20-Taha
1- Ta, ha.
2- Biz sana bu
Kur'an'ı sıkıntıya düşesin diye indirmedik.
3- Onu Allah'dan
korkanlara uyarı olsun diye indirdik.
4- O, yeri ve yüce
gökleri yaratan Allah tarafından indirildi.
5- O rahmeti bol
olan Allah, Arş'a kurulmuştur.
6- Göklerdeki,
yerdeki, bu ikisi arasındaki ve toprağın altındaki tüm varlıklar O'nundur.
7- Söyleyeceğin sözü
ister sesli olarak, ister içinden söylè. Çünkü Allah saklıyı da, saklının
saklısını da bilir.
8- O kendisinden
başka ilah olmayan Allah'dır. Ve en güzel isimler O'nun kilerdir
Gönlü okşayan, ılık meltemli bir "giriş"
karşısındayız. Bu giriş, Arap alfabesinin iki harfi ile başlıyor. Bu
harfler, anlamlı bir cümle oluşturmayan, birbirinden kopuk harflerdir. Böyle
başlayan diğer surelerde dediğimiz gibi bu kopuk harflerin anlamı şudur: Bu
sure -tıpla bu Kur'an gibi- gördüğünüz bu harflerin bileşiminden oluşur.
Yalnız bu surenin başında kullanılan iki kopuk harfin müzikal melodileri,
tüm suredeki durakların melodileri ile aynı ses tonunu yansıtır. Bu harfler
kısa okunuşlu "elif' sesleri ile bağlanıyor, böylece ayet sonlarının
melodisi ile ses uyumu meydana getiriyorlar.
Bu iki harfin hemen arkasından böyle kopuk harfler
ile başlayan surelerin tümünde. olduğu gibi "Kur'an" gündeme geliyor. Bu
gündeme geliş, Peygamberimize yönelik bir "seslenme" biçiminde karşımıza
çıkıyor. Okuyoruz:
"Biz sana bu Kur'anı, sıkıntıya düşesin diye
indirmedik."
Biz sana bu Kur'anı, mutsuzluğunun gerekçesi ya da
sebebi olsun diye indirmedik. Onu okurken ve gereklerini yerine getirirken
sıkıntıya düşesin diye bu kitab'ı sana indirmiş değiliz. Bu kitab'ı sana
indirmekle seni, gücünü aşan bir yükün, ağır bir sıkıntının altına sokmak
istemedik. Bu kitap zorluk çekmeden okunabilen, rahat anlaşılır, akıcı
ifadeli bir kitaptır. Getirdiği yükümlülükler de insan gücünü aşmaz. Sana
yapabileceğin görevler yüklüyor; gücünün yetmeyeceği işleri empoze etmiyor.
Onun gücünün sınırları içinde kalan buyrukları yerine getirmek bir sıkıntı
değil, tersine bir nimettir; yücelikler alemi ile ilişki kurma fırsatıdır;
güç ve güven arama girişimidir. İnsana hoşnutluk, birliktelik ve ilişki
bilinci aylar.
Ayrıca biz sana bu Kur'anı, ne insanlarla
ilişkilerinde sıkıntıya düşesin, ne de insanlar ona inanmıyorlar diye mutsuz
olasın diye indirmedik. Senin görevin, insanları zorla bu kitab'a inandırmak
değildir. Onlar hesabına hayıflanmanı da istemiş değiliz. Çünkü bu kitab'ın
fonksiyonu öğüt vermek ve uyarmaktır. Okuyoruz:
"Onu Allah'dan korkanlara uyarı olsun diye
indirdik."
Allah'dan korkanlar, kendilerine öğüt verildiğinde
öğüt alırlar, Rabblerinden çekinerek günahlarının bağışlanmasını dilerler.
Peygamberin görevi işte bu noktada sona erer. O kalplerin kilitli kapılarını
açmakla, gönüllere ve vicdanlara egemen olmakla yükümlü değildir. Bu iş, Kur
anın indiricisi olan yüce Allah'a düşer. O, tüm evrenin sınırsız egemeni,
kalplerin gizli sırlarının kuşatıcısıdır. Okuyoruz:
"O, yeri ve yüce gökleri yaratan Allah tarafından
indirildi." "O rahmeti bol olan Allah, Arş'a kurulmuştur."
"Göklerdeki, yerdeki, bu ikisi arasındaki ve
toprağın altındaki tüm varlıklar O'nundur."
Yani bu Kur'anı indiren Allah, yerin ve göklerin,
"yüce" göklerin yaratıcısıdır. Buna göre yücelikler aleminden gelen Kur'an,
tıpkı yer ve gökler gibi evrensel bir olgudur. Bu ayetlerde evrene egemen
olan yasalar ile Kur'anın insanlara indirdiği hükümler arasında bağ
kuruluyor. Öte yandan yüce gökler ile yeryüzü arasındaki düzey farkının bir
benzeri, yücelikler aleminden inen Kur'an ile yeryüzü arasında da vardır.
Burada bu simetrik uyuma, bu çakışmaya da dikkat çekiliyor.
Bu Kur'anı yücelikler aleminden yere indiren,
yeryüzünü ve yüce gökleri yaratan "rahmeti bol olan"Allah'dır. Buna göre O,
Kur'anı, kulu sıkıntı çeksin, mutsuz olsun diye indirmiş olamaz. "Rahmeti
bol" sıfatı burada bu esprinin farkına varılsın diye vurgulanmaktadır. Yüce
Allah, tüm evrenin sınırsız egemenidir. Okuyoruz:
"O rahmeti bol olan Allah, Arş'a kurulmuştur."
"Arş'a kurulmak" sonsuz üstünlüğü, sınırsız
egemenliği anlatmayı amaçlayan dolaylı, kinayeli bir ifadedir. Öyleyse
insanların geleceklerine yön verecek olan O'dur. Peygambere düşen sadece
Allah'dan korkanlara öğüt vermektir. Sonsuz üstünlük ve sınırsız egemenlik
yanında kayıtsız mülk sahibi olmak ve bilgisi ile her şeyi kuşatmak da O'nun
sıfatları arasındadır. Okuyoruz:
"Göklerdeki, yerdeki, bu ikisi arasındaki ve
toprağın altındaki tüm varlıklar O'nundur."
Burada bazı evrensel kesitlerin kullanılması,
Allah'ın yaygın mülkiyetini ve bilgisinin her şeyi kuşattığını somut şekilde
ifade ederek insanlara kavrama kolaylığı sağlamak içindir. Yoksa meselenin
çapı aslında burada söylenenden çok daha büyüktür. Kısacası varlık aleminde
her ne varsa bütünü ile O'nundur. Varlık aleminin bütünü ise, doğallıkla,
"göklerdeki, yerdeki, bu ikisi arasındaki ve toprak altındaki varlıklar"dan
çok daha geniş kapsamlıdır.
Yüce Allah'ın mülkiyet alanına giren her şey aynı
zamanda O'nun bilgisinin kapsamı içindedir. Okuyoruz:
"Söyleyeceğin sözü ister sesli olarak, ister içinden
söyle. Çünkü Allah saklıyı da, saklının saklısını da bilir."
Burada "Göklerdeki, yerdeki, bu ikisi arasındaki ve
toprağın altındaki tüm varlıklar O'nundur ayetinin içeriği ile "söyleyeceğin
sözü ister sesli olarak, ister içinden söyle. Çünkü Allah saklıyı da,
saklının saklısını da bilir" ayetinin içeriği arasında bir uyum, bir
çağrışım örtüşmesi olduğunu görüyoruz. Sebebine gelince evrenin görünen ve
algılanan tüm varlıkları ile açıkça söylenen, kelimelere dökülen sözler
terazinin bir kefesine konurken, toprak altındaki saklı varlıklar ile
gönüllerde gizli tutulan duygular, ayetin deyimi ile "saklı ile saklının
saklısı" öbür kefeye konuyor. Böylece Kur'an'daki uyumlu ve simetrik tasvir
üslubunun çarpıcı bir örneği ortaya konuyor. "Sır" gizli şeyler demektir.
"Sırdan daha gizlisi" ise saklılığın ve perde gerisinde oluşan daha ileri
derecelerini tasvir eden, somutlayıcı bir ifadedir ve bu ifade yer
katmanlarının derinliklerinde bulunan varlıkların simetriği, çakışığıdır.
Bu ayetlerdeki Peygamberimize yönelik seslenişin
amacı O'nun kalbine güven aşılamaktır. Rabbinin yanıbaşında olduğunu, O'nun
söylediği her sözü işittiğini, Kur'anı kendisine sıkıntı çektirmek için
indirmediğini, O'nu asla yalnız ve kâfirler karşısında desteksiz
bırakmayacağını vurgulamaktır. Eğer Peygamberimiz O'na sesli olarak
yalvarıyorsa bilmelidir ki, Allah sözün saklısını da, saklının saklısını da
bilir. Eğer Peygamberimizin kalbi yüce Allah'ın yanıbaşında olduğunu,
gizlisi ile fısıltısı ile, bütün duygularını bildiğini hissederse güvene
kavuşur, hoşnut olur, bu yüce yakınlığın birlikteliğinden güç alır. Artık
yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayan entrikacıların arasındaki yalnızlığından
ürkmez, inanç sisteminin ve zihniyetinin karşıtları arasında gariplik,
öksüzlük kompleksine kapılmaz.
Bu giriş bölümü yüce Allah'ın sınırsız egemenliğini,
ortaksız mülkiyetini ve sonsuz bilgisini dile getirdikten sonra O'nun
birliğini, tekliğini ilân ederek noktalanıyor. Okuyoruz:
"O, kendisinden başka ilah olmayan Allah'dır ve en
güzel isimler O'nun isimleridir."
Buradaki "en güzel" sıfatı hem diğer ayetlerin
duraklarındaki ses uyumuna paralel düşüyor, hem de o ayetlerin içerikleri
ile çağrışım ortaklığı kuruyor. Bu ortak çağrışım hem bu giriş bölümünün ve
hem de tüm surenin havasına sinen rahmet, Allah'a yakınlık ve ilahi gözetim
çağrışımıdır.
HZ. MUSA VE
PEYGAMBERLİGİ
Daha sonraki ayetlerde yüce Allah, Peygamberimize
Hz. Musa'nın hikâyesini anlatıyor. Bu hikâye, insanları yüce Allah'a çağırma
görevini yüklenmek üzere seçilmiş peygamberlere yönelik ilahi gözetimi
kanıtlayan bir örnek olarak sunuluyor. Hz. Musa hikâyesi, Kur'anda en çok
anlatılan peygamber hikâyesidir. Fakat her surede o surenin ana konusuna,
genel havasına ve çağrışım sistemine uygun düşen bölümleri anlatılır.
Şimdiye kadar sırası ile Bakara, Maide, A'raf, Yunus, İsra, Kehf surelerinde
bu hikâyenin çeşitli bölümleri sunulmuş, ayrıca birkaç surede de hikâyeye
kısaca değinilmekle yetinilmişti.
Maide suresinde bu hikâyenin sadece bir bölümüne yer
verilmişti. Bu bölümün konusu, yahudilerin kutsal topraklardaki bir kentin
kapısı önünde durmaları, kentte zalim bir kavmin yaşadığı gerekçesi ile
içeriye girmek istememeleri idi. Kehf suresinde de hikâyenin bir tek bölümü
yeralmıştı. Bu bölümde Hz. Musa'nın, Allah'ın "iyi kullarından biri" ile
tanışması ve onunla bir süre arkadaşlık etmesi anlatılmıştı.
Bakara, A'raf, Yunus sureleri ile bu surede
hikâyenin birden çok bölümüne yer verildiğini görüyoruz. Fakat hikâyenin bu
surelerde anlatılan bölümleri sureden sureye farklılık gösterir. Kimi
surelerde anlatılan bölümler değişik olduğu gibi, kimi surelerde de ele
alınan bölümün farklı taraflarına dikkat çekilmektedir. Böylece hikâyenin
anlatılan bölümü ile içinde yeraldığı surenin anlatım doğrultusu arasında
uyum ve paralellik gözetilmektedir.
Meselâ Bakara suresinde bu hikâyeden önce Hz.
Adem'in hikâyesine yer verilmekte, Hz. Adem'in yücelikler aleminde
ağırlanması, yüce Allah'ın kendisini yeryüzü halifesi olarak görevlendirmesi
ve işlediği kusuru bağışladıktan sonra kendisine nimet sunması anlatılıyor.
Arkasından Hz. Musa hikâyesine geçiliyor. Bu geçişin amacı şudur:Yahudilere
yüce Allah'ın bağışladığı nimetler hatırlatılıyor. Verdiği sözü tutarak
kendilerini Firavun'un ve zorba adamlarının elinden kurtardığına
değiniliyor. İstekleri üzerine kendilerine su sağlandığı, bunun için yerden
fışkıran pınarlara kavuşturuldukları, ayrıca onlara yiyecek olarak kudret
helvası ile bıldırcın eti armağan edildiği anlatılıyor. Ayrıca Hz. Musa'nın
yüce Allah ile buluşması, O'nun yokluğunu fırsat bilen yahudilerin altın bir
buzağıya tapmaları, arkasından yüce Allah'ın bu sapıklıkları bağışlaması,
sonra kendilerinden, bir kayanın altında bağlılık sözü alması, arkasından
Cumartesi günü yasağını çiğnemeleri ve en son olarak itirazcı karakterlerini
sergileyen "inek" hikâyesi gündeme getiriliyor.
A'raf suresinde ise bu hikâyenin öncesinde bir uyarı
yeralıyor. Bu uyarıda Hz. Musa döneminden önce yaşamış kâfirlerin, yüce
Allah'ın ayetlerini yalanlàmış sapıkların acı sonlarına değiniliyor ve
arkasından söz bu hikâyeye getiriliyor. Hikâyenin orada anlatılan bölümleri
şöyle sıralanıyor: Hz. Musa'ya peygamberlik görevinin verilişi; değnek ve
"ak parıltı saçan el" mucizeleri; İsrailoğullarının su baskını, çekirge
sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kanlı su mucizeleri ile
sınavdan geçirilişleri, büyücüler olay, Firavun ile yüce Allah'ın ayetlerini
yalanlamış yakın adamlarının acı sonu, Hz. Musâ'nın yokluğunu fırsat bilen
yahudilerin altından yapılmış bir buzağı heykeline tapmaları. Ve hikâyenin
orada anlatılan bölümleri, "şu okuma-yazmasız Peygamber"in, yani bizim
Peygamberimizin izinden giden mü'minlerin, yüce Allah'ın rahmetinin ve
hidayetinin yeni mirasçıları olarak ortaya çıktıkları ilân edilerek
noktalanıyor.
Yunus suresinde ise bu hikâyenin öncesinde, yüce
Allah'ın ayetlerini yalanlamış eski toplumlara ilişkin toplu-yokoluş
sahneleri sunuluyor. Bu sahnelerin arkasından ele alınan Hz. Musa
hikâyesinde Hz. Musa'nın peygamber olarak görevlendirilişi, büyücüler
sahnesi, Firavun ile soydaşlarının nehir sularına gömülüp yok edilişleri
ayrıntılı olarak anlatılıyor.
Bu sureye gelince, Hz. Musa hikâyesinin burada
sunulan bölümlerinden önce bir giriş bölümü ile karşılaşıyoruz. Bu giriş
bölümünde yüce Allah'ın, peygamber olarak görevlendirdiği, insanlara bu
inanç sisteminin sesini duyurmak üzere seçtiği elçilerine yönelik rahmeti ve
himayesi vurgulanıyor. Arkasından bu hikâye gündeme geliyor. Böylece
hikâyenin tüm bölümleri, bu ilahi rahmetin ve himayenin şemsiyesi altına
alınıyor. Sonra hikâyenin ayrıntılarına geçiliyor. Önce Hz. Musa ile yüce
Allah arasındaki söyleşi sunuluyor. Bu söyleşide yüce Allah'ın, Hz. Musa'ya
yönelik himayesinin, yüreklendirici desteğinin çeşitli örnekleri
hatırlatılıyor. Bu himaye ve desteğin, Hz. Musa'nın peygamber olu undan
önceki dönemlerini de kapsadığına, ilk çocukluk çağından beri bu himayeyi ve
desteği hep yanıbaşında bularak büyüdüğüne yüce Allah'ın kendisini her zaman
koruması ve gözetimi altında bulundurmuş olduğuna işaret ediliyor. Okuyoruz:
9- Sana "Musa
olayı"na ilişkin bilgi geldi mi?
10- Hani o bir ateş
görünce ailesine dedi ki; "Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm. Ya oradan
size bir kor getiririm, ya ateşin yakınlarında bize yol gösterecek birini
bulurum. "
Yani ey Muhammed, sana "Musa olay"na ilişkin bilgi
ulaştı mı? Bu olay, Allah'ın seçtiği peygamberlere ilişkin koruyuculuğunun
ve yol göstericiliğinin yaşanmış bir örneğini oluşturur. Bu konuda hiçbir
bilgin var mı?
Şimdi Hz. Musa ile karşı karşıyayız. Hikâyemizin baş
kahramanı, Medyen Mısır yolu üzerindeki Tur dağının yanı başındadır. Yüce
Allah'ın peygamberinden biri olan Hz. Şuayb ile arasındaki anlaşma süresinin
bitmesi üzerine ailesini yanına almış, tekrar Mısır'a dönüyor. Hz. Şuayb ile
yapmış olduğu anlaşma uyarınca kızlarından biri ile evlenme karşılığında ona
sekiz yada on yıl boyunca hizmet etmişti. Bu anlaşma süresinin on yıl olması
ihtimali daha güçlüdür. Anlaşma süresi dolunca Hz. Şuayb'ın yanından
ayrılmayı kararlaştırır. Artık eşi ile birlikte ayrı ve bağımsız bir hayat
yaşamak istiyor. Bu hayatı doğup büyüdüğü ülkede, yani Mısır'da kurmay
tercih ediyor. İşte bu amaçla yoldadır. Çünkü soydaşları olan İsrailoğulları
Mısır'da, Firavun'un kamçısı ve baskısı altında çile dolu bir hayat
yaşamaktadırlar. (Hikâyenin bu bölümü, bu sureden önce inen Kasas suresinde
anlatılmıştır.)
Acaba niçin Mısır'a dönüyordu? Oysa oradan bir kaçak
olarak ayrılmıştı. Çünkü İsrailli soydaşı ile kavga ederken gördüğü bir
kıptiyi öldürmüş ve bu yüzden ülkesini kaçarak terketmek zorunda kalmıştı.
Üstelik soydaşları olan İsrailoğulları işkenceler altında inlerken kendisi
Medyen'de, kayınbabası Hz. Şuayb'ın yanında huzur ve güven içinde yaşıyordu.
Sebep yurt ve aile çevresi özlemi idi. Yüce Allah'ın
dileği, Hz. Musa için hazırladığı rollere bu duyguyu siper etmişti. Bizim
hayattaki bütün hareketlerimiz de aynı niteliği taşır. Bizleri çeşitli
özlemler, esinler, içgüdüler, arzular, acılar ve idealler harekete geçirir.
Oysa bunların hepsi, asıl gizli amacın gerçekleşmesini sağlayan görünür
nedenlerdir, gözlerin göremediği ve bakışların kavrayamadığı güçlü elin, her
şeyi çekip çeviren, her şeye egemen olan, üstün iradeli yüce Allah'ın elinin
dıştan görülebilen perdeleridirler.
İşte Hz. Musa bu sebeplerle Mısır'a dönüş
yolculuğuna çıktı. Çölde yolunu şaşırdı. Yanında eşi, belki de bir de
hizmetçisi vardı. Dediğimiz gibi yolu şaşırmışlardı. Gece zifiri karanlıktı.
Çöl uçsuz-bucaksızdı. Bunu O'nun ailesine söylediği şu sözlerden anlıyoruz:
"Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm. Ya oradan
size bir kor getiririm, ya da ateşin yakınlarında bize yol gösterecek birini
bulurum."
Bilindiği gibi geleneklere göre, çöllerde
yaşayanlar, geceleri tepeciklerde, tümsekler üzerinde ateş yakarlar. Böylece
gece yolcuları çölde ateşi görerek yollarını belirler. Ya da ateşin yanına
varınca konuk olacakları bir yerleşim birimi veya kendilerine yolu tarif
edecek yerli bir rehber bulurlar.
Hz. Musa çöl ortasında yanan bir ateş görünce
sevindi. Hemen ateşin yandığı yére gitmeye koyuldu. Amacı öncelikle oradan
getireceği bir korla ateş yakarak ailesini ısıtmaktı. Çünkü gece soğuktu.
Bilindiği gibi çöl geceleri buz gibi soğuk ve kapkaranlık olur. Başka bir
amacı da uzakta yanan ateşin yanında kendisine yolu tarif edecek bir kılavuz
bulmaktı, o da olmazsa ateşin yığından yararlanarak kendisi de yolunu
belirleyebilirdi.
Hz. Musa bir kor parçası bulmaya, ya da karanlıkta
yolunu belirlemeye gitmişti. Ama büyük bir sürprizle karşılaştı. Evet
aradığı ateşi bulmuştu. Ama bu ateş, vücutları değil, ruhları ısıtan bir
ateşti. Bu ateş de yol bulmaya yarıyordu. Fakat karanlıkta yolunu
yitirenlere değil, "büyük yolculuğun" yolcularına ışık tutuyordu. Okuyoruz:
11- Ateşin yanına
gelince kendisine şöyle seslenildi; "Ey Musa!"
12- "Hiç kuşkusuz
ben senin Rabbi'nim. Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal Tuva vadisindesin."
13- "Seni ben
peygamber seçtim. Şimdi vahyedilecek mesajı dinle."
14- "Hiç kuşkusuz
ben Allah'ım. Benden başka ilah yoktur. Öyleyse bana kulluk et. Beni anmak
için namaz kıl."
15- Herkes
yaptıklarının karşılığını görsün diye kıyamet anı kesinlikle gelecektir. Ben
o anı neredeyse gizli tuttum.
16- "Bu anın
geleceğine inanmayanlar, ihtiraslarının tutsağı olan!ar seni onun
bilincinden uzaklaştırmasın. Yoksa mahvolursun, aşağı düşersin. "
Burada öylesine görkemli bir sahne karşısındayız ki,
insan onu sırf hayal edince bile kanı donar, vücudu zelzeleye uğramış gibi
sarsılır. Düşünelim ki, Hz. Musa o çölün ortasında yapayalnızdır, gece
dondurucu bir ayazdır, karanlıktan göz gözü görmemektedir. Çevreye ürkütücü
bir sessizlik egemendir. Baş kahramanımız bu ortamda uzaktan Tur dağının
eteğinde yanarken gördüğü ateşin yanma varmaya çalışmaktadır. O sırada
çevresindeki tüm varlıklar, şu yüce seslenişle yankılanır. Okuyoruz:
"Ey Musa! Hiç kuşkusuz ben senin Rabbi'nim.
Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal Tuva vadisindesin.
"Seni ben peygamber seçtim."
O küçücük, güçsüz ve sınırlı zerre, gözlerin
göremediği ululukla, gölgesi altında göklerin ve yerin küçülerek mikroskobik
varlıklara dönüştükleri o yücelikle karşı karşıyadır ve O'ndan gelen mesajı
algılayabilmektedir. Beşeri varlığının sınırlı duyarlığı ile o yüce
seslenişi algılayabilmektedir. Nasıl? Eğer yüce Allah'ın lütfu olmasa böyle
bir şey nasıl olabilir?
O an, bütün insanlığın, Hz. Musa'nın kişiliğinde
yüceldiği, doruklara tırmandığı bir andır. Bir insan için, bir an için bile
olsa, o görkemli kaynaktan mesaj almaya dayanmak ne ulaşılmaz bir
mazhariyettir! Biçimi nasıl olursa olsun, böyle bir iletişim kurmaya
elverişli halde olmak, tüm insanlık için ne paha biçilmez bir onurdur! Peki
bu iletişim nasıl gerçekleşti? Nasıl olduğunu biz bilemeyiz. Çünkü insan
aklının bu olay kavraması, bu konuda yargıya varması sözkonusu değildir.
Onun elinden gelen tek şey, hayretten donup kalarak bu olayın gerçekliğine
tanıklık etmesi, bu olaya inanmasıdır. Tekrarlıyoruz:
"Ateşin yanına gelince kendisine şöyle seslenildi;
Ey Musa! Hiç kuşkusuz ben senin Rabbi'nim."
Kullanılan fiil "edilgen" çatılıdır. Buna göre sesin
hangi kaynaktan çıktığı, hangi taraftan geldiği belli değil. Seslenme
olayının nasıl ve ne şekilde meydana geldiği belirsiz. Tıpkı bunlar gibi,
Hz. Musa'nın bu çağrıyı nasıl işitebildiğini, bu mesajı nasıl alabildiğini
de bilmiyoruz. Kısacası Hz. Musa'ya bilmediğimiz bir şekilde seslenilmiş ve
o da yine bilmediğimiz biçimde bu mesajı algılamıştır. Bu bir ilahi
mucizedir. Gerçekleştiğine inanıyoruz, ama nasıl gerçekleştiğini sormuyoruz.
Çünkü onun oluş biçimi, insan aklını, insana özgü kavrama kapasitesini aşar.
Okumaya devam edelim:
"Ey Musa! Hiç kuşkusuz ben senin Rabbinim.
Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal Tuva vadisindesin." (Buradaki "Tuva" bir
görüşe göre sözkonusu vadinin adı, başka bir görüşe göre adı bilinmeyen bir
vadi .sıfatıdır.)
"Seni ben peygamber seçtim."
Aman Allah'ım, bu ne büyük şeref! Doğrudan doğruya
yüce Allah, aracısız olarak bir kulu seçiyor. Sayılara sığmaz insan
yığınları arasından bir ferdi seçiyor. Bu fert, uzaydaki milyonlarca
gezegenden birinde yaşıyor. Yani üzerinde yaşadığı gezegen, uzaydaki
benzerlerinin sayılmazlığı karşısında sadece bir zerredir. Üstelik üzerinde
yaşadığı gezegenin benzerlerinin tümü biraraya gelse, yüce Allah'ın tek bir
"ol" buyruğu üzerine "oluveren" koca evrene göre bu dolaysız seçilme şerefi,
rahmeti bol olan Allah'ın şu insana yönelik bir lütfundan başka ne olabilir
ki?
Yüce Allah, Hz. Musa'yı onurlandırdığını, kendisini
peygamber olarak seçtiğini, pabuçlarını çıkararak kendisi ile söyleşmeye
hazırlanmasını bildirdikten sonra verilecek mesajı almasına ilişkin
direktifi duyuruyor. Okuyoruz:
"Simdi sana vahyedilecek mesajı dinle."
Hz. Musa'ya vahyedilen mesaj, birbirine bağlı şu üç
ilkede özetleniyor: Allah'ın birliğine inanmak, O'na kulluk etmek ve kıyamet
gününe inanmak. Bunlar bütün peygamberlerin kişiliklerinde ortak olan
"peygamberlik misyonu"nun temel ilkeleridir. Okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz ben Allah'ım, benden başka bir ilah
yoktur. Öyleyse bana kulluk et, beni anmak için namaz kıl."
Herkes yaptıklarının karşılığını görsün diye kıyamet
anı kesinlikle gelecektir. Ben o anı hemen hemen gizli tuttum.
Bu anın geleceğine inanmayanlar, ihtiraslarının
tutsağı olanlar seni onun bilincinden sakın uzaklaştırmasın. Yoksa
mahvolursun, aşağı düşersin."
Yüce Allah'ın birliği ilkesi bu inanç sisteminin
temel direğidir. Onun için yüce Allah Hz. Musa'ya yönelik "sesleniş"inde bu
ilkeyi, bütün pekiştirme yöntemlerini kullanarak vurguluyor. Bir defa "Hiç
kuşkusuz ben Allah'ım" şeklindeki ilk "olumlu" cümleye Arap dilinin bilinen
bütün pekiştirme edatlarını yüklüyor. "Benden başka bir ilah yoktur"
şeklindeki ikinci cümlede de "olumsuzluk" ve "istisna" edatlarını birarada
kullanarak kesin bir "soyutlama" anlamı kazandırıyor. Birinci cümle
ilahlığın sırf Allah'a özgü olduğunu perçinlerken ïkinci cümle bu sıfatı,
O'nun dışındaki her şeyden soyutluyor.
"İlah" varlığı, bu ilaha kulluk edilmesini
gerektirir. Kulluk, hayattaki her türlü faaliyette yüce Allah'a yönelme
anlamına gelen geniş kapsamlı bir kavramdır. Fakat burada özellikle namaz
ibadetinden söz ediliyor:
"Beni anmak için namaz kıl."
Çünkü namaz en "bütünleşmiş" ibadet biçimi ve yüce
Allah'ı anmanın en mükemmel yoludur. Çünkü namaz sırf Allah'ı anma amacına
yönelik olduğu belli olan, başka her türlü yan etkiden ve amaçtan arınmış
olduğu tartışmasız olan bir ibadet biçimidir. Namaz, insanların vicdanlarını
sırf bu amaca yönelmeye hazırlar, yüce Allah ile ilişki kurma özlemi
üzerinde konsantre eder, hissi yoğunlaşma sağlar.
Kıyamet günü beklenen bir randevudur. Bu buluşmada
dünyadaki davranışların adil ve eksiksiz karşılıkları verilecektir. Bu
buluşma vicdanlara sürekli bir dikkat kazandırır. Herkes o günü hesaba alır.
Herkes tuttuğu yolda ilerlerken titiz ve ölçülü adımlar atar; sürçmekten,
ayağının kaymasından çekinir. Yüce Allah, bu buluşma gününün geleceğinin
kesin olduğunu pekiştirmeli bir ifade ile vurguluyor. Okuyalım:
"Kıyamet anı kesinlikle gelecektir."
Fakat bu günün ne zaman geleceğini hemen hemen gizli
tuttuğunu belirtmeyi de gerekli görüyor. Gerçekten insanların bu konudaki
bilgisi son derece azdır, yüce Allah'ın açıklamaları ile sınırlıdır. Bu
açıklamaların miktarı, yüce Allah'ın gerek kullarına bilgi verirken ve
gerekse bazı şeyleri bilgilerinden saklarken gözettiği hikmetin dengesine
bağlıdır.
"Bilmezlik" insan hayatının, insanın psikolojik
yapısının temel unsuru, sürükleyici lokomotifidir. İnsanların hayatında
meraklarını kamçılayan bilinmezler, "meçhuller" mutlaka bulunmalıdır. Eğer
insanlar, şimdiki doğal yapıları ile, her şeyi bilsélerdi, bütün
faaliyetleri durur ve hayatları kupkuru olurdu. Buna karşılık şimdi onlar
"bilinmezler"in ardından koşuyorlar, ondan korkuyorlar, ona umutlar
bağlıyorlar. Bu meraklarının itici enerjisi ile deneyler yapıyorlar,
bilgilerini geliştiriyorlar, gerek kendi organizmalarındaki ve gerekse
çevrelerini kuşatan evrendeki saklı güçleri keşfediyorlar, yüce Allah'ın
gerek iç alemlerindeki ve gerekse dış dünyadaki varlık ve ululuk kanıtlarını
görüyorlar, yüce Allah'ın izni ve dileği oranında yeryüzünde yenilikler
ortaya koyuyorlar.
İnsanların kalplerini ve duygularını ne zaman
geleceği belli olmayan bir kıyamet gününün bilinmezliğine bağlamanın asıl
önemli yararı şudur: Bu yolla onların başıboşluğa sürüklenmeleri, sorumluluk
duygusundan arınmaları önlenir. Çünkü onlar kıyamet gününün ne zaman
geleceğini bilmedikleri için bu konuda sürekli bir endişe ve kesintisiz bir
hazırlık çabası içinde olurlar. Tabii ki, bu söylediğimiz, fıtratı sağlıklı
ve dengeli olanlar için geçerlidir. Fıtratı bozulanlara ve ihtiraslarının
tutsağı olanlara gelince onlar bu konuda umursamaz, vurdumduymaz ve
aldırışsız olurlar. Bu yüzden de geriye giderler, sürekli olarak insanlık
düzeyinin aşağısına doğru kayarlar. Okuyoruz:
"Bu anın geleceğine inanmayanlar, ihtiraslarının
tutsağı olanlar, sakın seni o anın bilincinden uzaklaştırmasın. Yoksa
mahvolursun, aşağı düşersin."
Çünkü ihtirasların tutsağı olmak, kıyamet gününü
inkâr etmeye yolaçan başlıca faktördür. Oysa sağlıklı insan fıtratı, samimi
olarak inanır ki, dünya hayatında ne insana yaraşır olgunluğa erilebilir ve
ne de eksiksiz adalet idealine ulaşılabilir. Bu yüzden mutlaka başka bir
hayat biçimi olmalıdır ki, o hayatta insan için belirlenen olgunluğun
doruğuna tırmanılabilsin ve bütün davranışlara dengeli karşılıklar biçen
mutlak adalet ideali gerçekleşebilsin.
ALLAH'IN HZ. MUSA
iLE SOYLEŞİSİ
Hz. Musa'nın kulaklarına gelen bu esrarengiz ses,
çevredeki tüm varlıklarda yankılanan yüce "sesleniş"in ilk aşamasıdır. Yüce
Allah, peygamberliğe seçtiği kuluna yönelik çağrısının bu ilk bölümünde tek
Allah ilkesine dayalı inanç sisteminin temel kurallarını duyurmuştur.
Bu görkemli sürpriz karşısında Hz. Musa, hem kendini
ve hem de o ateşin yanına niçin geldiğini unutmuş olmalıdır. Herhalde diğer
her şeyden soyutlanarak tüm vücudunu ürperten bu yüce sese kulak kesilmiş,
tüm varlığını içine dolan bu kutsal mesajı algılamaya vermiştir. O bu
çarpıcı sürprizin sarsıntıları içinde kendinden geçmişken, vücudun tek bir
zerresi bile bu sürprizden başka hiçbir şeye ilgi duymazken, ansızın
kendisine cevaplandırmasını gerektirmeyen bir soru yöneltiliyor. Okuyalım:
17- "Sağ elindeki
nedir, ya Musa." ,
18- Musa dedi ki; "O
benim değneğimdir. Ona dayanırım. Onunla koyunlarıma yaprak silkerim. Bunlar
dışında daha birçok işime de yarar o. "
Sağ elinde değneği vardır. Ama kendisinden iyice
geçmiş olan Hz. Musa, değneğinin nasıl farkında olsun! Ancak kendini biraz
toparladıktan, aklını başına getirebildikten sonra cevap verebiliyor.
Ona değneğinin ne işe yaradığı değil, sağ elinde ne
olduğu sorulmuştu. Fakat kısa bir toparlanma döneminden sonra anladı ki,
kendisine değneğinin kendisi hakkında soru sorulmuyor, çünkü onun ne olduğu
bellidir. Ona sorulan şey, bu değneğinin ne gibi bir işine yaradığıdır. Bu
yüzden okuduğumuz cevabı veriyor.
Hz. Musâ'nın, elindeki değneğinin fonksiyonu
hakkında bildikleri sadece bu
kadardı. Dururken ve yürürken ona dayanıyordu.
Onunla ağaç dallarını çırparak yere düşen yaprakları koyunlara yediriyordu.
Bilindiği gibi o bir çobandı. Hz. Şuayb'ın koyunlarını gütmüştü. Hatta bazı
bilgilere göre Hz. Şuayb, yanından ayrılırken kendisine olan borcunu koyun
olarak ödemiş, o da payına düşen bu koyunları önüne katarak Mısır
yolculuğuna çıkmıştı. Hz. Musa, değneğini "başka amaçlar için"de
kullanıyordu. Ama bu amaçlar, söylediklerinin benzerleri idi. Zaten bu
"başka amaçlar"ı genel bir ifade ile geçiştirmiş, onları tek tek saymayı
gerekli görmemişti. Çünkü saydığı görevler, o "başka amaçlar" için örnek
oluşturuyordu.
Fakat o ne? Yüce Allah'ın üstün ve sınırsız gücü
elindeki değneğe onun aklının ucundan geçmeyen işler gördürüyor, onu hiç
düşünemeyeceği kılıklara sokuyordu. Bu gösterinin amacı Hz. Musâ y o çok
önemli görevine hazırlamaktı.
19-Allah "onu yere
at."dedi.
20- Musa değneği
yere atıverdi. Birde ne görsün! Ansızın sürünen bir yılan oluvermiş!
21- Allah dedi ki;
"Al onu yerden, korkma, biz onu eski haline dönüştüreceğiz"
Olağanüstü bir mucize oldu. Aslında bu mucize her an
oluyor. Fakat insanlara çarpıcı gelmiyor, hatta dikkatlerini bile çekmiyor.
Canlanma mucizesi meydana geldi. Çünkü cansız değnek, yerde sürünen bir
yılana dönüşmüştü. Oysa nice milyonlarca ölmüş ya da değnek gibi aslında
cansız bir cismi oluşturan zerre her an canlı hücreye dönüşüyor. Fakat bu
sayısız olaylar insanlara, Hz. Musâ'nın değneğinin yerde sürünen bir yılana
dönüşmesi gibi çarpıcı gelmiyor. Çünkü insan, algılarının,duyu organlarının
ve somut deneyimlerinin tutsağıdır. Düşüncelerinin çerçevesi duyu
organlarının algılarını fazla aşmaz. Bir değneğin sürüngen bir yılana
dönüşmesi; gözlerine çarpıcı gelen somut bir olaydır, bu yüzden sarsıcı bir
şekilde dikkatini çeker. Ama gerek sık yaratılışın tanığı olmadığı olayları,
gerekse her an çevresinde kımıldayan can bulma mucizesinin sayısız olguları,
onun ilgi alanından uzak ya da gizli olaylardır, pek seyrek olarak dikkatini
çeker. Özellikle bu tür olayları göre göre, içinde meydana gelen kanıksama
duygusu, bu olayların duyu organlarında bırakacağı yenilik ve "orjinallik"
izlerini siler-götürür. O zaman da bu olayların yanı başından umursamaz bir
kayıtsızlıkla geçip gider.
Evet, mucize meydana geldi ve Hz. Musâ'nın bundan
ödü koptu, müthiş bir korkuya kapıldı. Devam edelim:
"Allah dedi ki; Al onu yerden; korkma, biz onu eski
haline dönüştüreceğiz."
Yani onu tekrar değnek haline getireceğiz.
Buradaki ayetler, başka bir surede hikâyenin bu
noktasında yeralan ayrıntıya değinmiyor. (Neml Suresi, 10) O surede Hz.
Musa'nın sürünen yılanı görünce "arkasına bakmadan dönüp kaçtı"ğı
belirtilmişti. Burada Hz. Musa'nın kapıldığı korkuya sadece dolaylı bir
şekilde değinmekle yetinilmiştir. Çünkü bu surenin egemen motifi, güven ve
huzur motifidir ve bu motifin üzerine korku, seğirtme, uzağa kaçma gibi
hareketlerin gölgesi düşürülmek istenmemiştir.
Yüce Allah'ın verdiği bu güvence üzerine baş
kahramanımızın korkusu dağıldı ve hiç çekinmeden yerde sürünen yılanı
avuçlayıverdi. Bir de ne görsün! Avucundaki yılan eski şekline dönüşüvermiş,
yani tekrar değnek olmuştu. Böylece değişik kılıkta başka bir mucize meydana
gelmişti. Canlının "cansız"a dönüşmesi mucizesiydi bu. Çünkü avucundaki
birkaç saniye öncesinin yılanı, tıpkı ilk mucizeden önce olduğu gibi, ölü ve
cansız bir cisim olup çıkmıştı.
Az sonra yüce Allah, sevgili kulu Hz. Musa'ya yeni
bir emir verdi.
22- "Elini yenine
sok da hiçbir organik bozukluk sonucu olmaksızın bir başka mucize olarak ak
bir parıltı ile geri çıksın."
Bu emir uyarınca baş kahramanımız elini koltuğunun
altına soktu. Burada koltuk-altı ile kol, kuşlardaki kanat imajına benzer
bir imaj vermek üzere kullanılıyor. Çünkü bu uçarı, bu yer çekiminden ve
gövde ağırlığından sıyrılmışlığı hayal ettiren ortamda koltuk-altı ve kol,
ağırlıksızlık, çekimsizlik ve havalanmaya hazır olma duygusunu
pekiştirmektedir. Baş kahramanımızın koltuğu altına soktuğu eli az sonra ak
bir parıltı saçarak dışarı çıkacaktır. Bu ak parıltı herhangi bir organik
bozukluğun, herhangi bir anatomik anormalliğin sonucu filan değildir.
Tersine deminki "değnek mucize"sini izleyen "başka bir mucize"dir.
23- "Böylece sana
birkaç büyük mucizemizi göstermek istedik."
Bu mucizelere, dolaysız ve aracısız olarak, bizzat
kendin tanık olasın istedik. Bunlar gözünün önünde gerçekleşsin de onları
çıplak duygularla algılayasın diye diledik. Böylece güven duygusu içinde
büyük görevini omuzlamanı planladık. Okuyalım:
24- "Şimdi sen
Firavun'a git. Çünkü o gerçekten azıttı."
Buraya gelinceye kadar Hz. Musa, böylesine önemli
bir göreve atandığını bilmiyordu. O Firavun'u iyi tanıyordu. Çünkü sarayında
büyümüştü. Azgınlığını ve zorbalığını gözleri ile görmüştü. Soydaşlarına ne
işkenceler yaptığına, ne ağır cezalar çektirdiğine yakından tanık olmuştu.
Şu anda o, Rabbi'nin huzurunda idi. Gönlü hoşnutluk, onurlanmışlık ve
ağırlanmışlık duyguları ile dolup taşıyordu. Bu yüzden bu zor görevinin
üstesinden gelmesini güvenceye bağlayacak, peygamberlik yolunda sapmaya
uğramaksızın ilerlemesini garanti edecek her şeyi Rabbi'nden isteyebilirdi.
Ayetleri okumaya devam edelim:.
25- Musa dedi ki;
"Ya Rabbi', gönlümü genişlet."
26- "Görevimi
kolaylaştır."
27- "Dilimin
düğümünü çöz."
28- "Böylece
söyleyeceklerimi anlayabilsinler."
29- "Ailemden bana
bir yardımcı armağan et."
30- "Kardeşim
Harun'u yani."
31- "Ona arkamı
dayayıp güç kazanmamı sağla."
32- "O'nu görevime
ortak et."
33- "Böylece seni
daha çok noksanlıklardan tenzih edelim."
34- "Senin adını
daha çok analım."
35- "Kuşku yok ki,
biz senin gözetimin altındayız."
Gördüğümüz gibi, Hz. Musa, öncelikle Rabbi'nden
gönlünün genişletilmesini istedi. Çünkü gönül genişliği, sırtlardaki
yükümlülüğün sıkıntısını mutluluğa, acısını hazza dönüştürür. Gönüller geniş
olunca omuzlardaki yükümlülükler hayatın itici dinamosu olurlar, adımları
ağırlaştıran birer ağır yük olmazlar.
Hz. Musâ'nın Rabbi'nden bir başka dileği, görevini
kolaylaştırmasıdır. Çünkü yüce Allah'ın, kullarının işlerini
kolaylaştırması, başarının vazgeçilmez güvencesidir. Yoksa kul ne yapabilir?
Bu ilahi destek olmadan insan nasıl omuzladığı görevlerin üstesinden
gelebilir? Çünkü onun güçleri sınırlı, bilgisi yetersiz; buna karşılık aşmak
zorunda olduğu yol, uzun, dikenli ve sürprizlerle doludur.
Yine Hz. Musâ'nın, Rabbi'nden dilinin düğümünü
çözmesini ve insanların sözlerini kolayca anlamalarını sağlamasını
dilediğini görüyoruz. Elimizdeki bilgilere göre Hz. Musâ'nın dilinde
tutukluk, bir tür pelteklik vardı. Firavun un karşısına çıkacağı şu sırada,
anlaşılan en büyük sıkıntısı buydu. Nitekim başka bir surede bize aktarılan
şu sözü, bu problemine çözüm yolu aradığın m açık kanıtıdır:
"Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür.
(Kasas Suresi, 34)
Hz. Musa, yüce Allah'dan önce göğsünü
genişletmesini, işini kolaylaştırmasını dilemişti. Görüldüğü gibi bu
dilekler birer genel nitelikli dua ifadeleri idi. Sonra dileklerini
belirtmeye, yapacağı işi başarmasını sağlayacak ayrıntılı dileklerini
sıralamaya yöneldi.
Örnek verecek olursak yüce Allah'ın kendisini
ailesinden bir yardımcı ile, kardeşi Harun ile desteklemesini istedi. Çünkü
Hz. Harun'un etkili bir konuşma yeteneğine sahip, duygularına egemen,
ağırbaşlı ve soğukkanlı bir kimse olduğunu biliyordu. Oysa kendisi çabuk
parlayan, ateşli ve heyecanlı bir insandı. Bu yüzden yüce Allah'ın kendisini
kardeşi ile desteklemesini, atılacağı son derece önemli işte sorumluluğunu
paylaşmasını, eksiklerini tamamlamasını dilemişti.
Atılmak üzere olduğu bu son derece önemli iş, her
şeyden önce yüce Allah'ı sık sık noksanlıklardan tenzih etmeyi, O'nun adını
çokça anmayı, O'nunla sıkı ilişki kurmay gerektiriyordu. Nitekim az önce Hz.
Musa'nın, yüce Allah'dan gönlüne ferahlık serpmesini, işini
kolaylaştırmasını, dilinin bağını çözmesini ve kardeşinin yardımcılığı ile
kendisini güçlendirmesini dilediğini gördük. Hemen belirtelim ki, bütün
bunları doğrudan doğruya görevini göğüsleyebilmek için istememişti. Bu
dilekleri seslendirirken güttüğü asıl amaç, kendisi ve kardeşi için bu
imkânların yüce Allah'ı sık sık noksanlıklardan tenzih etmenin, O'nu çokça
anmanın, O'nun her şeyi gören ve her şeyi bilen ululuğu ile sıkı ilişki
içinde olmanın yardımcı faktörleri olmalarıdır. Okuyalım:
"Kuşku yok ki, biz senin gözetimin altındayız."
Sen bizim durumumuzu, zayıflığımızı,
yetersizliğimizi, senin yardımına ve önlemlerine ne kadar muhtaç olduğumuzu
yakından biliyorsun.
Görüldüğü gibi Hz. Musa, yüce Allah'a uzun bir dilek
listesi sundu, bütün ihtiyaçlarını dile getirdi, zayıflığını açıkça
belirtti, Rabbi'nden yardım, destek, kolaylık ve sıkı ilgi istedi. Yüce
Rabbin onun yakarışlarını işitiyordu. Zayıf ve yetersiz halı ile
huzurundaydı. Ona seslenmiş ve kendisi ile söyleşmişti. Nitekim bu kerem
sahibi, üstün bağışlayıcı sevgili konuğunu mahçup etmiyor, elini boş
döndürmüyor, tersine hiç vakit geçirmeden bütün dileklerini kabul ediyordu.
Okuyoruz:
36- "Ey Musa, bu
istediklerin sana verilmiştir."
İşte bu iş bu kadar. Bir kerede ve tek sözle her şey
çözüme bağlanıyor. Özet niteliğinde, ayrıntıya girmeyi gereksiz kılan bir
sözdür bu. Üstelik anında uygulamaya dökülen, vaad ve erteleme niteliğinde
olmayan bir söz. "İstediğin her şey sana verilmiştir. Fiilen verilmiştir"
deniyor. Yoksa "verilir" ya da "verilecek" denmiyor. Bu söz kesin uygulamaya
dönük oluşu yanında sevecenlik, onurlandırma ve yakınlık da ifade ediyor.
Çünkü yüce Allah, ona adı ile sesleniyor, "Ya Musa" diyor. Şanı yüce
Allah'ın, kullarından birine adı ile hitap etmesinden daha büyük
onurlandırma, daha büyük şeref düşünülebilir mi?
Buraya kadar Hz. Musa, Allah tarafından yeterince,
hatta fazlası ile onurlandırılmış, okşanmış, yakınlık ve ilgi görmüştür.
Yüce Allah'ın tecellisi ve aralarındaki söyleşi oldukça uzamış, baş
kahramanımızın dilekleri karşılanmış, her istediği yerine getirilmiştir.
Fakat yüce Allah'ın lütuf hazinesinin bekçisi olmadığı gibi, rahmetini
engelleyebilecek biride yoktur. Bu yüzden O, sevgili kulunu rahmet, bağış ve
hoşnutluk yağmuruna tutmaya devam ettiriyor. Onu huzurunda tutuyor. Onunla
söyleşmeyi sürdürerek, kendisine eski nimetlerini hatırlatıyor. Böylece ona
yönelik rahmetinin eskiden beri sürdüğünü, kendisini öteden beri gözettiğini
vurgulayarak güvenini pekiştirmek, azmini perçinlemek istiyor. Aslında Hz.
Musa'nın bu pozisyonda, bu parlak makamda geçirdiği her an, yeni bir
mutluluk, yeni bir nimet, yeni bir yol azığı, yeni bir birikimdir. Ayetleri
okuyoruz:
37- "Biz, bundan
önce'de bir kere daha sana lütufta bulunmuştuk."
38- Hani annene ,şu
mesajımızı vahyetmiştik:
39- "Musa'yı bir
sandukaya koy ve nehre at; nehir onu sahile atsın da oradan onu benim ve
kendisinin ortak düşmanımız alsın. Gözümün önünde yetişesin diye seni
sevgimin kanatları altına aldım."
40- Hani izini
bulmaya çıkan kız kardeşin Firavun ailesine "size bu çocuğa bakacak bir
kadın bulayım m?" dedi. Böylece annenin yüzü gülsün, üzüntüden kurtulsun
diye seni ona geri verdik.
Bir de hani sen bir
adam öldürmüştün de seni bu olayın tasasından kurtarmıştık. Seni daha birçok
musibetle sınavdan geçirdik. Böylece Medyen halkı arasında yıllarca kaldın.
Sonra ey Musa, belirlediğimiz vakit gelince buraya geldin. "
41-.Şimdi seni sırf
kendime ayırdım.
Hz. Musa o günlerin en güçlü kralı, en azgın zorbası
ile karşılaşmaya gidiyor. Bir mü'min sıfatı ile azgınlığa karşı yaman bir
savaş vermeye gidiyor. Birçok olayla ve problemle boğuşmaya gidiyor. Bu
olayların ve problemlerin ilk sıradakileri Firavun ile kendisi arasında,
daha sonrakileri soydaşları İsrailoğulları ile arasında geçecektir. Çünkü
uzun baskı ve kölelik dönemi İsrailoğullarını yozlaştırmış, fıtratlarını
bozmuştur. Bu yüzden kurtuluştan sonra omuzlayacakları göreve hazırlıklı
olmaktan uzaktırlar.
İşte ağır şartlar karşısında yüce Allah, Hz. Musâ ya
haber veriyor ki, o ağır görevin başına giderken hazırlıksız ve birikimsiz
değildir. Tersine hazırlıklı ve birikimli olarak görevine gönderilmektedir.
Çünkü o uzun süreden beri yüce Allah'ın gözü önünde yetiştirilmiştir. Meme
emme çağından beri sıkıntılara karşı özel bir eğitimden geçirilmiştir.
Doğduğundan beri yüce Allah'ın ilgisinden bir an bile hiç yoksun kalmamış,
bu ilgi sürekli yoldaşı olmuştur. Bir zamanlar Firavun'un sarayında, bu
zorbanın eli altında idi. O sırada her türlü birikimden, her türlü güçten
yoksundu. Buna rağmen Firavun'un kötü eli ona uzanmamıştı. Çünkü yüce
Allah'ın güçlü eli onu destekliyor, güçlü gözü onu her adımında gözetiyordu.
Öyleyse bugün Firavun ona hiçbir şey yapamazdı. Çünkü hem kendisi yetişkin
çağına ermişti, hem de yüce Allah onunla beraberdi. Onu kendisi için
yetiştirmiş, kendine seçmiş, yükleyeceği göreve ayırmıştı. Şimdi de
okuduğumuz ayetleri inceleyelim:
"Biz bundan önce de bir kez daha sana lütufta
bulunmuştuk."
Yani sana yönelik lütfumuz eski tarihli, sürekli ve
kesintisizdir. Çoktan beri akışını devam ettirmektedir. Öyleyse şimdi bu
ağır görevin altına girdikten sonra bu lütfumuzun kesileceği düşünülemez.
Sana yönelik o eski lütfumuz şöyle açığa çıkmıştı.
Hani annenle ilgili bir mesaj sunmuş, ona içinde bulunduğu kötü şartları
karşılayacak olan şu direktifi ilham etmiştik:
"Musa'yı bir sandukaya koy ve nehre at; nehir onu
sahile atsın da oradan onu benim ve kendisinin ortak düşmanımız alsın."
Ayetin aktardığı tüm hareketler sarsıcı ve serttir.
Düşünelim ki, henüz doğmuş bir bebek sandukaya kapatılıyor, arkasından
sanduka nehre atılıyor, sonrada nehir bu sandukayı kıyıya atıyor. Ya sonra?
İçine bebek kapatılarak nehire atılan ve bir süre nehir suları tarafından
sürüklendikten sonra kıyıya atılan sanduka nereye gidiyor? Onu atıldığı
kıyıdan kim alıyor? Kim olacak?; "Benim ve kendisinin ortak düşmanımız.!"
Bütün bu yoğun korkular arasında, bütün bu ağır
muamelelerden sonra ne oldu? Her türlü güçten yoksun o zavallı bebeğin
başına neler geldi. Her türlü korumadan yoksun o küçük sanduka ne gibi
serüvenler yaşadı? Okuyalım:
"Gözümün önünde yetişesin diye seni sevgimin
kanatları altına aldım." Öyle müthiş bir güç karşısındayız ki, yumuşacık ve
esnek nitelikli bir duygu olan sevgiden göğsünde darbeleri karşılayan,
dalgaları kıran bir zırh yapıyor da azgın şer güçler bu zırha bürünen
kimseye hiçbir zarar veremiyor; bu zırha bürünen kimse başkasına el
kaldıramayan, henüz yürüyemeyen hatta konuşamayan, kundaktaki bir bebek bile
olsa, kimse kılına dokunamıyor!
Okuduğumuz ayetlerin canlandırdığı sahnede iki
karşıt tablo ile göz göze geliyor ve bu tabloların karşı karşıya konmalarını
hayretle izliyoruz: Bir tarafta kundak çağındaki bir bebeğe pusu kuran
azgın, zorba güçler var; bütün şartları ve belirtileri ile kuşatılmış,
acımasız bir sertlik ortalıkta kol geziyor. Öbür tarafta ise yumuşak ve
uçarı merhamet bu çocuğa göz kırpıyor, onu tehlikelerden koruyor,
sertliklerden sakındırıyor. Bu koruyuculuğu ve kayırmayı, kamçı ve dar
be ile değil, sevginin sıcaklığı ile yapıyor. Tekrar
okuyalım: "Gözümün önünde yetişesin diye..."
Bu hayret verici Kur'an ifadesinin uyandırdığı
sevecen, yumuşak ve derinlikli çağrışıma hiçbir açıklama katkıda bulunamaz.
Evet; "Gözümün önünde yetişesin diye..." Söyler misiniz, insan dili,
Allah'ın gözü önünde yetişen, büyüyen bir varlığı nasıl tanımlayabilir?
İnsan hayalinin, insan düşüncesinin bu konuda söyleyebileceği en son söz şu
olabilir: Bu yüce ilgiye bir saniye bile mazhar olmak insan için büyük bir
onur, büyük bir ödüldür. Buna göre Allah'ın gözü önünde yetişen, büyütülen
kimsenin mazhar olduğu şerefin ölçüler üstü yüksekliğini varın, siz düşünün!
Hiç kuşkusuz Hz. Musa, yüce Allah ile söyleşme gücü, bu yüce kaynaktan gelen
mesajın sarsıcı görkemine dayanabilmeyi bu sayede kazanabilmiştir.
Evet, "Gözümün önünde yetişesin diye..." aynı
zamanda "senin ve benim ortak düşmanımız" olan Firavun'un gözü karşısında ve
eli altında. Savunucusuz, koruyucusuz ve bekçisiz olarak. Fakat onun gözleri
sana hiç kem bakamıyor. Çünkü üzerine sevgimin kanatlarını gerdim." Ben seni
gözümün önünde yetiştirirken o zorbanın eli, kılına bile zarar
dokunduramıyor. Ayrıca, ben seni Firavun'un sarayında gözetme ve kayırma
çemberi içinde tutarken, anneni evinde endişe ve kaygı içinde de bırakmadım.
Tersine sizi birbirinizle buluşturdum. Okuyoruz:
"Hani izini bulmaya çıkan kız kardeşin Firavun
ailesine 'size bu çocuğa bakacak bir kadın bulayım mı?' dedi. Böylece
annenin yüzü gülsün, üzüntüden kurtulsun diye seni ona geri verdik."
Bu yüce Allah'ın bir plânı, bir önlemi idi. Şöyle
ki: Saraya ne kadar süt annesi aday getirildi ise -bu ilahi plânın gereği
olarak- çocuk hiç birinin memesini ağzına almıyor. Dalgaların nehir kenarına
attığı bu çocuğu evlat edinen (Dalgalar tarafından nehir kıyısına atılan bu
Gocuğa Firavun ile eşinin evlat edindiğine burada değinilmiyor, bu ayrıntı
başka bir surede açıklanmıştır.) Firavun ile eşi, çocuğa memesini emeceği
bir süt annesi arıyorlar. Bu haber şehirde dilden dile dolaşıyor. Bunun
üzerine Hz. Musâ'nın kız kardeşi, annesinin isteği ile, Firavun'un sarayına
gelerek ilgililere "Size bu çocuğa bakacak bir kadın bulayım mı?" diyor.
İlgililerin onayını alan kız, hemen koşup annesini saraya getiriyor, çocuk
da hemen onun memesini emmeye koyuluyor.
Böylece yüce Allah'ın gerek bu çocuğa ve gerekse
annesine ilişkin plânı gerçekleşiyor. Zaten kadın, aldığı ilham üzerine
ciğerparesini sandukaya kapatmış ve sandukayı nehre atmış, sonra da dalgalar
bu sandukayı kenara savurmuştu. Bu plânın amacı, yüce Allah'ın ve Hz.
Musâ'nın ortak düşmanının onu saraya almasıydı. Bunun sonucu olarak bu
korkular ortasına atılmasından güven doğacak, İsrailoğullarının bütün yeni
doğan çocuklarını boğazlayan Firavun'dan canını kurtarabilmesi için
korucusuz ve yardımcısız olarak bu zorbanın önüne atılması gerekecekti.
Yüce Allah'ın, Hz. Musâ ya yönelik bir başka lütfu
daha var. Okuyalım:
"Bir de hani sen bir adam öldürmüştün de seni bu
olayın tasasından kurtarmıştık. Seni daha birçok musibetle sınavdan
geçirdik. Böylece yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra ey Musa
belirlediğimiz vakit gelince buraya geldin."
"Şimdi seni sırf kendime ayırdım."
Burada anlatılan olay Hz. Musâ'nın, Firavun'un
sarayında yaşadığı dönemde ve baş kahramanımızın delikanlılık çağında
meydana geldi. Olayın oluşu şöyledir. Genç Musa bir gün şehre iner. Orada
kavgaya tutuşmuş iki adamla karşılaşır. Kavgacılardan biri soydaşı, yani
İsrailoğulları'ndan biri, öbürü ise bir Mısır yerlisi, yani kıptidir.
Soydaşının kendisinden yardım istemesi üzerine genç Musa, kıptıya bir yumruk
atar, adam hemen o anda cansız yere yığılır.
Aslında baş kahramanımız kıptıyı öldürmek
istememişti, amacı sadece onu soydaşının başından savmaktı. Adamın öldüğünü
görünce derin bir üzüntüye kapıldı. Oysa bebekliğinden beri yüce "Allah'ın
gözü önünde" yetişmişti. İçini korku sardı, suçluluk duygusu bir kor parçası
gibi kalbine düştü.
İşte yüce Allah, Hz. Musa'ya o olaya ilişkin
nimetini hatırlatıyor. Hani onu af dilemeye yöneltmiş, içine ferahlık
salmış, onu pençesine düştüğü sıkıntıdan kurtarmıştı. Fakat bu olay sınavsız
atlatmasına da meydan verilmemişti. Çünkü yüce Allah, pişirmek, dileği
uyarınca eğitmek istiyordu. Bu yüzden onu korku ve kısastan kaçma ile
sınavdan geçirdi. Ailesinden, yurdundan ayrılarak gurbete düşmesi ve gurbet
diyarında hizmetçilik ve koyun çobanlığı yapması, bütün bunların hepsi ayrı
birer sınavdı. Sebebine gelince o günlerin en güçlü kralının sarayında
zamanın en göz kamaştırıcı lüksü, konforu, bolluğu ve görkemi içinde
büyüdükten sonra uzun yıllar koyun gütmek zorunda kalmıştı.
Bu yıllar içinde olgunlaştı, geleceğe hazırlandı.
Sıkıntı çekti, azmetti, sabretti. Sınandı ve girdiği sınavdan alnının akı
ile çıktı. Bunun yanısıra Mısırdaki şartlar ve imkânlar da hazır hale geldi.
İsrailoğullarına yapılan işkenceler patlama noktasına vardı.
İşte yüce Allah'ın bilgisinde belirlenen bu uygun
zaman gelince baş kahramanımız Medyen'den geri getirildi. Ama o bu ilahi
plândan habersiz olduğu için kendisi geldiğini sanıyor. Okuyoruz:
"Böylece yıllarca Medyen halkı arasında kaldın.
Sonra ey Musa belirlediğimiz vakit gelince buraya geldin."
Yani sen gelmen için belirlediğim zamanda geldin.
Devam edelim:
"Şimdi seni sırf kendime ayırdım."
Yani artık tamamen, tüm varlığınla benim, vereceğim
peygamberlik görevinin ve çağrımın hizmetindesin. Bu dünyanın hiçbir şeyi
ile ilgin yok. Bu dünyada senin için hiçbir önemli şey yok. Sen uğrunda
gözümün önünde yetiştirildiğin göreve aitsin, seni yerine getirmek üzere
ayırdığım görevden başka hiçbir fonksiyonun yok. Artık ne kendine, ne ailene
ve ne de başka hiç kimseye ayıracak hiçbir yanın, hiçbir zerren yok. Haydi
şimdi varlığının adandığı görevin başına koş. Devam ediyoruz:
42- Sen ve kardeşin
ayetlerimle, mucizelerimle gidiniz. Bu arada adımı anmayı hiç ihmal
etmeyiniz.
43- Firavun'a
gidiniz. Çünkü o gerçekten azıttı.
44- Ona yumuşak
sözler söyleyiniz. Belki aklı başına gelir ya da kötü akıbete uğramaktan
korkar.
Sen ve kardeşin mucizelerimin itici enerjisinden güç
almış olarak yola çıkınız. -Bilindiği gibi Hz. Musa, bunlardan değneğin
yılana dönüşme mucizesi ile ak parıltı saçan el mucizesini gözleri ile
görmüştü- Bu arada adımı anmayı hiç ihmal etmeyiniz. Bu sizin cephaneniz,
silahınız, sırtınızı vereceğiniz sağlam dayanağınız, düşmez kalenizdir.
Firavun'a gidiniz. Ben seni vaktiyle onun kötülüğünden korumuştum. O zaman
yeni doğmuş bir bebektin. Bir sandukaya kapatıldın, sanduka nehre atıldı ve
dalgalar onu kıyıya bıraktı. Bu terör senin kılına dokunamadı, bu korkular
sana hiçbir zarar vermedi. Oysa şimdi eğitimlisin, donanımlısın, göreve
hazırsın. Şimdikinden çok daha kötü, çok daha büyük tehlikelerden
kurtulduğuna göre artılı sana bir şey olmaz.
Kardeşinle birlikte Firavun'a gidiniz. Çünkü o iyice
azıttı, gemiyi azıya aldı, zorbalığını ayrı boyutlara vardırdı. Okuyalım:
"Ona yumuşak sözler söyleyiniz."
Çünkü yumuşak söz, karşı tarafı kızdırmaz; onun
günahla, kötülükle gururlanma damarını kabartmaz. Azgın zorbaların başını
döndüren kof bencillik kompleksini depreştirmez. Tersine kalbi uyarır.
Uyanan kalp ise öğüt alır, azgınlığın sonundan korkmaya başlar. .
Kardeşinle Firavun'a gidiniz. Giderken doğru yola
dönmez önyargısına kapılarak umutsuzluğa kapılmayınız. Öğütlerinizi
dinleyebilir, kötülüklerinden korkup vazgeçebilir iyimserliği içinde olunuz.
Çünkü eğer bir çağrı görevlisi, çağrısının etkisi ile karşısındaki kimsenin
doğru yola gelebileceğini ummazsa, coşku için çağrı görevini yapamaz, karşı
tarafın ayak diremeleri ve inkârcılığı ile yüzyüze gelince tüm gücü ile
davasını savunmayı sürdüremez.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, Firavun'un başına neler
geleceğini, sonunun nasıl olacağını biliyor. Fakat her işte olduğu gibi,
çağrı görevinde de sebeplere yapışmak gereklidir. Yüce Allah, insanları
yaptıklarına göre, bu yaptıkları kendi dünyalarında meydana geldikten sonra,
hesaba çeker. Gerçi O, olup-bitenlerin öyle olacağını baştan bilir. Çünkü
yüce Allah'ın olayların geleceğine ilişkin bilgisi şimdiki zamana ve geçmişe
ilişkin bilgisi gibidir, O'nun bilgisi açısından zaman dilimleri arasında
hiçbir fark yoktur.
DAVETE İLİŞKİN İLAHI
TALİMAT
Buraya kadar yüce Allah, Hz. Musâ ya sesleniyordu.
Sahne çölde geçen bir "söyleşi" sahnesi idi. Bu noktada ise mesafelerin,
boyutların ve zamanların dürülüp aşıldığına tanık oluyoruz. Bir de bakıyoruz
ki, Hz. Musa, kardeşi Harun ile beraberdir. İkisi birlikte Rabb'lerine
sesleniyorlar. Firavun ile karşılaşmalarına ilişkin korkularını, kendilerine
hemen işkence yapacağından, çağrıları karşısında öfkelénip küplere
bineceğinden endişe ettiklerini açıklıyorlar. Okuyalım:
45- Musa ve Harun
dediler ki; "Ey Rabbi'miz, korkarız ki, Firavun bize karşı bir taşkınlık
yapar, ya da azgınlığını artırır."
46- Allah, onlara
dedi ki; "korkmayınız. Ben sizinle beraberim. Ben herşeyi işitir, her şeyi
görürüm."
47- "Ona varınız ve
deyiniz ki; 'Biz Rabbi'inin sana gönderdiği elçileriz. İsrailoğullarının
bizimle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin ver. Onlara işkence etme. Sana
Rabbi'inden, doğru söylediğimizi kanıtlayacak mucizeler ile geldik. Doğru
yola girenler esenliğe ereceklerdir."
48- "Bize gelen
vahye göre Allah'ın ayetlerini yalanlayarak gerçeğe sırt çevirenler azaba
uğrayacaklarda."
Hz. Harun'un, uzun "söyleşi" olay sırasında Hz.
Musâ'nın yanında olmadığı kesindir. Bu söyleşi yüce Allah'ın sevgili kulu
Hz. Musâ ya özgü bir lütfudur Yüce Allah bu söyleşiyi uzatmış, bu konuşmayı
geniş tutmuş, onu çeşitli son ve cevaplarla zenginleştirmiştir. Buna göre
Hz. Musa ile Hz. Harun'un "Ey Rabb'imiz, korkarız ki, Firavun bize karşı bir
taşkınlık yapar, ya da azgınlığını arttırır." şeklindeki sözleri "söyleşi"
sırasında söylenmemişti. Fakat ayetler hikâyelerin canlı, duygulandırıcı,
dokunaklı ve vicdanları etkileyici sahnelerine bir an önce ulaşabilmek için
zaman ve yer boyutlarını dürüp aşıyor ve olayların arasında sözün akışından
yararlanılarak doldurulabilecek boşluklar bırakıyorlar.
Buna göre Hz. Musa ile Hz. Harun, baş kahramanımız
Tur dağı yakınlarındaki "söyleşi"den döndükten sonra buluşmuş olmalıdırlar.
Yüce Allah, Hz. Harun'a, Firavun'u hakka çağırmaya kardeşi ile birlikte
gitmesini vahyetmiştir. İşte bunun üzerine ikisi birlikte korkularım,
kaygılarını yüce Allah'a duyuruyorlar:
"Musa ve Harun dediler ki; 'Ey Rabb'imiz, korkarız
ki, Firavun bize karşı taşkınlık yapar, ya da azgınlığını arttırır."
"Taşkınlık" ilk aşamada hemen yapılan kötülük
anlamına gelir. "Azgınlık" ise taşkınlıktan da işkenceden de daha geniş
kapsamlı bir kavramdır. O günlerin zorba Firavunu bu kötülüklerin herhangi
birini ya da her ikisini birlikte yapmaktan çekinmeyecek derecede azıtmış
bir canavardır.
Yüce Allah hemen onlara kesin cevabını yetiştiriyor.
Her türlü korkuyu ve endişeyi silen bir cevaptır bu. Okuyalım:
"Allah onlara dedi ki; 'Korkmayız, ben sizinle
beraberim; ben her şeyi işitir, her şeyi görürüm."
Ben sizin yanınızdayım. Ben ki, güçlü, kahredici,
yüce ve uluyum. Ben ki, kullarımın üzerinde ezici bir egemenliğe sahibim.
Ben ki bütün evreni, canlıları, fertleri ve nesneleri sadece bir "ol"
direktifi ile yaratanım. İşte bu sıfatlarımla sizin yanınızdayım. Aslında bu
kısa ve kesin güvence yeterlidir. Fakat yüce Allah onların güvenini
pekiştirmeyi uygun görüyor. Bunun için desteğini somut bir gerekçeyle
perçinliyor. Tekrar okuyalım:
"Ben her şeyi işitir, her şeyi görürüm."
Firavun sizi karşısında görünce istediği kadar
parlasın, taşkınlık yapsın, azıtsın; ne yazar, ne yapabilir, elinden ne
gelir? Her şeyi işiten, her şeyi gören yüce Allah onlarla birlikte olduktan
sonra o kim oluyor?
Bu güven aysının ardından çağrıyı nasıl yapmaları
gerektiğine, nasıl bir tartışma yolu izleyeceklerine ilişkin bir talimatla,
bir taktik dersi ile karşılaşıyoruz. Okuyalım:
"Ona varınız ve deyiniz ki; 'Biz Rabb'inin sana
gönderdiği elçileriz. israiloğullarının bizimle birlikte Mısır'dan
ayrılmalarına izin ver. Onlara işkence etme. Sana Rabb'inden doğru
söylediğimizi kanıtlayacak mucizelerle geldik. Doğru yola girenler esenliğe
ereceklerdir."
"Bize gelen vahye göre Allah'ın ayetlerini
yalanlayarak gerçeğe sırt çevirenler azaba uğrayacaklardır."
Görüldüğü gibi bu taktik ile ilk önce elçiliklerinin
temel dayanağını vurgulamaları emrediliyor. Tekrarlıyoruz:
"Biz Rabb'inin sana gönderdiği elçileriz."
Bu çarpıcı girişin amacı Firavun'a evrende
kendisinin ve bütün insanların Rabbi olan bir ilahın varlığını duyurmaktır.
Bu ilah o günlerin bazı yaygın putperest hurafelerinde ileri sürüldüğü gibi
sadece Musa ile Harun'un, ya da sırf İsrailoğullarının ilahı değildir. Bu
geleneksel hurafelere göre her oymağın ve her soy topluluğunun bir, ya da
birkaç ilahı vardı. Bunun yanısıra Firavun'un, Mısır da tapınılan bir ilah
olduğu, çünkü ilahlar soyundan geldiği saplantısı da asılsızdır. Bu saplantı
çeşitli yüzyıllarda yaygın bir biçimde savunula gelmiştir.
Arkasından Hz. Musa ile Hz. Harun'un misyonları,
elçilik görevlerinin içeriği açıklanıyor. Okuyoruz:
"İsrailoğullarının bizimle birlikte Mısır'dan
ayrılmalarına izin ver, onlara işkence etme."
Onların Firavun nezdindeki elçilikleri bu misyonla
sınırlı idi. Yani İsrailoğullarını kurtaracaklar, Allah'ın birliği inancına
döndürecekler ve yüce Allah'ın kendilerine yurt olarak belirlediği "Kutsal
topraklar"a göç etmelerini sağlayacaklardı (Sonradan bu yurtlarında kargaşa
çıkaracaklar ve yüce Allah da onları toplu biçimde yok edecektir.)
Arkasından "Allah'ın elçileriyiz" derken doğru
söylediklerine ilişkin kanıtlar gösteriyorlar. Okuyalım:
"Sana Rabb'inden doğru söylediğimizi kanıtlayacak
mucizelerle geldik."
Bu mucizeler sana Rabbimizin emri ile geldiğimizi,
sınırlarını çizdiğimiz bu görevi bize verenin gerçekten yüce Allah olduğunu
kanıtlar.
Arkasından Firavun'a özendirici, gönül alıcı bir söz
söylüyorlar. Okuyoruz:
"Doğru yola girenler esenliğe ereceklerdir."
Yani umutları odur ki, Firavun, doğru yola girsin de
esenliğe erenler arasına katılmayı haketsin.
Bu özendirici cümleyi bir tehdit ve korkutma ifadesi
izliyor. Fakat okuyacağımız sözlerin içerdiği tehdit ve korkutma direkt
değildir, dolaylıdır. Çünkü Firavun'un kof büyüklük kompleksini ve
azgınlığını depreştirmekten dikkatle kaçınıyorlar. Okuyoruz: `
"Bize gelen vahye göre Allah'ın ayetlerini
yalanlayarak gerçeğe sırt çevirenler azaba çarpılacaklardır."
Umutları odur ki, Firavun, Allah'ın ayetlerini
yalanlayanlardan, gerçeğe sırt dönenlerden olmaz:
İşte yüce Allah, Hz. Musa ile Harun'un kalplerine
böylece güven aşılamış, onların yolunu çizmiş ve işlerini programlamıştır.
Artık ne yapacaklarını bilerek, adımlarını nasıl atacaklarının bilincinde
olarak, kendilerine güvenerek yola çıkabilirler.
Bu noktada sahnenin perdesi iniyor. Bu perde tekrar
kalktığında Hz. Musa ile Hz. Harun'u, azgın zorba ile karşılıklı konuşurken,
hararetli hararetli tartışırken göreceğiz.
DAVETİN BAŞLANGICI
VE FİRAVUN
Hz. Musa ile Hz. Harun, Firavun'un yanına vardılar.
Ayetler onun yanın; nasıl gittiklerini anlatmıyor. Her şeyi işiten ve gören
Rabb'leri yanlarında olduğu halde o zorbanın yanına vardılar. Adına
konuştukları, sözcüsü oldukları bu güç, bu otorite ne büyük bir güç, ne
ezici bir otoritedir. Bu yüce otoritenin yanında Firavun gibi bir zorbanın
lafı mı olur? Varsın, kim olursa olsun! Yanma girince Rabb'lerinin
kendilerine duyurmayı emrettiği mesajı duyurdular ona Şimdi karşısında
durduğumuz sahne Hz. Musa ile Firavun arasında geçen bir karşılıklı konuşma
ile başlıyor. Okuyalım:
49- Firavun "Ey
Musa, sizin Rabb'iniz kimdir? "dedi.
50- Musa "Bizim
Rabb'imiz, her varlığı farklı niteliklerle donatarak yaratan, sonra da bu
varlıkları nitelikleri doğrultusunda yönlendiren Allah'dır."
Hz. Musa, ile Harun kendilerini tanıtırlarken "Biz
Rabb'inin sana gönderdiği elçileriz" diye söze girmişlerdi, ama Firavun, Hz.
Musa ile Harun'un Rabbinin kendisinin de Rabbi olduğunu kabul etmeye
yanaşmıyor. Bu yüzden asıl yetkili elçi olduğunu farkettiği Hz. Musa'ya soru
sorarken şöyle diyor:
"Ey Musa, sizin Rabbiniz kimdir?"
Adına konuştuğunuz ve İsrailoğullarını serbest
bırakmamı istediğiniz "Rabbiniz" kimdir?
Hz. Musa ise yüce Allah'ın yaratıcılık, yoktan
varedicilik ve yönlendiricilik sıfatlarını vurgulayarak bu soruya karşılık
veriyor. Okuyoruz:
"Bizim Rabb'imiz, her varlığı farklı niteliklerle
donatarak yaratan, sonra da bu varlıkları nitelikleri doğrultusunda
yönlendiren Allah'dır."
Yani bizim Rabb'imiz her varlığa "varoluş"
niteliğini armağan etti. Her varlığı, varoluşuna kattığı, fıtratını
donattığı niteliklere sahip olarak yarattı. Sonra her varlığı yaratılış
amacını oluşturan fonksiyona yöneltti, onu bu fonksiyonu ile uyumlu,
yardımcı imkânlarla donattı. Ayette kullanılan "sonra" sözcüğü, zamanca bir
"sıralama", "arkaya bırakma" anlamı taşımaz. Çünkü yaratılan her varlık,
yaratılış amacını oluşturan fonksiyona doğal olarak eğilimli biçimde
yaratılır. Başka bir deyimle varlıkların yaratılışları ile fonksiyonların
yaratılışı arasında bir zaman aralığı yoktur. Buradaki "sonra"lık bir
varlığın yaratılışı ile o varlığın fonksiyonuna yönlendirilişi arasındaki
düzey farkını ifade eder. Başka bir deyimle herhangi bir varlığı
fonksiyonuna yöneltmek, onu başıboş olarak yaratmaktan daha üst düzeyli bir
eylemdir.
Burada Hz. Musâ'nın dilinden bize aktarılan ilahi
vasıf, şu varlık alemini yaratan ve yönlendiren ilahlık belirtilerini en
özlü biçimde dile getiren vasıftır. Yani her varlığı "varoluş" sunmayı, her
varlığı yaratılış amacına uygun niteliklerle donanmış olarak yaratmayı ve
her varlığı yaratılış amacına uygun fonksiyona yöneltmeyi kasdédiyoruz.
İnsan gücünün yettiği oranda gözünü ve basiretini şu koca evrenin çeşitli
kesimleri üzerinde gezdirdiği takdirde küçük-büyük her varlıkta bu yoktan
varedici ve yönlendirici "güç"ün izlerini açıkça görür. Bu izler ték tek
atomlardan en iri cisimlere, tek hücreden insanda somutlaşan en yüksek
düzeyli canlılara kadar, her varlıkta açıkça gözlenebilir.
Şu koca evreni düşününüz. Sayısız atomlardan,
hücrelerden, maddelerden, canlılardan oluşmuştur. Her atom kımıldıyor, her
hücre canlılık belirtileri gösteriyor. Her canlı hareket ediyor, her varlık
diğer varlıklarla karşılıklı ilişki halinde, ortak çalışma içindedir. Bütün
varlık birimleri gerek tek başına, gerekse öbür varlık birimleri ile
birlikte, yaratılışlarında ve yapılarında varolan doğal yasalar uyarınca
faaliyet gösterirler. Bu faaliyetler de bir an bile bir çatışma, bir
çelişme, bir aksama ve bir gevşeklik görülmez.
Her varlık birimi, başlıbaşına ayrı bir evrendir,
kendine özgü bir alemdir. Bütün atomlar, bütün hücreler, bütün organlar ve
sistemler yaratılış amacını oluşturan öz karakterine göre, genel doğa
yasalarının çerçevesi ile sınırlı olarak uyumlu ve düzenli faaliyet
gösterirler.
Koca evren bir yana, insan bilimi, insan çabası bile
tek tek varlık biçimlerinin özelliklerini, fonksiyonlarını, bozukluklarını,
bu bozuklukların giderilme yollarını araştırıp ortaya koyabilme konusunda
yetersizdir. Sözünü ettiğimiz sadece bu varlık birimlerine yönelik bir
araştırma, onlarla ilgili bilgi edinme çabasıdır. Yoksa insanların onları ne
yaratması ve ne de fonksiyonlarını yönlendirmesi sözkonusudur. Bu işler,
insan kapasitesinin tamamen dışındadır. Çünkü insan da yüce Allah'ın bir
yaratığıdır. Ona "varoluşu"nu sunmuş, onu yaratılış amacına uygun
niteliklerle donatmış, onu bu amaca uygun fonksiyonlara yönlendirmiştir.
Tıpkı canlı-cansız diğer tüm varlıklar gibi.
Söylediğimiz iş, ortaksız Allah'ın, her varlığa
kendine özgü yaratılışını sunduktan sonra onu fonksiyonlarına yönlendiren
yüce Rabb'imizin'.tekelindedir. Firavun, Hz. Musa'ya bu sorunun arkasından
şu ikinci soruyu soruyor:
51- Firavun "Peki,
bizden önceki kuşakların durumu ne olacak?" dedi.
Bizden önce yaşamış insan kuşaklarının durumu nedir?
Bunlar nereye gittiler? Rabb'leri kimdi? Sözünü ettiğiniz ilahlarını
tanımadan öldülerse durumları nasıl olacak? Devam ediyoruz:
52- Musa dedi ki;
"Onlara ilişkin bilgi Rabb'imin katındaki kitapta yazılıdır Benim Rabb'im ne
yanılır ne de unutun"
Böylece tarihin karanlık dehlizlerinde gömülü
bulunan, bilgilerimize kapalı olan bu "gayb" meselesini, bilgisinden hiçbir
şey kaçmayan ve hiçbir şeyi unutması sözkonusu olmayan Rabbine havale
ediyor. Bu eski kuşakların gerek geçmişe ve gerekse geleceğe ilişkin
durumlarını sadece o bilir. Çünkü hem bilinmez aleme ilişkin bilgi ve hem de
insanların durumlarının ne olacağına ilişkin tasarruf yetkisi, yüce Allah'ın
tekelindedir.
Sonra Hz. Musa sözlerine devam ederek, Firavun'a,
yüce Allah'ın evrene ilişkin tasarlayıcılığının belirtilerini, insan denen
şu varlığa bağışladığı bazı nimetleri ve imkânları tanıtıyor. Bu tanıtmayı
yaparken özellikle Firavun'un yakınında bulunan, toprakları verimli, suları
bol, tarım alanları zengin, hayvancılığı gelişmiş olan Mısırdaki, her an
görebildiği ilahi nimetleri örnek gösteriyor.
53- "O size
yeryüzünü beşik yaptı, orada sizin için yollar açtı ve gökten su indirdi. O
su sayesinde çiftler halinde çeşitli bitkiler bitirdik.
54- Bu bitkilerden
kendiniz yiyesiniz ve hayvanlarımızı otlatasınız diye. Sağduyu sahiplerinin
bu olaylardan alacakları birçok dersler vardır.
Yeryüzünün her tarafı insanlar için her zaman bir
beşik gibidir. Tıpkı bebek beşiği gibi. Tüm insanlar da aslında yeryüzünün
yavruları, çocuklarıdırlar. Yeryüzü onları bağrında barındırır ve sütü ile
besler. Öte yandan yeryüzü, insanların üzerinde yürümelerine, toprağı
sürmelerine, ekip biçmelerine ve yaşamalarına elverişli olarak yaratılmış,
bu faaliyetler için insanların yararlarına sunulmuştur. Her şeyi tasarlayıp
yönlendiren yüce Allah, her şeyi amacına uygun olarak yarattığı gün,
yeryüzüne bu konumu vermiştir. Görevine uygun niteliklerle donatarak
yarattığı yeryüzünü, gerçekleşmesini öngördüğü "hayat" olgusuna elverişli
olarak varetti. Bunun yanısıra fonksiyonuna uygun nitelikle donatarak
yarattığı insanoğlunu da, bu yeryüzünde yaşamaya uygun bir biçimde yarattı.
Yani yeryüzünü insanların yararına sunduğu gibi orayı onlar için beşik de
yaptı. Bu anlamların her ikisi birbirine yalan ve bağlantılıdır.
Beşik örneği ve "yarara sunulma" benzetmesi, Mısır
için olduğu oranda dünyanın hiçbir bölgesi için geçerli değildir. Bu ülke
toprakları verimli, yemyeşil bir vadidir. Oranın insanları en az emekle
topraklarını ekip biçme imkânına sahiptirler. Burası bu nitelikleri ile
sanki içinde yatan bebeği bağrına basan, kayran, şefkat dolu bir "çocuk
beşiği" gibidir.
Yeryüzünü insanlar için beşik olarak tasarlayan yüce
yaratıcı orada insanlar için yollar açtı, gökten oraya su indirdi. Bu yağmur
sularından nehirler ve yeraltı kaynakları oluşuyor. Bu nehirlerden biri de
Firavun'un yakınından akan Nil nehridir. 'Bu sular sayesinde yeryüzünde,
erkekli-dişili çiftler halinde çeşitli türden bitkiler yetişmektedir. Bu
açıdan da Mısır yeryüzünün en dikkat çekici örnek yöresidir. Bu ülkede gerek
insan besini ve gerekse hayvan yemi olarak çeşitli bitkiler ve otlaklar
yetişmektedir.
Yüce"tasarlayıcı, bitkileri, öbür canlılar gibi,
erkekli-dişili çiftler halinde yarattı. Erkekli-dişili çiftler halinde
olmak, bütün canlılarda görülen ortak bir olgudur. Çoğu bitkilerde erkeklik
ve dişilik organı aynı çiçek üzerinde bulunur. Kimi bitkilerde de, çeşitli
hayvan türlerinde olduğu gibi, "döllenme" sadece erkeklik organı taşıyan
bitkiler tarafından gerçekleştirilir. Böylece hayat yasaları açısından bütün
canlı türleri arasında uyum ve süreklilik sağlanır. Devam ediyoruz:
"Sağduyu sahiplerinin bu olaylardan alacakları
birçok dersler vardır."
Rotasını şaşırmamış hiçbir sağlıklı akıl
düşünemezsiniz ki, bu hayret uyandırıcı düzeni düşünsün de bu düzenin
içerdiği kanıtları farketmesin; bu kanıtların, her varlığa yaratılış
biçimini sunarak onu fonksiyonuna yönlendiren tasarlayıcı bir yaratıcının
varlığını ispatladığını gözlemesin.
Daha sonraki ayetlerde Hz. Musa'nın bu konuşması
doğrudan doğruya yüce Allah'ın bir sözü ile noktalanıyor. Okuyalım:
55- Sizleri
topraktan yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve tekrar dirilterek oradan
çıkaracağız.
56- Biz Firavun'a
tüm ayetlerimizi gösterdik, fakat o bunları yalanladı, kabul etmeye
yanaşmadı.
Hani şu sizin için beşik görevi yapan, üzerinde
yollar açılan, üzerine gökten yağmurlar yağdırılıp insan besini ve hayvan
yemi olsun diye erkekli-dişili bitki çiftleri yetiştirilen yeryüzü var ya.
İşte sizleri o yeryüzünün toprağından yarattık, sizi yine oraya döndüreceğiz
ve öldükten sonra tekrar dirilterek oradan çıkaracağız.
İnsan bu yeryüzünün hammaddesinden yaratıldı.
Organizmasının bütün hücreleri ve dokuları yeryüzünün elementlerinden
oluşmuştur. Yeryüzünün bitkileri ile besleniyor, suyunu içiyor ve havasını
teneffüs ediyor. Kısacası insan yeryüzünün çocuğudur, burası onun beşiğidir.
Günü gelince döneceği yer de burasıdır. Bu yeryüzünün toprağı vücudunu
yutacak çürümüş kemiklerini elementlerine karıştıracak ve çürüyen bedeninin
yayacağı gazlar havadaki gazlara katılacaktır. Sonra yine diriltilerek
oradan çıkarılacaktır. Bu ikinci hayatı, ilk yaratılışının uzantısı
olacaktır.
Yeryüzü ile insan arasındaki sıla ilişkiyi
vurgulayan bu "hatırlatma" ile kendisini ilah sanan, mağrur Firavun ile Hz.
Musa arasındaki bu karşılıklı konuşma sahnesi arasında sıkı bir bağlantı
vardır. Çünkü insanlar önünde ilahlık taslayan bu şımarık zorba aslında bu
topraktan yaratılmış ve ölünce onun kara bağrına dönecektir. Başka bir
deyimle bu başı dönmüş diktatör bozuntusu, yüce Allah'ın yeryüzünde
yaratarak fonksiyonuna yönlendirdiği diğer sıradan varlıklardan biridir,
başka bir niteliği yoktur. Devam ediyoruz:
"Biz Firavun'a tüm ayetlerimizi gösterdik, fakat o
bunları yalanladı, kabul etmeye yanaşmadı."
Ona evrendeki ayetlerimizi gösterdik. Hz. Musa, bu
evrensel ayetlerin onun yakın çevresinde bulunanlarına dikkat çekmeye
çalıştı. Ayrıca ona yılana dönüşen değnek mucizesi ile ak parıltı saçan el
mucizelerini, ayetlerini gösterdi. Burada bu mucizelerin gösterilişine
ayrıca değinilmiyor. Çünkü bunlar yüce Allah'ın ayetlerinin bütünü içinde
yer alırlar ve O'nun evrendeki ayetleri bu iki mucizeden hem daha büyük, hem
de daha kalıcıdır. Bu yüzden burada bu iki mucizenin Firavun'a gösterildiği
ayrıca belirtilmiyor. Fakat bu gösterinin gerçekleştiğini biz sözün
akışından, dolaylı olarak anlıyoruz. Çünkü Firavun'un, "bütün ayet(er"i
yalanlandığı vurgulanıyor. Bu vurgulamadan anlıyoruz ki, o bu iki mucizeyi
de inkâr etmiştir. Ayetleri okumaya devam ediyoruz:
57- Dedi ki; "Ey
Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?"
58- "Biz de seninki
gibi bir büyü ile karşına çıkacağız. Seninle buluşacağımız bir zaman belirle
. Bu randevudan sen de bizde caymayalım. Buluşma yerimiz açık bir düzlük
olsun."
59- Musa "Sizinle
buluşmamız süslenme gününüzde, halkın toplandığı kuşluk vakti olsun" dedi.
Görülüyor ki, Firavun, Hz. Musa karşısında pesetti,
tartışmayı sürdüremedi. Çünkü Hz. Musâ'nın öne sürdüğü deliller son derece
açık ve güçlü idi. Sebebine gelince bu delilleri, yüce Allah'ın evrendeki
ayetleri ve Hz. Musa eli ile gösterilen özel mucizeler oluşturuyordu.
Firavun tartışmayı sürdüremeyince Hz. Musa'yı büyücülükle suçlama
şarlatanlığına başvurdu. Ona göre değneğin yerde sürünen bir yılana
dönüşmesi ve koltuk altına daldırılan sapasağlam bir elin ak parıltı saçarak
dışarı çıkarılması birer "büyü"den başka bir şey değildi.
Büyücülüğün Firavun'un aklına gelen ilk ihtimal
olması, aslında normaldi. Çünkü bu sanat o günlerde Mısır'da pek yaygındı.
Üstelik Hz. Musa'nın gösterdiği bu iki mucize nitelikleri itibarı ile
geleneksel büyü gösterilerine pek benziyorlardı.
Büyücülüğe gelince bu bir hayal oyunudur, gerçek
değildir. Özü bakımından gözü ve diğer duyu organlarını yanıltmaya dayanır.
Bu yanıltmaca, bazan algı aldanmasına kadar işi vardırabilir. Beyinde gerçek
algılara benzer somut algılar meydana getirebilir. O durumlarda insan,
aslında varolmayan bir nesneyi sanki varmış gibi, ya da olduğundan farklı
bir biçimde görebilir. Tıpkı bunun gibi büyülenmiş insanlarda, kimi zaman
öyle sinirsel ya da organik etkilenmeler görülebilir ki, somut dış etkenler
olsa aynı etkilenmeleri meydana getirirler.
Ama Hz. Musâ'nın mucizeleri bu türden aldatmacalar
değildirler. Onlar yüce Allah'ın yoktan varedici sanatının eserleridir. Bu
güçlü sanat, nesnelerin yapısını gerçekten değiştirir. Bu değiştirme kimi
zaman geçici, kimi zaman da kalıcı olur. Şimdi okuduğumuz ayetleri
inceleyelim:
"Dedi ki; Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle
yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?"
Anlaşılan Firavun'un, İsrailoğullarını
köleleştirmesi, onların nüfusça çoğalıp iktidarı ele geçirmeleri korkusundan
kaynaklanan politik bir önlemdi. Zaten diktatörler, iktidarlarını korumak
için en vahşice, en barbarca cinayetleri işlemekten çekinmezler. Bu uğurda
insanlıkla, ahlak kuralları ile şerefle ve vicdanla en bağdaşmaz
entrikalara, gözlerini kırpmadan başvururlar. İşte bundan dolayı Firavun,
İsrailoğullarına karşı sinsi bir soykırım politikası uyguluyor, onları
eziyordu. Bu politikası uyarınca bu toplumun erkek çocuklarını öldürüp kız
çocuklarını sağ bırakıyor, normal yaştaki erkekleri de ağır angaryalara
koşarak tedrici bir ölüme sürüklüyordu. Bu yüzdendir ki, Hz. Musa ile Harun,
kendisine "İsrailoğullarının bizimle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin
ver, artık onlara işkence etme" dedikleri zaman, onun bu öneriye verdiği
karşılık, "Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?"
şeklinde oldu. Çünkü İsrailoğullarının serbest kalmaları, iktidarını ve
ülkesini ele geçirmelerinin ilk adımı olarak yorumluyordu.
Madem ki, Hz. Musa, bu amaçla İsrailoğullarının
serbest bırakılmalarını istiyordu ve madem ki, gösterdiği bütün olağanüstü
kanıtlar basit birer büyü gösterisiydi, o halde ona verilecek cevap son
derece kolaydı. Okuyoruz:
"Biz de seninki gibi bir büyük ile karşına
çıkacağız."
İşte zorbaların, diktatörlerin geleneksel mantığı
budur. Onlara göre inanç sahiplerinin mücadelelerinin arkasında mutlaka
dünyaya ilişkin bir amaç yatar. Onların savundukları dava, iktidar ve koltuk
ihtirasını gizleyen bir maskeden başka bir şey değildir. Sonra onlar dava
adamlarında bazı kozlar, bazı haklılık kanıtları görürler. Bu kanıtlar, kimi
zaman Hz. Musa'nın mucizeleri gibi, olağanüstü uygulamalar olur. Kimi zaman
da olağanüstü bir nitelik taşımamakla birlikte insanların kalplerini yavaş
yavaş etkileyen önlemler olur. O zaman diktatörler hemen bu önlemlere
görünüşte onlara denk düşen, benzer önlemlerle karşılık verirler. Bize karşı
büyü ile mi karşı çıkılıyor? Biz de ona büyü ile karşı koyarız. Bize sözle
mi karşı çıkıldı? Biz de ona aynı türden sözlerle karşılık veririz. Bize
karşı reformculuk, aksaklıkları düzeltme silahı ile mi çıkılıyor. Biz de bu
kampanyaya karşı sözde reformcu ve aksaklıkları düzeltici gibi görünürüz.
Bize yararlı bir iş yapılarak mı karşı konuluyor? Biz de başka bir iyi iş
yapıyormuşuz gibi sahneye çıkarız. İşte zorbaların zihniyeti, iktidarlarını
koruma yöntemlerinin özü budur. Fakat onlar bilmezler ki, inanç
sistemlerinin "iman" kaynaklı birikimleri ve yüce Allah'ın yardımı biçiminde
cephaneleri vardır. İnanç sistemleri düşmanlarını bu birikimler ile ve bu
cephanelerle yenerler. Yoksa görünüşlerle ve şekilci önlemle değil.
İşte bu amaçla Firavun, Hz. Musa'dan kendi
büyücüleri ile karşılaşacağı bir "randevu" belirlemesini istedi. Meydan
okuma edası ile karşılaşma zamanının seçimini karşı tarafa bıraktı; "Seninle
buluşacağımız bir zaman belirle" dedi. Meydan okuma edasını pekiştirmek
amacı ile kararlaştırılacak randevudan tarafların caymamasını ısrarla
vurguladı; "Bu randevudan sen de biz de caymayalım" dedi. Ayrıca karşılaşma
yerinin seyircinin izlemesine elverişli, geniş bir düzlük olmasını önerdi;
"Buluşma yerimiz açık bir düzlük olsun" dedi. Böylece meydan okumasının
dozunu daha da arttırdı.
Hz. Musa, Firavun'un bu meydan okuma amaçlı
teklifini kabul etti. Karşılaşma günü olarak da Mısır halkının süslü
elbiseler giyerek ve takılar takarak meydanlarda, açık yerlerde
toplandıkları, şenlikli bir bayram gününü seçti. Okuyalım:
"Musa dedi ki; 'Sizinle buluşmamız süslenme günü
olsun.
Ayrıca halkın o gün kuşluk vakti toplanmasını
önerdi. Böylece karşılaşma, hem herkese açık bir alanda olacak ve hem de
günün aydınlık, güneşli bir diliminde yapılacaktı. Görülüyor ki, Hz. Musa,
Firavun un meydan okumasına aynen karşılık verdiği gibi üstelik daha cesurca
davranarak bir bayram gününün en aydınlık, en bol güneşli ve en kalabalık
olmaya elverişli bir zaman dilimini seçti. Sabah vaktini seçmedi, çünkü o
saatlerde halkın çoğu henüz evlerinden çıkmamış olurdu. Öğle vaktini
seçmedi, çünkü halkın toplanmasını ayrı sıcak engelleyebilirdi. Akşam
saatlerini de seçmedi, çünkü bu saatlerde hava kararacağı için halk toplantı
yerinde kalmaz, dağılmaya başlar, ya da dağılmasa bile olup bitecekleri iyi
göremezdi:
Böylece "iman" ile "azgınlık" arasındaki meydan
okumanın ilk perdesi burada noktalandı.
Bu noktada perde kapanıyor. Bir süre sonra tekrar
açıldığında "karşılaşma" sahnesi ile yüzyüze geleceğiz.
İMAN İLE AZGINLIĞIN
KARŞILAŞMASI
60- Bunun üzerine
Firavun dönüp gitti, hilelerini hazırladıktan sonra randevu yerine geldi.
Şimdi bu kısa ifadenin bu kadar az sözcüğe neleri
sıkıştırdığını birlikte düşünelim. Firavun, bir karşılaşmanın yapılacağını
haber vererek bu konudaki talimatını veriyor. Önde gelen yardımcıları bu
karşılaşmaya ilişkin görüşlerini açıklıyorlar. Arkasından Firavun, Hz. Musa
ile yarışacak olan seçme büyücülerine dönüyor. Onları özendiriyor,
yüreklendiriyor,kendilerine büyük ödüller vadediyor. Sonra yarışmaya ilişkin
görüşlerini ve taktiklerini anlatıyor, danışmanları da bu alandaki
düşüncelerini dile getiriyorlar. İşte size bir yığın lâf Fakat görüyorsunuz
ki, ayet-i celile bu lâf yığınını "Bunun üzerine Firavun dönüp gitti,
hilelerini hazırladıktan sonra randevu yerine geldi" şeklindeki birkaç
cümlecikle özetleyiverdi. Bu kısacık tek ayet, şu üç ardışık hareketi ifade
ediyor: Firavun'un dönüp gitmesini, hilelerini ve plânlarını hazırlamasını
ve karşılaşma alanına gelişini.
Hz. Musa, yarışma öncesinde Firavun'un büyücülerine
öğüt vermeyi uygun gördü. Onları yalancılığın ve yüce Allah'a iftira atmanın
acı sonu hakkında uyardı. Bu öğütleri ile onları doğru yola döndürmeyi ve
büyü yolu ile kendisine meydan okumaktan vazgeçirmeyi denedi. Çünkü
büyücülük, bir aldatmaca idi. Okuyoruz:
61- Musa onlara dedi
ki; "Vay gele başınıza! Allah adına yalan uydurmayınız. Yoksa sizi bir azaba
çarptırarak kökünüzü kurutur. Allah'a iftira atan gerçekten aldanmıştır."
Doğru ve samimi söz bazı kalpleri etkiler, onların
derinliklerine işler. Bu olayda da böyle olduğu görülüyor. Anlaşılan
Firavun'un bazı büyücüleri, bu samimi sözlerden etkilendiler ve yapacakları
gösteri konusunda isteksizliğe,,tereddüde kapıldılar. Fakat yarışmanın
hararetli taraftarları hemen paçaları sıvadılar, Hz. Musâ'nın işitmesinden
çekindikleri fısıltılarla, tereddütlü arkadaşları ile tartışmaya koyuldular,
onları ikna etmeye giriştiler. Okuyoruz:
62- Bunun üzerine
büyücüler aralarında gizlice fısıldaşarak durumlarım tartıştılar.
Büyücüler birbirlerini kışkırtmaya yöneldiler.
Aralarındaki hızlı Firavun yanlıları, Hz. Musa ile Hz. Harun'dan duyulan
korkuyu abartarak endişelenen arkadaşlarını psikolojik baskı altına almaya
giriştiler. Bu elebaşları "Bu iki adam, ülkemizi, yani Mısırı ele geçirmek
ve halkımızın inançlarını değiştirmek istiyorlar. Bu yüzden tereddüde ve iç
tartışmaya meydan vermeden el birliği ile bu ortak tehlikeye karşı koymamız
gerekir. Bu gün ölüm-kalım savaşının günüdür. Bu savaşı kazanan taraf,
zafere ve kesin başarıya ulaşan taraf olacaktır" türünden propagandalar
yapıyorlardı. Okuyoruz:
63- Ve dediler ki;
"Bu iki adam büyücüdür, sizleri büyüleyerek yurdunu,ulan çıkarmak, sizin
örnek dininizi ortadan kaldırmak istiyorlar."
64- "Bütün
hilelerinizi biraraya getiriniz, sonra sıra halinde buluşma yerine geliniz.
Bugün üstün gelen başarıya ermiştir."
Görülüyor ki, Hz. Musâ'nın samimi, doğru ve inanç
yüklü kısacık sözleri, eğrilik yanlılarının kampı üzerine bir bomba gibi
inerek onların saflarını darmadağın etti. Onların kendilerine ve güçlerine
olan güvenlerini sarstı, savundukları inançlardan ve düşüncelerden
kuşkulanmaya başladılar. Bu yüzden aralarındaki ayrılar yüreklendirmelére ve
karşı tarafa dönük kışkırtmalara gerek duydu. Oysa Hz. Musa ile Hz. Harun
sadece iki kişi idiler. Buna karşılık büyücüler kalabalıktı. Üstelik
arkalarında Firavun, Firavun'un krallığı, ordusu, zorbalığı ve serveti
vardı. Ama Hz. Musa ile Hz. Harun da yalnız değillerdi. Onların
beraberlerinde her şeyi işiten ve her şeyi gören Rabbleri vardı.
Gerek azgın ve zorba Firavun'un, gerekse sırtlarını
bu zorbaya dayamış olan büyücülerin tutumlarını da ancak bu faktörün ışığı
altında açıklayabiliriz. İşin en başına dönersek şu soru kafamıza takılır:
Hz. Musa ile Hz. Harun kimdirler ki bu iki garip
adam kim oluyorlar ki, önce Firavun onlara meydan okuma gereğini duyuyor,
sonra onların meydan okumalarını kabul ediyor; arkasından plânlarını ve
tuzaklarını kurup karşılaşma alanına geliyor, onca büyücüyü biraraya
getiriyor, kalabalıkları karşılaşmayı izlemek üzere meydanda topluyor;
üstelik kendisi ve önde gelen yakınları yarışmayı görmek için meydandaki
yerlerini alıyorlar. Nasıl oldu da Firavun, Hz. Musâ'nın kendisi ile
tartışmasına, ona kafa tutmasına göz yumabildi. Oysa Hz. Musa, onun amansız
baskısı altında ezilmiş, köleleştirilmiş bir toplum olan İsrailoğullarından
biri değil mi? Burada Hz. Musa ve Harun ile beraber olan ve her şeyi işitip
her şeyi gören yüce Allah'ın bu iki garip elçisine sunduğu bir heybetle, bir
ürkütücü saygınlıkla karşı karşıyayız.
Yine hünerli büyücülerin saflarım parçalanma
tehlikesi ile karşı karşıya getiren o kısa konuşmanın gücünün arkasında da
bu heybeti, bu ürkütücü saygınlığı aramak gerekir. Bu parçalanma sarsıntısı
üzerine büyücüler aralarında fısıldaşmaya, somut tehlike, çanları çalmaya,
birbirlerini kışkırtmaya; birlik, dayanışma ve direnme çağrılan yapmaya
mecbur olmuşlardır. Sonra ileriye atıldılar.
65- Büyücüler "Ey
Musa, ya sen önce hünerini göster ya da önce biz hünerimizi ortaya koyalım"
dediler.
Bu teklif, rakibe yöneltilmiş bir meydan savaşı
çağrısıdır. Bunun yanısıra iç dayanışma, centilmenlik ve cesaret kaynaklı
meydan okuma anlamlarını da taşır. Devam ediyoruz:
66- Musa "Önce siz
hünerinizi gösterin" dedi.
O sırada adamların yere attıkları ipler ve değnékler
büyülerinin etkisi ile Musa'ya yürüyorlarmış gibi göründüler.
Hz. Musa rakiplerinin meydan okumalarını kabul etti;
ilk hamleyi yapma fırsatını onlara tanıyarak son sözü söyleme hakkını
kendine bıraktı. Fakat o ne? Adamlar, görüldüğü kadarı ile müthiş bir büyü
gösterisi yaptılar. Kalabalık sürpriz bir sarsıntı ile çalkalandı, bu
sarsıntının dalgaları Hz. Musâ ya kadar ulaştı. Okuyalım:
67- Bunun üzerine
Musa'nın içine korku düştü.
İfade sözkonusu büyü gösterisinin müthişliğini ve
çarpıcılığını açığa vuruyor. Öyle ki, her şeyi işiten ve her şeyi gören yüce
Rabbi yanıbaşında olduğu halde rakiplerinin büyü gösterisi, Hz. Musa'nın
içine korku düşürüyor. Hz. Musâ'nın içine korku düşebilmesi için, kendisine
daha güçlü olduğunu bir an için unutturan müthiş bir olay meydana gelmiş
olmalıdır. Bunun üzerine yüce Allah'ın kendisine, onun yanında olduğunu ve
asıl ezici gücün kendinde olduğunu hatırlatması gerekmiştir. Okuyalım:
68- Allah ona dedi
ki; "Korkma, üstün gelecek olan sensin. "
69- "Sağ elindeki
değneğini yere atıver de onların gösterdikleri marifetleri yutuversin.
Onların hünerleri, bir büyücü hilesinden ibarettir. Büyücü hiçbir yerde
başarılı olamaz. "
Korkma, üstün olan sensin. Çünkü sen "hak"
taraftarısın, onlar ise "batıl"yanlılarıdır. Sen inancına dayanıyorsun,
onlar ise sanatlarına güveniyorlar. Sen bağlısı olduğun sistemin doğruluğunu
kanıtlamak için meydana atıldın, onların bu yarışmadan bekledikleri ise
ücret ve kazançtır. Sen en büyük güç ile ilişki kurmuşsun, onlar ise ne
kadar azgınlık ve zorbalık yapsa da günün birinde ölüp gidecek olan bir
yaratığa hizmet edïyorlar.
Sakın korkma, "sağ elindekini atıver." Hz. Musâ'nın
elindekinin önemini büyütmek için "belirtisiz" bir ifade kullanılıyor.
"Elindeki, onların gösterdikleri marifetleri yutuversin." Onların gösterisi,
usta bir büyücünün ortaya koyduğu bir büyü eylemidir. Oysa büyücü, nereye
giderse gitsin, hangi yolu tutturursa tuttursun, başarıya eremez. Çünkü o
hayal peşinde koşar ve hayal oyunu oynar. Dayanağı değişmez, kalıcı, gerçek
değildir. Onun durumu, gerçeğe dayanan, gücünü doğrudan alan "hak" yanlısı
karşısındaki bütün eğrilik (batıl) taraftarları gibidir. Eğrilik
taraftarının eğrisi, kimi zaman görkemli, parlak, havalı ve korkunç
görülebilir. Bu göz aldanmasına ancak gerçeğin (hakk'ın) hava atmayan,
küstahlığa kalkışmayan, gösterişe tenezzül etmeyen müthiş gizli gücünü fark
edemeyenler uğrayabilirler. Gerçeğin gücü hava atmaz, ama sonunda eğrinin,
batılın beynine balyoz gibi iniverir de bir de bakarsın ki, batılın defteri
dürülmüş, gerçek tarafından yutuluvermiş, yokolmuş, gözden kaybolmuştur.
Hz. Musa elindeki değneği yere atar atmaz, büyük
sürpriz meydana geldi. Ayet,bu sürprizin büyüklüğünü, büyücülerin
vicdanlarında meydana getirdiği etkinin sarsıcılığı yolu ile anlatıyor. Bu
büyücüler en ateşli bir kazanma hırsı ile bu karşılaşmaya çıkmışlardı.
Yarışmaya çıkmaya hazırlandıklarından beri sürekli biçimde birbirlerini
yüreklendirmişler, hatta birbirlerini kışkırtmışlardı. Üstelik hepsi de
sanatlarının seçkin ustalarıdır. Hatta bu yüzden Hz. Musa'nın gönlüne gizli
bir korku salmayı bile başarmışlar, bir peygamber olmasına rağmen yere
attıkları değneklerini ve sopalarını sürüngen yılanlarmış gibi görmesini
sağlamışlardır.
Ayet, büyücülerin vicdanlarında meydana gelen bu
sürpriz sarsıntıyı köklü bir duygu değişikliği ve tam bir başkalaşım olarak
ifade ediyor. Öyle ki, adamlar bu durumlarını sözlere dökemiyorlar, neye
uğradıklarını anlatacak söz bulamıyorlar.
70- Bunu üzerine
büyücüler secdeye kapanarak "Biz Musa ile Harun'un Rabbine inandık" dediler.
Bu, duyarlı sinirlere rastladığı için bütün vücudu
sarsan, elektrik düğmesine bastığı için ışığı yakarak karanlıkları dağıtan
bir dokunuştur. Bu, imanın insan kalbine akarak içindeki kâfirliği bir anda
müzminliğe dönüştürmesidir.
Fakat zorbalar bu ince sırrı nereden anlayacaklar?
Onların kalplerin nasıl değiştiklerini kavramaları hiç beklenebilir mi?
Onlar çoktan beri azgınlık ve sapıklık bataklığında debelendikleri için;
bağlılarının bir tek parmak işareti ile önlerinde eğilmelerine hep
alıştıkları için yüce Allah'ın kalplerin değiştiricisi olduğunu; yüce Allah
ile bağlantı kuran, Ondan güç alan, O'nun nuru ile aydınlanan kalbin başka
hiçbir kimsenin egemenliğini kabul etmeyeceğini çoktan unutmuşlardır.
Ayetleri okuyalım:
71- Firavun dedi ki;
"Ben size izin vermeden ona inandınız ha! O size büyücülüğü öğreten
elebaşınızdır. andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağını,u kesecek,
arkasından sizi hurma dallarına asacağım, böylece hangimizin azabı daha
ağır, daha sürekliymiş, öğreneceksiniz.
Evet, zorba Firavun, imana gelen büyücülerine ne
diyor? "Ben size izin vermeden ona inandınız ha!" Bu nasipsiz zorba bilmiyor
ki, eski büyücüleri, kalplerini ateşi ile tutuşturmuş olan bu imanı,
kendileri bile geri püskürtemezler. Çünkü "insan kalbi,rahmeti bol olan yüce
Allah'ın iki parmağı arasındadır , onu dilediği tarafa döndürüverir. Ayeti
okumaya devam ediyoruz:
"O size büyücülüğü öğreten elebaşınızdır."
Bu nasipsiz zorbaya göre büyücülerin Hz. Musâ ya
teslim olmalarının sebebi budur. Yoksa bu teslim oluşun nedeni, hiç
beklemedikleri bir kanaldan sızan iman nurunun kalplerine yürümesi, yada
rahmeti bol olan yüce Allah'ın, gözlerini örten sapıklık perdesini kaldırmış
olması değildir.
Arkasından sert tehditler yağıyor. Zorbaları ayakta
tutan tek koz olan işkence ve ceza canavarı kanlı dişlerini göstermekte
gecikmiyor. Bütün acımasız diktatörler öyledir. Kalpleri ve ruhları baskı
altına almaktan umutlarını kesince hınçlarını bedenlerden, etlerden ve
kemiklerden çıkarmaya kalkışırlar, gönüllerine boyun eğdiremedikleri
kahramanların vücudlarını işkenceler altında inletirler. Okuyoruz:
"Andolsun ki, sağlı-solu birer el ve ayağınızı
kesecek, arkasından sizi hurma dallarına asacağım!"
Arkasından acımasız kaba gücü ile çalım satıyor,
hava atıyor. Ormandaki vahşi hayvanların kullandıkları, gözünü kırpmadan
karınları deşen ve kemikleri kıran, kaba gücü ile üstünlük taslıyor.
Kanıtlarla kendini savunan insan ile pençeleri ile saldıran hayvanı
birbirinden ayırmıyor. Okuyalım:
"Böylece hangimizin azabı daha ağır, daha
sürekliymiş, öğreneceksiniz."
Fakat iş işten geçti artık. İmanın dokunuşu, küçücük
atomu görkemli kaynağına ulaştırmayı başarmıştır. Şimdi o kaynak, yani kalp,
artık güçlüdür.. Şimdi bütün yeryüzü kaynaklı güçler artık zayıftır. Şimdi
yeryüzü tutsaklığı anlamındaki hayat, son derece değersiz ve ucuzdur. Artık
bu kalplerin önüne ışıklı, parlak ufuklar açılmıştır. Artık bundan sonra ne
yeryüzüne ve orada beslenen kısa ömürlü amaçlara metelik verirler ve ne de
yeryüzü tutsaklığı anlamındaki yaşamayı aldatıcı lüksleri umursarlar.
Okuyoruz:
72- Büyücüler
dediler ki; "Biz seni, bize gelen açık delillere ve yaratıcımıza tercih
edemeyiz. Vereceğin hükmü ver. Senin hükmün ancak dünya hayatında geçerli
olabilin"
73- "Biz Rabbimize
inandık. O'ndan günahlarının affetmesini ve bize zorla yaptırdığın
büyücülüğümüzün suçunu bağışlamasını diliyoruz. Allah'ın ödülü,
herkesinkinden daha üstün ve daha kalıcıdır."
Bu kalpleri iman melteminin rüzgârı okşamış da o
yüzden böyle aslan kesilmişlerdir. Oysa aynı kalpler daha birkaç saniye
öncesine kadar Firavun'un önün eğiliyorlar, onun yakınlığını kazanmayı paha
biçilmez bir ganimet sayıyorlar, bu uğurda birbirleri ile kıyasıya
yarışıyorlardı. Fakat birkaç saniye sonra güçlü bir protesto ile karşısına
dikilmişler; onun tahtını, debdebesini, lüksünü, şöhretini ve otoritesini
hiçe saymışlardır. Okuyoruz:
"Büyücüler dediler ki, `Biz seni, bize gelen açık
delillere ve yaratıcımıza tercih edemeyiz."
Bu yaratıcımız bizim için daha değerli, daha üstün,
daha yüce, daha büyük ve daha uludur. Devam edelim:
"Hakkımızda vereceğin hükmü ver."
Dünyada bizden neyi alabileceksen o senin olsun.
Devam ediyoruz:
"Senin hükmün ancak dünya hayatında geçerli
olabilir."
Çünkü senin otoriten bu hayatın alanı ile
sınırlıdır. Bu hayatın ötesinde senin otoriten bize geçmez. Oysa dünya
hayatı ne kadar kısa ve ne kadar basittir. Senin bize çektirebileceğin
işkence, bize verebileceğin ceza yüce Allah ile ilişki kurmuş ve ölümsüz,
ebedi hayata ümit bağlamış bir kalbi korkutamayacak kadar basittir.
Okuyoruz:
"Biz Rabbimize inandık. Ondan günahlarımızı
affetmesini ve bize zorla yaptırdığın büyücülüğümüzün suçunu bağışlamasını
diliyoruz."
O büyücülük suçunu sen bize baskı altında, zorla
yaptırıyordun. Biz sana baş kaldıramıyorduk. Şimdi Rabbimize iman ettiğimiz
için, O'nun günahlarımızı bağışlayacağını umuyoruz. Çünkü;
"Allah'ın ödülü, herkesinkinden daha üstün ve daha
kalıcıdır."
Yüce Allah'ın bize vereceği pay ve O'na yakın olmak
daha hayırlı, karşılık ve ödül olarak daha kalıcıdır. Senin bizi O'nunkinden
daha ağır ve daha kalıcı bir ceza ile tehdit etmenin bizim için hiçbir önemi
yoktur.
Rabblerine iman etmiş olan bu büyücüler, ilham yolu
ile uyarılarak bu zorbaya ders vermeye, O'na tepeden bakmaya çağrılıyor.
Okuyoruz:
74- Kim Rabbine
günahkâr olarak gelirse onun için cehennem vardır. O orada ne ölür ve ne de
dirilir.
75- Kim Rabbine, iyi
ameller işlemiş bir mü'min olarak gelirse işte onlar için yüksek dereceler
vardır.
76- Altlarından
çeşitli ırmaklar akan "Adn" cennetleri yani. Onlar orada sürekli
kalacaklardır. İşte günahlardan arınmışların ödülü budur.
Firavun, mü'min büyücüleri daha ağır ve daha sürekli
bir ceza ile tehdit ediyor ya. İşte ona bir tablo: Asıl ağır ve kalıcı azaba
çarpılacak olanın günahkâr olarak Rabbinin karşısına gelen kul olduğunu
kanıtlayan bir tablodur bu. Okuyoruz:
"Kim Rabbine günahkâr olarak gelirse O'nun için
cehennem vardır. O orada ne ölür ve ne de dirilir."
Ne ölür de kurtulur ve nede canlanır da huzurlu bir
hayat yaşar. Onun için tek realite ne ölümle noktalanacak olan ne de "hayat"
ile sona erecek olan bitimsiz bir azaptır.
Bu acı tablonun karşı yüzünde yüce dereceler ve
içlerinde sürekli kalınacak cennetler vardır. Bu cennetlerin köşkleri
altından akan nehirler, ortalığa gönül okşayıcı bir serinlik yayarlar. "işte
günahlardan arınmışların ödülü budur" kötülüklerden uzak duranları, temiz
kalmayı başaranları böylesine mutlu bir son beklemektedir.
Görülüyor ki, mü'min kalpler bu acımasız zorbanın
tehditleri ile alay ettiler. Mü'mine yaraşır sözü yüzüne karşı dobra dobra
haykırdılar. Güven verici imanın aşıladığı üstünlük duygusu ile, yalın
imanın önerdiği çekingenlikle ve köklü imanın gürleştirdiği umutla bu küstah
zorbaya meydan okudular.
Bu tablo, insan kalbinin özgürlüğünü ilân eden bir
belgesi olarak insanlık tarihine geçti. İnsan kalbinin yeryüzü tutsaklığını,
yer kaynaklı otorite bağımlılığını, ödül tutkusu ile iktidar korkusunu alt
edişini insanlığın siciline yüz ağartıcı bir sayfa olarak işledi. İnsan
kalbi bu mertçe ve dobra dobra çıkışı, ancak imanın ışığı altında
gerçekleştirebilir.
Burada sahnenin perdesi iniyor. Az sonra tekrar
kalktığında bu hikâyenin başka bir sahnesi ile, yeni bir halkası ile yüzyüze
geleceğiz.
Bu yeni sahne düşünce ve inanç düzeyinde zafere
ulaşan gerçeğin ve imanın, bu üstünlüğünün arkasından, görülen pratik
hayatta da zafere ermesinin somut belgesidir. Yukardaki ayetlerde değnek
mucizesinin, büyücülük karşısında; büyücülerin kalplerini aydınlatan imanın,
göz boyayıcılık karşısında yine bu kalplerdeki imanın çıkar beklentileri,
korkutmalar, tehditler ve yıldırmalar karşısında zafere erişinin hikâyesini
okumuştuk.
Şimdi de bu yeni sahnede hak, batıl karşısında;
doğru, eğri karşısında; hidayet, sapıklık karşısında; iman, kaba güç
karşısında, bu kez, görünen pratik hayat düzeyinde zafer kazanıyor. Bu
ikinci zafer, ilk zaferle bağlantılıdır, onun uzantısıdır. Çünkü pratik
hayattaki zafer. ancak insanın iç. dünyasında gerçekleşecek zaferden sonra
kazanılabilir. "Hak" yanlıları savundukları gerçeğe vicdanlarında, iç
dünyalarında üstünlük kazandırmadıkça onu dış dünyada üstünlük tahtına
çıkaramazlar. Gerçeğin ve imanın yalın bir özü, reel bir kimliği vardır. Bu
inananların duygularında somutlaşınca yol almaya ve kendini açığa vurmaya
başlar, ve insanlar onu gerçek kimliği ile görme imkânına kavuşurlar. Buna
karşılık iman, kalpteki somutlaşmamış, bulanık bir sembol ve gerçek (hak) da
vicdandan kaynaklanmayan kuru bir slogan olarak kaldıkça, zorbalık ve batıl,
bu imanı ve bu hakkı yenilgiye uğratabilirler. Çünkü zorbalığın ve batılın,
gerçek maddi güçleri vardır; sözde kalan, içtensiz imanın ve hakkın bunlara
verecek, denk karşılığı yoktur.
Demek oluyor ki, imanın özü vicdanlarda gerçeklik
kazanmalı ve hakkın kimliği kalplerde somutlaşmalıdır. Ancak o zaman iman
ile hak, batıla üstünlük sağlayan ve zorbalığa saldırganlık cesareti veren
reel maddi güçleri alt edebilirler. İşte Hz. Musâ'nın büyücülük-ve büyücüler
karşısında, arkasından büyücülerin Firavun ile onun önde gelen kurmayları
karşısında kazandıkları parlak zaferin sırrı bu noktada gizlidir. İşte
aşağıda okuyacağımız ayetlerin gözlerimizin önünde canlandıracakları sahne
bu gerçeği bir daha kanıtlayacaktır. O sahnede göreceğiz ki, eğer hak
yeryüzünde somut bir zafer kazanmışsa bu zafer, hak yanlılarının imanlarının
dışa yansıyarak zalimlerin kaba güçlerini dize getirmeleri sayesinde elde
edilmiştir. Şimdi ayetleri okuyalım:
77- Musa'ya
"Kullarımı geceleyin yola çıkar,denize değneğini vurarak onlar iğin kuru bir
yol aç, ne yakalanmaktan kork ve ne de boğulmaktan çekin"diye vahyettik.
78- Firavun, ordusu
ile peşlerine düştü, fakat denizin suları onları korkunç bir saldırı ile
kuşatıverdi!
79- Firavun,
soydaşlarını sapıklığa sürükledi, onları doğru yola iletemedi.
Büyücülerin kişiliklerinde somutlaşan imanın,
Firavun'un kişiliğinde somutlaşan azgın, kaba güce karşı çıkmasından sonra
acaba neler oldu? Ayetler bu soruya cevap vermiyorlar. Büyücüler imanlarına
sarılarak zorbanın tehditlerini, yıldırmalarını Rabbine bağlanmış, kararlı
bir yüreklilikle karşılaşmışlar; hayat ile, nimetleri ile, insanları ile tüm
dünyayı hiçe saymışlardı. Acaba yiğitlikleri ile Firavun'un tepesini attıran
bu kahramanlara karşı,o şımarık zorba nasıl bir uygulamaya girişmişti?
Ayetler bu konuda bize bilgi vermiyorlar. Bunun yerine karşımıza, hemen
sözünü ettiğimiz ikinci sahne çıkıyor. Kalpteki zaferi dış dünyada
gerçekleşen pratik zafere bağlayan kesin zafer sahnesi ile yüzyüze
geliyoruz. Yüce Allah'ın mü'min kullarına yönelik himayesini, kayırıcılığını
somut bir yetkinlikle gözler önüne seren bir sahnenin parlak ışıkları
gözlerimizi kamaştırıyor. Bu yüzden bu sahnede Hz. Musâ'nın İsrailoğulları
ile birlikte Mısırdan çıkışı ve denizin önüne varınca kafileyi durduruşu
olayları üzerinde durulmuyor. Oysa diğer surelerde hikâyenin bu bölümü
ayrıntılı biçimde anlatılmıştı. Burada söz kısa kesilerek hemen zafer
sahnesi sunuluyor, zaferin öncesindeki gelişmelere değinilmiyor. Çünkü bu ön
gelişmeler kalplerde ve vicdanlarda gerçekleşmişti.
Bize sadece Hz. Musâ ya gelen bir vahiyden
sözediliyor. Bu vahyin içerdiği direktife göre Hz. Musâ ya, yüce Allah'ın
mü'min kulları olan İsrailoğullarını geceleyin yola çıkaracak, denizin
yanına varınca değneği ile sulara vurarak dalgalar arasında kupkuru bir yol
açacak. Bize bu kadarı açıklanıyor. Başka bir ayrıntı verilmiyor, söz kısa
kesiliyor. Biz de ayetlerin verdikleri bilgiyi olduğu gibi sunuyoruz. Bunun
yanısıra Hz. Musâ ya yüce Allah'ın himayesine güvenmesi gerektiği
hatırlatılıyor. Yüce Allah kendilerini kayıracağı için peşlerine düşen
Firavun'un ve ordusunun onları yakalayacağından korkmamaları gerektiği gibi
önlerine kuru bir yol açmış olan denizin dalgalarından da çekinmemeleri
gerekir. Çünkü kendi iradesinin yansıması olan doğal kanunlara göre suyu
akıtan yüce "kudret"in eli, istediği zaman o akar suyun dalgalarını yararak
aralarından "kupkuru" bir yol geçirmeye muktedirdir. Ayetleri okuyoruz:
"Firavun, ordusu ile peşlerine düştü, fakat denizin
suları onları korkunç bir saldırı ile kuşatıverdi.
Firavun, soydaşlarını sapıklığa sürükledi, onları
doğru yola iletemedi."
Görüldüğü gibi Firavun'un ve soydaşlarının denizin
engin sularına gömülmeleri olay kısa geçiliyor, ayrıntılı biçimde
anlatılmıyor. Böylece olayın vicdanlardaki etkisinin geniş çaplı ve korkunç
olması isteniyor, olayın geniş çapı ve dehşeti ayrıntılı açıklamalarla
sınırlandırılmıyor. Firavun, soydaşlarını nasıl hayatları boyunca sapıklığa
sürükledi ise, şimdi de yol tıkanıklığına ve denizin engin derinliklerine
sürüklüyor. Bunların her ikiside mahvedici sapıtmalar, yoldan çıkmalardır.
Bu sahnede acaba neler oldu? Bu konuyu kurcalamaya,
ayrıntılara dalmaya girişecek değiliz. Tersine bu olay özet halinde sunmanın
ardında saklı duran hikmete ayak uydurmayı tercih ediyoruz. Bizim asıl
üzerinde durmak istediğimiz nokta, bu olayın taşıdığı ibret dersidir. Biz bu
sahnenin kalplerde meydana getirdiği etkinin titreşimlerine kulak vermek
istiyoruz.
Bu olayda yüce Allah'ın güçlü eli, iman ile azgın
kaba güç asasındaki savaşın yönetimini bizzat üstlenmiştir. İman yanlılarına
bu savaşta vahyin direktifine uyarak geceleyin yola çıkmaktan başka bir
görev verilmemiştir. Çünkü iki tarafın güçleri, somut ölçüler ile denk olmak
şöyle dursun, birbirlerine yalan bile değildi. Hz. Musa ve soydaşları her
türlü maddi güçten yoksun zavallılar iken, Firavun ile ordusu maddi gücün
bütün silahları ile donanmıştı. Bu yüzden iman cephesinin, somut bir meydan
savaşına girmesi mümkün değildi. Öyle olunca yüce Allah'ın güçlü eli savaşın
yönetimini üzerine aldı.
Fakat bu ilahi müdahalenin öncesinde imanın özü, hak
yanlılarının kalplerinde olgunluk düzeyine erdi, zorbalık karşısındaki bu
biricik güç kaynakları gerçek kimliğine kavuştu. Tüm açık sözlülüğü ile
azgın kaba güç karşısına dikildi. Korku duvarını aştığı gibi maddi çıkar
beklentilerini de elinin tersi ile bir yana atmasını bildi. Ne tehditlere
pabuç bıraktı ve ne de ödül umutlarına bel bağladı. Bilindiği gibi azgın
zorba "Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağınızı kesecek, arkasından da
sizi hurma dallarına asacağım" diye küfredince iman cephesinden şu kesin
cevabı aldı; "Vereceğin hükmü ver; senin hükmün ancak dünya hayatında
geçerli olabilir."
İşte iman ile azgın kaba kuvvet arasındaki savaş,
mü'minlerin kalplerinde bu kararlı aşamaya erince yüce Allah'ın güçlü eli
hak yanlılarının en ufak bir çabasını işe karıştırmaksızın hak sancağını
tutup doruğa dikti ve batılın bayrağını ayaklar altına serdi.
Ders alınması gereken bir başka incelik de şudur:
İsrailoğullarının, Firavun'un baskılarına onursuzca
boyun eğdikleri, bu acımasız zorbanın erkek çocuklarını öldürüp kızlarını ve
kadınlarını ersiz bırakma girişimlerine sessizce katlandıkları dönemlerde
yüce Allah'ın aynı güçlü eli, bu savaşa doğrudan el koymayı uygun görmedi.
Çünkü İsrailoğulları, sadece onurlarını yitirdikleri için, haysiyetlerini
ayaklar altında çiğnettikleri için, korktukları için bu ağır faturayı
ödüyorlardı. Ama sonra iş değişti. Hz. Musâ ya inananların imanları
kalplerindeki gelişim aşamasını tamamlayarak dışarıya taşmaya başladı.
Firavun'un işkencelerine göğüs germeyi göze aldılar. Artık başları dikti.
Kıvırmadan, çekinmeden ve uğratılacakları ağır işkenceleri umursamadan
inançlarının gereği olan sözleri, Firavun'un yüzüne karşı erkekçe
haykırdılar. İşte o zaman yüce Allah'ın gücü, savaşa doğrudan doğruya el
koyarak daha önce ruhlarda ve kalplerde gerçekleşen zaferi bu defa pratik
dünyada da ilân etmekte gecikmedi.
İşte okuduğumuz ayetler bu ibret dersini ön plâna
çıkararak dikkatlerimize sunuyorlar. Dikkatlerimiz dağılmasın diye özetle
anlatım yöntemi seçiliyor, ayrıntılara dalıp meselenin özünü gözden
kaçırmayalım diye sahneler ardarda gözlerimizin önünde canlandırılıyor. amaç
dava adamlarının bu olaylardan gereğince ders almalarıdır. Kendilerinin her
türlü maddi savaş aracından yoksun oldukları, dönemlerde yüce Allah'ın
desteğini bekleyebilmek için hangi şartları yerine getirmeleri gerekeceğini
iyi anlamalarıdır.
HZ. MUSA VE KAVMİNİN
KURTULUŞU
Bu zafer ve kurtuluş havası içinde kurtulanlara
seslenilerek öğüt ve uyarı yöneltiliyor. Acı geçmişlerini unutmamaları,
şımarmamaları, kazandıkları savaştaki tek silahları olan imanlarını
yitirmemeleri, böylece zaferlerini ve başarılarını güvenceye bağlamaları
gerektiği kendilerine hatırlatılıyor. Okuyalım
80- Ey
İsrailoğulları, sizi düşmanınızdan kurtardık. Size Tur'un sağ yanında
Tevrat'ı indirmeyi vadettik. Size gökten kudret helvası ile bıldırcın
indirdik.
81- Size sunduğumuz
temiz rızıklardan yiyiniz. Yiyeceklere ili,kin sınırlarımı,u çiğnemeyiniz.
Yoksa gazabıma çarpılırsınız. Kim gazabıma çarpılırsa mahvolur.
82- Kuşku yok ki,
ben tövbe edip iman edenlere iyi ameller işleyip doğru yoldan ayrılmayanlara
karşı affediciyim.
İsrailoğulları tehlikeli bölgeyi aşmışlar, kurtulmuş
olarak "Tur dağı" bölgesine varmışlar, Firavun ile askerlerini boğulmuş
olarak arkada bırakmışlardı. Düşmanlarından kurtuluşları henüz taze bir
olaydı, onu deminki gibi hatırlıyorlardı, henüz üzerinden fazla bir zaman
geçmiş değildi. O halde bu olay burada sıcağı sıcağına gündeme getirmenin
amacı onu tarihin arşivine geçirmek, bu arada yüce Allah'ın kendilerine
yönelik somut nimetlerini hatırlatarak onlara bu nimetleri bilmeye ve şükür
ile karşılamaya yöneltmektir.
Burada Tur dağının sağ yanındaki buluşma kararına,
olmuş-bitmiş bir gelişme olarak işaret ediliyor. Gerçekten İsrailoğullarının
Mısır'dan çıkışlarından kırk gün sonra Tur dağına gelmesi emredilmişti.
Burada bir hazırlık döneminden sonra yüce Allah ile buluşarak kendisine
kutsal "Levhalar"da yeralan İsrailoğulları halkı için düzenlenen hukuk
ilkeleri vahyedilecekti. Çünkü Allah bu halk için Mısır'dan göç ederek
geldiği "Kutsal Topraklar"da yerine getireceği önemli bir görev
belirlemişti.
Yüce Allah, İsrailoğullarına çöldeki yolculukları
sırasında gökten "kudret helvası" ve "bıldırcın eti" indirmişti. "Kudret
helvası" bir tür ağacın yapraklarında biriken tatlı bir maddedir.
"Bıldırcın" ise eti yenen bir kuş türüdür. Yüce Allah onlara bu kolay elde
edebildikleri, kolay sindirimli yiyecekleri çöl ortasında sunuyordu. Kupkuru
çölde gerçekleşen bu nimet bağışı, yüce Allah'ın onlara yönelik gözetiminin
somut bir göstergesiydi. Bu gözetim onların gündelik yiyeceklerini bile
sağlamayı üstleniyor, yemeklerini en kısa yoldan önlerine getiriyordu.
Yüce Allah kendilerine bağışlanan temiz yiyecekleri
yesinler ve yiyecekler konusunda azıtmasınlar diye İsrailoğullarına bu
nimetlerini hatırlatıyor. Oburluktan, mide düşkünlüğünden, uğrunda Mısır'dan
göç ettikleri görevlerini gözardı etmelerinden, yüce Allah'ın kendilerini
omuzlamak üzere hazırladığı yükümlülüğü yüzüstü bırakmalarından onları
sakındırıyor. Bu uyarıyı yaparken yiyecekler konusundaki ölçüsüzlüğü "azma,
azıtma" sözcükleri ile ifade ediyor. Böylece daha etkili bir sakındırma
üslubu kullanmış oluyor. Çünkü "azıtma"y ve "azgınlığı" onlar herkesten iyi
tanırlar. Ondan ayrılalı henüz çok olmadı. Onun kendilerine nasıl dayanılmaz
acılar tattırdığını iyi biliyorlar, üstelik onun acı sonunu da kendi gözleri
ile gördüler. İşte bu canlı hatıralar beyinde tazelensin diye kendilerine
şöyle buyuruluyor:
"Yiyeceklere ilişkin sınırlarımızı çiğnemeyiniz.
Yoksa gazabıma çarpılırsınız. Kim gazabıma çarpılırsa mahvolur."
Nitekim Firavun kısa bir süre önce mahvoldu, toz
oldu. Hem tahtından oldu, hem de engin suların dibini boyladı. "Toz olmak,
dibe inmek" burada "azıtma"y, "büyüklenme"yi ters yönde karşılayan bir
konumdur. Kuran'ın çarpıcı bir simetrik üslubu ile karşı karşıyayız.
Bu bir uyarı ve sakındırmadır. Yüce Allah bu uyarıyı
uğrunda yurtlarından göç ettikleri görevi omuzlamak üzere çöllere düşen bir
topluma yöneltiyor. Onları dünya nimetlerine kapılarak şımarmamaya, baştan
çıkıp gevşememeye çağırıyor. Bu uyarı ve sakındırmanın yanıbaşında günah
işleyip de arkasından pişman olanların önüne tövbe kapısı açılıyor.
Okuyalım:
"Kuşku yok ki, ben tövbe edip iman edenlere, iyi
ameller işleyip doğru yoldan ayrılmayanlara karşı affediciyim."
Yalnız tövbe sadece ağızdan çıkan, kuru bir
"söz"değildir, o kalpten kaynaklanan bir kararlılıktır. Onun özü imanda ve
iyi amellerde gerçeklik kazanır. Belirtisi de gündelik hayatın somut
davranışlarında açığa çıkar. Eğer kötülükten vazgeçme eylemi gerçekleşir,
sahiden iman edilir ve bu kararlılık davranışlarla doğrulanırsa, o zaman
insan imanın rehberliği ve iyi amellerin güvencesi altında doğru yola
koyulmuş olur. Buna göre doğru yolda olmak, eyleme yönelik niyetin ve pratik
uygulamanın sonucu ve meyvasıdır.
Zafer sahnesi ile bu sahneye ilişkin değerlendirme
burada sona eriyor. Bu yüzden sahnenin perdesi iniyor. Bu perde az sonra
tekrar açılınca Tur dağının sağ yanında gerçekleşen ikinci "söyleşi" sahnesi
ile karşı karşıya geleceğiz.
Yüce Allah, Tur Dağı'nda Hz. Musa -selâm üzerine
olsun- ile tekrar buluşmanın zamanını belirlemişti. Kırk günlük bir süreden
sonra buluşacaklardı. Hz. Musa bu buluşmada yükümlülükleri, yenilgiden sonra
gelen zaferin yükümlülüklerini alacaktı. Hiç şüphesiz zaferin kendisine has
sorunları, inanç sisteminin kendisine özgü yükümlülükleri vardır. Bu nedenle
sözkonusu yükümlülüklerin altına girebilmek için maddi ve manevi bir
hazırlık yapılması gerekiyordu.
Bu anlaşma gereği olarak Hz. Musa Tur dağına
çıkarken milletini bu dağın eteklerinde bırakmış ve Hz. Harun'u kendi yerine
vekil olarak bırakmıştı. Hz. Musa Rabb'ine niyazda bulunmanın ve O'nun
huzurunda durmanın heyecanı ve arzusu ile dolu bulunuyordu. Daha önce bu aşk
ve heyecanın zevkini tatmıştı. Bu anı dört gözle beklemeye ve onu iple
çekmeye başlamıştı. Bu aşk ve özlemle Rabb'inin huzuruna gelip durmuştu.
Yokluğunda neler olduğunu, milletinin kendisinden sonra neler yaptığını
bilmiyordu. Sadece onları Tur dağının eteklerinde bıraktığını biliyordu.
İşte burada Rabb'i, Hz. Musa'dan sonra meydana gelen
olaylardan kendisini haberdar ediyor. Şimdi bu sahneyi seyredelim ve
karşılıklı konuşmalara kulak
83- Ey Musa,
soydaşlarının önünden koşup gelmenin sebebi nedir?
84- Musa, `Ya
Rabb'i, işte onlar da arkamdan geliyorlar. Ben önlerinden koşarak sana
geldim ki, hoşnutluğunu kazanayım" dedi.
85- Allah dedi ki
"Biz senin arkandan soydaşlarını sınavdan geçirdik ve Samiri onları yoldan
çıkardı.
Hz. Musa böylece hayal kırıklığına uğradı. Çünkü o
yüce Rabb'i ile buluşmak ve ondan İsrailoğullarının uyacağı yeni bir hayat
sisteminin direktiflerini almak için tam kırk gün, hem maddi, hem de manevi
bir hazırlık yaptıktan sonra bir an önce Rabb'ine ulaşmak istiyordu. Hz.
Musa onları zillet ve kölelik hayatından kurtarmıştı. Çünkü, Hz. Musa
İsrailoğullarından mesaj sahibi bir ümmet, yükümlülükleri bulunan bir cemaat
oluşturmayı ümit ediyordu.
Ne var ki, putperest Firavunluk sistemi altındaki
uzun süren zillet ve kölelik hayatı, İsrailoğullarının ruhlarına sinmişti.
Onların karakterlerini bozmuştu. Yükümlülük üstlenebilme, zorluklara
katlanabilme, anlaşmaya bağlı kalabilme ve her şeye rağmen sözünde durma
gibi özelliklerini zayıflatmıştı. Onların iç dünyalarında ve psikolojik
yapılarında bir boşluk, her şeye boyun eğmeye ve her işi isteyerek taklid
etmeye uygun kozmopolitlik oluşmuştu. İşte bu nedenle Hz. Musa onların
idarelerini Hz. Harun'a devredip kısa bir süre uzaklaşır uzaklaşmaz hemen
inançları sarsılmış ve ilk sınavda yıkılıp yok-olmuşlardı. Onların normal
psikolojik durumlara dönebilmeleri için ardarda sınavlardan ve yer yer
tekrarlanan zorluk çemberinden geçmeleri gerekiyordu. İsrailoğullarının
birinci sınavı, Samiri'nin yapmış olduğu "Altın Buzağı" sınavı idi:
"Allah dedi ki: "Biz senin arkandan soydaşlarını
sınavdan geçirdik ve Samiri onları yoldan çıkardı."
Rabb'i ile buluşup, ondan vahiylerin yazılı olduğu
levhaları alıncaya kadar Hz. Musa'nın bu sınavdan haberi yoktu. Hz. Musa'nın
Rabb'inden aldığı bu levhalarda `Doğru yol" gösteriliyor, İsrailoğullarını
talip oldukları bu önemli görevi üstlenebilecek bir düzeye yükselten hukuki
ilkeler açıklanıyordu.
Sözün gelişi Tur dağındaki dua ve niyaz sahnesini
"Buzağı" tablosuyla sona erdiriyor. Ve hemen, bu sınama olayından henüz
haberi olan, içi üzüntü ve öfkeyle dolu olarak hızla geri dönen Hz. Musa'nın
-selâm üzerine olsun- bu olay karşısında gösterdiği tepkiyi tasvir etmeye
geçiyor. Halbuki yüce Allah Hz. Musa aracılığı ile onları, putperest bir
sistemin altında yaşadıkları zillet ve kölelikten kurtarmıştı. Onlara, gayet
kolay bir şekilde rızıklarını göndermiş ve çölde onları şefkatli bir koruma
altına almıştı. Az önce de kendilerine vermiş olduğu bu nimetleri
hatırlatmıştı. Onları sapıklıktan ve doğuracağı sonuçlardan sakındırmıştı.
Fakat onlar şimdi, putperestliği hortlatan "Buzağıya tapmaya çağıran" ilk
adama uyuyorlar!
Burada Hz. Musa'nın kendi milletine dönüşü ön plana
çıkarıldığı için yüce Allah'ın bu sınavın detaylarına ilişkin Hz. Musa'ya
verdiği bilgilere değinilmiyor. Fakat sözün gelişinden bu detaylara ilişkin
ipuçları anlaşılıyor. Çünkü Hz. Musa üzüntülü ve öfkeli bir halde dönüyor.
Milletini azarlıyor, kardeşine kızıyordu. Zira kardeşi Harun'un milletin
işlemiş olduğu bu işin çirkinliğini daha önce kavramış olması gerekirdi.
86- Bunun üzerine
Musa soydaşlarının yanına öfkeli ve üzgün olarak döndü. Onlara dedi ki:
"Rabb'iniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Sizden ayrılalı çok uzun bir
zaman mı geçti, yoksa Allah'ın gazabına çarpılmak istediniz de mi bana
verdiğiniz sözden caydınız?
87- Soydaşları
dediler ki; ' `Biz sana verdiğimiz sözden kendi başımıza caymadık. Fakat
yanımızda Mısırlılar'a ait birkaç insan yükü süs eşyası getirmiştik. Bu
yükleri ateşe attık. Samiri de yanındaki süs eşyalarını ateşe atmıştı.
88- Samiri, o erimiş
altınlardan böğüren bir buzağı heykelini yontarak İsrailoğullarının önlerine
dikti. Onlar da birbirlerine "İşte sizin ve Musa'nın ilahı budur, fakat Musa
onu unuttu " dediler.
89- Oysa onlar, o
buzağı heykellerinin kendilerine cevap vermediğini, ne zarar ve ne de fayda
dokunduramadığını görmüyorlar mı?
90- Üstelik Harun
daha önce onlara "Ey soydaşlarım, bu altın heykel aracılığı ile siz sınav
geçiriyorsunuz. Aslında sizin Rabb'iniz rahmeti bol olan Allah'dır. Bana
uyunuz ve dediğimi yapınız" demişti.
91- Onlar Harun'a
"Musa bize dönünceye kadar bu buzağı heykeline tapmayı sürdüreceğiz"
dediler.
İşte asıl sınav budur. Ayetlerin akışı, bu sınavı
Hz. Musa'nın milleti ile karşılaşması sırasında açıklamaktadır. Hz. Musa'nın
Tur dağındaki buluşması sebebiyle bu konuya değinilmemiş ve detaylarıyla
birlikte muhafaza edilmişti ki, Hz. Musa'nın bizzat içinde bulunduğu bir
sorgulama sahnesinde açıklansın.
Şimdi Hz. Musa geri döndü. Çünkü, milletinin
altından yapılan ve böğürebilen bir "Buzağı"ya nasıl taptığını görebilsin!
Onların "Bu sizin de Musa'nın da ilahıdır. Musa onu unutmuş, Rabb'ini dağ
başında aramaya çıkmıştır. Halbuki Rabbi işte burada duruyor" dediklerini
işitsin.
Üzüntülü fakat azarlayıcı bir üslupla milletine
sorular yöneltmeye başladı: "Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı?
Allah onlara zaferi göstermiş ve Tevhid'in gölgesinde Kutsal toprağa
gireceklerine ilişkin söz vermişti. Verilen bu sözün üzerinden uzun bir
zaman da geçmemişti. Hz. Musa hayretlerini açığa vurarak onları azarlıyor:
"Sizden ayrılalı çok uzun bir zaman mı geçti, yoksa Allah'ın gazabına
çarpılmak istediniz de mi." Sizin bu yaptığınız iş, Allah'ın gazabına
uğramak isteyenlerin yapabileceği bir eylemdir. Sanki siz bunu bile bile ve
kasıtlı olarak istediniz de bunun için mi bana verdiğiniz sözden caydınız?
Hani ben giderken anlaşmıştık. Bana verdiğiniz sözden dönmeyecektiniz. Emrim
olmadan inanç sisteminizi ve yaşam tarzınızı değiştirmeyecektiniz!
İsrailoğulları bu sırada hayret edilecek mazeretler
ileri sürüyorlar. Bu mazeretlerinden uzun süren kölelik hayatının,
psikolojik varyasyonların ve akli yöndeki aptallığın izlerini okumak
mümkündür: Soydaşları dediler ki: Biz sana verdiğimiz sözden kendi başımıza
caymadık. Çünkü bu mesele gücümüzü aşıyordu: Fakat yanımızda Mısırlılar'a
ait birkaç insan yükü süs eşyası getirmiştik. Onlar göç ederken, kendi
karılarının yanında emanet bulunan Mısırlı kadınlara ait yığınlarca süs
eşyası getirmişlerdi. Karıları bunları da beraber alıp gelmişlerdi. İşte
İsrailoğulları, bu yüklerle ifade edilen süs eşyasına işaret ediyor ve
diyorlar ki: Biz süs eşyaları haram oldukları için onlardan kurtulmak
amacıyla onları attık. Samiri onları aldı ve onlardan bir buzağı yaptı.
Samiri, "Samerra"lı bir adamdı. Kendileriyle birlikte yolculuk ediyordu. Ya
da İsrailoğullarından biriydi. Bu takma isimle tanınıyordu. Buzağının içinde
birtakım dilekler yapmıştı. Rüzgâr içine girdiğinde buzağının böğürmesine
benzeyen sesler çıkarıyordu. Bu buzağıda ne can vardı ne de ruh vardı. O
sadece bir cesetti -ceset kavramı, içinde hayat bulunmayan bedenler için
kullanılır.- Onlar altından yapılmış, böğüren bir buzağı görür görmez,
kendilerini zillet yurdundan kurtaran Rabb'lerini unuttular. Altından
yapılan buzağıya tapmaya başladılar. Aşağılık bir düşünce ve pörsümüş bir
ruhla dediler ki: İşte sizin ve Musa'nın ilahı budur." İlahı burada
yanımızda olmasına rağmen Musa gitmiş onu dağ başında arıyor. Musà, Rabb'ine
giden yolu şaşırdı ve nereden ona ulaşacağını unuttu.
Onlar bu sözle aptallık ve iğrençliğin da ötesine
geçerek yüce Allah'ın gözetimi ve denetimi altında, onun yönlendirmesi ve
yol göstermesi ile kendilerini kurtaran, peygamberlerini töhmet altında
bırakıyorlardı. Onu, Rabbi ile ilişkisi olmamakla ve ona nasıl varacağını
bilmemekle suçlamış oluyordu. Yani ne Hz. Musa doğru yolu bulabilmiş, ne de
Rabbi ona yol göstermiş oluyordu!
Halbuki bu konuda aldatıldıkları apaçık ortadaydı:
"Oysa onlar, o buzağı heykelinin kendilerine cevap vermediğini, ne zarar ve
ne de fayda dokunduramadığını görmüyorlar mı?
Yani tapındıkları bu buzağı, onların sözlerini
işiten ve normal buzağıların çağırıldıklarında karşılık verdikleri gibi
sözlerine karşılık veren canlı bir buzağı da değildi. Bu nedenle hayvanların
düzeyinden daha alçak bir derecede bulunuyordu. Doğal olarak da en basit
şekliyle dahi onlara ne bir fayda ne de bir zarar verebilirdi. Ne
boynuzlayabilir, ne yarışabilir, ne de değirmen veya su dolabı
çevirebilirdi?
Bütün bunlardan ayrı olarak Hz. Harun onlara öğüt
vermişti. Hz. Harun da onların peygamberiydi. Kendilerini o zor şartlardan
kurtaran peygamberin vekiliydi. Bunun bir sınav olduğunu onlara
hatırlatmıştı. "Ey soydaşlarım, bu altın heykel aracılığı ile siz sınav
geçiriyorsunuz. Aslında sizin Rabb'iniz rahmeti bol olan Allah'dır. Hz.
Harun onların, Hz. Musa'ya verdikleri sözün gereği olarak kendisine
uymalarını, Hz. Musa'nın Rabb'i ile buluşmasını tamamladıktan sonra geri
döneceğini bildirmişti. Fakat onlar Hz. Harun'un sözünü dinleyeceklerine
döneklik yaptılar, onun öğüdünden ve O'na itaat edeceklerine ilişkin
peygamberlerine verdikleri sözden caydılar. "Musa bize dönünceye kadar bu
buzağı heykeline tapmayı sürdüreceğiz" dediler.
Hz. Musa üzüntülü ve öfkeli bir halde milletine
döndü. Onların mazeretlerini dinledi. Böylece onların psikolojik yönden ne
denli çöküntü içinde ve düşünce yönünden de ne kadar düzeysiz olduğunu
gördü. Öfkenin şiddeti ile kardeşine döndü. Ve bu kızgınlık ve heyecanla
kardeşinin saçından ve sakalından tuttu.
92- Musa dönünce
dedi ki: "Ey Harun, onların sapıttıklarını gördüğünde seni engelleyen ne
oldu?
93- Niye beni
izleyerek onlara karşı koymadın? Yoksa emrime karşı mı geldin?
İsrailoğullarının buzağıya tapmalarına engel
olmadığı, ona ibadet edilmesini ortadan kaldırmadığını ve kendisinin
ardından yanlış bir şeyin ortaya çıkıp yaygınlaşmasına müsaade etmemesi
hususunda, Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- emrine uymadığı için onu
azarlıyor. Emrine bağlılık gösterip onu uygulamadığı için onu paylıyor.
"Bunu, gerçekten emrime karşı geldiğin için mi yaptın?" diye soruyor.
Kanun akışı içinde Hz. Harun'un tutumu beliriyor.
Şimdi o abisini bu durumdan haberdar ediyor. Onun öfkesini dindirmeye
çalışıyor.
Bu amaçla onun içindeki merhamet duygusunu harekete
geçirmeye gayret ediyor.
94- Harun Musa`ya
"Ey anamın oğlu, saçımı-sakalımı çekme, ben `İsrailoğullarını birbirlerine
düşürdün, sözümü tutmadın' diyeceksin diye korktum " dedi.
Böylece Hz. Harun'un, Hz. Musa'dan daha yumuşak
huylu ve duygularına ondan daha fazla hakim olduğunu görüyoruz. O bu sırada
Hz. Musa'nın vicdanında hassas bir noktaya parmak basmaya çalışıyor.
Merhamet damarından ona yaklaşıyor. Bu gerçekten hassas bir konudur. Daha
sonra bu konudaki görünüşü ona açıklıyor. Kendisine göre abisinin emrine
itaatin ne anlama geldiğini izah ediyor, olayın üzerine sert bir yöntemle
gittiği taktirde bununla İsrailoğullarının ikiye ayrılmasından, bir kesimin
buzağıdan, bir kesiminin ise kendisinin öğüdünden yana çıkarak, ikiye
bölünmesinden endişe ettiğini dile getiriyor. Halbuki abisi onu,
İsrailoğullarını kollaması ve herhangi bir olayın meydana gelmemesi için
görevlendirmişti. Demek ki, Hz. Harun'un bu tutumu da başka bir açıdan
kendisine verilen emre itaati ifade etmektedir.
Bu sırada Hz. Musa öfkesini ve tepkisini bu tuzağın
asıl sahibi olan Samiri'ye yöneltiyor. İlk etapta ona yönelmeyip, onu
sorumlu tutmamasının sebebi şudur: Çünkü bu olayda birinci derecede de
sorumlu olan kendi milletiydi. Yapılan menfi propagandaya uymamaları
gerekirdi. Sonra ikinci derecede sorumlu olan Hz. Harun'du. Milleti böyle
bir işe kalkıştığında engel olmalıydı. Zira O, onların lideri ve işlerinden
sorumlu olan kişiydi. Samiri'ye gelince, onun suçu daha sonra gelirdi. Zira,
onları zorla bu işe sürüklememiş ve onların akıllarını durdurmamıştı. Onları
sadece aldatmak istemişti. Onlar da hemen aldanmışlardı. Halbuki onlar
peygamberlerinin yolunda diretebilir, vekilinin öğüdüne kulak
verebilirlerdi. Öyleyse birinci derecede sorumlu olan kendileriydi. :kinci
derecede onların idarecisi sorumluydu. Tuzak ve aldatma sahibi ise ancak
üçüncü derecede sorumlu olabilirdi. Ve Hz. Musa, Samiri'ye yöneldi:
95- Bunun üzerine
Musa "Ey Samiri, peki senin amacın neydi?" dedi.
Senin durumun ve maksadın neydi, anlat bakalım. Bu
ifade biçimi yapılan eylemin büyüklüğünü ve dehşetini ortaya koymaktadır.
96- Samiri dedi ki; "Ben onların görmediklerini
gördüm. Bana gelen ilahi elçinin ayak izlerinden avucumu doldurarak onu
èrimiş altın külçesinin bulunduğu potaya attım. Böyle yapmamın iyi olacağı
içime doğdu.
Samiri'nin bu sözü ile ilgili pek çok rivayetler
var. Samiri'nin gördüğü şey neydi? Ayak izlerinden bir avuç alarak potaya
attığı bu elçi kimdi? Bu olayın Samiri'nin yaptığı altın buzağı ile ilgisi
neydi? Bu bir avuçluk izin buzağı da meydana getirdiği etki neydi?
Bu rivayetlerin en yaygın olanı şudur: "Samiri Hz.
Cebrail'i -selâm üzerine olsun- yere indiği şekli ile görmüş, onun ayağının
altından veya atının ayak bastığı yerden bir avuç toprak almış ve bunu altın
buzağının üzerine atmıştır. O da bundan ötürü böğürebilecek olmuştur.
Veyahut bu bir avuç toprak o altın külçesini böğürebilecek bir buzağıya
dönüştürmüştür!
Burada Kur'an-ı Kerim olayın gerçekte nasıl meydana
geldiğini anlatmıyor. Sadece Samiri'nin sözünü aktarıyor. Biz Kur'anın olayı
bu şekilde verişini Samiri'nin, meydana gelen olayın sorumluluğundan
kurtulmak amacıyla bir mazeret olarak ileri sürdüğü şeklinde değerlendirmeyi
doğru buluyoruz. Yani Samiri İsrailoğullarının beraberinde getirdikleri
Mısırlılar'a ait süs eşyalarını toplamış ve bunlardan bir altın buzağı
yapmıştı. Ve bunu, rüzgâr estiğinde buzağının böğürmesini andıran bir ses
çıkaracak şekilde yapmıştı. Sonra bu elçi hikâyesini ileri sürerek kendini
temize çıkarmaya çalışmıştı. Kurnaz davranarak bu işin sorumluluğunu,
elçinin izine yüklemek istemişti.
Hangi açıdan bakarsak bakalım sonuç değişmeyecektir.
Neticede Hz. Musa Samiri'yi İsrailoğulları topluluğundan kovduğunu açıklamış
ve kararın hayatı boyunca değişmeyeceğini ilan etmiştir. Bundan ötesini ise
Allah'a havale etmiştir. Kendi eliyle yapmış olduğu ilahı konusunda ise ona
şiddetle karşı çıkmıştır. Böylece onun yaptığı heykelin ilahlık niteliği
taşımadığını, yapıcısı olan Samiri'yi bile koruyamadığını hatta kendi
kendisini bile savunamadığını somut bir şekilde milletine göstermek
istemişti:
97- Musa ona dedi
ki: "Çekil karşımdan " Sen hayatı boyunca insanlara `Bana değmeyin' demeye
mahkûm oldun. Ayrıca asla yakanı kurtaramayacağın başka bir cezan daha
vardır. Şimdi tapmaya devam ettiğin ilahının başına neler geleceğini gör.
Onu ateşte eriteceğiz, sonra da parçalarını denize atacağız.
Artık gözüme gözükme! Kovuldun sen! Bundan böyle
kimse sana ne iyilik yapacak ne de kötülük! Sen de öyle. -Hz. Musa'nın
dinindeki cezalardan biri buydu. Toplumun boykotu ve insanın kovulmuşluğunu
ilan ederek hiç kimsenin ona yaklaşmamasını, onun da kimseye yanaşmamasını
söyleme cezası.- Diğer ceza ise Allah katındaki azab ve ceza idi. Öfkeyle ve
içerlenerek altın buzağının devrilmesini, yakılmasını ve eritilip suya
atılmasını emrediyor. Öfke Hz. Musa'nın en belirgin özelliklerinden biriydi.
Zaten, yalnız burada Allah için, Allah'ın dini için öfkelenmişti O. Ki bu
tür durumlarda öfke güzeldir. Sert tepki gösterilmesi hoş bir tavırdır.
Yakılan ve suya atılan sahte ilah sahnesinden sonra
Hz. Musa gerçek inanç sistemini bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.
98- Aslında sizin
ilahınız, kendisinden başka ilah olmayan Allah'dır. O'nun bilgisi her şeyi
kapsamı içine almıştır.
Bu açıklama ile surede yeralan Hz. Musa kıssasının
bu bölümü sona eriyor. Bu kıssada yüce Allah'ın kendisine kulluk yapan ve
dinini hayata egemen kılmaya çalışan davetçileri nasıl koruduğu, onlara
nasıl şefkatle davrandığı ortaya çıkıyor. Sınavdan geçirilip yanlış yola
girdikleri zaman bile... Bunun dışında kıssanın diğer bölümleri burada
verilmiyor. Çünkü bundan sonra İsrailoğulları işledikleri günahlar,
yaptıkları bozgunculuk ve azgınlık yüzünden cezaya çarptırıldılar. Surenin
bütününe ise Allah'ın seçkin kullarının korunduğu ve merhametle muamele
edildiği hava hakimdir. Dolayısıyla kıssanın bu tatlı ve şefkat dolu
havasını bozabilecek, diğer sahnelerin burada sunulması uygun düşmez.
Bu süre Kur'an'dan söz ederek başlamıştı. Bu
Kur'anın Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- sıkıntıya düşürmek
amacıyla gönderilmediği belirtilmişti. Kur'an'dan böylece söz edildikten
sonra Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kıssasına geçilmişti. Bu kıssada
yüce Allah'ın Hz. Musa'yı kardeşini ve milletini nasıl koruyup gözettiği
ortaya konmuştu.
Şimdi ise ayetlerin akışı Hz. Musa kıssasından
tekrar Kur'ana, Kur'anın asıl fonksiyonuna ve O'ndan yüz çevirenlerin
sonlarına açıklık getirmeye geçiyor. Bu kıyamet sahnesinden onların acıklı
sonları, canlı bir şekilde sunuluyor. Bu sahnede dünya hayatının günleri
gerçekten basitleşiyor. Yeryüzü bütün dağ!arından, taşlarından soyutlanıyor
ve dümdüz hale geliyor. Bütün sesler Rahman'a boyun eğiyor. Bütün yüzler,
güç ve hayat sahibi Allah'a yöneliyor. Ki belki bu sahne ve Kur'an'daki
tehditler insanın iç alemindeki takva duygusunu harekete geçirir. Ona
Allah'ı hatırlatır ve O'na bağlanmasını sağlar...
Bu bölüm... Hz. Peygamberin kendisine gönderilen
Kur'andan duyduğu endişe açısından -içinin- rahatlatılmasıyla sona eriyor.
Unutma korkusuyla Kur'anı hemen tekrar etme gayretinin gereksiz olduğu,
bununla kendisini üzmemesi gerektiği, yüce Allah'ın bu konuda işini
kolaylaştıracağı ve Kur'anı koruyacağı belirtiliyor. Rabb'inden ilmini
artırmasını dilemenin yeterli olacağı bildiriliyor.
Hz. Peygamberin kendisine gelen vahyin okunması sona
ermeden, unutma korkusuyla hemen onu tekrar etmeğe özen göstermesi ile
ilgili olarak, Hz. Adem'in yüce Allah'a vermiş olduğu sözü unutması, dile
getiriliyor. Bu olay, Hz. Adem ile iblis arasında düşmanlığın ilan edilmesi
ve Hz. Adem'in neslinden olup Allah'a verilmiş bu söze bağlılık gösterenler
ile ondan yüz çevirenlerin akıbetlerinin açıklanması ile sona eriyor.
Onların bu sonları bir kıyamet sahnesinde sergileniyor. Sanki bu ruhlar
aleminde başlamış olan yolculuğun son noktasıdır. Yani yolculuk burada
başlamış. Tekrar dönüp dolaşıp aynı yere gelinmiştir.
Bu süre ilahi mesajı inkâr edenlerin
yalanlamalarından, yüz çevirenlerin yüz çevirişlerinden ötürü peygamberin
canını sıkmamasını tavsiye eden öğütlerle sona eriyor. Peygamber onların bu
tavırları yüzünden canını sıkmamalı, kendi kendini yememeli ve onları dünya
hayatında onlara verilmiş iradeleriyle başbaşa bırakmalıdır. Çünkü onların
belirlenmiş bir süresi vardır. Ve bu dünyada onlar için birer sınanma
yeridir. Peygamber Allah'a ibadet etmeye ve O'nun nimetlerini dile getirmeye
kendisini adamalı, içini ve ruhunu bununla sükûna erdirip huzura
kavuşmalıdır. Nitekim bu müşriklerden önce de nice milletler yok olup
gitmişlerdir. Her şeye rağmen yüce Allah bu millete de son peygamberini
göndermekle, onların tüm mazeretlerini geçersiz kılmayı dilemiştir. Öyleyse
peygamber, onların yaptıklarıyla canını sıkmamalı ve onları akıbetleriyle
başbaşa bırakmalıdır.
"Onlara de ki; "Şimdi siz de biz de bekleme
dönemindeyiz. Bekleyiniz ilerde hangimizin düz yolda olduğunu, hangimizin
doğru yönde ilerlediğini öğreneceksiniz."
99- Sana böylece
geçmişin bazı olayların anlatıyoruz. Sana katımızdan öğüt içerikli bir kitap
verdik.
100- Kim bu kitab'a
yüz çevirirse, kıyamet günü ağır bir günah yükünü sırtında taşır.
101- Onlar ebedi
olarak bu yükün altında kalırlar. Kıyamet günü bu yük onlar için ne kötü bir
yüktür.
102- Sur'a üflendiği
gün, o gün günahkârları korkudan ağarmış gözlerle biraraya toplarız.
103- Kısık bir ses
tonu ile birbirlerine "Siz dünyada sadece on gün kaldınız " derler.
104- Aralarındaki
konuşmaları biz herkesten iyi biliriz. Bu arada en isabetli görüşlüleri "Siz
dünyada sadece bir gün kaldınız" derler.
Hz. Musa'nın durumu ile ilgili olarak sana
bildirdiğimiz bu kıssalar da önceki milletlerin haberleridir. Kur'anda
bunları sana anlatıyoruz. Ki bu Kur'anda "Zikir" diye de adlandırılır. Çünkü
Kur'an Allah'ı ve ayetlerini hatırlatmaktır. Önceki asırlarda meydana gelen
bu tür ayetleri hatırlatmaktır.
Kur'an-ı Kerim bu hatırlatmadan yüz çevirenlere
suçlular adını vermekte ve onları kıyamet günündeki bir sahnede
canlandırmaktadır. Bu suçlular, yolcuların kendi yüklerini taşımaları gibi
ağır günah yüklerini taşımaktadırlar. Aman Allah'ım! Ne kötü bir yüktür bu!
Mahşer gününde toplanma amacı ile Sur a üfürüldüğünde bu suçlular, üzüntü ve
kederden yüzleri mosmor kesilmiş bir halde toplanırlar. Aralarında gizli
gizli konuşurlar. Korku, ürkeklik ve mahşer alanım kuşatan dehşet dolu
atmosferi sebebiyle seslerini yükseltemezler. Ve onlar yeryüzünde
geçirdikleri günleri tahmin ediyorlar. Artık dünya hayatı onların gözünde
basitleşmiş ve geçirdikleri günler hayallerinde oldukça silinmiştir. Onlar
bu hayatı, birkaç günden öte bir şey olarak değerlendirmiyorlar artık. "Siz
dünyada sadece on gün kaldınız. Onların daha akıllı olanları ve daha
sağlıklı görüş sahipleri ise onun çok daha kısa olduğunu öne sürüyor. "Siz
dünyada sadece bir gün kaldınız." İşte bu şekilde yeryüzünde yaşadıkları
koca ömürleri bir anda siliniyor, gözlerinde eriyip gidiyor. Hayatın
mutlulukları ve üzüntüleri bir anda basite iniyor. Bütün bunlar hem zaman,
hem de değer açısından gayet küçülüyor. Her türlü zevk ve imkânla donatılmış
alsa dahi, on günün ne değeri olabilir? Her bir dakikası ve her bir saniyesi
mutluluk ve sevinç dolu olsa dahi bir gecenin ne değeri olabilir? Sonsuza
dek uzanıp giden bir hayatın yanında bir günün, on günün sözü edilir mi?
Mahşerden sonra kendilerini bekleyen ve kesintisiz devam edecek olan bu
dönemin yanında, şu kısacık mutlulukların sözü mü edilir?
Sahnenin dehşeti, dağların o gün ne olacağı
konusunda sordukları bir soruyla daha bir şiddetlenerek beliriyor. Bu soruya
verilen cevap, onların karşı karşıya bulunduğu dehşetin derecesini,bütün
açıklığıyla ortaya koyuyor.
105- Ey Muhammed,
sana dağlara ilişkin soru sorarlar. De ki; Rabb'im onları ufalayıp havada
savurur.
106- Yerlerini
dümdüz ve çırılçıplak bir alana dönüştürür.
107- O alanda hiçbir
engebe, hiçbir tümsek göremezsin.
108- O gün insanlar,
hiç sağa-sola sapmaksızın, kendilerini toplamaya çağıran görevlinin
adımlarını izlerler. Rahmeti bol olan Allah'ın korkusu ile tüm sesler
kısılmıştır. Bu yüzden fısıltıdan başka bir şey duyamazsın.
109- O gün rahmeti
bol olan Allah'ın izin verdikleri ve sözünden hoşlandıkları dışında hiç
kimsenin aracılığı, şefaati işe yaramaz.
110- Allah,
insanların geçmişlerini ve geleceklerini tümü ile bilir,
fakat insanların
bilgisi O'nu kuşatamaz.
111- O gün bütün
yüzler, diri ve tüm varlıkları gözetip yöneten Allah'ın karşısında öne
eğiktir. Sırtında zulüm yükü taşıyanlar perişan olmuşlardır.
112- Mü'min
oldukları halde iyi ameller işleyenler ne haksızlığa ve ne de ödül
kısıntısına uğramaktan korkarlar.
Bu sahnenin korkunçluğu bütün özelliğiyle ortaya
çıkıyor. Bir de bakmışsın ki, o göklere yükselen, yere sağlam biçimde oturan
dağlar savrulup atılmışlardır. Onca yükseklik, şimdi ovaya dönüşmüştür. Her
türlü engebeden uzak dümdüz bir ovaya... Yeryüzü dümdüz hale getirilmiş,
yüksek ve alçak bir tarafı kalmamıştır.
Daha sonra her şeyi unufak yapıp savuran ve dümdüz
hale getiren fırtına diniyor. Toplanıp mahşer alanına getirilen topluluklar
sessizliğe gömülüyor. Canlılık ve hareketin izine bile rastlanmıyor. Sürüler
gibi sessiz ve teslim olmuş bir halde, sağa-sola bakmadan ve geride kalmadan
mahşer yerinde toplanmaya çağıran görevliyi dinliyor ve onun direktiflerine
uyuyorlar. -Halbuki onlar daha önce doğru yola çağırıldıklarında geri
duruyor ve yüz çeviriyorlardı. Onların teslim oluşlarını şu cümle ifade
ediyor. "O gün insanlar hiç sağa-sola sapmadan kendilerini toplanmaya
çağıran görevliye uyarlar." Böylece insanların durumlarını sunan sahneyle
hiçbir engebesi kalmamış ve dümdüz hale getirilmiş dağlar sahnesi birbiriyle
uyum içinde anlatılmıştır.
Sonra korkunç bir sessizlik ve yıldırıcı bir
bekleyiş bütün alanı kaplıyor. "Rahmeti bol olan Allah'ın korkusuyla tüm
sesler kısılmıştır. Bu yüzden fısıltıdan başka bir ses duyamazsın. O gün
bütün yüzler, diri ve tüm varlıkları yönetip gözeten Allah'ın karşısında öne
eğiktir."
Böylece Allah'ın yüceliği bütün bir alanı kuşatıyor.
Gözün göremeyeceği kadar engin bir alanı korku, sessizlik ve ürperten bir
bekleyiş kaplıyor. Konuşmalar fısıltı şeklindedir. Sorular gizlice sorulur.
Herkes sessizlik içinde sonucu beklemektedir. O gün başlar öne eğilmiştir.
Hayat ve dirlik veren Allah'ın yüceliği, kudreti bütün gönülleri derin bir
yücelikle dolduruyor. Burada Allah'ın kendisine söz hakkı verdiği kimsenin
dışında şefaat etme yetkisi yoktur. İlmin tamamı Allah'a aittir. İnsanların
bilgisi asla O'nu kuşatamaz. Burada zalimler zulümlerinin cezasını
yüklenirler. Hüsrana uğrarlar. İman edenler ise güven içindeler. Hesaptaki
herhangi bir haksızlıktan veya adaletsizlikten endişe etmiyorlar. Zira
zamanında iyi işler yapmışlardı.
Bu Rahman'ın (Allah'ın) huzurunda bütün bir
atmosferi kaplayan ve kuşatan yüceliğin, ihtişamın sergilenişidir.
113- Biz bu Kur'anı
böylece sana Arapça bir kitap olarak indirdik. Bu kitapta çeşitli tehditlere
yer verdik ki, insanlar kötülüklerden sakınsınlar ya da gönüllerinde uyarıcı
bir iz bırakır.
İşte bu şekilde Kur'anda, azabın ve cezanın
tablolarını, sahnelerini zengin bir biçimde sergiledik. Belki bu yolla ilahi
mesajı yalanlayanların gönlündeki alıcı duyuları harekete geçiririz. Veya
ahiretteki acıklı durumlarını hatırlatıp, bu kötülüklerden vazgeçmelerini
sağlarız. Nitekim surenin başında yüce Allah şöyle buyuruyordu:
"Biz sana bu Kur'anı sıkıntıya düşesin diye
indirmedik."
"Onu Allah'dan korkanlara uyarı olsun diye
indirdik."
Hz. Peygamber vahyi alırken Kur'anın sözlerini ve
ayetlerini, vahyin inişi sona ermeden hemen tekrar ediyor ve onları
unutmaktan korkuyordu. Bu ise onu çok yoruyordu. İşte bunun için yüce Allah
yüklemiş olduğu bu görev ve emanet konusunda onun kalbini rahatlatmak
istedi.
114- Gerçek egemen
olan Allah yücedir. Ey Muhammed, Kur'anın sana vahyedilişi sona ermeden onu
okumakta acele etme ve Rabb'im bilgimi artır' de.
Tüm başların önünde eğildiği, zalimleri hüsrana
uğrattığı, iyi işler yapan mü'minleri güvene kavuşturduğu, her şeyin asıl
sahibi olan Allah gerçekten yücedir. Kur'an-ı Kerim yücelerin yücesinden
gelmiştir. Öyleyse Kur'anı aceleyle tekrar etmene gerek yok. Zira onu
gönderen bir amaca hizmet etsin diye onu indirmiştir. Onun kaybolmasına asla
müsaade etmeyecektir. Sen, Rabb'inden
sadece ilmini artırmasını dile. Verdiği mesajlara
gönülden bağlan. Onu yitirmekten korkma! İlim sadece Allah'ın
öğrettikleridir. İnsan için değerli olan, boşa gitmeyen ve hüsranla
sonuçlanmayan en kalıcı ilim Allah'ın bildirdikleridir.
Sonra Hz. Adem'in kıssası geliyor. Hz. Adem yüce
Allah'a vermiş olduğu sözü unutmuş ve sonsuzluk cazibesi önünde zayıf
düşmüştür. Şeytanın telkinlerine kulak vermiştir. Bu olay yeryüzünün
halifeliği verilmeden önce Hz. Adem için bir sınav niteliğindeydi. İblisin
çevireceği dolaplara bir örnekti. Adem'in çocukları bundan ders alacaklardı.
Sınandıktan hemen sonra Allah'ın rahmeti kendisine yetişmiş ve onu doğru
yola iletmiştir.
Kur'andaki hikâyeler, içinde bulundukları sureyle
tam bir bütünlük ve uyum içindedir. Hz. Adem'in hikâyesi, Peygamberimizin
unutma korkusuyla Kur'anı çabucak tekrar ettiğini açıklayan bölümden sonra
geliyor. Bu nedenle Hz. Adem hikâyesinden özellikle unutmayla ilgili bölüm
seçiliyor. Bu iki konuya da, yüce Allah'ın seçkin kullarına yönelik
şefkatinden ve koruyuculuğundan söz eden bir surede yer veriliyor. Burada da
Hz. Adem'in kıssasından, yüce Allah'ın onu seçtiği, tövbesini kabul ettiği
ve kendisine doğru yolu gösterdiği bölüm anlatılıyor. Bunun ardından bir
kıyamet sahnesi yeralıyor. Bu sahnede Ademoğullarından Allah'ın emrine bağlı
olanların sonu ile ona karşı gelenlerin sonu tasvir ediliyor. Sanki bu,
yeryüzündeki yolculuğun sona erip asıl yurda dönüşün bir ifadesidir. Burada
herkes dünyada yaptıklarının karşılığını alır.
115- Biz vaktiyle
Adem'e o yasak ağacın meyvasından yememesini tembih ettik. Fakat o bu
tembihimizi unuttu. Onda güçlü irade bulamadık.
Yüce Allah Hz. Adem'e bir ağacın dışında oradaki tüm
meyvelerden yemesini belirtmişti. Bir ağacın yasak edilişi ise iradesini
eğitmesi, kişiliğini sağlamlaştırması için gerekli olan bir yasaktı. İnsan
ruhunun gerektiğinde, ihtiyaçları aşarak sınırsızca hareket etmesine sebep
olan arzu ve isteklerin baskısından kurtulması, bu arzu ve isteklerin
egemenliği altına girip, onun kulu olmaması için böyle bir yasak
gerekiyordu. İnsanın yükselmesinde en sağlıklı ve şaşmaz kriter budur işte.
İnsan kendi arzularını kontrol altında tutabildiği, onlara hükmedebildiği,
üstün gelebildiği ölçüde, beşeri yükseliş merdiveninde çıkmaya başlar. Bu
arzular ve istekler karşısında zayıf düşüp onlara mahkûm olduğu ölçüde ise
hayvanlığa doğru yaklaşır ve aşağıya doğru iniş başlar.
Bu nedenle yüce Allah'ın yardımı insan denen bu
yaratığa ulaştı. İradesini denemek, direnme gücünü ölçmek, şeytanın süslü
gösterdiği arzular ile iradesi ve Rahman'a verdiği söz arasındaki mücadeleyi
yaşamasını istemiştir. İşte ilk denemenin sonucu açıklanıyor. "Fakat o
tenbihimizi unuttu. Onda güçlü irade bulamadık." Sonra olayın detayına
geçiliyor.
116- Hani meleklere
"Adem'e secde ediniz " dedik de hemen secde ettiler. Yalnız iblis bu emre
uymadı.
Kısaca bu şekilde veriliyor. Bu sahne başka
surelerde detaylı olarak veriliyor. Çünkü burada özellikle nimet ve
koruma-kollama sözkonusu ediliyor. Onun için korumadaki nimetin görüntüleri
öncelikle anlatılıyor.
117- Bunun üzerine
dedik ki: "Ey Adem, bu şeytan senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi
cennetten çıkarmasın. Yoksa sıkıntı çeker, mutsuz olursun. "
118- "Şimdi cennette
acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. "
119- "Yine burada
susuzluk çekmeyecek, sıcaktan kavrulmayacaksın. "
Bu uyarılar yüce Allah'ın Hz. Adem'i koruduğu ve
gözettiği için kendisine karşı gelen, günah çukuruna batan ve Rabb'inin
emrettiği şekilde Hz. Adem'in önünde secdeye yanaşmayan düşmanına karşı
uyarması, oyunlarından sakındırması anlamına geliyordu. "Sakın sizi
cennetten çıkarmasın. Yoksa sıkıntı çeker, mutsuz olursun. Çalışma, zorluk,
kovulma, sapıklık, ürkeklik, şaşkınlık, hayıflanma, bekleyiş, üzüntü,
mahrumiyet ve yoksulluk... gibi nice şeylerle mutsuz olma, cennetin dışında
sizi beklemektedir. Burada, firdevs cennetinin içinde, kaldığımız müddetçe
bunların hepsinden güvencede bulunuyorsunuz demektir." Şimdi cennette
acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. "Yine burada susuzluk çekmeyecek,
sıcaklıktan kavrulmayacaksın." Cennette kaldığın sürece bütün bunlara karşı
güvencedesin... Açlık ve çıplaklık, susuzluk ve kavrulmayı tam
karşılamaktadır. Bunların hepsi bir bütün olarak insanın yeme, içme, giyinme
ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını elde etme uğrunda karşılaştığı
zorlukları simgelemektedir.
Ne var ki, Hz. Adem'in deneyimlerden haberi yoktu.
Buna ilave olarak da insanın ebedi kalma, hakim olma arzularına karşı zaafı
vardır. Şeytan işte bu gedikten kendisine nüfuz etmişti.
120- Fakat şeytan
"Ey Adem, ölümsüzlük ağacını ve hiç yıkılmayacak egemenliğin sırrını sana
göstereyim mi?" diyerek onu ayarttı.
Şeytan Hz. Adem'in gönlündeki en hassas noktaya
dokunmuştu. İnsanın ömrü sınırlıydı. İnsanın gücü sınırlıydı. Bu nedenle
insan uzun hayatı, kayıtsız bir hakimiyeti elde etmek istiyordu. İşte şeytan
bu iki gedikten ona yanaşıyordu. Hz. Adem, insanın fıtratını ve insanın
zaaflarını üzerinde taşıyan bir yaratıktı. Tabii ki, belirlenmiş bir planın
ve gizli bir hikmetin gereği olarak ... Bu nedenle verdiği sözünü unuttu. Ve
yasağı çiğnedi.
121- Böylece ikisi
de o ağacın meyvasından yediler. Meyvayı tadar tatmaz ayıp yerlerinin
farkına vardılar. Bunun üzerine cennetteki ağaçların yaprakları ile
örtünmeye koyuldular. Adem Rabb'inin emrine karşı geldi ve yoldan çıktı.
Ayeti kerimede geçen "Sev'at" kavramı, onların avret
yerleri anlamında olduğu açıktır. Daha önce bu yerleri kendilerine gizli
iken şimdi görünmüştür. Yani bu, her ikisinin bedenlerindeki iffet
yerleridir. Onların bu davranıştan sonra cennet yaprakları ile oraları
örtmeye çalışmaları, onları kapatmak için adeta yarışmaları da bu görüşü
desteklemektedir. Bu, onların bünyelerinde zaten var olan cinsel duyguların
uyarılmasına yol açan bir nesne de olabilir. Bu cinsel duygular uyanmadan
insan iffet yerlerinin açılması halinde utanmaz ve onlara karşı uyanık
bulunmaz. Cinsel duygular harekete geçtiğinde ise insan avret yerlerine
karşı hassaslaşır ve onların açılması halinde utanır.
Bu ağacın onlara yasak edilmesinin nedeni, yasak
meyvenin Allah'ın dilediği bir zaman sonra onların bedenlerinde bu cinsel
duyguları uyarmak içindi. Aynı zamanda Allah'ın yasağını unutup ona karşı
gelmeleri, onların azimlerini kırmış ve yaratıcıları olan Allah ile
bağlarını koparmış bu nedenle de bedensel arzuları onlara egemen olup cinsel
duygularını uyarmış da olabilir. Sonsuzluk arzusu da bir nesil sahibi olmak
için onların cinsel arzularını uyarmış olabilir. Çünkü şu sınırlı olan ömrün
ötesine uzanabilmenin, insanın eli altında bulunan yolu da budur. Onların
yasak ağaçtan yemeleriyle birlikte ayıp yerlerinin kendilerine görünmesi ile
ilgili yorumlar genelde bu tarzdadır. Yüce Allah ayeti kerimede "Ayıp
yerleri meydana çıktı" demiyor. "Ayıp yerlerinin farkına vardılar" diyor. Bu
da gösteriyor ki, onların bu ayıpları kendilerine kapalıydı. İçten gelen bir
dürtüyle onlar bunun farkına vardılar... Başka bir ayette iblisten şöyle söz
edilmektedir:
"Fakat şeytan, gözlerinden saklı tutulan ayıp
yerlerini meydana çıkarmak amacı ile..."
Şeytanın üzerlerinden soyduğu elbise somut bir
elbise değil de, ayıp yerlerini örten bir duyu olabilir. Bu durumda o duygu,
suçsuzluk, arınmışlık ve Allah ile bağını sürdürme hissi olmuş olur. Ne
olursa olsun bunların hepsi, daha önce de belirttiğimiz gibi, kanıtsız birer
tahminden öteye geçemez: Biz bunların hiçbirini desteklemiyor ve hiçbirini
benimsemiyoruz. Bunları sözkonusu etmemizin nedeni, insanlık hayatının
birinci deneyiminin kolay anlaşılmasını sağlamaktır.
Allah'a karşı geldikten sonra yine de yüce Allah'ın
rahmeti Hz. Adem ve eşine yetişti. İşte bu birinci deneyimdi.
122- Fakat bir süre
sonra Rabb'i, onu seçkinlerden yapa, tövbesini kabul ederek kendisini doğru
yola iletti.
Düşman olduktan, özür diledikten ve bağışlanma
isteğinde bulunduktan sonra. Burada Hz. Adem'in bütün yaptıkları
açıklanmıyor ki, surenin tüm atmosferini Allah'ın rahmeti kuşatsın.
Bu ilk karşılaşmadan sonra her iki amansız düşmanın,
sürekli bir savaş meydanı olan, yeryüzüne inmeleri emrediliyor.
123- Allah dedi ki;
Her ikiniz de cennetten yere ininiz. Sizler birbirinizin düşmanısınız.
Benden size bir hidayet geldiğinde kim benim doğru yola çağıran mesajıma
uyarsa o, ne sapıtır ve ne de sıkıntıya düşer.
Böylece insanlar ve şeytanlar arasındaki düşmanlık
açıklanmış oldu. Artık Hz. Adem ve çocukları için hiçbir mazeret kalmamış
oluyordu. Hiç kimse "ben gafil avlandım" "bilmediğim için aldandım"
diyemezdi. Çünkü artık öğrenmiş ve bilmiş oluyorlar. Bu yüce emir, bütün
aleme ilan edilmişti. "Siz birbirlerinizin düşmanısınız."
Yerleri ve gökleri titreten bütün meleklerin şahit
olduğu bu açıklamanın yanında yüce Allah, kullarına yönelik merhametinin
sonucu olarak, doğru yolu gösterecek peygamberlerini de göndermiştir.
Elleriyle kazandıklarının cezasını çekmeden onları uyarmayı uygun görmüştür.
Hz. Adem ile iblis arasındaki düşmanlığı ilan ettiği günde, kendilerine
doğru yolu gösteren peygamberlerin geleceğini ve bundan sonra doğru yolda
gidenleri ödüllendireceğini, sapıklığa düşenleri ise cezalandıracağını
açıklamıştır.
124- Ama kim benim
uyarıcı mesajıma sırt çevirirse o geçim sıkıntısına düşer ve kıyamet günü
onu kör olarak toplantı yerine süreriz.
125- O der ki "Ya
Rabb'i, beni niye kör olarak toplantı yerine sürdün, oysa daha önce benim
gözlerim görüyordu. "
126- Allah da ona
der ki: "İşte böyle. Vaktiyle sana ayetlerim geldi de onları unutmuştun.
Bugün de böylece tarafımdan unutulursun.
127- Biz azıtarak
Rabb'inin ayetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Hiç kuşkusuz
ahiret azabı daha ağır ve daha süreklidir.
Hikâyeden sonra yeralan bu sahne, onun devamı
niteliğindeymiş gibi sunuluyor. Bu ilke, kıssanın sonunda yüceler aleminde
açıklanmıştı. Öyleyse bu çok eskiden beri belirlenmiş bir hükümdür. Bunda
asla geri dönüş ve değiştirme olmaz.
"Kim benim doğru yola çağıran mesajıma sırt
çevirirse o geçim sıkıntısına düşer."
Kişi Allah'ın yolunu izlemekle sapıklıktan ve
mutsuzluktan yana güven içinde olur. Bunlar cennetin kapısında onları
beklemektedir. Yüce Allah yalnız yolunu izleyenleri, sapıklık ve
mutsuzluktan koruyacaktır. Mutsuzluk, sapıklığın ürünüdür. İsterse sapıklığa
düşen, dünyanın bütün imkânlarına sahip olsun. Bu imkânların bizzat
kendileri bile mutsuzluktur, onun için hem dünyada mutsuzluk, hem ahirette
mutsuzluk... Haram olan nimetleri ve kazançları mutlaka bir keder izler.
Sürekli üzüntü içindelerdir. İnsan Allah'ın doğru yolundan sapınca
şaşkınlığa, huzursuzluğa ve bunalımlara girer. Oradan oraya sürüklenir. Bir
türlü dengeli istikrarlı olamaz. Mutsuzluk, yemyeşil-gür bir çayır gibi
görünse de zehirli otları da barındıran bir otlak gibidir. Çünkü hemen
ardından ahiret yurdunda en büyük mutsuzluk gelir. Allah'ın doğru yolunu
izleyenler ise yeryüzünde sapıklık ve mutsuzluktan uzaktırlar. Bu ise
kaybedilen cennetin tekrar geri gelişidir. Ahiret gününde ise zaten oraya
dönecektir.
"Ama kim benim uyarıcı mesajıma sırt çevirirse o
geçim sıkıntısına düşer."
Allah ve O'nun geniş rahmeti ile bağını koparan
yaşam, ne kadar bolluk ve eğlence dolu olsa da sıkıntı doludur. Bu Allah ile
bağını koparmanın vE onun huzurundan koruyuculuğundan mahrum olmanın
sıkıntısıdır. Şaşkınlığın, ürkekliğin ve kuşkulu hayatın sıkıntısıdır.
İhtirasın ve endişenin sıkıntısı. Elindekine dört elle sarılma ve onları
kaybetmeme endişesinden kaynaklanan sıkıntı. Arzuların parıltıları ardında
sürüklenme ve kaçırdığı her şeye karşı duyulan hayıflanma sıkıntısı. İnsanın
kalbi Allah'ın koruyuculuğu dışında başka hiçbir yerde huzura kavuşamaz.
Allah'ın kopmayan sağlam kulpuna yapışmadan, güvenin huzurunu hissedemez.
Şüphesiz ki, imanın verdiği huzur, hayattaki tüm lezzet ve rahatlığın
üstünde bir durumdur. İmanın huzurundan mahrum olmak ise, öyle bir
mutsuzluktur ki, fakirlik ve yoksulluğun sebep olduğu mutsuzluk asla onunla
bir olamaz.
"...Uyarıcı mesajıma sırt çevirirse..." Benimle
bağını keserse... "O geçim sıkıntısına düşer ve kıyamet günü onu kör olarak
toplantı yerine süreriz." Bu da onun sapıklığına benzer bir sapmadır.
Dünyada Allah'ın mesajından yüz çevirdiği için bu şekilde cezalandırılıyor.
Bu kişi körlüğünün nedenini anlayamadığı için soruyor "Ya Rabb'i beni niye
kör olarak toplantı yerine sürdün, oysa daha önce benim gözlerim görüyordu."
Kendisine şöyle cevap veriliyor. İşte böyle. Vaktiyle sana ayetlerim geldi
de onları unutmuştun. Bugün de böylece tarafımdan unutulursun.
"Biz, azıtarak Rabb'inin ayetlerine inanmayanları
işte böyle cezalandırırız. Hiç kuşkusuz ahiret azabı daha ağır ve daha
süreklidir.
Rabb'inin uyarıcı mesajından yüz çeviren,
savurganlık yapmıştır. Savurganlık yapmış, en kıymetli hazine ve en büyük
servet olan elinin altındaki doğru yolu bir kenara itmiştir. Gözlerini, asıl
yaradılış amacının dışında kullanıp, Allah'ın ayetlerini hiç görmeyen insan
da savurganlık yapmıştır. Artık dayanılmaz bir sıkıntı içinde yaşamayı hak
etmiştir. Kıyamet gününde ise kör olarak mahşere getirilecektir!
İfadedeki ahengin bütünlüğü ve tasvirdeki uyumun
olağanüstülüğü, cennetten kovuluş ve ardından mutsuzluk ve sapıklık. Ve
karşısında tekrar cennete dönüş, mutsuzluk ve sapıklıktan kurtuluş.
Yaşamdaki bolluk ve karşıtı darlık sıkıntı. Doğru yolda yürüme ve tam
karşısında körlük. Bu olay, bütün bir insanlığın da hikâyesi olan Hz. Adem
kıssasının bir yorumu olarak yer alıyor. Kıssanın sergilenmesine cennetteki
bölümden başlanıyor. Ve yine cennette sona eriyor. Nitekim bu hikâye A'raf
suresinde de geçmişti. Bununla beraber surelerin konu farklılığı, bu
surelerde sergilenen tabloların farklılığını da beraberinde getirmişti.
Bu gezinti tüm yönleriyle sergilendikten sonra
konunun akışı, önceki milletlerin akıbetlerine doğru kayıyor. Bu mesele
zaman açısından, kıyametten daha yakındır. Kıyamet gayb konularından biri
olup bilinememesine rağmen bu olay gözle görülebilen bir realite olarak
gözlenmektedir.
128- Vaktiyle yok
ettiğimiz nice eski kuşakların acı sonları onları doğru yola iletmiyor mu?
Oysa onlar bu yok edilmiş kuşakların oturdukları konutları geziyorlar.
Sağduyu sahiplerinin bu olaylardan çıkaracağı birçok dersler vardır.
129- Eğer Rabb'inin
daha önce verilmiş bir hükmü ve belirlenmiş bir vadesi olmasaydı yok
edilmeleri kaçınılmaz olurdu.
İnsan, geçmiş nesillerin sonlarını düşündüğünde,
gözleriyle onların erimiş toprak haline gelmiş evlerini, tarihi mimarilerini
seyrettiğinde, hayalinde bu evlerde yaşayan o insanları canlandırdığında,
geçip giden bedenlerini-kişiliklerini, yok olan ruhlarını, hareketlerini ve
duruşlarını, düşüncelerini ve umutlarını, arzularını ve amellerini... Evet
bu bütün hayalleri, somut tabloları, heyecanları ve duyguları düşündüğü
zaman... Sonra gözlerini açıp, boşluk ve ıssızlıktan başka bir şey
görmediğinde... İşte o zaman insan önceki milletleri yutan gücün kendisini
de yutmak üzere olduğunun farkına varır. O zaman önceki milletleri yakalayan
kudret elinin kendisini de yakalayabileceğini anlar. O zamanda artık
uyarmanın ne demek olduğunu anlar. İbret alınacak olayların gözleri önüne
serildiğini görür. Önceki milletlerin akıbetleri aklı başında olan insanlar
için bir
ibret olması gerekirken bu insanlar ne oluyor da
doğru yola gelmiyorlar: Sağduyu sahiplerinin bu olaylardan çıkaracakları
birçok dersler vardır.
Eğer yüce Allah'ın üstün bir hikmetin gereği olarak
onları, bu dünyada azap ile cezalandırmamaya ilişkin sözü olmasaydı,
öncekilerin başına gelenler onların da başına gelirdi. Fakat senin Rabb'in
daha önce onlara söz vermiş ve onlara belirlenmiş bir süre tanımıştır: "Eğer
Rabb'inin daha önce verilmiş bir hükmü ve belirlenmiş bir vadesi olmasaydı,
yok edilmeleri kaçınılmaz olurdu."
Belli bir süreye kadar ertelendiklerine, kendi
hallerine bırakılmayıp, mühlet verildiklerine göre -Ey Muhammed- onlara
karşı ve sırf bir sınanma aracı olarak kendilerine verilmiş. O dünya
hayatının güzelliklerine karşı senin bir sorumluluğun yoktur. Onlara
sunulanlar sırf bir sınanma aracıdır.
Yüce Allah'ın sana nimet olarak verdikleri, onlara
sınanma aracı olarak verdiğinden çok daha iyidir.
130- Ey Muhammed,
öyleyse onların söylediklerine sabret. Güneşin doğuşundan ve batışından önce
Rabb'ini övgü ile noksanlıklardan tenzih et; gecenin bir bölümü ile gündüzün
başlangıcı ile sonunda da O'nu noksanlıklardan tenzih et ki, karşılığında
hoşnut olasın.
131- Sınavdan
geçirmek amacı ile bazı kâfirlere verdiğimiz dünya hayatına ilişkin çekici
nimetlere sakın göz dikme. Rabb'inin katındaki rızık daha değerli ve daha
süreklidir.
132- Ey Muhammed,
yakınlarına namaz kılmayı emret, kendin de onu sürekli olarak kıl. Senden
geçim peşinde koşmanı istemiyoruz. Biz geçimini sağlarız. Mutlu son,
kötülüklerden sakınanların olacaktır.
Onların inkârlarına, alaylarına, inanmayışlarına ve
yüz çevirişlerine sabret. Onlardan dolayı canını sıkma. Onlara üzüldüğünden
dolayı kendini yiyip bitirme. Rabb'ine yönel. Güneş doğmadan ve batmadan
önce Rabb'ini noksan sıfatlardan tenzih et. Henüz yeni nefes almaya
başlayan, hayata can katan sabahın sessizliğinde, sakinliğinde, güneş
batarken evrenin gözyaşlarını gizlemeye çalıştığı akşam zamanında, gecenin
ve gündüzün belli zaman dilimlerinde ona şükretmeye gayret et... Gün boyunca
Allah ile bağını kesme... "Ki karşılığında hoşnut olasın."
Kuşkusuz Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmak,
Allah'a bağlılıktır. Allah'a bağlı olan kalp, hoşnut olur ve huzura kavuşur.
Bu güzelim hoşnutluğun himayesinde güven bulur. Bu emin koruma altında
huzura kavuşur.
Hoşnutluk, Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmanın
ve O'na kulluk yapmanın ürünüdür. Hoşnutluk yalnız başına insanın iç
aleminden akıp gelen ve kalbin derinliklerinden coşup gelen peşin bir
mükafattır.
Kulluk yaparak Rabb'ine yönel. "Bazı kâfirlere
verdiğimiz dünya hayatına ilişkin çekici nimetlere sakın göz dikme." Bunlar
dünya hayatının süs, eşya, mal, çocuk, şöhret ve iktidar gibi
güzellikleridir: Dünya hayatına ilişkin çekici nimetlere." Dünya hayatı
onlara, bir bitkinin parlak ve çekici olan tomurcuğunu açışı gibi gelir.
Çiçek, parlaklığına, sevimliliğine ve güzelliğine rağmen çabucak solar. Biz
onu bir sınama aracı olarak kullanırız.
Böylece onların gizli kalan karakterlerini bu nimet
ve eğlence aracı karşısındaki tutumundan çıkaralım. Bu nimetler tıpkı bir
çiçek gibi geçici birer eğlence aracıdır. Çabucak soluverirler. "Rabb'inin
katındaki rızık daha değerli ve daha süreklidir?" Bu, sınav amacı ile değil,
yararlanılsın diye sunulan bir nimettir. Temiz, güzel ve kalıcı bir
rızıktır. Hemen soluveren, aldatan ve sınav aracı olan bir rızık değil.
Solmaz, aldatmaz, sınamaz.
Bu, hayatın güzel nimetlerinden el-etek çekme
çağrısı değildir. Daha kalıcı, köklü değerlerle onurlanmaya, Allah ile
sürekli bir bağ içinde bulunmaya ve ondan razı olmaya davet eden bir
çağrıdır. Böylece servetin güzelliği karşısında insanların ruhları alçalmaz.
Yüce değerlerle onurlanma duygusunu yitirmez. Gözleri kamaştıran sahte
güzelliklerin üstüne çıkma özgürlüğünü sürekli olarak korur.
"Yakınlarına namaz kılmayı öğret." Müslüman erkeğin
başta gelen görevlerinden biri evini müslüman bir eve dönüştürmesidir. Hem
onları, hem de kendisini Allah'a bağlayan görevleri yerine getirmek için
yönlendirir. Böylece onların hayattaki yüce amaçları bütünleşmiş olur. Her
ferdin Allah'a yöneldiği bir evin havası içinde, hayat ne güzeldir...
"Kendin de onu sürekli olarak kıl." Onu eksiksiz bir
biçimde kılmaya ve gereklerini gerçekleştirmeye çalış. Çünkü namaz insanı
aşırılıklardan ve kötülükten alıkoyar. İşte namazın en sağlıklı etkisi de
budur. Duygularında ve hayatta, bu ürünlerini verene kadar namaza devam
etmek gerekir ki, bu sonuçlar alınsın. Böyle olmadıktan sonra namaz kılınmış
olmaz. Sadece hareketlerden ve kelimelerden ibaret kalır.
Bu namazın, ibadetin ve Allah'a yönelişin başlıca
görevlerindendir. Bu senin ibadetlerinden Allah'ın hiçbir yararı yoktur.
Yüce Allah'ın sana ve diğer kulların ibadetlerine ihtiyacı yoktur: "Senden
geçim peşinde koşmayı istemiyoruz. Biz geçimini sağlarız." Bu ibadetler
takva duygusunu uyandırırlar. "Mutlu son, kötülüklerden sakınanların
olacaktır." Buna göre kulluk yapan insan hem dünyada , hem ahirette kazanç
elde etmiş olur. Kulluk yapar. Hoşnut olur.
Huzura kavuşur ve rahatlar. Kulluk yapar, bundan
sonra da bol mükafata kavuşur. Yüce Allah ise, bütün alemlerden zengindir.
Surenin sonuna doğru sözü tekrar zengin olan ve
ilahi mesajı yalanlayan büyüklük taslayanlara getiriyor. Bunlar
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine gönderilen Kur
an-ı Kerim'e rağmen Rabb'inin yanından bir mucize getirmesini istiyorlar.
Kendisinden önceki peygamberlik mesajlarının getirdiği hükümleri ortaya
koyan Kur'anın ötesinde bir mucize istiyorlar.
133- Müşrikler
"Muhammed bize Rabb'inden bir mucize getirseydi ya" dediler. Onlara daha
önce inen kutsal sayfalara ilişkin açıklamalar gelmedi mi?
Onları böyle bir isteğe sevkeden şey büyüklük
taslama, yanlışta diretme ve istekte bulunma arzusundan başka bir şey
değildir. Yoksa Kur'an mucizesi yeterlidir. Çünkü Kur'an peygamberlik
mesajının şimdikisini geçmiştekilerine bağlamaktadır. Onların yapısını ve
yönelişini bütünleştirmektedir. Önceki kutsal sahifelerde özetle açıklanan
konular detaylı olarak anlatılıyor.
Yüce Allah ilahi mesajı yalan sayanların
bahanelerini ortadan kaldırmak için onlara peygamberin sonuncusu olan Hz.
Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- göndermiştir.
134- Eğer onları
daha önce azaba çarptırarak yok etseydik; "Ey Rabb'imiz, bu rezilliğe ve
peri,anlığa düşmeden önce bize bir peygamber gönderseydin de ayetlerine
uysaydık, olmaz mıydı?" diyeceklerdi.
Onlar bu ayetler kendilerine okunuyor diye bir an
bile rezilliğe ve perişanlığa düşmemişlerdi. Bu onların kesin olan
akıbetlerinin tasvirinden ibarettir. Onlar burada zillete düşecek ve perişan
olacaklardı. Herhalde onlar orada böyle diyeceklerdi "Ey Rabb'imiz, bu
rezilliğe ve perişanlığa düşmeden önce bize bir peygamber gönderseydin ya."
İşte size peygamber. Artık tutacak bir dalları kalmamıştır. Bundan böyle ne
bir özür ne de mazeret ileri sürebilirler!
Söz akışı içinde onları bekleyen kesinleşmiş
akıbetlerinden söz edilirken Hz. Peygamber salât ve selâm üzerine olsun-
onlardan elini eteğini çekmekle emredilmektedir. Onların tutumlarına bakıp
mutsuz olmamalı, iman etmediler diye üzülmemelidir. Onları böyle bir
akıbetin beklediğini onların da dile getirdikleri gibi beklemelerini
açıklamalıdır sadece.
135- Onlara de ki:
"Şimdi siz de biz de bekleme dönemindeyiz. Bekleyiniz, ilerde hangimizin düz
yolda olduğunu, hangimizin doğru yönde ilerlediğini öğreneceksiniz.
Kur`anın Hz. Peygamberi salât ve selâm üzerine
olsun- mutsuz kılmak için gönderilmediği gerçeğinin açıklanması ile başlayan
ve Kur'anın görevini diye belirleyen Taha suresi böylece sona eriyor.
Surenin başı ile sonu arasında tam bir uygunluk var. Bu son dokunuş
hatırlatmanın kendisine fayda vereceği kimseler için son hatırlatmadır.
Mesajı güzel bir şekilde açıkladıktan sonra sonucu beklemekten başka çare
yoktur. Sonuç ise Allah'ın elindedir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.