66-Tahrim
1- Ey peygamber,
niçin Allah'ın sana helal kıldığı şeyi,eşlerinin, hayrı için kendine haram
kılıyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
2- Allah size
yeminlerinizi kefaretle geri almanızı meşru kılmıştır. Allah sizin
dostunuzdur. O her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
3- Peygamber,
eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. O bunu peygamberin diğer bir
eşine haber verince, Allah da bu durumu peygambere bildirmişti, o da bir
kısmını yüzüne vurmuş bir kısmını da yüzüne vurmadı. Peygamber bunu ona
haber verince eşi "Bunu sana kim söyledi?" dedi. Peygamber: "Bilen, her
şeyden haberi olan Allah bana söyledi " dedi.
4- Eğer ikiniz de
Allah'a tevbe ederseniz, kaymış olan kalpleriniz düzelmiş olur. Ve eğer
Peygambere karşı birbirinize arka verirseniz şüphesiz
ki onun dostu ve
yardımcısı Allah, Cebrail ve müminlerin iyileridir. Bunların ardından
melekler de ona yardımcıdır.
5- Eğer o sizi
boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi, kendini Allah'a veren, inanan, gönülden
itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, Allah'ın uçsuz bucaksız mülkünün
yaratılışını düşünen, dul ve bakire eşler verir.
Bu ayetlerin iniş sebebine ilişkin değişik
rivayetler elimizde mevcuttur. Bunlardan biri de Buhari'nin bu ayetle ilgili
olarak aktardığı şu olaydır: Bize İbrahim B. Musa anlattı. O da Hişam B.
Yusuf'tan duymuş. O'na ibn-i Cüreyc anlatmış, o da Ata'dan, o da Ubeyd B.
Umeyr'den Hz. Aişe'nin şöyle dediğini duymuş: Peygamber Efendimizin Zeyneb
binti Cahş'ın yanında bal içiyor ve onunla birlikte kalıyordu. Bunun üzerine
ben ve Hafsa, Peygamber Efendimiz hangimizin yanına gelirse "Megafir mi
yedin? Megafir kokusu burnuma geliyor" demek üzere aramızda sözleştik.
Peygamberimiz: Hayır! Sadece Zeyneb binti Cahş'ın yanında bal yiyordum.
Bundan sonra asla yemeyeceğim" dedi. Ve bunu kimseye söyleme diye ona yemin
ettirdi." işte Peygamberimizin kendisine helal olduğu halde bir daha asla
yemeyeceğim diye haram ettiği şey budur.
"Niçin Allah'ın sana helal kıldığı şeyi kendine
haram kılıyorsun?"
Öyle anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimizin bu olayı
anlattığı ve kimseye açmamasını tembih ettiği eşi, aralarında sözleştiği
arkadaşına anlatmış, yüce Allah da peygamberini bundan haberdar etmiştir.
Bunun üzerine Peygamberimiz tekrar eşinin yanına gelmiş, onunla öteki
arkadaşının arkasında geçenlerin alt kısmını yüce edebinin elverdiği şekilde
sayıp dökmüştür. Peygamberimiz meseleyi bildi ini vurgulamak amacı ile olayı
kısaca anlatmakla yetinmiştir. Bunun üzerine eşi hayretler içinde kalarak.
Bunları kim sana haber verdi diye sormuştur. Herhalde öteki arkadaşının
bunları haber verdiğini düşünmüştür. Fakat Peygamberimiz O'na şu cevabı
vermiştir: "Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bana haber
verdi." Demek ki haber her şeyi bilen kaynaktan geliyordu ve şunu ifade
ediyordu: Hz. Peygamber sadece konuştuğu şeyleri değil, iki eşinin arasında
geçen her şeyi biliyordu.
Bu olayın Hz. Peygamberin evinde eşlerinin
aralarında sözleşip birbirlerine komplo kurduklarının ortaya çıkması üzerine
Peygamber Efendimiz son derece öfkelenmiş ve bir ay boyunca eşlerine
yaklaşmamıştır. Yine Müslümanlar arasında dolaşan söylentilere göre eşlerini
boşamayı düşünmüştür. Sonra bu ayetler iniyor. Peygamberimizin öfkesi de
diniyor ve olayla ilgili diğer rivayeti sunduktan sonra ayrıntılı olarak
değineceğimiz gibi tekrar eşlerine dönüyor.
Bu ayetlere ilişkin öteki rivayet de Nesai'nin
Enes'e dayandırdığı hadistir. Peygamber Efendimizin birlikte olduğu bir
cariyesi vardı. Fakat Aişe ve Hafsa Peygamberimizin onun yanına gitmesine
engel oluyordu. Bu yüzden Peygamberimiz onunla birlikte olmayı kendine haram
etti. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Ey peygamber niçin, Allah'ın sana helal kıldığı
şeyi, eşlerinin hatırı için kendine haram kılıyorsun?"
İbn-i Cerir ve ibni ishak'ın aktardıkları bir
hadiste ise şöyle denir: Peygamber Efendimiz Hz. Hafsa'nın evinde oğlu
İbrahim'in annesi Mariye ile birlikte olmuştu. Hz. Hafsa buna alınmış ve
bunu kendisini küçük düşürücü bir olay olarak algılamıştı. Bunun üzerine
Peygamberimiz, O'na bir daha Mariye ile birlikte olmayacağına söz vererek
yemin etmişti. Ayrıca bunu kimseye söylememesini istemişti. Ancak Hz. Hafsa
gidip olayı Hz. Aişe'ye açmıştı. işte bu surede söz konusu edilen olay
budur.
Her iki rivayette anlatılan olaylar meydana gelmiş
olabilirler. Şu da var ki rivayetlerden ikincisi ayetlerin atmosferine ve
olaydan sonra Resulallah'ın konuya büyük önem verip aşırı duyarlılık
göstererek eşlerini boşayacak kadar öfkelenmiş olmasına daha yakındır. Fakat
birincisinin rivayet zinciri, dayanağı daha güçlüdür. Ayrıca yaşanmış olması
da mümkündür. Bu olaydan sonra ortaya çıkan sonuçların meydana gelmiş olması
mümkündür. Peygamber Efendimizin evlerine egemen olan atmosferin niteliğine
baktığımız zaman, bir olayın bu kadar büyütülmüş olmasını bu derece
önemsenmesini normal karşılayabiliriz. Fakat her halükârda hangisinin doğru
olduğunu en iyi Allah bilir.
Bu olayın -yani Peygamber Efendimizin bir süre
eşlerinden uzak kalmasının etkilerine gelince, bunu imam Ahmed'in İbn-i
Abbas'a -Allah onlardan razı olsun dayandırdığı hadis son derece etkili bir
şekilde tasvir ediyor. Bu hadis aynı zamanda o günkü İslam toplumunun da bir
tablosunu çiziyor. İmam Ahmed der ki: Bize Abdürrezzak anlattı. O da
Ma'mer'den, o da Zehri'den, o da Ubeydullah B. Abdullah B. Ebu Sevr'den
ibn-i Abbas'ın şöyle dediğini duymuş: Öteden beri, yüce Allah'ın "Eğer
ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz, kaymış olan kalpleriniz düzelmiş olur."
ayetinde söz konusu edilen kadınların Peygamber Efendimizin hangi eşleri
olduğunu Hz. Ömer'den sorup duruyordum. Hatta bir gün Hz. Ömer Hacca gitti,
ben de onunla birlikte gittim. Bir süre yol aldıktan sonra Ömer ihtiyacını
gidermek için geri döndü ben de elimde bir su kabı ile döndüm. Ömer
ihtiyacını giderdikten sonra geldi. Sonra ellerine su döktüm, abdest aldı.
Bu arada: Ey müminlerin emiri, yüce Allah'ın "Eğer ikiniz de Allah'a tevbe
ederseniz, kaymış olan kalpleriniz düzelmiş olur." diye tevbe ye çağırdığı
kadınlar Peygamberimizin eşlerinden hangileriydiler?" diye sordum. Ömer: Ne
şaşılacak adamsın ey İbn-i Abbas? dedi. (Zehri diyor ki: Vallahi Hz. Ömer
ibn-i Abbas'ın bu soruyu sormasından hoşlanmamıştı ama bildiklerini de
saklamadı) ve "Bu ayette söz konusu edilen kadınlar Aişe ve Hafsa'dır" dedi.
Ardından olayı anlatmaya başladı. Biz Kureyş'liler karılarımıza hakimdik.
Medine'ye geldikten sonra, karılarının egemenliğinde olan bir toplumla
karşılaştık. Daha sonra bizim karılarımız da onlardan etkilenmeye
başladılar. Benim evim avali denilen yerde Umeyye B. Zeyd'in mahallesinde
bulunuyordu. Bir gün karıma kızdım. Baktım o da benimle birlikte olmaktan
kaçınıyor. Onun bu davranışı hiç hoşuma gitmedi. Karım: "Seninle yatmak
istemeyişime niye kızıyorsun? Vallahi Hz. Peygamber'in eşleri de ondan
uzaklaşıyor ve her birinin onu bir gün bir gece terk ettiği oluyor" dedi.
Bunun üzerine hemen Hafsa'nın evine gittim. Ve Hz. Peygamber sizinle
birlikte olmak isteyince onu geri çevirdiğiniz oluyor mu? dedim. "Evet"
dedi. "Sizden biriniz onu bir gün bir gece terk ediyor mu?" diye sordum.
Buna da "Evet" dedi. Bunun üzerine "Sizden kim böyle yapıyorsa kendine yazık
etmiş ve hüsrana uğramıştır" dedim. "Sizden biriniz, Resulallah'ın
öfkelenmesinden dolayı Allah'ı öfkelenmeyeceğinden, Dolayı siyle onu yok
etmeyeceğinden emin midir? Sen Resulallah'tan uzaklaşma ve O'ndan bir şey
isteme, dilediğin şeyi benim malımdan alabilirsin. Senin komşunun -Aişe'yi
kastediyor- durumu seni yanılmasın. Çünkü o senden daha güzel ve Resulallah
tarafından senden daha çok seviliyor" dedim.
Benim Ensar'dan bir komşum vardı. Aramızda
nöbetleşerek Peygamberimizin yanına giderdik. Bir gün o, bir gün ben.
Birbirimize o gün için inen vahyi ve öteki gelişmeleri haber verirdik. O
sıralar Gassanlıların bizimle savaşmak üzere at koştuklarından söz edip
duruyorduk. Bir gün komşum Peygamberimizin yanına gitti. Yatsı vakti olunca
döndü ve çok önemli bir şey olmuş gibi telaşla beni çağırdı. Kapıya çıkınca
"Çok önemli bir şey oldu" dedi. "Ne oldu? Gassanlılar mı geldi?" dedim.
"Hayır, bundan daha önemli ve daha uzun boylu bir şey oldu. Hz. Peygamber
eşlerini boşadı" dedi. "Hafsa'ya yazık oldu, zarar etti. Ben böyle olacağını
sanıyordum. Nitekim oldu da" dedim. Sabah namazını kıldıktan sonra Medine'ye
indim ve Hafsa'nın evine gittim. Hafsa ağlıyordu. "Resulallah sizi boşadı
mı?" dedim. "Bilmiyorum? işte şu odada yalnız başına oturuyor" dedi. Sonra
siyahi hizmetçinin yanına gittim ve "Ömer için izin iste" dedim. Hizmetçi
Peygamberimizin yanma girip çıktı ve "senin geldiğini söyledim ama sesini
çıkarmadı" dedi. Ben de çıkıp minberin yanına gittim. Bir grup oturmuş,
bazıları ağlıyordu. Orada bir süre oturdum. Sonra kafamı kurcalayan mesele
ağır bastı, tekrar hizmetçinin yanına geldim ve "Ömer için izin iste" dedim.
Hizmetçi tekrar girip çıktı, yine "Senin geldiğini söyledim ama sesini
çıkarmadı" dedi. Bir daha geri döndüm, gidip minberin yanına oturdum. Ama
kafamdaki mesele beni kalkmaya zorladı. Bir daha geldim ve hizmetçiye benim
için izin istemesini söyledim. O da Peygamberimizin yanına girdi ve çıktı.
"Senin girmek için izin istediğini söyledim. Ama sesini çıkarmadı" dedi. Tam
çekip gidecektim ki hizmetçi beni çağırdı. "Girebilirsin, sana izin verdi"
dedi. içeri girdim ve Peygamberimize selam verdim. Bir hasırın üzerine
uzanmıştı. Vücudunda hasırın izleri çıkmıştı. "Ya Resulallah eşlerini
boşadın mı?" dedim. Başını kaldırdı ve "Hayır" dedi. "Allahu Ekber" dedim ve
konuşmaya başladım. Bildiğin gibi ya Resulallah biz Kureyş'liler
karılarımıza hakimdik. Ama Medine'ye gelince karılarının egemenliğinde olan
bir toplumla karşılaştık. Bizim karılarımız da onlardan etkilenmeye
başladılar. Bir gün karıma kızdım. Baktım o da benimle birlikte olmaktan
kaçınıyor. O'nun bu davranışı hiç hoşuma gitmedi. Karım: Seninle yatmak
istemeyişime niye kızıyorsun? Vallahi Hz. Peygamber'in eşleri de ondan
uzaklaşıyor ve her birinin onu bir gün bir gece terk ettiği oluyor" dedi.
Bunun üzerine hemen Hafsa'nın evine gittim ve "Hz. Peygamber seninle
birlikte olmak isteyince O'nu geri çevirdiğin oluyor mu?" dedim. "Evet"
dedi. "Sizden biriniz O'nu bir gün bir gece terk ediyor mu?" diye sordum.
Buna da "Evet" dedi. Bunun üzerine "Sizden kim böyle yapıyorsa kendine yazık
etmiş ve hüsrana uğramıştır. Sizden biriniz, Rasullullah'ın öfkelenmesinden
dolayı Allah'ın öfkelenmeyeceğinden, Dolayı siyle O'nu yok etmeyeceğinden
emin midir?" dedim. Bu sözlerim üzerine Peygamber Efendimiz biraz gülümsedi.
Sonra şöyle dedim: Ya Resulallah, Hafsa'nın yanına gittim ve O'na şunları
söyledim: Komşunun durumu seni yanıltmasın. Çünkü o senden daha güzel ve
Resulallah tarafından senden daha çok seviliyor." Bunun üzerine
Peygamberimiz bir daha gülümsedi. Ben de "Ya Resulallah, yanına oturabilir
miyim?" dedim. "Evet" dedi. Oturdum ve başımı kaldırıp evin içinde göz
gezdirdim. Vallahi onun bulunduğu yerin heybetinden başka evde göz alıcı
hiçbir şey yoktu. "Ya Resulallah, Allah'a dua et, ümmetine geniş imkanlar
versin. Nitekim Allah'a kulluk etmeyen İranlılara ve Bizanslılara geniş
maddi imkanlar vermiştir." dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz doğrularak
oturdu ve "Ey Hattab oğlu, şüphen mi var? Onlar iyiliklerinin karşılığı
bekletilmeksizin bu dünya hayatında verilmiş milletlerdir:' dedi. Ben de
"Benim için bağışlanma dile, ey Allah'ın Resulü" dedim. Peygamber Efendimiz
eşlerine çok kızdığı için bir ay boyunca yanlarına girmemeye yemin etmişti.
Fakat yüce Allah bu ayetleri indirerek O'nu bu kararından dolayı azarladı:'
(Bu hadisi, Buhari, Müslim, Tirmizi ve Nesai aynı ifadelerle fakat değişik
kanallarda, Zehri'den rivayet etmişler.)
Bu, olayın siyer kitaplarındaki anlatımı şimdi de
Kur'an-ı Kerim'in güzelim akışına bakalım:
Sure, yüce Allah'ın peygamberine yönelik şu
azarlayıcı ifadelerle başlıyor:
"Ey Peygamber niçin, Allah'ın sana helal kıldığı
şeyi, eşlerinin hatırı için kendine haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayan,
çok esirgeyendir."
"Allah size yeminlerinizi kefaretle geri almanızı
meşru kılmıştır. Allah sizin dostunuzdur. O her şeyi bilir ve her yaptığı
yerindedir."
Peygamberimiz burada son derece etkileyici ve
anlamlı bir azar işitiyor. Buna göre bir müminin yüce Allah'ın helal kıldığı
bir nimeti kendine haram kılması doğru değildir. Dikkat edilirse Peygamber
Efendimiz bal yemeyi veya Mariye ile cinsel ilişkide bulunmayı şeri anlamda
kendine haram kılmamıştı. Sadece kendini bunlardan yoksun bırakmaya karar
vermişti. işte bundan dolayı Peygamberimizin işittiği bu azar, bir insanın
bilerek, tasarlayarak, birini memnun etmek için kendini Allah'ın helal
kıldığı bir şeyden yoksun bırakmasının doğru olmadığını vurguluyor. Bunun
üzerine yapılan değerlendirmede ise, "Allah çok bağışlayan, çok
esirgeyendir" denilerek, bir insanın kendini Allah'ın helal kıldığı
şeylerden yoksun bırakmasının sorumluluk gerektirdiği, Dolayı siyle
Allah'tan bağışlama ve rahmet dilenmesi lazım olduğu ima ediliyor. Son
derece latif ve derin etkili bir ifade ile bu mesaj iletiliyor.
Ayette belirtilen, Peygamber Efendimizin yemin
etmesi olayına gelince, yüce Allah bu tür yeminlerden dönmeyi caiz
kılmıştır. Yani kefareti verip kurtulmayı meşru kılmıştır. Yeminin mahiyeti
realiteye ters düşüyorsa ve yeminden dönmek daha iyi sonuç verecekse böyle
yapmakta bir sakınca yoktur: "Allah sizin dostunuzdur." Zaaflarınıza karşı,
kaldıramayacağınız yükümlülüklere karşı size yardım eder. işte bu yüzden
zorluktan ve sıkıntıdan kurtulasınız diye yeminden dönmeyi meşru kılmıştır.
"O her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Sonsuz bir bilgiye ve hikmete dayalı olarak sizin
için kanunlar koyar. Gücünüzün kaldırabileceği ve sizin için yararlı olan
şeyleri emreder. Şu halde O'nun haram kılmadığı şeyleri haram kılmaya,
yasaklamaya kalkışmayın. Yine O'nun helal kıldığı şeylerden başkasını helal
kılmayın. Hiç kuşkusuz bu değerlendirme öncesinde verilen direktifin
içeriğine uygundur.
Sonra ayet-i kerime konusuna değinmeden ve
ayrıntılara girmeden olaya işaret ediyor. Çünkü olayın konusu önemli değil
ve kalıcı unsur olayın konusu değildir. Kalıcı olan olayın ifade ettiği
anlam ve sonuçlarıdır.
"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz
söylemişti."
Bu ayet aracılığı ile insanlık tarihinin o hayret
verici döneminde yaşanan olaylardan bir örnek görüyoruz. İnsanlar o dönemde
gökle birlikte yaşıyorlardı. O dönemde gökyüzü açıkça ve en ince detayına
kadar onların her işine karışıyordu. Buradan anlıyoruz ki yüce Allah,
Peygamber Efendimizin eşlerinden birine söylediği ve bir sır olarak
saklamasını istediği olayla ilgili olarak iki eşinin arasında geçenleri
Peygamberine bildirmişti. Peygamber Efendimiz de olayı eşine hatırlatınca
sadece bir kısmına işaret etmekle yetinmiş, olayı uzun uzun anlatmaya gerek
duymamış, ayrıntılara girmekten kaçınmıştır. Sadece bu bilgileri edindiği
kaynağı ona söylemiştir. Hiç kuşkusuz bu kaynak her türlü bilginin asıl
kaynağıdır.
"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz
söylemişti. O bunu peygamberin diğer eşine haber verince, Allah da bu durumu
peygambere bildirmişti, o da bir kısmını yüzüne vurmuş bir kısmını da yüzüne
vurmadı. Peygamber bunu O'na haber verince eşi `Bunu sana kim söyledi?'
dedi. Peygamber: `Bilen, her şeyden haberi olan Allah bana söyledi: dedi."
Burada Allah'ın bilgisine ve olup biten herşeyden
haberdar oluşuna işaret edilmesi, gizliden gizliye, kapalı kapılar ardında
işbirliği yapmak, komplolar kurmak gibi durumlara yönelik derin etkili bir
anlam ifade ediyor. Böylece Hz. Peygamber nereden öğrendin diye soran eşini,
belki de unuttuğu veya farkında olmadığı bu gerçekle yüz yüze getiriyor.
Yanı sıra genel olarak Kur'an okuyan herkesin dikkatini bu gerçeğe çekiyor.
Ayetlerin akışı meydana gelen olayı anlatmayı bir
yana bırakarak aralarında sözleşen iki kadına yöneliyor ve sanki mesele şu
anda oluyormuş gibi onlara hitap ediyor:
"Eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz, kaymış olan
kalpleriniz düzelmiş olur. Ve eğer peygambere karşı birbirinize arka
verirseniz şüphesiz ki O'nun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve
mü'minlerin iyileridir. Bunların ardından melekler de O'na yardımcıdır."
Peygamberimizin iki hanımına yönelik bu hitabın baş
tarafını, kalplerinin tekrar düzelip bu olay yüzünden uzak düştükleri
Allah'a yeniden yönelmesi için yapılan tevbe çağrısını geçtiğimiz zaman...
Evet tevbeye yönelik bu çağrıyı geçtiğimiz zaman büyük ve dehşet verici bir
atakla, insanı iliklerine kadar titreten korkunç bir tehditle karşı karşıya
kalıyoruz.
İşte bu korkunç ve büyük atak ile olayın derinliğini
ve Peygamber Efendimizin kalbi üzerindeki etkisinin büyüklüğünü kavrıyoruz.
Mesele o kadar önemlidir ki, yüce Allah'ın, Cebrail'in ve iyi müminlerin ona
dost olduklarının, bunun da ötesinde Meleklerin O'na yardımcı olduklarının
açıkça duyurulmasını gerektirmiştir. Amaç Hz. Peygamber'in gönlünü hoş
tutmak ve bu tehlikeli mesele karşısında kendisini rahat ve güvencede
hissetmesini sağlamaktır.
Demek ki mesele, Peygamberimizin duygusunda ve
çevresinde böyle bir atağı gerektirecek kadar önemsenmiş, etkisinde kalınmış
ve çok geniş boyutlu olarak algılanmıştır. Bu gerçeği hem bu ayetin
içeriğinden hem de Hz. Ömer'in Ensari -Allah onlardan razı olsun-
arkadaşının dilinden aktarılan rivayetten anlıyoruz. Hz. Ömer arkadaşına
soruyor: Gassanlılar mı geldiler? "Hayır, daha önemli ve daha uzun boylu bir
şey oldu" diyor. Bilindiği gibi Gassanlılar Arap yarımadasının kuzeyinde
Suriye bölgesinde yer alan, Roma imparatorluğu yanlısı bir Arap devletidir.
O günkü şartlarda Gassanlıların saldırıya geçmesi tehlikeli bir olay olarak
algılanırdı. Fakat meydana gelen bir başka olay Müslümanlar tarafından daha
önemli ve daha büyük bir mesele olarak algılanmıştı. Bu büyük kalbin
huzurunu, bu saygın evin esenliğini her şeyden üstün ve her şeyden öncelikli
görüyorlardı. Bu büyük kalbin ve bu saygın evin karışıklığı, huzursuzluğu
Müslüman cemaata göre Romalıların işbirlikçisi Gassanlıların saldırısından
daha tehlikeliydi. Bu değerlendirme o insanların meselelere bakış tarzlarına
ilişkin çeşitli anlamlar ifade ediyor. Bu değerlendirme görüldüğü gibi
gökyüzünün meseleyi değerlendiriş biçimi ile paralellik oluşturuyor. Şu
halde bu değerlendirme doğru ve tutarlıdır, köklü dayanakları vardır.
Bunu izleyen ayetin ifade ettiği anlam, şayet Hz.
Peygamber eşlerini boşayacak olursa Allah'ın onların yerine kendisine
vermesi mümkün olan eşlerin sıfatlarının ayrıntılı olarak belirtilmesi,
ayrıca tehdit noktasında tümüne birden hitap edilmesi de meselenin önemini
ortaya koymaktadır:
"Eğer O sizi boşarsa Rabbi O'na, sizden daha iyi
kendini Allah'a veren inanan, gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden,
Allah'ın uçsuz-bucaksız mülkünün yaratılışını düşünen dul ve bakire eşler
verir."
Bunlar, Peygamber Efendimizin eşlerinin ima ve
işaret yoluyla sahip olmaya çağırıldıkları niteliklerdir.
İslam'ın belirtisi itaat etmek ve dinin emirlerini
uygulamaktır. Kalbi onaran iman gerçek ve eksiksiz olunca İslam ondan
kaynaklanır. "Kunut" ise, gönülden itaat etmektir. Tevbe, meydana gelen
günahtan pişmanlık duymanın, itaate yönelmenin ifadesidir. ibadet; Allah ile
iletişim kurmanın yolu, O'na yönelik kulluğun ifadesidir. Ayrıca yüce
Allah'ın evreni yaratmasını düşünmek, kavramaya çalışmak, ibret derslerini
çıkarmak ve kalp yoluyla Allah'ın uçsuz-bucaksız mülkünü dolaşmak... işte
bunlar Peygamber Efendimizin eşlerinde bulunması istenen niteliklerdir.
Onlar -bu niteliklere sahip olmalarının yanı sıra- dul ve bakiredirler.
Nitekim O'nun şimdiki eşleri de kimisi dul, kimisi de bakireyken O'nunla
evlenmişti.
Onlara yönelik bu tehditten anlaşılıyor ki,
eşlerinin aralarında gizlice sözleşmeleri Peygamberimizin kalbini son derece
etkilemiştir. Yoksa Peygamberimiz küçük şeylerden dolayı öfkelenmezdi.
Bu ayetlerin inişinden ve yüce Allah'ın kendisine ve
aile fertlerine hitap etmesinden sonra Peygamber Efendimiz memnun olmuş bu
sarsıntıdan sonra bu saygın ev sakinleşmiş, yüce Allah'ın direktifleri ile
huzura kavuşmuştur. Hiç kuşkusuz bu, Peygamber Efendimizin ailesine verilen
değerin ifadesidir. Bu özen, bu gözetim, Peygamber Efendimizin evinin
Allah'ın sisteminin yeryüzüne egemen kılmada, bu sistemin temellerini
insanlık hayatına yerleştirmede üstlendiği role uygun düşmektedir.
Daha önce benzeri görülmemiş bir şekilde, hiç kimse
tarafından denenmemiş bir yöntemle bir ümmet oluşturan, bir devlet kuran...
ilahi inanç sisteminin son şeklini omuzlayan, yeryüzünde tüm insanların
örnek alacakları ilahi ilkelere göre biçimlenen pratik bir toplum
oluşturacak bir ümmet meydana getirme fonksiyonunu yerine getiren bu eşsiz
insanın ev hayatından sunulan bir tablodur bu.
Bu, saygın, üstün yüce ve büyük bir insanın
hayatından bir tablodur. Bu insan peygamberlik görevini yerine getirirken
aynı zamanda insanlığın gereklerini de yerine getiriyor ve ikisini
birbirinden ayırmıyor. Çünkü, insanlığa gönderilecek son peygamberlik
misyonunu veya son hayat sistemini O'nun üstlenmesini öngören kader yine
O'nun bir insan ve bir peygamber olmasını öngörmüştür.
Eksiksiz bir peygamberlik misyonunu kusursuz bir
peygamber taşıyordu. Bu sistemin eksiksizliğinin belirtisi insanın insan
olarak kalmasına önem vermesiydi. Bu sistemde insanın yapıcı hiçbir
enerjisine gem vurulmaz, yararlı hiç bir yeteneği iptal edilmez. Aynı
zamanda bu sistem insanı arındırır, eğitir, onu yüceltecek hedefe doğru
yükselir.
İşte İslam, kendini özüne nüfuz edecek şekilde
kavrayan ve kendisine göre hayatlarını biçimlendiren insanları bu duruma
getirdi. Onlar İslam'ın canlı bir nüshasına dönüşmüşlerdi. insana özgü
deneyimlerle, girişimlerle, insanın vazgeçilmez özellikleri olan
zayıflıklarla, insanın güçlü yönleriyle dolu; semavi mesajın gerçekliği ile
iç içe, adım adım ileriye doğru giden -ailesinin ve kendisine en yakın
insanların hayatında olduğu gibi- Peygamberlerinin pratik hayatı başarılı
bir çalışmanın somut örneği olarak gözlerinin önündeydi. Hayallerde ve
boşlukta yaşamayan kolay, pratik ve realist bir önder isteyenler somut
olarak görüyor, ondan etkileniyorlardı.
Hiç kuşkusuz insanlığa yönelik son peygamberlik
misyonunun eksiksiz, kapsamlı ve yeterli şekliyle indirilmesine, bu misyonu
algılayacak ve canlı bir tercümesi olacak peygamberin seçimine ve bu
peygamberin hayatının herkes tarafından okunan bir kitap, peş peşe gelen
kuşaklar için bir başvuru kaynağı olmasına ilişkin kaderin arka planındaki
hikmet gerçekleşmiştir.
AİLENİZİ ATEŞTEN
KORUYUN
Müslümanların ruhlarında derin etki bırakan bu
olayın ışığında Kur'an-ı Kerim müminleri görevlerini yapmaya; ailelerini
eğitmeye, İslam ilkelerine göre yönlendirmeye, onlara öğüt vermeye, Dolayı
siyle hem kendilerini hem de aile fertlerini ateşten korumaya çağırıyor. Bu
arada bir ateş sahnesini ve kafirlerin o anki durumlarını canlandırıyor.
Bunun yanında olayın akışı esnasında yapılan tevbe çağrısının ışığında
müminler günahlarından tevbe etmeye çağırılıyorlar ve tevbe edenleri
bekleyen cennet tasvir ediliyor. Daha sonra Hz. Peygamber kafirlere ve
münafıklara karşı cihad etmeye çağırılıyor. İşte bu açıklamalar surenin
ikinci bölümünü oluşturuyor:
6- Ey inananlar!
Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun
başında, iri gövdeli, haşin, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen
ve emredildiklerini yapan melekler vardır.
7- "Ey kafirler!
Bugün özür dilemeyin, çünkü siz ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz"
denir.
8- Ey iman edenler!
Samimi bir tevbe ile Allah â dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi
örter, Peygamberi ve O'nunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı: günde
Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların,
nurları, önlerinden ve yanlarından koşar da "Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla,
bizi bağışla, çünkü sen her şeye kadirsin" derler.
9- Ey Peygamber!
Kafirler ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı
yer cehennemdir. O gidecekleri yer ne kötüdür.
Mü'minin hem kendisine hem de ailesine karşı olan
sorumluluğu ağır ve korkunç bir sorumluluktur. ileride korkunç bir ateş....
O ve ailesi bu ateşle karşı karşıya dırlar... Kendisini bekleyen bu ateşten
hem kendini hem de ailesini uzak tutmak zorundadır. Evet ateştir bu. Alev
alev yanan dehşet verici bir ateş... "Yakıtı insanlar ve taşlar olan bir
ateş." Bu ateşte insanlar taşlar gibi onlarla birlikte yanarlar. Tıpkı
taşlar gibi önemsiz, taşlar gibi değersiz ve taşlar gibi itina gösterilmeden
tutulup atılırlar. Bu ne korkunç bir ateştir ki, taşları cayır cayır
yakıyor! Şiddeti harekete, aşağılamaya, horlamaya varan bu azap ne
dehşetlidir! Üstelik bu ateşin çevresinde olan her şey ve ateşin bulunduğu
ortam da ürkütücüdür, dehşet vericidir: "Başında iri gövdeli, haşin melekler
vardır." Tabiatları sorumlusu bulundukları azaba uygundur.... "Allah'ın
kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredileni yaparlar." Yüce
Allah'ın kendilerine emrettiği şeyi yapmaları onların tabiatlarının
gereğidir. Yine tabiatları gereği kendilerine emredilen şeyi yapmâ gücüne de
sahiptirler. işte onlar bu haşmetleri ile, bu haşinlikleri ile şu korkunç,
şu dehşet verici ateş üzerinde görevlendirilmişler. Bir mümin kendini ve
ailesini bu ateşten korumalıdır. Henüz fırsat varken, iş işten geçmeden
mazeret bildirmenin işe yaramadığı gün gelmeden ailesini bu ateşten
uzaklaştırmalıdır. İşte kafirler o korkunç ateşin kıyısında durmuş mazeret
uyduruyorlar. Ama mazeretleri hiç bir anlam ifade etmediği gibi iç karartıcı
manzara ile baş başa kalıyorlar:
"Ey kafirler! Bugün özür dilemeyin, çünkü siz ancak
yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz."
Boşuna özür belirtmeyin, bugün özür günü değil.
Bugün herkesin yaptığının karşılığını alacağı gündür. Siz de bu ateşi
hakkedecek işler yaptınız.
Peki müminler kendilerini ve ailelerini bu ateşten
nasıl koruyacaklar? işte burada onlara yol gösteriliyor, umut kapısı
önlerine açılıyor:
"Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a
dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, peygamberi ve onunla
birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar
akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları, önlerinden ve yanlarından
koşar da `Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye
kadirsin' derler."
İşte yol budur... Yol samimi ve içten gelen bir
tevbedir. Kalbi arındıran, onu kötülüklerden uzaklaştıran bir tevbe.
Kötülüklere bulaşmasına, kanmasına fırsat vermeyen bir tevbe.
Günahtan ve hatadan tevbe etmek, işlenen suçtan
pişmanlık duymakla başlar, salih amel ile, ibadet ile sonuçlanır. işte o
zaman bu samimi tevbe kalbi temizler, günahın kalıntılarından, tortularından
arındırır. Bundan sonra da kalbi salih amel işlemeye teşvik eder. İşte
samimi ve içten gelen tevbe budur. Budur kalbi uyaran, günaha dönmemesi için
öğüt işlevini gören samimi tevbe.
Böyle bir tevbe gerçekleşirse yüce Allah'ın onunla
günahları örtmesi ve bu şekilde tevbe edenleri, biraz önce surenin akışı
içinde gözler önüne serildiği gibi kâfirlerin rezil olacakları bir günde,
onları cennetlere sokması umulur. O gün yüce Allah peygamberini ve onunla
birlikte olan müminleri utandırmayacaktır.
Hiç kuşkusuz, yüce Allah'ın birçoklarının rezil
olacağı bir günde müminleri Hz. Peygamberle birlikte bir safta olarak, aynı
saygıyı göreceklerini vurgulaması insanı umutlandıran bir teşvik ve büyük
bir saygınlık ifadesidir. Sonra yüce Allah onlara bir nur bahşediyor:
"Nurları önlerinden ve yanlarından koşar." Bu dehşet verici, bu dalgalı, bu
korkunç, bu bunaltıcı günde onunla tanınırlar. Kaynaşıp duran o korkunç
kalabalık içinde bu nurla yollarını bulurlar. Önlerinde ve yanlarında ışık
saçarak en sonunda bu nur onları cennete götürür.
Onlar içinde bulundukları ortamın dehşet
vericiliğine, zorluğuna rağmen Allah'ın huzurunda ona dua ederler, iyilik
dilerler: "Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye
kadirsin' derler."
Dillerin tutulduğu, kalplerin durduğu böylesine
dehşetli bir ortamda dua edebiliyor olmaları bu duanın kabul olacağının
belirtisidir. Yoksa yüce Allah'ın belirlediği kader kabul edilmesini
öngörmeseydi yüce Allah böyle bir duayı müminlere ilham etmezdi. Şu halde
buradaki dua bir nimettir. O gün müminlere gösterilen saygıya ve onlara
bahşedilen Nur'a ek olarak yüce Allah'ın bağışladığı karşılıksız bir
nimettir.
Bununla yakıtı insan ve taş olan ateş arasında ne
korkunç bir fark vardır? Hiç kuşkusuz bu mükafat tıpkı biraz önceki azap
gibi müminin kendisini ve ailesini ateşten korumadaki Dolayı siyle sonuçta
altlarından ırmaklar akan cennetleri elde etmelerindeki sorumluluğunu tasvir
ediyor.
Peygamber Efendimizin evlerinde meydana gelen ve
surenin birinci bölümünde ele alınan olayın ışığında baktığımızda bu
ayetlerin vermek istedikleri mesajı kavrıyoruz.
Bir mümin, kendisinin doğru yolu bulmasından,
kalbinin ıslah olmasından sorumlu olduğu gibi ailesinin doğru yolu
bulmasından, evinin ıslah olmasından da sorumludur.
Talak suresinde de vurguladığımız gibi İslam,
toplumsal düzeninde aileyi esas alan bir dindir. Bu yüzden müminin ailesine
karşı olan sorumluluğunu, evine karşı yerine getirmesi zorunlu olan görevini
sık sık vurgular. Müslüman ev, Müslüman cemaatin çekirdeğidir. işte bu ve
onun gibi diğer hücrelerden meydana gelir bu büyük ve canlı beden. Yani
İslam toplumu...
Bir ev, inanç sisteminin kalelerinden biridir. Bu
yüzden kale içerden dayanıklı ve sağlam olmalıdır. Her fert bir giriş
noktasının, bir gediğin önünde durmalı ve sızmaları önlemelidir. Aksi
taktirde orduyu kalenin içinde bozguna uğratmak kolaylaşır. Artık her önüne
gelenin, atlı ve yayaların girip çıkmaları zor olmaz.
Bir mümin öncelikle davayı evine, aile fertlerine
sunmalıdır. Bu kaleyi içerden güvenli hale getirmesi onun görevidir.
Davetini uzaklara götürmeden önce ailesindeki gedikleri kapatması bir
zorunluluktur.
Bunun için Müslüman bir anne gereklidir. Çünkü
kalenin güvenliği açısından tek başına Müslüman bir baba yeterli değildir.
Anne ve babanın el birliği ederek kızları ve erkekleri eğitmeleri
kaçınılmazdır. Bir insanın sırf erkeklerden kurulu bir İslam toplumu
oluşturmaya çalışması boş ve verimsiz bir çabadır. Böyle bir toplumda kadın
da olmalıdır. Çünkü onlar geleceğin tohumu ve meyvesi olan neslin koruyucu
bekçileridirler.
Bu yüzden Kur'an hem erkeklere, hem de kadınlara
iniyordu. Evleri düzenliyor, onları İslam hayat sisteminin temel ilkelerine
dayalı olarak kuruyordu. Müminlere kendi şahıslarının sorumluluğunu
yüklediği gibi ailesinin sorumluluğunu da yüklüyordu: "Ey inananlar!
Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun."
Bu meseleyi İslam davetçileri kavramalıdırlar, hem
de çok iyi kavramalıdırlar. Bu amaçla başlatılacak bir çalışma öncelikle
insanın kendi evine, eşine, yani anneye, sonra çocuklara, ardından tüm aile
fertlerine yönelik olmalıdır. Bir Müslüman ev kurmak için, Müslüman kadın
yetiştirmeye büyük önem verilmelidir. Müslüman bir ev kurmak isteyen her
şeyden önce Müslüman bir eş aramalıdır. Yoksa İslam cemaatinin kuruluşu bir
süre daha gecikecektir. Binalar delik deşik ve harap olmaya devam edecektir.
İlk Müslüman toplum içinde bu mesele günümüzden daha
kolay çözümlenebiliyordu. O gün için Medine'de İslam'ın egemen olduğu bir
Müslüman toplum oluşturulmuştu. İslam bu topluma insanlık hayatına ilişkin
tertemiz düşünce sistemi ile, bu düşünce sisteminden kaynaklanan yasaları
ile egemendi. O toplumda, kadın-erkek herkesin başvuru kaynağı Allah ve
peygamberiydi, Allah'ın ve peygamberinin hükmüydü. Bir meseleye ilişkin bir
hüküm indiği zaman bu, o mesele için geçerli olan tek ve nihai hüküm olarak
algılanırdı. İşte böyle bir toplumun varlığı, hayata egemen olan düşüncesi
ve gelenekleri Dolayı siyle bir kadının İslam'ın istediği şekilde kendini
yetiştirmesi son derece kolaydı. Erkeklerin karılarına öğüt vermeleri,
evlatlarını İslam'ın terbiye metodu ile eğitmeleri kolay bir işti.
Fakat biz bugün farklı bir konumdayız. Biz bugün
cahiliye hayatı yaşıyoruz. içinde yaşadığımız toplum cahiliye toplumu. Bu
topluma egemen olan kanunlar cahiliye kanunları, ahlâk cahiliye ahlâkı.
Gelenek cahiliye geleneği. Düzen cahiliye düzeni. inananlar arası
ilişkilerde geçerli olan davranış kuralları cahiliye ürünü. Küfür cahiliye
küfürü.
Bir kadın ister kendi kendine, ister kocasının veya
kardeşinin yahut babasının yol göstericiliği sonucu İslam'ın öngördüğü
hayatı yaşamaya karar verdiği zaman işte bu cahiliye toplumu ile sürekli iç
içe yaşıyor, onun ezici baskısı, ağırlığını omuzlarında hissediyor.
Halbuki Medine'de kurulan ilk İslam devletinde
kadın-erkek, bütün toplum aynı düşünce sistemine bağlıydı, Aynı hüküm ile
yönetiliyordu. Hayatlarını aynı inanç sistemi biçimlendiriyordu. Ama şimdi
Müslüman erkek pratik hayatta varolmayan soyut bir düşünce sistemine
inanıyor, ona göre hareket etmeye çalışıyor. Kadın ise, azgın cahiliye
sistemine yaraşır biçimde bu düşünceye düşmanlık besleyen, ona savaş açan
bir toplumun baskısı altında güçlükle hayatını sürdürüyor. Hiç kuşkusuz
toplumun ve geleneklerinin baskısı kadının duyguları üzerinde erkeğinkinden
kat kat fazlasıyla etkilidir.
İşte bundan dolayı mümin erkeğin görevi kat kat
artıyor. Önce kendisini ateşten korumalıdır. Sonra bu ezici baskının, karşı
konulmaz cazibenin etkisi altında kalan ailesini korumalıdır.
Şu halde bu görevin ağırlığının bilincinde olmalı,
Dolayı siyle ilk Müslüman cemaatteki kardeşinin sarf ettiğinden kat kat
fazla siyle emek sarf etmelidir. Bu yüzden Müslüman bir aile kurmak
isteyenin en başta kaleyi içerden koruyacak bir kadın aramasının
kaçınılmazlığı kesinlik kazanıyor. Bu kadın da düşüncesini onun beslendiği
kaynaktan yani İslam'dan almalıdır. Hiç kuşkusuz Müslüman erkek bu konuda
bazı şeylerde fedakarlık edecektir: Kadının yüzünün yalancı parlaklığını,
İslami edepten yoksun genç ve güzel kızın çekiciliğini, içten içe kokuşmuş
toplumun parlak dış görünüşünü feda edecektir. Bütün bunları elinin tersiyle
itip Müslüman bir yuva, Müslüman bir kale kurmasında kendisine yardımcı
olacak din unsurunu aramalıdır. Yeniden İslami dirilişi arzulayan mümin
babalar bu dirilişin canlı hücrelerinin kendi ellerinde olduğunu ve herhangi
bir insandan önce daveti bunlara sunmak, bunları eğitmek, bunları hazırlamak
zorunda olduklarını bilmelidirler ve yüce Allah'ın şu çağrısına olumlu
karşılık vermelidirler: "Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi ateşten
koruyunuz."
Bu münasebetle bir kez daha İslam'ın temel
karakterinin, İslam'ın egemen olduğu, pratik varlığının gerçekleştiği
Müslüman bir cemaatin kuruluşunu gerektirdiğini vurgulayalım. En başta
İslam'ın varlığı bir cemaat esasına dayanmalıdır. Bu cemaatin inanç sistemi
İslam olmalıdır. Sosyal düzeni İslam olmalıdır. Kanunu İslam olmalıdır.
Bütün düşüncelerini besleyen eksiksiz kaynak İslam olmalıdır. (Saf suresi
tefsirine bakınız)
İşte bu cemaat İslam düşüncesinin koruyucu
yuvasıdır. Bu düşünceyi fertlerin ruhlarına aşılar. Bu düşünceyi dinden
döndürme amaçlı eziyetlerden koruduğu gibi cahiliye toplumunun olumsuz
etkilerinden, baskısından da korur.
Bu bakımdan Müslüman cemaatin varlığının ne kadar
önemli olduğu ortaya çıkıyor. Bu toplum içinde Müslüman genç kızlar ve
Müslüman kadınlar çevrelerindeki cahiliye toplumunun olumsuz etkilerinden
korunurlar. Artık duygu ve düşünceleri, İslami düşüncenin gerekleri ile
ezici baskıya sahip cahiliye toplumunun gelenekleri arasında bocalamaz. Bu
toplumda Müslüman genç kız, Müslüman yuvada veya Müslüman kalede kendisinin
yaşadığı hayatı paylaşan arkadaşlar, ortaklar bulur. işte İslam ordusu bu ve
benzeri kimselerden oluşur.
Doğrusu fertlerinin birbirine İslam'ı tavsiye
ettiği, İslam düşüncesine, ahlakına, davranış kurallarına ve tüm
düşüncelerine yuva teşkil eden Müslüman bir cemaatin kuruluşu bir
zorunluluktur -kesinlikle gereksiz bir hobi değildir-. Bu toplum birbiriyle
olan ilişkilerinde İslama göre yaşar. İslam için yaşar, onu korur, ona
bekçilik eder ve pratik bir hayat sergileyerek başkalarını onu yaşamaya
çağırır. Allah'ın izniyle karanlıklardan aydınlığa çıksınlar diye sapık
cahiliye toplumundan İslama davet edilen bu kişiler böylece İslam'ı somut
şekliyle görmüş olurlar. Bu durum yüce Allah'ın İslam'ın her yönüyle egemen
olmasına izin verdiği zamana kadar devam eder. Bundan sonra gelen nesiller
İslam'ın gölgesinde, her tarafı ahtapot gibi saran cahiliye ye karşı onun
himayesinde yetişirler.
İlk İslam cemaatinin korunması için Peygamber
Efendimize düşmanlarına karşı savaşması emrediliyordu:
"Ey peygamber! Kafirler ve münafıklarla savaş,
onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidecekleri
yer ne kötüdür."
Müminlere kendilerini ve ailelerini ateşten
korumaları emredildikten, günahlarının örtülmesini ve altlarından ırmaklar
akan cennetlere girmelerini sağlayacak, yürekten gelen tevbeye çağrıldıktan
sonra yer alan bu mesajın özel bir anlamı ve hayati bir önemi vardır.
Ateşten korunmayı garantileyen Müslüman yuvanın
korunması açısından bu uyarının yapılmış olması son derece anlamlıdır, büyük
öneme sahiptir. Dolayı siyle kafirler gibi azgın, zalim ve bozguncu
unsurların dışarıdan veya münafıklar gibi sinsi unsurların da içerden İslam
karargahına saldırmalarına izin verilmemelidir.
Ayet-i kerime kendilerine karşı cihad edilmesini ve
sert tavır takınılmasını emrederken kafirlerle münafıkları bir tutuyor.
Çünkü İslam karargahını tehdit etme, yıkma veya parçalama hususunda her iki
grup amaç ve sonuç itibariyle benzer roller üstlenmişlerdir. Bu yüzden
onlara karşı cihad etmek, ateşten korunmak demektir. Hz. Peygamberin ve
müminlerin onlara karşı sert tavır takınmaları onların bu dünyadaki
cezalarıdır.
"Onların varacağı yer cehennemdir. O gidecekleri yer
ne kötüdür."
Bu da onların ahiretteki cezaları.
İşte bu gezintide yer alan ayetlerle ayetlerin
vurguladıkları anlamlar arasında uyum bu şekilde sağlanıyor. Ayrıca bu bölüm
bütünüyle surenin ilk bölümü ile de ahenk oluşturuyor.
NUH, LUT, FİRAVUN'UN
KARISI VE HZ. MERYEM
Şimdi de üçüncü ve son gezinti sunuluyor. Ve sanki
bu gezinti doğrudan surenin birinci bölümünün devamı niteliğindedir. Çünkü
burada bazı peygamberlerin evlerindeki kâfir kadınlarla, kâfirler arasındaki
mümin kadınlardan söz ediliyor
10- Allah inkar
edenlere, Nuh'un karısı ile Lut'un karısını misal verdi. Onlar,
kullarımızdan iki salih kişinin nikahında iken onlara hainlik ettiler:
Kocaları Allah'tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Bu iki kadına:
"Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!" denildi.
11- Allah inananlara
da Firavun'un karısını misal gösterdi. O "Rabbim! Bana katında, cennette bir
ev yap, beni Firavun'dan ve onun kötü işinden kurtar ve şu zalimler
topluluğundan kurtar!" demişti.
12- Irzını korumuş
olan, İmran kızı Meryem "i de Allah misal verdi. Biz, onun içine ruhumuzdan
üfledik ve Rabbinin sözlerini, kitaplarını tasdik etti. ve o gönülden itaat
etti.
Hz. Nuh'un ve Hz. Lut'un karılarının ihaneti ile
ilgili olarak herkesçe kabul edilen açıklama; bu ihanetin davaya ihanet
olduğu, yoksa fuhuş anlamında bir ihanetin söz konusu olmadığı şeklindedir.
Hz. Nuh'un karısı kavmi ile birlik olup O'nu alaya alırdı. Hz. Lut'un karısı
ise, kavminin misafirlere ne yapacaklarını bildiği halde onlara Hz. Lut'un
misafirlerini göstermişti.
Yine herkesçe kabul edilen görüşe göre Firavun'un
karısı onun sarayında yaşayan bir mümindi. Belki de Hz. Musa'dan önceki
semavi dine inanan Asya kökenlilerden biriydi. Tarihte Mısır'da tanrıların
sayısını bire indiren ve güneş kursu ile o bir tanrıyı sembolize eden ve
kendini "Akhnaton" diye adlandıran "dördüncü Emnahtop"un annesinin
Mısırlıların dini inançlarına bağlı bulunmayan Asya kökenlilerden olduğuna
ilişkin bilgiler yer almaktadır. Bu surede sözü edilen mümin kadının bu mu
yoksa Hz. Musa döneminde Mısır'a hükmeden Firavun'un karısı mı olduğunu
ancak Allah bilir. Fakat Hz. Musa'nın peygamber olarak görevlendirildiği
dönemdeki Firavun'un, yukarıda sözü edilen Emnahtop olmadığını biliyoruz.
Biz Firavun'un karısının kimliğini ortaya koyacak
tarihsel araştırma peşinde değiliz. Kur'an-ı Kerim'in bu işareti şahıslardan
bağımsız sürekli bir gerçeği ifade ediyor. Şahıslar ise, sadece bu gerçeğin
temsilcileridirler.
İnsanın hem kendisini hem de ailesini ateşten
koruması emredildikten sonra burada asıl vurgulanmak istenen sorumluluğun
bireyselliği ilkesidir. Ayrıca Peygamber Efendimizin ve müminlerin eşlerine
şöyle denmek isteniyor: Bütün bunlardan sonra sorumluluk size aittir.
Kendinizden siz sorumlusunuz Peygamberin veya salih Müslümanların eşleri
olmanız sizi sorumluluktan kurtarmaz. , işte Hz. Nuh'un karısı... Hz. Lut'un
karısı da öyle. "Onlar, kullarımızdan iki salih kişinin nikahında iken"...
"Onlara hainlik ettiler"... "Kocaları Allah' tan gelen hiçbir şeyi onlardan
savamadı"... "Bu iki kadına `Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!"
denildi."
Küfür ve iman meselesinde ayrıcalık, aracılık olmaz.
Peygamberlerin eşleri de olsalar inanca ihanet edenlere göz yumulmaz.
İşte bu da Firavunun karısı... Firavunun sarayında
içinde yaşadığı küfür tufanı O'nun yalnız başına kurtuluş istemekten
alıkoyamıyor. Bu mümin kadın Rab binden cennette bir ev isteyerek Firavun'un
sarayından vazgeçmişti. Rab binden kurtuluş isteyerek Firavun'la olan
ilişkisini koparmıştı. Firavun'un yaptıklarının sorumluluğuna ortak olurum
endişesiyle onun uygulamalarını onaylamadığını belirtmiş, yaptıklarından
uzak durmuştu. Oysa Firavun'a en yakın insandı: "Beni Firavun'dan ve O'nun
kötü işinden kurtar." Aralarında yaşadığı halde Firavun'un kavmi ile de
ilişkisini kesmişti: "Ve beni şu zalimler topluluğundan kurtar."
Firavun'un karısının duası ve tavrı, dünya
değerlerini hem de en göz alıcılarını elinin tersi ile itip Allah katındaki
kalıcı değerlere yönelmenin güzel bir örneğidir. Nitekim bu mümin kadın o
gün için yeryüzünün en büyük hükümdarı Firavun'un karısıydı. Bir kadının
arzulayabileceği her şeyi bulabildiği Firavun'un sarayında yaşıyordu. Fakat
bu kadın iman sayesinde bütün bunları ayaklarının altına almış, elinin
tersiyle itmişti. Üstelik bu dünya nimetlerinden, dünyanın geçici
değerlerinden yüz çevirmekle yetinmemiş, bunları Allah'a sığınılması gereken
bir kötülük, bir pislik, bir musibet olarak algılamıştı. Bütün bunlardan
vazgeçip yüce Allah'tan kendisini bu hayattan kurtarmasını istemişti.
Öte yandan bu mümin kadın geniş ve güçlü bir
devlette tek başınaydı. Hiç kuşkusuz bu da yüce Allah'ın O'na yönelik bir
başka büyük lütfudur. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi kadın toplumun
baskısı karşısında daha duyarlıdır, toplumun düşüncesinden daha çok
etkilenir. Fakat bu kadın tek başına... Toplumun baskısına, sarayın
baskısına, hükümdarın baskısına, saray çevrelerinin baskısına, hükümdarlık
makamının baskısına rağmen başını göğe kaldırmıştı. Hem de tek başına ve bu
azgın küfür ortamında.
Bu mümin kadın, Allah için bütün etkenlerden, bütün
bağlardan, bütün engellerden ve bütün yanıltıcı çağrılardan soyutlanmanın
üstün bir örneğidir. Zaten cümleleri evrenin her tarafında yankılanan,
yüceler aleminden inen, Allah'ın kalıcı kitabında kendisine işaret
edilmesini bu yüzden hakketmiştir. "İmran kızı Meryem de..."
O da doğduğundan itibaren -yüce Allah'ın başka
surelerde anlattığı gibi kendini Allah'a adamanın, onun için her şeyden
soyutlanmanın bir örneğidir. Burada O'nun temizliği, iffetliliği
anlatılıyor: "Irzını korumuştu." Böylece O'nun iğrenç karakterli Yahudilerin
iftirasından uzak olduğu, pekiştiriliyor: "Biz O'nun içine ruhumuzdan
üfledik." işte Hz. İsa O'nun içine üflenen bu ruhtan meydana gelen Hz.
İsa'nın doğumunu ayrıntılı biçimde sunun "Meryem suresinde" Hz. Meryem'in
içine Allah'ın ruhundan üflenmesi olayı da ayrıntılı olarak anlatılıyor. Biz
buradaki ayetin ruhuna sadık kalarak orada anlatılanları tekrarlamayacağız.
Çünkü bu ayet Meryem'in iffetliliğini, eksiksiz imanını ve Allah'a yönelik
kulluğunu ön plana çıkarmayı hedefliyor: "Rabbinin sözlerini, kitaplarını
tasdik etti ve o gönülden itaat etti."
Burada İmran kızı Meryem'le birlikte sadece
Firavun'un karısından söz edilmiş olması, O'nun Allah katındaki üstün
derecesinin göstergesidir. Firavun'un karısı Allah katındaki bu üstün
derecesi ile Meryem'le denk tutulmayı, onunla birlikte anılmayı
hakketmiştir. Hiç kuşkusuz bunda en büyük etken az önce işaret ettiğimiz
gibi onun içinde yaşadığı ağır hayat şartlarıdır. Her ikisi temiz, iffetli,
mümin, Allah'ın kitaplarını doğrulayan ve Allah'a gönülden itaat eden
kadınların sembolüdürler. İşte yüce Allah surenin başındaki ayetlerin ele
aldığı olay münasebetiyle onları Peygamber Efendimizin eşlerine ve bundan
sonra da her kuşaktan gelecek mümin kadınlara örnek gösteriyor.
Son olarak bu sure -ve bu cüzün tamamı- Peygamber
Efendimizin hayatından canlı bir bölüm sunuyor bizlere. Peygamber
Efendimizin hayatının bu kesitini Kur'an-ı Kerim o eşsiz ifade tarzı ile
canlandırıyor. İnsanların bu döneme ilişkin aktardıkları tarihsel rivayetler
bu dönemi bu şekilde çarpıcı biçimde zihnimizde canlandıramazlar. Çünkü
Kuran'ın ifade tarzı daha derin anlamlı ve daha geniş boyutludur. Kur'an-ı
Kerim bireysel bir olayı, zaman, mekan ve olayın dar kalıplarının ötesindeki
soyut ve kalıcı gerçeği tasvir etmek için ele alır. Kur'an-ı Kerim'in genel
yöntemi budur.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.