şekilde, bu düzen içinde ve bu yolla gerçekleşiyor sana ve senden önceki peygamberlere indirilen vahiy. Bu kitap insanların bildiği, anladığı ve anlamlarını kavradığı harflerle oluşan sözlerdir, kelime ve ibarelerdir. Ne varki insanlar bildikleri bu harflerle bunun benzeri bir kitabı meydana getiremezler.

Bir başka açıdan da vahyin ve vahyi indiren kaynağın birliği dile getiriliyor. Çünkü vahyi indiren üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan yüce Allah'tır. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm peygamberlere vahiy indiren yüce Allah'tır. Peygamberler ve zaman değişse de vahyin özü birdir... "Sana ve senden önceki peygamberlere."

Bu hikayenin başlangıcı eskilere dayanır. Zamanın derinliklerinin içine kök salmıştır. Bu, birbirine girmiş, çok halkalı bir silsiledir. Birçok ayrıntısının olmasına rağmen sağlam temellere dayanan bir hayat sistemidir, bir hareket metodudur.

Bu gerçek -bu şekilde- mü'minlerin vicdanlarında yeredince, inanç sistemlerinin köklülüğü, sağlamlığı, kaynağının ve yolunun birliği düşüncesini uyandırır zihinlerinde. Ve onları bu vahyin kaynağına bağlar: "Üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah." Aynı şekilde, kendileri ile her zaman ve her yerdeki, Allah tarafından gönderilen vahye bağlayan diğer mü'minler arasında bir yakınlık olduğu fikrini uyandırır. Şu halde mensup bulundukları ailenin kökü tarihin derinliklerine dayanır. Zamanın derinliklerine kök salmışlardır. Hepsi de en sonunda Allah'a bağlanıyor, O'nda buluşuyorlar. O "Üstün iradelidir." Güçlüdür, dilediğini yapar. "Her yaptığını bir hikmete göre yapar." Dilediği kimseye, dilediğini bir hikmete ve plana göre vahyeder. Şu halde nasıl oluyor da bu tek ve değişmez ilahi sistemden ayrılıp, sonuçta Allah'a götürmeyen, kaynağı bilinmeyen, belli ve tutarlı bir hedefi olmayan değişik yollara sapıyorlar?

Burada konunun akışı kesiliyor ve tek başına bütün peygamberlere vahiy gönderen yüce Allah'ın sıfatları sunuluyor. Göklerde ve yerde bulunan tüm varlıkların mülkiyetinin sadece O'na ait olduğu ve sadece O'nun yüce olduğu, büyük olduğu belirtiliyor:

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür." Çoğu kere sırf bazı şeyleri ellerinde bulunduruyorlar, onları buyruklarına almışlar, yararlanıyorlar ve diledikleri yerde kullanabiliyorlar diye insanlar buna kanarak birçok şeye sahip olduklarını sanıyorlar. Oysa bu gerçek bir mülkiyet değildir. Gerçek mülkiyet Allah'ındır. Vareden, yokeden, dirilten, öldüren O'dur. İnsanlara dilediğini verebilir ve onları dilediği şeyden de yoksun bırakabilir. Sahip bulundukları şeyleri ellerinden alabilir ve bunun yerine başka bir şey koyabilir. Gerçek mülk, varlıkların özüne hükmeden, onları kendi seçtiği yasalar sistemine göre yönlendiren Allah'ındır. Eşya ve varlıklar yüce Allah'ın belirlediği yasa doğrultusunda Allah'ın buyruğuna olumlu cevap verir, boyun eğer, üstüne düşeni yerine getirirler. Göklerde ve yerde bulunan herşey Allah'a aittir. Öyleki hiç kimse onun mülküne ortak değildir. "O, yücedir, büyüktür." O sadece mülkün sahibi değildir. Tek başına eşsiz bir yücelik ve büyüklük sahibidir de. O'nun sahip bulunduğu bu yücelik karşısında herşey çok aşağıda kalır. O'nun büyüklüğünün yanında herşey çok küçük kalır!

Bu gerçek, vicdanlarda gereği gibi yeredince insanlar kendileri için bir rızık, bir iyilik ve bir kazanç dilemek için nereye yönleneceklerini bilirler. Çünkü göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ındır. Dolayısiyle mülkten bağışta bulunma yetkisi mülkün sahibine aittir. Hem Allah "Yücedir, büyüktür" Bir şey istemek için O'na uzanan eller, hiç te yüce ve büyük olmayan yaratıklara uzandıklarında doğru olduğu gibi küçülmezler, aşağılanmazlar.

Sonra evren üzerindeki mülkiyetin Allah'a özgü olduğu, aynı şekilde O'nun yüceliği ve büyüklüğü bir tablo halinde sunuluyor. Bu olgu, Rabb'inin yüceliği karşısında duyduğu heybetten ve yeryüzündeki bazı varlıkların doğru yoldan sapmasından dolayı içine düştüğü dehşetten neredeyse çatlayacak gibi olan göklerin hareketinde, yine hamd ile Rab'lerini tesbih eden, sapmalarından, küstahlık yapmalarından dolayı yeryüzündeki kimi varlıklar için bağışlanma dileyen meleklerin hareketlerinde somutlaştırılıyor:

"Neredeyse gökler, onların Allah'a ortak koşmaları karşısında tepelerinden çatlayacaklar. Melekler Rab'lerini hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için bağışlanma dilerler. İyi bilinki, Allah çok bağışlayan. çok esirgeyendir."

Gökler, yeryüzünde yaşayan bizler için yukarıda gibi görünen şu uçsuz bucaksız varlıklar kümesidir. Ve biz onun büyüklüğü karşısında çok az sayılacak bir şey biliyoruz. Bu güne kadar göklerde yüz milyarlarca güneş sisteminin bulunduğunu, her birinde bizim güneşimiz gibi yüz milyarlarca güneşin yeraldığını ve bunların herbirinin hacminin bizim dünyamızdan milyon kere daha büyük olduğunu öğrendik. Bu güneş sistemlerini artık biz insanlar küçük teleskoplarımızla gözetleyebiliyoruz. Bunlar gök boşluğuna dağılmış durumdadırlar. Aralarındaki mesafeler ise yüz milyarlarca ışık yılı olarak ifade edilecek kadar korkunçtur. Işık yılı hızına göre hesaplanır ki, bu, saniyede 168.000 mile ulaşır.

İşte, hakkında bu küçük ve sınırlı bilgiye sahip bulunduğumuz bu gökler yüce Allah'ın büyüklüğünün ve yüceliğinin ürpertisi ile, yeryüzünde yaşayan bazı varlıkların sapmasının dehşeti ile çatlayacak gibi oluyorlar. Yeryüzünde sapan bu varlıklar (yani bazı insanlar) evrenin vicdanının duyup dehşetinden titrediği, sarsıldığı ve en yüce yerinden çatlayacak gibi olduğu bu büyüklüğü unutuyorlar:

"Melekler, Rab'lerini hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için bağışlanma dilerler."

Melekler kayıtsız şartsız Allah'a itaat eden varlıklardır. Yaratıklar içinde en başta içtenlikle boyun eğen onlardır. Ancak yüce Allah'ın yüceliğinin ve büyüklüğünün farkında oldukları, aynı zamanda ona itaat etme ve onu övmede kusur etme endişesi içinde oldukları için sürekli Rab'lerini tesbih ederler. Öte yandan yeryüzünde yaşayan kusurlu ve zayıf varlıklar Rab'lerini inkar ediyorlar, doğru yoldan sapıyorlar. Bu durum karşısında melekler yüce Allah'ın öfkesinden korkuyorlar ve yeryüzünde işlenen günah ve kusur için yeryüzünde yaşayanlar adına bağışlanma diliyorlar. Mü'min suresindeki ayete dayanarak meleklerin bağışlanma dileklerinin mü'minler için olduğunu söyleyebiliriz: "Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rab'lerini överek tesbih ederler. O'na inanırlar ve mü'minler için bağışlama dilerler." (Mü'min Suresi, 7)

Bu durum, yeryüzünde meydana gelen herhangi bir günahtan hatta mü'minlerin işledikleri herhangi bir kusurdan dolayı meleklerin ne kadar korktuklarını, dehşete düştüklerini, bu yüzden yüceliğini ve büyüklüğünü hissederek, onun mülkünde meydana gelen bir günahtan dolayı dehşet içinde olduklarını belirterek, sürekli onun bağışlamasını ve rahmetini ümitle isteyerek Rab'lerinden bağışlanma diliyorlar, onu hamd ile tesbih ediyorlar.

"İyi bilin ki Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

Böylece yüce Allah'ın üstünlüğü, hikmeti, yüceliği ve büyüklüğünden sonra bağışlayıcılığı ve merhametliliği de dile getiriliyor. Bu sayede kullar değişik sıfatları ile Rab'lerini tanımış oluyorlar.

Bölümün sonunda -Bu sıfatların ve onların tüm evren üzerindeki etkilerinin ardından- Allah'ın dışında dost ve dayanak edinenler gündeme getiriliyorlar. Oysa evrende Allah'ın dışında desteğine ihtiyaç duyulacak bir başka dost ve dayanağın olmadığı ortaya çıkmıştı. Şu halde Allah'ın elçisi -salât ve selâm üzerine olsun- onları kendi hallerine bırakmalıdır. Çünkü onların üzerinde bekçi değildir. Onların üzerinde gözetleyici olan yüce Allah'tır. O'dur onların akıbetlerini garantileyen:

"Allah'tan başka dostlar edinenleri Allah gözetlemektedir. Sen onların üzerinde vekil değilsin."

Bu bedbaht ve sapık kişilerin uğursuz tabloları canlanıyor zihinde; bunlar Allah'tan başka dostlar ediniyorlar, ama elleri boşluğu yakalıyor, çünkü dostluğu işe yarayacak kimse yok ortada. İnsan vicdanında canlanan bu tabloda onlar ve Allah'ın dışında edindikleri dostları çok basit, çok aşağılık görünüyorlar. Onlar bu durumdayken yüce Allah onları gözetliyor. Onun kontrolünde, küçük ve güçsüz duruyorlar. Ama Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberindeki mü'minler onların durumunu düşünmek ve onların meseleleri ile ilgilenmekle yükümlü değildirler. Çünkü yüce Allah onlarla bu şekilde ilgilenilmesini istemiyor.

Mü'minleri, -her durumda bu konuda bir endişelerinin olmaması, rahatsız olmamaları için bu gerçeğin vicdanlarında bu şekilde yerleşmesi zorunludur. Allah'tan başka dostlar edinen bu kimseler ister yeryüzünde iktidar sahibi olsunlar, ister iktidardan yoksun güçsüz kimseler olsunlar. Mü'minler bu gerçeği bu şekilde kavrayınca yeryüzünde iktidar sahipleri -istedikleri kadar zorbalaşsınlar gözlerinde basitleşirler. Çünkü bu despotların gücü, iktidarı yüce Allah'ın desteğinden yoksundur. Üstelik yüce Allah onları gözetliyor ve onları çepeçevre kuşatmıştır İçinde yaşadıkları evren bütünüyle Rabb'ine inanıyor. Onlarsa koroya ters düşen çatlak bir ses gibi sapmışlardır. Mü'minler diğer durumda da kendilerinden emindirler. Çünkü şu sapıkların Allah'tan başka dostlar edinmesinde onlar için bir sorumluluk sözkonusu değildir. Çünkü mü'minler yaratılışın normal çizgisinden sapanlar üzerinde bekçi değildirler. Onların görevi sadece öğüt vermek, Allah'ın mesajını açıkça duyurmaktır. Kulların kalplerini gözetlemek ise Allah'ın yetkisindedir.

Bu yüzden mü'minler yollarına devam ederler. İzledikleri yolun Allah'ın vahyinin yol göstericiliği ile hedefe ulaşacağından emin olurlar. Sapıkların yoldan ayrılmalarından dolayı kendilerinin bir zarara uğramayacaklarını, bu sapıklığın boyutları ne olursa olsun bilirler.

 

10- Görüş ayrılığına düştüğünüz herhangi bir meselede hüküm vermek Allah'a aittir. İşte bu, benim Rabb'im olan Allah'tır. O'na dayandım, O'na yöneldim.

11- Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Bu düzen içinde çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi işitir, görür.

12- Göklerin ve yerin anahtarları Allah'ındır. Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar. O, herşeyi bilendir.

Bu gerçeklerin ifade yöntemi, sıralanışı ve bu bölüm içinde bir araya getiriliş biçimi üzerine düşünmeyi gerektiren ilginç bir yöntemdir. Çünkü her parçanın arasındaki gizli ve açık bağ latif ve ince bir bağdır.

Bölüm önce, insanlar arasında başgösteren her türlü görüş ve inanç ayrılığının çözümünü Allah'a bırakıyor: "Görüş ayrılığına düştüğünüz herhangi bir meselede hüküm vermek Allah'a aittir."

Yüce Allah kişinin hükmünü bu Kur'an'da indirmiştir. Dünya ve ahiretle ilgili ayrıntılı ve çözümleyici sözünü söylemiştir. İnsanların kişisel ve toplumsal hayatları, geçimleri, yönetimleri, politikaları, ahlak ve davranış kuralları için kendi seçtiği bir hayat sistemi koymuştur. Bunların tümünü kapalı hiçbir taraf bırakmamak üzere açıklamıştır. Bu Kur'an'ı insanlık hayatı için, yönetim düsturlarından daha kapsamlı, daha geniş, herşeyi içine alan evrensel bir hayat düsturu kılmıştır. Dolayısiyle insanlar herhangi bir meselede veya bakış açısında görüş ayrılığına düşerlerse bu konudaki Allah'ın hükmü, onun insanlık hayatının temel yasası olsun diye Peygamberine vahyettiği kitapta mevcuttur.

Bu gerçeğin bu şekilde vurgulanmasından sonra, Peygamber efendimizin sözü aktarılıyor. Burada Peygamber efendimiz her şeyiyle Allah'a teslim olduğunu bütünüyle O'na yöneldiğini ifade ediyor:

"İşte bu, benim Rabb'im olan Allah'tır. O'na dayandım, O'na yöneldim." Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- dili ile ifadesini bulan bu yönelme, bu dayanma ve bu vurgulama psikolojik açıdan az önceki gerçek üzerine yapılmış uygun bir değerlendirme, yerinde bir yorum olarak yer alıyor. İşte Allah'ın elçisi ve peygamberi Rabb'inin Allah olduğuna şahitlik ediyor. Sadece O'na dayanıp güvendiğini, başkasına değil sadece O'na yöneldiğini ifade ediyor. Öyleyse yol gösterici, hidayet rehberi peygamber O'ndan başkasının hükmüne başvurmazken diğer insanlar nasıl oluyor da görüş ayrılığına düştükleri herhangi bir meselede O'ndan başkasının hükmüne başvuruyorlar? Halbuki peygamber, insanların sorunları çözümleyici sözlerine müracaat etmeleri, şurada, burada bir an olsun O'nun yol göstericiliğinden ayrılmamaları açısından herkesten önceliklidir. Şu halde yol gösterici peygamber sadece Allah'a dayanıp güveniyorken, Rabb'im O'dur, işlerimi yönlendiren, her şeyime kefil olan, beni dilediği tarafa yönelten O'dur, diyerek sadece O'na yöneliyorken diğer insanlar nasıl olur da herhangi bir meselenin çözümü için başka bir merciye yönelebilirler?

Bu gerçeğin mü'minin vicdanında yerleşmesi yolunu aydınlatır, gideceği yolun işaretlerini belirler ve sağa-sola sapmasına engel olur. Yoluna güvenmesini, adımlarını attığı yerlerden emin olmasını sağlar. Böylece kuşkular içinde kıvranmasını, ürkek davranmasını, şaşkın şaşkın dolaşmasını önler. Bu durumda mü'min yüce Allah'ın kendisini gözettiğini, koruduğunu, adımlarını bu yöne doğrulttuğunu, ayrıca doğru yol klavuzu Hz. Peygamber'in de Allah'a giden bu yolu izlediğini düşünür.

Bu gerçeğin, mü'minin vicdanında yerleşmesi, onun kendi hayat sistemine, hareket metoduna ve yoluna ilişkin bilincinin düzeyini yükseltir. Artık mü'min ilgilenilebilecek bir başka metodun veya yolun olabileceğini kabul etmez. Doğru yol klavuzu Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu hayat sistemini koyan, bu hükmü belirleyen Rabb'ine yönelirken bir mü'min herhangi bir görüş ayrılığında Allah'ın hükmünün dışında başvurulabilecek bir başka hükmün olabileceğini düşünmez.

Sonra bu gerçeği daha da pekiştirecek, iyice yerleşmesini sağlayacak ifadelerle bir kez daha değerlendirme yapılıyor:

"Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Bu düzen içinde çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi işitir, görür."

İnsanların görüş ayrılığına düştükleri herhangi bir meselede başvurulması gereken bir hüküm olmak üzere bu Kur'an'ı indiren yüce Allah "Gökleri ve yeri yoktan varetmiştir." Göklerin ve yerin düzenini sağlayan O'dur. Göklere ve yere egemen olan yasa, onun her birine özgü işleri çözüme bağlayan hükmüdür. Hayatın ve kulların meseleleri de göklerin ve yerin düzeninin bir parçasıdır. Yüce Allah'ın bu konudaki hükmü insanların hayatı ile uçsuz bucaksız evrenin hayatı arasında ahenk oluşturur. İnsanlar yüce Allah'ın koyduğu hükümlere uyunca kendilerini kuşatan ve yüce Allah'ın ortaksız hükmüne boyun eğen evrenle barış içinde yaşarlar.

İnsanlar görüş ve inanç ayrılığına düştükleri herhangi bir meselenin çözümü için yüce Allah'ın hükmüne başvurmak zorundadırlar. Çünkü yüce Allah onları yaratmıştır. Onlara şekil vermiş, onların ruh ve beden yapılarını düzenlemiştir:

"Size kendinizden eşler yarattı." Sizin hayatınızı temelden düzenledi. Çünkü sizin hayatınızın sürmesi için gerekli olan en uygun ortamı O bilir. Hayat için elverişli olan hayatın düzenli ve istikrarlı bir gelişme göstermesi için uygun olan sistemi O bilir. Hayatınızın tüm canlılar için seçilen yaratılışın temel ilkesine uygun bir çizgi izlemesini O planlamıştır: "Hayvanlardan da çiftler yarattı..." Şu halde bütün canlılar arasında bir yapısal birlik vardır. Bu da bütün canlıların yaratılışında uygulanan yöntemin, bu yöntemi belirleyen iradenin ve bununla güdülen amacın birliğine tanıklık etmektedir. Sizin -yani siz insanlar ve hayvanların bu sistem ve yöntem doğrultusunda çoğalmanızı O sağlamıştır. Ama O bütün yarattıklarından farklıdır. Yarattıkları arasında ona benzeyen hiçbir şey yoktur: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." İnsan fıtratı bu gerçeğe hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde inanır. Çünkü varlıklar kendilerini yaratan yaratıcıya benzemezler. Bu yüzden bütün varlıklar, aralarında başgösteren herhangi bir görüş veya inanç ayrılığından dolayı yüce yaratıcının hükmüne başvururlar, onunla birlikte bir başkasına da başvuruda bulunmazlar. Çünkü, görüş veya inanç ayrılığı baş gösterdiğinde hükmüne başvurulacak birden fazla merciin olması bir yana, ona benzeyen bir tek kişi bile yoktur.

"Ona benzer hiçbir şey" olmamakla beraber, bu kesin farklılıktan dolayı O'nunla yarattıkları arasındaki ilişki kopuk değildir. Çünkü O, işitir, görür: "O, herşeyi işitir, görür." Sonra herşeyi işiten ve gören biri olarak hükmeder.

Ardından yüce Allah insanlar arasında başgösteren herhangi bir görüş ayrılığında çözümleyici tek hükmün kendi hükmü olmasını, gökleri ve yeri ilk defa yaratıp, onları yönlendirecek yasayı belirledikten sonra onların anahtarlarının kendi elinde olması gerçeğine dayandırıyor: "Göklerin ve yerin anahtarları Allah'ındır." İnsanlar da göklerde ve yerde bulunan varlıklar bütününün bir parçasıdırlar. Şu halde onların iç ve dış dünyalarının anahtarları da Allah'ın elindedir.

Ayrıca, göklerin ve yerin anahtarlarını elinde bulundurmanın sonucu olarak insanların rızkını bollaştırıp daraltmak da O'nun yetkisindedir: "Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar..." Şu halde insanları rızıklandıran, yaşadıkları sürece rızıklarını garantileyen, onları yediren, içiren Allah'tır. Peki O'nu bırakıp ta aralarındaki görüş ve inanç ayrılıkları için kimin hükmüne başvuracaklardır? Çünkü insanlar bu konuda ancak rızıkları vermeyi garantileyen, rızıkları dilediği gibi yönlendiren, bütün bunları bir bilgiye ve plana göre yöneten bir ilaha yönelebilirler: "O herşeyi bilendir." Herşeyi bilen kim ise hüküm vermekte ona aittir. Bu durumda verilen hüküm adil ve sorunu çözümleyici olur.

İşte böyle, anlamlar ardarda bir ahenk içinde diziliyor. Amaç ahenkli ve derin etkili melodi tamamlanana kadar peşpeşe insan kalbinin dikkatini bir noktaya doğru çekmektir.

 

DİNİN EGEMENLİĞİ VE FİTNE

13- Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa ya ve İsa 'ya tavsiye ettiğimiz Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin' direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir."

14- Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi. Onlardan sonra Kitab'a varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar.

15- Bundan dolayı sen insanları Allah'ın dinine davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol, onların heva ve heveslerinden kaynaklanan hayat sistemlerine uyma ve deki: "Ben Allah'ın indirdiği her Kitab'a inandım; aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizimde Rabb'imiz, sizinde Rabb'inizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüşte O'nadır."

16- İnsanlar Allah'ın çağrısını kabul ettikten sonra, Allah'ın dini hakkında tartışanların delilleri, Rab'leri yanında batıldır. Onların aleyhine bir gazab ve çetin bir azab vardır.

Surenin giriş kısmında şöyle deniyor: "O üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder." Bu ifade, bütün peygamberlerin vahiy aldıkları kaynağın, uyguladıkları sistemin, gerçekleştirmek istedikleri hedefin birliğine yönelik genel bir işaretti. Şimdi ise bu işaret açıklığa kavuşturuluyor. Yüce Allah'ın müslümanlar için hayat düsturu olarak öngördüğü direktifin -genelde- Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği prensip olduğu vurgulanıyor. Özelde müslümanlara genelde de tüm peygamberlerin ümmetlerine emredilen prensip şudur: "Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin" Bu konuda görüş ve inanç ayrılığına düşenlere aldırmadan kalıcı ilahi sisteme uymakta ısrar etmek, bu açık, dengeli ve tutarlı dini uygulamak, Allah'ın hakimiyeti hakkında tartışanların delillerini çürütmek, onları Allah'ın öfkesi ile, şiddetli azabı ile korkutmak gibi sonuçlar bu prensibin yerleşmesinden sonra gelir.

Tıpkı az önceki bölümde olduğu gibi burada da belli bir amaca yönelik bir bütünlük ve ahenk olduğu göze çarpmaktadır:

"Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimiz `Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin' direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü."

Böylece surenin giriş kısmında ayrıntılı olarak ele aldığımız gerçek; bütün peygamberlerin sundukları mesajın temelde bir olduğu; zamanın derinliklerine kök salmış dinin bir olduğu gerçeği iyice pekiştiriliyor. Buna bir de mü'minin duygusunda tatlı bir iz bırakan açıklamalar ekleniyor. Mü'min uzanıp giden yolda yürüyen önceki kuşaklara bakıyor. Birden peşpeşe yola koyulan insanlığın şu seçkin, şu saygın şahsiyetlerini; Hz. Nuh'u, İbrahim'i, Musa'yı, İsa'yı ve Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerlerine olsun- görüyor. Bu seçkin insanların devamı olduğunu, onların izinden gittiğini düşünüyor. Çeşitli engeller ve dikenlerle dolu da olsa, bu yüzden birçok nimetten yoksun da kalsa daha bir coşku ile yolunu izliyor. Çünkü o, yüce Allah katında en saygın, en onurlu olan bir kafile ile yoldaşlık etmektedir. Bu kafile insanlık tarihi ile birlikte bütün evrende gelmiş geçmiş en büyük, en seçkin kafiledir.

Aynı şekilde, Allah'ın değişmez dinine inanan ve O'nun kalıcı yasasına uyanlar arasında köklü bir barış vardır. Bunlar ayrılıkları ve farklılıkları bir kenara bırakırlar. Sağlam bir yakınlık bilincini taşırlar. Bu da beraberinde yardımlaşmayı, anlaşmayı, şimdiki zamanı geçmişe, geçmişi de şimdiki zamana bağlamayı ve topyekün Allah'ın belirlediği yolda yürümeyi getirir.

Yüce Allah'ın, dinden bir kural olarak Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- inanan müslümanlara hayat düsturu olarak öngördüğü prensip, yüce Allah'ın Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya -selâm üzerlerine olsun- tavsiye ettiği bir prensibin aynısı olduğuna göre Hz. Musa'ya uyanlarla Hz. İsa'ya uyanlar niçin birbirleri ile savaşıyorlar? Hz. İsa'ya uyan değişik mezheplere bağlı kişiler kendi aralarında niçin savaşıyorlar? Hz. Musa'ya ve İsa'ya uyanlar neden Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- uyanlarla savaşıyorlar? İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri sürenler niye müslümanlarla savaşıyorlar? Niçin hepsi biraraya gelip kendilerine gönderilen son peygamberin kaldırdığı tek bayrağın altında toplanmıyorlar? Çünkü yüce Allah'ın yerine getirilmesini istediği bu direktif herkese yöneliktir: "Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin." Allah'ın dinini bütün yönleriyle uygulayın, yükümlülüklerini yerine getirin, ondan sapmayın, onun ilkelerini çarpıtmayın. Yükselen bayrağın altında tek saf halinde durun. Bu, tek ve değişmez bir bayraktır. Bu bayrağı son dönemde Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- gelene kadar sırasıyla Hz. Nuh, İbrahim, Musa ve İsa -selâm üzerlerine olsun- taşımıştır.

Ne varki -Hz. İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri süren- şehirlerin anası Mekke ve çevresinde yaşayan müşrikler bu yeni ama kökü eskilere dayanan son çağrıya karşı değişik bir tutum sergiliyorlar:

"Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." Aralarındaki Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- vahyin gelmesi onlara ağır geldi. Çünkü "İki şehrin büyüklerinden birine" (Zuhruf Suresi, 31) vahiy gelmesini istiyorlardı. Aralarında nüfuz sahibi ileri gelenlerden birine gelmesini bekliyorlardı. Kendi itirafları ile doğru ve güvenilir olan Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- ne kişisel nitelikleri ne de ortalama bir Kureyş ailesi olan soyu onlara göre otoriter bir kabile başkanı olması için yeterli değildi.

Putperestlik ve putçuluk döneminin otoritelerinin dayanağı efsanelerin bitmesi ile birlikte otoritelerinin bitecek olması onlara ağır geliyordu. Çünkü ekonomik ve kişisel çıkarları bu putperest efsanelere dayanıyordu. Bu yüzden şirke sarıldılar. Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çağırdığı net ve arı tevhid düşüncesini, yani Allah'ın tek ve ortaksız hakimiyetine dayanan islam düşüncesini kabul etmek ağır geldi.

Ölen müşrik atalarının sapıklık üzere, cahiliye üzere öldüklerini söylemek ağır geldi onlara ve ahmaklığa dört elle sarıldılar. Günahla övünür oldular. Atalarının sapıklık üzere öldüklerini söylemektense cehenneme atılmayı tercih ettiler.

Kur'an-ı Kerim onların bu ahmakça tutumları üzerine yüce Allah'ın dilediği kimseyi peygamberlik görevi için seçip tercih ettiğini, yine kendisine sığınmak isteyeni doğru yola ilettiğini, ayağı kayıp yoldan çıkan kimilerinin tevbesini kabul ettiğini belirterek bir değerlendirme yapıyor:

"Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir."

Nitekim Hz. Muhammed'i de -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberlik görevi için seçmiştir. Yine yüce Allah kendisine dönüp yönelen için de yolu açık tutmuştur.

Ardından surenin akışı tekrar peygamberlerin izleyicilerinin tutumlarına dönüyor. Bütün peygamberler soydaşlarına aynı dini getirmişler, ama izleyicileri onlardan sonra gruplara bölünmüş, bölük, pörçük olmuşlardır:

"Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar."

Şu halde onlar cahil oldukları için görüş ayrılığına düşmediler. Kendilerini, peygamberlerini ve inanç sistemlerini birbirine bağlayan tek ve değişmez temel ilkeden habersiz oldukları için ayrılmadılar. Tam tersine, kendilerine yeterli ve aydınlatıcı bilgi geldikten sonra ayrıldılar, parçalandılar. Birbirlerini tepelemek, içlerindeki kıskançlık duygusunu tatmin etmek, hem kendilerine, hem de gerçeğe haksızlık etmekti asıl gerekçe. Azgın ihtirasların, sınır tanımaz arzuların etkisi ile parçalandılar. Doğru inançtan, dengeli ve tutarlı hareket metodundan kaynaklanan bir gerekçeye dayanmaksızın görüş ve inanç ayrılığına düştüler. Eğer inanç sistemlerini herşeyin üstünde tutsalardı, eğer hareket metodlarına uysalardı, parçalanmazlardı, bölünmezlerdi.

Kuşkusuz, bu şekilde parçalanıp bölünmeleri dolayısıyla işledikleri suçun, azgınlığın ve zulmün karşılığı olarak yüce Allah tarafından cezalandırılmayı hakketmişlerdi. Ne varki yüce Allah daha önce dilediği bir hikmetten dolayı belli bir sürenin sonuna kadar onlara mühlet tanımaya ilişkin bir söz vermiştir: "Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi." Şayet yüce Allah daha önce belli bir süre için onlara mühlet vereceğine ilişkin bir söz vermiş olmasaydı, hemen aralarındaki meseleyi çözümlerdi. Gerçeği ortaya koyar, batılı geçersiz kılardı. Meseleyi bu dünya hayatında sonuçlandırırdı. Ne varki onların meselelerinin çözümü zamanı belirlenmiş güne ertelenmiştir.

Hz. Peygambere uyanlar arasında görüş ve inanç ayrılığına düşüp parçalananlardan sonra kitabı devralan kuşaklar ise inanç sistemlerini ve kitaplarını kesin bir inançtan uzak bir tavırla karşıladılar. Çünkü önceki kuşaklar arasında başgösteren görüş ve inanç ayrılıkları onların inanç sistemini içtenlikten uzak bir şekilde karşılamalarına ve değişik mezhepler ve gruplar arasında kuşku, karmaşa ve şaşkınlığın kol gezmesine neden olmuştur:

"Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar." İnanç sistemi böyle olmaz kuşkusuz. Çünkü inanç sistemi mü'minin üzerinde durduğu sert bir kayadır. Çevresindeki her yer yıkılır, dökülür ama o, yerinde sarsılmadan duran sert kayanın üzerinde ayakları yere sağlam basmış olarak güvenle durur. İnanç sistemi ufukta beliren ve hiçbir zaman sönmeyen bir klavuz yıldızıdır. Mü'min kasırgalar, fırtınalar arasında ona yönelir. Bu sayede yolunu yitirmez, sapmaz. Ancak inanç sisteminin kendisi şüphe konusu olursa ve zihinlerin bulanmasına neden olursa, o zaman hiçbir şey ve hiçbir mesele kişinin içinde kalıcılık göstermez, bir yönde karar kılamaz ve güven içinde yoluna devam edemez.

Kuşkusuz inanç sistemi, kendisine bağlananlara Allah'a giden yolu ve yönü göstermek için gelmiştir. Onlar da tereddüt etmeden, kararsızlık göstermeden, inanç sisteminin belirlediği yoldan sapmadan peşlerinden gelen insanlara yol göstericilik yaparlar. Fakat kendileri izledikleri yoldan emin değillerse, inanç sisteminden kuşku duyuyorlarsa, bu durumda hiç kimseye öncülük edemezler. Çünkü kendileri şaşkındırlar.

İşte bu yeni din geldiği gün diğer peygamberlerin izleyicilerinin durumu bundan ibaretti.

Hindistan'lı yazar Üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi "Müslümanların gerilemesi ile dünya neler kaybetti" adlı kitabında şöyle der:

"Büyük dinler, boş ve gereksiz işlerle uğraşanların elinde bir kurban gibiydiler. Münafıklar, dini bozmak isteyen art niyetli kişilerin elinde oyuncak haline gelmişlerdi. O kadar ki, bu dinler ruh ve şekillerini yitirmişlerdi. Bu dinlerin ilk bağlıları dirilecek olsaydı bunları tanımayacakları kuşkusuzdu. Uygarlığın, kültürün, hüküm ve siyasetin beşiği sayılan merkezler, anarşizmin, toplumsal çöküntünün, kargaşanın, kötü idarenin ve zorba yöneticilerin kol gezdiği birer sahneye dönüşmüşlerdi. Artık kendi içlerine kapanmışlardı. Dünyaya sunacakları bir mesajları, milletlere yönelik bir çağrıları kalmamıştı. Manevi değerler alanında iflas etmişlerdi, hayat kaynakları kurumuştu. Ne semavi dinlerden kaynaklanan katışıksız bir şerait ne de beşeri egemenliğin ortaya koyduğu kalıcı bir sosyal düzen mevcuttu."

Avrupalı yazar G.H. Denison "Emotion as the Basis of Civilisation" adlı eserinde şöyle der:

"Beşinci ve altıncı yüzyıllarda uygar dünya anarşizmin, kargaşanın korkunç uçurumunun kenarında duruyordu. Çünkü uygarlığın ayakta kalmasına yardımcı Olan inanç sistemleri yıkılmışlardı. Onların yerini tutacak bir şey de geliştirilmemişti. O sıralarda kuruluşunun temelinde dört bin yıllık emek yatan en büyük uygarlık ta parçalanmaya, çökmeye yüz tutmuştu. İnsanlık bir kez daha barbarlığa, ilkelliğe dönme endişesini taşıyordu. Çünkü kabileler birbiriyle savaşıyor,birbirini kırıp geçiyorlardı. Kanun, düzen kalmamıştı. Hristiyanlığın ortaya koyduğu düzenler birleştirmek ve düzen sağlamak yerine parçalamaya, yıkmaya çalışıyordu. Uygarlık gölgesi tüm dünyayı kaplamış dal budak salmış büyük bir ağaç gibiydi. Ne varki artık ağacın ayakta duracak gücü kalmamıştı. Çürüme tüm gövdeyi sarmıştı. Her yeri kasıp kavuran bu kokuşmuşluk, bu çözülmüşlük görüntüleri arasında, tüm dünyayı birleştirecek olan adam doğuverdi." Yani Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun-.

Peygamberlerin izleyicileri -kendilerine aydınlatıcı bilgi geldikten sonra- görüş ayrılıkları yüzünden bölündükleri için, onlardan sonra kitabı devralanlar da omuzladıkları inanç sisteminden kuşku duydukları için... Evet bu iki önemli neden için... Ayrıca insanlığın önderlik merkezi, Allah'a giden yolu bilen kişinin inançlı ve kararlı bir önderden yoksun bulunduğu için yüce Allah Hz. Muhammed'i salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak gönderdi. İnsanları davet etmesini, davetinin öngördüğü hareket metodu üzerinde dosdoğru yürümesini, kendisi ve net, dengeli ve tutarlı mesajı hakkında ortaya atılan asılsız söylentilere, ihtiras ürünü itirazlara aldırmamasını emretti. Yüce Allah'ın bütün peygamberler için hayat düsturu olarak öngördüğü değişmez mesaja yeniden inanmaları için insanları açıkça çağırmasını istedi:

"Bundan dolayı sen insanları Allah'ın dinine davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol, onların heva ve heveslerinden kaynaklanan hayat sistemlerine uyma ve de ki: `Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inandım, aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi biraraya toplar, dönüş de O'nadır."

Bu, tüm insanlığı kapsayan yepyeni bir önderliktir. Açık, kesin ve kalıcı hareket metoduna uyan tutarlı, dengeli ve kararlı bir önderliktir. Bu önderlik bir kanıta dayanarak insanları Allah'ın dinine uymaya çağırır. Sapmadan Allah'ın emri doğrultusunda hareket eder. Birbiriyle çekişen, herbiri bir başka tarafa çekmek isteyen heva ve heveslerden uzak durur. Bu önderlik, tüm insanlar için gönderilen mesajın, peygamberliğin, kitabın, hayat sistemi ve hareket metodunun bir olduğunu açıkça duyurur. İmanı tek ve değişmez aslına döndürür, insanlığı da bu tek asla yöneltir: "De ki: Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inandım." Sonra bu, hak ve adalet ilkesine dayalı olarak insanlar üzerinde egemenlik kurmak, bu doğrultuda üstünlük sağlamaktır: "Aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum." Şu halde bu önderlik siyasi otoritesi bulunan ve yeryüzünde tüm insanlar arasında evrensel adaleti ilan eden etkin bir önderliktir. (Bu mesaj henüz islam çağrısı Mekke'de taraftarları ile birlikte baskı altındayken geliyordu. Ama davanın bu karakteri, evrenselliği açıkça görülebiliyordu.) Yine bu önderlik Rabb'lığın birliğini tüm dünyaya duyuruyor: "Allah bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir." Bunun yanısıra sorumluluğun bireyselliğini vurguluyor: "Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir." Kesin bir söz ile tartışmanın bittiğini ilan ediyor: "Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur." Herşeyi nihai emir sahibi Allah'a bırakıyor: "Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır."

Şu bir tek ayet, kısa ama kesin, öz, ince ve aydınlatıcı bölümleri ile bu son dinin karekteristik özelliğini açıkça ortaya koyuyor. Buna göre bu din, insanların arzu ve ihtiraslarından etkilenmeden kendi yolunda hareket etmek üzere gelmiştir. Yeryüzüne egemen olmak ve insanlar arasında adaleti sağlamak için gelmiştir. Bundan önceki bütün dinlerde olduğu gibi Allah'a giden yolun bir olduğunu göstermek için gelmiştir...

Mesele bu şekilde açıklığa kavuştuktan ve mü'min kitle Allah'ın çağrısına bu şekilde karşılık verdikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girmek isteyenlerin bu tavırları ilgilenmeye değmez çirkin bir tavır olarak beliriyor. İleri sürdükleri delillerin geçersizliği, çürüklüğü, hiçbir değerinin, hiçbir ağırlığının olmadığı ortaya çıkıyor. Bölüm onlarla ilgili son sözü söyleyerek onları yüce Allah'ın şiddetli azabı ile başbaşa bırakıyor:

"İnsanlar Allah'ın çağrısını kabul ettikten sonra, Allah'ın dini hakkında tartışanların delilleri, Rab'leri yanında batıldır. Onların aleyhine bir gazab ve çetin bir azap vardır."

Kimin ileri sürdüğü delil Rabb'i katında geçersizse, kim Rabb'inin yanında yenik duruma düşerse artık onun ileri sürebileceği bir kanıtı, bir gücü kalmamış demektir. Yeryüzündeki yenilginin ve bozgunun ardından ahirette de yüce Allah'ın gazabı ve şiddetli bir azap vardır. Hiç kuşkusuz bu, samimi kalplerin içten karşılık vermelerinden sonra batılda ısrar edenlerin, apaçık gerçek herkesin anlayabileceği şekilde ortaya konduktan sonra maksatlı olarak tartışmayı sürdürenlerin bu suretle işledikleri suça uygun bir cezadır.

 

17- Gerçekten Kitab'ı ve ölçüyü indiren Allah'tır. ve bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır.

18- Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk gelmesini isterler. İnananlar

ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki kıyamet saati hakkında tartışanlar, uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir.

19- Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, galibtir.

20- Ahiret kazancı isteyenin kazancını artırırız; dünya kazancını isteyene de ondan veririz; fakat onun ahirette bir payı bulunmaz.

Allah kitabı hak içerikli olarak indirmiştir. Onunla birlikte de adalet ilkesini indirmiştir. Ve bu kitabı bundan önceki inanç sistemlerine bağlı bulunanların aralarında başgösteren görüş ayrılıkları ve insanların farklı görüş ve arzuları için bir hüküm mercii olarak öngörmüştür. Bu kitaptan kaynaklanan yasal sistemlerini de yönetimde adalet ilkesine dayandırmıştır. Yüce Allah'ın yönetimde gözönünde bulundurulmasını istediği adalet, değerlerin, hakların, amel ve uygulamaların ölçüldüğü bir terazi gibi ince ve duyarlıdır.

Ayetlerin akışı bu gerçekten; kitabın hak ve adalet ilkesi ile indirilişi gerçeğinden kıyamet meselesine geçiyor. Bu iki olay arasındaki bağlantı ise açıktır. Çünkü kıyamet, adalet ilkesine göre hükmedilecek ve her konudaki nihai kararın verileceği zamandır; Öte yandan kıyamet gaybın kapsamına giren bir meseledir. Kim bilir, belki çok yakın bir zamanda kopacaktır:

"Ne bilirsin belki de kıyamet saati yakındır."

Ama insanlar bunun farkında değildirler. Oysa yakındır onlara kıyamet. Hak ve adalet ilkesine dayalı hesaplaşma o gün gerçekleşecektir. Bu hesaplaşmada hiçbir şey gözardı edilmez, hiçbir şey kaybolmaz.

Bu arada mü'minlerle mü'min olmayanların kıyamet olgusu karşısındaki tutumları tasvir ediliyor:

"Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk gelmesini isterler. İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler."

Kıyamete inanmayanların kalpleri kıyametin dehşetini hissetmez, o gün kendilerini bekleyen azabın korkunçluğunu, boyutunu değerlendiremez. Bu yüzden alay ederek kıyametin bir an önce kopmasını istemelerinin şaşılacak bir yanı yoktur. Çünkü onlar bu gerçeği göremiyor, kavrayamıyorlar. Mü'minler ise, kıyametin kopacağına kesinlikle inanırlar. Bu yüzden ondan korkarlar, çekinirler. Bir korku, bir ürperti ile beklerler kıyameti. Çünkü kıyamet koptuğunda neler olacağını bilirler.

Kıyamet bir gerçektir. Onlar da bunun gerçek olduğunu bilirler. Onlarla gerçek arasında da bir bağ vardır. Bu yüzden gerçeği tanırlar:

"İyi bilin ki, kıyamet saati hakkında tartışanlar, uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir."

Sapıklığa dalmış, iyice uzaklaşmışlardır. Bu derin sapıklıktan sonra dönmeleri çok zordur.

Ayet-i kerime ahiret meselesinden; kıyametten duyulan korku ya da onu önemsememe meselesinden yüce Allah'ın kullarına bir lütuf olarak bahşettiği rızık meselesine geçiyor:

"Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, galiptir."

İlk bakışta bu iki mesele arasındaki ilişki uzak gibi görülüyor. Ancak bir sonraki ayet okunduğunda aralarında sağlam bir bağlantı olduğu göze çarpıyor:

"Ahiret kazancını isteyenin kazancını arttırırız; dünya kazancını isteyene de ondan veririz; fakat onun ahirette bir payı bulunmaz."

Yüce Allah kullarına büyük lütuflarda bulunur, dilediğini rızıklandırır. Hem iyiye, hem kötüye, hem mü'mine, hem de kafire rızık verir. Çünkü şu insanlar kendi rızıklarını varetme gücünden yoksundurlar, bu konuda ellerinden birşey gelmez. Onlara bu hayatı bahşeden Allah'tır. Ayrıca yüce Allah hayatın ilk ve temel sebeplerini garantilemiştir. Şayet yüce Allah kafirlerin, doğru yoldan çıkanların ve kötü kimselerin rızıklarını kesecek olsaydı, bunlar kendi kendilerini rızıklandıramazlardı, aç susuz, çıplak ve hayat için gerekli olan temel sebeplerden yoksun olarak ölüp giderlerdi. Ancak yüce Allah'ın hikmeti, ahirette onların lehine veya aleyhine hesaplanmak üzere onların yaşamalarını, dünya hayatında çalışıp çabalama fırsatını bulmalarını öngörmüştür. Bu yüzden yüce Allah rızık meselesini iyilik-kötülük, iman-küfür dairesinin dışına çıkarmıştır. Onu genel hayatın durumu ile, özel ferdî yetenekler ile ilgili sebeplerle bağlantılı kılmıştır. Ayrıca insanlara bahşettiği rızkı bir imtihan ve deneme aracı kılmış ve insanları kıyamet günü bu imtihan ve denemenin sonucuna göre yargılamayı öngörmüştür.

Sonra yüce Allah ahiret ve dünyayı kişinin dilediğini seçebileceği birer kazanç kılmıştır. Kim ahiret kazancını isterse onun için çalışır. Yüce Allah ta kazancını arttırır, bu niyetinden dolayı ona yardımcı olur ve çalışmasını bereketlendirir. Ahiret kazancının yanısıra, bu dünya hayatı için takdir edilen rızık ta kendisine verilir, hiçbir şeyden yoksun bırakılmaz. Hatta yüce Allah'ın bu dünyada kendisine bahşettiği rızık da üretiminde, harcamasında, faydalanma ve hayır amaçlı dağıtılışında Allah'ın hoşnutluğunu gözettiği sürece bizzat ahiret kazancına dönüşür. Kim de dünya kazancını isterse yüce Allah bu dünyada kendisi için takdir edilen nimetleri verir ve onu hiçbir şeyden yoksun bırakmaz. Ancak onun ahirette bir payı olmaz. Çünkü o ahiret kazancı için çalışmamıştır ki, böyle bir payın beklentisi içinde olsun!

Dünya kazancını isteyenlerle ahiret kazancını isteyenlere bakıldığında dünya kazancını istemenin ne büyük bir ahmaklık olduğu ortaya çıkar. Çünkü dünya rızkını yüce Allah bir lütuf olarak sunuyor, dünyayı da,ahireti de isteyene bahşediyor. Her biri yüce Allah'ın bilgisi uyarınca kendisi için takdir edilen dünya kazancındaki payı alır. Ama ahiret kazancı onu isteyen ve onun için çalışan kimselere özgü bir pay olarak kalır.

Dünya kazancını isteyenler arasında, genel duruma ve kişisel yeteneklere bağlı rızık sebeplerinin bir sonucu olarak zenginler kadar fakirlerin de olduğunu görüyoruz. Aynı durum ahiret kazancını isteyenler için de geçerlidir. Şu halde bu iki grup arasında bu dünyada rızık açısından bir fark yoktur. Asıl fark ve ayrıcalık ahirette ortaya çıkacaktır. Durum bu olduğuna göre bu dünyadaki durumunda bir değişiklik yapmadığı halde ahiret kazancını terkeden kimseden daha ahmak biri var mıdır?

Mesele sonuçta Allah katından inen kitabın içerdiği hak ilkesi ve ölçü ile ilgilidir. Çünkü bütün canlıların rızıkları takdir edilirken hak ve adalet ilkesinin gözetildiği açıktır. Bu ilke dileyene ahiret kazancını arttırmada, ve dünya kazancını isteyenlerin kıyamet günü ahiret kazancından yoksun bırakılmasında da gözönünde bulundurulmuştur.

 

21- Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır? Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azap vardır.

22- Yaptıkları işler başlarına inerken zalimlerin, korkudan titrediklerini görürsün. utanıp iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Rab'lerinin yanında onlara diledikleri herşey vardır. İşte büyük lütuf budur.

23- Allah, inanıp salih ameller işleyen kullarını bununla müjdeler. Ey Muhammed! De ki: "Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem." Kim güzel bir amel işlerse onun güzelliğini arttırırız. Doğrusu Allah bağışlayandır. Şükrün karşılığını verendir."

24- Yoksa "Allah'a yalan uydurdu" mu diyorlar? Allah dilerse senin kalbine mührü basar; batılı mahveder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir. Doğrusu O, kalplerde olanı bilendir."

Bir önceki bölümde yüce Allah'ın müslüman ümmet için hayat sistemi olarak öngördüğü prensibin daha önce Hz. Nuh'a, İbrahim'e, Musa ve İsa'ya tavsiye edildiği, aynı prensibin Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- de vahyedildiği açıklanmıştı. Bu bölümde ise içinde yaşadıkları durumu, uydukları hayat sistemini kınama, yerme amacı ile, yüce Allah kendilerine hayat sistemi belirlemediğine göre, ve şu anda uydukları hayat sistemi de bundan önce yüce Allah'ın gönderdiği tüm dinlere, onun koyduğu tüm kanunlara aykırı olduğuna göre kimdir onların uydukları kanunları koyan? Kimdir hayat sistemlerini belirleyen? şeklinde bir soru yöneltiliyor:

"Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır?"

Kim olursa olsun yüce Allah'ın yarattığı hiç kimsenin yüce Allah'ın kanun olarak koymadığı ve izin vermediği bir şeyi kanun olarak koyma yetkisi yoktur. Kulları için kanun koyma yetkisi sadece yüce Allah'a aittir. Çünkü bütün evreni yoktan var eden ve kendi seçtiği yasalar sistemi ile tüm evreni yöneten O'dur. İnsanlık hayatı ise bu uçsuz bucaksız evren çarkında küçücük bir dişli konumundadır. Bu yüzden evreni yönlendiren yasalar sistemi ile uyuşan bir yasa hükmetmelidir insanlık hayatına. Bu ise, uçsuz bucaksız evreni yönlendiren tüm yasalar sistemini kapsayan bir bilgiye sahip bir kanun koymadıkça mümkün olmaz. Allah'tan başka herkes tartışmasız bu denli kapsamlı bir bilgiye sahip olmaktan uzaktırlar. Bu yüzden bu yetersizlikle beraber onların insanlık hayatı için kanun koymalarına itibar edilmez.

Bu gerçek olanca çıplaklığı ile gözler önünde olmasına rağmen, birçokları bunu tartışma konusu yapıyorlar veya inanmıyorlar. Halkları için iyiliği seçtiklerini ileri sürerek yüce Allah'ın koyduğu kanunların dışında kanunlar koymaya yelteniyorlar. Bunu yaparken de içinde bulundukları şartlarla, kendi kafalarından uydurdukları kanunlar arasında bir paralellik kuruyorlar. Sanki yüce Allah'tan daha çok biliyorlarmış, ondan daha iyi hüküm verebiliyorlarmış gibi! Ya da sanki, Allah'ın izin vermediği konularda onlar için kanun koyan Allah'ın dışında ortakları varmış gibi! Bundan daha çirkin bir davranış, Allah'a karşı bundan daha küstahça bir tutum olamaz.

Kuşkusuz yüce Allah, insanlık hayatı için insanın karakteri ile, öz yaratılışı ile, içinde yaşadığı evrenin doğası ve öz yaratılışı ile uyuşacağını bildiği bir yasa koymuştur. Bu sayede hem insanların kendi aralarında hem de evrende yeralan güçlerle en yüksek düzeyde yardımlaşma ve dayanışma gerçekleşir. Yüce Allah bunun için gerekli olan tüm temel yasaları koymuştur. İnsana düşen sadece genel sistemin ve çerçevesi belirlenmiş yasanın sınırları içinde hayatın değişen ihtiyaçları ile birlikte ayrıntı sayılan yeni düzenlemeler yapmaktır. Bu konuda aralarında görüş ayrılığı baş gösterirse meseleyi yüce Allah'a döndürürler; yüce Allah'ın insanlar için hayat düsturu olarak koyduğu temel yasalara başvururlar. Çünkü yüce Allah bu temel yasaları insanların ayrıntı sayılan düzenleme ve uygulamalarını ölçtükleri bir kriter olarak koymuştur.

Böylece yasama kaynağı bire indirgenmiş oluyor; hüküm tek başına Allah'a özgü kılınıyor. O, herkesten iyi hükmeder. Bu yöntemin dışındaki her girişim Allah'ın şeriatına, Allah'ın dinine, Allah'ın Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya ve Muhammed'e -salât ve selâm üzerlerine olsun- tavsiye ettiği prensibe karşı çıkmaktır, isyan etmektir.

"Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi." Yüce Allah, onlara her meselenin kesin çözüme bağlandığı güne kadar mühlet verileceğine ilişkin olarak kesin bir söz vermiştir. Eğer bu söz olmasaydı, kuşkusuz yüce Allah onlara ilişkin kararını bildirecekti; yüce Allah'ın koyduğu kanunlara karşı çıkıp, ondan başkasının koyduğu kanunlara uyanları suçüstü yakalayıp en kısa zamanda cezalarını verecekti. Ne varki yüce Allah, her meselenin çözüme bağlandığı, her amelin karşılığını eksiksiz aldığı güne kadar onlara süre tanımıştır.

"Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azap vardır."

İşte zulmün karşılığı olarak onları bekleyen bu can yakıcı azaptır. Allah'ın koyduğu kanunlara karşı çıkıp ondan başkasının koyduğu kanunlara uymaktan daha büyük bir zulüm var mıdır?

Bu yüzden zalimler bir kıyamet sahnesinde sunuluyorlar. Burada zalimler azaptan dolayı korkuyor, titriyorlar. Oysa daha önce korkmuyorlardı, hatta büyük bir küstahlıkla bu azabın bir an önce gelip çatmasını istiyorlardı.

"Yaptıkları işler başlarına inerken zalimlerin, korkudan titrediklerini görürsün."

Bu ilginç ifade onların korkudan titremelerini "Yaptıkları işlere" bağlıyor. Sanki onların dünyadaki bu kazançları başlıbaşına korkunç bir felakettir. Oysa bu onların kazançlarıdır, kendi elleri ile elde etmişlerdi, ondan dolayı sevinmişlerdi! Ama onlar bugün dünyada "yaptıkları işler başlarına inerken" korkuyor, paniğe kapılıyorlar. Sanki onların işledikleri ameller kaçıp kurtulması mümkün olmayan bir azaba dönüşmüş ve çepeçevre kuşatmıştır onları.

Karşı sayfada ise bu günün azabından korkan, titreyen, mü'minleri görüyoruz. Onları güvenlikte, esenlik ve rahatlık dolu bir ortamda buluyoruz: "İnanıp iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Rabb'lerinin yanın da onlara diledikleri herşey vardır. İşte büyük lütuf budur." ... "Allah, inanıp salih ameller işleyen kullarını bununla müjdeler..."

İfade bütünüyle insana huzur veriyor, etrafa huzur havası yansıtıyor: "Cennet bahçelerindedirler.." "Rabb'lerinin yanında onlara diledikleri herşey vardır." Herşey sınırsız ve sonsuz... "İşte büyük lütuf budur..." "Allah inanıp salih ameller işleyen kullarını bununla müjdeler."Bu ortada bulunan bir müjdedir ve önceki müjdeleri de doğrulamaktadır. Bu atmosfere en uygun olanı da müjde havasıdır.

Bu bol, güzel ve geniş nimetlerin yer aldığı sahnenin ardından Hz. Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun-; sonuçta bu nimetleri elde etmelerini sağlayacak ve kendilerini bu can yakıcı azaptan uzaklaştıracak doğru yolu bulmalarına karşılık olarak kendisi ile aralarında bulunan akrabalık bağını gözetmekten, bu konuda sevgi göstermekten başka bir ücret istemediğini, ücret olarak bunun yeterli olduğunu söylemesi telkin ediliyor:

"Ey Muhammed! De ki: `Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem: Kim güzel bir amel işlerse onun güzelliğini arttırırız. Doğrusu Allah bağışlayandır. Şükrün karşılığını verendir."

Bu ayetin ifade ettiği anlam için şuna işaret etmiştim: Hz. Peygamber onlardan bir ücret istemiyor. Onun akrabalara yönelik sevgisi -Nitekim Peygamber efendimizle Kureyş kabilesine mensup bütün aileler arasında akrabalık vardı- onu kendisinin izlediği doğru yola, hidayete, onları da çağırmaya yöneltiyordu. Onlara karşı beslediği bu sevgiyi, bu duyguyu tatmin etmek için onlara bu şekilde iyilik yapmak istiyordu. Bu girişimine karşılık istediği tek ücret buydu ve bu da yeterliydi.

Kur'an-ı Kerim'de bu ifadeyle karşılaşıp okuduğum her seferinde içimde bu düşünce uyanır. Bir de İbn-i Abbas'ın -Allah onlardan razı olsun- bu ayetle ilgili olarak şöyle bir açıklamada bulunduğu rivayet edilir. Bu rivayeti Buhari'de yer aldığı için buraya alıyorum:

Buhari diyor ki: Bize Muhammed b. Beşşar anlattı, ona da Muhammed b. Cafer anlatmış, ona da Şu'be Abdulmelik b. Meyserenin şöyle dediğini aktarmış: Tavus'un İbn-i Abbas'tan şunları anlattığını duydum: İbn-i Abbas'tan yüce Allah'ın "Yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem" sözünün ne anlama geldiği soruldu. Said b. Cübeyr: Burada kastedilen Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- soyunun akrabalığıdır dedi. Bunun üzerine İbn-i Abbas: Acele ettin! Hz. Peygamberle Kureyş kabilesine mensup bütün aileler arasında akrabalık vardı. Peygamberimiz bunu kastederek, "Benimle aranızdaki akrabalığı gözetmenizden başka ücret istemiyorum" demiştir.

Bu durumda ayet şu anlamı ifade eder: Akrabalığımızı gözönünde bulundurarak bize eziyet etmekten vazgeçmenizden, beni dinleyip, size yönelttiğim çağrıyı daha yumuşak bir tavırla karşılamanızdan başka birşey istemiyorum. Sizden istediğim tek ücret budur, başka değil.

İbn-i Abbas'ın yorumu Said b. Cübeyr'in yorumundan realiteye daha yakındır. Ne varki ben halâ biraz önceki anlamın daha yakın ve daha uygun olduğu düşüncesini taşıyorum. Hiç kuşkusuz yüce Allah bununla neyi kastettiğini bizden daha iyi bilir.

Her halukârda Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- cennet bahçelerinin ve müjdelerin sunulduğu sahnenin karşısında bunun için onlardan herhangi bir ücret istemediğini hatırlatıyor. Oysa bundan çok daha düşük şeylerle yol göstericilik yapan herberler büyük ücretler isterler. Ne varki bu, yüce Allah'ın lütfudur. O, kullarına lütufta bulunurken onları ticaret ve adalet ölçülerine göre hesaplamaz. Hoşgörü ve lütufuna göre hesaplar ödüllerini.

"Kim güzel bir amel işlerse onun güzelliğini artırırız."

Sözkonusu olan sadece ücret istememek değildir. Bunun yanısıra iyilikler de arttırılıyor, bol nimetler bahşediliyor. Bütün bunlardan sonra bağışlanma ve şükür vardır.

"Doğrusu Allah bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir."

Allah bağışlıyor. Sonra... Allah teşekkür ediyor... Kime teşekkür ediyor?.. Kullarına teşekkür ediyor... Onların iyilik yapmalarını sağlayan O'dur. Sonra onların iyiliklerini arttıran O'dur. Kötülüklerini bağışlayan O'dur. Bütün bunlardan sonra yüce Allah onlara teşekkür ediyor...

Ne büyük lütuf! Bunlara karşı şükretmek, gereğini yerine getirmek bir yana, insan bu lütufları izlemekten bile acizdir. Sonra tekrar ilk gerçeğe dönülüyor.

Burada söz son şüpheden açılıyor. Onlar, geçen gezintilerde kaynağından, mahiyetinden ve hedefinden sözedilen vahye kârşı takındıkları olumsuz tavrı bu şüpheye bağlıyorlardı:

"Yoksa `Allah'a yalan uydurdu' mu diyorlar?"

Şu halde onlar Hz. Peygamber'in sözlerini doğrulamıyorlar. Çünkü ona vahiy inmediğini, Allah katından ona birşey gelmediğini iddia ediyorlar!

Fakat bu söz geçersizdir, hiçbir mantıklı dayanağı yoktur. Çünkü yüce Allah, kendisine hiçbir şey vahyedilmediği halde bir insanın kalkıp Allah tarafından kendisine vahiy geldiğini ileri sürmesine müsade etmez. Yüce Allah'ın onun kalbini mühürlemeye ve bunun gibi bir Kur'an'ı okumasına engel olmaya gücü yeter. Böyle bir insanın sunduğu batılı ortaya çıkarıp, gerçeği onun yerine yerleştirebilir:

"Allah dilerse senin kalbine mührü basar; batılı mahveder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir."

Çünkü Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- zihninde geçen hiçbir şey O'na gizli değildir. O bunları ifade etmeden önce yüce Allah onun kafasında geçenleri bilir:

"Doğrusu O, kalplerde olanı bilendir."

Şu halde bu, dayanaksız bir kuşkudur. Hiçbir temele dayanmayan bir kuruntudur. Yüce Allah'ın tüm gizlilikleri bildiğine, herşeye gücü yettiğine, hakkı yerleştirip batılı yok etmeye ilişkin yasasına ters düşen bir iddiadır. Şu halde vahiy haktır. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- sözü doğrudur. Onun hakkında dolaşan dedikodular batıldır, zulümdür, sapıklıktır. Bununla geçici bir süre için vahiy meselesine ara veriliyor. Bu açıklamanın ardından surenin akışı onları bir başka gezintiye çıkarıyor.

Surenin bu ikinci bölümü iç ve dış alemdeki imanın kanıtlarından, ilahi gücün insanları kuşatan doğrudan doğruya onların hayatları ve geçimlerini ilgilendiren etkilerinden sözediyor. Mü'minleri diğer insanlardan ayrıcalıklı kılan belirgin niteliklerine değiniyor. Surenin birinci bölümünde, değişik yönleriyle vahiyden ve peygamberlik görevinden sözedildikten sonra bu konuya giriliyor. Sonra tekrar surenin sonunda vahyin mahiyetinden ve peygamberlere iletilirken izlenen yoldan sözediliyor. İki bölüm arasında bir bağlantı olduğu da açıktır. Bunlar insan kalbine giden, onu vahiy ve imana ulaştıran iki yoldur.

 

25- O, kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.

26- Allah, iman edip iyi işler yapanların tevbesini kabul eder. Lütfundan onlara fazlasını verir. Kafirlere gelince onlara da çetin bir azap vardır.

27- Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat O rızkı dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görür.

Psikolojik yönden uyarmayı amaçlayan bu mesaj, kıyamet günü karşılarına çıkan kendi kazançları olan amellerden korkup kaçan zalimler ile cennet bahçelerinde nimetler içinde yaşayan mü'minlerin yeraldığı sahnenin sunuluşundan, ayrıca peygamberin yüce Allah'tan alıp kendilerine sunduğu inanç sisteminin etrafındaki tüm kuşkular bertaraf edilip, yüce Allah'ın kalplerde olan herşeyi bildiği vurgulandıktan sonra geliyor.

Bu mesaj, kıyamet günü nihai karar verilmeden önce içinde bulunduğu sapıklıktan tevbe edip dönmek isteyenleri teşvik etmek amacı ile geliyor ve tevbe kapısını, geriye dönüp kapısını sonuna kadar açıyor: Allah tevbeleri kabul eder, kötülükleri bağışlar. Şu halde karamsarlığa, günahta ısrar etmeye ve geçmişte işlenen günahlardan dolayı korkmağa gerek yoktur, diyor. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını biliyor. Dolayısiyle O, gerçek tevbeyi de bilir ve onu kabul eder. Tıpkı geçmişte işlenen günahları da bilip bağışladığı gibi.

Bu mesaj iletildiği sırada tekrar mü'minlerle kafirlerin alacakları karşılığa değiniliyor. İnanıp salih ameller işleyenler Rabb'lerinin çağrısına olumlu karşılık veriyorlar. O da onlara yönelik lütfunu arttırıyor: "Kafirlere gelince onlara da çetin bir azap vardır". Ama şiddetli azaptan kurtulmak, yüce Allah'ın olumlu karşılık verenlere yönelik lütfundan yararlanmak isteyenler için tevbe kapısı açıktır.

Yüce Allah'ın ahiretteki lütfu hesapsızdır, sınırsız ve sonsuzdur. Ama dünyada kullarına bahşettiği rızık ise, sınırlıdır, miktarı belirlenmiştir. Çünkü yüce Allah, yeryüzünde insanların üzerlerine Allah'ın sınırsız lütfunun kapılarının açılmasına güç yetiremeyeceklerini biliyor:

"Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görür."

Bu ifade -ne kadar çok olursa olsun- dünya hayatında insanlara bahşedilen rızıkların ahiretteki bol lütuf karşısında çok az olduğunu tasvir ediyor. Yüce Allah kullarının yani şu insanların ancak sınırlı bir zenginliği kaldırabileceklerini biliyor. Şayet ahirette onlara bol bol nimet bahşettiği gibi dünya hayatında da rızıklarını bollaştırırsa, azgınlaşacaklarını, sapacaklarını biliyor. Çünkü insanlar küçük ve güçsüz yaratıklardır, dengeli davranamazlar. Güçsüzdürler, ancak belli bir noktaya kadar kaldırabilirler. Allah kullarından haberdardır, onları görür. Bu yüzden onların rızıklarını kaldırabilecekleri ölçüde sınırlı tutmuştur. Bol lütfunu ise, dünyadaki sınavı başarıyla veren, denemeleri aşan, yüce Allah'ın kendileri için hazırladığı sonsuz ve sınırsız nimetlerine kavuşmak için sonsuzluk yurduna esenlik içinde ulaşan kimseler için bırakmıştır.

 

28- İnsanların umutsuzluğa düşmelerinin ardından yağmuru indiren ve rahmetini yayan Allah'tır. O, gerçek dosttur, övülmeye layık olandır."

Bu da bir başka mesaj. Aynı şekilde yüce Allah'ın yeryüzünde kullarına bahşettiği lütfun bir yönünü hatırlatıyor. İnsanlar uzun süredir yağmur yüzü görmemişlerdir. Bir damla yağmur yağmamıştır. Hayatın sürmesi için gerekli olan temel unsurdan, yani sudan yoksun duruyorlar... Artık ümitlerini yitirmiş, karamsarlığa düşmüşlerdir. Sonra yüce Allah yağmur indiriyor, su ihtiyaçlarını gideriyor. Rahmetini her tarafa yayıyor. Bunun üzerine yeryüzü canlanıyor, kuruyan yerler yeşeriyor, tohumlar gelişiyor, bitkiler hareketleniyorlar. Hava yumuşuyor, hayat akışını sürdürüyor, her tarafta hareketlilik görülüyor. Çizgiler, yollar genişliyor, kalpler açılıyor ve içinde arzular kıpırdanmaya başlıyor. Ümit yeniden uyanıyor. Ümitsizlikle rahmet arasında sadece birkaç saniye var. Bu birkaç saniye içinde rahmet kapıları açılıyor, gök kapılarından su iniyor. "O, gerçek dosttur, övülmeye layık olandır." O, gerçek yardımcıdır, kullarının rızkını ve hayatını O, garantilemiştir. O'nun zatı da, sıfatları da övgüye layıktır.

Burada yağmuru ifade etmek için Kur'an ayetinde seçilen "Gays" kelimesi, etrafa yardım, kurtarma ve dara düşenin, sıkıntıda olanın yardımına koşma havası yayıyor. Nitekim gönderilen yağmurun etkisi anlatılırken de aynı durum sözkonusudur... "Rahmetini yayar." Bu da tazelik, ümit ve sevinç havasını yayıyor. Bu durum bizzat yeryüzünde bitkilerin açılıp serpilmeleri ile, meyvelerin tomurcuklanması ile yaşanmaktadır. Kuraklıktan sonra yağan yağmurun sahnesi gibi hiç bir sahne duygu ve sinirleri yatıştırmaz. Kalp ve vicdanı yumuşatıp rahatlatmaz. Hiçbir sahne, yağmurun yağması ile birlikte her türlü bitkiyi yeşerten, öldükten sonra yemyeşil bir renge bürünen toprağın manzarası gibi kalbin sıkıntılarını dağıtamaz, insan ruhuna huzur veremez.

 

29- Gökleri, yer ve bunların içine yayıp ürettiği canlıları yaratması da O'nun ayetlerindendir. O, dilediği zaman onları tekrar toplamaya da kaadirdir

30- Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.

31- Yeryüzünde O'nu aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz da yardımcınız da yoktur.

Dikkatlere sunulan bu evrensel ayet, vahyin tanıklık etmek üzere geldiği gerçeğe tanıklık etmek amacı ile yaratılmıştır. Ne varki onlar bu gerçekten kuşku duyuyorlar, onu yorumlarken görüş ve inanç ayrılığına düşüyorlar. Göklerin ve yerin şahsında somutlaşan ayet tartışmaya ve kuşkuya katlanamaz. Çünkü bu ayetin ifade ettiği anlam kesindir. İnsanın öz yaratılışına kendine özgü diliyle hitap eder. Gerçeği öğrenmenin peşinde olan hiçbir tartışmacı bu konuda tartışmaya girmez. Gökleri ve yeri var edip yönlendiren insan olmadığını, onun dışında Allah'ın yarattığı herhangi bir varlığın da bunu gerçekleştiremeyeceğine içtenlikle tanıklık eder. Onları varedip yönlendirenin varlığını kabul etmekten başka seçenek yoktur. Çünkü göklerin ve yerin dehşet verici büyüklüğü, ince ahengi, kesintisiz işleyen düzeni, değişmez yasalar sisteminin birliği... Evet bütün bunları, akıl açısından yaratıp yönlendiren bir ilahın varlığı ile açıklamaktan başka seçenek yoktur. İnsanın öz yaratılışına gelince; o, bu evrenin mesajını dolaysız algılar, bu mesajla ilgili olarak dışardan bir tek söz bile duymadan önce bu mesajı kavrar, onu benimser.

Gökler ve yer ayeti özünde bir başka ayeti de barındırıyor: "Bunların içine yayıp ürettiği canlılar..." Göklerde bulunup ta bizim kavrayamadığımız hayat türleri bir yana-. Şu yeryüzündeki hayat da tek başına bir ayettir. Nasıl ortaya çıktığını bırak, hiç kimse mahiyetine derinlemesine inemediği sırrın. Hiç kimsenin nereden geldiğini, nasıl geldiğini, nasıl canlıları bürüdüğünü bilemediği kapalı bir sır. Bu sırrın kaynağını ve mahiyetini ortaya çıkarmak amacı ile başlatılan tüm girişimlerin yüzüne kapıları kapanmış, perdeler gerilmiştir. Ve bu araştırmaların tümü -hayatın ortaya çıkışından sonra- canlıların gelişmesi, türlere ayrılmaları, farklı görevler üstlenmeleri konusu ile sınırlı kalmışlardır. Bu dar ve gözler önündeki kısımla ilgili olarak değişik görüşler ve teoriler ortaya atılmıştır. Perdenin gerisi ise hiçbir bakışın uzanamadığı, hiçbir düşüncenin ulaşamadığı bir sır olarak varlığını korumuştur... Kısacası hayat sırrı Allah'a özgü bir meseledir. Ondan başkası bu sırrı kavrayamaz.

Her yere dağılmış bulunan bu canlılar... Yeryüzünde ve yerin altında, denizin derinliklerinde ve uzay boşluğunda yaşayan bu canlılar -Gökyüzünde yaşayan başka canlıları bir yana bırak- insanın çok az bir kısmını bildiği ve sınırlı araçlarla ancak bilinen türlerini kavrayabildiği bu her tarafa dağılmış canlılar. Gökte ve yerde dolaşan bu canlıları yüce Allah dilediği zaman biraraya toplar. Bir tek tanesi bile kaybolmaz onların. Eksiksiz bir araya gelirler!

Öte yandan insanoğlu kafeslerinden uçup gitmiş bir evcil kuş sürüsünü veya peteklerinden kaçmış arı sürüsünü toplamaktan acizdir.

Sayısını ancak yüce Allah'ın bildiği yığınlarca kuş sürüsünü. Allah'tan başka kimsenin sayamadığı arı, karınca ve benzeri hayvan yığınlarını. Allah'tan başka nerede olduklarını kimsenin bilemediği haşere, parazit ve mikrop sürülerini. Yine Allah'tan başka kimsenin haberdar olmadığı, balıkları ve deniz hayvanlarını. Her tarafa dağılmış bulunan evcil ve yırtıcı hayvanları. Yeryüzünün her bölgesine yerleşmiş insan gruplarını. Bunlarla birlikte göklerin bilinmezliklerinde gizlenmiş bulunan yüce Allah'ın yarattığı sayısız canlıları... Hepsini... Hepsini. Dilediği zaman yüce Allah biraraya getirir.

Bütün bu canlıların göklere ve yere yayılması ile bir araya getirilmeleri için bir söz yeterlidir. İfade, Kur'an'ın olayları sunuş yöntemi uyarınca yayılma sahnesi ile toplanma sahnesini bir çırpıda ve aynı anda karşılıklı olarak sunuyor. Çünkü daha dil bu kısacık Kur'an ayetini tamamlamadan kalp bu iki dehşet verici sahneyi aynı anda seyredebiliyor:

Bu iki sahnenin ışığında ayetlerin akışı onlara bu dünya hayatında kendi elleri ile kazandıkları şeylerden dolayı başlarına gelecek akıbetten sözediyor. Ama bu akıbet onların dünyadaki tüm kazançlarının karşılığı değildir. Çünkü yüce Allah onları bütün yaptıkları işlerden dolayı sorumlu tutmuyor. Bir çoğunu bağışlıyor. Bu arada ayet-i kerime onların güçsüzlüklerini tasvir ederek, bu niteliklerini onlara hatırlatıyor. Böylece koskoca canlılar aleminde sadece küçücük bir grup olduklarını somut biçimde ortaya koyuyor.

"Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder. Yeryüzünde O'nu aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz da, yardımcınız da yoktur."

Birinci ayette yüce Allah'ın adaleti ve şu zayıf insana yönelik rahmeti belirginleşiyor. Çünkü insanın başına gelen her kötülüğün, insanın kendi elleriyle hazırladığı bir sebebi vardır. Ne varki yüce Allah, onu her yaptığından dolayı suçlu bulup cezalandırmıyor. Çünkü yüce Allah insanın zayıf bir yaratık olduğunu, onun fıtratına bazı itici özellikler verdiğini ve bu itici özelliklerin zaman zaman insanı etkisi altına aldığını biliyor. Bu yüzden bir hoşgörü örneği ve insana yönelik rahmetinin belirtisi olarak çoğu suçlarını bağışlıyor.

İkinci ayette ise insanın zayıflığı önplana çıkarılıyor. Buna göre insan yeryüzünde Allah'ın kurduğu düzeni değiştiremez, Allah'ın yasasının işlemesine engel olamaz. Öte yandan onun Allah'tan başka dostu ve yardımcısı da yoktur. Şu halde gerçek dostuna ve yardımcısına sığınmaktan başka ne yapabilir? Nereye gidebilir?

 

GEMİLER VE DENİZLER

32- Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun ayetlerindendir.

33- Allah dilerse rüzgarı durdurur, gemiler denizin yüzünde durakalır. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.

34- Yahut yaptıkları yüzünden gemileri helak eder. Bir çoğunu da affeder.

35- Ayetlerimiz hakkında tartışanlar, kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.

Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de Allah'ın ibret alınması gereken ayetlerinden biridir. Gözle görülen somut bir ayet. Bu ayet, tartışmasız tümü de yüce Allah'ın yarattığı başka ayetlere dayanır. Şu denizi kim meydana getirmiştir? Hangi insan O'nun dışında hangi yaratık denizi meydana getirdiğini iddia edebilir? Kim, ona koca gemileri kaldırmasını sağlayacak yoğunluk, derinlik ve genişlik gibi özellikler vermiştir? Sonra şu gemilerin' öz maddesini kim yaratmış, bu maddeyi suda yüzebilecek yeteneklerle kim donatmıştır? Ayrıca o gün için bu ayete muhatap olanların bildiği bu tür gemilerin hareket etmesini sağlayan rüzgara (rüzgar dışında günümüzde insanın emrine verilen buhar ve atom enerjisi veya bundan sonra yüce Allah dilerse ortaya çıkacak başka enerji türlerine) bu evrende dağlar gibi gemileri denizde yüzdürme gücünü kim vermiştir?

"Allah dilerse rüzgarı durdurur, gemiler denizin yüzünde durakalır." Nitekim zaman zaman rüzgar diner, o zaman gemiler derin bir sessizliğe gömülür, içinde hayat kalmamış gibi öylece kalakalır.

"Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır." Gemilerin akıp gitmesinde, aynı şekilde hareketsiz kalmasında çok sabreden, sürekli şükreden kişiler için çıkarılacak ibret dersleri vardır. Kur'an-ı Kerim'de sabır ve şükür çoğu zaman birlikte gündeme getirilir. Sınama maksatlı zorluklara karşı sabır, nimetlerden dolayı şükür, darlıkta ve bollukta mü'min ruhun iki temel dayanağıdır.

"Yahut yaptıkları yüzünden gemileri helak eder."

Veya insanların işledikleri günahlar, kötülükler ve bazı insanların dışında bütün yaratıkların boyun eğdiği insan gerçeğine karşı çıkmaları yüzünden gemileri suyun dibine batırır ya da onları paramparça eder.

"Bir çoğunu da affeder."

Yüce Allah insanları işledikleri bütün günahlardan dolayı cezalandırmaz. Çoğu zaman onlara hoşgörülü davranır, bağışlar, birçok günahlarını affeder. "Ayetlerimiz hakkında tartışanlar, kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler."

Şayet yüce Allah onları azabı ile karşı karşıya getirmeyi dilese ve onların gemilerini batırsa, onlar bundan kurtulamazlar.

Böylece Kur'an-ı Kerim insanlara ellerinde bulunan tüm dünya nimetlerinin her an yok olmakla karşı karşıya bulunduğunu, Allah'la kurulan sağlam bir ilişkiden başka hiçbir şeyin sürekli ve kalıcı olmadığını hatırlatıyor.

DÜNYA HAYATI VE MÜ'MİNLERİN ÖZELLİKLERİ

Sonra Kur'an-ı Kerim onlarla bir adım daha atıyor ve şu yeryüzünde kendilerine verilen tüm nimetlerin bu dünya hayatı ile sınırlı olduğuna dikkatlerini çekiyor. Bu arada kalıcı değerin, yüce Allah'ın ahirette mü'minlere, Rabb'lerine güvenip dayananlara hazırladığı nimetler olduğunu vurguluyor. Buradan hareketle sözkonusu mü'minlerin ayırıcı ve kendilerini özel nitelikleri ve karekteristik özellikleri olan bir ümmet olarak belirginleştiren sıfatlarını belirliyor:

 

36- Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir. İnanıp Rabb'lerine güvenenler için Allah'ın yanında bulunanlar daha iyi ve daha kalıcıdır.

37- Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman da affederler.

38- Rabb'lerinin çağrısına gelirler, namaz kılarlar. Onların işleri aralarında danışma (İstişare) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar.

39- Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar.

40- Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükafatı Allah'a aittir. Doğrusu Allah zalimleri sevmez.

41- Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselerin aleyhine bir yol yoktur.

42- İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azap bunlaradır.

43- Fakat kim sabreder kendisine yapılan kötülüğü affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir.

Bundan önce bu surede Kur'an-ı Kerim insanlığın durumunu tasvir ederken, kitap ehli toplumların kendilerine yeterli bilgi geldikten sonra görüş ve inanç ayrılığına düşüp bölündüklerine işaret etmişti. Bu bölünmelerinin yüce Allah'ın kendilerine indirdiği kitabı kendileri için belirlediği ve Hz. Nuh'tan, İbrahim'e, ondan Musa'ya, İsa'ya kadar süren değişmez hayat sistemini bilmeyişlerinden kaynaklanmadığına değinmişti. Yine bölünen bu gruplardan sonra kitabı devralan kuşakların ona içtenlikle inanmadıklarına, aksine kuşku ile yaklaştıklarına işaret etmişti.

Allah katından inen dinlere mensup olanların, Allah'ın gönderdiği peygamberleri izleyenlerin durumu bundan ibaret olunca, herhangi bir peygamberi izlemeyen, bir kitaba inanmayanların durumu bundan daha sapık, bundan daha karışık olacaktır.

Bu yüzden insanlık, kendisini içinde yüzdüğü bu kör cahiliyeden kurtaracak, elini tutup kopmaz bir kulpa bağlayacak, hem kendisinin hem de bütün varlıklar aleminin Rabb'i olan Allah'ın yoluna doğru kendisine yol göstericilik yapacak güvenilir ve doğru bir önderliğe ihtiyaç duyuyordu.

Yüce Allah, şehirlerin anası Mekke ve çevresinde oturanları uyarması için kulu Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- Arapça Kur'an olarak kitabını indirdi. İnsanlık tarihi ile birlikte süregelen davet hareketinin halkalarını birbirine bağlamak, davet hareketinin metodunun, yolunun ve hedefinin bir olduğunu ortaya koymak, etkin ve önderlik işlerini yerine getiren müslüman bir kitle meydana getirmek ve bu davayı yüce Allah'ın istediği ve hoşnut olduğu şekliyle yeryüzünde pratik olarak gerçekleştirmek için daha önce Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği prensibi bu Kitab'ta bir hayat düsturu olarak yasalaştırdı.

İşte burada, bu ayetlerde müslüman kitlenin ayırıcı ve karekteristik özellikleri dile getiriliyor. Bu ayetler, Medine'de bir müslüman devlet kurulmadan önce Mekke'de inmiş olmalarına rağmen müslüman kitlenin niteliklerinden biri olarak şunu görüyoruz: "Onların işleri aralarında danışma (istişare) iledir." Bu da gösteriyor ki, şura ilkesi müslümanların hayatında devletin siyasal düzeni olmaktan çok daha köklü bir yere sahiptir. Şura bütün cemaatin temel karekteridir. Bu cemaat olarak sorunlarını bu ilke doğrultusunda çözüme bağlarlar. Sonra cemaat olmanın doğal sonucu olarak cemaatten devlete geçilir. Yine müslüman cemaatin niteliklerinden biri olarak şunu görüyoruz: "Bir zulme veya saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar."

Oysa hicretten sonra savaş izni verilene kadar Mekke'de müslümanlara verilen emir, sabretmeleri, saldırıya saldırı ile karşılık vermemeleri şeklindeydi. Ama Medine'ye hicret edildikten sonra onlara şöyle denmişti: "Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter."(Hacc Suresi, .39)

Müslüman cemaatin karekteristik özellikleri gündeme getirildiği bir sırada, Mekke'de inen bu ayetlerde bu tür bir nitelikten sözedilmesi gösteriyor ki, zulüm ve saldırılara karşı yardımlaşma, müslümanların değişmez ve temel bir sıfatıdır, bundan önce verilen savaşmaktan kaçınmaya ve haksızlıklar karşısında sabretmeye ilişkin direktif, belli şartlarda başvurulan istisnai bir kuraldır. Dolayısiyle, konu müslüman cemaatin temel nitelikleri olduğu için, ayetler Mekke'de inmiş olmasına ve henüz saldırılara topyekün dayanışma ile karşı koyma izni verilmemiş olmasına rağmen bu değişmez ve temel nitelikte burada gündeme getiriliyor.

İnsanlığa önderlik yapmak ve onları cahiliyenin karanlığından islamın aydınlığına çıkarmak üzere seçilen müslüman cemaatin ayırıcı ve karekteristik özelliklerinin, henüz önderliği fiilen ele almadığı bir sırada ve Mekke'de inen bir surede gündeme getirilmesi üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir meseledir. Çünkü bunlar en başta bulunmaları ve cemaat içinde fiilen gerçekleşmesi gereken niteliklerdir. Cemaatin fiili önderliğe elverişli olabilmesi için bu durum kaçınılmazdır. İşte bunun için üzerinde düşünülmesi gerekir. Nedir bu nitelikler? Gerçek mahiyetleri nedir? Bütün insanlık hayatında bu niteliklerin önemi nedir?

Bu nitelikler; iman, Allah'a güvenip dayanmak, büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan sakınmak, kızınca bağışlamak, Allah'ın çağrısına olumlu karşılık vermek, namaz kılmak, her meselede şura ailesini uygulamak, yüce Allah'ın verdiği rızıklardan Allah uğrunda mali harcamada bulunmak, elbirliği ederek zulme karşı çıkmak, bağışlamak, kendi hayatını ve çevresini düzeltmek ve her türlü zorluğa göğüs gererek sabretmektir.

Bu niteliklerin gerçek mahiyeti nedir ve ne ölçüde önemlidirler? Kur'an'ın kendi ahenkli akışı içinde bu nitelikleri sunarken bu konuya açıklık getirmemiz yerinde olacaktır.

Kur'an-ı Kerim, insanları geçici ve kalıcı değerlerin gerçek mahiyetini öğrenebilecekleri değişmez ilahi bir ölçü ile karşı karşıya getiriyor. Böylece meselenin ruhlarında karmaşık bir hal alıp ölçülerinin, diğer yargılarının karışmasına engel oluyor. Bu amaçla müslüman cemaatin niteliklerini saymaya başlamadan önce bu ölçüyü hatırlatıyor:

"Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır."

Kuşkusuz şu yeryüzünde çekici ve göz kamaştırıcı nimetler, süsler vardır. Çeşitli rızıklar, evlatlar, şehevi duygular, zevkler, makam ve iktidar da bunlardandır. Öte yandan yüce Allah'ın yeryüzünde kullarına bir lütuf olarak, karşılıksız bir bağış olarak bahşettiği nimetler vardır. Bunlar şu dünya hayatında insanın günahkârlığı veya itaatkârlığı ile bağlantılı değildirler. Gerçi bu nimetler, itaatkârın elinde -az da olsa- bereketlendirilir, isyankârın elinde bulunanlar ise -çok da olsa- bereketi giderilir.

Fakat bunların hiçbiri kalıcı ve değişmez değer değildir. Bunlar dünyanın geçim kaynaklarıdır. Kullanım süreleri belirlenmiştir. İnsanı yüceltmez ve küçültmez. Bu nimetler kendi başlarına yüce Allah'ın katında bir ihsanın saygınlığına veya aşağılanmışlığına kanıt oluşturamaz. Yine yüce Allah'ın hoşnutluğunun veya öfkesinin belirtisi sayılamaz. Bunlar sadece geçim kaynaklarıdır. "Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır." Özü itibariyle daha iyidir. Süresi bakımından daha kalıcıdır. Çünkü dünya hayatının geçim kaynakları Allah'ın katındaki nimetlerle karşılaştırıldıklarında çok basit ve önemsiz kalırlar. Allah'ın sürekli kullarının üzerine akıttığı sonsuz lütfu ile karşılaştırıldığında sınırlı oldukları ortaya çıkar. Dünyanın geçim kaynaklarının günleri sayılıdır. Bir ferd en fazla ömrünün sonu kadar bunlardan yararlanabilir. Bütün insanlık ta öyle. Onların da bu dünya nimetlerinden yararlanmaları bütün insanlığın yaşama süresi ile sınırlıdır. Bu ise, yüce Allah'ın günleri ile karşılaştırıldığında bir göz açıp kapama anı veya bundan da az bir süre kadardır.

Bu gerçek bu şekilde açıklandıktan sonra, yüce Allah'ın kendilerine daha iyi ve daha kalıcı nimetler hazırladığı mü'minlerin niteliklerinin açıklanmasına geçiliyor.

Önce iman sıfatından sözediliyor: "İnanıp Rabb'lerine güvenenler için Allah'ın yanında bulunanlar daha iyi ve daha kalıcıdır." İnsanın değeri şuradan gelir: O, ilk ve temel gerçeğe ilişkin bir bilgidir. İman olmadan insanın içinde, varlık alemine ilişkin doğru bir bilgi yeredemez. Çünkü varlık aleminin gerçek mahiyetini kavramak ve bunun yüce Allah'ın sanatı olduğunu algılamak ancak Allah'a iman yolu ile mümkün olabilir. İnsan bu gerçeği kavradıktan sonra evren ile iletişim kurabilir. Çünkü insan bu durumda evrenin özünü bildiği gibi, ona egemen olan kanunları da bilir. Bu yüzden insanın hareketleri ile şu büyük varlık aleminin hareketleri arasında bir ahenk oluşur. Bu durumda insan evrensel yasalar sisteminden sapmaz. Kendi hareketleri ile evrenin hareketleri arasındaki bu ahenkten dolayı mutlu olur. Varlık alemi ile birlikte itaat ederek, kayıtsız şartsız teslimiyet duygusu ile, barış içinde varlıklar aleminin yaratıcısına doğru yolalır. Bu nitelik her insan için gereklidir. Ancak, varlıklar aleminin yaratıcısına doğru insanlığa yol göstericilik yapacak önder bir cemaat için çok daha gereklidir, elzemdir. '

İmanın değeri bir de şuradan gelir: İman insan ruhunu yatıştırır. İnsanın, yolunu güven içinde izlemesini sağlar. Onu şaşkınlıktan, çekingenlikten, korku ve karamsarlıktan kurtarır. Bu nitelikler, şu gezegendeki yolculuğu esnasında her insan için gereklidir. Ama yol gösteren ve insanlığa bu yolculuğunda önderlik yapan bir lider için çok daha gereklidir.

Arzu ve ihtiraslardan, kinden, nefretten, kişisel çıkardan ve ganimetler elde etme duygusundan soyutlanmak açısından iman büyük değere sahiptir. Bu durumda kalp şahsının ötesinde bir hedefe bağlanır; bu meselenin kendisiyle bir ilgisinin bulunmadığını, bunun Allah'ın dinine davet olduğunu ve kendisinin bir ücret karşılığı Allah adına çalıştığını anlar. Bu bilinç önderlik görevini omuzlamış biri için zorunludur. Hareketten ayrılıp kendisine baş kaldıran bir grubun bu eylemi karşısında veya davet görevini yerine getirirken çeşitli baskılarla, eziyetlerle karşı karşıya kaldığında ümitsizliğe kapılması, kitleler çağrısına koştuğu veya kendisine boyun eğdikleri zaman da gurura kapılmaması için bu anlayış kaçınılmazdır. Çünkü o, sadece belli bir ücret karşılığında çalışan bir işçidir.

İlk müslüman kitle bütün içtenliğiyle iman etmişti. Bu iman ruhları, ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerinde şaşırtıcı bir etki bırakmıştı. O sıralar insanlık aleminde iman tablosu solmuş, tanınmayacak hale gelmişti. İmanın insanların ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerindeki etkisi kaybolmuştu. İslam geldiği zaman canlı, etkin ve aktif bir iman tablosu meydana getirdi. Bu sayede mü'min kitle omuzlarına yüklenen önderlik görevini yerine getirmeye elverişli hale geldi.

Üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi "Müslümanların gerilemesi ile dünya neler kaybetti" adlı eserinde bu imana ilişkin olarak şöyle der:

"En büyük düğüm -şirk ve küfür düğümü- çözüldü. Bunun sonucu diğer tüm düğümler çözüldüler. Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun müşriklerle en öncelikli konuda cihada girişti ve islamın öngördüğü her emir ve yasak için teker teker cihad yapmaya gerek duymadı. En öncelikli mesele etrafında girişilen çarpışmada islam cahiliyeyi yenilgiye uğrattı. Artık her çarpışmada zafer islamındı. Bundan sonra müşrikler kalpleri ile, organları ile, ruhları ile topyekün barış ve esenlik dini islama girdiler. Doğru yolu açık seçik gördükten sonra Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı çıkmadılar. Onun verdiği bir karara karşı içlerinde bir hoşnutsuzluk, bir burukluk kalmamıştı. Zaten onun serbest veya yasak olarak öngördüğü bir şeyde onların seçme hakkı yoktu." "Gitgide içlerinde şeytanın vesveselerine yer kalmadı. Hatta kendi şahıslarını ilgilendiren duygular da içlerinde barınamaz oldu. Başkalarından uzaklaştıkları gibi kendi kendilerinden, çıkarlarından, kişisel endişelerinden uzaklaştılar. Daha dünyadayken ahiret adamı oldular. Bu günden yarını yaşadılar. Bir musibet karşısında paniğe kapılmadılar, feryadı basmadılar. Nimet de şımartmadı onları. Fakirlikten dolayı ezilmediler. Zenginlik azgınlaştırmadı onları. Ticaret onları oyalamadı. Güçlü bir konuma gelince başkalarını küçümsemediler. Yeryüzünde büyüklenmek, bozgunculuk yapmak düşüncesinde değildiler. İnsanlar için ideal ölçüler oldular. Kendileri, anne-babaları ve akrabaları aleyhinde de olsa Allah için şahitlikte bulunarak adalet ilkesinin somut örnekleri oldular. Tüm yeryüzü ayaklarının altına serilmişti. İnsanlığın sığınağı, dünyanın koruyucuları ve Allah'ın dininin davetçileri olmuşlardı."

Üstad en-Nedvi, gerçek imanın insanın ahlâki yapısı ile eğilimleri üzerindeki etkilerinden sözederken şöyle der:

"Gerek Araplar gerek Arap olmayanlar, kısacası tüm insanlık cahiliye hayatı yaşıyordu. Kendilerinin yararlanması için yaratılan, kendi irade ve yönlendirmelerine boyun eğen her şeye secde ediyorlardı. Taptıkları bu yaratıklar kendilerine itaat edeni ödüllendiremez, karşı çıkanı da cezalandıramazdı: Herhangi bir şeyin serbestliğini veya yasaklığını belirleyemezdi. Din, hayatlarında etkisi bulunmayan yüzeysel bir kurumdu. Ruhları, vicdanları ve kalpleri üzerinde bir yaptırım gücü, ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerinde bir etkinliği yoktu. Yüce Allah'a, işini tamamlamış, herşeyden eletek çekmiş, bazı insanlara Rablık kisvesini giydirmek için hakkından feragat etmiş bir yaratıcı, bir usta gibi inanıyorlardı. Kontrolü ellerine geçirmişlerdi. Örgütlü bir hükümetin diğer yetkilerinin yanısıra memleketin yönetimini, işlerinin yürütülmesini, gelir kaynaklarının dağılımını kendi arzularına göre düzenlemek üzere üstlenmişlerdi. Allah'a inanmaları tarihsel bir bilgiden öteye geçmiyordu. Allah'a inanmaları, gökleri ve yeri onun yarattığını kabul etmeleri, bir tarih talebesinin; şu eski sarayı kim yaratmıştır? sorusuna karşılık, ondan korkmaksızın, ona boyun eğmeksizin bir eski kralın adını söylemesinden farksızdı. Dinleri Allah korkusundan, ona dua etmekten uzaktı. Allah' hakkında onu sevmelerini sağlayacak olumlu birşey bilmiyorlardı. Allah hakkındaki bilgileri, anlaşılmaz, kapalı, kısa ve sembolikti.

Bu yüzden içlerinde Allah'a karşı sevgi ve ürperme duygusu uyanmazdı..." "...Araplar ve müslüman olan diğer toplumlar Allah hakkındaki bu yanlış,karmaşık ve ölü anlayıştan kurtulup derin, açık ve canlı bir anlayışa sahip oldular. Bu anlayış ruh, vicdan, kalp ve organlar üzerinde etkindi. Etkileri ahlâki ve toplumsal yapıya yansımıştı. Hayat ve hayatla ilgili her şeyde bu aktif anlayışın etkinliğini görmek mümkündü. En güzel isimlere sahip ve en ideal örneği veren Allah'a inanıyorlardı. Alemlerin Rabb'i, Rahman-Rahim, din gününün sahibi, mülk sahibi, eksikliklerden uzak (el-Kuddüs), esenlik veren (es-Selam), güven veren (el-Mü'min), herşeyi kontrolü altına alan (el-Muheymin), üstün iradeli olan (el-Aziz), caydırıcı güce sahip bulunan (el-Cebbar), herşeyden büyük olan (el-Mütekebbir), herşeyi yaratan (el-Halık), herşeyi var eden (el-Bari), varlıklara şekil veren (el-Musavvir), her yaptığını bir hikmete göre yapan (el-Hakim), bağışlayan (el-Gafur), seven (el-Vedûd), şefkat gösteren (el-Rauf), acıyan (er-Rahim), yaratan ve yarattığını yönlendiren, her şeyin mülkiyetini elinde bulunduran, koruyan ama kimsenin korumasına muhtaç olmayan... Ve bunun gibi Kur'an'da yeralan sıfatlara sahip bulunan, cennetle ödüllendiren, ateşle cezalandıran, dilediğinin rızkını bollaştıran, dilediğininkini de azaltan, göklerde ve yerde gizli şeyleri bilen, gözlerin hain bakışlarını ve göğüslerin içinde saklı bulunan duyguları bilen ve bunun gibi onun gücünü ve yaptıklarını ifade eden Kur'an ayetlerinin işaret ettiği niteliklere sahip bulunan Allah'a inanıyorlardı... Bu geniş boyutlu, derin etkili ve anlaşılır iman ile kişiliklerinde insanı dehşete düşüren bir devrim gerçekleşmişti. Herhangi birisi Allah'a inanıp Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik ettiği zaman hayatı altüst oluyordu. İman bütün organlarına nüfuz ediyordu, bütün damarlarına akıyor, bütün duygularına yansıyordu. Bedeninde can ve kan yerine geçiyordu. Cahiliyenin tüm mikroplarını, kalıntılarını yok ediyordu. İman kalbini ve aklını bürüyordu. Ondan bambaşka bir insan meydana getiriyordu. Bu duruma gelen insan iman, kararlılık, sabır ve cesaretin parlak örneklerini sergilerdi. Aklı, felsefeyi ve ahlak tarihini şaşkın bırakan olağanüstü davranış ve ahlak örneklerini ortaya koyardı. Bu olağanüstülükler sonsuza kadar, şaşkınlık ve dehşet konusu olmaya devam edeceklerdir. İlim, tam ve derin bir insan dışında bu olağanüstülükleri yorumlamaktan, bunlara bir açıklama getirmekten acizdir."

"İman bir ahlak ve ruhsal eğitim okulu gibiydi. Kişiye sağlam irade, güçlü bir ruh yapısı, otokontrol, kişisel arzu ve eğilimlerden uzaklaşmak gibi üstün meziyetler kazandırıyordu. Bu eğitimden geçen kişi ahlâk tarihinin ve psikolojinin tanıdığı, ahlâki çöküntüden ve insanlığın düştüğü aşağılık durumdan kurtulan en ideal örnekti. Hiçbir gözün göremediği, kanun elinin uzanamadığı bir sırada insanın içindeki hayvansal dürtüler azgınlaşıp insanın ayağı kaydığı zaman bu iman nefse ağır eleştiriler yöneltir, onu sürekli kınar, vicdanı yakan bir kamçıya dönüşürdü. İşlediği suçu sürekli düşünmesini sağlardı. Artık kişi kanun önünde suçunu itiraf etmedikçe rahat etmezdi. Kendini ağır bir cezaya kendi eliyle teslim ederdi. Allah'ın azabından ve ahiret cezasından kurtulmak için, isteyerek, derin bir içtenlikle bu cezaya katlanırdı."

"...Bu iman, insanlık onurunun ve iffetinin güvenilir bekçisiydi. Sürükleyici arzular ve eğilimler karşısında baş kaldıran nefsini, hiç kimsenin kendisini görmediği bir yerde kontrol ederdi. Hiç kimseden korkmasının sözkonusu olmadığı yerlerde nefsini frenler, ihtiraslarına engel olurdu. Nitekim islam fetihleri tarihinde, ganimetlere el sürmemek, emanetleri layık olana vermek, içtenlikle Allah için çalışıp her şeyden vazgeçmek gibi insanlık tarihinin bir örneğini gösteremediği göz kamaştırıcı olaylar yaşanmıştır. Hiç kuşkusuz bu imanın kökleşmesinin, Allah'ın gözetimini ve onun her zaman ve her yerde herşeyi bildiğini düşünmenin sonucuydu."

"Bu imana sahip olmadan önce, hareket, ahlaki yapı, davranış biçimi, alıp verme, siyaset ve toplum açısından tam bir keşmekeşlik içindeydiler. Hiçbir otoriteye boyun eğmez, hiçbir düzen tanımazlardı. Hizaya girmeyen serserilerdi. Canları ne isterse onu yaparlardı. Körükörüne hareket eder, ne yaptıklarını bilmeden koyu karanlıkta yol alırlardı. Ama şimdi iman ve kulluk dairesine girmiş dışına çıkmıyorlardı. Her şeyin mülkiyetinin, herşey üzerindeki hakimiyetin, serbest ve yasak belirleme yetkisinin Allah'a ait olduğunu kabul ediyorlardı. Kendilerinin uyruk, kul ve kayıtsız şartsız itaâtla yükümlü olduklarını itiraf ediyorlardı. Yol göstericiliği bırakmış eksiksiz bir şekilde Allah'ın hükmüne teslim olmuşlardı. Omuzlarındaki ağırlıkları atmış, kişisel arzularından ve benliklerinden soyutlanmışlardı. Yüce Allah'ın isteği ve hoşgörüsü dışında hayatta hiçbir mala, cana ve yetkiye sahip bulunmayan kullar olmuşlardı. Allah'ın izni olmadan savaşmaz, O'nun izni olmadan barış yapamazlardı. Allah'ın izni olmadıkça ne birinden hoşnut olabilirlerdi, ne de kızabilirlerdi. Yine hiç kimseye birşey veremez veya verilen birşeyi alıkoyamazlardı. Onun izni ve buyruğu olmadıkça hiç kimseyle ilişki kurmaz, yahut ilişkileri kesemezlerdi."

İşte, islam inanç sistemi ile insanlığa önderlik yapmak üzere seçilen cemaatin niteliklerini gündeme getiren ayetin işaret ettiği iman budur. Bu imanın bir gereği de Allah'a dayanıp güvenmektir. Ancak Kur'an-ı Kerim bu niteliği ayrı olarak ele alıyor ve altını çizerek belirginleştiriyor:"Rabb'lerine güvenirler."

Cümlenin kuruluşunda özne ile yüklemin yer değiştirmiş olması onların sadece Rabb'lerine dayanıp güvendiklerini ifade ediyor, başkasına değil. Tek Allah`a iman etmek sırf ona dayanıp güvenmeyi gerektiriyor. İşte tevhidin, yani Allah'ın Rab ve İlah olarak birliği düşüncesinin ilk ve temel görüntüsü. Çünkü mü'min Allah a ve O'nun sıfatlarına inanır. Varlıklar aleminde O'nun iradesi dışında hareket eden bir canlının olmadığından kuşku duymaz. Yine O'nun izni olmadan hiçbir şeyin olmayacağına kesinlikle inanır. Bu yüzden sırf O'na dayanıp güvenir. Bir şey yaparken veya bir şeyden vazgeçerken O'ndan başkasına yönelmez.

Bu bilinç herkes için zorunludur. Bir insanın başını dik tutması, Allah'tan başkasının önünde başını eğmemesi, Allah'tan başka hiç kimseden herhangi bir şey beklemeden, korkmadan kendinden emin bir kalbe sahip olması için bu anlayış kaçınılmazdır. O zaman sıkıntıdan dolayı yüreği hoplamaz, bolluktan dolayı şımarmaz, normal durumunu sürdürür. Varlık ve yokluk onu etkilemez. Şu da varki bu bilinç, yol göstericilik sorumluluğunu yüklenen önderler için çok daha gereklidir.

"Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar."

Büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan kalbi arındırmak, temiz davranışlar sergilemek gerçek imanın sonuçlarından biridir. Yine doğru bir önderliğin vazgeçilmez gereğidir. Bir insan büyük günahlara ve kötülüklere yeltenirken, onlardan kaçınmazken kalpteki iman berraklığını ve saflığını koruyamaz. İmanın berraklığından soyutlanmış, içindeki iman aydınlığı kötülükler ve günahlar tarafından bastırılmış bir kalp önderliğe elverişli değildir.

İman, mü'min kitlenin gönlünde son derece ince bir duyarlılığa ulaşmıştı. Nitekim az önceki alıntılarda imanın ulaştığı bu duyarlılık düzeyine işaret edilmişti. İşte bu ilk müslüman kitle bu özelliğiyle insanlığa önderlik etme sorumluluğunu üstlenmeyi hakketmişti. Ama bu önderliğin ne bundan önce, ne de bundan sonra bir benzeri bir daha görülmedi. Ve bu ideal toplum, arzu ve ihtirasların, şehvetlerin kol gezdiği bir ortamda doğru yolu bulmak isteyenlerin bakıp yollarını buldukları bir yıldız işlevini görmektedir.

Yüce Allah, insan denen şu yaratığın zayıf ve dirençsiz olduğunu biliyor. Bu yüzden önderliği ele almanın ve Allah katındaki ödülü hakketmenin sınırını büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan kaçınmak şeklinde belirliyor, küçük günahları ve hataları bunun dışında tutuyor. İnsanın dayanma gücünü bildiği için işlediği küçük günahları rahmetinin kapsamına alıyor. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın bir lütfudur, insana yönelik rahmetinin, hoşgörüsünün belirtisidir. Bundan dolayı yüce Allah'tan utanmak gerekir. Çünkü hoşgörü insanı mahcup eder, bağışlama onurlu kalplerde utanma duygusunu uyandırır.

"Kızdıkları zaman da affederler."

Bu nitelik, yüce Allah'ın insanın işlediği küçük günah ve hatalara yönelik hoşgörüsüne üstü kapalı olarak işaret edildikten sonra kullar arasında hoşgörülülüğü ve bağışlayıcılığı teşvik amacı ile yeralıyor. Böylece mü'minlerin bir niteliği olarak, onlar kızdıkları zaman bağışlarlar ifadesi önplana çıkarılıyor.

Burada bir kez daha islamın insana yönelik hoşgörüsü belirginleşiyor. İslam hiçbir zaman insana gücünü aşan bir sorumluluk yüklemiyor. Çünkü yüce Allah öfkenin insanın öz yaratılışından kaynaklanan bir tepki olduğunu ve bunun büsbütün kötülük olmadığını biliyor. Allah için, onun dini için, hak için, adalet için öfkelenmek, kızmak iyidir ve gereklidir. Bu yüzden öfkelenmek özü itibariyle yasaklanmıyor ve bir hata olarak nitelendirilmiyor. Tam tersine insanın doğasının ve öz yaratılışının bir parçası olduğu kabul ediliyor. Böylece insan öz yaratılışı ile dininin emri arasında şaşkın duruma düşmekten, duygu ve davranış olarak çelişik görünümler sergilemekten kurtarılıyor. Fakat Kur'an-ı Kerim aynı zamanda insanı öfkesini yenmeye, bağışlamaya, affetmeye yöneltiyor ve bu niteliği imanın ideal niteliklerinden biri olarak önplana çıkarıyor. Bunun yanısıra Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hiçbir zaman kendi şahsı için kızmadığı, sadece Allah için kızdığı Allah için kızınca da bundan pişmanlık duymadığı bilinmektedir. Fakat bu Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- yüce kişiliğine özgü bir derecedir. Yüce Allah mü'minleri bundan sorumlu tutmamış, sadece buna teşvik etmiştir ve kızdıklarında bağışlamalarını, ellerine güç geçirdiklerinde affetmelerini, intikam duygusunu yenmelerini istemekle yetinmiştir. Kuşkusuz bunun için de sorunun insanın kendi kişiliği ile ilgili olması, bu sınırı taşmaması gerekir.

"Rabb'lerinin çağrısına gelirler."

Rabb'leri ile aralarına giren tüm engelleri ortadan kaldırırlar. İnsanın Rabbi ile iletişim kurmasını önleyen tüm engelleri bertaraf ederler. Zaten kişi ile Rabbi arasında insanın kendisinden, ihtiraslarından, arzu ve isteklerinden, kendi varlığından, egoistliğinden başka engel yoktur. İnsan bütün bu engellerden kurtulduğu zaman Rabb'ine giden yolun açık ve engebesiz olduğunu görür. Bu durumda hiçbir engele takılmadan Rabb'inin çağrısına koşar. Bu çağrının gereklerini eksiksiz yerine getirir. Her yükümlülüğün karşısında kendi ihtirasından kaynaklanan herhangi bir engele takılıp duraksamaz. Bu, Allah'ın çağrısına koşmanın genel ifadesi. Şimdi de çağrıya koşmanın gerekleri açıklanıyor:

"Namaz kılarlar."

Namaz, islam dininde büyük öneme sahiptir. Çünkü namaz islamın ilk temel ilkesinden; Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik etme ilkesinden hemen sonra gelir. Namaz Allah'ın çağrısına olumlu karşılık vermenin ilk belirtisidir. Kul ile Rabbi arasındaki bağdır. Tek safta rükua giden, secde eden kullar arasındaki eşitliğin göstergesidir. Burada hiçbir baş bir diğerinden üstün, hiçbir adam bir başkasından öncelikli değildir.

Belki de namaz kılma niteliğinden hemen sonra zekattan söz edilmeyip ondan önce şura ilkesinin gündeme getirilmesi bu yüzdendir:

"Onların işleri aralarında danışma iledir."

İfade onların her meselelerini aralarında danışarak çözüme bağladıklarını belirtiyor. Böylece tüm hayatlarını şura boyası ile boyuyor. Daha önce de söylediğimiz gibi bu ayet, bir islam devleti kurulmadan önce Mekke'de inmiştir. Şu halde bu nitelik müslümanların hayatında devlet düzeninden daha kapsamlıdır. Ve bu, bilinen anlamı ile bir devlet henüz kurulmamış olsa bile her durumda müslüman cemaatin temel bir niteliğidir, karekteristik özelliğidir.

Gerçekte islamda devlet, cemaatin ve onun kendine özgü niteliklerinin doğal sonucundan başka birşey değildir. Cemaat devleti özünde barındırır ve islam hayat sistemini yürürlüğe koymak, onu fert ve toplum hayatına egemen kılmak üzere devletin fonksiyonunu yerine getirir.

Bu yüzden şura ilkesi cemaat içinde ilk dönemlerde yürürlüğe girmiş ve bu ilke devlet ve devlet işlerini yürütmekten daha geniş ve daha kapsamlı olarak algılanmıştı. Şura islami hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlığa önderlik etmek üzere seçilen cemaatin ayırıcı özelliğidir, önderlik görevinin en gerekli, en kaçınılmaz niteliğidir.

Şura ilkesinin uygulanış biçimi ise, demir kalıplara dökülmüş değildir. Bu yüzden şura ilkesinin uygulanış biçimi, bu temel özelliğin islam cemaatinin hayatında yürürlüğe konulmak üzere her toplumun ve çağın koşullarına bırakılmıştır. İslam düzeni tamamen donuk kalıplardan oluşmaz ve tümü de tartışılmaz doğmalardan ibaret değildir. İslam düzeni herşeyden önce iman gerçeğinin kalbe yerleşmesinden kaynaklanan bir ruhtur. Müslümanın bilinç ve davranışı bu gerçekle şekillenir. Geri planda bulunan iman gerçeğini gözönünde bulundurmadan islam yönetim biçimi üzerine yapılan araştırmalar sonuçsuz kalır. Hiç kuşkusuz bu, islam inanç sistemine inanma gerçeğini bilmeyenlerin ilk bakışta sandıkları gibi rastgele söylenmiş, dayanaksız bir söz değildir. Çünkü bu inanç sistemi -onun öngördüğü yönetim biçimine bakmadan önce, katışıksız itikadi temelleri ile- psikolojik ve aklî gerçekler içerir. Bunlar özleri itibariyle insanın ruhsal ve bedensel yapısı içinde aktif ve etkin bir varlık gösterirler; insanlık hayatında belli kapılanmaların; yönetim biçimi ve rejimlerin oluşmasına, ortaya çıkmasına ön ayak olurlar. Bundan sonra gelen ayetler uygulamalara ve yönetim biçimlerine işaret ediyorlar. Ama sadece düzenleme amacı ile, yeniden oluşturma, meydana getirme amacı ile değil... İslami herhangi bir yönetim biçiminin oluşması için, bundan önce müslümanların olması gereklidir. Aktif ve etkin bir iman kaçınılmazdır. Aksi taktirde hiçbir yönetim biçimi ihtiyaca cevap vermez, islami olarak nitelendirilebilecek bir düzen kurulamaz.

Gerçek müslümanlar varolduğu ve iman gerçeği kalplerinde yerettiği zaman islam düzeni ortaya çıkar. O zaman müslümanların yaşadıkları çevreye ve ortama uygun islam düzeninin bir şekli yürürlüğe konur ve islam ilkeleri eksiksiz olarak ve en iyi bir şekilde uygulanır:

"Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar."

Bu da aynı şekilde henüz hicretin ikinci yılında miktarı ve şartları belirlenen zekat yükümlülüğünden önce gelmiş bulunan bir hükümdür. Ne varki genel anlamda Allah'ın verdiği rızıktan hayır amaçlı harcamada bulunmak islam cemaatine yöneltilen ilk direktiflerden biridir. Daha doğrusu bu direktif islam cemaatinin doğuşu ile birlikte gündeme gelmiştir.

Allah'ın dinine davet için maddi harcamada bulunmak kaçınılmazdır. Bunun için kalbi cimrilikten arındırmak, mal-mülk sevgisini yenmek ve sadece Allah katındaki nimetlere güvenmek zorunludur. İmanın ifade ettiği anlamın bütünüyle gerçekleşmesi için bütün bunlar gereklidir. Ayrıca bunlar cemaat hayatı için de gereklidirler. Çünkü Allah'ın dinine davet etmek bir savaştır, bir mücadeledir. Bu savaşı, savaşın yaralarını ve sonuçlarını paylaşmak, birlikte üstlenmek bir zorunluluktur. Bu dayanışma ve paylaşma bazan hiç kimsenin kişisel malından söz edilmeyecek şekilde kapsamlı olur. Nitekim muhacirlerin Mekke'den hicret edip Medineli kardeşlerinin yanına konuk oldukları zaman böyle olmuştu. Olağanüstü şartlar ortadan kalkıp durum normale dönünce zekat vermeye ilişkin sürekli prensipler belirlenmişti.

Durum her ne olursa olsun genel anlamda mali harcamada bulunmak, sözü edilen nitelikleri ile insanlığa önderlik yapması için seçilen mü'min cemaatin belirgin özelliklerinden biridir

"Bir zulme ve saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar."

Daha önce de söylediğimiz gibi Kur'an'ın Mekke'de inen kısmında böyle bir nitelikten sözedilmesinin özel bir anlamı vardır. Bu ayet, müslüman cemaatin temel niteliklerinden birini; saldırıya karşı topyekün direnme, zulme boyun eğmeme niteliğini gündeme getiriyor. Bu da, iyi niteliklere sahip ideal bir ümmet olsun, iyiliği serbest bırakıp kötülüğü yasaklasın, insanlık hayatına hak ve adalet ilkeleri ile egemen olsun diye insanların örnek alması için ortaya çıkarılmış bir cemaat açısından doğaldır. Ve bu cemaat Allah'ın desteği ile güçlüdür, üstündür, onurludur: "Onur Allah'ın, peygamberinin ve mü'minlerindir." (Münafikun Suresi, 9) Şu halde topyekün yardımlaşarak saldırıya karşı koymak, haksızlığı bertaraf etmek bu cemaatin karekteristik özelliğidir, görevidir. Bir süre Mekke'deki yerel şartlardan ve özellikle ilk müslüman Arapların hayatındaki eğitimin gerektirdiği nedenlerden dolayı savaştan uzak durun, namazı kılın, zekatı verin direktifine uyulmuş olmasına rağmen bu geçici bir uygulamadır, oturmuş bir cemaatin özellikleriyle ilgisi yoktur.

Kuşkusuz Mekke döneminde barış ve sabır taktiğinin tercih edilmesinin özel nedenleri vardır.

En başta, ilk müslümanlara yönelik işkenceler, dinlerinden dönmeleri için uygulanan baskı yöntemleri topluma egemen bir durumdan kaynaklanmıyordu. Çünkü Arap yarımadasının o günkü siyasi ve sosyal rejimi düzensiz kabile yapılanmasına dayanıyordu. Bu yüzden herhangi bir müslüman şahsa yönelik eziyetler, eğer akrabaları varsa onlardan ve ailesinden geliyordu. Aksine mensup olmayan biri herhangi bir müslümana dininden dolayı eziyet etmeye cesaret edemezdi. -Bir müslümana veya bir grup olarak tüm müslümanlara toplu saldırıda bulunma eylemi çok az meydana gelmiştir-. Nitekim efendiler de kölelerine işkence ederlerdi. Ancak bu köleler müslümanlar tarafından satın alınıp serbest bırakılırlardı. Bundan sonra genellikle kimse bunlara eziyet etmeye cesaret edemezdi. Öte yandan Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir evde müslüman olmuş bir kişi ile o ailede henüz müslüman olmamış kişiler arasında bir kavganın, bir çarpışmanın meydana gelmesini istemiyordu. Çünkü katı kalplerin yumuşaması için barış daha uygun bir ortamdı.

Mekke döneminde barış ve sabır taktiğinin tercih edilmesinin nedenlerinden biri de Arap insanının karekteridir. Arap toplumu haksızlığa dayanmayan onuruna düşkün, kahramanlık duygularının ağır bastığı bir toplumdu. Haksızlığa uğrayan, eziyet gören biri için hemen harekete geçerlerdi. Müslümanların eziyetlere katlanması, inançlarından taviz vermeyip baskılara karşı sabretmesi bu kahramanlık duygusunun islam ve müslümanlar saffına yönelmesi, onun lehine dönmesi için uygun ortamı sağlıyordu. Nitekim Haşimoğullarının Ebu Talip mahallesinde Ablukaya alınmaları üzerine meydana gelen olaylar bunu kanıtlamaktadır. Arap insanın temel karekteri olan haksızlığa katlanmama duygusu bu ablukaya karşı harekete geçmiş, bu kararı içeren sayfayı parçalamış ve ağır maddeler içeren bu zalim antlaşmayı geçersiz kılmıştı.

Bir diğer neden de şudur: Arap toplumu sürekli savaşan ve en ufak bir olayda kılıçlara sarılan, kanun, düzen tanımaz sinirli bir toplumdu. İslami kişiliği dengelemek bu başıboş heyecanı, bu gergin siniri dizginlemeyi, onu bir amaca yöneltmeyi, onu sabretmeye ve sinirleri frenlemeye alıştırmayı gerektiriyordu. Bunun yanısıra ruhlarda inanç sisteminin her türlü kişisel arzu ve ihtirastan, her türlü ganimet ve mal varlığından daha üstün olduğu duygusunu uyandırmayı gerektiriyordu. Bu yüzden eziyetlere karşı sabretmeye ilişkin çağrı islami kişilikte denge oluşturmayı, ona sabretmeyi, direnmeyi ve ne pahasına olursa olsun yolu izlemeyi öğretmeyi amaçlayan eğitim sistemine uygundu.

İşte bu ve benzeri düşünceler Mekke'de barış ve sabır stratejisinin uygulanmasını gerektirmişti. Bunun yanında müslüman cemaatin temel ve değişmez özelliği de vurgulanmıştı:

"Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar."

Bu kural, hayatta başvurulan genel yöntem olarak şu ifade ile pekiştiriliyor:

"Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür."

Bir eyleme karşılık vermede asıl ölçü budur; kötülüğe kötülükle karşılık vermek... Kötülüğün şımarıp azgınlaşmaması için bu gereklidir. Çünkü kötülük, yeryüzünde bozgunculuk yapmasını önleyecek bir engelle karşılaşmazsa güven içinde yoluna devam eder.

Bunun yanısıra, Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek, kişiyle ve toplumu kin ve nefretten arındırmak için kötülüğü bağışlama teşvik ediliyor. Bu durum az önceki kuralın dışında tutulmuştur. Bağışlama ancak, kötülüğe, onun gibi bir kötülükle karşılık verebilme durumunda sözkonusu olabilir. Ancak bu durumda bağışlamanın bir ağırlığı, saldırgan ile hoşgörülü şahıs üzerinde bir etkisi olabilir. Çünkü saldırgan kişi bağışlamanın zayıflıktan çok hoşgörüden kaynaklandığını anlarsa mahçup olur, utanır, kendisini affeden rakibinin kendisinden üstün olduğunu anlar. Gücü yettiği halde bağışlayan kişi de nefsini arındırmış, yüceltmiş olur. Bu durumda bağışlama her iki kişi içinde iyi sonuçlar doğurur. Zayıflık ve çaresizlik anında durum böyle değildir. Zaten çaresizlik durumunda bağışlamaktan söz etmek normal bir davranış değildir. O zaman bağışlamanın bir yararı da olmaz. Tam tersine saldırganı gittikçe azdıran, saldırıya uğrayanı da aşağılayan ve yeryüzünde bozgunculuğun yayılmasına neden olan bir kötülüğe dönüşür.

"Doğrusu Allah zalimleri sevmez."

Bu ifade bir yönden "Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür" kuralını pekiştiriyor. Bir diğer yönden de kötülüğü bertaraf etmekle veya bağışlamakla yetinmeyi ve karşı saldırıda bulunurken sınırı aşmamayı ima ediyor.

Bu kuralı pekiştirmek amacı ile yeralan diğer ifade ise, daha çok ayrıntılıdır:

"Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselerin aleyhine bir yol yoktur." "İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azap bunlaradır."

Buna göre zulme uğradıktan sonra kendini savunarak zulmü bertaraf eden, kötülüğe onun gibi bir kötülükle karşılık veren, ama haksızlık etmeyen kişi hiçbir şeyden sorumlu tutulmayacaktır. Çünkü o yasal hakkını kullanmıştır. Hiç kimse onu sorumlu tutup yargılama yetkisine sahip değildir ve hiç kimse onun karşısına geçip engelleyemez. Karşılarına dikilip engel olunması gerekenler insanlara zulmedenlerdir, yeryüzünde haksız yere azgınlaşanlardır. Çünkü, içinde zalimler bulunduğu ve bu zalimler insanların tepkisiyle karşılaşmadıkları, zulümlerinden vazgeçirilmeye çalışılmadıkları sürece yeryüzü ıslah olmaz. Azgınlar diledikleri gibi haksızlık ettikleri ve hiç kimse tarafından engellenmedikleri, direnişle karşılaşmadıkları sürece yeryüzündeki hayat normal akışını sürdüremez. Yüce Allah zalim ve azgın kişileri acıklı bir azapla tehdit ediyor ama, insanların da zulüm ve azgınlığa karşı çıkmaları, yolunu tıkamaları gerekir.

Ardından ayetlerin akışı yeniden, dengeli ve ölçülü davranmaya, nefsi kontrol etmeye, kişisel durumlarda sabır gösterip hoşgörülü davranmaya ilişkin konuya dönüyor. Kuşkusuz hoşgörülü davranmanın haksızlığı bertaraf edebilme durumu için geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir durumda sabırlı davranıp hoşgörü göstermek üstünlüğün belirtisidir, küçük düşürülmenin değil. Onurluluğun belirtisidir, aşağılanmanın değil:

"Fakat kim sabreder kendisine yapılan kötülüğü affederse şüphesiz bu hareket! yapılmaya değer işlerdendir."

Bu mesele ile ilgili bütün ayetler, iki taraf arasında dengeli ve ölçülü davranmayı ifade ediyor, nefsi kin ve nefretten, zayıflık ve zilletten, zorbalık ve azgınlıktan korumaya özen gösteriyor. Her durumda Allah'ı, onun hoşnutluğunu gözetmesini ve şu yeryüzündeki yolculuk için gerekli olan temel gıdanın sabır olduğunu vurguluyor. .

Mü'minlerin nitelikleri bir araya gelince, insanlığa önderlik eden ve Allah katında, Rabb'lerine inanıp sırf ona dayanan mü'minler için hazırlanan daha iyi ve daha kalıcı ödüle göz koyan islam cemaatinin ayırıcı ve karekteristik özelliği çizilmiş oluyor.

 

İNKARCILAR VE KÖTÜ AKİBETLERİ

44- Allah kimi sapıklıkta bırakırsa artık onun, bundan sonra bir dostu olmaz. Azabı gördükleri zaman zalimlerin: "Geri dönecek bir yol var mı?" dediklerini görürsün.

45- Yine onları; aşağılıktan başlarını öne eğmiş vaziyette ateşe sunulurlarken göz ucuyla gizli gizli bakarken görürsün. İnananlar da: "İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır" derler. Bakın, gerçekten zalimler sürekli bir azap içindedirler."

46- Onların, Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları yoktur. Allah kimi sapıklıkta bırakırsa artık onun için bir kurtuluş yolu yoktur.

Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın verdiği karar geri çevrilemez. İradesinden dolayı sorgulanamaz: "Allah kimi sapıklıkta bırakırsa artık onun, bundan sonra bir dostu olmaz." Yüce Allah kulunun sapıklığı hakkettiğini bilince, onun sapıklardan biri olmasına karar verir. Bundan sonra onu sapıklıktan kurtarıp doğru yola iletecek bir dostu veya yüce Allah'ın sapıklığa karşılık olarak belirlediği azaptan onu kurtaracak bir yardımcısı bulunmaz. İşte yüce Allah'ın sapıklar için belirlediği azaptan bir sahne ayetin devamında şu ifadelerle sunuluyor: "Azabı gördüklerini görürsün." "Yine onları aşağılıktan başlarını öne eğmiş vaziyette ateşe sunulurlarken göz ucuyla gizli gizli bakarken görürsün."

Zalimler azgındılar, zorbaydılar. Şu halde tüm yapılanların hakkettiği karşılığı gördüğü kıyamet günündeki en belirgin özelliklerinin aşağılanmışlık olması son derece uygundur. Onlar azabı görür görmez büyüklükleri uçup gidiyor ve moral çöküntüsü içinde şunu soruyorlar: "Geri dönecek bir yol var mı?" Pişmanlıkla karışık bir karamsarlık ve kurtuluş imkanının bulunmadığını bilmenin verdiği moral çöküntüsünü yansıtan bir ifadeyle bu ümitsiz soruya soruyorlar. Onlar "Başları öne eğmiş vaziyette" ateşe sunuluyorlar. Fakat bu durumları Allah korkusundan veya utanmaktan kaynaklanmıyor. Aksine aşağılanmışlıktan, horlanmışlıktan kaynaklanıyor. Onlar gözleri önüne bakar durumda ateşe sunuluyorlar. Duydukları eziklik ve utançtan dolayı başlarını kaldırıp bakamıyorlar: "Göz ucuyla gizli gizli bakıyorlar." Bu ise aşağılanmışlığı çarpıcı bir biçimde somutlaştıran canlı bir tablodur.

Burada mü'minlerin üstünlükleri ortaya çıkıyor. Onlar bu ortamda konuşuyor, zalimlerin içine düştükleri durumu açıklıyorlar: "İnananlar da `İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır." derler. Onlar, şu her şeylerini yitiren kimselerdir. Başlarını önlerine eğip horlanmış bir durumda, geriye dönüş imkanı yok mu? diye soran şu aşağılık kimselerdir.

Bu sahne üzerine ateşe sunulan şu zalimlerin akibetleri açıklanarak genel bir yorum yapılıyor:

"Bakın, zalimler gerçekten sürekli bir azap içindedirler." "Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları yoktur. Allah kimi sapıklıkta bırakırsa artık onun için bir kurtuluş yolu yoktur."

Yardımcılar yok olmuş, kurtuluş yolu kapanmıştır.

SENİN VAZİFEN SADECE TEBLİĞ

Bu sahnenin ışığında, doğru yola girmemekte direten ve büyüklük kompleksine kapılan kimselere sesleniliyor; beklenmedik bir sırada bunun gibi bir akibetle karşılaşmadan önce Rabb'lerinin çağrısına olumlu karşılık vermeleri isteniyor. Çünkü bu durumla karşı karşıya kaldıkları zaman kendilerini koruyacak bir sığınakları ve bu acıklı akibetlerine itiraz edip değiştirecek bir yardımcıları olmaz. Bunun yanısıra Peygamber efendimize de -salât ve selâm üzerine olsun sesleniliyor ve bu uyarıyı dinlemeyip burun kıvıracak olurlarsa kendisinin de onları kendi hallerine bırakması isteniyor. Çünkü peygamberin görevi sadece Allah'ın mesajını açıkça duyurmaktır. Peygamber onlardan sorumlu değildir, onların inanmalarını da üstlenmemiştir:

 

47- Allah'tan, geri çevrilmesi imkansız bir gün gelmeden önce, Rabb'inizin çağrısına uyun. Çünkü o gün hiç biriniz sığınacak bir yer bulamazsınız, inkar da edemezsiniz.

48- Eğer yüz çevirirlerse üzülme; biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ancak elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.

Sonra Kur'an-ı Kerim doğru yola girmemekte direten, kendisine iletilen Allah'ın mesajı karşısında burun kıvıran, böylece kendini işkencenin ve azabın kucağına atan, ama aslında eziyetlere katlanamayan, son derece zayıf bir dirence sahip olan, bol nimete kavuşunca şımaran, zorlukla karşılaşınca paniğe kapılan, haddini aşan, sıkıntıya düşünce nankörlük eden bu tip insanların karekterlerini ortaya koyuyor:

"Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ancak eliyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten çok nankördür."

Bunun üzerine, darlıkta ve bollukta, varlıkta ve yoklukta insan için belirlenen payın Allah'ın elinde olduğu vurgulanarak bir değerlendirme yapılıyor. Şu halde, iyilikle sevinen, kötülükten dolayı paniğe kapılan şu insana ne oluyor ki, her durumda herşeye egemen olan Allah'tan uzaklaşıyor?

ALLAH DİLEDİĞİNE KIZ, DİLEDİĞİNE ERKEK ÇOCUK VERİR

49- Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuğu, dilediğine de erkek çocuğu verir.

50- Yahut hem kız hem erkek çocuk verir. Dilediğini de kısır yapar. O herşeyi bilendir, herşeye gücü yetendir.

Çoluk çocuk da bolluğun ve kıtlığın, varlığın ve yokluğun bir göstergesidir. Evlat insanın kendisine çok yakın bir varlıktır. İnsan evladına karşı çok duyarlıdır. Bu açıdan daha köklü ve daha güçlü etkilenir. Daha önce bu surede rızkın bollaştırılıp kısılmasından söz edilmişti. Burada ise çoluk çocuğa işaret edilerek rızık meselesine bir başka yönden değiniliyor. Çünkü çoluk çocuk da tıpkı mal gibi Allah'ın verdiği bir rızıktır.

Göklerin ve yerin mülkiyetinin Allah'a ait olduğu en başta vurgulanmış olması, bu genel mülkiyetin birer parçası olan diğer mal varlıklarının peşisıra sıralanmasına uygun düşmektedir. Aynı şekilde yüce Allah'ın "dilediğini yarattığından söz edilmesi de burada verilmek istenen psikolojik mesajın pekiştirilmesi amacına yöneliktir. Bir diğer amaç ta iyiliğe düşkün olan insan, hem sevindiren hem de üzen şeylerden dilediğini yaratan, dilediğine bol bol veren, dilediğini de yoksun bırakan Allah'a döndürmektir.

Sonra ayet-i kerime yüce Allah'ın insana bol bol bağışta bulunduğu ve onu yoksun bıraktığı durumları ayrıntılı biçimde sunuyor. Buna göre yüce Allah dilediğine kız çocuğu verir. (Onlar kız çocuğundan hoşlanmazlardı). Dilediğine erkek çocuğu verir. Dilediğine hem erkek hem kız çocuğu verir. Dilediğini de bunlardan yoksun bırakır, kısır yapar (Hiçbir insan kısırlıktan hoşlanmaz)... Bütün bunlar yüce Allah'ın iradesine bağlıdırlar. Ondan başka hiçbir insan eli bu olaya karışamaz. Yüce Allah bunların ilmine göre planlar ve sonsuz gücü ile uygular. "O herşeyi bilendir, herşeye gücü yetendir."

ALLAH İNSANLARLA NASIL KONUŞUR?

Surenin sonunda ayetlerin akışı yeniden surenin eksenini oluşturan ilk gerçeğe, vahiy ve peygamberlik gerçeğine dönüyor. Allah ile kullar arasından seçilen peygamberler arasındaki iletişimin mahiyetini ve nasıl gerçekleştiğini ortaya koymak için dönülüyor bu gerçeğe. Bunun yanısıra yüce Allah'ın dilediği bir hedefi gerçekleştirmek üzere, dileyeni doğru yola iletmesi için gönderilen son Peygamber ile -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah arasında bu tür bir iletişimin gerçekleştiği de vurgulanıyor:

 

51- Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasında konuşur. Yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, ve her yaptığı yerindedir.

52- İşte böylece sana da emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kitab'ı), bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun.

53- Göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi Allah'ın yoluna. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.

Bu ayet bir insanın yüce Allah ile yüzyüze konuşamayacağını kesin ve açık bir ifadeyle ortaya koyuyor. Nitekim Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- şöyle dediği aktarılır: "Kim Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- Rabbini gördüğünü ileri sürerse kuşkusuz Allah'a büyük bir iftira etmiş olur." Yüce Allah'ın bir insanla konuşması ancak şu üç yoldan biri ile mümkündür: a) "Vahiy yoluyla" İnsan ruhuna dolaysız hitap eder ve insan bu hitabın Allah'tan geldiğini bilir. "Veya perde arkasında konuşur." Tıpkı Musa ile konuştuğu gibi. Hz. Musa yüce Allah'ı görmek isteyince, bu isteği yerine getirilmemiş ve yüce Allah'ın dağa görünmesi karşısında da kendinden geçmişti: "Musa da bayılarak yere düştü. Ayılınca `Sen her türlü noksanlıktan uzaksın, tevbe edip sana yöneldim, ben müslümanların ilkiyim' dedi." (A'raf Suresi, 143) c) "Veya bir elçi gönderir." Bu elçi melektir. "İzniyle ona dilediğini vahyeder." Peygamber efendimizin anlattığı yollardan biriyle vahyeder. Peygamber efendimizin işaret ettiği vahyin geliş yolları şunlardır:

Birincisi: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- meleği görmeden, melek O'nun kalbine ve aklına vahyi sunardı. Nitekim Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ruh'ul Kudüs benim kalbime, rızkını tamamlamadan hiç kimsenin ölmeyeceğini fısıldadı. O halde Allah'tan korkun ve güzellikle rızkınızı arayın."

İkincisi: Melek bir insan şeklinde Peygamber efendimize görünürdü. Peygamberimiz söylenenleri anlayıp ezberleyene kadar onunla konuşurdu.

Üçüncüsü: Bazan vahiy çan sesi şeklinde gelirdi. Bu vahiy yollarının en zoruydu. Öyleki soğuk bir günde bile Peygamberimizin alnından terler akardı. Eğer binek sırtındaysa, bineği ağırlıktan çökerdi. Birgün Peygamber efendimizin dizi Zeyd b. Sabit'in dizinin üzerindeyken vahiy gelmiş ve Zeyd'in dizinin üzerine öyle bir ağırlık çökmüş ki az kalsın dizi ezilecekmiş.

Dördüncüsü: Bazan melek yaratıldığı şekliyle ona görünürdü ve yüce Allah'ın vahyetmesini istediği şeyleri aktarırdı. Yüce Allah Necm suresinde de belirttiği gibi Peygamberimiz meleği bu haliyle iki kere görmüştür.

İşte vahiy şekilleri ve işte Allah ile Peygamberler arasındaki iletişim yolları... "O yücedir ve her yaptığı yerindedir." Yüceler aleminden vahyeder ve seçtiği kimseye bir hikmet uyarınca vahyeder.

Şimdi... Vahiyden söz eden bir ayet veya hadis okuduğum her seferinde bu iletişimi düşünmüş ve iliklerime kadar titremişimdir. Nasıl? Zaman ve mekana sığmayan, herşeyi kuşatan, kendisine benzer hiçbir şey bulunmayan öncesiz ve sonrasız zat ile nasıl böyle bir iletişim kurulabiliyor? Bu yüce zat ile, zaman ve mekana sığan, yaratıkların alemi ile sınırlı olan ve yokolup gidecek olan şu insan denen varlık arasında nasıl bu tür bir iletişim gerçekleşebiliyor? Sonra bu iletişim anlamlar, sözcükler ve ifadeler şeklinde nasıl somutlaşabiliyor?

Hem şu sınırlı varlık, yüce Allah'ın öncesiz, sonrasız, sonsuz ve sınırsız, şekilsiz ve zamansız sözünü nasıl algılayabiliyor?

Nasıl? Nasıl?

Ne varki tekrar dönüyor ve kendi kendime şöyle diyorum: Bu iletişim nasıl akıyor diye sormak neyine gerek? Sen ki, ancak yetersiz, geçici ve kapasitesi belli kişiliğinin sınırları içinde düşünebiliyorsun. Bu gerçek meydana gelmiş ve bir şekilde somutlaşmıştır. İşte senin kavrayabileceğin bir varlığa da bürünmüştür.

Fakat olayın dehşeti, ürpertisi ve olağanüstülüğü bitmiyor... Çünkü, peygamberlik olgusu gerçekten olağanüstü bir olgudur. Bunu algılama anı gerçekten olağanüstü bir andır. İnsan denen varlığın, yüceler yücesi zattan vahiy alması akıllara durgunluk veren bir olaydır. Bu satırları okuyan kardeşim, sen de benim bu düşünceme katılıyor musun? Sen de benim gibi bu dehşet verici olayı algılamaya, düşünmeye çalışmıyor musun? Oradan gelen bu vahiy? Oradan mı dedim? Kesinlikle hayır! Orası "Ora" değildir. Zaman ve mekandan uzak, sınır, bölge, yön ve ortam tanımayan bir kaynaktan... Sonsuz ve kayıtsız, öncesiz ve sonrasız bir kaynaktan... Ulu Allah'tan insan denen varlığa gelen bu vahiy... Evet, Peygamber de olsa, Resul de olsa bir insandır. Sınırlı ve çeşitli bağlarla kayıtlı bir insandır... Şu vahiy olayı... Şu akıllara durgunluk veren, insanı dehşete düşüren, Allah'tan başka kimsenin gerçekleşmesine güç yetiremediği ve O'ndan başka kimsenin nasıl gerçekleştiğini bilemediği şu olağanüstü iletişim... Bu satırları okuyan kardeşim. Tüm benliğimi saran duyguları aktarmaya çalıştığım şu kopuk ifadelerin ötesinden benim hissettiklerimi sen de hissediyor musun? Ben, defalarca meydana gelen bu büyük, bu olağanüstü, mahiyeti ve geliş şekli ile akıllara durgunluk veren bu olayı düşünmeye çalışırken bedenimi saran ürpertiyi, titremeyi ifade etmek için ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- döneminde bazı insanlar belirtilerini gözleriyle görerek bu olayı hissetmişlerdi. İşte şu Hz. Aişe -Allah ondan razı olsun- insanlık tarihinde yaşanan bu olağanüstü saniyelere şahit olmuştur. Bu akıllara durgunluk veren anlardan biriyle ilgili olarak şunları söylemiştir: "Peygamber efendimiz salât ve selâm üzerine olsun-: `Ey Aişe, bu Cebrail'dir sana selam söylüyor' dedi. Ben de `Allah'ın selamı ve rahmeti onun üzerine olsun' dedim " Hz. Aişe diyor ki: "O bizim görmediğimizi görürdü." (Buhari) Bu da Zeyd b. Sabit'tir -Allah ondan razı olsun-. Buna benzer olaya o da şahit olmuştur. Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- dizi onun dizinin üzerindedir. O sırada vahiy gelmiş ve dizininin üzerine öyle bir ağırlık çökmüş ki, az kalsın ezilecekmiş. İşte şu saygın sahabeler Allah onlardan razı olsun- birçok kere bu olaya şahit olmuşlar. Vahyin geldiğini Peygamberimizin yüzünün renginden anlıyorlardı. Böyle bir belirti gördükleri anda onu vahiyle başbaşa bırakır vahiy kesilene kadar ondan uzaklaşırlardı. Vahiy kesilince Peygamberimiz onlara, onlar da Peygamberimizin yanına dönerlerdi.

Sonra... Şu yüce ve onur verici iletişimi kurmaya elverişli olan bu ruh nasıl bir yaratılış, nasıl bir yapıya sahiptir? Bu vahiyle iletişim kuran, onun özüne karışan, onun tabiatına ve anlamına bürünen ruhlar nasıl bir öze, cevhere sahiptirler?

Bu da bir başka mesele. Ama gerçektir. Ne varki, uzakta, çok uzakta, yüce bir ufukta, erişilmez bir dorukta görünüyor. İnsan kavrayışının boyutlarına sığmıyor.

Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ruhu şu insanın ruhu. Acaba bu bağı, bu buluşmayı nasıl hissediyordu? Bu vahyi algılamak üzere nasıl açılıyordu? Bu ilahi mesaj, bu sonsuz lütuf nasıl akıyordu üzerine? Yüce Allah'ın tecelli ettiği ve her yönden Allah'ın sözlerinin yankılandığı bu akılları durduran anlarda varlıklar alemi ne durumdaydı?

Sonra... Bu ne onur verici bir ilgidir? Ne sonsuz bir rahmettir? Ve ne büyük bir değerdir? Yüceler yücesi ulu Allah lutfedip, insan denen şu küçücük yaratıkla ilgileniyor. Durumunu düzeltecek, yolunu aydınlatacak, dağılmışlarını, yolunu yitirmişlerini geri çevirecek ilkeleri vahyediyor. Oysa uçsuz bucaksız mülkü ile karşılaştırıldığında, bir sivri sineğin insan yanındaki önemsizliğinden daha aşağıdır insan.

Bu bir gerçektir. Ama o yüce ve aydınlık ufka yükselmedikçe herhangi bir insanın düşünemeyeceği kadar yücedir, üstündür:

"İşte böylece sana da emrimizle Kur'an vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kitab'ı), bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun."

"Göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi Allah'ın yoluna. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner."

"İşte böyle". Bu yolda ve bu tür bir iletişimle "sana da vahyettik." Sana yönelik vahiy bundan önce uygulana gelen yöntemle gerçekleşti. İlk defa sen karşılaşmıyorsun böyle bir olayla. Sana biz vahyettik: "Emrimizle Kur'an'ı biz indirdik." Kur'an'da hayat vardır. Hayat verir, onu harekete geçirir, aktifleştirir. Kalplerde ve gözle görülen realite dünyasında onu geliştirir: "Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin." Yüce Allah Peygamberin ruhsal durumunu herkesten iyi biliyor ve o, henüz bu vahyi almamışken onun ruhsal durumunu bu şekilde tasvir ediyor. Kuşkusuz Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kitapla, imanla ilgili bazı bilgiler duymuştu. Arap yarımadasında kitap ehli grupların olduğu ve bunların inanç sistemlerinin bulunduğu biliniyordu. Ama burada kastedilen bu değildir. Kastedilen kalbin bu gerçeği kapsaması, onu duyması, vicdanında onun varlığından etkilenmesidir. İşte bundan önce olmayan, yüce Allah'ın emri d arınca Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- kalbine giydirdiği bu ruhtur.

"Fakat iz onu, bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz." İşte onun öz yapısı budur. Bu vahyin, bu ruhun, bu kitabın özü budur. Bu bir nurdur. Yüce Allah, durumunu bildiği ve bu nuru algılayabileceğini bildiği, dolayısiyle doğru yola girmesini istediği kimselerin kalplerini bu nurla aydınlatır.

"Ve şüphesiz ki sen doğru yola götürüyorsun."

Bu ifade doğru yola iletme meselesinin yüce Allah'a özgü olduğunu pekiştiriyor. Onu her türlü etkenden soyutluyor ve bu meseleyi sadece yüce Allah'ın iradesine bağlıyor. Yüce Allah, kendisine özgü bilgisi uyarınca dilediği kimseyi doğru yola iletir. Bunu ondan başkası bilemez: Peygamber ise, Allah'ın iradesinin gerçekleşmesine aracılık yapar. Çünkü Peygamber kalplerde hidayeti meydana getiremez. O sadece mesajı duyurur. Ardından Allah'ın iradesi gerçekleşir.

"Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun. Göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi Allah'ın yoluna."

Buna göre Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- insanları Allah'ın yoluna iletecek bir mesaj sunuyor. Bütün yan yollar bu ana yolda buluşur. Çünkü bu herşeyin sahibi olan Allah'a giden yoldur. Göklerde ve yerde bulunan herşey O'nundur. O'nun yolunu bulan göklere ve yere egemen olan yasalar sistemini, göklerde ve yerdeki güç ve enerji kaynaklarını, göklerde ve yerdeki rızıkları, göklerin ve yerin yüce sahiplerine yöneliş tarzlarını da bulur. Çünkü herşey O'na yönelir, herşey O'na döner.

"Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner."

Herşey sonunda O'nun yanına varır, O'nun yanında buluşur. O da bunlar hakkındaki kararını verir.

Bu nur insanları Allah'ın yoluna iletir. Yüce Allah kulları izlesinler diye bu yolu belirlemiştir. Amaç insanların doğru yolu bulmuş ve Allah'ın buyruğuna boyun eğmiş olarak en sonunda Allah'ın huzuruna varmalarıdır.

Böylece vahiy meselesinden söz ederek başlayan bu sure sona eriyor. Surenin ana ekseni vahiy meselesiydi. Vahiy meselesi ilk peygamberlerden bu yana ele alınarak sunulmuştu. Amaç dinin birliğini, hareket metodunun birliğini ve izlenen yolun birliğini ortaya koymaktır. Bir de Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğini ve bu peygamberliğe inanan mü'min kitlenin temsil ettiği tüm insanlığı,kapsayan evrensel önderliği ilan etmektir. Bu kitlenin omuzuna insanları doğru yola götürme emanetini yüklemektir. Bu yol, göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi olan Allah'ın yoludur. Bunun yanısıra, mü'min kitlenin özelliklerini, karekteristik yapısını açıklamak ta güdülen amaçlardan biridir. Mü'min kitlenin bu ayırıcı özellikleri onun önderlik işlevini yerine getirmesini, akıllara durgunluk veren bu olağanüstü yolu izleyerek göklerden yere inen bu emaneti omuzlamasını sağlamıştır.

ŞURA SURESİNİN SONU

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.