42-Şura
1- Ha, Mim.
2- Ayn, Sin,
Kaf.
3- O üstün
iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki
peygamberlere böyle vahyeder.
4- Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür.
5- Neredeyse
gökler onların Allah'a ortak koşmaları karşısında tepelerinden
çatlayacaklar. Melekler, Rab'lerini hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için
bağışlanma dilerler. İyi bilinki Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
6- Allah'tan
başka dostlar edinenleri Allah gözetlemektedir. Sen onların üzerinde vekil
değilsin.
Bazı surelerin başlarında
yeralan birbirinden kopuk harflerle ilgili düşüncemizi diğer surelerde
yeterince açıklamıştık. Bu sure de birbirinden kopuk harflerle başlıyor ve
bunu şu ayet izliyor:
"O üstün iradeli ve her
yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere
böyle vahyeder."
Yani bu şekilde, bu düzen
içinde ve bu yolla gerçekleşiyor sana ve senden önceki peygamberlere
indirilen vahiy. Bu kitap insanların bildiği, anladığı ve anlamlarını
kavradığı harflerle oluşan sözlerdir, kelime ve ibarelerdir. Ne varki
insanlar bildikleri bu harflerle bunun benzeri bir kitabı meydana
getiremezler.
Bir başka açıdan da vahyin ve
vahyi indiren kaynağın birliği dile getiriliyor. Çünkü vahyi indiren üstün
iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan yüce Allah'tır. Tarih
boyunca gelmiş geçmiş tüm peygamberlere vahiy indiren yüce Allah'tır.
Peygamberler ve zaman değişse de vahyin özü birdir... "Sana ve senden önceki
peygamberlere."
Bu hikayenin başlangıcı
eskilere dayanır. Zamanın derinliklerinin içine kök salmıştır. Bu, birbirine
girmiş, çok halkalı bir silsiledir. Birçok ayrıntısının olmasına rağmen
sağlam temellere dayanan bir hayat sistemidir, bir hareket metodudur.
Bu gerçek -bu şekilde-
mü'minlerin vicdanlarında yeredince, inanç sistemlerinin köklülüğü,
sağlamlığı, kaynağının ve yolunun birliği düşüncesini uyandırır
zihinlerinde. Ve onları bu vahyin kaynağına bağlar: "Üstün iradeli ve her
yaptığını bir hikmete göre yapan Allah." Aynı şekilde, kendileri ile her
zaman ve her yerdeki, Allah tarafından gönderilen vahye bağlayan diğer
mü'minler arasında bir yakınlık olduğu fikrini uyandırır. Şu halde mensup
bulundukları ailenin kökü tarihin derinliklerine dayanır. Zamanın
derinliklerine kök salmışlardır. Hepsi de en sonunda Allah'a bağlanıyor,
O'nda buluşuyorlar. O "Üstün iradelidir." Güçlüdür, dilediğini yapar. "Her
yaptığını bir hikmete göre yapar." Dilediği kimseye, dilediğini bir hikmete
ve plana göre vahyeder. Şu halde nasıl oluyor da bu tek ve değişmez ilahi
sistemden ayrılıp, sonuçta Allah'a götürmeyen, kaynağı bilinmeyen, belli ve
tutarlı bir hedefi olmayan değişik yollara sapıyorlar?
Burada konunun akışı kesiliyor
ve tek başına bütün peygamberlere vahiy gönderen yüce Allah'ın sıfatları
sunuluyor. Göklerde ve yerde bulunan tüm varlıkların mülkiyetinin sadece
O'na ait olduğu ve sadece O'nun yüce olduğu, büyük olduğu belirtiliyor:
"Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür." Çoğu kere sırf bazı şeyleri ellerinde
bulunduruyorlar, onları buyruklarına almışlar, yararlanıyorlar ve
diledikleri yerde kullanabiliyorlar diye insanlar buna kanarak birçok şeye
sahip olduklarını sanıyorlar. Oysa bu gerçek bir mülkiyet değildir. Gerçek
mülkiyet Allah'ındır. Vareden, yokeden, dirilten, öldüren O'dur. İnsanlara
dilediğini verebilir ve onları dilediği şeyden de yoksun bırakabilir. Sahip
bulundukları şeyleri ellerinden alabilir ve bunun yerine başka bir şey
koyabilir. Gerçek mülk, varlıkların özüne hükmeden, onları kendi seçtiği
yasalar sistemine göre yönlendiren Allah'ındır. Eşya ve varlıklar yüce
Allah'ın belirlediği yasa doğrultusunda Allah'ın buyruğuna olumlu cevap
verir, boyun eğer, üstüne düşeni yerine getirirler. Göklerde ve yerde
bulunan herşey Allah'a aittir. Öyleki hiç kimse onun mülküne ortak değildir.
"O, yücedir, büyüktür." O sadece mülkün sahibi değildir. Tek başına eşsiz
bir yücelik ve büyüklük sahibidir de. O'nun sahip bulunduğu bu yücelik
karşısında herşey çok aşağıda kalır. O'nun büyüklüğünün yanında herşey çok
küçük kalır!
Bu gerçek, vicdanlarda gereği
gibi yeredince insanlar kendileri için bir rızık, bir iyilik ve bir kazanç
dilemek için nereye yönleneceklerini bilirler. Çünkü göklerde ve yerde
bulunan her şey Allah'ındır. Dolayısiyle mülkten bağışta bulunma yetkisi
mülkün sahibine aittir. Hem Allah "Yücedir, büyüktür" Bir şey istemek için
O'na uzanan eller, hiç te yüce ve büyük olmayan yaratıklara uzandıklarında
doğru olduğu gibi küçülmezler, aşağılanmazlar.
Sonra evren üzerindeki mülkiyetin
Allah'a özgü olduğu, aynı şekilde O'nun yüceliği ve büyüklüğü bir tablo
halinde sunuluyor. Bu olgu, Rabb'inin yüceliği karşısında duyduğu heybetten
ve yeryüzündeki bazı varlıkların doğru yoldan sapmasından dolayı içine
düştüğü dehşetten neredeyse çatlayacak gibi olan göklerin hareketinde, yine
hamd ile Rab'lerini tesbih eden, sapmalarından, küstahlık yapmalarından
dolayı yeryüzündeki kimi varlıklar için bağışlanma dileyen meleklerin
hareketlerinde somutlaştırılıyor:
"Neredeyse gökler, onların Allah'a
ortak koşmaları karşısında tepelerinden çatlayacaklar. Melekler Rab'lerini
hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için bağışlanma dilerler. İyi bilinki,
Allah çok bağışlayan. çok esirgeyendir."
Gökler, yeryüzünde yaşayan bizler için
yukarıda gibi görünen şu uçsuz bucaksız varlıklar kümesidir. Ve biz onun
büyüklüğü karşısında çok az sayılacak bir şey biliyoruz. Bu güne kadar
göklerde yüz milyarlarca güneş sisteminin bulunduğunu, her birinde bizim
güneşimiz gibi yüz milyarlarca güneşin yeraldığını ve bunların herbirinin
hacminin bizim dünyamızdan milyon kere daha büyük olduğunu öğrendik. Bu
güneş sistemlerini artık biz insanlar küçük teleskoplarımızla
gözetleyebiliyoruz. Bunlar gök boşluğuna dağılmış durumdadırlar.
Aralarındaki mesafeler ise yüz milyarlarca ışık yılı olarak ifade edilecek
kadar korkunçtur. Işık yılı hızına göre hesaplanır ki, bu, saniyede 168.000
mile ulaşır.
İşte, hakkında bu küçük ve sınırlı
bilgiye sahip bulunduğumuz bu gökler yüce Allah'ın büyüklüğünün ve
yüceliğinin ürpertisi ile, yeryüzünde yaşayan bazı varlıkların sapmasının
dehşeti ile çatlayacak gibi oluyorlar. Yeryüzünde sapan bu varlıklar (yani
bazı insanlar) evrenin vicdanının duyup dehşetinden titrediği, sarsıldığı ve
en yüce yerinden çatlayacak gibi olduğu bu büyüklüğü unutuyorlar:
"Melekler, Rab'lerini hamd ile tesbih
ederler, yerdekiler için bağışlanma dilerler."
Melekler kayıtsız şartsız Allah'a itaat
eden varlıklardır. Yaratıklar içinde en başta içtenlikle boyun eğen
onlardır. Ancak yüce Allah'ın yüceliğinin ve büyüklüğünün farkında
oldukları, aynı zamanda ona itaat etme ve onu övmede kusur etme endişesi
içinde oldukları için sürekli Rab'lerini tesbih ederler. Öte yandan
yeryüzünde yaşayan kusurlu ve zayıf varlıklar Rab'lerini inkar ediyorlar,
doğru yoldan sapıyorlar. Bu durum karşısında melekler yüce Allah'ın
öfkesinden korkuyorlar ve yeryüzünde işlenen günah ve kusur için yeryüzünde
yaşayanlar adına bağışlanma diliyorlar. Mü'min suresindeki ayete dayanarak
meleklerin bağışlanma dileklerinin mü'minler için olduğunu söyleyebiliriz:
"Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rab'lerini överek tesbih ederler.
O'na inanırlar ve mü'minler için bağışlama dilerler." (Mü'min Suresi, 7)
Bu durum, yeryüzünde meydana gelen
herhangi bir günahtan hatta mü'minlerin işledikleri herhangi bir kusurdan
dolayı meleklerin ne kadar korktuklarını, dehşete düştüklerini, bu yüzden
yüceliğini ve büyüklüğünü hissederek, onun mülkünde meydana gelen bir
günahtan dolayı dehşet içinde olduklarını belirterek, sürekli onun
bağışlamasını ve rahmetini ümitle isteyerek Rab'lerinden bağışlanma
diliyorlar, onu hamd ile tesbih ediyorlar.
"İyi bilin ki Allah, çok bağışlayan,
çok esirgeyendir."
Böylece yüce Allah'ın üstünlüğü,
hikmeti, yüceliği ve büyüklüğünden sonra bağışlayıcılığı ve merhametliliği
de dile getiriliyor. Bu sayede kullar değişik sıfatları ile Rab'lerini
tanımış oluyorlar.
Bölümün sonunda -Bu sıfatların ve
onların tüm evren üzerindeki etkilerinin ardından- Allah'ın dışında dost ve
dayanak edinenler gündeme getiriliyorlar. Oysa evrende Allah'ın dışında
desteğine ihtiyaç duyulacak bir başka dost ve dayanağın olmadığı ortaya
çıkmıştı. Şu halde Allah'ın elçisi -salât ve selâm üzerine olsun- onları
kendi hallerine bırakmalıdır. Çünkü onların üzerinde bekçi değildir. Onların
üzerinde gözetleyici olan yüce Allah'tır. O'dur onların akıbetlerini
garantileyen:
"Allah'tan başka dostlar edinenleri
Allah gözetlemektedir. Sen onların üzerinde vekil değilsin."
Bu bedbaht ve sapık kişilerin uğursuz
tabloları canlanıyor zihinde; bunlar Allah'tan başka dostlar ediniyorlar,
ama elleri boşluğu yakalıyor, çünkü dostluğu işe yarayacak kimse yok ortada.
İnsan vicdanında canlanan bu tabloda onlar ve Allah'ın dışında edindikleri
dostları çok basit, çok aşağılık görünüyorlar. Onlar bu durumdayken yüce
Allah onları gözetliyor. Onun kontrolünde, küçük ve güçsüz duruyorlar. Ama
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberindeki mü'minler
onların durumunu düşünmek ve onların meseleleri ile ilgilenmekle yükümlü
değildirler. Çünkü yüce Allah onlarla bu şekilde ilgilenilmesini istemiyor.
Mü'minleri, -her durumda bu konuda bir
endişelerinin olmaması, rahatsız olmamaları için bu gerçeğin vicdanlarında
bu şekilde yerleşmesi zorunludur. Allah'tan başka dostlar edinen bu kimseler
ister yeryüzünde iktidar sahibi olsunlar, ister iktidardan yoksun güçsüz
kimseler olsunlar. Mü'minler bu gerçeği bu şekilde kavrayınca yeryüzünde
iktidar sahipleri -istedikleri kadar zorbalaşsınlar gözlerinde
basitleşirler. Çünkü bu despotların gücü, iktidarı yüce Allah'ın desteğinden
yoksundur. Üstelik yüce Allah onları gözetliyor ve onları çepeçevre
kuşatmıştır İçinde yaşadıkları evren bütünüyle Rabb'ine inanıyor. Onlarsa
koroya ters düşen çatlak bir ses gibi sapmışlardır. Mü'minler diğer durumda
da kendilerinden emindirler. Çünkü şu sapıkların Allah'tan başka dostlar
edinmesinde onlar için bir sorumluluk sözkonusu değildir. Çünkü mü'minler
yaratılışın normal çizgisinden sapanlar üzerinde bekçi değildirler. Onların
görevi sadece öğüt vermek, Allah'ın mesajını açıkça duyurmaktır. Kulların
kalplerini gözetlemek ise Allah'ın yetkisindedir.
Bu yüzden mü'minler yollarına devam
ederler. İzledikleri yolun Allah'ın vahyinin yol göstericiliği ile hedefe
ulaşacağından emin olurlar. Sapıkların yoldan ayrılmalarından dolayı
kendilerinin bir zarara uğramayacaklarını, bu sapıklığın boyutları ne olursa
olsun bilirler.
10- Görüş ayrılığına
düştüğünüz herhangi bir meselede hüküm vermek Allah'a aittir. İşte bu, benim
Rabb'im olan Allah'tır. O'na dayandım, O'na yöneldim.
11- Gökleri ve yeri
yoktan var edendir. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı.
Bu düzen içinde çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O
herşeyi işitir, görür.
12- Göklerin ve
yerin anahtarları Allah'ındır. Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de
kısar. O, herşeyi bilendir.
Bu gerçeklerin ifade yöntemi, sıralanışı ve bu bölüm
içinde bir araya getiriliş biçimi üzerine düşünmeyi gerektiren ilginç bir
yöntemdir. Çünkü her parçanın arasındaki gizli ve açık bağ latif ve ince bir
bağdır.
Bölüm önce, insanlar arasında başgösteren her türlü
görüş ve inanç ayrılığının çözümünü Allah'a bırakıyor: "Görüş ayrılığına
düştüğünüz herhangi bir meselede hüküm vermek Allah'a aittir."
Yüce Allah kişinin hükmünü bu Kur'an'da indirmiştir.
Dünya ve ahiretle ilgili ayrıntılı ve çözümleyici sözünü söylemiştir.
İnsanların kişisel ve toplumsal hayatları, geçimleri, yönetimleri,
politikaları, ahlak ve davranış kuralları için kendi seçtiği bir hayat
sistemi koymuştur. Bunların tümünü kapalı hiçbir taraf bırakmamak üzere
açıklamıştır. Bu Kur'an'ı insanlık hayatı için, yönetim düsturlarından daha
kapsamlı, daha geniş, herşeyi içine alan evrensel bir hayat düsturu
kılmıştır. Dolayısiyle insanlar herhangi bir meselede veya bakış açısında
görüş ayrılığına düşerlerse bu konudaki Allah'ın hükmü, onun insanlık
hayatının temel yasası olsun diye Peygamberine vahyettiği kitapta mevcuttur.
Bu gerçeğin bu şekilde vurgulanmasından sonra,
Peygamber efendimizin sözü aktarılıyor. Burada Peygamber efendimiz her
şeyiyle Allah'a teslim olduğunu bütünüyle O'na yöneldiğini ifade ediyor:
"İşte bu, benim Rabb'im olan Allah'tır. O'na
dayandım, O'na yöneldim." Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- dili ile ifadesini bulan bu yönelme, bu dayanma ve bu vurgulama
psikolojik açıdan az önceki gerçek üzerine yapılmış uygun bir değerlendirme,
yerinde bir yorum olarak yer alıyor. İşte Allah'ın elçisi ve peygamberi
Rabb'inin Allah olduğuna şahitlik ediyor. Sadece O'na dayanıp güvendiğini,
başkasına değil sadece O'na yöneldiğini ifade ediyor. Öyleyse yol gösterici,
hidayet rehberi peygamber O'ndan başkasının hükmüne başvurmazken diğer
insanlar nasıl oluyor da görüş ayrılığına düştükleri herhangi bir meselede
O'ndan başkasının hükmüne başvuruyorlar? Halbuki peygamber, insanların
sorunları çözümleyici sözlerine müracaat etmeleri, şurada, burada bir an
olsun O'nun yol göstericiliğinden ayrılmamaları açısından herkesten
önceliklidir. Şu halde yol gösterici peygamber sadece Allah'a dayanıp
güveniyorken, Rabb'im O'dur, işlerimi yönlendiren, her şeyime kefil olan,
beni dilediği tarafa yönelten O'dur, diyerek sadece O'na yöneliyorken diğer
insanlar nasıl olur da herhangi bir meselenin çözümü için başka bir merciye
yönelebilirler?
Bu gerçeğin mü'minin vicdanında yerleşmesi yolunu
aydınlatır, gideceği yolun işaretlerini belirler ve sağa-sola sapmasına
engel olur. Yoluna güvenmesini, adımlarını attığı yerlerden emin olmasını
sağlar. Böylece kuşkular içinde kıvranmasını, ürkek davranmasını, şaşkın
şaşkın dolaşmasını önler. Bu durumda mü'min yüce Allah'ın kendisini
gözettiğini, koruduğunu, adımlarını bu yöne doğrulttuğunu, ayrıca doğru yol
klavuzu Hz. Peygamber'in de Allah'a giden bu yolu izlediğini düşünür.
Bu gerçeğin, mü'minin vicdanında yerleşmesi, onun
kendi hayat sistemine, hareket metoduna ve yoluna ilişkin bilincinin
düzeyini yükseltir. Artık mü'min ilgilenilebilecek bir başka metodun veya
yolun olabileceğini kabul etmez. Doğru yol klavuzu Hz. Peygamber -salât ve
selâm üzerine olsun- bu hayat sistemini koyan, bu hükmü belirleyen Rabb'ine
yönelirken bir mü'min herhangi bir görüş ayrılığında Allah'ın hükmünün
dışında başvurulabilecek bir başka hükmün olabileceğini düşünmez.
Sonra bu gerçeği daha da pekiştirecek, iyice
yerleşmesini sağlayacak ifadelerle bir kez daha değerlendirme yapılıyor:
"Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size
kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Bu düzen içinde
çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi işitir,
görür."
İnsanların görüş ayrılığına düştükleri herhangi bir
meselede başvurulması gereken bir hüküm olmak üzere bu Kur'an'ı indiren yüce
Allah "Gökleri ve yeri yoktan varetmiştir." Göklerin ve yerin düzenini
sağlayan O'dur. Göklere ve yere egemen olan yasa, onun her birine özgü
işleri çözüme bağlayan hükmüdür. Hayatın ve kulların meseleleri de göklerin
ve yerin düzeninin bir parçasıdır. Yüce Allah'ın bu konudaki hükmü
insanların hayatı ile uçsuz bucaksız evrenin hayatı arasında ahenk
oluşturur. İnsanlar yüce Allah'ın koyduğu hükümlere uyunca kendilerini
kuşatan ve yüce Allah'ın ortaksız hükmüne boyun eğen evrenle barış içinde
yaşarlar.
İnsanlar görüş ve inanç ayrılığına düştükleri
herhangi bir meselenin çözümü için yüce Allah'ın hükmüne başvurmak
zorundadırlar. Çünkü yüce Allah onları yaratmıştır. Onlara şekil vermiş,
onların ruh ve beden yapılarını düzenlemiştir:
"Size kendinizden eşler yarattı." Sizin hayatınızı
temelden düzenledi. Çünkü sizin hayatınızın sürmesi için gerekli olan en
uygun ortamı O bilir. Hayat için elverişli olan hayatın düzenli ve
istikrarlı bir gelişme göstermesi için uygun olan sistemi O bilir.
Hayatınızın tüm canlılar için seçilen yaratılışın temel ilkesine uygun bir
çizgi izlemesini O planlamıştır: "Hayvanlardan da çiftler yarattı..." Şu
halde bütün canlılar arasında bir yapısal birlik vardır. Bu da bütün
canlıların yaratılışında uygulanan yöntemin, bu yöntemi belirleyen iradenin
ve bununla güdülen amacın birliğine tanıklık etmektedir. Sizin -yani siz
insanlar ve hayvanların bu sistem ve yöntem doğrultusunda çoğalmanızı O
sağlamıştır. Ama O bütün yarattıklarından farklıdır. Yarattıkları arasında
ona benzeyen hiçbir şey yoktur: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." İnsan
fıtratı bu gerçeğe hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde inanır. Çünkü
varlıklar kendilerini yaratan yaratıcıya benzemezler. Bu yüzden bütün
varlıklar, aralarında başgösteren herhangi bir görüş veya inanç ayrılığından
dolayı yüce yaratıcının hükmüne başvururlar, onunla birlikte bir başkasına
da başvuruda bulunmazlar. Çünkü, görüş veya inanç ayrılığı baş gösterdiğinde
hükmüne başvurulacak birden fazla merciin olması bir yana, ona benzeyen bir
tek kişi bile yoktur.
"Ona benzer hiçbir şey" olmamakla beraber, bu kesin
farklılıktan dolayı O'nunla yarattıkları arasındaki ilişki kopuk değildir.
Çünkü O, işitir, görür: "O, herşeyi işitir, görür." Sonra herşeyi işiten ve
gören biri olarak hükmeder.
Ardından yüce Allah insanlar arasında başgösteren
herhangi bir görüş ayrılığında çözümleyici tek hükmün kendi hükmü olmasını,
gökleri ve yeri ilk defa yaratıp, onları yönlendirecek yasayı belirledikten
sonra onların anahtarlarının kendi elinde olması gerçeğine dayandırıyor:
"Göklerin ve yerin anahtarları Allah'ındır." İnsanlar da göklerde ve yerde
bulunan varlıklar bütününün bir parçasıdırlar. Şu halde onların iç ve dış
dünyalarının anahtarları da Allah'ın elindedir.
Ayrıca, göklerin ve yerin anahtarlarını elinde
bulundurmanın sonucu olarak insanların rızkını bollaştırıp daraltmak da
O'nun yetkisindedir: "Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar..."
Şu halde insanları rızıklandıran, yaşadıkları sürece rızıklarını
garantileyen, onları yediren, içiren Allah'tır. Peki O'nu bırakıp ta
aralarındaki görüş ve inanç ayrılıkları için kimin hükmüne başvuracaklardır?
Çünkü insanlar bu konuda ancak rızıkları vermeyi garantileyen, rızıkları
dilediği gibi yönlendiren, bütün bunları bir bilgiye ve plana göre yöneten
bir ilaha yönelebilirler: "O herşeyi bilendir." Herşeyi bilen kim ise hüküm
vermekte ona aittir. Bu durumda verilen hüküm adil ve sorunu çözümleyici
olur.
İşte böyle, anlamlar ardarda bir ahenk içinde
diziliyor. Amaç ahenkli ve derin etkili melodi tamamlanana kadar peşpeşe
insan kalbinin dikkatini bir noktaya doğru çekmektir.
DİNİN EGEMENLİĞİ VE
FİTNE
13- Allah, dinden
Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa ya ve İsa 'ya
tavsiye ettiğimiz Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş
ayrılığına düşmeyin' direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak
öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır
geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola
iletir."
14- Onlar,
kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden
ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü
olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi. Onlardan sonra Kitab'a varis
kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar.
15- Bundan dolayı
sen insanları Allah'ın dinine davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol,
onların heva ve heveslerinden kaynaklanan hayat sistemlerine uyma ve deki:
"Ben Allah'ın indirdiği her Kitab'a inandım; aranızda adaleti
gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizimde Rabb'imiz, sizinde Rabb'inizdir.
Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin
aranızda tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar,
dönüşte O'nadır."
16- İnsanlar
Allah'ın çağrısını kabul ettikten sonra, Allah'ın dini hakkında
tartışanların delilleri, Rab'leri yanında batıldır. Onların aleyhine bir
gazab ve çetin bir azab vardır.
Surenin giriş kısmında şöyle deniyor: "O üstün
iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah, sana ve senden önceki
peygamberlere böyle vahyeder." Bu ifade, bütün peygamberlerin vahiy
aldıkları kaynağın, uyguladıkları sistemin, gerçekleştirmek istedikleri
hedefin birliğine yönelik genel bir işaretti. Şimdi ise bu işaret açıklığa
kavuşturuluyor. Yüce Allah'ın müslümanlar için hayat düsturu olarak
öngördüğü direktifin -genelde- Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye
ettiği prensip olduğu vurgulanıyor. Özelde müslümanlara genelde de tüm
peygamberlerin ümmetlerine emredilen prensip şudur: "Allah'ın dinini hayata
egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin" Bu konuda görüş ve
inanç ayrılığına düşenlere aldırmadan kalıcı ilahi sisteme uymakta ısrar
etmek, bu açık, dengeli ve tutarlı dini uygulamak, Allah'ın hakimiyeti
hakkında tartışanların delillerini çürütmek, onları Allah'ın öfkesi ile,
şiddetli azabı ile korkutmak gibi sonuçlar bu prensibin yerleşmesinden sonra
gelir.
Tıpkı az önceki bölümde olduğu gibi burada da belli
bir amaca yönelik bir bütünlük ve ahenk olduğu göze çarpmaktadır:
"Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana
vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimiz `Allah'ın
dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin'
direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü."
Böylece surenin giriş kısmında ayrıntılı olarak ele
aldığımız gerçek; bütün peygamberlerin sundukları mesajın temelde bir
olduğu; zamanın derinliklerine kök salmış dinin bir olduğu gerçeği iyice
pekiştiriliyor. Buna bir de mü'minin duygusunda tatlı bir iz bırakan
açıklamalar ekleniyor. Mü'min uzanıp giden yolda yürüyen önceki kuşaklara
bakıyor. Birden peşpeşe yola koyulan insanlığın şu seçkin, şu saygın
şahsiyetlerini; Hz. Nuh'u, İbrahim'i, Musa'yı, İsa'yı ve Hz. Muhammed'i
-salât ve selâm üzerlerine olsun- görüyor. Bu seçkin insanların devamı
olduğunu, onların izinden gittiğini düşünüyor. Çeşitli engeller ve
dikenlerle dolu da olsa, bu yüzden birçok nimetten yoksun da kalsa daha bir
coşku ile yolunu izliyor. Çünkü o, yüce Allah katında en saygın, en onurlu
olan bir kafile ile yoldaşlık etmektedir. Bu kafile insanlık tarihi ile
birlikte bütün evrende gelmiş geçmiş en büyük, en seçkin kafiledir.
Aynı şekilde, Allah'ın değişmez dinine inanan ve
O'nun kalıcı yasasına uyanlar arasında köklü bir barış vardır. Bunlar
ayrılıkları ve farklılıkları bir kenara bırakırlar. Sağlam bir yakınlık
bilincini taşırlar. Bu da beraberinde yardımlaşmayı, anlaşmayı, şimdiki
zamanı geçmişe, geçmişi de şimdiki zamana bağlamayı ve topyekün Allah'ın
belirlediği yolda yürümeyi getirir.
Yüce Allah'ın, dinden bir kural olarak Hz.
Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- inanan müslümanlara hayat düsturu
olarak öngördüğü prensip, yüce Allah'ın Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz.
Musa'ya ve Hz. İsa'ya -selâm üzerlerine olsun- tavsiye ettiği bir prensibin
aynısı olduğuna göre Hz. Musa'ya uyanlarla Hz. İsa'ya uyanlar niçin
birbirleri ile savaşıyorlar? Hz. İsa'ya uyan değişik mezheplere bağlı
kişiler kendi aralarında niçin savaşıyorlar? Hz. Musa'ya ve İsa'ya uyanlar
neden Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- uyanlarla savaşıyorlar?
İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri sürenler niye müslümanlarla
savaşıyorlar? Niçin hepsi biraraya gelip kendilerine gönderilen son
peygamberin kaldırdığı tek bayrağın altında toplanmıyorlar? Çünkü yüce
Allah'ın yerine getirilmesini istediği bu direktif herkese yöneliktir:
"Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına
düşmeyin." Allah'ın dinini bütün yönleriyle uygulayın, yükümlülüklerini
yerine getirin, ondan sapmayın, onun ilkelerini çarpıtmayın. Yükselen
bayrağın altında tek saf halinde durun. Bu, tek ve değişmez bir bayraktır.
Bu bayrağı son dönemde Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- gelene
kadar sırasıyla Hz. Nuh, İbrahim, Musa ve İsa -selâm üzerlerine olsun-
taşımıştır.
Ne varki -Hz. İbrahim'in dinine bağlı olduklarını
ileri süren- şehirlerin anası Mekke ve çevresinde yaşayan müşrikler bu yeni
ama kökü eskilere dayanan son çağrıya karşı değişik bir tutum sergiliyorlar:
"Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a
ortak koşanlara ağır geldi." Aralarındaki Hz. Muhammed'e -salât ve selâm
üzerine olsun- vahyin gelmesi onlara ağır geldi. Çünkü "İki şehrin
büyüklerinden birine" (Zuhruf Suresi, 31) vahiy gelmesini istiyorlardı.
Aralarında nüfuz sahibi ileri gelenlerden birine gelmesini bekliyorlardı.
Kendi itirafları ile doğru ve güvenilir olan Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- ne kişisel nitelikleri ne de ortalama bir Kureyş ailesi olan
soyu onlara göre otoriter bir kabile başkanı olması için yeterli değildi.
Putperestlik ve putçuluk döneminin otoritelerinin
dayanağı efsanelerin bitmesi ile birlikte otoritelerinin bitecek olması
onlara ağır geliyordu. Çünkü ekonomik ve kişisel çıkarları bu putperest
efsanelere dayanıyordu. Bu yüzden şirke sarıldılar. Peygamber efendimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çağırdığı net ve arı tevhid
düşüncesini, yani Allah'ın tek ve ortaksız hakimiyetine dayanan islam
düşüncesini kabul etmek ağır geldi.
Ölen müşrik atalarının sapıklık üzere, cahiliye
üzere öldüklerini söylemek ağır geldi onlara ve ahmaklığa dört elle
sarıldılar. Günahla övünür oldular. Atalarının sapıklık üzere öldüklerini
söylemektense cehenneme atılmayı tercih ettiler.
Kur'an-ı Kerim onların bu ahmakça tutumları üzerine
yüce Allah'ın dilediği kimseyi peygamberlik görevi için seçip tercih
ettiğini, yine kendisine sığınmak isteyeni doğru yola ilettiğini, ayağı
kayıp yoldan çıkan kimilerinin tevbesini kabul ettiğini belirterek bir
değerlendirme yapıyor:
"Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine
yöneleni de doğru yola iletir."
Nitekim Hz. Muhammed'i de -salât ve selâm üzerine
olsun- peygamberlik görevi için seçmiştir. Yine yüce Allah kendisine dönüp
yönelen için de yolu açık tutmuştur.
Ardından surenin akışı tekrar peygamberlerin
izleyicilerinin tutumlarına dönüyor. Bütün peygamberler soydaşlarına aynı
dini getirmişler, ama izleyicileri onlardan sonra gruplara bölünmüş, bölük,
pörçük olmuşlardır:
"Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece
aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süre
için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi.
Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar."
Şu halde onlar cahil oldukları için görüş ayrılığına
düşmediler. Kendilerini, peygamberlerini ve inanç sistemlerini birbirine
bağlayan tek ve değişmez temel ilkeden habersiz oldukları için ayrılmadılar.
Tam tersine, kendilerine yeterli ve aydınlatıcı bilgi geldikten sonra
ayrıldılar, parçalandılar. Birbirlerini tepelemek, içlerindeki kıskançlık
duygusunu tatmin etmek, hem kendilerine, hem de gerçeğe haksızlık etmekti
asıl gerekçe. Azgın ihtirasların, sınır tanımaz arzuların etkisi ile
parçalandılar. Doğru inançtan, dengeli ve tutarlı hareket metodundan
kaynaklanan bir gerekçeye dayanmaksızın görüş ve inanç ayrılığına düştüler.
Eğer inanç sistemlerini herşeyin üstünde tutsalardı, eğer hareket
metodlarına uysalardı, parçalanmazlardı, bölünmezlerdi.
Kuşkusuz, bu şekilde parçalanıp bölünmeleri
dolayısıyla işledikleri suçun, azgınlığın ve zulmün karşılığı olarak yüce
Allah tarafından cezalandırılmayı hakketmişlerdi. Ne varki yüce Allah daha
önce dilediği bir hikmetten dolayı belli bir sürenin sonuna kadar onlara
mühlet tanımaya ilişkin bir söz vermiştir: "Eğer belli bir süre için
Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi." Şayet
yüce Allah daha önce belli bir süre için onlara mühlet vereceğine ilişkin
bir söz vermiş olmasaydı, hemen aralarındaki meseleyi çözümlerdi. Gerçeği
ortaya koyar, batılı geçersiz kılardı. Meseleyi bu dünya hayatında
sonuçlandırırdı. Ne varki onların meselelerinin çözümü zamanı belirlenmiş
güne ertelenmiştir.
Hz. Peygambere uyanlar arasında görüş ve inanç
ayrılığına düşüp parçalananlardan sonra kitabı devralan kuşaklar ise inanç
sistemlerini ve kitaplarını kesin bir inançtan uzak bir tavırla
karşıladılar. Çünkü önceki kuşaklar arasında başgösteren görüş ve inanç
ayrılıkları onların inanç sistemini içtenlikten uzak bir şekilde
karşılamalarına ve değişik mezhepler ve gruplar arasında kuşku, karmaşa ve
şaşkınlığın kol gezmesine neden olmuştur:
"Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan
kuşku duymaktadırlar." İnanç sistemi böyle olmaz kuşkusuz. Çünkü inanç
sistemi mü'minin üzerinde durduğu sert bir kayadır. Çevresindeki her yer
yıkılır, dökülür ama o, yerinde sarsılmadan duran sert kayanın üzerinde
ayakları yere sağlam basmış olarak güvenle durur. İnanç sistemi ufukta
beliren ve hiçbir zaman sönmeyen bir klavuz yıldızıdır. Mü'min kasırgalar,
fırtınalar arasında ona yönelir. Bu sayede yolunu yitirmez, sapmaz. Ancak
inanç sisteminin kendisi şüphe konusu olursa ve zihinlerin bulanmasına neden
olursa, o zaman hiçbir şey ve hiçbir mesele kişinin içinde kalıcılık
göstermez, bir yönde karar kılamaz ve güven içinde yoluna devam edemez.
Kuşkusuz inanç sistemi, kendisine bağlananlara
Allah'a giden yolu ve yönü göstermek için gelmiştir. Onlar da tereddüt
etmeden, kararsızlık göstermeden, inanç sisteminin belirlediği yoldan
sapmadan peşlerinden gelen insanlara yol göstericilik yaparlar. Fakat
kendileri izledikleri yoldan emin değillerse, inanç sisteminden kuşku
duyuyorlarsa, bu durumda hiç kimseye öncülük edemezler. Çünkü kendileri
şaşkındırlar.
İşte bu yeni din geldiği gün diğer peygamberlerin
izleyicilerinin durumu bundan ibaretti.
Hindistan'lı yazar Üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi
"Müslümanların gerilemesi ile dünya neler kaybetti" adlı kitabında şöyle
der:
"Büyük dinler, boş ve gereksiz işlerle uğraşanların
elinde bir kurban gibiydiler. Münafıklar, dini bozmak isteyen art niyetli
kişilerin elinde oyuncak haline gelmişlerdi. O kadar ki, bu dinler ruh ve
şekillerini yitirmişlerdi. Bu dinlerin ilk bağlıları dirilecek olsaydı
bunları tanımayacakları kuşkusuzdu. Uygarlığın, kültürün, hüküm ve siyasetin
beşiği sayılan merkezler, anarşizmin, toplumsal çöküntünün, kargaşanın, kötü
idarenin ve zorba yöneticilerin kol gezdiği birer sahneye dönüşmüşlerdi.
Artık kendi içlerine kapanmışlardı. Dünyaya sunacakları bir mesajları,
milletlere yönelik bir çağrıları kalmamıştı. Manevi değerler alanında iflas
etmişlerdi, hayat kaynakları kurumuştu. Ne semavi dinlerden kaynaklanan
katışıksız bir şerait ne de beşeri egemenliğin ortaya koyduğu kalıcı bir
sosyal düzen mevcuttu."
Avrupalı yazar G.H. Denison "Emotion as the Basis of
Civilisation" adlı eserinde şöyle der:
"Beşinci ve altıncı yüzyıllarda uygar dünya
anarşizmin, kargaşanın korkunç uçurumunun kenarında duruyordu. Çünkü
uygarlığın ayakta kalmasına yardımcı Olan inanç sistemleri yıkılmışlardı.
Onların yerini tutacak bir şey de geliştirilmemişti. O sıralarda kuruluşunun
temelinde dört bin yıllık emek yatan en büyük uygarlık ta parçalanmaya,
çökmeye yüz tutmuştu. İnsanlık bir kez daha barbarlığa, ilkelliğe dönme
endişesini taşıyordu. Çünkü kabileler birbiriyle savaşıyor,birbirini kırıp
geçiyorlardı. Kanun, düzen kalmamıştı. Hristiyanlığın ortaya koyduğu
düzenler birleştirmek ve düzen sağlamak yerine parçalamaya, yıkmaya
çalışıyordu. Uygarlık gölgesi tüm dünyayı kaplamış dal budak salmış büyük
bir ağaç gibiydi. Ne varki artık ağacın ayakta duracak gücü kalmamıştı.
Çürüme tüm gövdeyi sarmıştı. Her yeri kasıp kavuran bu kokuşmuşluk, bu
çözülmüşlük görüntüleri arasında, tüm dünyayı birleştirecek olan adam
doğuverdi." Yani Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun-.
Peygamberlerin izleyicileri -kendilerine aydınlatıcı
bilgi geldikten sonra- görüş ayrılıkları yüzünden bölündükleri için,
onlardan sonra kitabı devralanlar da omuzladıkları inanç sisteminden kuşku
duydukları için... Evet bu iki önemli neden için... Ayrıca insanlığın
önderlik merkezi, Allah'a giden yolu bilen kişinin inançlı ve kararlı bir
önderden yoksun bulunduğu için yüce Allah Hz. Muhammed'i salât ve selâm
üzerine olsun- peygamber olarak gönderdi. İnsanları davet etmesini,
davetinin öngördüğü hareket metodu üzerinde dosdoğru yürümesini, kendisi ve
net, dengeli ve tutarlı mesajı hakkında ortaya atılan asılsız söylentilere,
ihtiras ürünü itirazlara aldırmamasını emretti. Yüce Allah'ın bütün
peygamberler için hayat düsturu olarak öngördüğü değişmez mesaja yeniden
inanmaları için insanları açıkça çağırmasını istedi:
"Bundan dolayı sen insanları Allah'ın dinine davet
et ve emrolunduğun gibi doğru ol, onların heva ve heveslerinden kaynaklanan
hayat sistemlerine uyma ve de ki: `Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba
inandım, aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de
Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz
size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak birşey yoktur. Allah
hepimizi biraraya toplar, dönüş de O'nadır."
Bu, tüm insanlığı kapsayan yepyeni bir önderliktir.
Açık, kesin ve kalıcı hareket metoduna uyan tutarlı, dengeli ve kararlı bir
önderliktir. Bu önderlik bir kanıta dayanarak insanları Allah'ın dinine
uymaya çağırır. Sapmadan Allah'ın emri doğrultusunda hareket eder.
Birbiriyle çekişen, herbiri bir başka tarafa çekmek isteyen heva ve
heveslerden uzak durur. Bu önderlik, tüm insanlar için gönderilen mesajın,
peygamberliğin, kitabın, hayat sistemi ve hareket metodunun bir olduğunu
açıkça duyurur. İmanı tek ve değişmez aslına döndürür, insanlığı da bu tek
asla yöneltir: "De ki: Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inandım." Sonra
bu, hak ve adalet ilkesine dayalı olarak insanlar üzerinde egemenlik kurmak,
bu doğrultuda üstünlük sağlamaktır: "Aranızda adaleti gerçekleştirmekle
emrolundum." Şu halde bu önderlik siyasi otoritesi bulunan ve yeryüzünde tüm
insanlar arasında evrensel adaleti ilan eden etkin bir önderliktir. (Bu
mesaj henüz islam çağrısı Mekke'de taraftarları ile birlikte baskı
altındayken geliyordu. Ama davanın bu karakteri, evrenselliği açıkça
görülebiliyordu.) Yine bu önderlik Rabb'lığın birliğini tüm dünyaya
duyuruyor: "Allah bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir." Bunun yanısıra
sorumluluğun bireyselliğini vurguluyor: "Bizim amellerimiz bize, sizin
amelleriniz size aittir." Kesin bir söz ile tartışmanın bittiğini ilan
ediyor: "Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur." Herşeyi nihai
emir sahibi Allah'a bırakıyor: "Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de
O'nadır."
Şu bir tek ayet, kısa ama kesin, öz, ince ve
aydınlatıcı bölümleri ile bu son dinin karekteristik özelliğini açıkça
ortaya koyuyor. Buna göre bu din, insanların arzu ve ihtiraslarından
etkilenmeden kendi yolunda hareket etmek üzere gelmiştir. Yeryüzüne egemen
olmak ve insanlar arasında adaleti sağlamak için gelmiştir. Bundan önceki
bütün dinlerde olduğu gibi Allah'a giden yolun bir olduğunu göstermek için
gelmiştir...
Mesele bu şekilde açıklığa kavuştuktan ve mü'min
kitle Allah'ın çağrısına bu şekilde karşılık verdikten sonra, Allah hakkında
tartışmaya girmek isteyenlerin bu tavırları ilgilenmeye değmez çirkin bir
tavır olarak beliriyor. İleri sürdükleri delillerin geçersizliği, çürüklüğü,
hiçbir değerinin, hiçbir ağırlığının olmadığı ortaya çıkıyor. Bölüm onlarla
ilgili son sözü söyleyerek onları yüce Allah'ın şiddetli azabı ile başbaşa
bırakıyor:
"İnsanlar Allah'ın çağrısını kabul ettikten sonra,
Allah'ın dini hakkında tartışanların delilleri, Rab'leri yanında batıldır.
Onların aleyhine bir gazab ve çetin bir azap vardır."
Kimin ileri sürdüğü delil Rabb'i katında geçersizse,
kim Rabb'inin yanında yenik duruma düşerse artık onun ileri sürebileceği bir
kanıtı, bir gücü kalmamış demektir. Yeryüzündeki yenilginin ve bozgunun
ardından ahirette de yüce Allah'ın gazabı ve şiddetli bir azap vardır. Hiç
kuşkusuz bu, samimi kalplerin içten karşılık vermelerinden sonra batılda
ısrar edenlerin, apaçık gerçek herkesin anlayabileceği şekilde ortaya
konduktan sonra maksatlı olarak tartışmayı sürdürenlerin bu suretle
işledikleri suça uygun bir cezadır.
17- Gerçekten
Kitab'ı ve ölçüyü indiren Allah'tır. ve bilirsin, belki de kıyamet saati
yakındır.
18- Kıyamete
inanmayanlar, onun çabuk gelmesini isterler. İnananlar
ise ondan korkarlar
ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki kıyamet saati hakkında
tartışanlar, uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir.
19- Allah kullarına
lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, galibtir.
20- Ahiret kazancı
isteyenin kazancını artırırız; dünya kazancını isteyene de ondan veririz;
fakat onun ahirette bir payı bulunmaz.
Allah kitabı hak içerikli olarak indirmiştir. Onunla
birlikte de adalet ilkesini indirmiştir. Ve bu kitabı bundan önceki inanç
sistemlerine bağlı bulunanların aralarında başgösteren görüş ayrılıkları ve
insanların farklı görüş ve arzuları için bir hüküm mercii olarak
öngörmüştür. Bu kitaptan kaynaklanan yasal sistemlerini de yönetimde adalet
ilkesine dayandırmıştır. Yüce Allah'ın yönetimde gözönünde bulundurulmasını
istediği adalet, değerlerin, hakların, amel ve uygulamaların ölçüldüğü bir
terazi gibi ince ve duyarlıdır.
Ayetlerin akışı bu gerçekten; kitabın hak ve adalet
ilkesi ile indirilişi gerçeğinden kıyamet meselesine geçiyor. Bu iki olay
arasındaki bağlantı ise açıktır. Çünkü kıyamet, adalet ilkesine göre
hükmedilecek ve her konudaki nihai kararın verileceği zamandır; Öte yandan
kıyamet gaybın kapsamına giren bir meseledir. Kim bilir, belki çok yakın bir
zamanda kopacaktır:
"Ne bilirsin belki de kıyamet saati yakındır."
Ama insanlar bunun farkında değildirler. Oysa
yakındır onlara kıyamet. Hak ve adalet ilkesine dayalı hesaplaşma o gün
gerçekleşecektir. Bu hesaplaşmada hiçbir şey gözardı edilmez, hiçbir şey
kaybolmaz.
Bu arada mü'minlerle mü'min olmayanların kıyamet
olgusu karşısındaki tutumları tasvir ediliyor:
"Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk gelmesini
isterler. İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler."
Kıyamete inanmayanların kalpleri kıyametin dehşetini
hissetmez, o gün kendilerini bekleyen azabın korkunçluğunu, boyutunu
değerlendiremez. Bu yüzden alay ederek kıyametin bir an önce kopmasını
istemelerinin şaşılacak bir yanı yoktur. Çünkü onlar bu gerçeği göremiyor,
kavrayamıyorlar. Mü'minler ise, kıyametin kopacağına kesinlikle inanırlar.
Bu yüzden ondan korkarlar, çekinirler. Bir korku, bir ürperti ile beklerler
kıyameti. Çünkü kıyamet koptuğunda neler olacağını bilirler.
Kıyamet bir gerçektir. Onlar da bunun gerçek
olduğunu bilirler. Onlarla gerçek arasında da bir bağ vardır. Bu yüzden
gerçeği tanırlar:
"İyi bilin ki, kıyamet saati hakkında tartışanlar,
uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir."
Sapıklığa dalmış, iyice uzaklaşmışlardır. Bu derin
sapıklıktan sonra dönmeleri çok zordur.
Ayet-i kerime ahiret meselesinden; kıyametten
duyulan korku ya da onu önemsememe meselesinden yüce Allah'ın kullarına bir
lütuf olarak bahşettiği rızık meselesine geçiyor:
"Allah kullarına lütufkardır, dilediğini
rızıklandırır. O kuvvetlidir, galiptir."
İlk bakışta bu iki mesele arasındaki ilişki uzak
gibi görülüyor. Ancak bir sonraki ayet okunduğunda aralarında sağlam bir
bağlantı olduğu göze çarpıyor:
"Ahiret kazancını isteyenin kazancını arttırırız;
dünya kazancını isteyene de ondan veririz; fakat onun ahirette bir payı
bulunmaz."
Yüce Allah kullarına büyük lütuflarda bulunur,
dilediğini rızıklandırır. Hem iyiye, hem kötüye, hem mü'mine, hem de kafire
rızık verir. Çünkü şu insanlar kendi rızıklarını varetme gücünden
yoksundurlar, bu konuda ellerinden birşey gelmez. Onlara bu hayatı bahşeden
Allah'tır. Ayrıca yüce Allah hayatın ilk ve temel sebeplerini
garantilemiştir. Şayet yüce Allah kafirlerin, doğru yoldan çıkanların ve
kötü kimselerin rızıklarını kesecek olsaydı, bunlar kendi kendilerini
rızıklandıramazlardı, aç susuz, çıplak ve hayat için gerekli olan temel
sebeplerden yoksun olarak ölüp giderlerdi. Ancak yüce Allah'ın hikmeti,
ahirette onların lehine veya aleyhine hesaplanmak üzere onların
yaşamalarını, dünya hayatında çalışıp çabalama fırsatını bulmalarını
öngörmüştür. Bu yüzden yüce Allah rızık meselesini iyilik-kötülük,
iman-küfür dairesinin dışına çıkarmıştır. Onu genel hayatın durumu ile, özel
ferdî yetenekler ile ilgili sebeplerle bağlantılı kılmıştır. Ayrıca
insanlara bahşettiği rızkı bir imtihan ve deneme aracı kılmış ve insanları
kıyamet günü bu imtihan ve denemenin sonucuna göre yargılamayı öngörmüştür.
Sonra yüce Allah ahiret ve dünyayı kişinin
dilediğini seçebileceği birer kazanç kılmıştır. Kim ahiret kazancını isterse
onun için çalışır. Yüce Allah ta kazancını arttırır, bu niyetinden dolayı
ona yardımcı olur ve çalışmasını bereketlendirir. Ahiret kazancının
yanısıra, bu dünya hayatı için takdir edilen rızık ta kendisine verilir,
hiçbir şeyden yoksun bırakılmaz. Hatta yüce Allah'ın bu dünyada kendisine
bahşettiği rızık da üretiminde, harcamasında, faydalanma ve hayır amaçlı
dağıtılışında Allah'ın hoşnutluğunu gözettiği sürece bizzat ahiret kazancına
dönüşür. Kim de dünya kazancını isterse yüce Allah bu dünyada kendisi için
takdir edilen nimetleri verir ve onu hiçbir şeyden yoksun bırakmaz. Ancak
onun ahirette bir payı olmaz. Çünkü o ahiret kazancı için çalışmamıştır ki,
böyle bir payın beklentisi içinde olsun!
Dünya kazancını isteyenlerle ahiret kazancını
isteyenlere bakıldığında dünya kazancını istemenin ne büyük bir ahmaklık
olduğu ortaya çıkar. Çünkü dünya rızkını yüce Allah bir lütuf olarak
sunuyor, dünyayı da,ahireti de isteyene bahşediyor. Her biri yüce Allah'ın
bilgisi uyarınca kendisi için takdir edilen dünya kazancındaki payı alır.
Ama ahiret kazancı onu isteyen ve onun için çalışan kimselere özgü bir pay
olarak kalır.
Dünya kazancını isteyenler arasında, genel duruma ve
kişisel yeteneklere bağlı rızık sebeplerinin bir sonucu olarak zenginler
kadar fakirlerin de olduğunu görüyoruz. Aynı durum ahiret kazancını
isteyenler için de geçerlidir. Şu halde bu iki grup arasında bu dünyada
rızık açısından bir fark yoktur. Asıl fark ve ayrıcalık ahirette ortaya
çıkacaktır. Durum bu olduğuna göre bu dünyadaki durumunda bir değişiklik
yapmadığı halde ahiret kazancını terkeden kimseden daha ahmak biri var
mıdır?
Mesele sonuçta Allah katından inen kitabın içerdiği
hak ilkesi ve ölçü ile ilgilidir. Çünkü bütün canlıların rızıkları takdir
edilirken hak ve adalet ilkesinin gözetildiği açıktır. Bu ilke dileyene
ahiret kazancını arttırmada, ve dünya kazancını isteyenlerin kıyamet günü
ahiret kazancından yoksun bırakılmasında da gözönünde bulundurulmuştur.
21- Yoksa, Allah'ın
dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır? Eğer
azabı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz
zalimler için can yakıcı bir azap vardır.
22- Yaptıkları işler
başlarına inerken zalimlerin, korkudan titrediklerini görürsün. utanıp iyi
işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Rab'lerinin yanında onlara
diledikleri herşey vardır. İşte büyük lütuf budur.
23- Allah, inanıp
salih ameller işleyen kullarını bununla müjdeler. Ey Muhammed! De ki: "Ben
sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem." Kim güzel bir
amel işlerse onun güzelliğini arttırırız. Doğrusu Allah bağışlayandır.
Şükrün karşılığını verendir."
24- Yoksa "Allah'a
yalan uydurdu" mu diyorlar? Allah dilerse senin kalbine mührü basar; batılı
mahveder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir. Doğrusu O, kalplerde olanı
bilendir."
Bir önceki bölümde yüce Allah'ın müslüman ümmet için
hayat sistemi olarak öngördüğü prensibin daha önce Hz. Nuh'a, İbrahim'e,
Musa ve İsa'ya tavsiye edildiği, aynı prensibin Hz. Muhammed'e -salât ve
selâm üzerine olsun- de vahyedildiği açıklanmıştı. Bu bölümde ise içinde
yaşadıkları durumu, uydukları hayat sistemini kınama, yerme amacı ile, yüce
Allah kendilerine hayat sistemi belirlemediğine göre, ve şu anda uydukları
hayat sistemi de bundan önce yüce Allah'ın gönderdiği tüm dinlere, onun
koyduğu tüm kanunlara aykırı olduğuna göre kimdir onların uydukları
kanunları koyan? Kimdir hayat sistemlerini belirleyen? şeklinde bir soru
yöneltiliyor:
"Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi
onlara kanun kılacak ortakları mı vardır?"
Kim olursa olsun yüce Allah'ın yarattığı hiç
kimsenin yüce Allah'ın kanun olarak koymadığı ve izin vermediği bir şeyi
kanun olarak koyma yetkisi yoktur. Kulları için kanun koyma yetkisi sadece
yüce Allah'a aittir. Çünkü bütün evreni yoktan var eden ve kendi seçtiği
yasalar sistemi ile tüm evreni yöneten O'dur. İnsanlık hayatı ise bu uçsuz
bucaksız evren çarkında küçücük bir dişli konumundadır. Bu yüzden evreni
yönlendiren yasalar sistemi ile uyuşan bir yasa hükmetmelidir insanlık
hayatına. Bu ise, uçsuz bucaksız evreni yönlendiren tüm yasalar sistemini
kapsayan bir bilgiye sahip bir kanun koymadıkça mümkün olmaz. Allah'tan
başka herkes tartışmasız bu denli kapsamlı bir bilgiye sahip olmaktan
uzaktırlar. Bu yüzden bu yetersizlikle beraber onların insanlık hayatı için
kanun koymalarına itibar edilmez.
Bu gerçek olanca çıplaklığı ile gözler önünde
olmasına rağmen, birçokları bunu tartışma konusu yapıyorlar veya
inanmıyorlar. Halkları için iyiliği seçtiklerini ileri sürerek yüce Allah'ın
koyduğu kanunların dışında kanunlar koymaya yelteniyorlar. Bunu yaparken de
içinde bulundukları şartlarla, kendi kafalarından uydurdukları kanunlar
arasında bir paralellik kuruyorlar. Sanki yüce Allah'tan daha çok
biliyorlarmış, ondan daha iyi hüküm verebiliyorlarmış gibi! Ya da sanki,
Allah'ın izin vermediği konularda onlar için kanun koyan Allah'ın dışında
ortakları varmış gibi! Bundan daha çirkin bir davranış, Allah'a karşı bundan
daha küstahça bir tutum olamaz.
Kuşkusuz yüce Allah, insanlık hayatı için insanın
karakteri ile, öz yaratılışı ile, içinde yaşadığı evrenin doğası ve öz
yaratılışı ile uyuşacağını bildiği bir yasa koymuştur. Bu sayede hem
insanların kendi aralarında hem de evrende yeralan güçlerle en yüksek
düzeyde yardımlaşma ve dayanışma gerçekleşir. Yüce Allah bunun için gerekli
olan tüm temel yasaları koymuştur. İnsana düşen sadece genel sistemin ve
çerçevesi belirlenmiş yasanın sınırları içinde hayatın değişen ihtiyaçları
ile birlikte ayrıntı sayılan yeni düzenlemeler yapmaktır. Bu konuda
aralarında görüş ayrılığı baş gösterirse meseleyi yüce Allah'a döndürürler;
yüce Allah'ın insanlar için hayat düsturu olarak koyduğu temel yasalara
başvururlar. Çünkü yüce Allah bu temel yasaları insanların ayrıntı sayılan
düzenleme ve uygulamalarını ölçtükleri bir kriter olarak koymuştur.
Böylece yasama kaynağı bire indirgenmiş oluyor;
hüküm tek başına Allah'a özgü kılınıyor. O, herkesten iyi hükmeder. Bu
yöntemin dışındaki her girişim Allah'ın şeriatına, Allah'ın dinine, Allah'ın
Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya ve Muhammed'e -salât ve selâm üzerlerine
olsun- tavsiye ettiği prensibe karşı çıkmaktır, isyan etmektir.
"Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı, derhal
aralarında hüküm verilirdi." Yüce Allah, onlara her meselenin kesin çözüme
bağlandığı güne kadar mühlet verileceğine ilişkin olarak kesin bir söz
vermiştir. Eğer bu söz olmasaydı, kuşkusuz yüce Allah onlara ilişkin
kararını bildirecekti; yüce Allah'ın koyduğu kanunlara karşı çıkıp, ondan
başkasının koyduğu kanunlara uyanları suçüstü yakalayıp en kısa zamanda
cezalarını verecekti. Ne varki yüce Allah, her meselenin çözüme bağlandığı,
her amelin karşılığını eksiksiz aldığı güne kadar onlara süre tanımıştır.
"Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azap vardır."
İşte zulmün karşılığı olarak onları bekleyen bu can
yakıcı azaptır. Allah'ın koyduğu kanunlara karşı çıkıp ondan başkasının
koyduğu kanunlara uymaktan daha büyük bir zulüm var mıdır?
Bu yüzden zalimler bir kıyamet sahnesinde
sunuluyorlar. Burada zalimler azaptan dolayı korkuyor, titriyorlar. Oysa
daha önce korkmuyorlardı, hatta büyük bir küstahlıkla bu azabın bir an önce
gelip çatmasını istiyorlardı.
"Yaptıkları işler başlarına inerken zalimlerin,
korkudan titrediklerini görürsün."
Bu ilginç ifade onların korkudan titremelerini
"Yaptıkları işlere" bağlıyor. Sanki onların dünyadaki bu kazançları
başlıbaşına korkunç bir felakettir. Oysa bu onların kazançlarıdır, kendi
elleri ile elde etmişlerdi, ondan dolayı sevinmişlerdi! Ama onlar bugün
dünyada "yaptıkları işler başlarına inerken" korkuyor, paniğe kapılıyorlar.
Sanki onların işledikleri ameller kaçıp kurtulması mümkün olmayan bir azaba
dönüşmüş ve çepeçevre kuşatmıştır onları.
Karşı sayfada ise bu günün azabından korkan,
titreyen, mü'minleri görüyoruz. Onları güvenlikte, esenlik ve rahatlık dolu
bir ortamda buluyoruz: "İnanıp iyi işler yapanlar da cennet
bahçelerindedirler. Rabb'lerinin yanın da onlara diledikleri herşey vardır.
İşte büyük lütuf budur." ... "Allah, inanıp salih ameller işleyen kullarını
bununla müjdeler..."
İfade bütünüyle insana huzur veriyor, etrafa huzur
havası yansıtıyor: "Cennet bahçelerindedirler.." "Rabb'lerinin yanında
onlara diledikleri herşey vardır." Herşey sınırsız ve sonsuz... "İşte büyük
lütuf budur..." "Allah inanıp salih ameller işleyen kullarını bununla
müjdeler."Bu ortada bulunan bir müjdedir ve önceki müjdeleri de
doğrulamaktadır. Bu atmosfere en uygun olanı da müjde havasıdır.
Bu bol, güzel ve geniş nimetlerin yer aldığı
sahnenin ardından Hz. Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun-; sonuçta bu
nimetleri elde etmelerini sağlayacak ve kendilerini bu can yakıcı azaptan
uzaklaştıracak doğru yolu bulmalarına karşılık olarak kendisi ile aralarında
bulunan akrabalık bağını gözetmekten, bu konuda sevgi göstermekten başka bir
ücret istemediğini, ücret olarak bunun yeterli olduğunu söylemesi telkin
ediliyor:
"Ey Muhammed! De ki: `Ben sizden buna karşı
yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem: Kim güzel bir amel işlerse onun
güzelliğini arttırırız. Doğrusu Allah bağışlayandır. Şükrün karşılığını
verendir."
Bu ayetin ifade ettiği anlam için şuna işaret
etmiştim: Hz. Peygamber onlardan bir ücret istemiyor. Onun akrabalara
yönelik sevgisi -Nitekim Peygamber efendimizle Kureyş kabilesine mensup
bütün aileler arasında akrabalık vardı- onu kendisinin izlediği doğru yola,
hidayete, onları da çağırmaya yöneltiyordu. Onlara karşı beslediği bu
sevgiyi, bu duyguyu tatmin etmek için onlara bu şekilde iyilik yapmak
istiyordu. Bu girişimine karşılık istediği tek ücret buydu ve bu da
yeterliydi.
Kur'an-ı Kerim'de bu ifadeyle karşılaşıp okuduğum
her seferinde içimde bu düşünce uyanır. Bir de İbn-i Abbas'ın -Allah
onlardan razı olsun- bu ayetle ilgili olarak şöyle bir açıklamada bulunduğu
rivayet edilir. Bu rivayeti Buhari'de yer aldığı için buraya alıyorum:
Buhari diyor ki: Bize Muhammed b. Beşşar anlattı,
ona da Muhammed b. Cafer anlatmış, ona da Şu'be Abdulmelik b. Meyserenin
şöyle dediğini aktarmış: Tavus'un İbn-i Abbas'tan şunları anlattığını
duydum: İbn-i Abbas'tan yüce Allah'ın "Yakınlara sevgiden başka bir ücret
istemem" sözünün ne anlama geldiği soruldu. Said b. Cübeyr: Burada
kastedilen Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- soyunun
akrabalığıdır dedi. Bunun üzerine İbn-i Abbas: Acele ettin! Hz. Peygamberle
Kureyş kabilesine mensup bütün aileler arasında akrabalık vardı.
Peygamberimiz bunu kastederek, "Benimle aranızdaki akrabalığı gözetmenizden
başka ücret istemiyorum" demiştir.
Bu durumda ayet şu anlamı ifade eder: Akrabalığımızı
gözönünde bulundurarak bize eziyet etmekten vazgeçmenizden, beni dinleyip,
size yönelttiğim çağrıyı daha yumuşak bir tavırla karşılamanızdan başka
birşey istemiyorum. Sizden istediğim tek ücret budur, başka değil.
İbn-i Abbas'ın yorumu Said b. Cübeyr'in yorumundan
realiteye daha yakındır. Ne varki ben halâ biraz önceki anlamın daha yakın
ve daha uygun olduğu düşüncesini taşıyorum. Hiç kuşkusuz yüce Allah bununla
neyi kastettiğini bizden daha iyi bilir.
Her halukârda Peygamber efendimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- cennet bahçelerinin ve müjdelerin sunulduğu sahnenin
karşısında bunun için onlardan herhangi bir ücret istemediğini hatırlatıyor.
Oysa bundan çok daha düşük şeylerle yol göstericilik yapan herberler büyük
ücretler isterler. Ne varki bu, yüce Allah'ın lütfudur. O, kullarına lütufta
bulunurken onları ticaret ve adalet ölçülerine göre hesaplamaz. Hoşgörü ve
lütufuna göre hesaplar ödüllerini.
"Kim güzel bir amel işlerse onun güzelliğini
artırırız."
Sözkonusu olan sadece ücret istememek değildir.
Bunun yanısıra iyilikler de arttırılıyor, bol nimetler bahşediliyor. Bütün
bunlardan sonra bağışlanma ve şükür vardır.
"Doğrusu Allah bağışlayandır, şükrün karşılığını
verendir."
Allah bağışlıyor. Sonra... Allah teşekkür ediyor...
Kime teşekkür ediyor?.. Kullarına teşekkür ediyor... Onların iyilik
yapmalarını sağlayan O'dur. Sonra onların iyiliklerini arttıran O'dur.
Kötülüklerini bağışlayan O'dur. Bütün bunlardan sonra yüce Allah onlara
teşekkür ediyor...
Ne büyük lütuf! Bunlara karşı şükretmek, gereğini
yerine getirmek bir yana, insan bu lütufları izlemekten bile acizdir. Sonra
tekrar ilk gerçeğe dönülüyor.
Burada söz son şüpheden açılıyor. Onlar, geçen
gezintilerde kaynağından, mahiyetinden ve hedefinden sözedilen vahye kârşı
takındıkları olumsuz tavrı bu şüpheye bağlıyorlardı:
"Yoksa `Allah'a yalan uydurdu' mu diyorlar?"
Şu halde onlar Hz. Peygamber'in sözlerini
doğrulamıyorlar. Çünkü ona vahiy inmediğini, Allah katından ona birşey
gelmediğini iddia ediyorlar!
Fakat bu söz geçersizdir, hiçbir mantıklı dayanağı
yoktur. Çünkü yüce Allah, kendisine hiçbir şey vahyedilmediği halde bir
insanın kalkıp Allah tarafından kendisine vahiy geldiğini ileri sürmesine
müsade etmez. Yüce Allah'ın onun kalbini mühürlemeye ve bunun gibi bir
Kur'an'ı okumasına engel olmaya gücü yeter. Böyle bir insanın sunduğu batılı
ortaya çıkarıp, gerçeği onun yerine yerleştirebilir:
"Allah dilerse senin kalbine mührü basar; batılı
mahveder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir."
Çünkü Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
zihninde geçen hiçbir şey O'na gizli değildir. O bunları ifade etmeden önce
yüce Allah onun kafasında geçenleri bilir:
"Doğrusu O, kalplerde olanı bilendir."
Şu halde bu, dayanaksız bir kuşkudur. Hiçbir temele
dayanmayan bir kuruntudur. Yüce Allah'ın tüm gizlilikleri bildiğine, herşeye
gücü yettiğine, hakkı yerleştirip batılı yok etmeye ilişkin yasasına ters
düşen bir iddiadır. Şu halde vahiy haktır. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- sözü doğrudur. Onun hakkında dolaşan dedikodular batıldır,
zulümdür, sapıklıktır. Bununla geçici bir süre için vahiy meselesine ara
veriliyor. Bu açıklamanın ardından surenin akışı onları bir başka gezintiye
çıkarıyor.
Surenin bu ikinci bölümü iç ve dış alemdeki imanın
kanıtlarından, ilahi gücün insanları kuşatan doğrudan doğruya onların
hayatları ve geçimlerini ilgilendiren etkilerinden sözediyor. Mü'minleri
diğer insanlardan ayrıcalıklı kılan belirgin niteliklerine değiniyor.
Surenin birinci bölümünde, değişik yönleriyle vahiyden ve peygamberlik
görevinden sözedildikten sonra bu konuya giriliyor. Sonra tekrar surenin
sonunda vahyin mahiyetinden ve peygamberlere iletilirken izlenen yoldan
sözediliyor. İki bölüm arasında bir bağlantı olduğu da açıktır. Bunlar insan
kalbine giden, onu vahiy ve imana ulaştıran iki yoldur.
25- O, kullarından
tevbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.
26- Allah, iman edip
iyi işler yapanların tevbesini kabul eder. Lütfundan onlara fazlasını verir.
Kafirlere gelince onlara da çetin bir azap vardır.
27- Allah kullarına
rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat O rızkı dilediği ölçüde
indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görür.
Psikolojik yönden uyarmayı amaçlayan bu mesaj,
kıyamet günü karşılarına çıkan kendi kazançları olan amellerden korkup kaçan
zalimler ile cennet bahçelerinde nimetler içinde yaşayan mü'minlerin
yeraldığı sahnenin sunuluşundan, ayrıca peygamberin yüce Allah'tan alıp
kendilerine sunduğu inanç sisteminin etrafındaki tüm kuşkular bertaraf
edilip, yüce Allah'ın kalplerde olan herşeyi bildiği vurgulandıktan sonra
geliyor.
Bu mesaj, kıyamet günü nihai karar verilmeden önce
içinde bulunduğu sapıklıktan tevbe edip dönmek isteyenleri teşvik etmek
amacı ile geliyor ve tevbe kapısını, geriye dönüp kapısını sonuna kadar
açıyor: Allah tevbeleri kabul eder, kötülükleri bağışlar. Şu halde
karamsarlığa, günahta ısrar etmeye ve geçmişte işlenen günahlardan dolayı
korkmağa gerek yoktur, diyor. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını biliyor.
Dolayısiyle O, gerçek tevbeyi de bilir ve onu kabul eder. Tıpkı geçmişte
işlenen günahları da bilip bağışladığı gibi.
Bu mesaj iletildiği sırada tekrar mü'minlerle
kafirlerin alacakları karşılığa değiniliyor. İnanıp salih ameller işleyenler
Rabb'lerinin çağrısına olumlu karşılık veriyorlar. O da onlara yönelik
lütfunu arttırıyor: "Kafirlere gelince onlara da çetin bir azap vardır". Ama
şiddetli azaptan kurtulmak, yüce Allah'ın olumlu karşılık verenlere yönelik
lütfundan yararlanmak isteyenler için tevbe kapısı açıktır.
Yüce Allah'ın ahiretteki lütfu hesapsızdır, sınırsız
ve sonsuzdur. Ama dünyada kullarına bahşettiği rızık ise, sınırlıdır,
miktarı belirlenmiştir. Çünkü yüce Allah, yeryüzünde insanların üzerlerine
Allah'ın sınırsız lütfunun kapılarının açılmasına güç yetiremeyeceklerini
biliyor:
"Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde
azarlardı. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından
haberdardır, onları görür."
Bu ifade -ne kadar çok olursa olsun- dünya hayatında
insanlara bahşedilen rızıkların ahiretteki bol lütuf karşısında çok az
olduğunu tasvir ediyor. Yüce Allah kullarının yani şu insanların ancak
sınırlı bir zenginliği kaldırabileceklerini biliyor. Şayet ahirette onlara
bol bol nimet bahşettiği gibi dünya hayatında da rızıklarını bollaştırırsa,
azgınlaşacaklarını, sapacaklarını biliyor. Çünkü insanlar küçük ve güçsüz
yaratıklardır, dengeli davranamazlar. Güçsüzdürler, ancak belli bir noktaya
kadar kaldırabilirler. Allah kullarından haberdardır, onları görür. Bu
yüzden onların rızıklarını kaldırabilecekleri ölçüde sınırlı tutmuştur. Bol
lütfunu ise, dünyadaki sınavı başarıyla veren, denemeleri aşan, yüce
Allah'ın kendileri için hazırladığı sonsuz ve sınırsız nimetlerine kavuşmak
için sonsuzluk yurduna esenlik içinde ulaşan kimseler için bırakmıştır.
28- İnsanların
umutsuzluğa düşmelerinin ardından yağmuru indiren ve rahmetini yayan
Allah'tır. O, gerçek dosttur, övülmeye layık olandır."
Bu da bir başka mesaj. Aynı şekilde yüce Allah'ın
yeryüzünde kullarına bahşettiği lütfun bir yönünü hatırlatıyor. İnsanlar
uzun süredir yağmur yüzü görmemişlerdir. Bir damla yağmur yağmamıştır.
Hayatın sürmesi için gerekli olan temel unsurdan, yani sudan yoksun
duruyorlar... Artık ümitlerini yitirmiş, karamsarlığa düşmüşlerdir. Sonra
yüce Allah yağmur indiriyor, su ihtiyaçlarını gideriyor. Rahmetini her
tarafa yayıyor. Bunun üzerine yeryüzü canlanıyor, kuruyan yerler yeşeriyor,
tohumlar gelişiyor, bitkiler hareketleniyorlar. Hava yumuşuyor, hayat
akışını sürdürüyor, her tarafta hareketlilik görülüyor. Çizgiler, yollar
genişliyor, kalpler açılıyor ve içinde arzular kıpırdanmaya başlıyor. Ümit
yeniden uyanıyor. Ümitsizlikle rahmet arasında sadece birkaç saniye var. Bu
birkaç saniye içinde rahmet kapıları açılıyor, gök kapılarından su iniyor.
"O, gerçek dosttur, övülmeye layık olandır." O, gerçek yardımcıdır,
kullarının rızkını ve hayatını O, garantilemiştir. O'nun zatı da, sıfatları
da övgüye layıktır.
Burada yağmuru ifade etmek için Kur'an ayetinde
seçilen "Gays" kelimesi, etrafa yardım, kurtarma ve dara düşenin, sıkıntıda
olanın yardımına koşma havası yayıyor. Nitekim gönderilen yağmurun etkisi
anlatılırken de aynı durum sözkonusudur... "Rahmetini yayar." Bu da tazelik,
ümit ve sevinç havasını yayıyor. Bu durum bizzat yeryüzünde bitkilerin
açılıp serpilmeleri ile, meyvelerin tomurcuklanması ile yaşanmaktadır.
Kuraklıktan sonra yağan yağmurun sahnesi gibi hiç bir sahne duygu ve
sinirleri yatıştırmaz. Kalp ve vicdanı yumuşatıp rahatlatmaz. Hiçbir sahne,
yağmurun yağması ile birlikte her türlü bitkiyi yeşerten, öldükten sonra
yemyeşil bir renge bürünen toprağın manzarası gibi kalbin sıkıntılarını
dağıtamaz, insan ruhuna huzur veremez.
29- Gökleri, yer ve
bunların içine yayıp ürettiği canlıları yaratması da O'nun ayetlerindendir.
O, dilediği zaman onları tekrar toplamaya da kaadirdir
30- Başınıza gelen
herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. O, yine de
çoğunu affeder.
31- Yeryüzünde O'nu
aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz da yardımcınız da yoktur.
Dikkatlere sunulan bu evrensel ayet, vahyin tanıklık
etmek üzere geldiği gerçeğe tanıklık etmek amacı ile yaratılmıştır. Ne varki
onlar bu gerçekten kuşku duyuyorlar, onu yorumlarken görüş ve inanç
ayrılığına düşüyorlar. Göklerin ve yerin şahsında somutlaşan ayet tartışmaya
ve kuşkuya katlanamaz. Çünkü bu ayetin ifade ettiği anlam kesindir. İnsanın
öz yaratılışına kendine özgü diliyle hitap eder. Gerçeği öğrenmenin peşinde
olan hiçbir tartışmacı bu konuda tartışmaya girmez. Gökleri ve yeri var edip
yönlendiren insan olmadığını, onun dışında Allah'ın yarattığı herhangi bir
varlığın da bunu gerçekleştiremeyeceğine içtenlikle tanıklık eder. Onları
varedip yönlendirenin varlığını kabul etmekten başka seçenek yoktur. Çünkü
göklerin ve yerin dehşet verici büyüklüğü, ince ahengi, kesintisiz işleyen
düzeni, değişmez yasalar sisteminin birliği... Evet bütün bunları, akıl
açısından yaratıp yönlendiren bir ilahın varlığı ile açıklamaktan başka
seçenek yoktur. İnsanın öz yaratılışına gelince; o, bu evrenin mesajını
dolaysız algılar, bu mesajla ilgili olarak dışardan bir tek söz bile
duymadan önce bu mesajı kavrar, onu benimser.
Gökler ve yer ayeti özünde bir başka ayeti de
barındırıyor: "Bunların içine yayıp ürettiği canlılar..." Göklerde bulunup
ta bizim kavrayamadığımız hayat türleri bir yana-. Şu yeryüzündeki hayat da
tek başına bir ayettir. Nasıl ortaya çıktığını bırak, hiç kimse mahiyetine
derinlemesine inemediği sırrın. Hiç kimsenin nereden geldiğini, nasıl
geldiğini, nasıl canlıları bürüdüğünü bilemediği kapalı bir sır. Bu sırrın
kaynağını ve mahiyetini ortaya çıkarmak amacı ile başlatılan tüm
girişimlerin yüzüne kapıları kapanmış, perdeler gerilmiştir. Ve bu
araştırmaların tümü -hayatın ortaya çıkışından sonra- canlıların gelişmesi,
türlere ayrılmaları, farklı görevler üstlenmeleri konusu ile sınırlı
kalmışlardır. Bu dar ve gözler önündeki kısımla ilgili olarak değişik
görüşler ve teoriler ortaya atılmıştır. Perdenin gerisi ise hiçbir bakışın
uzanamadığı, hiçbir düşüncenin ulaşamadığı bir sır olarak varlığını
korumuştur... Kısacası hayat sırrı Allah'a özgü bir meseledir. Ondan başkası
bu sırrı kavrayamaz.
Her yere dağılmış bulunan bu canlılar... Yeryüzünde
ve yerin altında, denizin derinliklerinde ve uzay boşluğunda yaşayan bu
canlılar -Gökyüzünde yaşayan başka canlıları bir yana bırak- insanın çok az
bir kısmını bildiği ve sınırlı araçlarla ancak bilinen türlerini
kavrayabildiği bu her tarafa dağılmış canlılar. Gökte ve yerde dolaşan bu
canlıları yüce Allah dilediği zaman biraraya toplar. Bir tek tanesi bile
kaybolmaz onların. Eksiksiz bir araya gelirler!
Öte yandan insanoğlu kafeslerinden uçup gitmiş bir
evcil kuş sürüsünü veya peteklerinden kaçmış arı sürüsünü toplamaktan
acizdir.
Sayısını ancak yüce Allah'ın bildiği yığınlarca kuş
sürüsünü. Allah'tan başka kimsenin sayamadığı arı, karınca ve benzeri hayvan
yığınlarını. Allah'tan başka nerede olduklarını kimsenin bilemediği haşere,
parazit ve mikrop sürülerini. Yine Allah'tan başka kimsenin haberdar
olmadığı, balıkları ve deniz hayvanlarını. Her tarafa dağılmış bulunan evcil
ve yırtıcı hayvanları. Yeryüzünün her bölgesine yerleşmiş insan gruplarını.
Bunlarla birlikte göklerin bilinmezliklerinde gizlenmiş bulunan yüce
Allah'ın yarattığı sayısız canlıları... Hepsini... Hepsini. Dilediği zaman
yüce Allah biraraya getirir.
Bütün bu canlıların göklere ve yere yayılması ile
bir araya getirilmeleri için bir söz yeterlidir. İfade, Kur'an'ın olayları
sunuş yöntemi uyarınca yayılma sahnesi ile toplanma sahnesini bir çırpıda ve
aynı anda karşılıklı olarak sunuyor. Çünkü daha dil bu kısacık Kur'an
ayetini tamamlamadan kalp bu iki dehşet verici sahneyi aynı anda
seyredebiliyor:
Bu iki sahnenin ışığında ayetlerin akışı onlara bu
dünya hayatında kendi elleri ile kazandıkları şeylerden dolayı başlarına
gelecek akıbetten sözediyor. Ama bu akıbet onların dünyadaki tüm
kazançlarının karşılığı değildir. Çünkü yüce Allah onları bütün yaptıkları
işlerden dolayı sorumlu tutmuyor. Bir çoğunu bağışlıyor. Bu arada ayet-i
kerime onların güçsüzlüklerini tasvir ederek, bu niteliklerini onlara
hatırlatıyor. Böylece koskoca canlılar aleminde sadece küçücük bir grup
olduklarını somut biçimde ortaya koyuyor.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi
ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder. Yeryüzünde
O'nu aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz da, yardımcınız da
yoktur."
Birinci ayette yüce Allah'ın adaleti ve şu zayıf
insana yönelik rahmeti belirginleşiyor. Çünkü insanın başına gelen her
kötülüğün, insanın kendi elleriyle hazırladığı bir sebebi vardır. Ne varki
yüce Allah, onu her yaptığından dolayı suçlu bulup cezalandırmıyor. Çünkü
yüce Allah insanın zayıf bir yaratık olduğunu, onun fıtratına bazı itici
özellikler verdiğini ve bu itici özelliklerin zaman zaman insanı etkisi
altına aldığını biliyor. Bu yüzden bir hoşgörü örneği ve insana yönelik
rahmetinin belirtisi olarak çoğu suçlarını bağışlıyor.
İkinci ayette ise insanın zayıflığı önplana
çıkarılıyor. Buna göre insan yeryüzünde Allah'ın kurduğu düzeni
değiştiremez, Allah'ın yasasının işlemesine engel olamaz. Öte yandan onun
Allah'tan başka dostu ve yardımcısı da yoktur. Şu halde gerçek dostuna ve
yardımcısına sığınmaktan başka ne yapabilir? Nereye gidebilir?
GEMİLER VE DENİZLER
32- Denizde dağlar
gibi akıp giden gemiler de O'nun ayetlerindendir.
33- Allah dilerse
rüzgarı durdurur, gemiler denizin yüzünde durakalır. Elbette bunda çok
sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.
34- Yahut yaptıkları
yüzünden gemileri helak eder. Bir çoğunu da affeder.
35- Ayetlerimiz
hakkında tartışanlar, kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.
Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de Allah'ın
ibret alınması gereken ayetlerinden biridir. Gözle görülen somut bir ayet.
Bu ayet, tartışmasız tümü de yüce Allah'ın yarattığı başka ayetlere dayanır.
Şu denizi kim meydana getirmiştir? Hangi insan O'nun dışında hangi yaratık
denizi meydana getirdiğini iddia edebilir? Kim, ona koca gemileri
kaldırmasını sağlayacak yoğunluk, derinlik ve genişlik gibi özellikler
vermiştir? Sonra şu gemilerin' öz maddesini kim yaratmış, bu maddeyi suda
yüzebilecek yeteneklerle kim donatmıştır? Ayrıca o gün için bu ayete muhatap
olanların bildiği bu tür gemilerin hareket etmesini sağlayan rüzgara (rüzgar
dışında günümüzde insanın emrine verilen buhar ve atom enerjisi veya bundan
sonra yüce Allah dilerse ortaya çıkacak başka enerji türlerine) bu evrende
dağlar gibi gemileri denizde yüzdürme gücünü kim vermiştir?
"Allah dilerse rüzgarı durdurur, gemiler denizin
yüzünde durakalır." Nitekim zaman zaman rüzgar diner, o zaman gemiler derin
bir sessizliğe gömülür, içinde hayat kalmamış gibi öylece kalakalır.
"Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes
için ibretler vardır." Gemilerin akıp gitmesinde, aynı şekilde hareketsiz
kalmasında çok sabreden, sürekli şükreden kişiler için çıkarılacak ibret
dersleri vardır. Kur'an-ı Kerim'de sabır ve şükür çoğu zaman birlikte
gündeme getirilir. Sınama maksatlı zorluklara karşı sabır, nimetlerden
dolayı şükür, darlıkta ve bollukta mü'min ruhun iki temel dayanağıdır.
"Yahut yaptıkları yüzünden gemileri helak eder."
Veya insanların işledikleri günahlar, kötülükler ve
bazı insanların dışında bütün yaratıkların boyun eğdiği insan gerçeğine
karşı çıkmaları yüzünden gemileri suyun dibine batırır ya da onları
paramparça eder.
"Bir çoğunu da affeder."
Yüce Allah insanları işledikleri bütün günahlardan
dolayı cezalandırmaz. Çoğu zaman onlara hoşgörülü davranır, bağışlar, birçok
günahlarını affeder. "Ayetlerimiz hakkında tartışanlar, kendileri için
kaçacak bir yer olmadığını bilsinler."
Şayet yüce Allah onları azabı ile karşı karşıya
getirmeyi dilese ve onların gemilerini batırsa, onlar bundan kurtulamazlar.
Böylece Kur'an-ı Kerim insanlara ellerinde bulunan
tüm dünya nimetlerinin her an yok olmakla karşı karşıya bulunduğunu,
Allah'la kurulan sağlam bir ilişkiden başka hiçbir şeyin sürekli ve kalıcı
olmadığını hatırlatıyor.
DÜNYA HAYATI VE
MÜ'MİNLERİN ÖZELLİKLERİ
Sonra Kur'an-ı Kerim onlarla bir adım daha atıyor ve
şu yeryüzünde kendilerine verilen tüm nimetlerin bu dünya hayatı ile sınırlı
olduğuna dikkatlerini çekiyor. Bu arada kalıcı değerin, yüce Allah'ın
ahirette mü'minlere, Rabb'lerine güvenip dayananlara hazırladığı nimetler
olduğunu vurguluyor. Buradan hareketle sözkonusu mü'minlerin ayırıcı ve
kendilerini özel nitelikleri ve karekteristik özellikleri olan bir ümmet
olarak belirginleştiren sıfatlarını belirliyor:
36- Size verilen
şeyler, dünya hayatının geçimidir. İnanıp Rabb'lerine güvenenler için
Allah'ın yanında bulunanlar daha iyi ve daha kalıcıdır.
37- Onlar büyük
günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman da affederler.
38- Rabb'lerinin
çağrısına gelirler, namaz kılarlar. Onların işleri aralarında danışma
(İstişare) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar.
39- Bir zulüm ve
saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar.
40- Kötülüğün
cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükafatı
Allah'a aittir. Doğrusu Allah zalimleri sevmez.
41- Zulüm gördükten
sonra hakkını alan kimselerin aleyhine bir yol yoktur.
42- İnsanlara
zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır.
İşte can yakıcı azap bunlaradır.
43- Fakat kim
sabreder kendisine yapılan kötülüğü affederse şüphesiz bu hareketi,
yapılmaya değer işlerdendir.
Bundan önce bu surede Kur'an-ı Kerim insanlığın
durumunu tasvir ederken, kitap ehli toplumların kendilerine yeterli bilgi
geldikten sonra görüş ve inanç ayrılığına düşüp bölündüklerine işaret
etmişti. Bu bölünmelerinin yüce Allah'ın kendilerine indirdiği kitabı
kendileri için belirlediği ve Hz. Nuh'tan, İbrahim'e, ondan Musa'ya, İsa'ya
kadar süren değişmez hayat sistemini bilmeyişlerinden kaynaklanmadığına
değinmişti. Yine bölünen bu gruplardan sonra kitabı devralan kuşakların ona
içtenlikle inanmadıklarına, aksine kuşku ile yaklaştıklarına işaret etmişti.
Allah katından inen dinlere mensup olanların,
Allah'ın gönderdiği peygamberleri izleyenlerin durumu bundan ibaret olunca,
herhangi bir peygamberi izlemeyen, bir kitaba inanmayanların durumu bundan
daha sapık, bundan daha karışık olacaktır.
Bu yüzden insanlık, kendisini içinde yüzdüğü bu kör
cahiliyeden kurtaracak, elini tutup kopmaz bir kulpa bağlayacak, hem
kendisinin hem de bütün varlıklar aleminin Rabb'i olan Allah'ın yoluna doğru
kendisine yol göstericilik yapacak güvenilir ve doğru bir önderliğe ihtiyaç
duyuyordu.
Yüce Allah, şehirlerin anası Mekke ve çevresinde
oturanları uyarması için kulu Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun-
Arapça Kur'an olarak kitabını indirdi. İnsanlık tarihi ile birlikte
süregelen davet hareketinin halkalarını birbirine bağlamak, davet
hareketinin metodunun, yolunun ve hedefinin bir olduğunu ortaya koymak,
etkin ve önderlik işlerini yerine getiren müslüman bir kitle meydana
getirmek ve bu davayı yüce Allah'ın istediği ve hoşnut olduğu şekliyle
yeryüzünde pratik olarak gerçekleştirmek için daha önce Nuh'a, İbrahim'e,
Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği prensibi bu Kitab'ta bir hayat düsturu
olarak yasalaştırdı.
İşte burada, bu ayetlerde müslüman kitlenin ayırıcı
ve karekteristik özellikleri dile getiriliyor. Bu ayetler, Medine'de bir
müslüman devlet kurulmadan önce Mekke'de inmiş olmalarına rağmen müslüman
kitlenin niteliklerinden biri olarak şunu görüyoruz: "Onların işleri
aralarında danışma (istişare) iledir." Bu da gösteriyor ki, şura ilkesi
müslümanların hayatında devletin siyasal düzeni olmaktan çok daha köklü bir
yere sahiptir. Şura bütün cemaatin temel karekteridir. Bu cemaat olarak
sorunlarını bu ilke doğrultusunda çözüme bağlarlar. Sonra cemaat olmanın
doğal sonucu olarak cemaatten devlete geçilir. Yine müslüman cemaatin
niteliklerinden biri olarak şunu görüyoruz: "Bir zulme veya saldırıya
uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar."
Oysa hicretten sonra savaş izni verilene kadar
Mekke'de müslümanlara verilen emir, sabretmeleri, saldırıya saldırı ile
karşılık vermemeleri şeklindeydi. Ama Medine'ye hicret edildikten sonra
onlara şöyle denmişti: "Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma izni
verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara
yardım etmeye gücü yeter."(Hacc Suresi, .39)
Müslüman cemaatin karekteristik özellikleri gündeme
getirildiği bir sırada, Mekke'de inen bu ayetlerde bu tür bir nitelikten
sözedilmesi gösteriyor ki, zulüm ve saldırılara karşı yardımlaşma,
müslümanların değişmez ve temel bir sıfatıdır, bundan önce verilen
savaşmaktan kaçınmaya ve haksızlıklar karşısında sabretmeye ilişkin
direktif, belli şartlarda başvurulan istisnai bir kuraldır. Dolayısiyle,
konu müslüman cemaatin temel nitelikleri olduğu için, ayetler Mekke'de inmiş
olmasına ve henüz saldırılara topyekün dayanışma ile karşı koyma izni
verilmemiş olmasına rağmen bu değişmez ve temel nitelikte burada gündeme
getiriliyor.
İnsanlığa önderlik yapmak ve onları cahiliyenin
karanlığından islamın aydınlığına çıkarmak üzere seçilen müslüman cemaatin
ayırıcı ve karekteristik özelliklerinin, henüz önderliği fiilen ele almadığı
bir sırada ve Mekke'de inen bir surede gündeme getirilmesi üzerinde
düşünülmesi gereken önemli bir meseledir. Çünkü bunlar en başta bulunmaları
ve cemaat içinde fiilen gerçekleşmesi gereken niteliklerdir. Cemaatin fiili
önderliğe elverişli olabilmesi için bu durum kaçınılmazdır. İşte bunun için
üzerinde düşünülmesi gerekir. Nedir bu nitelikler? Gerçek mahiyetleri nedir?
Bütün insanlık hayatında bu niteliklerin önemi nedir?
Bu nitelikler; iman, Allah'a güvenip dayanmak, büyük
günahlardan ve iğrenç davranışlardan sakınmak, kızınca bağışlamak, Allah'ın
çağrısına olumlu karşılık vermek, namaz kılmak, her meselede şura ailesini
uygulamak, yüce Allah'ın verdiği rızıklardan Allah uğrunda mali harcamada
bulunmak, elbirliği ederek zulme karşı çıkmak, bağışlamak, kendi hayatını ve
çevresini düzeltmek ve her türlü zorluğa göğüs gererek sabretmektir.
Bu niteliklerin gerçek mahiyeti nedir ve ne ölçüde
önemlidirler? Kur'an'ın kendi ahenkli akışı içinde bu nitelikleri sunarken
bu konuya açıklık getirmemiz yerinde olacaktır.
Kur'an-ı Kerim, insanları geçici ve kalıcı
değerlerin gerçek mahiyetini öğrenebilecekleri değişmez ilahi bir ölçü ile
karşı karşıya getiriyor. Böylece meselenin ruhlarında karmaşık bir hal alıp
ölçülerinin, diğer yargılarının karışmasına engel oluyor. Bu amaçla müslüman
cemaatin niteliklerini saymaya başlamadan önce bu ölçüyü hatırlatıyor:
"Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir.
Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır."
Kuşkusuz şu yeryüzünde çekici ve göz kamaştırıcı
nimetler, süsler vardır. Çeşitli rızıklar, evlatlar, şehevi duygular,
zevkler, makam ve iktidar da bunlardandır. Öte yandan yüce Allah'ın
yeryüzünde kullarına bir lütuf olarak, karşılıksız bir bağış olarak
bahşettiği nimetler vardır. Bunlar şu dünya hayatında insanın günahkârlığı
veya itaatkârlığı ile bağlantılı değildirler. Gerçi bu nimetler, itaatkârın
elinde -az da olsa- bereketlendirilir, isyankârın elinde bulunanlar ise -çok
da olsa- bereketi giderilir.
Fakat bunların hiçbiri kalıcı ve değişmez değer
değildir. Bunlar dünyanın geçim kaynaklarıdır. Kullanım süreleri
belirlenmiştir. İnsanı yüceltmez ve küçültmez. Bu nimetler kendi başlarına
yüce Allah'ın katında bir ihsanın saygınlığına veya aşağılanmışlığına kanıt
oluşturamaz. Yine yüce Allah'ın hoşnutluğunun veya öfkesinin belirtisi
sayılamaz. Bunlar sadece geçim kaynaklarıdır. "Allah'ın yanında bulunanlar
ise daha iyi ve daha kalıcıdır." Özü itibariyle daha iyidir. Süresi
bakımından daha kalıcıdır. Çünkü dünya hayatının geçim kaynakları Allah'ın
katındaki nimetlerle karşılaştırıldıklarında çok basit ve önemsiz kalırlar.
Allah'ın sürekli kullarının üzerine akıttığı sonsuz lütfu ile
karşılaştırıldığında sınırlı oldukları ortaya çıkar. Dünyanın geçim
kaynaklarının günleri sayılıdır. Bir ferd en fazla ömrünün sonu kadar
bunlardan yararlanabilir. Bütün insanlık ta öyle. Onların da bu dünya
nimetlerinden yararlanmaları bütün insanlığın yaşama süresi ile sınırlıdır.
Bu ise, yüce Allah'ın günleri ile karşılaştırıldığında bir göz açıp kapama
anı veya bundan da az bir süre kadardır.
Bu gerçek bu şekilde açıklandıktan sonra, yüce
Allah'ın kendilerine daha iyi ve daha kalıcı nimetler hazırladığı
mü'minlerin niteliklerinin açıklanmasına geçiliyor.
Önce iman sıfatından sözediliyor: "İnanıp
Rabb'lerine güvenenler için Allah'ın yanında bulunanlar daha iyi ve daha
kalıcıdır." İnsanın değeri şuradan gelir: O, ilk ve temel gerçeğe ilişkin
bir bilgidir. İman olmadan insanın içinde, varlık alemine ilişkin doğru bir
bilgi yeredemez. Çünkü varlık aleminin gerçek mahiyetini kavramak ve bunun
yüce Allah'ın sanatı olduğunu algılamak ancak Allah'a iman yolu ile mümkün
olabilir. İnsan bu gerçeği kavradıktan sonra evren ile iletişim kurabilir.
Çünkü insan bu durumda evrenin özünü bildiği gibi, ona egemen olan kanunları
da bilir. Bu yüzden insanın hareketleri ile şu büyük varlık aleminin
hareketleri arasında bir ahenk oluşur. Bu durumda insan evrensel yasalar
sisteminden sapmaz. Kendi hareketleri ile evrenin hareketleri arasındaki bu
ahenkten dolayı mutlu olur. Varlık alemi ile birlikte itaat ederek, kayıtsız
şartsız teslimiyet duygusu ile, barış içinde varlıklar aleminin yaratıcısına
doğru yolalır. Bu nitelik her insan için gereklidir. Ancak, varlıklar
aleminin yaratıcısına doğru insanlığa yol göstericilik yapacak önder bir
cemaat için çok daha gereklidir, elzemdir. '
İmanın değeri bir de şuradan gelir: İman insan
ruhunu yatıştırır. İnsanın, yolunu güven içinde izlemesini sağlar. Onu
şaşkınlıktan, çekingenlikten, korku ve karamsarlıktan kurtarır. Bu
nitelikler, şu gezegendeki yolculuğu esnasında her insan için gereklidir.
Ama yol gösteren ve insanlığa bu yolculuğunda önderlik yapan bir lider için
çok daha gereklidir.
Arzu ve ihtiraslardan, kinden, nefretten, kişisel
çıkardan ve ganimetler elde etme duygusundan soyutlanmak açısından iman
büyük değere sahiptir. Bu durumda kalp şahsının ötesinde bir hedefe
bağlanır; bu meselenin kendisiyle bir ilgisinin bulunmadığını, bunun
Allah'ın dinine davet olduğunu ve kendisinin bir ücret karşılığı Allah adına
çalıştığını anlar. Bu bilinç önderlik görevini omuzlamış biri için
zorunludur. Hareketten ayrılıp kendisine baş kaldıran bir grubun bu eylemi
karşısında veya davet görevini yerine getirirken çeşitli baskılarla,
eziyetlerle karşı karşıya kaldığında ümitsizliğe kapılması, kitleler
çağrısına koştuğu veya kendisine boyun eğdikleri zaman da gurura kapılmaması
için bu anlayış kaçınılmazdır. Çünkü o, sadece belli bir ücret karşılığında
çalışan bir işçidir.
İlk müslüman kitle bütün içtenliğiyle iman etmişti.
Bu iman ruhları, ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerinde şaşırtıcı
bir etki bırakmıştı. O sıralar insanlık aleminde iman tablosu solmuş,
tanınmayacak hale gelmişti. İmanın insanların ahlâki yapıları ve davranış
biçimleri üzerindeki etkisi kaybolmuştu. İslam geldiği zaman canlı, etkin ve
aktif bir iman tablosu meydana getirdi. Bu sayede mü'min kitle omuzlarına
yüklenen önderlik görevini yerine getirmeye elverişli hale geldi.
Üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi "Müslümanların gerilemesi
ile dünya neler kaybetti" adlı eserinde bu imana ilişkin olarak şöyle der:
"En büyük düğüm -şirk ve küfür düğümü- çözüldü.
Bunun sonucu diğer tüm düğümler çözüldüler. Peygamber efendimiz -salât ve
selâm üzerine olsun müşriklerle en öncelikli konuda cihada girişti ve
islamın öngördüğü her emir ve yasak için teker teker cihad yapmaya gerek
duymadı. En öncelikli mesele etrafında girişilen çarpışmada islam cahiliyeyi
yenilgiye uğrattı. Artık her çarpışmada zafer islamındı. Bundan sonra
müşrikler kalpleri ile, organları ile, ruhları ile topyekün barış ve esenlik
dini islama girdiler. Doğru yolu açık seçik gördükten sonra Peygamber
efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı çıkmadılar. Onun verdiği bir
karara karşı içlerinde bir hoşnutsuzluk, bir burukluk kalmamıştı. Zaten onun
serbest veya yasak olarak öngördüğü bir şeyde onların seçme hakkı yoktu."
"Gitgide içlerinde şeytanın vesveselerine yer kalmadı. Hatta kendi
şahıslarını ilgilendiren duygular da içlerinde barınamaz oldu. Başkalarından
uzaklaştıkları gibi kendi kendilerinden, çıkarlarından, kişisel
endişelerinden uzaklaştılar. Daha dünyadayken ahiret adamı oldular. Bu
günden yarını yaşadılar. Bir musibet karşısında paniğe kapılmadılar, feryadı
basmadılar. Nimet de şımartmadı onları. Fakirlikten dolayı ezilmediler.
Zenginlik azgınlaştırmadı onları. Ticaret onları oyalamadı. Güçlü bir konuma
gelince başkalarını küçümsemediler. Yeryüzünde büyüklenmek, bozgunculuk
yapmak düşüncesinde değildiler. İnsanlar için ideal ölçüler oldular.
Kendileri, anne-babaları ve akrabaları aleyhinde de olsa Allah için
şahitlikte bulunarak adalet ilkesinin somut örnekleri oldular. Tüm yeryüzü
ayaklarının altına serilmişti. İnsanlığın sığınağı, dünyanın koruyucuları ve
Allah'ın dininin davetçileri olmuşlardı."
Üstad en-Nedvi, gerçek imanın insanın ahlâki yapısı
ile eğilimleri üzerindeki etkilerinden sözederken şöyle der:
"Gerek Araplar gerek Arap olmayanlar, kısacası tüm
insanlık cahiliye hayatı yaşıyordu. Kendilerinin yararlanması için
yaratılan, kendi irade ve yönlendirmelerine boyun eğen her şeye secde
ediyorlardı. Taptıkları bu yaratıklar kendilerine itaat edeni
ödüllendiremez, karşı çıkanı da cezalandıramazdı: Herhangi bir şeyin
serbestliğini veya yasaklığını belirleyemezdi. Din, hayatlarında etkisi
bulunmayan yüzeysel bir kurumdu. Ruhları, vicdanları ve kalpleri üzerinde
bir yaptırım gücü, ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerinde bir
etkinliği yoktu. Yüce Allah'a, işini tamamlamış, herşeyden eletek çekmiş,
bazı insanlara Rablık kisvesini giydirmek için hakkından feragat etmiş bir
yaratıcı, bir usta gibi inanıyorlardı. Kontrolü ellerine geçirmişlerdi.
Örgütlü bir hükümetin diğer yetkilerinin yanısıra memleketin yönetimini,
işlerinin yürütülmesini, gelir kaynaklarının dağılımını kendi arzularına
göre düzenlemek üzere üstlenmişlerdi. Allah'a inanmaları tarihsel bir
bilgiden öteye geçmiyordu. Allah'a inanmaları, gökleri ve yeri onun
yarattığını kabul etmeleri, bir tarih talebesinin; şu eski sarayı kim
yaratmıştır? sorusuna karşılık, ondan korkmaksızın, ona boyun eğmeksizin bir
eski kralın adını söylemesinden farksızdı. Dinleri Allah korkusundan, ona
dua etmekten uzaktı. Allah' hakkında onu sevmelerini sağlayacak olumlu
birşey bilmiyorlardı. Allah hakkındaki bilgileri, anlaşılmaz, kapalı, kısa
ve sembolikti.
Bu yüzden içlerinde Allah'a karşı sevgi ve ürperme
duygusu uyanmazdı..." "...Araplar ve müslüman olan diğer toplumlar Allah
hakkındaki bu yanlış,karmaşık ve ölü anlayıştan kurtulup derin, açık ve
canlı bir anlayışa sahip oldular. Bu anlayış ruh, vicdan, kalp ve organlar
üzerinde etkindi. Etkileri ahlâki ve toplumsal yapıya yansımıştı. Hayat ve
hayatla ilgili her şeyde bu aktif anlayışın etkinliğini görmek mümkündü. En
güzel isimlere sahip ve en ideal örneği veren Allah'a inanıyorlardı.
Alemlerin Rabb'i, Rahman-Rahim, din gününün sahibi, mülk sahibi,
eksikliklerden uzak (el-Kuddüs), esenlik veren (es-Selam), güven veren
(el-Mü'min), herşeyi kontrolü altına alan (el-Muheymin), üstün iradeli olan
(el-Aziz), caydırıcı güce sahip bulunan (el-Cebbar), herşeyden büyük olan
(el-Mütekebbir), herşeyi yaratan (el-Halık), herşeyi var eden (el-Bari),
varlıklara şekil veren (el-Musavvir), her yaptığını bir hikmete göre yapan
(el-Hakim), bağışlayan (el-Gafur), seven (el-Vedûd), şefkat gösteren
(el-Rauf), acıyan (er-Rahim), yaratan ve yarattığını yönlendiren, her şeyin
mülkiyetini elinde bulunduran, koruyan ama kimsenin korumasına muhtaç
olmayan... Ve bunun gibi Kur'an'da yeralan sıfatlara sahip bulunan, cennetle
ödüllendiren, ateşle cezalandıran, dilediğinin rızkını bollaştıran,
dilediğininkini de azaltan, göklerde ve yerde gizli şeyleri bilen, gözlerin
hain bakışlarını ve göğüslerin içinde saklı bulunan duyguları bilen ve bunun
gibi onun gücünü ve yaptıklarını ifade eden Kur'an ayetlerinin işaret ettiği
niteliklere sahip bulunan Allah'a inanıyorlardı... Bu geniş boyutlu, derin
etkili ve anlaşılır iman ile kişiliklerinde insanı dehşete düşüren bir
devrim gerçekleşmişti. Herhangi birisi Allah'a inanıp Allah'tan başka ilah
olmadığına şahitlik ettiği zaman hayatı altüst oluyordu. İman bütün
organlarına nüfuz ediyordu, bütün damarlarına akıyor, bütün duygularına
yansıyordu. Bedeninde can ve kan yerine geçiyordu. Cahiliyenin tüm
mikroplarını, kalıntılarını yok ediyordu. İman kalbini ve aklını bürüyordu.
Ondan bambaşka bir insan meydana getiriyordu. Bu duruma gelen insan iman,
kararlılık, sabır ve cesaretin parlak örneklerini sergilerdi. Aklı,
felsefeyi ve ahlak tarihini şaşkın bırakan olağanüstü davranış ve ahlak
örneklerini ortaya koyardı. Bu olağanüstülükler sonsuza kadar, şaşkınlık ve
dehşet konusu olmaya devam edeceklerdir. İlim, tam ve derin bir insan
dışında bu olağanüstülükleri yorumlamaktan, bunlara bir açıklama getirmekten
acizdir."
"İman bir ahlak ve ruhsal eğitim okulu gibiydi.
Kişiye sağlam irade, güçlü bir ruh yapısı, otokontrol, kişisel arzu ve
eğilimlerden uzaklaşmak gibi üstün meziyetler kazandırıyordu. Bu eğitimden
geçen kişi ahlâk tarihinin ve psikolojinin tanıdığı, ahlâki çöküntüden ve
insanlığın düştüğü aşağılık durumdan kurtulan en ideal örnekti. Hiçbir gözün
göremediği, kanun elinin uzanamadığı bir sırada insanın içindeki hayvansal
dürtüler azgınlaşıp insanın ayağı kaydığı zaman bu iman nefse ağır
eleştiriler yöneltir, onu sürekli kınar, vicdanı yakan bir kamçıya
dönüşürdü. İşlediği suçu sürekli düşünmesini sağlardı. Artık kişi kanun
önünde suçunu itiraf etmedikçe rahat etmezdi. Kendini ağır bir cezaya kendi
eliyle teslim ederdi. Allah'ın azabından ve ahiret cezasından kurtulmak
için, isteyerek, derin bir içtenlikle bu cezaya katlanırdı."
"...Bu iman, insanlık onurunun ve iffetinin
güvenilir bekçisiydi. Sürükleyici arzular ve eğilimler karşısında baş
kaldıran nefsini, hiç kimsenin kendisini görmediği bir yerde kontrol ederdi.
Hiç kimseden korkmasının sözkonusu olmadığı yerlerde nefsini frenler,
ihtiraslarına engel olurdu. Nitekim islam fetihleri tarihinde, ganimetlere
el sürmemek, emanetleri layık olana vermek, içtenlikle Allah için çalışıp
her şeyden vazgeçmek gibi insanlık tarihinin bir örneğini gösteremediği göz
kamaştırıcı olaylar yaşanmıştır. Hiç kuşkusuz bu imanın kökleşmesinin,
Allah'ın gözetimini ve onun her zaman ve her yerde herşeyi bildiğini
düşünmenin sonucuydu."
"Bu imana sahip olmadan önce, hareket, ahlaki yapı,
davranış biçimi, alıp verme, siyaset ve toplum açısından tam bir keşmekeşlik
içindeydiler. Hiçbir otoriteye boyun eğmez, hiçbir düzen tanımazlardı.
Hizaya girmeyen serserilerdi. Canları ne isterse onu yaparlardı. Körükörüne
hareket eder, ne yaptıklarını bilmeden koyu karanlıkta yol alırlardı. Ama
şimdi iman ve kulluk dairesine girmiş dışına çıkmıyorlardı. Her şeyin
mülkiyetinin, herşey üzerindeki hakimiyetin, serbest ve yasak belirleme
yetkisinin Allah'a ait olduğunu kabul ediyorlardı. Kendilerinin uyruk, kul
ve kayıtsız şartsız itaâtla yükümlü olduklarını itiraf ediyorlardı. Yol
göstericiliği bırakmış eksiksiz bir şekilde Allah'ın hükmüne teslim
olmuşlardı. Omuzlarındaki ağırlıkları atmış, kişisel arzularından ve
benliklerinden soyutlanmışlardı. Yüce Allah'ın isteği ve hoşgörüsü dışında
hayatta hiçbir mala, cana ve yetkiye sahip bulunmayan kullar olmuşlardı.
Allah'ın izni olmadan savaşmaz, O'nun izni olmadan barış yapamazlardı.
Allah'ın izni olmadıkça ne birinden hoşnut olabilirlerdi, ne de
kızabilirlerdi. Yine hiç kimseye birşey veremez veya verilen birşeyi
alıkoyamazlardı. Onun izni ve buyruğu olmadıkça hiç kimseyle ilişki kurmaz,
yahut ilişkileri kesemezlerdi."
İşte, islam inanç sistemi ile insanlığa önderlik
yapmak üzere seçilen cemaatin niteliklerini gündeme getiren ayetin işaret
ettiği iman budur. Bu imanın bir gereği de Allah'a dayanıp güvenmektir.
Ancak Kur'an-ı Kerim bu niteliği ayrı olarak ele alıyor ve altını çizerek
belirginleştiriyor:"Rabb'lerine güvenirler."
Cümlenin kuruluşunda özne ile yüklemin yer
değiştirmiş olması onların sadece Rabb'lerine dayanıp güvendiklerini ifade
ediyor, başkasına değil. Tek Allah`a iman etmek sırf ona dayanıp güvenmeyi
gerektiriyor. İşte tevhidin, yani Allah'ın Rab ve İlah olarak birliği
düşüncesinin ilk ve temel görüntüsü. Çünkü mü'min Allah a ve O'nun
sıfatlarına inanır. Varlıklar aleminde O'nun iradesi dışında hareket eden
bir canlının olmadığından kuşku duymaz. Yine O'nun izni olmadan hiçbir şeyin
olmayacağına kesinlikle inanır. Bu yüzden sırf O'na dayanıp güvenir. Bir şey
yaparken veya bir şeyden vazgeçerken O'ndan başkasına yönelmez.
Bu bilinç herkes için zorunludur. Bir insanın başını
dik tutması, Allah'tan başkasının önünde başını eğmemesi, Allah'tan başka
hiç kimseden herhangi bir şey beklemeden, korkmadan kendinden emin bir kalbe
sahip olması için bu anlayış kaçınılmazdır. O zaman sıkıntıdan dolayı yüreği
hoplamaz, bolluktan dolayı şımarmaz, normal durumunu sürdürür. Varlık ve
yokluk onu etkilemez. Şu da varki bu bilinç, yol göstericilik sorumluluğunu
yüklenen önderler için çok daha gereklidir.
"Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden
kaçınırlar."
Büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan kalbi
arındırmak, temiz davranışlar sergilemek gerçek imanın sonuçlarından
biridir. Yine doğru bir önderliğin vazgeçilmez gereğidir. Bir insan büyük
günahlara ve kötülüklere yeltenirken, onlardan kaçınmazken kalpteki iman
berraklığını ve saflığını koruyamaz. İmanın berraklığından soyutlanmış,
içindeki iman aydınlığı kötülükler ve günahlar tarafından bastırılmış bir
kalp önderliğe elverişli değildir.
İman, mü'min kitlenin gönlünde son derece ince bir
duyarlılığa ulaşmıştı. Nitekim az önceki alıntılarda imanın ulaştığı bu
duyarlılık düzeyine işaret edilmişti. İşte bu ilk müslüman kitle bu
özelliğiyle insanlığa önderlik etme sorumluluğunu üstlenmeyi hakketmişti.
Ama bu önderliğin ne bundan önce, ne de bundan sonra bir benzeri bir daha
görülmedi. Ve bu ideal toplum, arzu ve ihtirasların, şehvetlerin kol gezdiği
bir ortamda doğru yolu bulmak isteyenlerin bakıp yollarını buldukları bir
yıldız işlevini görmektedir.
Yüce Allah, insan denen şu yaratığın zayıf ve
dirençsiz olduğunu biliyor. Bu yüzden önderliği ele almanın ve Allah
katındaki ödülü hakketmenin sınırını büyük günahlardan ve iğrenç
davranışlardan kaçınmak şeklinde belirliyor, küçük günahları ve hataları
bunun dışında tutuyor. İnsanın dayanma gücünü bildiği için işlediği küçük
günahları rahmetinin kapsamına alıyor. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın bir
lütfudur, insana yönelik rahmetinin, hoşgörüsünün belirtisidir. Bundan
dolayı yüce Allah'tan utanmak gerekir. Çünkü hoşgörü insanı mahcup eder,
bağışlama onurlu kalplerde utanma duygusunu uyandırır.
"Kızdıkları zaman da affederler."
Bu nitelik, yüce Allah'ın insanın işlediği küçük
günah ve hatalara yönelik hoşgörüsüne üstü kapalı olarak işaret edildikten
sonra kullar arasında hoşgörülülüğü ve bağışlayıcılığı teşvik amacı ile
yeralıyor. Böylece mü'minlerin bir niteliği olarak, onlar kızdıkları zaman
bağışlarlar ifadesi önplana çıkarılıyor.
Burada bir kez daha islamın insana yönelik hoşgörüsü
belirginleşiyor. İslam hiçbir zaman insana gücünü aşan bir sorumluluk
yüklemiyor. Çünkü yüce Allah öfkenin insanın öz yaratılışından kaynaklanan
bir tepki olduğunu ve bunun büsbütün kötülük olmadığını biliyor. Allah için,
onun dini için, hak için, adalet için öfkelenmek, kızmak iyidir ve
gereklidir. Bu yüzden öfkelenmek özü itibariyle yasaklanmıyor ve bir hata
olarak nitelendirilmiyor. Tam tersine insanın doğasının ve öz yaratılışının
bir parçası olduğu kabul ediliyor. Böylece insan öz yaratılışı ile dininin
emri arasında şaşkın duruma düşmekten, duygu ve davranış olarak çelişik
görünümler sergilemekten kurtarılıyor. Fakat Kur'an-ı Kerim aynı zamanda
insanı öfkesini yenmeye, bağışlamaya, affetmeye yöneltiyor ve bu niteliği
imanın ideal niteliklerinden biri olarak önplana çıkarıyor. Bunun yanısıra
Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hiçbir zaman kendi
şahsı için kızmadığı, sadece Allah için kızdığı Allah için kızınca da bundan
pişmanlık duymadığı bilinmektedir. Fakat bu Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- yüce kişiliğine özgü bir derecedir. Yüce Allah mü'minleri
bundan sorumlu tutmamış, sadece buna teşvik etmiştir ve kızdıklarında
bağışlamalarını, ellerine güç geçirdiklerinde affetmelerini, intikam
duygusunu yenmelerini istemekle yetinmiştir. Kuşkusuz bunun için de sorunun
insanın kendi kişiliği ile ilgili olması, bu sınırı taşmaması gerekir.
"Rabb'lerinin çağrısına gelirler."
Rabb'leri ile aralarına giren tüm engelleri ortadan
kaldırırlar. İnsanın Rabbi ile iletişim kurmasını önleyen tüm engelleri
bertaraf ederler. Zaten kişi ile Rabbi arasında insanın kendisinden,
ihtiraslarından, arzu ve isteklerinden, kendi varlığından, egoistliğinden
başka engel yoktur. İnsan bütün bu engellerden kurtulduğu zaman Rabb'ine
giden yolun açık ve engebesiz olduğunu görür. Bu durumda hiçbir engele
takılmadan Rabb'inin çağrısına koşar. Bu çağrının gereklerini eksiksiz
yerine getirir. Her yükümlülüğün karşısında kendi ihtirasından kaynaklanan
herhangi bir engele takılıp duraksamaz. Bu, Allah'ın çağrısına koşmanın
genel ifadesi. Şimdi de çağrıya koşmanın gerekleri açıklanıyor:
"Namaz kılarlar."
Namaz, islam dininde büyük öneme sahiptir. Çünkü
namaz islamın ilk temel ilkesinden; Allah'tan başka ilah olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik etme ilkesinden hemen
sonra gelir. Namaz Allah'ın çağrısına olumlu karşılık vermenin ilk
belirtisidir. Kul ile Rabbi arasındaki bağdır. Tek safta rükua giden, secde
eden kullar arasındaki eşitliğin göstergesidir. Burada hiçbir baş bir
diğerinden üstün, hiçbir adam bir başkasından öncelikli değildir.
Belki de namaz kılma niteliğinden hemen sonra
zekattan söz edilmeyip ondan önce şura ilkesinin gündeme getirilmesi bu
yüzdendir:
"Onların işleri aralarında danışma iledir."
İfade onların her meselelerini aralarında danışarak
çözüme bağladıklarını belirtiyor. Böylece tüm hayatlarını şura boyası ile
boyuyor. Daha önce de söylediğimiz gibi bu ayet, bir islam devleti
kurulmadan önce Mekke'de inmiştir. Şu halde bu nitelik müslümanların
hayatında devlet düzeninden daha kapsamlıdır. Ve bu, bilinen anlamı ile bir
devlet henüz kurulmamış olsa bile her durumda müslüman cemaatin temel bir
niteliğidir, karekteristik özelliğidir.
Gerçekte islamda devlet, cemaatin ve onun kendine
özgü niteliklerinin doğal sonucundan başka birşey değildir. Cemaat devleti
özünde barındırır ve islam hayat sistemini yürürlüğe koymak, onu fert ve
toplum hayatına egemen kılmak üzere devletin fonksiyonunu yerine getirir.
Bu yüzden şura ilkesi cemaat içinde ilk dönemlerde
yürürlüğe girmiş ve bu ilke devlet ve devlet işlerini yürütmekten daha geniş
ve daha kapsamlı olarak algılanmıştı. Şura islami hayatın ayrılmaz bir
parçasıdır. İnsanlığa önderlik etmek üzere seçilen cemaatin ayırıcı
özelliğidir, önderlik görevinin en gerekli, en kaçınılmaz niteliğidir.
Şura ilkesinin uygulanış biçimi ise, demir kalıplara
dökülmüş değildir. Bu yüzden şura ilkesinin uygulanış biçimi, bu temel
özelliğin islam cemaatinin hayatında yürürlüğe konulmak üzere her toplumun
ve çağın koşullarına bırakılmıştır. İslam düzeni tamamen donuk kalıplardan
oluşmaz ve tümü de tartışılmaz doğmalardan ibaret değildir. İslam düzeni
herşeyden önce iman gerçeğinin kalbe yerleşmesinden kaynaklanan bir ruhtur.
Müslümanın bilinç ve davranışı bu gerçekle şekillenir. Geri planda bulunan
iman gerçeğini gözönünde bulundurmadan islam yönetim biçimi üzerine yapılan
araştırmalar sonuçsuz kalır. Hiç kuşkusuz bu, islam inanç sistemine inanma
gerçeğini bilmeyenlerin ilk bakışta sandıkları gibi rastgele söylenmiş,
dayanaksız bir söz değildir. Çünkü bu inanç sistemi -onun öngördüğü yönetim
biçimine bakmadan önce, katışıksız itikadi temelleri ile- psikolojik ve aklî
gerçekler içerir. Bunlar özleri itibariyle insanın ruhsal ve bedensel yapısı
içinde aktif ve etkin bir varlık gösterirler; insanlık hayatında belli
kapılanmaların; yönetim biçimi ve rejimlerin oluşmasına, ortaya çıkmasına ön
ayak olurlar. Bundan sonra gelen ayetler uygulamalara ve yönetim biçimlerine
işaret ediyorlar. Ama sadece düzenleme amacı ile, yeniden oluşturma, meydana
getirme amacı ile değil... İslami herhangi bir yönetim biçiminin oluşması
için, bundan önce müslümanların olması gereklidir. Aktif ve etkin bir iman
kaçınılmazdır. Aksi taktirde hiçbir yönetim biçimi ihtiyaca cevap vermez,
islami olarak nitelendirilebilecek bir düzen kurulamaz.
Gerçek müslümanlar varolduğu ve iman gerçeği
kalplerinde yerettiği zaman islam düzeni ortaya çıkar. O zaman müslümanların
yaşadıkları çevreye ve ortama uygun islam düzeninin bir şekli yürürlüğe
konur ve islam ilkeleri eksiksiz olarak ve en iyi bir şekilde uygulanır:
"Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için
harcarlar."
Bu da aynı şekilde henüz hicretin ikinci yılında
miktarı ve şartları belirlenen zekat yükümlülüğünden önce gelmiş bulunan bir
hükümdür. Ne varki genel anlamda Allah'ın verdiği rızıktan hayır amaçlı
harcamada bulunmak islam cemaatine yöneltilen ilk direktiflerden biridir.
Daha doğrusu bu direktif islam cemaatinin doğuşu ile birlikte gündeme
gelmiştir.
Allah'ın dinine davet için maddi harcamada bulunmak
kaçınılmazdır. Bunun için kalbi cimrilikten arındırmak, mal-mülk sevgisini
yenmek ve sadece Allah katındaki nimetlere güvenmek zorunludur. İmanın ifade
ettiği anlamın bütünüyle gerçekleşmesi için bütün bunlar gereklidir. Ayrıca
bunlar cemaat hayatı için de gereklidirler. Çünkü Allah'ın dinine davet
etmek bir savaştır, bir mücadeledir. Bu savaşı, savaşın yaralarını ve
sonuçlarını paylaşmak, birlikte üstlenmek bir zorunluluktur. Bu dayanışma ve
paylaşma bazan hiç kimsenin kişisel malından söz edilmeyecek şekilde
kapsamlı olur. Nitekim muhacirlerin Mekke'den hicret edip Medineli
kardeşlerinin yanına konuk oldukları zaman böyle olmuştu. Olağanüstü şartlar
ortadan kalkıp durum normale dönünce zekat vermeye ilişkin sürekli
prensipler belirlenmişti.
Durum her ne olursa olsun genel anlamda mali
harcamada bulunmak, sözü edilen nitelikleri ile insanlığa önderlik yapması
için seçilen mü'min cemaatin belirgin özelliklerinden biridir
"Bir zulme ve saldırıya uğradıkları zaman,
yardımlaşarak kendilerini savunurlar."
Daha önce de söylediğimiz gibi Kur'an'ın Mekke'de
inen kısmında böyle bir nitelikten sözedilmesinin özel bir anlamı vardır. Bu
ayet, müslüman cemaatin temel niteliklerinden birini; saldırıya karşı
topyekün direnme, zulme boyun eğmeme niteliğini gündeme getiriyor. Bu da,
iyi niteliklere sahip ideal bir ümmet olsun, iyiliği serbest bırakıp
kötülüğü yasaklasın, insanlık hayatına hak ve adalet ilkeleri ile egemen
olsun diye insanların örnek alması için ortaya çıkarılmış bir cemaat
açısından doğaldır. Ve bu cemaat Allah'ın desteği ile güçlüdür, üstündür,
onurludur: "Onur Allah'ın, peygamberinin ve mü'minlerindir." (Münafikun
Suresi, 9) Şu halde topyekün yardımlaşarak saldırıya karşı koymak,
haksızlığı bertaraf etmek bu cemaatin karekteristik özelliğidir, görevidir.
Bir süre Mekke'deki yerel şartlardan ve özellikle ilk müslüman Arapların
hayatındaki eğitimin gerektirdiği nedenlerden dolayı savaştan uzak durun,
namazı kılın, zekatı verin direktifine uyulmuş olmasına rağmen bu geçici bir
uygulamadır, oturmuş bir cemaatin özellikleriyle ilgisi yoktur.
Kuşkusuz Mekke döneminde barış ve sabır taktiğinin
tercih edilmesinin özel nedenleri vardır.
En başta, ilk müslümanlara yönelik işkenceler,
dinlerinden dönmeleri için uygulanan baskı yöntemleri topluma egemen bir
durumdan kaynaklanmıyordu. Çünkü Arap yarımadasının o günkü siyasi ve sosyal
rejimi düzensiz kabile yapılanmasına dayanıyordu. Bu yüzden herhangi bir
müslüman şahsa yönelik eziyetler, eğer akrabaları varsa onlardan ve
ailesinden geliyordu. Aksine mensup olmayan biri herhangi bir müslümana
dininden dolayı eziyet etmeye cesaret edemezdi. -Bir müslümana veya bir grup
olarak tüm müslümanlara toplu saldırıda bulunma eylemi çok az meydana
gelmiştir-. Nitekim efendiler de kölelerine işkence ederlerdi. Ancak bu
köleler müslümanlar tarafından satın alınıp serbest bırakılırlardı. Bundan
sonra genellikle kimse bunlara eziyet etmeye cesaret edemezdi. Öte yandan
Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir evde müslüman olmuş
bir kişi ile o ailede henüz müslüman olmamış kişiler arasında bir kavganın,
bir çarpışmanın meydana gelmesini istemiyordu. Çünkü katı kalplerin
yumuşaması için barış daha uygun bir ortamdı.
Mekke döneminde barış ve sabır taktiğinin tercih
edilmesinin nedenlerinden biri de Arap insanının karekteridir. Arap toplumu
haksızlığa dayanmayan onuruna düşkün, kahramanlık duygularının ağır bastığı
bir toplumdu. Haksızlığa uğrayan, eziyet gören biri için hemen harekete
geçerlerdi. Müslümanların eziyetlere katlanması, inançlarından taviz
vermeyip baskılara karşı sabretmesi bu kahramanlık duygusunun islam ve
müslümanlar saffına yönelmesi, onun lehine dönmesi için uygun ortamı
sağlıyordu. Nitekim Haşimoğullarının Ebu Talip mahallesinde Ablukaya
alınmaları üzerine meydana gelen olaylar bunu kanıtlamaktadır. Arap insanın
temel karekteri olan haksızlığa katlanmama duygusu bu ablukaya karşı
harekete geçmiş, bu kararı içeren sayfayı parçalamış ve ağır maddeler içeren
bu zalim antlaşmayı geçersiz kılmıştı.
Bir diğer neden de şudur: Arap toplumu sürekli
savaşan ve en ufak bir olayda kılıçlara sarılan, kanun, düzen tanımaz
sinirli bir toplumdu. İslami kişiliği dengelemek bu başıboş heyecanı, bu
gergin siniri dizginlemeyi, onu bir amaca yöneltmeyi, onu sabretmeye ve
sinirleri frenlemeye alıştırmayı gerektiriyordu. Bunun yanısıra ruhlarda
inanç sisteminin her türlü kişisel arzu ve ihtirastan, her türlü ganimet ve
mal varlığından daha üstün olduğu duygusunu uyandırmayı gerektiriyordu. Bu
yüzden eziyetlere karşı sabretmeye ilişkin çağrı islami kişilikte denge
oluşturmayı, ona sabretmeyi, direnmeyi ve ne pahasına olursa olsun yolu
izlemeyi öğretmeyi amaçlayan eğitim sistemine uygundu.
İşte bu ve benzeri düşünceler Mekke'de barış ve
sabır stratejisinin uygulanmasını gerektirmişti. Bunun yanında müslüman
cemaatin temel ve değişmez özelliği de vurgulanmıştı:
"Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman,
yardımlaşarak kendilerini savunurlar."
Bu kural, hayatta başvurulan genel yöntem olarak şu
ifade ile pekiştiriliyor:
"Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür."
Bir eyleme karşılık vermede asıl ölçü budur;
kötülüğe kötülükle karşılık vermek... Kötülüğün şımarıp azgınlaşmaması için
bu gereklidir. Çünkü kötülük, yeryüzünde bozgunculuk yapmasını önleyecek bir
engelle karşılaşmazsa güven içinde yoluna devam eder.
Bunun yanısıra, Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek,
kişiyle ve toplumu kin ve nefretten arındırmak için kötülüğü bağışlama
teşvik ediliyor. Bu durum az önceki kuralın dışında tutulmuştur. Bağışlama
ancak, kötülüğe, onun gibi bir kötülükle karşılık verebilme durumunda
sözkonusu olabilir. Ancak bu durumda bağışlamanın bir ağırlığı, saldırgan
ile hoşgörülü şahıs üzerinde bir etkisi olabilir. Çünkü saldırgan kişi
bağışlamanın zayıflıktan çok hoşgörüden kaynaklandığını anlarsa mahçup olur,
utanır, kendisini affeden rakibinin kendisinden üstün olduğunu anlar. Gücü
yettiği halde bağışlayan kişi de nefsini arındırmış, yüceltmiş olur. Bu
durumda bağışlama her iki kişi içinde iyi sonuçlar doğurur. Zayıflık ve
çaresizlik anında durum böyle değildir. Zaten çaresizlik durumunda
bağışlamaktan söz etmek normal bir davranış değildir. O zaman bağışlamanın
bir yararı da olmaz. Tam tersine saldırganı gittikçe azdıran, saldırıya
uğrayanı da aşağılayan ve yeryüzünde bozgunculuğun yayılmasına neden olan
bir kötülüğe dönüşür.
"Doğrusu Allah zalimleri sevmez."
Bu ifade bir yönden "Kötülüğün cezası, yine onun
gibi bir kötülüktür" kuralını pekiştiriyor. Bir diğer yönden de kötülüğü
bertaraf etmekle veya bağışlamakla yetinmeyi ve karşı saldırıda bulunurken
sınırı aşmamayı ima ediyor.
Bu kuralı pekiştirmek amacı ile yeralan diğer ifade
ise, daha çok ayrıntılıdır:
"Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselerin
aleyhine bir yol yoktur." "İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere
taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azap bunlaradır."
Buna göre zulme uğradıktan sonra kendini savunarak
zulmü bertaraf eden, kötülüğe onun gibi bir kötülükle karşılık veren, ama
haksızlık etmeyen kişi hiçbir şeyden sorumlu tutulmayacaktır. Çünkü o yasal
hakkını kullanmıştır. Hiç kimse onu sorumlu tutup yargılama yetkisine sahip
değildir ve hiç kimse onun karşısına geçip engelleyemez. Karşılarına dikilip
engel olunması gerekenler insanlara zulmedenlerdir, yeryüzünde haksız yere
azgınlaşanlardır. Çünkü, içinde zalimler bulunduğu ve bu zalimler insanların
tepkisiyle karşılaşmadıkları, zulümlerinden vazgeçirilmeye çalışılmadıkları
sürece yeryüzü ıslah olmaz. Azgınlar diledikleri gibi haksızlık ettikleri ve
hiç kimse tarafından engellenmedikleri, direnişle karşılaşmadıkları sürece
yeryüzündeki hayat normal akışını sürdüremez. Yüce Allah zalim ve azgın
kişileri acıklı bir azapla tehdit ediyor ama, insanların da zulüm ve
azgınlığa karşı çıkmaları, yolunu tıkamaları gerekir.
Ardından ayetlerin akışı yeniden, dengeli ve ölçülü
davranmaya, nefsi kontrol etmeye, kişisel durumlarda sabır gösterip
hoşgörülü davranmaya ilişkin konuya dönüyor. Kuşkusuz hoşgörülü davranmanın
haksızlığı bertaraf edebilme durumu için geçerli olduğu anlaşılmaktadır.
Böyle bir durumda sabırlı davranıp hoşgörü göstermek üstünlüğün
belirtisidir, küçük düşürülmenin değil. Onurluluğun belirtisidir,
aşağılanmanın değil:
"Fakat kim sabreder kendisine yapılan kötülüğü
affederse şüphesiz bu hareket! yapılmaya değer işlerdendir."
Bu mesele ile ilgili bütün ayetler, iki taraf
arasında dengeli ve ölçülü davranmayı ifade ediyor, nefsi kin ve nefretten,
zayıflık ve zilletten, zorbalık ve azgınlıktan korumaya özen gösteriyor. Her
durumda Allah'ı, onun hoşnutluğunu gözetmesini ve şu yeryüzündeki yolculuk
için gerekli olan temel gıdanın sabır olduğunu vurguluyor. .
Mü'minlerin nitelikleri bir araya gelince, insanlığa
önderlik eden ve Allah katında, Rabb'lerine inanıp sırf ona dayanan
mü'minler için hazırlanan daha iyi ve daha kalıcı ödüle göz koyan islam
cemaatinin ayırıcı ve karekteristik özelliği çizilmiş oluyor.
İNKARCILAR VE KÖTÜ
AKİBETLERİ
44- Allah kimi
sapıklıkta bırakırsa artık onun, bundan sonra bir dostu olmaz. Azabı
gördükleri zaman zalimlerin: "Geri dönecek bir yol var mı?" dediklerini
görürsün.
45- Yine onları;
aşağılıktan başlarını öne eğmiş vaziyette ateşe sunulurlarken göz ucuyla
gizli gizli bakarken görürsün. İnananlar da: "İşte asıl ziyana uğrayanlar,
kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır" derler. Bakın,
gerçekten zalimler sürekli bir azap içindedirler."
46- Onların,
Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları yoktur. Allah kimi
sapıklıkta bırakırsa artık onun için bir kurtuluş yolu yoktur.
Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın verdiği karar geri
çevrilemez. İradesinden dolayı sorgulanamaz: "Allah kimi sapıklıkta
bırakırsa artık onun, bundan sonra bir dostu olmaz." Yüce Allah kulunun
sapıklığı hakkettiğini bilince, onun sapıklardan biri olmasına karar verir.
Bundan sonra onu sapıklıktan kurtarıp doğru yola iletecek bir dostu veya
yüce Allah'ın sapıklığa karşılık olarak belirlediği azaptan onu kurtaracak
bir yardımcısı bulunmaz. İşte yüce Allah'ın sapıklar için belirlediği
azaptan bir sahne ayetin devamında şu ifadelerle sunuluyor: "Azabı
gördüklerini görürsün." "Yine onları aşağılıktan başlarını öne eğmiş
vaziyette ateşe sunulurlarken göz ucuyla gizli gizli bakarken görürsün."
Zalimler azgındılar, zorbaydılar. Şu halde tüm
yapılanların hakkettiği karşılığı gördüğü kıyamet günündeki en belirgin
özelliklerinin aşağılanmışlık olması son derece uygundur. Onlar azabı görür
görmez büyüklükleri uçup gidiyor ve moral çöküntüsü içinde şunu soruyorlar:
"Geri dönecek bir yol var mı?" Pişmanlıkla karışık bir karamsarlık ve
kurtuluş imkanının bulunmadığını bilmenin verdiği moral çöküntüsünü yansıtan
bir ifadeyle bu ümitsiz soruya soruyorlar. Onlar "Başları öne eğmiş
vaziyette" ateşe sunuluyorlar. Fakat bu durumları Allah korkusundan veya
utanmaktan kaynaklanmıyor. Aksine aşağılanmışlıktan, horlanmışlıktan
kaynaklanıyor. Onlar gözleri önüne bakar durumda ateşe sunuluyorlar.
Duydukları eziklik ve utançtan dolayı başlarını kaldırıp bakamıyorlar: "Göz
ucuyla gizli gizli bakıyorlar." Bu ise aşağılanmışlığı çarpıcı bir biçimde
somutlaştıran canlı bir tablodur.
Burada mü'minlerin üstünlükleri ortaya çıkıyor.
Onlar bu ortamda konuşuyor, zalimlerin içine düştükleri durumu açıklıyorlar:
"İnananlar da `İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve
ailelerini ziyana sokanlardır." derler. Onlar, şu her şeylerini yitiren
kimselerdir. Başlarını önlerine eğip horlanmış bir durumda, geriye dönüş
imkanı yok mu? diye soran şu aşağılık kimselerdir.
Bu sahne üzerine ateşe sunulan şu zalimlerin
akibetleri açıklanarak genel bir yorum yapılıyor:
"Bakın, zalimler gerçekten sürekli bir azap
içindedirler." "Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları
yoktur. Allah kimi sapıklıkta bırakırsa artık onun için bir kurtuluş yolu
yoktur."
Yardımcılar yok olmuş, kurtuluş yolu kapanmıştır.
SENİN VAZİFEN SADECE
TEBLİĞ
Bu sahnenin ışığında, doğru yola girmemekte direten
ve büyüklük kompleksine kapılan kimselere sesleniliyor; beklenmedik bir
sırada bunun gibi bir akibetle karşılaşmadan önce Rabb'lerinin çağrısına
olumlu karşılık vermeleri isteniyor. Çünkü bu durumla karşı karşıya
kaldıkları zaman kendilerini koruyacak bir sığınakları ve bu acıklı
akibetlerine itiraz edip değiştirecek bir yardımcıları olmaz. Bunun yanısıra
Peygamber efendimize de -salât ve selâm üzerine olsun sesleniliyor ve bu
uyarıyı dinlemeyip burun kıvıracak olurlarsa kendisinin de onları kendi
hallerine bırakması isteniyor. Çünkü peygamberin görevi sadece Allah'ın
mesajını açıkça duyurmaktır. Peygamber onlardan sorumlu değildir, onların
inanmalarını da üstlenmemiştir:
47- Allah'tan, geri
çevrilmesi imkansız bir gün gelmeden önce, Rabb'inizin çağrısına uyun. Çünkü
o gün hiç biriniz sığınacak bir yer bulamazsınız, inkar da edemezsiniz.
48- Eğer yüz
çevirirlerse üzülme; biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen
sadece duyurmaktır. Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona
sevinir. Ancak elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse
işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.
Sonra Kur'an-ı Kerim doğru yola girmemekte direten,
kendisine iletilen Allah'ın mesajı karşısında burun kıvıran, böylece kendini
işkencenin ve azabın kucağına atan, ama aslında eziyetlere katlanamayan, son
derece zayıf bir dirence sahip olan, bol nimete kavuşunca şımaran, zorlukla
karşılaşınca paniğe kapılan, haddini aşan, sıkıntıya düşünce nankörlük eden
bu tip insanların karekterlerini ortaya koyuyor:
"Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız
zaman ona sevinir. Ancak eliyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük
gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten çok nankördür."
Bunun üzerine, darlıkta ve bollukta, varlıkta ve
yoklukta insan için belirlenen payın Allah'ın elinde olduğu vurgulanarak bir
değerlendirme yapılıyor. Şu halde, iyilikle sevinen, kötülükten dolayı
paniğe kapılan şu insana ne oluyor ki, her durumda herşeye egemen olan
Allah'tan uzaklaşıyor?
ALLAH DİLEDİĞİNE
KIZ, DİLEDİĞİNE ERKEK ÇOCUK VERİR
49- Göklerin ve
yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuğu,
dilediğine de erkek çocuğu verir.
50- Yahut hem kız
hem erkek çocuk verir. Dilediğini de kısır yapar. O herşeyi bilendir,
herşeye gücü yetendir.
Çoluk çocuk da bolluğun ve kıtlığın, varlığın ve
yokluğun bir göstergesidir. Evlat insanın kendisine çok yakın bir varlıktır.
İnsan evladına karşı çok duyarlıdır. Bu açıdan daha köklü ve daha güçlü
etkilenir. Daha önce bu surede rızkın bollaştırılıp kısılmasından söz
edilmişti. Burada ise çoluk çocuğa işaret edilerek rızık meselesine bir
başka yönden değiniliyor. Çünkü çoluk çocuk da tıpkı mal gibi Allah'ın
verdiği bir rızıktır.
Göklerin ve yerin mülkiyetinin Allah'a ait olduğu en
başta vurgulanmış olması, bu genel mülkiyetin birer parçası olan diğer mal
varlıklarının peşisıra sıralanmasına uygun düşmektedir. Aynı şekilde yüce
Allah'ın "dilediğini yarattığından söz edilmesi de burada verilmek istenen
psikolojik mesajın pekiştirilmesi amacına yöneliktir. Bir diğer amaç ta
iyiliğe düşkün olan insan, hem sevindiren hem de üzen şeylerden dilediğini
yaratan, dilediğine bol bol veren, dilediğini de yoksun bırakan Allah'a
döndürmektir.
Sonra ayet-i kerime yüce Allah'ın insana bol bol
bağışta bulunduğu ve onu yoksun bıraktığı durumları ayrıntılı biçimde
sunuyor. Buna göre yüce Allah dilediğine kız çocuğu verir. (Onlar kız
çocuğundan hoşlanmazlardı). Dilediğine erkek çocuğu verir. Dilediğine hem
erkek hem kız çocuğu verir. Dilediğini de bunlardan yoksun bırakır, kısır
yapar (Hiçbir insan kısırlıktan hoşlanmaz)... Bütün bunlar yüce Allah'ın
iradesine bağlıdırlar. Ondan başka hiçbir insan eli bu olaya karışamaz. Yüce
Allah bunların ilmine göre planlar ve sonsuz gücü ile uygular. "O herşeyi
bilendir, herşeye gücü yetendir."
ALLAH İNSANLARLA
NASIL KONUŞUR?
Surenin sonunda ayetlerin akışı yeniden surenin
eksenini oluşturan ilk gerçeğe, vahiy ve peygamberlik gerçeğine dönüyor.
Allah ile kullar arasından seçilen peygamberler arasındaki iletişimin
mahiyetini ve nasıl gerçekleştiğini ortaya koymak için dönülüyor bu gerçeğe.
Bunun yanısıra yüce Allah'ın dilediği bir hedefi gerçekleştirmek üzere,
dileyeni doğru yola iletmesi için gönderilen son Peygamber ile -salât ve
selâm üzerine olsun- yüce Allah arasında bu tür bir iletişimin gerçekleştiği
de vurgulanıyor:
51- Allah bir
insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasında konuşur. Yahut bir elçi
gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, ve her yaptığı
yerindedir.
52- İşte böylece
sana da emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.
Fakat biz onu (Kitab'ı), bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla
hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun.
53- Göklerde ve
yerde bulunan herşeyin sahibi Allah'ın yoluna. Dikkat edin, bütün işler
sonunda Allah'a döner.
Bu ayet bir insanın yüce Allah ile yüzyüze
konuşamayacağını kesin ve açık bir ifadeyle ortaya koyuyor. Nitekim Hz.
Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- şöyle dediği aktarılır: "Kim Muhammed'in
-salât ve selâm üzerine olsun- Rabbini gördüğünü ileri sürerse kuşkusuz
Allah'a büyük bir iftira etmiş olur." Yüce Allah'ın bir insanla konuşması
ancak şu üç yoldan biri ile mümkündür: a) "Vahiy yoluyla" İnsan ruhuna
dolaysız hitap eder ve insan bu hitabın Allah'tan geldiğini bilir. "Veya
perde arkasında konuşur." Tıpkı Musa ile konuştuğu gibi. Hz. Musa yüce
Allah'ı görmek isteyince, bu isteği yerine getirilmemiş ve yüce Allah'ın
dağa görünmesi karşısında da kendinden geçmişti: "Musa da bayılarak yere
düştü. Ayılınca `Sen her türlü noksanlıktan uzaksın, tevbe edip sana
yöneldim, ben müslümanların ilkiyim' dedi." (A'raf Suresi, 143) c) "Veya bir
elçi gönderir." Bu elçi melektir. "İzniyle ona dilediğini vahyeder."
Peygamber efendimizin anlattığı yollardan biriyle vahyeder. Peygamber
efendimizin işaret ettiği vahyin geliş yolları şunlardır:
Birincisi: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- meleği görmeden, melek O'nun kalbine ve aklına vahyi sunardı. Nitekim
Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ruh'ul Kudüs benim kalbime, rızkını
tamamlamadan hiç kimsenin ölmeyeceğini fısıldadı. O halde Allah'tan korkun
ve güzellikle rızkınızı arayın."
İkincisi: Melek bir insan şeklinde Peygamber
efendimize görünürdü. Peygamberimiz söylenenleri anlayıp ezberleyene kadar
onunla konuşurdu.
Üçüncüsü: Bazan vahiy çan sesi şeklinde gelirdi. Bu
vahiy yollarının en zoruydu. Öyleki soğuk bir günde bile Peygamberimizin
alnından terler akardı. Eğer binek sırtındaysa, bineği ağırlıktan çökerdi.
Birgün Peygamber efendimizin dizi Zeyd b. Sabit'in dizinin üzerindeyken
vahiy gelmiş ve Zeyd'in dizinin üzerine öyle bir ağırlık çökmüş ki az kalsın
dizi ezilecekmiş.
Dördüncüsü: Bazan melek yaratıldığı şekliyle ona
görünürdü ve yüce Allah'ın vahyetmesini istediği şeyleri aktarırdı. Yüce
Allah Necm suresinde de belirttiği gibi Peygamberimiz meleği bu haliyle iki
kere görmüştür.
İşte vahiy şekilleri ve işte Allah ile Peygamberler
arasındaki iletişim yolları... "O yücedir ve her yaptığı yerindedir."
Yüceler aleminden vahyeder ve seçtiği kimseye bir hikmet uyarınca vahyeder.
Şimdi... Vahiyden söz eden bir ayet veya hadis
okuduğum her seferinde bu iletişimi düşünmüş ve iliklerime kadar
titremişimdir. Nasıl? Zaman ve mekana sığmayan, herşeyi kuşatan, kendisine
benzer hiçbir şey bulunmayan öncesiz ve sonrasız zat ile nasıl böyle bir
iletişim kurulabiliyor? Bu yüce zat ile, zaman ve mekana sığan, yaratıkların
alemi ile sınırlı olan ve yokolup gidecek olan şu insan denen varlık
arasında nasıl bu tür bir iletişim gerçekleşebiliyor? Sonra bu iletişim
anlamlar, sözcükler ve ifadeler şeklinde nasıl somutlaşabiliyor?
Hem şu sınırlı varlık, yüce Allah'ın öncesiz,
sonrasız, sonsuz ve sınırsız, şekilsiz ve zamansız sözünü nasıl
algılayabiliyor?
Nasıl? Nasıl?
Ne varki tekrar dönüyor ve kendi kendime şöyle
diyorum: Bu iletişim nasıl akıyor diye sormak neyine gerek? Sen ki, ancak
yetersiz, geçici ve kapasitesi belli kişiliğinin sınırları içinde
düşünebiliyorsun. Bu gerçek meydana gelmiş ve bir şekilde somutlaşmıştır.
İşte senin kavrayabileceğin bir varlığa da bürünmüştür.
Fakat olayın dehşeti, ürpertisi ve olağanüstülüğü
bitmiyor... Çünkü, peygamberlik olgusu gerçekten olağanüstü bir olgudur.
Bunu algılama anı gerçekten olağanüstü bir andır. İnsan denen varlığın,
yüceler yücesi zattan vahiy alması akıllara durgunluk veren bir olaydır. Bu
satırları okuyan kardeşim, sen de benim bu düşünceme katılıyor musun? Sen de
benim gibi bu dehşet verici olayı algılamaya, düşünmeye çalışmıyor musun?
Oradan gelen bu vahiy? Oradan mı dedim? Kesinlikle hayır! Orası "Ora"
değildir. Zaman ve mekandan uzak, sınır, bölge, yön ve ortam tanımayan bir
kaynaktan... Sonsuz ve kayıtsız, öncesiz ve sonrasız bir kaynaktan... Ulu
Allah'tan insan denen varlığa gelen bu vahiy... Evet, Peygamber de olsa,
Resul de olsa bir insandır. Sınırlı ve çeşitli bağlarla kayıtlı bir
insandır... Şu vahiy olayı... Şu akıllara durgunluk veren, insanı dehşete
düşüren, Allah'tan başka kimsenin gerçekleşmesine güç yetiremediği ve O'ndan
başka kimsenin nasıl gerçekleştiğini bilemediği şu olağanüstü iletişim... Bu
satırları okuyan kardeşim. Tüm benliğimi saran duyguları aktarmaya
çalıştığım şu kopuk ifadelerin ötesinden benim hissettiklerimi sen de
hissediyor musun? Ben, defalarca meydana gelen bu büyük, bu olağanüstü,
mahiyeti ve geliş şekli ile akıllara durgunluk veren bu olayı düşünmeye
çalışırken bedenimi saran ürpertiyi, titremeyi ifade etmek için ne
söyleyeceğimi bilemiyorum. Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- döneminde bazı insanlar belirtilerini gözleriyle görerek bu olayı
hissetmişlerdi. İşte şu Hz. Aişe -Allah ondan razı olsun- insanlık tarihinde
yaşanan bu olağanüstü saniyelere şahit olmuştur. Bu akıllara durgunluk veren
anlardan biriyle ilgili olarak şunları söylemiştir: "Peygamber efendimiz
salât ve selâm üzerine olsun-: `Ey Aişe, bu Cebrail'dir sana selam söylüyor'
dedi. Ben de `Allah'ın selamı ve rahmeti onun üzerine olsun' dedim " Hz.
Aişe diyor ki: "O bizim görmediğimizi görürdü." (Buhari) Bu da Zeyd b.
Sabit'tir -Allah ondan razı olsun-. Buna benzer olaya o da şahit olmuştur.
Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- dizi onun dizinin
üzerindedir. O sırada vahiy gelmiş ve dizininin üzerine öyle bir ağırlık
çökmüş ki, az kalsın ezilecekmiş. İşte şu saygın sahabeler Allah onlardan
razı olsun- birçok kere bu olaya şahit olmuşlar. Vahyin geldiğini
Peygamberimizin yüzünün renginden anlıyorlardı. Böyle bir belirti gördükleri
anda onu vahiyle başbaşa bırakır vahiy kesilene kadar ondan uzaklaşırlardı.
Vahiy kesilince Peygamberimiz onlara, onlar da Peygamberimizin yanına
dönerlerdi.
Sonra... Şu yüce ve onur verici iletişimi kurmaya
elverişli olan bu ruh nasıl bir yaratılış, nasıl bir yapıya sahiptir? Bu
vahiyle iletişim kuran, onun özüne karışan, onun tabiatına ve anlamına
bürünen ruhlar nasıl bir öze, cevhere sahiptirler?
Bu da bir başka mesele. Ama gerçektir. Ne varki,
uzakta, çok uzakta, yüce bir ufukta, erişilmez bir dorukta görünüyor. İnsan
kavrayışının boyutlarına sığmıyor.
Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
ruhu şu insanın ruhu. Acaba bu bağı, bu buluşmayı nasıl hissediyordu? Bu
vahyi algılamak üzere nasıl açılıyordu? Bu ilahi mesaj, bu sonsuz lütuf
nasıl akıyordu üzerine? Yüce Allah'ın tecelli ettiği ve her yönden Allah'ın
sözlerinin yankılandığı bu akılları durduran anlarda varlıklar alemi ne
durumdaydı?
Sonra... Bu ne onur verici bir ilgidir? Ne sonsuz
bir rahmettir? Ve ne büyük bir değerdir? Yüceler yücesi ulu Allah lutfedip,
insan denen şu küçücük yaratıkla ilgileniyor. Durumunu düzeltecek, yolunu
aydınlatacak, dağılmışlarını, yolunu yitirmişlerini geri çevirecek ilkeleri
vahyediyor. Oysa uçsuz bucaksız mülkü ile karşılaştırıldığında, bir sivri
sineğin insan yanındaki önemsizliğinden daha aşağıdır insan.
Bu bir gerçektir. Ama o yüce ve aydınlık ufka
yükselmedikçe herhangi bir insanın düşünemeyeceği kadar yücedir, üstündür:
"İşte böylece sana da emrimizle Kur'an vahyettik.
Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kitab'ı), bir nur
yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz
ki sen, doğru yola götürüyorsun."
"Göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi Allah'ın
yoluna. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner."
"İşte böyle". Bu yolda ve bu tür bir iletişimle
"sana da vahyettik." Sana yönelik vahiy bundan önce uygulana gelen yöntemle
gerçekleşti. İlk defa sen karşılaşmıyorsun böyle bir olayla. Sana biz
vahyettik: "Emrimizle Kur'an'ı biz indirdik." Kur'an'da hayat vardır. Hayat
verir, onu harekete geçirir, aktifleştirir. Kalplerde ve gözle görülen
realite dünyasında onu geliştirir: "Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin."
Yüce Allah Peygamberin ruhsal durumunu herkesten iyi biliyor ve o, henüz bu
vahyi almamışken onun ruhsal durumunu bu şekilde tasvir ediyor. Kuşkusuz
Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kitapla, imanla ilgili
bazı bilgiler duymuştu. Arap yarımadasında kitap ehli grupların olduğu ve
bunların inanç sistemlerinin bulunduğu biliniyordu. Ama burada kastedilen bu
değildir. Kastedilen kalbin bu gerçeği kapsaması, onu duyması, vicdanında
onun varlığından etkilenmesidir. İşte bundan önce olmayan, yüce Allah'ın
emri d arınca Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- kalbine
giydirdiği bu ruhtur.
"Fakat iz onu, bir nur yaptık. Kullarımızdan
dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz." İşte onun öz yapısı budur. Bu
vahyin, bu ruhun, bu kitabın özü budur. Bu bir nurdur. Yüce Allah, durumunu
bildiği ve bu nuru algılayabileceğini bildiği, dolayısiyle doğru yola
girmesini istediği kimselerin kalplerini bu nurla aydınlatır.
"Ve şüphesiz ki sen doğru yola götürüyorsun."
Bu ifade doğru yola iletme meselesinin yüce Allah'a
özgü olduğunu pekiştiriyor. Onu her türlü etkenden soyutluyor ve bu meseleyi
sadece yüce Allah'ın iradesine bağlıyor. Yüce Allah, kendisine özgü bilgisi
uyarınca dilediği kimseyi doğru yola iletir. Bunu ondan başkası bilemez:
Peygamber ise, Allah'ın iradesinin gerçekleşmesine aracılık yapar. Çünkü
Peygamber kalplerde hidayeti meydana getiremez. O sadece mesajı duyurur.
Ardından Allah'ın iradesi gerçekleşir.
"Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun.
Göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi Allah'ın yoluna."
Buna göre Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- insanları Allah'ın yoluna iletecek bir mesaj sunuyor. Bütün yan
yollar bu ana yolda buluşur. Çünkü bu herşeyin sahibi olan Allah'a giden
yoldur. Göklerde ve yerde bulunan herşey O'nundur. O'nun yolunu bulan
göklere ve yere egemen olan yasalar sistemini, göklerde ve yerdeki güç ve
enerji kaynaklarını, göklerde ve yerdeki rızıkları, göklerin ve yerin yüce
sahiplerine yöneliş tarzlarını da bulur. Çünkü herşey O'na yönelir, herşey
O'na döner.
"Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner."
Herşey sonunda O'nun yanına varır, O'nun yanında
buluşur. O da bunlar hakkındaki kararını verir.
Bu nur insanları Allah'ın yoluna iletir. Yüce Allah
kulları izlesinler diye bu yolu belirlemiştir. Amaç insanların doğru yolu
bulmuş ve Allah'ın buyruğuna boyun eğmiş olarak en sonunda Allah'ın huzuruna
varmalarıdır.
Böylece vahiy meselesinden söz ederek başlayan bu
sure sona eriyor. Surenin ana ekseni vahiy meselesiydi. Vahiy meselesi ilk
peygamberlerden bu yana ele alınarak sunulmuştu. Amaç dinin birliğini,
hareket metodunun birliğini ve izlenen yolun birliğini ortaya koymaktır. Bir
de Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğini ve bu
peygamberliğe inanan mü'min kitlenin temsil ettiği tüm insanlığı,kapsayan
evrensel önderliği ilan etmektir. Bu kitlenin omuzuna insanları doğru yola
götürme emanetini yüklemektir. Bu yol, göklerde ve yerde bulunan herşeyin
sahibi olan Allah'ın yoludur. Bunun yanısıra, mü'min kitlenin özelliklerini,
karekteristik yapısını açıklamak ta güdülen amaçlardan biridir. Mü'min
kitlenin bu ayırıcı özellikleri onun önderlik işlevini yerine getirmesini,
akıllara durgunluk veren bu olağanüstü yolu izleyerek göklerden yere inen bu
emaneti omuzlamasını sağlamıştır.
ŞURA SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.