9-Tevbe
1- Kendileri ile
aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i tarafından
yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır bu.
2- "Dört ay daha
yeryüzünde serbestçe dolaşınız. Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı
ve Allah'ın kâfirleri perişan edeceğini biliniz. "
3- Büyük hacc günü
Allah ve Peygamber tarafından tüm insanlara duyurulur ki; "Allah ve
Peygamber'i ile müşrikler arasında her türlü ilişki kesilmiştir. Eğer tevbe
ederseniz bu sizin için daha yararlıdır. Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın
yapacaklarına engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri acıklı
bir azapla müjdele!"
4- Yalnız antlaşma
şartlarını eksiksiz biçimde yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi
desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile aranızdaki anlaşmalara
sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları
sever.
5- Haram aylar
geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün
muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namaz kılar
ve zekât verirlerse onları salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah affedici ve
merhametlidir.
6- Eğer puta
tapanlardan biri senden can güvenliği isterse kendisine can güvenliği sağla
ki, Allah'ın sözünü, Kur'ân-ı işitebilsin, sonra da onu güven içinde olacağı
bir yere ulaştır. Çünkü onlar gerçekleri bilmeyen bir güruhtur.
Bu âyetler, yirmisekizinci âyetin sonuna kadar
olanlarla birlikte Medine'de ve genel olarak Arap Yarımadası'nda istikrarlı
bir varlık kazanan İslâm toplumu ile Yarımada'da yaşayan ve İslâm'a girmeyi
kabul etmemiş olan müşrikler arasındaki nihaî ilişkileri belirlemek üzere
inmişlerdir. Bu müşriklerden bazıları ile Peygamberimiz arasında antlaşma
vardır. Fakat onlar Tebük'te Bizanslılar ile müslümanlar savaşa tutuşunca bu
antlaşmayı bozdular. Bu kalleşliklerinin sebebi, Bizanslılar'ın İslâm'a ve
müslümanlara ölümcül bir darbe indireceklerini ya da en azından onların
nüfuzlarını kıracaklarını, güçlerini sarsıntıya uğratacaklarını beklemeleri
idi. Yine bu müşrikler arasında Peygamberimiz ile antlaşması olmayanlar,
fakat buna rağmen o güne kadar müslümanlara ilişmemiş olanlar vardı. Bir de
Peygamberimiz ile aralarında -süreli ya da süresiz- antlaşma bulunan ve bu
antlaşmalarının bütün şartlarına uyarak müslümanların hiç bir düşmanı ile
işbirliği yapmamış olan müşrikler vardı. İşte gerek bu âyetler ve gerekse
yirmisekizinci âyetin sonuna kadar ki devamları saydığımız bu müşrik
grupların tümü ile müslüman toplum arasındaki nihaî ilişkileri belirlemek
için inmişti. Gerek bu sûrenin tanıtma yazısında ve gerekse incelemekte
olduğumuz âyetler grubuna ilişkin giriş yazısında oldukça ayrıntılı biçimde
açıkladığımız gerekçelerin ışığı altında bu ilişkiler düzenlenmişti.
Bu âyetlerin üslubu ve ifadelerin mesajı bir genel
bildiri ve yüksek sesli haykırma biçimi yansıtıyor. Böylelikle âyetlerin
anlatım üslubu ve mesajın karakteri ile konuları ve konuyu kuşatan atmosfer
arasında, sıkı bir uyum ortaya çıkıyor ki, bu Kur'ân'ın ifade tarzında her
zaman gördüğümüz bir özelliktir.
Gerek bu bildirimi kuşatan tarihi şartlar hakkında
gerek bu bildirme işleminin nasıl ve kim tarafından gerçekleştirildiğine
ilişkin birçok rivayetler vardır. Bu rivayetlerin en doğrusu, en akla yakını
ve müslüman toplumun o günkü pratik hayatı ile en bağdaşır olanı İbn-i
Cerir'in bu rivayetleri özetlerken ortaya koyduğu görüştür. Biz burada onun
yorumları içinden pratik gerçeğe ilişkin görüşümüzü somutlaştıran sözleri
seçeceğiz. Bu seçmeyi yaparken İbn-i Cerir'in onaylamadığımız ya da biribiri
ile çelişir bulduğumuz sözlerini atlayacak, gündem dışı tutacağız. Çünkü
bizim amacımız ne bu değişik rivayetleri ve ne de bu rivayetlere ilişkin
İbn-i Cerir'in yorumlarını tartışma konusu yapmak değildir. Biz sadece bu
belgelerin incelenmesi ile gerçekliğinin güç kazandığına inandığımız görüşü
okuyucuların dikkatine sunmak istiyoruz:
İbn-i Cerir Taberi'nin bildirdiğine göre ünlü tefsir
bilgini Mücahid "Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve
Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır bu" âyeti
hakkında şöyle diyor:
"Antlaşmalılar" deyiminden maksat Müdlac kabilesi
ile diğer antlaşmalı araplar ve tüm antlaşmalı müşriklerdir.
Peygamberimiz Tebük savaşını sona erdirince hacca
gitmek istedi. Fakat sonra `Müşrikler Kâbe'ye gelip orayı çıplak biçimde
ziyaret ediyorlar. Bu yüzden bu durum ortadan kalkmadıkça hacca gitmek
istemiyorum' dedi.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ali'yi Mekke'ye
gönderdi. Onlar Zülmecaz başta olmak üzere bütün çarşı-pazarları ve bütün
kalabalık yerleri dolaşarak antlaşmalı müşriklere antlaşmalarının dört ay
daha yürürlükte kalacağını bildirdiler. Bu aylar hacc mevsimini izleyecek
olan ardışık haram aylardır ki, Zilhicce'nin yirmisinde başlayıp
Rebiulahir'in yirmisinde sona eriyorlardı. Bu sürenin sonunda hiç kimse ile
arada antlaşma kalmayacaktı. Peygamberimiz o süreden sonra herkese savaş
açacağını bildirdi, sadece iman edenler bu kararın dışında tutulacaklardı.
Bunun üzerine halkın çoğu iman etti ve hiç biri başka yere göçetmedi."
Bu antlaşmanın mahiyeti, ilkesi, sona ermesi ve bu
ilke ile sona ermenin amaçları hakkındaki tüm rivayetleri gözden geçirdikten
sonra Taberi sözlerine şöyle devam ediyor:
"Bu konuda doğruya en yakın görüş, şöyle diyenin
görüşüdür: Yüce Allah'ın, antlaşmalı müşriklere tanımış olduğu ve "Dört ay
daha yeryüzünde serbestçe dolaşınız" âyeti ile içinde müşriklere seyahat
özgürlüğü sunduğu süre Peygamberimiz'e karşı İslâm'ın düşmanları ile
işbirliği yapan ve antlaşmalarını süreleri dolmadan tek yanlı olarak bozan
müşrikler için sözkonusudur. Buna karşılık antlaşmalarını bozmamış,
Peygamberimiz'e karşı İslâm düşmanları ile işbirliği yapmamış olan
müşriklere gelince yüce Allah "Yalnız antlaşma şartlarını eksiksiz biçimde
yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi desteklemeyen müşriklere gelince
onlar ile aranızdaki antlaşmalara süreleri sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz
Allah kötülükten sakınanları sever" âyeti ile böylelerinin antlaşmalarını
sürelerinin bitimine kadar geçerli tutmayı Peygamberimiz'e emretmiştir.
Yüce Allah'ın bu sûrede yeralan `Haram aylar geçince
müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz' âyetinin bu konuda söylediklerimizin
tersini kanıtladığı ileri sürülebilir. Çünkü bu âyetin haram ayların
bitiminden sonra müşrikleri öldürmeyi müslümanlara farz kıldığı iddia
edilebilir. Fakat bu konudaki gerçek sanılanın tersinedir. Çünkü bu âyetin
az ilerisinde yeralan başka bir âyet bu konudaki sözlerimizin doğru
olduğunu, haram aylar sona erer-ermez Peygamberimiz ile arasında antlaşma
olan ve olmayan her müşriki öldürmenin mubah olacağını sanmanın yanlış
olduğunu kanıtlar. Sözünü ettiğimiz âyet şudur; `Mescid-i Haram'ın, Kâbe'nin
yanında antlaşma yaptıklarınız dışındaki müşriklere karşı Allah'ın ve
Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkça
siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten
sakınanları sever.'
İşte bu âyette sözü edilenler de müşriklerdir. Yüce
Allah, Peygamber'e ve müminlere bunlar dürüst davrandıkça kendilerine karşı
dürüst davranmalarını emrediyor, onlar ile yapılan antlaşmayı bozmamaları ve
düşmanları ile işbirliği yapmaktan kaçınmaları gerektiğini buyuruyor.
Bütün bunlar bir yana, Peygamberimiz'den kaynaklanan
elimizdeki belgelere göre Peygamberimiz, Hz. Ali'yi antlaşmalı müşriklerle
ilişkileri kesme kararını açıklamak üzere Mekke'ye gönderdiğinde ona kendi
adına `Kimin Peygamber'le bir antlaşması varsa bu antlaşma süresinin sonuna
kadar geçerlidir' şeklinde yüksek sesli bir duyuru yapmasını emretmişti.
Peygamberimiz'in bu direktifi bizim söylediklerimizin en açık delilidir.
Demek ki, yüce Allah, Peygamberimiz ile süreli bir
antlaşma yapıp da bu antlaşmalarına bağlı kalan, onu çiğnemeye kalkışmayan
müşriklerin antlaşmalarını bozmasını Peygamberimiz'e emretmedi. Yüce
Allah'ın yukardaki âyetle tanıdığı dört aylık mühlet, antlaşmalarını bu
mühletin verilişinden önce tek yanlı olarak bozanlar ile antlaşmaları
süresiz olan müşriklerle ilgilidir. Yoksa Peygamberimiz'e antlaşmaları
süreye bağlı olan ve antlaşmalarını çiğneyerek aleyhlerinde gerekçe
hazırlamamış olan müşriklerin antlaşmalarını süreleri sonuna kadar geçerli
tutması emredilmişti. Nitekim O, hacc mevsiminde Mekke'de toplanan araplara
kendi adına açıklamak üzere gönderdiği özel elçisine bu yolda talimat
vermişti."
Taberi, yine antlaşmalarla ilgili çeşitli
rivayetleri değerlendiren başka bir yorumunda da şöyle diyor:
"Gerek bu belgeler ve gerekse benzerleri bu konuda
bizim söylediklerimizin doğru olduğunu ve dört aylık mühletin anlattığımız
müşrik gruplar için sözkonusu olduğunu gösterir. Antlaşmaları belirli
sürelere bağlı olup da Peygamberimiz ve müminlerin eline bu antlaşmaları
bozmak ve antlaşmalı tarafların düşmanlarını desteklemek için gerekçe
vermemiş olan müşriklere gelince Peygamberimiz bunların antlaşmalarını
süreleri sonuna kadar geçerli saymıştır. Çünkü yüce Allah'ın O'na verdiği
emir bu yolda idi. Kur'ân'ın açık hükmü bunu gerektiriyordu ve elimizdeki
Peygamber kaynaklı belgeler de bunun böyle olmasını gerektirir."
Eğer biz zayıf rivayetler ile daha sonraki yıllarda
şiiler ile sünniler arasındaki siyasî çatışmaların bazı rivayetlere
yansıtmış olabilecekleri yanıltıcı etkileri bir yana bırakacak olursak bu
konuda diyebiliriz ki; Peygamberimiz o yıl Hz. Ebu Bekir'i hacc emiri olarak
göndermişti. Çünkü müşrikler Kâbe'yi çıplak olarak ziyaret ettikleri için
kendisi hacca gitmek istememişti. Bir süre sonra "Tevbe" sûresinin baş
tarafındaki âyetler inince Hz. Ali'yi, Hz. Ebu Bekir'in arkasından bu
âyetlerin içeriğini ilgililere duyursun diye Mekke'ye gönderdi. Hz. Ali, bu
âyetlerin içerdiği tüm nihaî hükümleri hacc kalabalığına ilân etti. İlân
ettiği bu hükümler arasında o yıldan sonra hiç bir müşrikin Kâbe'yi ziyaret
edemeyeceği yasağı da vardı.
Tirmizi'nin tefsirinde yer verdiği bir belgeye göre
Hz. Ali bu konuda şöyle diyor; "Berae (Tevbe) sûresi inince Peygamberimiz
beni aşağıdaki dört maddeyi ilgililere duyurmak üzere Mekke'ye gönderdi:
1- Kâbe, çıplak olarak ziyaret edilmeyecek.
2- Bu yıldan sonra hiç bir müşrik Mescid-i Haram'a
yaklaşmayacak.
3- Peygamberimiz ile arasında antlaşma bulunanın
antlaşması, süresinin sonuna kadar geçerli olacak.
4- Müslümanlardan başka hiç kimse cennete
giremeyecek.
Bu belge, bu konuya ilişkin elimize kadar gelen
belgelerin en doğrusu, en güveniliridir. Onun için bununla yetiniyoruz.
Şimdi de âyetlerin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz.
Önce okuyalım:
"Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere
Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır bu."
Bu yüksek titreşimli, yüce heybetli genel bildiri, o
günkü müslümanlar ile Arap Yarımadası'nda yaşayan tüm müşrikler arasındaki
ilişkilere ilişkin genel ilkeyi içeriyor. Çünkü bu âyette sözkonusu edilen
"antlaşmalar" Peygamberimiz ile Arap Yarımadası'nda yaşayan müşrikler
arasında yapılmıştı. Yüce Allah'ın ve Peygamber'in, müşrikler ile ilişki
kestiklerinin ilân edilmesi her müslümanın tutumunu belirleyen, her
müslümanın kalbinde derin ve sarsıcı titreşimler meydana getiren bir
mesajdır. Öyle ki, bundan sonra hiç kimsede geri dönüş niyeti ve tereddüt
eğilimi kalmaz.
Bu genel bildirinin arkasından bu bildiriyi
açıklayan onun, özelliklerini ve ayrıntılarını belirten ifadeler geliyor.
Okuyalım "Yeryüzünde dört ay daha serbestçe dolaşınız. Allah'ın
yapacaklarına engel olamayacağınızı ve Allah'ın kâfirleri perişan edeceğini
biliniz."
Bu âyet, yüce Allah'ın müşriklere tanıdığı mühletin
süresini açıklıyor. Bu mühlet dört aydır. Bu hükmün kapsamına girenler bu
süre zarfında güven içinde diledikleri yerlere giderler, ticaret yaparlar,
hesaplarını tasfiye ederler ve durumlarını yeni şartlara uydururlar.
Antlaşmalarının sağladığı güvenlik içinde olurlar, hiç kimse yakalarına
yapışmaz. Hatta müslümanlar aleyhine sonuç vereceğini sandıkları ilk müsibet
sırasında, Peygamberimiz ile müminlerin bir daha evlerine dönemeyecekleri,
Bizanslılar'a esir olacakları ümidine kapıldıkları Tebük savaşı sırasında
antlaşmalarını derhal bozan müşrikler bile bu mühletten özgürce
yararlanacaklardı. Nitekim Medine'nin kargaşacıları ve münafıkları da aynı
beklentiye kapılmışlardı.
Bu ne zaman oluyordu? İmzalanır-imzalanmaz bozulan
antlaşmaların üzerinden uzun bir süre geçtikten, eğer müşriklerin ellerinden
gelirse dinlerinden döndürünceye dek müslümanlar ile savaşı sürdürmeye
kararlı olduklarını kesinlikle ortaya koyan uzun bir tecrübe dizisinden
sonra bu mühlet veriliyor. Bu olay tarihin hangi çağında oluyor? İnsanlığın
"orman kanunu"ndan başka hiç bir kanun tanımadığı, farklı toplumlar arasında
savaşma gücünden ya da böyle bir gücün yoksunu olmaktan başka hiç ilişkinin
geçerli olmadığı, gücü yeten tarafın hiç bir uyarıya, hiç bir ihtara
başvurmaksızın ve imzaladığı antlaşmalara aldırış etmeksizin eline fırsat
geçer-geçmez zayıf tarafın üzerine çullandığı bir çağda oluyor bu olay.
Ama İslâm, aynı İslâm'dır. O günden beri hiç
değişmemiştir. Çünkü yüce Allah'ın sistemindeki kuralların ve ilkelerin
zamanla ilgisi yoktur. Sebebine gelince bu sistemi geliştiren, evrimleştiren
zaman değildir. Fakat insanlığı ekseni çevresinde ve çerçevesi dahilinde
geliştirip evrimleştiren bu sistemdir. Üstelik bu sistem, kendi etkisi
altında gelişen ve değişen pratiğini sürekli yenilenen, uygun araçlarla
karşılar, bu pratikle atbaşı ilerlerken ona gelişme ve değişme yolunda
adımlar attırır.
Yüce Allah, müşriklere mühlet verirken yanısıra
objektif gerçek aracılığı ile onların kalplerini ürpertiyor, bu gerçek ile
ilgili olarak onları uyarıyor, bu gerçeğe gözlerini açmalarını istiyor. Söz
konusu gerçek şu: Onlar yeryüzünde dolaşmakla yüce Allah'ı kendilerini bulma
konusunda güçsüz bırakamazlar. Aynı zamanda ne O'ndan ve ne de O'nun
kendileri için tasarlayıp karara bağladığı kesin akıbetten kaçıp
kurtulamazlar. Bu kesin akıbet yüce Allah'ın onları perişan edeceği, rezil
edeceği ve horlanmaya mahkum edeceği gerçeğidir. Okuyoruz:
"Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı ve
O'nun kâfirleri perişan edeceğini biliniz."
Nereye kaçacaklar, nereye sığınacaklar da yüce
Allah'ı, kendilerini bulup dilediği yere getirme konusunda zor durumda
bırakacaklar? Zira onlar yüce Allah'ın avucu içinde oldukları gibi
yeryüzünün her yeri de O'nun avucu içindedir! Ve O, onları perişan etmeyi,
aşağılığa mahkum etmeyi tasarlayıp karara bağlamıştır. O'nun iradesine hiç
kimse karşı koyamaz.
Arkasından bu ilişki kesme kararının ne zaman
açıklanacağı, müşriklere ne zaman tebliğ edileceği belirtiliyor. Amaç
müşrikleri gerek bu ilişki kesme kararı ve gerekse bu kararın açıklanacağı
zaman ile ilgili olarak dehşete düşürmektir. Okuyalım:
"Büyük Hacc günü Allah ve Peygamber tarafından tüm
insanlara duyurulur ki; `Allah ve Peygamber'i ile müşrikler arasında her
türlü ilişki kesilmiştir. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha
yararlıdır. Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına engel
olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri acıklı bir azapla müjdele!"
"Hacc-ı ekber" günün belirlenmesi konusunda değişik
rivayetler vardır. Acaba bugün arefe günü müdür, yoksa Kurban bayramı günü
müdür? En doğrusu Kurban bayramı günü olmasıdır. Âyette geçen "ezan"
kelimesi, "duyurma, ilân etme" anlamına gelir. Bu olay hacca gelen
insanların önünde gerçekleşmiş, bu kalabalık karşısında yüce Allah'ın ve
Peygamberimiz'in bütün müşrikleri ile ilke olarak ilişki kestikleri
açıklamıştır. Bu bildirimin arkasından istisna hükmü geliyor. Bir sonraki
âyette süreli antlaşmaların süreleri sonuna kadar geçerli sayılacakları
belirtiliyor.
İlk önce genel ilkenin geniş kapsamlı bir ifade ile
açıklanmasının hikmeti, gerekçesi açıktır. Çünkü nihaî ilişkilerin
mahiyetini somut olarak anlatan hüküm budur. İstisna hükmü ise tanınan
mühletin bitimi ile geçecek olan bazı durumlara özgüdür. Gerek bu sürenin
tanıtma yazısında ve gerekse bu bölümün girişinde söylediğimiz gibi
insanları tek Allah'ın kulları kabul eden kamp ile onları düzmece ilâhların
kulları sayan kamp arasındaki kaçınılmaz ilişkilerin tabiatına geniş bir
perspektiften bakanların kafalarında doğacak olan anlayış budur.
İlişki kesme ilânının hem yanıbaşında hidayete
özendirici ve sapıklıktan sakındırıcı ifadeler ile karşılaşıyoruz. Okuyalım:
"Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır.
Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı biliniz.
Ey Peygamber, kâfirleri acıklı bir azapla müjdele!"
İlişki kesme hükmünü duyuran âyette yeralan bu
özendirici ve sakındırıcı ifadeler İslâm sisteminin karakteristik özelliğini
gösterirler. Bu sistem her şeyden önce bir "hidayet", bir doğruyola iletme
sistemidir. Bu sistem müşriklere mühlet verirken bunu sırf sürpriz bir
baskın düzenlemeyi, güçlü gününde üzerlerine ansızın çullanmayı istemediği
için yapmıyor. Bunun yanısıra bu mühleti vermekle müşriklerin düşünüp
taşınmalarını ve en çıkar yolu seçmelerini amaçlıyor. Aynı zamanda onları
müşriklikten vazgeçip yüce Allah'a yönelmeye özendiriyor, kendilerini bu
çağrıya sırt çevirmekten sakındırıyor, onlara böyle bir sırt dönmenin
yararsızlığı telkin ediliyor, böyle yaptıkları takdirde dünyadaki
perişanlığın ötesinde ahirette acıklı azaba çarptırılacakları
hatırlatılıyor, böylece kalplerinde sarsıcı bir ürperti meydana getirilmek
isteniyor ve bu sarsıntı sayesinde fıtratın üzerinde çöreklenen toz
tabakasının silkelenip atılacağı ve bunun sonucunda fıtratın kendisine gelen
çağrıyı işitip ona olumlu cevap verebileceği bekleniyor!
Bütün bunlardan sonra bu ilişki kesme kararı
müslüman saflara güven aşılayıcı niteliktedir. Bu kararla bir bölüm
müslümanın kalblerindeki korkular, tereddütler, ürküntüler, çekingenlikler
ve beklentiler gideriliyor. Çünkü bu konudaki karar yüce Allah'ın
iradesinden kaynaklandığı gibi bu kararın akıbeti de başlangıçta
belirlenmiştir.
Müşrikler ile ilişkilerin kesinlikle kesilmesine ve
antlaşmalarının geçersiz sayılmasına ilişkin genel ilke belirlendikten sonra
geçici durumlara özgü istisna hükmü geliyor. Bu geçici durumlardan sonra
yine genel ilkeye dönülecektir. Okuyoruz:
"Yalnız antlaşma şartlarını eksiksiz biçimde yerine
getiren ve size karşı hiç kimseyi desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile
aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah
kötülükten sakınanları sever."
Bu istisna hükmünün kimler hakkında geçerli olduğuna
ilişkin görüşlerin en doğrusuna göre bunlar Bekiroğulları kabilesinin bir
kesimi, yani Bekir b. Kenaneoğulları'nın Huzeyme b. Amiroğulları koludurlar.
Bunlar Hudeybiye'de Kureyşliler ve yandaşları ile imzalanan antlaşmayı
bozmamışlar ve Bekiroğulları kabilesinin, Huzaa kabilesine karşı giriştiği
saldırıya katılmamışlardı. Bilindiği gibi Kureyş kabilesinin desteği ile
gerçekleşen acı saldırı yüzünden Hudeybiye antlaşması bozulmuştu. Mekke
fethi, Hudeybiye antlaşmasından iki yıl sonra gerçekleşti. Oysa bu antlaşma
süresi on yıldı. İşte Bekiroğulları'nın bu kolu antlaşmasına bağlı kaldı,
aynı zamanda müşrikliğini de sürdürdü. Bu yüzden bu âyette Peygamberimiz'e
onlarla arasındaki antlaşmayı süresinin sonuna kadar geçerli sayması
emredildi.
Muhammed b. Abbad b. Cafer'den gelen bir rivayet bu
konudaki görüşümüzü destekliyor. Bu rivayete göre Sudey şöyle diyor; "Bunlar
Kinaneoğulları'nın Beni Damur ve Beni Mudlic kabileleridir. Tefsir bilgini
Mücahid bu konuda diyor ki; `Mudliçoğulları ile Huzaa kabilesinin
müslümanlar ile antlaşmaları vardı. Yüce Allah, bununla ilgili olarak
"Onlarla aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz"
buyurmuştur. Yalnız elimizdeki bazı bilgilere göre Huzaa kabilesi, Mekke
fethinden sonra İslâm'a girmişti. Oysa bu hüküm, müşrikliklerini sürdüren
müşrikler hakkındadır. Nitekim bu sürenin yedinci âyeti olan şu âyeti
açıklarken bu gerçeği belirteceğiz:
"Mescid-i Haram'ın, Kâbe'nin yanında antlaşma
yaptıklarınız dışındaki müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl
taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de
onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları
sever."
Demek ki, Kenane soyuna bağlı bu iki kabile,
Hudeybiye'de Mescid-i Haram'ın yanıbaşında müslümanlarla antlaşma yapıp da
sonra antlaşmalarının tüm şartlarını yerine getiren ve müslümanların
düşmanları ile işbirliği yapmamış olan müşriklerdi. İşte bu âyetteki istisna
hükmü ile kastedilen ilk ve son müşrik grup bunlardır. Nitekim ilk kuşağa
mensup tefsir bilginleri de bu görüştedirler. Üstad Şeyh Reşid Rıza da bu
görüşü benimsemiştir. Yalnız Muhammed İzzet Derveze'ye göre "Mescid-i
Haram'ın yanıbaşında antlaştıklarınız" ifadesi ile kasdedilenler, ilk
istisna âyetinde sözü edilenlerden başka bir gruptur. Onun bu görüşü ileri
sürmesinin sebebi, müslümanlar ile müşrikler arasında sürekli antlaşmaların
varlığının caiz olduğunu kanıtlama gayretinde oluşudur. Nitekim bu
antlaşmaların sürekliliğini kanıtlayabilmek için yüce Allah'ın "Onlar size
karşı dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranınız"
şeklindeki buyruğuna sığınmaktadır.
İslâm antlaşmalarına bağlı kalan bu kimselere karşı
sözünde durarak onlara -öbür tüm müşrik gruplar gibi- dört aylık süre
tanımamış, bunun yerine antlaşmalarında belirtilen süreyi geçerli saymıştır.
Çünkü onlar imzaladıkları antlaşmanın tüm maddelerine uymuş ve müslümanlara
karşı hiç bir grubu desteklememişlerdi. Bu dürüstlükleri, kendilerine
karşıda dürüstçe davranılmasını ve antlaşmalarının süresinin sonuna kadar
geçerli sayılmasını gerektirmiştir. Her ne kadar İslâm toplumunun o günkü
durumu Arap Yarımadası'nın tümü ile müşriklikten temizlenerek İslâm'ın
güvenilir bir üssü haline getirilmesini gerektiriyor idi ise de onlara karşı
bu söze bağlılık gösterilmiştir. Çünkü İslâm'ın Yarımada ile sınırdaş
düşmanları bu dinin kendilerine yönelik tehlikesini farketmişler ve ilerde
Tebük savaşından sözederken anlatacağımız gibi ona saldırmak için yığınak
yapmaya başlamışlardı. Nitekim bir süre önce meydana gelen Mute olayı
Bizanslılar'ın başlattığı bu hazırlığın uyarıcısı niteliğinde idi. Bunun
yanısıra Bizanslılar, Yarımada'nın güneyinde Yemen'de eski İranlılar ile
işbirliği anlaşmayı yapmışlardı. Antlaşmanın amacı bu yeni dine elbirliği
ile karşı koymaktı.
Sonunda olaylar İbn-i Kayyum Cevzi'nin az yukarda
söylediği gibi gelişerek yüce Allah'ın, istisna hükmünün kapsamına aldığı ve
antlaşmalarının geçerli sayılmasını emrettiği müşrikler, antlaşmalarının
süreleri dolmadan önce İslâm'a girdiler. Hatta bundan daha fazlası olmuş:
Kendilerine yeryüzünü istedikleri gibi dolaşabilsinler diye dört aylık
mühlet verilmiş olan antlaşmasını bozmuş ya da antlaşmasız müşrikler bu
serbestlikten yararlanarak hiç bir yere gitmeye kalkışmayıp İslâm'a girmeyi
tercih etmişlerdir.
Bu çağrının atacağı adımların temposunu kendi
iradesi ile ayarlayan yüce Allah, bu son darbeyi indirmenin zamanının
geldiğini, şartlarının oluştuğunu, zemininin hazırlandığını biliyordu. Buna
göre bu adım, gerek görünür realite uyarınca gerekse yüce Allah'ın gizli,
bilgimize kapalı plânı gereğince tam zamanında atılmış oluyordu. Nitekim de
öyle oldu.
Şimdi de yüce Allah'ın antlaşmalarına bağlı kalan
müşriklerin antlaşmalarına uyulması gerektiğini emreden şu buyruğu üzerinde
biraz duralım: "Onlar ile aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar
uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever."
Yüce Allah burada antlaşmalara uymayı kendinden
korkmaya ve kötülükten sakınanları sevmesine bağlıyor. Böylece bu söze
bağlılığı kendisine yönelik bir ibadet ve sevgisini kazandıracak bir
"sakınma" olarak kabul ediyor. İşte İslâm ahlâkının temel dayanağı budur. Bu
ahlâkın temel dayanağı çıkar ya da yarar olmadığı gibi zaman içinde sürekli
değişen sosyal uzlaşma ve gelenek ilkeleri de değildir. Bu ahlâkın temel
dayanağı yüce Allah'ın korkusu ve O'nun emrine ters düşmekten
çekinilmesidir. Başka bir deyimle müslüman, yüce Allah'ın sevdiği ve hoşnut
olduğu davranışı ahlâk edinir, o bu konuda yüce Allah'dan korkar ve O'nun
hoşnutluğunu arar. İşte İslâm ahlâkının vicdanın derinliklerinde kök salmış
kaynağı bu olduğu gibi egemenliği, yaptırım gücü de buradan gelir. Sonra bu
ahlâk yolunda ilerlerken aynı zamanda kamunun yararını gerçekleştirir,
halkın çıkarlarını güvenceye bağlar, sürtüşmelerin ve çelişkilerin en alt
düzeye indiği bir toplum oluşturur, yüce Allah'a tırmandıran yolda insan
vicdanına ileri adımlar attırır.
Buraya kadar incelediğimiz âyetlerde önce yüce
Allah'ın ve Peygamber'inin antlaşmalı ve antlaşmasız tüm müşrikler ile
ilişkilerini kestikleri belirtiliyor. Arkasından getirilen bir "istisna"
hükmü ile müslümanlarla yaptıkları antlaşmaların tüm maddelerine uyan. ve
onların düşmanları ile işbirliği yapmamış olan müşriklerin antlaşmalarına
sürelerinin sonuna kadar uyulması gerektiği emrediliyor. Bunun da arkasından
tanınan mühletin bitiminden sonra müslümanların takınacakları tavrın,
yürürlüğe koyacakları yaptırımın ne olacağı açıklanıyor. Okuyalım:
"Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde
öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel geçitleri tutup onları
gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namazı kılar ve zekâtı verirlerse onları
salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir."
Buradaki "Haram aylar"ın hangi aylar olduğu tefsir
bilginleri arasında tartışmalıdır. Acaba bu aylar üzerlerinde anlaşma
sağlanmış olan klâsik "haram aylar"mıdır ki, bunlar Zilkaade, Zilhicce,
Muharrem ve Recep aylarıdır. Eğer böyle ise "Hacc-ı Ekber" günü yapıla
ilişki kesme açıklamasından sonraki mühlet Zilhicce ayının kalan günleri ile
Muharrem ayından ibaret olur, bu da elli gün eder. Yoksa kavramın buradaki
anlamı o yıl ki Kurban bayramını izleyen ve bitimine kadar savaşın yasak
olduğu özel bir "mühlet"midir. Eğer öyle ise bu yıl ki Rebiulaher ayının
sonuna kadar uzayan bir süredir. Yoksa ilk mühlet antlaşmalarını bozan
müşrikler için sözkonusu iken, ikinci mühlet hiç bir antlaşması olmayan veya
süresiz antlaşmalı müşrikler için mi geçerlidir?
Bize göre burada sözü edilen haram aylar, bilinen
haram aylar değildir; bu sıfatla anılmalarının sebebi sırf bu sürede varolan
savaşma yasağı yüzündendir; bu yasak müşriklere seyahat özgürlüğü tanımak
amacı ile getirilmiştir ve geneldir. Sadece antlaşmaları süreye bağlanmış
olan müşrikler bu yasağın kapsamı dışındadır; çünkü onların antlaşmaları,
sürelerinin sonuna kadar geçerli sayılmıştır. Bu kavramı böyle yorumlamak
gerekir. Çünkü madem ki, yüce Allah, müşriklere "Dört ay boyunca yeryüzünde
serbestçe seyahat ediniz" buyuruyor, bu dört ayın bu açıklamanın yapıldığı
günden itibaren başlaması gerekir. Bu "ilân"ın, bu bildirimin özelliği ile
bağdaşan yorum budur.
Yüce Allah, müslümanlara bu dört aylık sürenin
bitiminden itibaren, müşrikleri ya buldukları yerde öldürmelerini ya esir
almaları ya -eğer kapalı bir yere sığınmışlarsa- kuşatma altına almalarını
ya da yollarını gözlemek üzere pusuya yatarak kaçmalarını ve
gelip-geçişlerini önlemelerini emrediyor. Bunun tek istisnası antlaşmaları,
sürelerinin sonuna kadar geçerli sayılan ve bu süre içinde her hangi bir
yaptırım uygulamasından muaf tutulan müşriklerdir. Çünkü müşriklere daha
önce gereken uyarı yapılmış, kendilerine yeterli süreyi kapsayan bir mühlet
verilmişti. Buna göre ne öldürülmeleri bir gaddarlıktır ve ne de
yakalanmaları sürpriz bir baskın sonucudur. Kendileri ile yapılan
antlaşmalar bozulmuş ve karşılaşacakları akıbetten önceden haberdar
edilmişlerdir.
Ayrıca onlara yöneltilen bu saldırı bir yoketme, bir
öc alma saldırısı değildir. Amaç onları son kez uyarmak ve İslâm'a
yönelmelerini sağlamaktır. Okuyoruz:
"Eğer tevbe eder de namazı kılar ve zekâtı
verirlerse onları salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah affedicidir,
merhametlidir."
Düşünelim ki, müslümanlar ile müşriklerin arasındaki
ilişkilerin yirmiiki yıllık bir geçmişi vardı. Bu süre içinde müslümanlar,
müşriklere çağrı yapar, açıklamada bulunurken müşriklerden çeşitli
eziyetler, dinlerinden döndürme girişimleri, savaş girişimleri ve yeni
devletlerini yıkmaya yönelik ortak komplolar görmüşlerdi. Buna rağmen gerek
Peygamber'den, gerek bu dinden ve gerekse bu dinin bağlılarından hep
müsamaha görmüşlerdi. Bu süre oldukça uzun bir tarihti. Bütün bunlara rağmen
İslâm, onlara kollarını açıyordu. Yüce Allah eziyetlere uğrayan, dinlerinden
dönsünler diye işkenceler altında inletilen; savaşlara, sürgünlere ve
öldürülmelere maruz bırakılan müslümanlara ve Peygamberimiz'e eğer müşrikler
tevbe edip yüce Allah'a dönerlerse, bu dine teslim olduklarını, onun
görevlerini yerine getirmeye yöneldiklerini, kısacası bu dine girdiklerini
kanıtlayacak biçimde onun farzlarını yapmaya başlarlar ise kendilerine
ilişmemeyi, onları cezalandırma işlemini durdurmayı emrediyordu. Çünkü yüce
Allah, ne kadar günah işlemiş olursa olsun, tevbe eden hiç kimseyi
reddetmez. "O bağışlayıcıdır ve merhametlidir."
Sözlerimizin burasında bu âyetin aşağıdaki cümlesi
hakkında gerek tefsir kitaplarının ve gerekse fıkıh kitaplarının dalmış
oldukları tartışmalara girmek istemiyoruz:
"Eğer onlar tevbe eder de namazı kılar ve zekâtı
verirlerse onları salıveriniz."
Bu şartlar, onları yerine getirmeyenlerin kâfirlikle
damgalanmalarına yolaçacak şartlar mıdır? Bu şartları yerine getirmeyenler
ne zaman kâfirlikle damgalanır? İslâm'ın diğer bilinen şartlarını bir yana
bırakarak sırf bunları yerine getireceğini söyleyen bir tevbekârın tevbesi
yeterli olur mu?
Âyetin bu cümlesinde bu sorulardan herhangi birine
cevap verme amacı güdüldüğünü sanmıyoruz. Âyetin cümlesi sadece o gün Arap
Yarımadası'nda barınan müşriklerin hayatlarındaki pratik bir uygulamayı
karşılıyor. Bu pratik uygulamaya göre eğer bir müşrik tevbe edip geçmiş
tutumundan ayrılarak namaz kılmaya ve oruç tutmaya koyulursa bu tutum
değişikliği İslâm'ı tümüyle kabul ettiği, onu her yönü ile benimsediği
anlamına gelirdi. Âyette tevbe etme, namaz kılma ve zekât verme şartları
vurgulanıyor. Çünkü o günlerde müslüman olmayı kafasına koymayan, İslâm'ın
bütün şartlarını onaylamayan ve tam anlamı ile bu dine bağlanmaya karar
vermeyen hiç bir müşrik bu şartları yerine getirmeye yanaşmazdı. Bu şartları
yerine getiren müşrikin diğer İslâm şartlarını da onayladığı anlaşılırdı.
Sözkonusu şartların başında yüce Allah'ın birliğine ve Peygamberimiz'in
peygamber olduğuna inanmak, yani "Allah'dan başka ilâh olmadığını" ve
"Muhammed'in, O'nun elçisi olduğu"nu dile getiren "şehadet" cümlesini
samimiyetle seslendirmek gelirdi.
Demek ki, bu âyette yeralan bu cümlenin amacı İslâm
hukukuna (fıkha) ilişkin bir hüküm ortaya koymak değil, özel eklentileri
olan bir pratiği uygulamaya koymaktır.
Son olarak şunu da belirtmeliyiz ki, İslâm dört ay
sonrası için müşriklere topyekün savaş ilân etmiş olmasına rağmen onlara
yönelik hoşgörüsünü, ciddiliğini ve gerçekçiliğini sürdürüyor. Bir defa
yukarda söylediğimiz gibi onlara yok etme amaçlı bir savaş ilân etmiyor.
Bunun yerine onlara karşı mümkün olduğu takdirde doğruyola gelmelerine
yönelik yeni bir kampanya başlatıyor. Hatırlanacağı gibi İslâm'la çatışan,
İslâm'a karşı düşmanlığını ortaya koyan her hangi bir cahiliye grubuna üye
olmayan tek tek müşriklere şu güvenceler veriliyordu: Böyleleri İslâm
yurduna güvenlik içinde girebileceklerdi. Yüce Allah'ın emri ile
Peygamberimiz bunlara bu yolda dokunulmazlık sağlayacak, böylece Allah'ın
mesajını rahatça dinleme, bu çağrının içeriğini tam anlamı ile öğrenme
imkânına kavuşturulacaklardı. Arkasından da can güvenliği içinde olacakları
bir yere ulaşana dek korunacaklardı. Üstelik bütün güvencelerden
yararlanırken müşrikliklerini sürdürebileceklerdi. Okuyoruz:
"Eğer puta tapanlardan biri senden can güvenliği
isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın sözünü, Kur'ân'ı
işitebilsin; sonra da onu güven içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar
gerçekleri bilmeyen bir güruhtur"
Bu âyet şunu kanıtlar: İslâm, her insan kalbinin
hidayete ermesine, sevaba ermesine düşkündür; İslâm yurdunda güvenlik içinde
konuk olmak isteyen müşriklere güven içinde konuk olma imkânı vermek
gerekir. Çünkü bu durumda İslâm onların savaşa girişmelerinden, biraraya
gelerek kendisine karşı komplo kurmalarından emin olur. O halde onlara
Kur'ân'ı dinleme ve bu dini öğrenme fırsatı vermekte hiç bir zarar yoktur.
Belki bu yolla kalpleri açılır, ilâhî mesajı alır ve bu çağrıya olumlu
karşılık verir. Ama olumlu karşılık vermeyecekleri durumlarda bile yüce
Allah onları İslâm yurdu sınırları dışına çıkardıktan sonra canlarının
güvencede olacağı bir yere ulaştırılmalarını emrediyor, gerekli sayıyor.
Müşrikleri İslâm yurdunda güven içinde konuk etmeye
ilişkin bu hüküm İslâm sisteminin yüce bir doruğunu oluşturur. Fakat
İslâm'da bu tür doruklar sayıca çoktur, bakışlarımızı yükseklere dikince
gözlerimizin önünden ardarda geçerler. İşte bu da, İslâm'ın ve müslümanların
düşmanı olan müşriklere can güvenliği sağlama zorunluğu da bu doruklardan
biridir. Müslümanlara uzun yıllar boyunca çeşitli eziyetler çektirmiş,
onları dinlerinden dönmeye zorlamış ve istedikleri olmayınca ellerinden
gelen düşmanlığı yapmış olan müşrikleri İslâm yurdu dışındaki güvenlikli bir
yere ulaştırmak konusunda gösterilen bu titizlik göz kamaştırıcı bir
alicenaplıktır!
Bu sistem düşmanlarını yoketmeyi amaçlayan bir
sistem değil, onları doğruyola erdirmeyi arzulayan bir sistemdir. İslâm için
güvenilir bir üs meydana getirmeyi ön plâna aldığında bile bu ilkesini
savsaklamadığını görüyoruz.
Kimileri var ki, İslâm'ın cihad ilkesinden
sözederken onu insan fertlerine zorla inanç kabul ettirme aracı olarak
nitelerler. Kimileri de var ki, bu suçlamanın ağır yükü altında ezilerek
dipleri konusunda savunmacı bir tutum benimserler. Bu suçlamayı savabilmek
için İslâm'ın sırf bağlarını yerel sınırları içinde savunmak için savaşa
başvurduğunu söylerler. Şimdi hem ötekilerin ve hem de berikilerin bu yüce
direktifin somutlaştırdığı yüce doruğa bakışlarını dikmeye ihtiyaçları
vardır. Âyeti tekrar okuyalım:
"Eğer puta tapanlardan biri senden can güvenliği
isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın sözünü, Kur'an'ı işite
bilsin; sonra da onu güven içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar
gerçekleri bilmeyen bir güruhtur."
Bu din bilmeyenlerin bilgi eksikliğini giderme ve
can güvenliği isteyenlere can güvenliği sağlama dinidir. Bu alicenaplığı
kendisine karşı kılıç çeken, savaş açan ve inatla karşı çıkan azılı
düşmanlarından bile esirgemez. Fakat bu din, fertler ile yüce Allah'ın
sözünü işitme imkânı arasına giren, insanlar ile yüce Allah'ın indirdiği
mesajları öğrenme olanağı arasına giren ve böylece insanlar ile doğruyola
erme fırsatı arasına giren bunların yanısıra bireyler ile kula kulluktan
kurtuluş devrimi arasına, insanlar ile onların yüce Allah'a sığınma
tercihleri arasına giren maddî güçleri devirmek için kılıçla savaşma yoluna
başvurur. Bu maddî güçler yıkılınca, bu engeller ortadan kaldırılınca tek
tek insanlar onun koruyucu kanatları altında inanç güvenliğine kavuşurlar.
İslâm onlara bilgi verir, onları korkutmaz; onlara can güvenliği sağlar,
onları öldürmez. Sonra onları sınırları dışında güvenli bir yere
ulaştırıncaya dek güvenceli koruması altında uğurlar. Bütün bunları, bu
konukları yüce Allah'ın sistemini reddettikleri halde yapar!
Günümüzün dünyasında kul yapısı bazı rejimler,
sistemler ve yönetimler vardır. Bunlar muhaliflerine ne can güvenliği, ne
mal güvenliği ne namus güvenliği tanımazlar; muhaliflerinin bütün temel
insan haklarını pervasızca çiğnerler. Sonra da bu acı uygulamalara tanık
olan bazı kimseler, yüce Allah'ın sistemine karşı girişilen haksız
suçlamaları gidermek için binbir dereden su getirirler, bu gayretkeşliği
gösterirken bu sistemin çehresini tanınmaz hale getirmeye kalkışırlar, onu
gerek zamanımızda gerekse bütün zamanlar için kılıca ve makinalı tüfek
namlularına sözle karşı koymaya razı olan komik bir tutumun kucağına
atarlar!
7- Mescid i
Haram'ın, Kabe'nin yanında antlaşma yaptıklarınız dışındaki müşriklere karşı
Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst
davrandıkça siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah
kötülükten sakınanları sever.
8- Allah'ın ve
Peygamber'in onlara karşı nasıl taahhüdü olabilir ki, eğer size karşı üstün
gelseler ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Dilleri ile sizi hoşnut
etmeye çalışırlar, ama kalbleri sözleri ile çelişiktir. Onların çoğunun
karakteri bozuktur.
9- Allah'ın
ayetlerini birkaç paraya sattılar ve insanları O'nun yolundan alıkoydular.
Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!
10- Onlar bir mümine
karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta
kendileridirler.
11- Eğer tevbe edip
namazı kılar ve zekatı verirlerse sizin din kardeşleriniz olurlar. Biz
bilgili kimselere ayetlerimizi ayrıntılı biçimde açıklarız.
12- Eğer onlarla
antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar da dininize dil uzatırlarsa
kafirlerin elebaşları ile savaşınız. Çünkü onlar için yeminin bir anlamı
yoktur. Belki can korkusu ile saldırılarına son verirler.
Bundan önceki âyet grubunda müslüman toplum ile
Yarımada'da yaşayan müşrikler arasında nihaî ilişki belirtilmişti. Bu nihaî
ilişki müşriklerin tümü ile yapılmış antlaşmaların ve barış sözleşmelerinin
sona erdirilmesi anlamına geliyordu. Kimine dört aylık mühlet verildi,
kiminin ise antlaşmaları sürelerinin sonuna kadar tanındı. Bu hükümlerden
sonra müşriklere şu iki şıktan birini tercih etmek kalıyordu: Ya tevbe
edecekler ve namaz kılıp zekât verecekler, başka bir deyimle İslâm'a
girecekler ve bu dinin farzlarını yerine getirecekler ya da öldürülecekler,
kuşatılacaklar, esir edilecekler veya yolları gözlenecekti.
Antlaşmaya dayalı ilişkiler bu şekilde sona
erdirilince elimizdeki âyetler grubunda ilk önce müşriklerin Allah ve
Peygamberimiz üzerinde her hangi bir taahhütlerinin olmasının caiz olmadığı,
doğru olmadığı, hatta düşünülecek bir şey olmadığı olumsuzlama, hayret
belirtme ifadeli bir soru yolu ile anlatılıyor. Böyle birşey yüce Allah'ın
"Müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir?"
şeklindeki buyruğu ile özü itibari ile reddediliyor, prensip itibarı ile
uzak bir ihtimal olarak tanımlanıyordu.
Bu âyetler grubunun başında yeralan bu olumsuzluk
belirtici ifade bir örnek âyet grubunun hemen arkasından geldiği için o
gruptaki âyetlerde sözleşmelerinin bütün şartlarına uyan ve müslümanlara
karşı hiç bir grup ile işbirliği yapmamış olan antlaşmalı müşriklere tanınan
mühletin geriye alındığı, yürürlükten kaldırıldığı sanılabilir, bu âyetlerin
hemen başında yeralan bu reddedici ifade böyle bir yanlış anlamaya
yolaçabilir. Buna meydan vermemek için yüce Allah'ın "Onlar size karşı
dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç
şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever" buyruğu ile sözkonusu hüküm bir
kez daha vurgulanıyor. Fakat pekiştirici buyrukta yeni bir açıklama
yeralıyor. Bilindiği gibi daha önceki emir antlaşmalarına bağlı kalan
müşriklerin antlaşmalarını geçerli saymaya ilişkin mutlak bir nitelik
taşıyordu. Fakàt bu âyette sözkonusu mutlaklığa kayıt getiriliyor;
müşriklerin antlaşmalarını geçerli sayma şartının onların geçmişteki
sözlerine bağlılıklarına olduğu kadar ilerdeki, yani antlaşma sürelerinin
gelecek günlerindeki söz sağlamlığına da bağlı olacağı belirtiliyor. Bu da
açıkça gösteriyor ki Kur'ân-ı Kerim, müslümanlar ile müşrikler arasındaki bu
nihaî ilişkileri hükme bağlarken olağan-üstü bir özen gösteriyor, dolaylı
anlamlarla yetinmeyerek her noktayı kesin ifadelerin sağlamlığına bağlıyor.
Daha önce gerek sûrenin tanıtma yazısında ve gerekse
bu bölümün girişinde belirttiğimiz gibi o günün müslüman toplumunda bu son
derece önemli ve kesin adıma karşı çeşitli reaksiyonlar, çekingeler ve bakış
açıları vardı. Bu yüzden elimizde âyetler grubunda müslümanlardaki
çekingenlikleri, kuşkuları ve ürküntüleri giderecek telkinlere yer
veriliyor. Bu telkinlerde müşriklerin, müslümanlara karşı taşıdıkları
duygular ve niyetler açıklanıyor. Onların müslümanlarla bağladıkları hiç bir
taahhüdü tutmadıkları, onlara karşı hiç bir sorumluluk duymadıkları, hiç bir
vicdanî endişe taşımadıkları, hiç bir antlaşmalarına bağlı kalmayacakları,
hiç bir sözlerine aldırış etmeyecekleri, ellerinden gelince hiç bir
saldırıdan geri kalmayacakları belirtiliyor. Buna göre onlar müslümanların
dinine girmedikçe, onlarla aynı inancı paylaşmadıkça antlaşmalarına, barış
sözleşmelerine güvenmek mümkün değildir.
"Müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl
taahhüdü olabilir?"
Müşrikler, katışıksız bir kulluk sunma anlamında
Allah'a inanmadıkları gibi Peygamber'in peygamberliğini de kabul etmezler.
Buna göre yüce Allah'ın ve Peygamberimiz'in bunlara karşı nasıl taahhüdü
olabilir? Onların inkârlarının ve inanmazlıklarının hedefi ne kendileri gibi
bir insan ve ne de kendileri gibi insanların eseri olan bir yeryüzü
sistemidir. Onların inkârcılıkların hedefi yaratıcıları ve rızıklarının
sağlayıcı olan yüce Allah'tır. Onlar bu inkârcılıkları ile daha baştan yüce
Allah'a ve Peygamber'e düşmanlık ilân ediyorlar. Buna göre yüce Allah'ın ve
Peygamber'in onlara karşı taahhüdü taşıyabilecekleri nasıl düşünülebilir?
Bu olumsuzluk ifade edici, tuhaflık belirtici
sorunun gündeme getirdiği mesele budur. Bu mesele antlaşmanın özüne ilişkin
bir meseledir. Yoksa antlaşma olgusunun herhangi bir belirli durumuna, her
hangi bir türüne ilişkin değildir.
Bu olumsuzluk ifade edici soru zihinlerde şöyle bir
tereddüt uyandırabilir: Ortada müslümanlar ile müşrikler arasında yapılmış
birçok somut anlaşma vardı. Yüce Allah, bu antlaşmaların bir bölümüne bağlı
kalınmasını emretmişti. Müslüman devletin Medine'de kurulduğu günden beri
birçok antlaşmalar yapılmıştı. Bu antlaşmaların kimi yahudiler ile kimisi de
müşrikler ile imzalanmıştı. Bu arada Hicret'in altıncı yılında Hudeybiye
barışı yapılmıştı. Daha önceki sûrelerde yeralan Kur'ân âyetleri ihanet
tehlikesi karşısında bu antlaşmaların bozulmasına izin vermekle birlikte
temelde bu antlaşmaların yapılabileceklerini belirtiyordu. Eğer müşriklerle
antlaşma yapmanın altındaki ilke bu olumsuzluk ifadesi sorunun içeriği ise o
zaman müşrikler ile antlaşma yapmayı ilke olan tuhaf gören bu son âyetten
önceki antlaşmalar nasıl mübah sayılmış, nasıl gerçekleşebilmiştir?
Gerek bu sûrenin ve gerekse "Enfal" sûresinin
tanıtma yazılarında ortaya koymaya çalıştığımız İslâm'ın hareket yöntemine
ilişkin doğru kavramanın ışığı altında düşündüğümüz takdirde bazı zihinlerde
uyanmış olabilecek olan bu tereddüt anlamsız kalır. Sebebine gelince
sözkonusu eski antlaşmalar o günün pratik şartlarını denk yöntemler ile
karşılamak amacı ile yapılmıştı. Fakat bu konuya ilişkin nihaî hüküm, yüce
Allah'ın ve Peygamberimiz'in müşrikler karşısında taahhüt altında
olamayacakları yolundadır.
Daha baştan yeryüzünden müşrikliğin kökünü kazımayı
ve tek Allah'a bağlılığı sağlamayı hedef edinmiş olan İslâmî hareketin yolu
boyunca benimsediği bazı geçici hükümler olmuştur. Ama İslâm, sözünü
ettiğimiz nihaî hedefini daha ilk günden açıklamış, bu konuda hiç kimseyi
aldatmamıştır. İlk zamanlarda pratik şartlar, kendisine karşı barışçı bir
tutum takınan müşriklere ilişmeyerek tüm enerjisini saldırganlar üzerine
yoğunlaştırmasını, kendisi ile iyi geçinmek isteyenler ile belirli bir süre
için iyi geçinmesini, kendisi ile antlaşma yapmak isteyenler ile belirli bir
aşamada antlaşma imzalamasını gerektirmiştir. Ama İslâm bu dönemlerde hiç
bir zaman nihaî ve son amacını gözardı etmemiştir. Aynı zamanda şu
gerçekleri de gözardı etmemiştir: Kimi müşriklerin kendisi ile sürdürdükleri
iyi komşuluk ilişkileri ve antlaşmalar o müşrikler açısından da geçici
ilişkilerdir; onlar bir gün mutlaka İslâm'a saldıracaklar, mutlaka onunla
savaşa tutuşacaklardır; asıl amacının ne olduğunu bilip dururken onu asla
rahat bırakmayacaklardır; onun için ne oranda savaş hazırlığı yaparlarsa,
ona karşı koymak için ne kadar önlem almışlarsa kendilerini onun karşısında
o oranda güvencede kabul edeceklerdir. Yüce Allah, bu konuda daha
başlangıçta müslümanları uyarmak amacı ile "Onlar yapabilseler sizi
dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler" buyurmuştur.
(Bakara, 217) Bu söz hiç bir döneme ve hiç bir sosyal ortama özgü olmayan
zaman-üstü (ebedi) bir söz olduğu oranda hiç sosyal şarta ve hiç bir geçici
duruma bağlı olmayan gerçek bir sözdür.
Bu âyette ilke olarak müşrikler ile arada
antlaşmaların olması tuhaf karşılanıyor, ama buna rağmen yüce Allah
antlaşmalarının hiç bir şartını çiğnememiş ve müslümanlara karşı hiç bir
saldırgan grubu desteklememiş olan antlaşmalı müşriklerin antlaşmalarını
sürelerinin sonuna kadar geçerli saymaya izin vermiştir. Yalnız bu süre
içinde müslümanların bu antlaşmalara uymaları için karşı tarafın da onlara
bağlılıklarını sürdürmelerini şart koşmuştur. Âyet bir daha ve tam olarak
okuyalım:
"Mescid-i Haram'ın, Kâbe'nin yanıbaşında antlaşma
yaptıklarınız dışında müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl
taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de
onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları
sever."
Bu âyette "Mescid-i Haram'ın yanıbaşında kendileri
ile antlaşma yapıldığı" belirtilen müşrikler "Yalnız antlaşma şartlarını
eksiksiz biçimde yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi desteklemeyen
müşriklere gelince onlar ile aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna
kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever" âyetinde sözü
edilenlerden başka bir grup değildir. Oysa bazı yeni tefsirciler bu deyimi
öyle anlamışlardır. Tersine bunlar aynı grupturlar. İlk âyette bu gruptan
ilişki kesme hükmünün genelliği ve mutlaklığı yüzünden sözedilmiştir. Amaç,
bu grubu o genel hükmün dışına çıkarmaktır. İkinci âyette müşrikler ile
antlaşma yapmanın ilke olarak tuhaflığını belirtme münasebeti ile
sözedilmiştir. Çünkü bu genel hükmün ilk hükmü yürürlükten kaldırdığının
sanılacağından çekinilmiştir. Gerek o âyette ve gerekse bu âyette "Allah
korkusu"ndan ve O'nun kendisinden korkanları sevmesinden aynı ifadeler ile
sözedilmesinin gerekçesi de işlenen konunun aynı olduğunu vurgulamaktır.
Ayrıca ikinci âyet, birinci âyetteki şartların tamamlayıcı niteliğindedir.
Sebebine gelince ilk âyette sözkonusu müşriklerin antlaşmalarına geçmişte
bağlı olmaları şart koşulmuşken ikinci âyette antlaşmalarına gelecekte bağlı
kalmaları şartı koşulmaktadır. Daha önce söylediğimiz gibi burada kelime
seçimine ilişkin son derece büyük bir özenle karşılaşıyoruz. Bu özenin
büyüklüğünü farkedebilmek için, açık ve belirgin biçimde görüldüğü gibi,
aynı konuyu işleyen bu iki ifade yanyana getirip öyle okumak gerekir.
Bir sonraki âyette antlaşma ilkesi tarihî ve
objektif sebeplere dayanılarak tuhaf gösteriliyor. Oysa incelemiş olduğumuz
âyette bu tuhaf bulma inanç sisteminden kaynaklanan sebeplere bağlanmıştır.
Bir sonraki âyette öteki ve beriki sebepler biraraya getiriliyor. Okuyoruz:
"Allah'ın ve Peygamber'in onlara karşı nasıl
taahhüdü olabilir ki, eğer size karşı üstün gelebilseler ne and ne de
yükümlülük gözetirler. Dilleri ile sizi hoşnut etmeye çalışırlar, ama
kalbleri sözleri ile çelişiktir. Onların çoğunun karakteri bozuktur.
Allah'ın âyetlerini birkaç paraya sattılar ve
insanları O'nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!
Onlar bir mümine karşı ne and ne de yükümlülük gözetirler. Onlar
saldırganların ta kendileridirler."
Yüce Allah'ın ve Peygamber'in müşriklere karşı nasıl
taahhüdü olabilir? Onlar ancak güçsüz dönemlerinde, sizi yenemeyecekleri
zamanlarda sizinle antlaşma yaparlar. Eğer size karşı üstün konuma gelseler,
sizi yenebilecek olsalar ellerinden gelen her şeyi yaparlar. O durumda
aranızdaki hiç bir antlaşmayı umursamazlar, size karşı hiç bir yükümlülük
gözetmezler, size yapacakları kötülüğe ilişkin olarak hiç bir çekingenlik
duymazlar, hiç bir kınamaya aldırış etmezler.
Onlar hiç bir antlaşmayı gözetmezler. Size öldürücü
darbeler indirirken hiç bir sınır tanımazlar. Toplumda gelenekleşmiş ve
aşanlarının kınanmasına yolaçan sınırları bile çiğnemekten çekinmezler. Size
karşı besledikleri kin o kadar aşırıdır ki, ellerinden gelse, size öldürücü
darbeler indirirken her türlü sınırı aşarlar. aranızdaki antlaşmalar ne
olursa olsun farketmez. Çünkü size karşı her hangi bir kötülüğü işlemelerini
engelleyen faktör, onlar ile aranızdaki antlaşmalar değildir. Onları size
kötülük yapmaktan alıkoyan faktör, size güçlerinin yetmemesi, sizi yenmeyi
gözlerinin kesmemesidir! Eğer onlar karşısında güçlü olduğunuz bu günlerde
size yumuşak sözler söyleyerek, antlaşmalarına bağlıymış gibi görünerek
dilleri ile hoşnutluğunuzu kazanıyorlarsa buna aldanmamalısınız. Çünkü
kalpleri sizin için kaynayan bir kin kazanı gibidir, bu kalbler antlaşmalara
bağlı kalmaya razı değildir. İçlerinde size bağlılığın, size yönelik
sevginin zerresi bile yoktur. Âyeti tekrarlıyoruz:
"Allah'ın âyetlerini birkaç paraya sattılar ve
insanları O'nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!"
İşte size karşı besledikleri kinin, aranızdaki
antlaşmalara uymayı içlerine sindirememelerinin, ellerinden gelse size
öldürücü darbelerini indirmeye koşarken hiç bir çekingenlik duymamalarının,
hiç bir kınamaya aldırış etmemelerinin asıl sebebi budur. Yani yüce Allah'ın
dininden sapmış olmaları, O'nun doğru yolundan çıkmış olmalarıdır. Çünkü
onlar kendilerine gelmiş olan yüce Allah'ın âyetlerine birkaç paralık dünya
menfaatini tercih etmişlerdir; bu menfaatlere sımsıkı sarılırlar, onları
ellerinden kaçıracaklar diye ödleri kopar. Öteden beri İslâm'a
yanaşmamalarının sebebi, eğer müslüman olurlarsa bu yüzden bazı
menfaatlerini yitirecekler ya da bazı servetlerini feda etmek zorunda
kalacaklar diye korkmalarıdır. Yüce Allah'ın âyetlerini birkaç para
karşılığında sattıkları için insanları Allah'ın yolundan alıkoydular. Hem
kendilerini ve hem de başkalarını bu yoldan alıkoydular. Aşağıda
belirtileceği gibi onlar "küfür önderleri"dirler. Bu yaptıkları ise kötü bir
davranıştır. Bu davranışlarının kötü olduğunu bizzat yüce Allah belirtiyor.
Okuyoruz:
"Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!"
Sonra onlar bu kinlerini sizin şahsınıza karşı
beslemiyorlar, size karşı çevirdikleri bu iğrenç entrikaların hedefi sadece
sizin kişilikleriniz değildir. Onlar bu kini her mümine karşı beslerler, her
müslümana karşı aynı iğrenç plânı uygularlar. Çünkü onların kinlerinin ve
intikam duygularının hedefi taşıdığınız bu sıfattır, yani "mümin"liğinizdir.
Tarih boyunca bu dinin samimi bağlılarının düşmanlarında bu özellik hep
görüle gelmiştir. Nitekim Firavun'un en ağır işkence, kıyım ve öldürme
tehditlerine aldırış etmeyerek Hz. Musa'nın yolunu seçen büyücüler,
Firavun'a karşı bu gerçeği şöyle haykırmışlardı:
"Sen ancak Rabbimiz'in âyetleri bize gelince onlara
inandık diye bizden öc alıyorsun." (A'raf, 126)
Peygamberimiz de aynı gerçeği yüce Allah'ın
direktifi ile yahudi ve hıristiyanlara, kitap ehline karşı şöyle dile
getirmişti:
"Ey kitap ehli, bizden hoşlanmamanızın sebebi sadece
Allah'a inanmamızdır." (Maide, 59)
Ayrıca yüce Allah, o günün bir kısım müminlerini
ateşe atarak diri diri yakan "Eshab-ı Uhdud"un iğrenç cinayetlerini aynı
gerekçeye bağlayarak şöyle açıklıyor:
"Onlar sırf aziz ve hamid olan Allah'a inanıyorlar
diye onlardan intikam alıyorlardı." (Buruç, 8)
Demek ki, iman kâfirler için intikam gerekçesidir.
Bundan dolayı onlar her mümine karşı kin beslerler, bu yüzden müminlerle
yaptıkları hiç bir antlaşmayı umursamazlar, hiç bir kötülüğün yolaçacağı
kınamaya aldırış etmezler. Bir sonraki âyeti okuyalım:
"Onlar bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük
gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler."
Saldırganlık sıfatı onların kişiliklerinde derin
köklere sahiptir. Bu sıfatın kişiliklerindeki başlangıç noktası imanın
kendisine karşı besledikleri nefret duygusu ve bu imandan kaçmalarıdır. Bu
saldırganlıkları son aşamada imana karşı dikilmeleri eyleminde somut olarak
belirir. Bu karşıt tutumlarının sonucu olarak müminler karşısında hep fırsat
kollar, onlar ile aralarındaki hiç bir antlaşmayı, hiç bir barışçı ilişkiyi
gözetmezler. Yeter ki, müminlere karşı üstünlük kurmuş olsunlar, onların
güçlerinden ve darbelerinden zarar görmeyecek konuma gelsinler. O zaman
yapabilecekleri her kötülüğü yaparlar. Bu kötülükleri yaparken hiç bir
antlaşmayı umursamazlar, hiç bir çekingenlik duymazlar ve cinayetlerine
yönelik hiç bir kınamaya aldırış etmezler. Çünkü artık rahat ve
korkusuzdurlar!
Daha sonraki âyetlerde, yüce Allah, müminlerin
müşriklerin bu tutumlarına nasıl bir karşılık vereceklerini şöyle açıklıyor.
"Eğer tevbe edip namazı kılar ve zekâtı verirlerse
onlar sizin din kardeşleriniz olurlar. Biz bilgili kimselere âyetlerimizi
ayrıntılı biçimde açıklarız. Eğer onlarla antlaşma yaptıktan sonra antlarını
bozarlar da dininize dil uzatırlarsa kâfirlerinin elebaşları ile savaşınız.
Çünkü onlar için yeminin bir anlamı yoktur. Belki can korkusu ile
saldırılarına son verirler."
Müslümanlar fırsat kollayan düşmanlarla karşı
karşıyadırlar. Bu düşmanlar beklenmedik darbeler indirmekten geri kalmazlar.
Böyle yaparken acımasız ve insafsızdırlar. Onları durduracak tek şey
güçsüzlükleridir. Ne yapılmış antlaşmalar ne gözetilmesi gerekli
sorumluluklar onları frenleyebilir. Ne kınamalardan çekinirler ve ne de
ilişkileri sürdürme endişesi taşırlar. Âyetteki bu ifadenin arkasında uzun
bir tarih vardır. Bu tarih, bize gösterilen doğrultunun ana çizgi olduğunu
gösterir. Bu ana çizgide ancak olağan-dışı durumlarda ve gelip geçici
nitelikte sapmalar görülür; arkasından tekrar dönülerek ana doğrultunun
çığrına girilir.
Bu uzun tarihî deneyim, yaşanan pratik olaylardan
oluşmuştur. Bu uzun deneyimi, insanları kula kulluktan kurtararak tek
Allah'a kul olma düzeyine çıkaran ilâhî sistem ile kula kulluğu
yasallaştıran cahiliye sistemleri arasındaki kaçınılmaz savaşın
karakteristik özelliğine eklemek gerekir. İşte bu deneyim birikimi ve bu
kaçınılmaz savaş bilinci, İslâmî hareket yöntemini, yüce Allah'ın direktifi
ile, şu kesin ve açık tutumla karşı karşıya getirir. Okuyoruz:
"Eğer tevbe edip namazı kılar ve zekâtı verirlerse
onlar sizin din kardeşleriniz olurlar. Biz bilgili kimselere âyetlerimizi
ayrıntılı biçimde açıklarız.
Eğer onlar ile antlaşma yaptıktan sonra antlarını
bozarlar da. dininize dil uzatırlarsa kâfirlerin elebaşları ile savaşınız.
Çünkü onlar için yeminin bir anlamı yoktur. Belki can korkusu ile
saldırılarına son verirler."
Sözkonusu müşriklerin önünde iki şık vardır:
1) Ya müslümanların benimsedikleri sistemi
benimserler, eski müşrikliklerinden ve taşkınlıklarından tevbe ederek
vazgeçerler. O zaman gerek İslâm ve gerekse müslümanlar bu saldırgan
müşriklerden gördükleri bütün taşkınlıklara göz yumarlar, arada inanç
esasına dayanan bir bağ kurulur; yeni müslümanlar, eski müslümanların
kardeşleri olurlar; geçmiş, bütün acı hatıraları ile hem realite dünyasından
ve hem de kalblerden silinir.
"Biz bilgili kimselere âyetlerimizi ayrıntılı
biçimde açıklarız."
2) Ya da bu müşrikler verdikleri sözlerden dönerek,
yeminlerini bozarak müslümanların dinine dil uzatırlar. Bu durumda onlar ne
yemini ve ne de antlaşmasını gözetmeyen bir küfür elebaşısıdır, birer azılı
kâfirdir. O zaman onlarla vuruşmak, savaşmak gerekir. Belki böylelikle doğru
yola dönerler. Nitekim daha önce bu konuda şöyle demiştik:
İslâm kampının gücü ve savaş alanında üstünlük
sağlaması birçok kalbleri doğruyola iletebilir, onlara galip gelen gerçeği
gösterip onu tanımalarını sağlayabilir. Bu durumda anlarlar ki, o gerçek
olduğù için galip gelmiştir; arkasında yüce Allah'ın gücü vardır;
Peygamberimiz, kendilerine "Allah ve Peygamber'i kesinlikle galip
gelecektir" şeklinde bir mesaj iletmişti ya, bu mesaj doğrudur. Bu bilinç ve
bu anlayış onları tevbe etmeye ve doğru yola. iletir. Üstelik bu tevbe ve
doğruyola koyulma zorla ve baskı altında gerçekleşmez, tersine galip gerçeği
açıkça gördükten sonra kalplerde meydana gelecek olan zorlamasız bir
onaylama ile gerçekleşir. Bunun böyle olduğunun birçok örnekleri hem
geçmişte hem de günümüzde sık sık görülmüştür.
ZAMANI KUŞATAN
HÜKÜMLER
İmdi, bu âyetlerin uygulama alanı neresidir? Bu
âyetler hangi tarihî ve coğrafî alanda geçerlidir? Bu geçerlilik alanı
sadece o sınırlı dönemin Arap Yarımadası'nda yaşayan halka mı özgüdür, yoksa
bu alanın her dönemi ve her coğrafya parçasını kapsayan başka boyutları var
mıdır?
Bu âyetler Arap Yarımadası'ndaki İslâm kampı ile
müşrik kamplar arasındaki pratik realiteye karşılık veriyordu. Buna göre bu
âyetlerde dile gelen hükümlerin sözkonusu pratik realiteyi kasdettiği, bu
âyetlerde sözü edilen müşriklerin o günün müşrik arapları olduğu
kuşkusuzdur.
Bu gerçekten doğrudur. Fakat acaba, bu ayetlerin
uygulama alanı sadece bu kadarla mı sınırlıdır?
Bu soruya cevap verebilmek için tarih boyunca
müşriklerin, müslümanlara karşı takındıkları tutumu gözlemeliyiz. O zaman bu
âyetlerin uygulama alanı meydana çıkar ve biz de tarihin akışı içinde
müşriklerin tutumunu açıkça görebiliriz:
Önce Arap Yarımadası'nı ele alalım. Her halde
Peygamberimiz'in hayatında yeralan ve bilgisi bize ulaşmış olaylar bu konuda
yeterli belge oluştururlar. Sırf bu Tefsir eserimizin bu cüzünde yeralan
tarihi açıklamalar müşriklerinin bu dine karşı nasıl bir tutum
takındıklarını, bu çağrının Mekke'de ortaya çıktığı ilk günden bu âyetlerin
damgalarını bastıkları döneme kadar müşrik araplar ile İslâm arasında ne
gibi maceralar yaşandığını açıkça ortaya koyar kanısındayız.
Gerçi İslâm ile yahudiler ve hıristiyanlar
arasındaki savaşın süresi, İslâm ile müşrikler arasındaki savaşın süresinden
daha uzundur. Fakat bu gerçek, müşriklerin müslümanlar karşısında takına
geldikleri tutumun, her zaman için, sûrenin bu kesitinde yeralan aşağıdaki
âyetlerin anlattıkları gibi olduğu realitesi ile çelişmez:
"Allah'ın ve Peygamberin müşriklere karşı nasıl
taahhüdü olabilsin ki, eğer onlar size karşı üstün gelseler ne and ve ne de
yükümlülük gözetirler. Dilleri ile sizi hoşnut etmeye çalışırlar, ama
kalpleri sözleri ile çelişiktir. Onların çoğunun karakteri bozuktur.
Allah'ın âyetlerini birkaç paraya sattılar ve
insanları O'nun yolundan alı koydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!
Onlar bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük
gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler."
Gerek müşriklerin, gerek yahudiler ile
hıristiyanların ve gerekse ehl-i kitab'ın müslümanlara karşı takındıkları
tutum hep bu olmuştur. Yahudiler ile hıristiyanların tutumundan bu sûrenin
ikinci kesitinde yeri geldiğinde sözedeceğiz. Müşriklere gelince onların
insanlık tarihi boyunca müslümanlara karşı takındıkları tutum, bu âyetlerin
anlattıkları her zaman çakışa gelmiştir.
Bilindiği gibi İslâm'ın mesaj akışı Peygamberimiz
ile başlamaz, Peygamberimiz'in misyonu bu mesaj akışının bitiş noktasını
oluşturur. Tarih boyunca müşriklerin her Peygamber'e ve her ilâhi misyona
karşı takınmış oldukları tutum, genel anlamda müşrikliğin yüce Allah'ın dini
karşısındaki tutumunu yansıtır. Meseleye böylesine geniş bir perspektiften
bakınca aradaki savaşın boyutları genişlik kazanır, takınılan tutum bütün
çıplaklığı ile ortaya çıkar ve bu ölümsüz âyetlerin bize anlattıkları,
istisnasız bütün insanlık tarihini kapsayan bir genel geçerlilik kazanır.
Müşrikler Hz. Nuh'a, Hz. Hud'a, Hz. Salih'e, Hz.
İbrahim'e, Hz. Şuayb'e, Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya -selâm üzerlerine olsun- ve
bu peygamberlerin dönemlerindeki müminlere neler yaptılar? Sonra yine
müşrikler Peygamberimiz'e -salât ve selâm üzerine olsun- ve dönemindeki
müminlere neler yaptılar. Yaptıkları şu: Ne zaman üstünlük kazandılar ise,
ne zaman bu peygamberleri ve çevrelerindeki müminleri egemenlikleri altına
alabildilerse "onlara karşı ne bir and ve ne de bir vicdani yükümlülük
gözetmemişlerdir."
Müşrikler, Moğollar eli ile gerçekleşen "ikinci
dönem" şirk saldırısı, müşriklik saldırganlığının ikinci dalgası sırasında
müslümanlara neler yaptılar? Sonra yine müşrikler ve Allah tanımazlar
(ateist komünistler) günümüzde, bin dört yüz yıl sonra, dünyanın her
tarafında müslümanlara neler yapıyorlar. Ne yapacaklar? Yukarıda okuduğumuz
ölümsüz ve gerçekçi âyetlerin belirttikleri gibi müslümanlara karşı hiç bir
and ve hiç bir vicdani yükümlülük gözetmiyorlar.
Putperest Moğollar, müslümanları yenilgiye uğratarak
Bağdat'a girdiklerinde son derece kanlı facialar yaşandı. Bu faciaların
belgeleri tarihin kara sayfaları tarafından tescil edildi. Biz burada İbn-i
Kesir tarafından kaleme alınan "el-Bidaye vennihaye" adlı eserde yeralan
hicri altıyüz ellialtı yılının olaylarına ilişkin belgelerin kısa bir
özetini sunmakla yetiniyoruz. (İbn Kesir, "el-Bidaye vennihaye" c.13)
"Moğollar Bağdat'a girdiler. Ele geçirebildikleri
bütün erkekleri, kadınları, çocukları, yaşlıları, gençleri öldürdüler. Şehir
halkının bir çoğu kuyulara, ağıllara, mezbeleliklere sığındılar. Günlerce bu
şekilde saklandılar, meydana çıkmadılar. Halkın bir kısmı hanlarda toplanıp
kapıları üzerlerine kitlemişti. Fakat Moğollar bu kapıları ya kırarak ya da
yakarak o hanlara girdiler. İçerdeki halk onlardan kaçıp damlara çıkıyor,
fakat onlar bu zavallıların üzerine dam silindirlerini yuvarlayarak
öldürüyorlardı. Öyle ki sokaklarda dereler gibi kan akıyordu. -İnna lillâhi
ve inna ileyhi raciun- Mescidlerde, camilerde ve kervansaraylarda da aynı
facialar yaşanıyordu.
Moğolların elinden sadece yahudiler ile
hıristiyanlardan oluşan gayri müslim azınlıklar ile bu azınlıklara ve bir de
rafizi (alevi) vezir İbn-i Alkamî'nin evine sığınanlar canlarını
kurtarabilmişlerdi. (Çünkü şehrin gayri müslim azınlıklarını oluşturan
yahudiler ile hıristiyanlar İslâm'ın ve müslüman!arın varlığına son
verebilmek sevdası ile Moğollar ile işbirliği yapmış, halifelik merkezini
istilâ etmeleri konusunda onlarla gizli yazışmalar yapmışlardı. Ayrıca
onlara şehrin savunma bakımından zayıf olan noktaları hakkında bilgi
sızdırmışlar. Bunların yanısıra bu dramatik facianın gerçekleşmesine fiilen
katılmışlar ve putperest Moğollar'ı sevinç gösterilen ile karşılamışlardı.
Amaçları onların eli ile müslümanların, yani kendilerine zimmilik (güvenli
vatandaşlık) statüsü tanımış olan, başka yerlerden kaçıp gelerek
korumalarına sığındıkları müslümanların varlıklarına son vermekti!) Ayrıca
bazı tüccarlar da bol rüşvetler karşılığında "emanname (güvenlik belgesi)"
alabilmiş, böylece canlarını ve mallarını kurtarabilmişlerdi. Bu saldırı
öncesine kadar en şenlikli şehir olan Bağdat saldırı sonrasında neredeyse
tamamen yıkıntıya dönüştü. Nüfusu son derece azalmıştı. Şehirde kalabilen
bir avuç insan da korkunun, açlığın, perişanlığın ve kıtlığın pençesinde
kıvranıyordu.
Bu olayda Bağdat'da ne kadar müslüman öldürüldüğü
hakkında halk arasında çeşitli rakamlar ileri sürüldü. Kimi sekizyüzbin
kişinin, kimi birmilyon kişinin öldürüldüğünü söylerken kimi de bu facianın
kurbanlarının sayısının ikimilyona ulaştığını öne sürüyordu. -İnna lillâhî
veinna ileyhi raciun, lâhevle velâkuvvete illâ billâhil aliyyil azim!-
Moğollar, Bağdat'a Muharrem ayının sonlarında
girmişlerdi. Kırk gün boyunca kılıçlar şehrin halkını biçmeye devam etti.
Halife Mutasim billah, Sefer ayının dördüncü gününe rastlayan bir çarşamba
günü öldürüldü. Mezarı belirsizdir. Öldürüldüğü gün kırkaltı yaşını dört ay
aşmıştı. Halifeliği onbeş yıl, sekiz ay ve birkaç gün sürmüştü. Yirmibeş
yaşındaki büyük oğlu Ebu Abbas Ahmed kendisi ile birlikte öldürülmüştü. Bir
süre sonra yirmiüç yaşındaki ortanca oğlu Ebu Fadl Abdurrahman da
öldürülmüş, en küçük oğlu Mubarek ise esir alınmıştı. Ayrıca Fatıma, Hatice
ve Meryem adlarındaki üç kız kardeşi de esir alınmıştı.
Bunlar dışında sözünü ettiğimiz vezir Alkamî'nin
düşmanı olan "Dar-ul hilâfet (Halifelik sarayı)" öğretim üyesi Muhyiddin
Yusuf b. Şeyh Ebu Ferec b. Cevzi, oğulları Abdullah, Abdurrahman ve
Abdülkerim ile birlikte öldürüldüler. Devletin ileri gelen yetkilileri de
teker teker öldürüldüler. Bunların arasında saray ikinci katibi Mucahidüddin
Aybek, Şahabuddin Süleyman Şah ile sarayın ileri gelenlerinden ve şehrin
başta gelen yöneticilerinden oluşmuş bir grup vardı. Abbasoğullarından göze
kestirilen bir kişi halifelik sarayından salınan bir haberle çağrılıyor,
sonra adam çocukları ve eşleri ile birlikte evinden alınarak "Hilâl"
mezarlığına götürülüyor ve burada her kesin gözleri önünde koyun boğazlar
gibi boğazlanıyor, bu arada Moğolların hoşuna giden kızları ve cariyeleri
esir alıyordu. Bu arada şeyhler şeyhi ve Halife'nin edep dersi hocası
Sadruddin Ali b. Neyyar da öldürüldü. Onun yanısıra birçok katipler, imamlar
ve hafızlar da öldürüldü. Bunun sonucunda Bağdat'da çok sayıda mescid
kapandı, vakit ve cuma namazları aylarca kılınamadı.
Kırk günün sonunda bu mukadder facia noktalandığında
Bağdat, "tavanı temelleri üzerine çökmüş" bir yapının enkazını andırıyordu.
Şehirde bir avuç kılıç artığı dışında insan kalmamıştı. Sokaklara yığılan
cesetler, kuleler oluşturuyordu. Yağan yağmurlar bu cesetleri tanınmaz hale
getirmişti. Şehri çürük leş kokusu sarmıştı, hava dayanılmaz derecede
ağırlaşmıştı. Bu yüzden şiddetli bir veba salgını başgösterdi. Öyle ki, bu
veba hava yolu ile dağılarak Şam dolaylarındaki bazı yörelere kadar
yayılmıştı. Havanın ağırlaşması ve rüzgârın bozulması sebebi ile birçok
insan öldü. Pahalılık, kıtlık, veba, kırım, kılıç-mızrak darbeleri ve taun
hep birlikte halkın başına çöreklenmişti. -İnna lillahi ve inna ileyhi
raciun!-
Bağdat'ta "eman (güvenlik)" ilân edildiğinde
facianın başından beri dehlizlerde, mezbeleliklerde, mezarlarda saklanmış
olan insanlar dışarı çıktılar. Tıpkı mezarları deşilmiş de dışarıya
çıkarılmış ölüler gibi idiler. Biribirlerinin yüzlerini unutmuşlardı. Baba
evlâdını, kardeş kardeşini tanıyamıyordu. Bu zavallıları da veba
yakalayıverdi ve bu yüzden son nefeslerini vererek daha önce canlarını
vermiş olan hemşehrilerine katıldılar..."
Okuduğumuz bu tüyler ürpertici satırlar,
müslümanlara karşı üstünlük kuran müşriklerin "hiç bir and, hiç bir vicdanî
sorumluluk gözetmediklerini" gösteren bir tarihî belgesel tablosudur. Acaba
bu tablo, sırf o dönemin moğollarına özgü ve tarihin karanlıklara gömülmüş,
uzak geçmişinde kalan istisnaî, kuraldışı bir tablo mudur?
Hayır, asla! Yakın tarihin dramatik manzaraları, hiç
de bu tarihî tablodan farklı değildir. Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılışı
sırasında putperest "hindu''ların müslümanlara karşı işlemiş oldukları
cinayetler, vaktiyle moğolların Bağdat müslümanlarına reva gördükleri
cinayetlerden hiç de daha az iğrenç, daha az tüyler ürpertici değildir.
O sırada bir takım müslümanlar, hindulardan gelen
vahşi ve barbarca saldırılar karşısında can korkusuna düşerek Hindistan'dan
Pakistan'a göçetmek zorunda kalmışlardı. Fakat yola çıktıkları zaman
sayıları sekiz milyonu bulan bu zavallılardan Pakistan sınırına
ulaşabilenler sadece üç milyon kişi olabilmişti. Diğer beşmilyon müslüman
yolda telef olmuş, toplu-kırıma uğratılmıştı. Bu korkunç trajedi şöyle
gerçekleşti. Hind devleti tarafından kimlikleri iyi bilinen ve baza ileri
gelen hükümet adamları tarafından yönlendirilen, hindulardan oluşmuş bir
takım çeteler, bir takım putperest ölüm mangaları sözünü ettiğimiz
göçmenlerin yolunu keserek onları yol boyunca ekin biçer gibi biçiverdi,
arkasından moğolların Bağdat müslümanlarına karşı takındıkları vahşeti hiç
de aratmayacak bir canavarlıkla ölü vücutları kesip doğradıktan sonra
kuşlara ve vahşi hayvanlara yem olarak bıraktılar!
Bunun dışında bir başka plânlı trajedi de bir trenin
yolcularına uygulanmıştı. Bu trenin yolcuları Hindistan'ın çeşitli
eyâletlerinden ayrılarak Pakistan'a gitmek üzere yola çıkan müslüman devlet
memurları idi. İki devlet arasında varılan bir antlaşmaya göre isteyen
müslüman devlet memurları Pakistan'a gidebileceklerdi. İşte bu antlaşmadan
yararlanarak Hindistan devletinin çeşitli kademelerinde görev yapan ve artık
Pakistan'da çalışmak isteyen memurların sayısı elli bin idi. Tren
Hindistan-Pakistan sınırında, Hayber geçidindeki bir tünele işte bu elli bin
memurla girmiş, fakat tünelin öbür ucundan sadece doğranıp öteye-beriye
saçılmış cesetleri ile çıkabilmişti! Devletin üst makamları tarafından
eğitilip yönlendirilmiş putperest hindu çeteleri treni tünelden geçerken
durdurmuşlar ve içindeki elli bin müslüman devlet memurunu doğrayıp leş ve
kan yığınlarına dönüştürmeden yoluna devam etmesine izin vermemişlerdi! Yüce
Allah "Allah'ın ve Peygamber'inin müşriklere karşı nasıl taahhüdü olabilsin
ki, eğer onlar size karşı üstün gelseler ne and ve ne de yükümlülük
gözetirler" buyururken ne kadar doğru söylüyor! Bu toplu-kırımlar değişik
biçimde sürekli tekrarlanıyor.
Peki moğolların Komünist Çin'de ve Komünist
Rusya'daki izdaşları (halifeleri) ülkelerinde yaşayan müslümanlara karşı ne
yaptılar? Ne yapacaklar? İktidara geldiklerinden beri geçen çeyrek yüzyıl
içinde yirmialtı milyon müslümanı yokettiler. Görüldüğü gibi her yıla
yaklaşık olarak bir milyon müslüman düşüyor. Üstelik toplu-kırım
uygulamaları hâlâ devam ediyor. Tüyler ürpertici cehennemî işkenceler de
işin cabası!
Nitekim içinde bulunduğumuz yıl, Çin-Türkistan'ında,
Komünist Çin'in bu müslüman eyaletinde moğolların tarihteki cinayetlerini
bile gölgede bırakan şöyle facia meydana geldi. Müslüman bir lider yakalanıp
getirildi, kendisi için cadde ortasında kazılan bir kuyuya kondu. Arkasından
yörenin müslümanları çeşitli işkence ve baskılar altında büyük abdest
pisliklerini kaplara doldurup oraya getirmeye zorladılar. (Devlet bu insan
pisliklerini, halka verdiği yiyecekler karşılığında gübre olarak kullanmak
üzere topluyordu). Sonra da toplanan bu pislikler kuyunun dibindeki müslüman
liderin üzerine boşaltılıyordu. Bu işkence üç gün devam etti. Zavallı adam
pislik birikintisi içinde can çekişe çekişe son nefesini vermek zorunda
bırakıldı!
Yugoslavya'daki komünist rejim de müslümanlara karşı
benzer cinayetler işlediler. Bu cinayetlerin bilânçosu olarak komünist
rejimin orada iktidara geliş tarihi olan ikinci dünya savaşının bitiminden
günümüze kadar bir milyon müslüman yokedildi. Bu yoketmeler ve vahşi
işkenceler orada hâlâ devam ediyor. Bunların bazı iğrenç örnekleri şöyle:
Erkek ve kadın müslümanlar canlı pastırma sucuk üreten kıyma makinalarına
atılıyor ve makinanın öbür tarafından et ve kan hamuru olarak çıkıyorlar!
Yugoslavya'da olup biten bu cinayetlerin benzerleri
bütün komünist ve putperest ülkelerde de aynen cereyan ediyor. Şimdi, yani
şu yaşadığımız yıllarda bütün bu trajik vahşetler yüce Allah'ın yukarda
okuduğumuz "Allah'ın ve Peygamber'in müşriklere karşı nasıl taahhüdü
olabilsin ki, eğer onlar size karşı üstün gelseler ne and ne de yükümlülük
gözetirler" ve "Onlar bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük
gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler" âyetlerinin pratik
doğrulayıcıları olarak ortaya çıkıyor.
Bu tutum sadece Arap Yarımadası'nda görülen
gelip-geçici bir uygulama olmadığı gibi sadece Bağdat istilâsı sırasında
görülen, moğollara özgü bir uygulama değildir. Tersine bu sürekli, normal ve
kaçınılmaz bir tutumdur. Nerede tek Allah'a kul olma ilkesine inanan
müminler ile Allah'tan başkasının ilâhlığına inanan müşrikler ya da Allah
tanımazlar (ateistler) varsa -her zaman ve her yerde- karşımıza çıkar.
Bundan dolayı yukarda okuduğumuz âyetler her ne
kadar Arap Yarımadası'nda yaşanmış pratik bir realiteyi karşılamak için
indilerse de, her ne kadar Yarımada müşrikleri ile ilişkileri düzenleyen
aktüel hükümler getirdiler ise de içerikleri ile zaman ve mekân bakımından
daha geniş boyutları kucaklarlar. Çünkü bu âyetler, sürekli olarak her zaman
ve her yerde karşımıza çıkan benzer durumları karşılamaktadırlar. Mesele, bu
hükümlerin Arap Yarımadası'nda uygulandıkları durumların benzerleri ortaya
çıktığında bu hükümleri uygulayacak yaptırım gücünün olup olmaması ile
ilgilidir, yoksa hükmün özü ya da değişen çağlara rağmen hep değişmez kalan
karşıt tutumun mahiyeti ile ilgili değildir.
YEMİNLERİNİ
BOZANLARLA VE MÜŞRİKLERLE SAVAŞIN
13- Yeminlerini
bozan ve Peygamber'i Mekke'den çıkarmaya yeltenen kimseler ile, üstelik size
karşı savaşı başlatan taraf oldukları halde, savaşmayacak mısınız? Yoksa
onlardan korkuyor musunuz? Oysa eğer mümin iseniz asıl Allah'dan
korkmalısınız.
14- Onlarla
savaşınız ki, Allah sizin elinizle onları azaba çarptırsın, kendilerini
perişan etsin, sizi onlara karşı üstün getirsin de müminlerin kalb
yaralarını iyileştirsin, su serpsin.
15- Kalblerindeki
kini gidersin. Allah dilediği kimselerin tevbesini kabul eder. Allah üstün
iradelidir ve ne yaparsa yerindedir.
16- Yoksa Allah
içinizdeki cihad edenleri ve Allah'dan, Peygamber'den, müminlerden başka hiç
kimseyi sırdaş edinmeyenleri belirlemeden sizi kendi halinize bırakacak mı
sandınız? Allah yaptığınız her işten haberdardır.
Bir önceki bölümde yüce Allah'ın ve Peygamberimiz'in
müşriklere karşı taahhüd altında olabilecekleri düşüncesinin ilke olarak
tuhaflığı belirtildi; Yarımada'da yaşayan müşrikler ya müslüman olma ya da
savaşla muhatap olma seçenekleri ile karşı karşıya getirildi. Yalnız sığınma
isteğinde bulunacak müşrikler bu hükmün dışında tutuldu, onlara Allah'ın
sözünü, yani Kur'ân'ı işitebilmeleri amacı ile sığınma imkânının sağlanması
ve arkasından İslâm yurdu dışındaki güvenlikli bir yere kadar koruma altında
uğurlanmaları emredildi; arkasından sözkonusu tuhaf bulmanın gerekçesi
açıklanarak bunun müminlere karşı 'üstünlük kuran müşriklerin hiç bir and,
hiç bir antlaşma gözetmeyen kalleşliklerinden kaynaklandığı vurgulandı.
Şimdi ise bu bölümde müslümanların vicdanlarında,
daha önce belirtmeye çalıştığımız çeşitli düzeylerde yereden bu kesin adımı
atmaya ilişkin tereddütler, korkular gündeme getiriliyor; topyekün savaş
yoluna başvurmaksızın geride kalan müşriklerin müslüman olmalarını dileyen
arzular ve bahaneler işleniyor; müslümanların canlara ve çıkarlara yönelik
endişeler altında daha kolay yöntemlere başvurmaya dönük eğilimleri
irdeleniyor.
Okuduğumuz âyetler bu duyguları, bu endişeleri ve bu
bahaneleri, müslümanların acı hatıralarını tazeleyerek, bu acı hatıralar
aracılığı ile kalplerini coşturarak karşılamaya çalışıyor. Bunun için
eski-yeni bazı acı olayların anıları belleklerde canlandırılıyor. Bu
olayların başlıcaları şunlardır: Müşrikler, müslümanlar ile yaptıkları
birçok antlaşmaları bozmuşlar, içtikleri birçok antlara yan çizmişlerdi.
Yine müşrikler "Hicret" olayından önce Peygamberimiz'i Mekke dışına
çıkarmaya kalkışmışlardır. Medine'de ilk saldırıyı onlar başlatmışlardır.
Müşrikler ile karşılaşmaktan korkmuş olabilecekleri ihtimali gündeme
getirilerek eğer müminseler öncelikle yüce Allah'tan korkması gerektiği
belirtilmekte, böylece utanma ve gurur duyguları kamçılanıyor.
Sonra müşrikler ile savaşmaya şu gerekçelere
dayanılarak özendiriliyorlar: Belki de yüce Allah, müşrikleri onların eli
ile azaba çarptıracaktır. Bu durumda müminler, yüce Allah'ın müminlerin ve
kendisinin düşmanlarını azaba çarptırması sırasında ilâhî gücün perdesi
oluyorlar. Yüce Allah, bu perdenin arkasından ortak düşmanlarını perişan
ediyor, kahrediyor, bu yolla onlar tarafından işkenceye uğratılan
müslümanların yüreklerine su serpiyor."
Sonra da bazı müslümanların içlerinden geçen
bahanelere değiniliyor. Bu bahaneler, sapık inançlarına bağlılığı sürdüren
müşriklerin vuruşmasız ve savaşsız olarak müslüman olmalarına dair beslenen
ümitler ile ilgilidir. Bu bahanelere şöyle karşı konuyor: Bu adamların
müslüman olmaları, İslâm cephesinin zafer kazanması ve müşriklerin yenik
düşmesi durumunda, daha güçlü bir ihtimal haline gelir. O gün yüce Allah'ın
tevbe etmeyi alınlarına yazdığı bazı müşrikler zafer kazanmış, üstünlüğünü
kabul ettirmiş ve düşmanlarına diz çöktürmüş bir İslâm'a girebilir. Gerçekçi
beklenti budur.
Âyetlerin sonunda müslümanların dikkatleri yüce
Allah'ın şu köklü kanuna çekiliyor: Yüce Allah, mümin toplumları bu tür
yükümlülükler ile sınavdan geçirir, böyle bağlı oldukları inanç sisteminin
gerçekliğini meydana çıkarır. Ayrıca yüce Allah'ın kanunu ne değişir ve ne
de doğrultusundan sapar.
Şimdi de bu âyetleri ayrıntılı biçimde incelemeye
geçiyoruz:
"Yeminlerini bozan ve Peygamber'i Mekke'den
çıkarmaya yeltenen kimseler ile, üstelik size karşı savaşı başlatan taraf
oldukları halde, savaşmayacakmısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Oysa
eğer mümin iseniz asıl Allah'dan korkmalısınız."
Müşrikler ile müslümanların ortak tarihleri, baştan
sona kadar müşriklerin yeminlerini bozma ve antlaşmalarına yançizme
örnekleri ile doludur. Bunun en yakın tarihli örneği Peygamberimiz ile
Hudeybiye'de imzalamış oldukları antlaşmayı bozmalarıdır. Peygamberimiz bu
antlaşmanın müzakereleri sırasında kimi seçkin sahabileri tarafından taviz
olarak sayılan bazı şartları yüce Allah'ın direktifi ve ilhamı ile kabul
etmişti. Kendisi bu antlaşmaya en titiz bir biçimde bağlı kalmasına rağmen
müşrikler imzalarına bağlı kalmadılar, sadece iki yıl sonra ellerine geçen
ilk fırsatta antlaşmayı çiğnediler.
Ayrıca vaktiyle Peygamberimiz'i Mekke'den sürgün
etmeye kalkışanlar da onlardı. Hicretten önce aralarında verdikleri son
karara göre Peygamberimiz'i öldüreceklerdi. Bütün bu olaylar "Beyt-ül
Haram"da oluyordu. Müşriklerin adam öldürenlere bile can ve mal
dokunulmazlığı tanıdıkları Beyt-ül Haram'da yani. Öyle ki, bu müşriklerden
biri burada kardeşinin ya da babasının katili ile karşılaşıyor ve kötü
niyetle el süremiyordu. Ama sıra Peygamberimiz'e, yani hidayet, iman ve tek
Allah'a kul olmayı benimseme çağrısının seslendiricisine gelince O'na karşı
bu dokunulmazlığı gözetmeye yanaşmıyorlardı. Önce O'nu Mekke'den sürmeye
kalkıştılar. Sonra hayatına kasdeden bir komplo kurdular, O'nu Beyt-ül Haram
sınırları içinde öldürmeyi gizlice kararlaştırdılar. Bu kararı verirken,
aralarındaki sabırsız intikamcılar için geçerli saydıkları vicdanî
sorumlulukların ve kınamaların hiç birini umursamadılar.
Tıpkı bunlar gibi Medine döneminde müslümanlarla
vuruşmayı, savaşmayı ilk düşünen taraf da onlar olmuştu. Karşılamaya
çıktıkları bir ticaret kervanının kurtuluşundan sonra Ebu Cehil'in komutası
altında ısrarla müslümanlar ile savaşmaya girişenler onlardı. Bunların
yanısıra Uhud'da ve Hendek'te müslümanlara yönelik savaşların başlatıcıları
olmuşlardı. Sonra Huneyn'de biraraya gelerek müslümanlara saldırmışlardı.
Bütün bunlar ya taze olaylar ya da canlı
hatıralardı. Gerek bu olaylar ve gerekse bu hatıralar yüce Allah'ın "Onlar
yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşırlar" âyetinde
bize anlattığı koyu ısrarı kanıtladıkları gibi aynı zamanda yüce Allah
dışında başka ilâhlara tapan kamp ile sırf yüce Allah'a kulluk sunan kamp
arasındaki ilişkinin nasıl bir ilişki olabileceğine de ışık tutar.
Okuduğumuz âyetler bu uzun hatıralar, olaylar ve
tutumlar şeridini gözler önüne sererek müslümanların kalplerine derin
mesajlı dokunuşların çarpıcı titreşimlerini salarken onlara ansızın şöyle
sesleniyor:
"Yoksa onlardan korkuyor musunuz?"
Çünkü bu durumda müminlerin, müşrikler ile
savaşmaktan geri durmalarının tek sebebi korku, yılgınlık ve çekingenlik
duygusu olabilir.
Sorunun hemen arkasından, bu sorudan bile duyguları
daha kamçılayıcı, kalpleri daha coşturucu mesajı olan bir uyarı geliyor.
Okuyalım:
"Oysa eğer mümin iseniz, asıl Allah'dan
korkmalısınız."
Mümin hiç bir "kul"dan korkmaz. Çünkü o, sadece yüce
Allah'dan korkar. Eğer o müslümanlar müşriklerden korkuyorlarsa
bilmelidirler ki, asıl yüce Allah'dan korkmalıdırlar; O, onlar için en
öncelikli korku merciidir. Müminlerin kalplerinde O'ndan başka hiç kimsenin
yeri olmamalıdır. Müminlerin duyguları bu hatıralarla, olaylarla ve
realitelerle harekete geçiriliyor. Onlar müşriklerin, Peygamberlerini hedef
alan suikast komplolarını hatırlıyorlar. Onların her ellerine fırsat
geçtiğinde, her açık gedik yakalayışlarında müminler ile yapılmış
antlaşmaları çiğnemeleri ve kalleşlik yapmaları gözlerinin önünden geçiyor.
Her zaman şımarıkça ve pervasızca savaşı ve saldırıyı başlatan taraf
olduklarını belleklerinde canlandırıyorlar. Bu duyarlı psikolojik ortamda
öfkeleri kabarıyor. işte bu yoğun öfke ortamında yüce Allah, onları
savaşmaya teşvik ediyor:
"Onlarla savayız ki, Allah sizin elinizle onları
azaba çarptırsın, kendilerini perişan etsin, sizi onlara karşı üstün
getirsin de müminlerin kalp yaralarını iyileştirsin, yüreklerine su
serpsin."
Onlarla savaşınız ki, yüce Allah'ın onları hedef
alan gücünün perdesi ve dileğinin aracı olasınız. Yüce Allah, onları sizin
elinizle azaba çarptırsın, güçlü olduklarının sarhoşluğunu yaşarlarken
kendilerine bozgunun perişanlığını tattırsın. Onlara karşı size zafer
kazandırarak işkencelerinin ve sürgünlerinin acılarını tatmış olan nice
müminlerin yürek yaralarını iyileştirsin. Gerçeğin kesin zaferi, eğrinin
bozgunu ve eğrilik yanlılarının perişanlığı sayesinde vaktiyle acı çeken
müslümanların bastırılmış kinlerini dindirsin.
Sırf bu kadar da değil. Müminlerin, müşriklere
yönelik savaşlarından beklenen bir başka hayır, bu yolla elde edilecek bir
başka ödül daha vardır. Okuyoruz:
"Allah dilediği kimselerin tevbelerini kabul eder."
Müslümanların zafer kazanmaları bazı müşrikleri
imana getirebilir, gözlerini hidayete açar. Çünkü onlar müslümanların zafere
erdiklerini görünce insan gücü dışındaki bir gücün desteğini gördüklerini
anlarlar, içine düştükleri durumda imanın somut izlerini görürler -ki, işin
aslı gerçekten böyledir- O zaman mücahid müslümanlar yaptıkları cihadın
ödülüne kavuşurlar, kendi elleri ile sapıkların doğruyola ermesinin sevabına
ererler, İslâm'da bu doğruyolu bulmuş tövbekârlar sayesinde gücün taze güç
katmış olur. Devam ediyoruz:
"Allah üstün iradelidir ve ne yaparsa yerindedir."
Görünürdeki sebeplerin arkasında saklı duran
sonuçları bilir; davranışların ve hareketlerin sonuçları önceden planlar.
İslâm'ın gücünün ortaya çıkması ve pekişmesi, güçsüz
ya da gücünü ve nüfuzunu kanıtlamamış bir İslâm'dan uzak duran birçok kalbe
heves aşılar. Müslüman toplum, ilk darbeyi vuracak güçte, caydırıcı ve
yüksek prestijli olabildiği takdirde İslâm çağrısı, önündeki yolu yarı
yarıya kısaltmış olur.
Üstelik müslüman toplumu, benzersiz Kur'ân yöntemi
ile eğitip yetiştiren yüce Allah, Mekke'de ezilmiş ve kuşatma altında,
çileli bir hayat yaşayan bir avuç müslümanlara sadece bir tek şey vaadetti.
Cenneti. Yine onlara bir tek şey emretmişti. Sabretmeyi. Müslümanlar sabırlı
davranarak sadece cenneti isteyince, bunun ötesinde düşmanlarını yenme
isteğini seslendirmeye kalkışmayınca yüce Allah kendilerine zafer nasip
etti. Arkasından onları zafer kazanmaya özendirmeye başladı, zaferle yürek
acılarının ateşine su serpti. Çünkü artık düşmanı yenmek ve zafer kazanmak
müslümanların kendi için değil, yüce Allah'ın dini ve mesajı içindi;
müslümanlar sadece O'nun gücüne perde oluşturuyorlardı.
Sonra müslümanların müşriklere topyekün savaş ilân
edecekleri, müşrikler ile yaptıkları tüm antlaşmaları sona erdirecekleri,
tek saf halinde müşriklerin karşısına dikilecekleri bir aşamaya gelindi. Bu
aşamaya gelinmesi ve bu aşamanın gerektirdiği tavrın takınılması
kaçınılmazdı. Çünkü bu yolla niyetlerin ve gizli duyguların açığa
çıkarılması gerekiyordu. Bu inanç sistemine samimi olarak sarılmayanların
arkasında gizlendikleri perde ortadan kaldırılmalıydı. Müşrikler ticarî
amaçlı ilişkiler kuranların, onlarla akrabalık ve şahsî çıkar esasına dayalı
dostluk sürdürenlerin ileri sürdükleri mazeretler bertaraf edilmeliydi. Bu
perdelerin ve bu mazeretlerin aradan kaldırılması, genel bir ilişki kesme
kararının açıklanması kaçınılmazdı. Böylece kalplerinde gizli niyetler
barındıranlar; yüce Allah'ın, Peygamber'in ve müminlerin dışında sırdaş
edinenler; farklı kamplar arasındaki netleşmemiş, belirsiz ilişkilerin
bulanıklığından yararlanarak müşrikler ile şahsi çıkara dayalı samimiyetler
kuranlar açığa çıkmalı idi. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Yoksa Allah, içinizdeki cihad edenleri ve
Allah'dan, Peygamber'den, müminlerden başka hiç kimseyi sırdaş edinmeyenleri
belirlemeden sizi kendi halinize bırakacak mı sandınız? Allah yaptığınız her
işten haberdardır."
İslâm toplumunda -her toplumda olduğu gibi-
dalavereciliği beceren, kale surlarından içeri sızabilen, ileri
sürülebilecek özürleri ustalıklar kullanan, toplumun gerisinde dolap çeviren
kamu yararına da olsa çıkar sağlamak amacı ile düşmanları ile ilişki kuran,
bunu yaparken ilişkilerin kayganlığını, kamplar arasındaki sınır
duvarlarında gedikleri bulunmasını fırsat bilen bir grup vardı. Sınır
çizgisi netleşip ilân edilince bu grubun yolu kesildi, kullandıkları giriş
kanalları ve sızma yolları gözler önüne serildi.
Hiç kuşkusuz perdelerin yırtılması, gizli-kapaklı
ilişkilerin açığa çıkması, sızma yollarının bilinmesi, bunun sonucunda
samimi mücadelecilerin seçilmesi, kaypak dalaverecilerin belirlenmesi bu
toplumun ve bu inanç sisteminin yararınadır. O zaman herkes bu iki grubu
gerçek mahiyetleri ile tanıma fırsatını bulur. Gerçi yüce Allah, onları
önceden bilir. Tekrar okuyalım:
"Allah, yaptığınız her işten haberdardır."
Fakat yüce Allah, insanları özlerini yansıtan
davranışları ve tutumları ile hesaba çeker Böylece yüce Allah'ın sınavdan
geçirmeye ilişkin kanunu da işlemiş olur. Bu yolla gizli niyetler açığa
çıkar, saflar belirginleşir-netleşir ve kalpler arınır. Yalnız bu yolla
gerçekleşen sınav, sıkıntılar, yükümlülükler, çileler ve belâlar aracılığı
ile geçirilen sınavlar düzeyinde eğitici olmaz.
ALLAH'IN MESCİDLERİ
VE HİCRET EDENLER
17- Müşriklere,
kâfir olduklarına bizzat kendileri tanıklık ettikleri halde Allah'ın
mescidlerini onarıp şenlendirmek düşmez. Onların bütün yaptıkları boşunadır.
Onlar ebedi olarak cehennemde kalacaklardır.
18- Allah'ın
mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe inananlar, namazı kılanlar,
zekâtı verenler, Allah'dan başka hiç kimseden korkmayanlar onarıp
şenlendirebilir. Bu kimselerin doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.
19- Hacılara su
sağlamayı ve Kâbe'yi onarıp şenlendirmeyi, ahiret gününe inanmakla ve Allah
yolunda cihad etmekle bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında bir
değildirler. Allah zalimler güruhunu doğru yola iletmez.
20- İman edip
Medine'ye hicret edenlerin ve malları, canları ile Allah yolunda cihad
edenlerin Allah katındaki dereceleri en üstündür. İşte kurtuluşa erenler
onlardır.
21- Rabb'leri onları
kendi öz bağışı olan bir rahmetle, hoşnutluk ve bitmez-tükenmez nimetlerle
dolu cennetler ile müjdeler.
22- Onlar orada
ebedi olarak kalacaklardır. Hiç şüphesiz büyük ödül Allah katındadır.
Bu ilişki kesme kararı ilân edildikten sonra
müşrikler ile savaşmaya yanaşmayanların ileri sürebilecekleri bir gerekçe,
bir mazeret kalmadı. Ayrıca müşriklerin Beytullah'ı ziyaret etmekten ve
oranın bakımını ve onarımını üstlenmekten uzak tutuldukları da kesinlik
kazandı. Müşrikler cahiliye döneminde Beytullah'ı hem ziyaret edebiliyor,
hem de bu kutsal yapının bakımını ve onarımını yürütüyorlardı. Okuduğumuz
âyetlerde yüce Allah'ın evlerinin bakımında, yapımında, onarımında ve
gözetiminde müşriklerin hakları ve katkıları olabileceği tuhaf görülerek
reddediliyor. Bu sadece yüce Allah'a inananların, O'nun buyurduğu farz
görevleri yerine getirenlerin hakkıdır. Cahiliye döneminde müşriklerin,
Kâbe'yi onarmış, buranın bakımını üstlenmiş olmaları ve ziyaretçilerinin su
ihtiyaçlarını karşılamış olmaları bu kuralı değiştiremez. Okuduğumuz âyetler
İslâm'ın bu kuralını henüz iyice kavrayamamış kimi müslümanların
vicdanlarını rahatsız eden bazı saplantılarına karşılık vermektedir.
Şimdi de okuduğumuz âyetleri tek tek ele alalım:
"Müşriklere, kâfir olduklarına bizzat kendileri
tanıklık ettikleri halde, Allah'ın mescidlerini onarıp şenlendirmek düşmez."
Bu, aslında temelinden tuhaf bir iştir ve hiç bir
haklı gerekçesi yoktur. Çünkü nesnelerin doğasına (eşyanın tabiatına)
aykırıdır. Sebebine gelince Allah'ın evleri sırf yüce Allah'a özgüdürler,
buralarda sadece O'nun adı anılabilir, O'nunla birlikte başkasının adı
anılamaz bu evlerde. Buna göre Allah'ın birliği (tevhid) inancı ile
kalplerini onarıp şenlendirmeyenler, Allah'a ortak koşanlar, hayatlarının
pratiği ile kâfirliklerine bizzat tanıklık edenler, bu gerçeği inkâr
edemeyecek, tersine onu onaylamaktan başka bir şey yapamayacak olanlar bu
evleri nasıl onarıp şenlendirebilirler? Âyeti okumaya devam ediyoruz:
"Onların bütün yaptıkları boşunadır."
Onların bütün yaptıkları kökten geçersizdir. Bu
geçersiz ve boşuna işlerinden biri de tek dayanağı yüce Allah'ın birliği
(tevhid) ilkesi olan Beytullah'ı onarımını, bakımını ve şenlik tutulmasını
yürütmeleridir. Şimdi de âyetin son cümlesini okuyalım:
"Onlar ebedi olarak cehennemde kalacaklardır."
Bunun sebebi, apaçık ve kesin kâfirlik
birikimleridir.
İbadet, inancın dışa vurmuş ifadesi, somut
yansımasıdır. Buna göre inanç bozuk olunca ibadet de bozuk olur. Kalpler
sağlıklı imanla, pratiğe yansıyan somut ameller, hem ameli ve hem de ibadeti
sırf Allah rızası amacına yöneltmekle onarılıp şenlendirilmedikçe kutsal
yerleri ziyaret etmek, mescidlerin yapımını, onarımını ve gözetimini
üstlenmek anlam taşımaz. Okuyoruz:
"Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret
gününe inananlar, namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah'dan başka hiç
kimseden korkmayanlar onarıp şenlendirebilirler."
Kalpte imanın ve dışa yansıyan somut amelin
varolması gerektiği belirtildikten sonra sırf yüce Allah'dan korkulmasının,
başka hiç kimseden korkulmamasının vurgulanması gereksiz yere gündeme
getirilmiyor. Çünkü sırf yüce Allah'a samimiyetle bağlanmak gerekli bir
şarttır; bilinçte ve davranışlarda müşrikliğin her türlü izinden ve
lekesinden arınmak vazgeçilmez bir şarttır. Oysa yüce Allah dışında bir
başkasından korkmak bir müşriklik türüdür. Âyet, bu tehlikeye burada bile
bile dikkatleri çekiyor. Amaç hem inancı ve hem de ameli arındırıp
saflaştırmaktır. İşte o zaman müminler, yüce Allah'ın mescidlerini
yapmaya,onarmaya ve gözetmeye hak kazanırlar, yüce Allah'dan hidayet
dilemeyi hakederler. Âyetin sonunu okuyalım:
"Bu kimselerin doğru yolu bulanlardan olmaları
umulur."
Kalp yönelir, vücudun organları ise amel işler.
Sonra da yüce Allah, bu yönelişe ve amele denk gelecek hidayeti, amaca
ermeyi ve başarıyı bağışlar.
Yüce Allah'ın evlerini inşa etmeyi, onarmayı ve
şenlendirmeyi haketmenin kuralı bu olduğu gibi ibadetleri ve kutsal
ziyaretleri değerlendirirken başvurulacak olan kriter de budur. Yüce Allah
bu kuralı, bu kriteri hem müslümanlara hem de müşriklere açıklıyor. Evet,
müşrikler cahiliye döneminde Kâbe'nin onarımını ve bakımını yürütüyorlar,
gelen ziyaretçilerin su ihtiyacını karşılıyorlardı. Fakat inançları sırf
yüce Allah'a yönelik değil. Ayrıca ne gerekli amelleri yapıyorlar ve ne de
cihad amacı taşıyorlar. Buna göre onları -sırf Beytullah'ın onarımını ve
gözetimini yürütüyorlar, konuk ziyaretçilere hizmet sunuyorlar diye
şartlarına uygun biçimde iman edip Allah yolunda, O'nun sözünü yüceltmek
uğrunda cihad edenler ile bir tutmak doğru değildir. Okuyoruz:
"Hacılara (ziyaretçilere) su sağlamayı ve Kâbe'yi
onarıp şenlik tutmayı, Allah'a ve ahiret gününe inanmakla ve O'nun yolunda
cihad etmekle bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında bir değildirler."
Ölçü, yüce Allah'ın ölçüsüdür; geçerli değerlendirme
O'nun yaptığı değerlendirmedir. Âyetin sonunu okuyalım:
"Allah, zalimler güruhunu doğru yola iletmez."
Yani yüce Allah, gerçek dini benimsemeyen ve
inançlarını müşriklikten arındırmayan kimseleri doğru yola iletmez. Bu
kimseler istedikleri kadar Beytullah'ı (Allah'ın evini) onarıp şenlik
tutsunlar, ziyaretçi konuklarının su ihtiyacını karşılasınlar, önemli
değildir.
Bu ilkenin vurgulanışı, yurtlarından ayrılmak
zorunda kalan, mücahid müminlerin üstün derecesini, kendilerini bekleyen
ilâhî rahmeti ve hoşnutluğu, onlar için hazırlanan sürekli nimetleri ve
büyük mutluluğu belirterek noktalanıyor. Okuyoruz:
"İman edip Medine'ye hicret edenlerin ve malları,
canları ile Allah yolunda cihad edenlerin Allah katındaki dereceleri en
üstündür. İşte kurtuluşa erenler onlardır.
Rabb'leri onları kendi öz bağışı olan bir rahmetle,
hoşnutlukla ve bitmez tükenmez nimetlerle dolu cennetler ile müjdeler.
Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Hiç şüphesiz
büyük ödül Allah katındadır."
Âyetteki "Allah katındaki dereceleri en üstündür"
ifadesinde "karşılaştırmalı" üstünlük değil, "mutlak" üstünlük sözkonusudur.
Başka bir "deyimle bu ifade öbürlerinin (müşriklerin) derecesi daha
aşağıdır" anlamında değildir. Çünkü "öbürler" "Bütün yaptıkları boşunadır,
onlar ebedi olarak cehennemde kalacaklardır" hükmünün kapsamı içindedirler.
Buna göre onlar ile yurtlarından ayrılmak zorunda kalan, mücahid müminler
arasında ne derece ve ne de elde edecekleri nimet konusunda göreceli
üstünlük sözkonusu değildir.
Daha sonraki âyetlerde müslüman toplumu oluşturan
fertlerin kalplerindeki duygular arındırılarak, sırf yüce Allah'a ve O'nun
dinine yöneltiliyor. Müminler, bu duygularını akrabalık, çıkar ve dünya
hazzı bağlarından soyutlamaya çağrılıyor. İnsana cazip gelen bütün hazlar ve
hayatın bütün bağlılıkları hep biraraya getirilerek terazinin bir kefesine
konuyor. Öbür kefeye ise Allah, Peygamber ve Allah yolunda cihad etme
sevgisi yerleştiriliyor. Arkasından müminler, bu iki kefeden birini seçmek
üzere serbest bırakılıyor. Okuyoruz.
ANNEDEN, BABADAN VE
CANDAN İMTİHAN
23- Ey müminler,
eğer babalarınız ve kardeşleriniz kâfirliği, müminliğe tercih ediyorlarsa
sakın onları dost, yandaş edinmeyiniz. Kimler böylelerini dost edinirlerse
onlar zalimlerin ta kendileridirler.
24- De ki; "Eğer
babalarınızı, evlâtlarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, hısım-akrabanızı,
kazandığınız malları, bozulmasından korktuğunuz ticareti ve hoşunuza giden
evleri, konakları Allah'dan, Peygamber'den ve Allah yolunda cihad etmekten
daha çok seviyorsanız Allah emrini gerçekleştirinceye, yapacağını yapıncaya
kadar bekleyiniz. Allah yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola iletmez. "
Bu inanç sistemi, içine girdiği kalbi başka bir
şeyle paylaşmaya katlanamaz. Kalp, ya sırf ona ait olur, ya da ona hiç
baştan yer vermez. Bu âyetlerin vermek istedikleri mesaj müslümanın
ailesinden, akrabalarından, eşinden, çocuklarından, malından, çalışmasından,
dünya nimetlerinden ve meşru hazlardan kopması, ya da dünyanın bütün güzel
şeylerinden el-etek çekerek yalnızlık köşesine kapanması değildir. Hayır,
asla bu inanç sisteminin tek istediği şey, insan kalbinin sırf kendisine
bağlı olması, sevgisine başka bir şeyi ortak etmemesi, egemen ve buyurucu
konumda olması, hareket ettirici ve itici bir rol oynamasıdır. İnanç
sistemine bu rol tanındıktan sonra müslüman, hayatın bütün güzelliklerinden
yararlanabilir, bütün çekici hazlarından payını alabilir, bunun hiç bir
sakıncası yoktur. Yalnız müslüman bütün bu güzellikleri ve hazları,
inancının gerekleri ile çatıştıkları anda tümü ile silkeleyip atmaya hazır
olmalıdır.
Bu iki yolun ayırım noktası şuradadır: Acaba
egemenlik bu inanç sisteminde mi, yoksa dünya hazlarında mı olacak? Söz
önceliği bu inanç sisteminin mi, yoksa şu dünya nimetlerinin birinin mi
olacak? Müslüman, kalbinin inancına sımsıkı bağlı olduğundan emin olduktan
sonra çocuklarından, kardeşlerinden, eşinden, akrabalarından yararlanabilir;
mallar, ticarethaneler, evler edinebilir; israfa kaçmaksızın ve gurura
kapılmaksızın yüce Allah'ın yarattığı güzelliklerden ve çekici hazlardan
payını alabilir. Bunun hiç bir zararı, hiç bir sakıncası yoktur. Hatta o
takdirde bu yararlanma İslâmca hoş görülen bir "müstahap''tır. Çünkü bu
yararlanma bir tür şükürdür, bu nimetleri kulları onlardan yararlansın diye
bağışlayan yüce Allah'ın cömertliğini bir anlamda onaylamadır; O'nun rızık
vericiliğini, nimet bağışlayıcılığını, karşılıksız sunuculuğunu hatırlatan
bir fırsattır.
Şimdi âyetlerin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz:
"Ey müminler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz
kâfirliği, müminliğe tercih ediyorlarsa sakın onları dost, yandaş
edinmeyiniz."
Böylece kalp ve inanç bağı kopuk olunca kan ve soy
bağları da kopuyor. Yüce Allah'da birleşen yakınlığın dostluğu geçerli
olmayınca aile birliğinden kaynaklanan yakınlığın dostluğu da geçerliliğini
yitiriyor. Demek ki, öncelikli dostluk yüce Allah'a yöneliktir. Bütün
insanlık bu ortak dostlukta kaynaşır. Bu dostluk olmayınca ondan sonra başka
dostluk kalmaz. İp kesilmiştir, halka kopmuştur. Okuyoruz:
"Kim böylelerini dost edinirse onlar zalimlerin ta
kendileridir."
Buradaki "zalimler" "müşrikler" anlamındadır. Demek
ki, kâfirliği müminliğe tercih eden aile bireyleri ve akrabalarla dostluk
ilişkileri sürdürmek, imanla bağdaşmaz bir müşrikliktir.
Bir sonraki âyet bu ilkeyi belirlemekle yetinmiyor.
Bunun yerine bütün insanlar arası ilişki, bütün dünyalık nimet ve tüm haz
türlerini ayrıntılı biçimde gözler önüne sererek hepsini terazinin bir
kefesine ve bu inançla onun gereklerini öbür kefesine koyuyor. Âyette sözü
edilen babalar, evlâtlar, eşler, akrabalar, kan, soy, akrabalık ve eş
ilişkileri; mallar, ticarî ilişkiler insan fıtratındaki arzu ve istekleri;
gönül açıcı evler, konaklar, köşkler, hayatın nimet ve hazlarını temsil
ediyor. Terazinin öbür kefesinde ise Allah sevgisi, Peygamber sevgisi ve
Allah yolunda cihad etme aşkı var. Bütün gerekleri ve sıkıntıları ile cihad.
Beraberinde getirdiği bütün yorgunlukları ve argınlıkları ile cihad.
Yolaçtığı bütün baskı ve mahrumiyetleri ile cihad. Birlikte taşıdığı bütün
acıları ve fedakârlıkları ile cihad. Ucunda karşılaşılacak yaralanmaları ve
şehit düşmeleri ile cihad. Bütün bunlardan sonra "Allah yolunda girişilmiş"
cihaddır. Şöhretten; dillere düşmekten, ortalıkta boy göstermekten;
pohpohlanmaktan, övünmekten, caka satmaktan, kendini beğenmişlikten; yeryüzü
halkının saygısından, insanlar arasında parmakla gösterilmekten, törenlere
ve gösterilere konu olmaktan arınmış bir cihaddır. Yoksa sahibine ne ödül
kazandırır ve ne de sevap. Şimdi âyeti okuyoruz:
"Dedi ki; `Eğer babalarınızı, evlâtlarınızı,
kardeşlerinizi, eşlerinizi, hısım akrabalârınızı, kazandığınız malları,
bozulmasından korktuğunuz ticareti ve hoşunuza giden evleri, konakları
Allah'tan, Peygamber'den ve Allah yolunda cihad etmekten daha çok
seviyorsanız, Allah emrini, gerçekleştirinceye, yapacağını yapıncaya kadar
bekleyiniz."
Haberiniz olsun bu iş zordur. Haberiniz olsun, bu
son derece büyük ve önemli bir iştir. Fakat bu odur, sözünü ettiğimiz iştir.
Aksi halde:
"Allah, emrini gerçekleştirinceye, yapacağını
yapıncaya kadar bekleyiniz."
Yoksa fasıkların, doğru yoldan çıkmışların akıbetine
uğrarsınız:
"Allah, yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola
iletmez."
Bu arınmışlık, bu ortak tanımaz bağlılık sadece
müslüman fertlerden istenmiyor. Müslüman toplumdan, İslâm devletinden de
ayni şey isteniyor. Buna göre ne müslüman toplum ve ne de İslâm devleti
inanç sisteminin ve Allah yolunda cihad etmenin üzerine çıkan hiçbir
ilişkiye, hiçbir çıkara önem vermemeli, itibar etmemelidir.
Yüce Allah, bu yükümlülüğü müminlerin omuzlarına
bindirirken fıtratlarının bu yükü taşıyabileceğini biliyordu. Çünkü "Yüce
Allah, hiçbir kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez." Yüce Allah'ın,
müminlerin fıtratlarının mayasına bu yüksek düzeyli fedakârlık ve
katlanabilme enerjisini katmış olması, O'nun kullarına yönelik bir
rahmetidir. İnsan fıtratının mayasında bu fedakârlıktan duyulan yüce hazzın
bilinci vardır, insan fıtratı bu hazzı, yeryüzünün tüm hazlarına değişmez.
Bu haz Yüce Allah ile ilişki halinde olmanın hazzıdır, yüce Allah'ın
hoşnutluğunu ummanın hazzıdır, zayıflığı ve başkalarının ayakları altında
itilip kakılmayı aşmanın hazzıdır, etin ve kanın ağırlığından kurtularak
ışıklı ve aydınlık ufuklara tırmanmanın hazzıdır. Eğer insan fıtratı
yerçekiminin baskısı altında kalırsa bakışlarını yüce ufuklara dikince bu
baskıdan kurtulup yükselişe geçmenin özlemli umudunu tazelemiş olur.
Daha sonraki iki âyette duygular ve anılar
canlandırılıyor. Müslümanların yakın zamanlarda yaşadıkları bir dizi olay
gözler önüne getiriliyor. İnsan gücü ve savaş araç-gereci bakımından
yetersiz oldukları bazı savaşlarda yüce Allah'ın kendilerine yardım ettiği
vurgulanıyor. Ayrıca kendilerine "Huneyn" savaşı hatırlatılıyor. O gün
müslümanlar sayıca kalabalık olmalarına rağmen ilk aşamada bozguna
uğramışlar, fakat sonra yüce Allah onlara kendi gücü ile yardım etmişti. O
gün Mekke'yi fetheden İslâm ordusuna sadece iki bin yeni müslüman olmuş,
acemi asker katılmıştı. Yine o gün müslümanlar sayıca kalabalık oluşlarına,
savaş araç-gereçlerinin bolluğuna güvenerek bir süre için Allah'a
bağlılıklarını gevşetmişlerdi. Bunun üzerine savaşın ilk aşamasındaki bozgun
başlarına geldi. Amaç, yüce Allah'a bağlılığın, O'nunla ilişkileri sağlam
tutmanın, zaferi hazırlayan asıl faktör olduğunu; sayı ve araç-gereç
bolluğunun ortadan kalktığı; mal, kardeş ve evlât desteğinden yoksun
kaldıkları zamanlarda bu faktörün yanı başlarında olmakta devam edeceği
gerçeğini müminlere uygulamalı bir ders vererek öğretmekti.
25- Gerçekten Allah
size birçok yerde, birçok olayda olduğu gibi Huneyn savaşı günü de yardım
etti. Hani o gün sayıca çok oluşunuz hoşunuza gitmiş, böbürlenmenize
yolaçmıştı da bu kalabalıklık size hiçbir yarar sağlamamıştı; yeryüzü, onca
genişliğine rağmen size dar gelmişti de sonra arkanızı dönüp kaçmıştınız.
26- Bu bozgunun
arkasından Allah, Peygamberinin ve müminlerin kalblerine güven duygusu
indirdi ve görmediğiniz ordular göndererek kâfirleri azaba çarptırdı.
Kâfirlerin görecekleri karşılık budur.
27- Bundan sonra
Allah dilediği kimselerin tevbelerini kabul eder. Allah affedicidir,
merhametlidir.
Müslümanlar yüce Allah'ın desteği ile birçok savaş
alanında başarı kazandıklarını unutmuş değillerdi. Yakın zamanlarda meydana
gelen bu olayların hatırası henüz belleklerindeki tazeliğini koruyordu. Onun
için bu gerçeğe sadece değinivermek yeterli idi.
Fakat "Huneyn" olayına gelince bu olay Mekke
fethinin hemen arkasından, Hicretin sekizinci yılının Şevval ayında meydana
gelmişti. O günlerde Peygamber'imiz-salât ve selâm üzerine olsun. Mekke'yi
fethetmiş, bu fethin önüne çıkardığı problemleri çözmüş, şehrin halkı tümü
ile müslüman olduğu için Peygamberi'miz tarafından serbest bırakılmışlardı.
Tam o sırada şöyle bir olay oldu: "Hevazin" kabilesi, şefleri Malik b. Auf
Nadrî'nin komutasında müslümanlarla savaşmak üzere yığınak yapmıştı. Sakıf
kabilesinin tümü, Çeşmeoğulları, Saad. b. Bekroğulları, Hilâloğulları'nın az
sayıdaki Evza kolu ile Avf b. Amır ve Beni Amr b. Amiroğulları'nın bir
bölümünde Hevazın kabilesine katılmıştı. Bu kabileler kadınları, çocukları,
koyunlar ve develeri ile birlikte, neleri var neleri yoksa hepsini yanlarına
alarak yola çıkmışlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz de onları karşılamak
üzere yola çıktı. Yanında Mekke'yi fethetmek üzere gelen, muhacirler ile
ensardan oluşmuş on bin kişilik bir İslâm ordusu vardı. Ayrıca bazı arap
kabilelerinin savaşçıları ile İslâm'a yeni girmiş, Mekkeliler'den meydana
gelen iki bin kişilik bir acemi birliği olan İslâm ordusunun saflarında
yeralmıştı. Peygamberimiz işte bu birliklerin başında düşman üzerine yürüdü.
İki ordu, Mekke ile Taif arasındaki "Huneyn" adlı
vadide karşılaştı. Bu karşılaşma günün ilk saatlerinde, sabahın alaca
karanlığında meydana geldi. Müslümanlar vadiye indiler. Oysa Hevazın
kabilesi orada pusuya yatmıştı. Adamlar Müslümanların kendilerini
farketmediklerini anlayınca baskına geçtiler. Birden bire oklarını
yağdırarak, kılıçlarını sıyırarak komutanlarının emri uyarınca tek bir asker
disiplini içinde saldırıya giriştiler. Bunun üzerine- yüce Allah'ın
buyurduğu gibi- müslümanlar panik içinde geriye dönüp kaçmaya başladılar.
Fakat Peygamberimiz direnişini sürdürdü. Boz bir
katıra binmişti. Hayvanı ısrarla düşman güçlerinin üzerine sürüyordu. Bunun
üzerine amcası Abbas sağ özengiye, Ebu Süfyan b. Haris sol özengiye
asılmışlar, hayvanın koşarak ilerlemesine engel olmaya çalışıyorlardı.
Peygamberimiz bir yandan da adını haykırarak kaçmakta olan müslümanları geri
dönmeye çağırıyor; yüksek sesle "Ey Allah'ın kulları, bana Allah'ın elçisine
katılınız" diyor, zaman zaman da "Ben Allah'ın Peygamberiyim, bu yalan
değil, ben Abdülmuttalip oğluyum" diye haykırıyordu.
Sahabilerden yaklaşık olarak yüz kişi- kimi
tarihçilere göre seksen kişi- Peygamberimizin yanında kalarak O'nunla omuz
omuza savaşmayı sürdürmüşlerdi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Abbas, Abbas'ın
oğulları Hz. Ali ve Hz. Fadıl, Hz. Ebu Süfyan, Hz. Eymen B. Umm-i Eymen, Hz.
Usamet- Zeyd- Allah hepsinden razı olsun- bunlar direnenlerin başlıcaları
idi.
Bir ara Peygamberimiz, gür sesli amcası Abbas'a
avazının çıktığı kadar "Ey o ağacın altında biraraya gelenler" diye
haykırmasını emretti. Bu çağrıda adı geçen ağaç "Rıdvan Biatı"nın, altında
gerçekleştirildiği ağaçtı. Bu ağacın altında biraraya gelen, muhacirlerden
ve Ensar'dan oluşmuş müslümanlar savaş alanlarında kaçmayacaklarına dair
Peygamberi'mize söz vermişlerdi. Peygamberimiz'in emri üzerine, amcası Abbas
"Ey Samure ağacının altında toplananlar" ve kimi kez de "Ey Bakâra suresinde
kendilerinden sözedilenler" diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Bu
çağrılar üzerine müslümanlardan "Emret, emret, buyur şeklinde cevaplar
gelmeye başladı. Arkasından müslümanlar kaçışlarını durdurup Peygamberimizin
yanına dönmeye koyuldular. Öyle ki, binek hayvanlarını geri döndürmeyi
başaramayan bazı kimseler zırhlarını kuşanarak hayvanın sırtından iniyorlar
ve hayvanlarını salıvererek yalnız başlarına Peygamberimiz'in yanına
koşuyorlardı.
Geri dönenler önemli sayıda bir grup oluşturunca
Peygamberimiz kendilerine ciddi bir şekilde saldırıya geçmelerini emretti.
Bu sıkı saldırı sonunda düşman güçleri bozguna uğratıldı. Kaçanlar izlenerek
ya öldürüldü ya da esir alındı. Öyle ki, geride kalan müslümanlar savaş
alanına dönüşlerini tamamladığında Peygamberimiz'in önüne getirilmiş,
şaşkınlık içindeki esirlerle karşılaştılar.
Bu savaşta müslümanlar, kısa tarihlerinde ilk defa
oniki bin kişilik bir orduyu biraraya getirebildiler.
Bu sayı çokluğu şımarmalarına yolaçtı. Bu yüzden
zafere ulaşmanın başta gelen sebebini gözardı ettiler. Bu sonucun da yüce
Allah, savaşın ilk aşamasında başlarına bozgun getirerek tekrar O'na
yönelmelerini sağladı. Arkasından Peygamberimiz'in yanından ayrılmayarak
direnmeye devam eden, O'nun etrafında sımsıkı kenetlenen bir avuçluk mümin
grubun çabaları ile bozgunu zafere dönüştürdü.
Âyette bu savaş sahnesini hem somut tabloları ile ve
hem de duygusal reaksiyonları ile gözlerimizin önüne getiriyor. Okuyalım:
"Hani o gün sayıca çok oluşunuz hoşunuza gitmiş,
böbürlenmenize yolaçmıştı da bu kalabalık hiçbir işinize yaramamıştı;
yeryüzü onca genişliğine rağmen size dar gelmişti de sonra arkanızı dönüp
kaçmıştınız."
Burada önce sayı çokluğundan hoşlanma, bununla
böbürlenme reaksiyonu, arkasından ruh bozgunu sarsıntısı; bütün yeryüzünün
ağırlığı altında kalınmış, ağır basıncına uğramışcasına bir sıkıntı, bir ruh
darlığı reaksiyonu, derken somut bir bozgun hareketi ve en sonunda da geriye
dönüp kaçma eylemi ile karşı karşıyayız. Peki sonra?!
"Bu bozgunun arkasından Allah, Peygamberi'nin ve
müminlerin kalplerine güven duygusu indirdi."
Bu güven duygusu sanki kaftan gibi, iniyor ve
yuvalarından dışarıya fırlayacak gibi çırpınan kalpleri yuvalarına oturtuyor
ve kaynaşan duyguların durdurulmalarını sağlıyor. Okumaya devam ediyoruz:
"Ve görmediğiniz ordular gönderdi."
Bu orduların ne olduklarını, hangi özellikleri
taşıyan askerlerden oluştuklarını bilmiyoruz. Çünkü "Rabb'inin ordularını
kendisi dışında hiç kimse bilmez." (Müdessir. 31) Âyetin devamını okuyalım:
"Kâfirleri azaba çarptırdı."
Ölümle, tutsaklıkla, silâh ve teçhizatlarını
müslümanlara kaptırmakla, bozguna uğramakla. Şimdi de âyetin sonunu
tekrarlayalım:
"Bundan sonra Allah, dilediği kimselerin tövbelerini
kabul eder. Allah affedicidir, merhametlidir."
Yanlış iş yaptıktan sonra tevbe eden kimseler için
af kapısı her zaman açıktır.
Yüce Allah ile bağları gevşetmenin ve O'nun dışında,
başka bir güce güvenmenin sonuçlarını göstermek amacı ile bu âyetlerde
müminlere hatırlatılan "Huneyn" savaşı bize bir başka gerçeği, her inanç
sisteminin dayandığı güçlerin neler olduğu gerçeğini, dolaylı olarak
açıklamaktadır. Sayı çokluğu hiçbir şey değildir. Önemli olan inaçlarına
sımsıkı bağlı, kararlı, fedakâr ve bilinçli azanlıktır. Hatta sayı çokluğu
kimi zaman bozguna sebep olur. Çünkü taraftarı oldukları inanç sisteminin
özünü kavramaksızın akıntıya kapılarak bilinçsizce bu kalabalığa katılan
bazı kimselerin zor anlarda ayakları titremeye başlar, zelzeleye tutulmuş
gibi sarsılırlar. Arkasından da taraftarların saflarına kargaşa ve bozgun
havasını yayarlar. Üstelik sayı çokluğu, inanç sisteminin bağlılarını
aldatır, yüce Allah ile aralarındaki bağı gevşetme umursamazlığına
kapılmalarına yolaçar, görüntüdeki kalabalıkla oyalanarak hayatta zafere
ulaşmanın sırrını gözardı etmelerine sebep olur.
Her inanç sistemi seçkin kadroları eli ile ortaya
çıkıp varlığını sürdürmüştür. Yoksa "sönüp giden köpükler" ve "rüzgârların
savurduğu ot kırıntıları, eli ile hiçbir inanç sistemi ne ortaya çıkabilir
ve ne de ayakta durabilir." (Ra'd, 17 Kehf, 45)
Âyetlerin akışı, bu noktaya geldiğinde ve
müslümanların vicdanlarını yakın tarihin hatıraları ile kamçıladığında
müşriklere ilişkin son sözü söylüyor, onlar hakkında kıyamet gününe dek
geçerliliğini sürdürecek nihai hükmü veriyor.
28- Ey müminler.
Allah'a ortak koşanlar birer somut pisliktirler. Bundan dolayı bu yıldan
sonra bir daha Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer (ziyaretçi sayısının
azalması yüzünden) yoksul düşeceğinizden korkuyorsanız, biliniz ki, Allah
eğer dilerse yakında kendi lûtfu ile sizi zengin edecektir. Hiç şüphesiz
Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
"Müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) birer somut
pisliktirler." Bu ifade müşriklerin ruhlarının pisliğini somutlaştırıyor, bu
pisliği onların mahiyetleri ve özleri olarak sunuyor. Onlar tüm varlıkları
ve özleri ile insan duygularının tiksindikleri temizlerin uzak durmaya özen
gösterecekleri bir pisliktirler. Sözkonusu olan pislik "maddi" bir pislik
değil, "manevi" bir pisliktir. Çünkü onların vücutları organizmaları öz
olarak pislik değildir. Burada Kur'ân gerçekleri somutlaştırarak ifade etme
örneklerinden biri ile karşı karşıyayız. Evet;
"Müşrikler somut pisliktirler. Bundan dolayı bu
yıldan sonra bir daha Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar."
Müşriklerin Mescid-i Haram'da bulunmalarının
yasaklık gerekçesi, bu hükmün amacı budur. Bu gerekçe ile onların Mescid-i
Haram'a yaklaşmaları bile yasaklanıyor. Sebep onların pis ve oranın temiz
olmasıdır.
Fakat Mekke halkının dört gözle beklediği ekonomik
kazanç sezonu, Yarımada'da yaşayanların çoğunluğunun hayat damarı olan
ticaret fırsatı, sosyal hayatın neredeyse temel ekseni olan güneye ve kuzeye
yönelik kış ve yaz seferleri, bütün bu faaliyetler, müşriklere Kâbe'yi
ziyaret etmenin yasaklanması ve onlara karşı topyekün savaş ilân edilmesi
dolayısıyla durma ve ortadan kalma akıbetine uğrayacaklardır.
Evet, öyle. Fakat burada inanç sistemi sözkonusudur.
Yüce Allah, kalplerin tümü ile bu inanç sistemine bağlanmalarını, onun
dışında hiçbir ihtimali umursamamalarını istiyor.
Bundan sonrasına gelince yüce Allah, rızık
meselesini bizzat üstleniyor, müslümanların geçimini bilinen ve alışıla
gelen yollar dışında başka yollardan sağlayacağını garanti ediyor. Okuyalım:
"Eğer (ziyaretçi sayısının azalması yüzünden) yoksul
düşeceğinizden korkuyorsanız, biliniz ki, Allah eğer dilerse sizi yakında
kendi lûtfu ile zengin edecektir."
Yüce Allah dileyince bilinen sebepleri ortadan
kaldırarak onların yerine başka sebepler getirir. O dilerse bir kapıyı
kapatır, fakat yerine birden çok kapı açar. Çünkü; "Hiç şüphesiz Allah;
herşeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Herşeyi bilgiye, gerekçeye, ön tasarıya ve hesaba
dayalı olarak plânlayıp yürürlüğe koyar.
Kur'ân yöntemi, Mekke fethinden sonra ortaya çıkan
ve çeşitli kesimleri arasında, inanç düzeyi bakımından, henüz uyum
sağlayamamış olan o günkü İslâm toplumunda fonksiyonunu yürütüyordu.
Biz bu kesitte yeralan âyetlerde bu toplumun
görüntüsünü gölgeleyen bazı gedikleri gördüğümüz gibi, Kur'ân yönteminin bu
gedikleri kapatmaya yönelik işlevini, benzersiz Kur'ân yönteminin bu ümmeti
eğitmek için harcadığı yoğun ve uzun soluklu çabayı da gözlüyoruz.
Kur'ân-ı Kerim'in bu ümmeti tırmandırmaya çalıştığı
doruk yüce Allah'a bağlanma, O'nun dinine sıkı sıkı sarılma doruğudur; inanç
esasına dayalı olarak tüm akrabalık bağlarını, tüm dünya, dünya hazlarının
bağlarını kesme doruğudur. Bu amaç, Kur'ân yönteminin kafalara aşıladığı
bilincin ışığı altında adım adım gerçekleşiyordu. Bu bilinç sayesinde tüm
insanlığı tek Allah'a kul yapan ilâhi sistem ile insanları biribirine kul
yapan cahiliye sistemi arasındaki çelişik farklılıkların özü
kavranabiliyordu. Bunlar biribirleri ile bağdaşması mümkün olmayan, barış
içinde birarada yaşamaları düşünülemeyecek karşıt sistemlerdi.
İnsan bu dinin tabiatına ve özü ile cahiliye
sisteminin tabiatına ve özüne ilişkin bu kaçınılmaz bilince ermedikçe ne
insanlar arasındaki ilişkileri ve ne de müslüman blok ile öbür karşıt
bloklar arasındaki ilişkileri belirleyen İslâmî hükümleri gerektiği gibi
değerlendiremez.
MÜSLÜMANLARLA EHLİ
KİTAP ARASINDAKİ HUKUK
Bilindiği gibi sûrenin ilk kesitinde müslüman toplum
ile Arap yarımadasında yaşayan müşrikler arasındaki ilişkilerin belirlenmesi
amaçlanmıştı. Şimdi bu ikinci kesitte ise müslüman toplum ile yahudi ve
hıristiyanlar, yani kitap ehli arasındaki ilişkiler belirlenmek isteniyor.
Yalnız birinci kesitte yeralan âyetler, sözleri ve
özleri ile, O günün Arap yarımadasında yaşanan somut pratiğe karşılık
veriyordu, orada yaşayan müşriklerden sözediyor, doğrudan doğruya onlarla
ilgili olan sıfatları, olayları ve olguları gündeme getirirken şimdiki
inceleme konumuz olan ikinci kesitin yahudi ve hıristiyanlardan (kitap
ehlinden) sözeden âyetleri sözleri ve özleri bakımından genel-geçerlidirler.
Yanî gerek Yarımada'da yaşayanları ve gerekse dünyanın başka yerlerinde
oturanları ile tüm yahudi ve hıristiyanları kapsarlar.
İnceleyeceğimiz âyetler kesitinde yeralan nihaî
hükümler, müslüman toplum ile yahudi ve hıristiyanlar arasında geçerli olan
o güne kadarki ilişkilerin dayandığı kurallarda köklü değişiklikler
öngörüyor. Bu hüküm özellikle hıristiyanlar için daha çok geçerlidir. Çünkü
o güne kadar yahudilere ilişkin bir takım olaylar yaşanmıştı, ama o ana
kadar hıristiyanlar ile müslümanlar arasında hiçbir olay meydana gelmemişti.
Bu yeni hükümlerde öngörülen en belirgin değişiklik,
yüce Allah'ın dininden sapmış olan yahudi ve hıristiyanlar ile, bunlar
müslümanlara boyun eğerek kendi elleri ile "cizye" verinceye dek
savaşılmasına ilişkin kesin emirdir. Onlardan gelecek barış ve antlaşma
önerileri ancak bu şartı, yani gönüllü olarak cizye verme şartını yerine
getirmelerinden sonra kabul edilecekti. Bu durumda onlar için anlaşmalı
zimmi (güvenli yurttaş) hukuku gerçekleşir, müslümanlarla arasında barış
ilişkisi kurulurdu. Ama eğer onlar İslâmî, inanç sistemi olarak onaylayıp
benimserler ise o zaman müslümanlar arasına katılırlardı.
Yahudiler ile hıristiyanlar (kitap ehli) İslâm
dinini kabul etmeye zorlanamazdı. Bu durumlarda geçerli olan kabul "Dinde
zorlama yoktur" hükmü idi. Fakat "cizye" verdikçe ve bu esasa dayalı olarak
İslâm toplumu ile aralarında antlaşma yapılmadıkça dinlerinde serbestte
bırakılamazlardı.
İslâm toplumu ile yahudi ve hıristiyanlar arası
ilişkileri düzenleyen kurallarda öngörülen bu son değişikliğin özünü iyi
kavrayabilmek için bir yandan yüce Allah'ın sistemi ile cahiliye sistemleri
arasındaki ilişkilerin kaçınılmaz karakterine ışık tutan bir bilince öte
yandan da İslâm'ın hareket yönteminin karakteristik özelliğine, bu yöntemin
farklı aşamalarına, yine bu yöntemin değişken insan pratiği ile uyumlu
olarak yenilenen araçlarına ilişkin bir bilince sahip olmak gerekir.
Daha önce de vurguladığımız gibi yüce Allah'ın
sistemi ile cahiliye sistemleri arasındaki ilişkilerin "kaçınılmaz"
özelliği, özel durumları ve geçici şartlar dışında bu iki kutup arasında
barış içinde birarada yaşamanın mümkün olmayışıdır. Bu ilişkinin dayandığı
temel kural şudur: İslâm'ın, insanı kula kulluktan kurtarıp tek Allah'ın
kulluğuna yüceltme amacına ilişkin genel bildirisinin önüne yeryüzünde
hiçbir maddi engel, hiçbir devlet gücü, hiçbir rejim otoritesi ve hiçbir
sosyal pratik dikilmemelidir. Çünkü yüce Allah'ın sistemi, insanı kula
kulluk boyunduruğundan kurtarıp tek Allah'a kul olmanın özgürlüğüne
kavuşturmak için- ki İslâm'ın evrensel bildirisinin içeriği de budur-
egemenlik yetkisine sahip olmak isterken cahiliye sistemleri, varlıklarını
koruyabilmek için yüce Allah'ın sistemine dayanan akımı yeryüzünden silmek,
bu hareketin varlığına tamamen son vermek isterler.
İslâmî hareket yönteminin özelliği, değişik
aşamalarda kullanacağı yenilenen araçlarla bu evrensel sosyal pratiğe ya
denklik ya da üstünlük sağlayıcı uygulamalarla karşı koymaktır. İşte İslâm
toplumu ile cahiliye toplumları arasındaki ilişkilere ilişkin gerek geçici
ve gerekse nihai hükümler sözkonusu aşamalarda kullanılacak uygun araçları
oluştururlar.
Sûrenin bu kesitinde yeralan âyetler, bu ilişkilerin
özelliğini belirleyebilmek için önce yahudiler ile hıristiyanların inanç
sisteminin mahiyetini belirliyorlar; bu amaçla bu inanç sisteminin
"müşriklik" "kâfirlik" ve "eğriyol (batıl)" olduğunu vurguluyorlar. Ayrıca
bu âyetler, bu hükme dayanak olan realiteleri, olguları gözönüne seriyorlar.
Bu realitelere hem yahudiler ile hıristiyanların "daha önceki kâfirler"in
sapık düşüncelerine benzeyen inanç sistemlerinde hem de pratik
hayatlarındaki davranış ve uygulamalarından alınmış örnekler
gösterilmektedir.
İnceleyeceğimiz âyetler, bu konuda, şu gerçekleri
belirliyorlar:
1- Yahudiler ile hıristiyanlar yüce Allah'a ve
Ahiret gününe inanmazlar
2- Her iki grup da yüce Allah'ın ve Peygamber'inin
haram ilân ettiği şeyleri haram saymazlar.
3- Bu grupların her ikisi de dine inanmazlar.
4- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ve
hıristiyanlar "İsa, Allah'ın oğludur" diyorlar. Bunlar bu sözleri ile
kendilerindeki önceki dönemlerin kâfirleri ile, ya putperest eski
Yunanlılar'la, Romalılar'la, Hindular'la, Firavunlar döneminin Mısırlıları
ile ya da diğer kâfir milletler ile benzeşiyorlar, onlarla ayni görüşü
paylaşmış oluyorlar. (İleride hıristiyanlarca savunulan üçlü ilâh (teslis)
inancının ve gerek hıristiyanlarca gerek Yahudilerce ileri sürülen Allah'ın
oğlu olduğu iddiasının aslında eski putperest inançlardan alındığını,
yahudiliğin ve hıristiyanlığın özünden kaynaklanmadığını ayrıntılı biçimde
anlatacağız.)
5- Hıristiyanlar, nasıl Hz. İsa'yı ilâh edindilerse,
tıpkı bunun gibi yahudiler ile birlikte hahamlarını papazlarını ve
rahiplerini -Allah dışında- ilâh edindiler. Onlar sapıklıkları ile
kendilerine verilen Allah'ı bir bilme ve sadece O bir Allah'a inanma emrine
ters düştüler. Ve bu nitelikleri ile ' müşriktirler."
6- Kitap ehlinin bu her iki kesimi de yüce Allah'ın
dini ile sürekli savaş halindedirler. "Yüce Allah'ın nurunu ağızlarının
soluğu ile söndürmek isterler." (Saff, 8)
7- Onların papazlarının, rahiplerinin ve
hahamlarının çoğu halkın malını eğri yollar kullanarak yerler, yolsuzluk
yaparlar ve insanların Allah yoluna girmelerine engel olurlar.
İşte kitap ehli ile yüce Allah'ın dinine inanan ve
O'nun sistemine bağlı olan müslümanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bu
nihaî hükümler, onların bu nitelikleri ve inançlarının özüne ilişkin bu
belirlemeler gözönünde bulundurularak alınmıştır.
İlk bakışta kitap ehlinin inançlarının özüne ilişkin
bu belirlemelerin sürpriz, hatta Kur'ân'ın bu konu ile ilgili daha önceki
belirlemelerine aykırı olduğu sanılabilir. Nitekim müsteşrikler,
misyonerliğin öncüleri ve onların çömezleri böyle demeye can atarlar. Onlara
göre Peygamberimiz- salât ve selâm üzerine olsun- yahudilere ve
hıristiyanlara karşı kendini güçlü ve üstün görünce onlara ilişkin sözlerini
ve hükümlerini değiştirmiştir.
Yalnız Kur'ân'ın gerek Mekke dönemindeki ve gerekse
Medine dönemindeki yahudilere ve hıristiyanlara ilişkin değerlendirmeleri
objektif bir bakışla gözden geçirildiği takdirde İslâm'ın, bu grupların
geleneksel inançları ile ilgili görüşünün özü itibarı ile hiçbir değişiklik
göstermediği açıkça görülür. İslâm, ilk günlerinden itibaren yahudiler ile
hıristiyanların inançlarının sapık olduğunu, eğri (batıl) olduğunu, bu
inançları savunanların yüce Allah'ın gerçek dini karşısında "müşrik" ve
"kâfir" olduklarını, hatta kendilerine inmiş olan gerçek mesajı ve gerçek
dininden vaktiyle kendilerine verilmiş olan payı bile inkâr ettiklerini
sürekli biçimde vurgulamıştır.
Değişiklik ise sadece onlar ile kurulan ilişkilerin
yönteminde meydana gelmiştir. Daha önce bir çok kez vurguladığımız gibi, bu
ilişkilerin yöntemini sürekli biçimde değişen pratik şartlarla, özel
durumlar belirlemiştir. Yoksa bu ilişkilere dayanak oluşturan temel
realiteye- ki bu yahudiler ile hıristiyanların inançlarının mahiyetidir-
ilişkin bakış açısı yüce Allah'ın hükmünde, ilk günden beri, hep değişmez
kalmıştır.
Şimdi aşağıda Kur'an-ı Kerim'in kitap ehline ve
savundukları inançlara ilişkin belirlemelerinden bazı örnekler sunacağız.
Arkasından da onların İslâm ve müslümanlar karşısında takınmış oldukları
pratik tutumları gözden geçireceğiz. Zaten onlarla ilişkileri belirleyen bu
nihaî hükümlere vardıran sebep, İslâm'a ve müslümanlara karşı takınmış
oldukları bu tutumlardır.
Mekke'de ne yahudilerin ve ne de hıristiyanların
sayıca ya da prestij bakımından toplumsal ağırlığı olan örgütlü cemaatleri
yoktu. Sadece yahudiliğe ve hıristiyanlığa bağlı tek-tük kişiler vardı.
Kur'an-ı Kerim'den aldığımız bilgilere göre bu bağımsız "fert"ler İslâm'a
yönelik yeni çağrıyı sevinçle, onayla ve kabul ile karşılayarak İslâm'a
girdiler. İslâm'ın ve Peygamberimiz'in, ellerindeki kutsal kitabı onaylayan
bir gerçek olduğuna tanıklık ettiler. Bu yahudi ve hıristiyan fertler
mutlaka tek Allah (tevhid) ilkesine bağlılıklarını sürdüren ve yüce Allah
tarafından indirilmiş kutsal kitapların bazı orijinal kalıntılarının
metinlerini okuma imkânını bulmuş kimseler olmalıdır. İşte aşağıda
örneklerini okuyacağımız âyetler bu tür kimseler hakkında indi:
"Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz buna
inanırlar.
Bu Kur'ân onlara okunduğunda `O'na inandık, O
Rabbi'miz tarafından gönderilmiş bir gerçektir, biz zaten daha önce de
müslümandık' derler." (Kasas, 52-53)
"De ki; `Siz bu Kur'ân'a ister inanınız, ister
inanmayınız o daha önce kendilerine bilgi verilmiş olanlara okunduğunda o
kimseler çeneleri üzerine secdeye kapanırlar.
"Ve `Rabbimiz'in şanı yücedir, O'nun verdiği söz
kesinlikle yerine gelecektir' derler.
Ağlayarak çeneleri üzerine secdeye kapanırlar,
Kur'ân onların ürpertili saygısını arttırır. (isra, 107-109)
"De ki; `Hiç düşündünüz mü? Eğer bu Kur'ân Allah
tarafından gönderilmiş olduğu halde onu inkâr ediyorsanız
İsrailoğulları'ndan biri bunun benzerine tanıklık edip inândığı halde siz
burun kıvırarak ona inanmaya yanaşmamış iseniz durumunuz nice olur? Allah
zalimler güruhunu doğruyola iletmez." (Ahkaf, 10)
"İşte sana. böyle bir kitap indirdik. Kendilerine
daha önce kitap verdiklerimiz ona inanırlar. Şu müşriklerden de ona
inananlar vardır. Kâfirlerden başka hiç kimse bizim âyetlerimizi inkâr
etmez. (Ankebut, 47)
"Allah, size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı
indirmişken ben onun dışında bir hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap
verdiklerimiz, Kur'ân gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından indirildiğini
bilirler. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma." (En'am, 114)
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana
indirilen bu Kur'an karşısında sevinç duyarlar. Fakat İslâm'a karşı komplo
kuran gruplara bağlı kimi kişiler onun bazı âyetlerini inkâr ederler. Onlara
de ki; `Bana yalnız Allah'a kulluk etmem, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamam
emredildi. Ben O'na çağırırım, dönüşüm de O'nadır." (Ra'd, 36)
Bu olumlu karşılama ve "onaylama" tutumu Medine'deki
bazı bağımsız fertler tarafından da tekrarlandı. Kur'ân-ı Kerim, onların bu
tür bazı olumlu tutumları hakkında Medine'de inen surelerde bize bilgi
vermiştir. Bu âyetlerin bazılarında bu olumlu tutumu takınan fertlerin
hıristiyanlar arasından çıktıkları belirtilmiştir. Çünkü Medine yahudileri,
İslâm'ın kendileri için tehlike oluşturduğunu sezdikleri andan itibaren, bu
dine karşı Mekke'deki bağımsız fertlerininkinden farklı bir tutum
takınmışlardır. Şimdi de bu tür âyetlere birkaç örnek veriyoruz:
"Kuşkusuz kitap ehlinden Allah'a, size indirilen ve
kendilerine indirilmiş olan mesaja, Allah korkusu içinde, inananlar;
Allah'ın âyetlerini birkaç paraya satmayanlar vardır. Bunlar Rabb'leri
katında ödüllerini alacaklar. Hiç şüphesiz Allah'ın hesaplaşması pek
çabuktur." (Al-i İmran, 199)
"İnsanlar arasında müminlere en amansız düşman
olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu göreceksin. Buna
karşılık müminlere en çok sempati duyanların `Biz hıristiyanız' diyenler
olduğunu göreceksin. Çünkü hıristiyanlar arasında Allah'a bağlı bilginler ve
din adamları vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.
Peygamber'e indirilen Kur'ân'ı işitince gerçeği
tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle
dediklerini görürsün: `Ey Rabb'imiz, inandık, bizi de gerçeğe şahid olanlar
arasında yaz!
"Rabb'imizin bizi iyi kulları arasına katacağını
umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?'
"Allah, onları bu sözlerinden dolay, altlarından
ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler ile
ödüllendirdi. Bu iyi kulların mükâfatıdır." (Maide, 82-85)
Fakat bu az sayıdaki bağımsız fertlerin tutumu, Arap
yarımadasında yaşayan ezici ehl-i kitap çoğunluğunun- özellikle yahudi
kanadının- tutumunu temsil etmez. Kitap ehli, ezici çoğunluğu ile, İslâm'ın
varlıklarına yönelik bir tehlike kaynağı olduğunu anladıkları andan itibaren
Medine'de bu dine karşı sinsi bir savaş başlatmışlar ve Kur'ân-ı Kerim'in
çeşitli âyetlerinde bize anlattığı gibi bu savaşta her türlü araç ve yöntemi
kullanmışlardır.
Bunun yanısıra bunlar doğallıkla, İslâm'a girmeyi de
reddettiler. Kendi kitaplarının Peygamberimizin geleceğini müjdeleyen
haberlerini kabul etmeye yanaşmadıkları gibi Kur'ân-ı Kerim'in ellerindeki
bu kitaplarda bulunan gerçek ilâhi mesaj kalıntılarını onaylamasını da
umursamamışlardır. Oysa sözünü ettiğimiz saflığını yitirmemiş bağımsız
fertler bu gerçekleri kabul ediyorlar, onaylıyorlar, onları kendi dinlerine
mensup inkârcıların yüzdelerine karşı açık açık dile getiriyorlardı. Bunun
üzerine Kur'an-ı Kerim'in Mekke'de inen bölümünün onların bu inkârcılığını
dile getirmeye, tescil etmeye, savundukları inancın sapık, bozuk ve eğri
niteliğini, çeşitli sürelerde, ortaya koymaya yöneldiğini görüyoruz. Fakat
unutmamak gerekir ki, Kur'ân'ın Mekke bölümü de onların inançlarının
bozukluğunu belirtmeyi asla ihmal etmemiştir. Şimdi bunun örneklerini
okuyalım:
"İsa açık belgelerle gelince `Ben size hikmet dolu
kitapla ve anlaşmazlığa düştüğünüz bazı meseleleri açıklayayım diye geldim.
Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz."
`Allah, benim de sizin de Rabb'inizdir, o halde O'na
kulluk ediniz, dosdoğru yol budur'
Fakat hıristiyanların ve yahudilerin aralarından
çıkan partiler uzlaşmazlığa düştüler. Kendilerini bekleyen acı günün
azabından dolayı vay gele zalimlerin başına!' (Zuhruf- 63-65)
"Hani onlara denmişti ki; "Şu kasabada oturunuz,
orada ne isterseniz yiyiniz, kasabanın kapısından girerken başlarınızı
eğerek `Bağışla bizi' deyiniz ki, günahlarınızı affedelim ve iyilik
edenlerin mükâfatını attıralım."
Fakat yahudilerin zalimleri o sözü kendilerine
söylenmeyen başka bir sözle değiştirdiler. Biz de zalimliklerinden ötürü o
zalimlere gökten ağır bir azap indirdik.
Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının
yaptığını sor. Hani onlar cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü cumartesi
yasağına uydukları gün onlara akın akın balık geliyordu, fakat cumartesi
yasağını çiğnedikleri gün onlara için balık gelmiyordu, Öteden beri fasık
oldukları için biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk." (Araf 161-163)
"Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin en
ağırını tattıracak zorbaları Kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına
musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbim çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç
kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir. (Araf-169)
Kur'an-ı Kerim'in Medine'de inen bölümü ise kitap
ehlinin savundukları sapık inanç hakkında son sözü söylüyor. Onların bu dine
ve bağlılarına karşı giriştikleri savaşda kullandıkları en iğrenç yolları ve
en sinsi yöntemleri anlatır. Biz bu açıklamaları Ali-i İmran, Nisa
sûrelerinde ve diğer Medine inişli sûrelerde uzun bölümler halinde
okuyabilirsiniz. Yalnız onlara ilişkin en son söz Tevbe sûresinde
söylenmiştir. Aşağıda Kur'an-ı Kerim'in bu çok sayıdaki açıklamalarına
birkaç örnek vermekle yetineceğiz:
"Şimdi siz onların size inanacaklarını mı
umuyorsunuz? Oysa bunlar arasında öyle bir grup var ki, Allah'ın kelâmını
işitirler ve anlamına akılları yattıktan sonra onu bile bile
değiştirirlerdi.
Onlar müminler ile karşılaştıklarında "inandık"
derler. Fakat biribirleri ile başbaşa kaldıkları zaman "Rabbiniz katında
aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi Allah'ın size açıkladıklarını
onlara anlatıyorsunuz? Bunun yanlış olduğuna aklınız ermiyor mu?" derler.
"Acaba onlar bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizli
tuttukları ve açığa vurdukları herşeyi bilir."
"Onların içinde bir de ümmiler (okuma-yazma
bilmeyenler) vardır ki, kitabı bilmezler. Bütün bildikleri bir takım asılsız
kuruntulardır. Onlar sırf zanlara (saplantılara) kapılmışlardır."
"Kendi elleri ile kitabı yazdıktan sonra
karşılığında bir kaç para elde etmek amacı ile "Bu Allah katından geldi"
diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdığından ötürü vay gele başlarına!
Kazandıkları paradan ötürü de vay gele başlarına!"
"Andolsun ki, Musa'ya kitabı verdik ve arkasından
ardarda çok sayıda peygamber gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller
verdik ve kendisini Ruhul Kuds ile destekledik. Ne zaman herhangi bir
peygamber size canınızın istemediği bir şey getirdi ise büyüklük kompleksine
kapılarak kimini öldürüp kimini yalanlamadınız mı?"
"Yahudiler "Kalblerimiz kılıflıdır" dediler. Hayır,
yalnız kâfir olduklarından dolayı Allah onları lânetledi. Onların pek azı
iman eder."
"Onlara Allah katından elleri altındaki Tevratı
onaylayan bir kitap (Kur'ân) gelince ki, daha önce kâfirlere karşı zafer
kazanmak istedikleri halde öteden beri bilip durdukları bu hak kitap
kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti kâfirlerin
üzerinedir."
"Onlar, Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna
vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle
benliklerini ne kötü şey karşılığında sattılar da katmerli gazaba uğradılar!
Kâfirleri alçaltıcı bir azap beklemektedir."
"Onlara "Allah'ın indirdiğine inanınız" denildiği
zaman "Biz sadece bize indirilene inanırız" derler ve ellerindeki Tevrat'ı
doğrulayıcı hak bir kitap olduğu halde Tevrat'tan ötesine inanmazlar. Onlara
de ki; "Madem ki; inanıyor idiniz, niye daha önce Allah'ın peygamberini
öldürdünüz" Bakara, 75-91()
"De ki: `Ey kitap ehli, Allah neler yaptığınızı,
görüp dururken niye O'nun âyetlerini inkâr ediyorsunuz?'
De ki; `Ey kitap ehli, niçin Allah'ın yolunu eğri
göstermeye yeltenerek inananları o yoldan döndürmeye çalışıyorsunuz? Allah
yaptıklarınızdan kesinlikle habersiz değildir." (Al-i İmran, 98-99)
"Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi
görmüyor musunnz? Bunlar puta ve Tağut'a (şeytana) inanırlar ve kâfirler
için `Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur' derler."
"Bunlar Allah'ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah
birine lânet ederse ona yardım edecek hiç kimse bulamazsın."
"Allah, Meryemoğlu Mesih (İsa)dır' diyenler
kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki; `Ey İsrailoğulları,
benim ve sizin Rabb'iniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak
koşarsa Allan ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer
cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur.
`Allah, üçün üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle
kâfir olmuşlardır. Tek Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Eğer onlar bu
dediklerinden vazgeçmezler ise onların arasındaki kâfirlerin başlarına
acıklı bir azap gelecektir."
Onlar Allah'a tevbe etseler, O'ndan af dileseler
olmaz mı? Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.
Meryemoğlu Mesih (İsa) sadece bir peygamberdir.
O'ndan önce de birçok peygamber gelip geçmiştir. Annesi de özü-sözü doğru
bir kadındı. Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak biz
onlara âyetlerimizi nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak onlar bu
âyetleri nasıl çarpıtıyorlar!"
Gerek bunlar ve gerekse bunların benzeri olan Kur'an
âyetleri- ki bunlar hem Mekke ve hem de Medine inişli Kur'ân bölümlerinde
sayıca çokturlar- gözden geçirildikleri takdirde açıkça görülür ki, kitap
ehlinin yüce Allah'ın doğru dininden sapmış oldukları biçimindeki yaklaşıma,
incelemekte olduğumuz sûrenin âyetleri herhangi bir değişiklik eklememiştir.
Onların kâfirlikle, sapıklıkla, yoldan çıkmışlıkla ve müşriklikle
damgalanmaları yeni bir yaklaşıma yer verilmemektedir. Şunu da hiç unutmamak
gerekir ki, Kur'an-ı Kerim, doğru yoldan çıkmamış ve orijinal saflığını
yitirmemiş yahudi ve hıristiyanların doğru yolda olduklarını ve bozulmamış
kaldıklarını sürekli biçimde tescil etmektedir. Nitekim yüce Allah, bu
bozulmamış yahudi ve hıristiyanların haklarını teslim etmek üzere şöyle
buyuruyor:
"Musa'nın soydaşlarından insanları hakka ileten ve
hakka uygun, adil hükümler veren bir grup vardı." (A'raf, 159)
"Kitap ehlinden öylesi var ki, eğer yanına yüklü bir
emanet bıraksan onu sana geri verir, öylesi de var ki, eğer kendisine bir
dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez.
`Ümmilere (dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur'
dedikleri için böyle davranırlar, böylece bile bile Allah adına yalan
söylerler." (Al-i İmran, 75)
"Nerede olsalar onlara aşağılık damgası vurulmuştur.
Yalnız Allah'ın ipine ve insanlar ile yaptıkları antlaşmalara bağlı kalanlar
müstesna. Onlar Allah'ın gazabına uğradılar, alınlarına perişanlık damgası
vuruldu. Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve sebepsiz yere
peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Çünkü onlar Allah'a başkaldırmış ve
ölçüleri çiğnemişlerdir.
Ama onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin içinde
geceleri ayakta durup Allah'ın âyetlerini okuyan ve secdeye kapanan bir
kesim vardır.
Bunlar Allah'a ve Ahiret gününe inanırlar, iyiliğe
emrederek kötülükten sakındırırlar, hayırlı işlere koşarlar. Onlar iyi
kullardandırlar.
Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız
kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah kötülükten sakınanların kimler olduğunu
bilir." (Al-i İmran, 112-115)
Bu konuda gerçekten değişikliğe uğrayan taraf, kitap
ehline karşı takınılacak tutumu düzenleyen hükümlerdir. Bu hükümler dönemden
döneme, aşamadan aşamaya, olaydan olaya değişmiştir. Bu değişiklikler, kitap
ehlinin müslümanlara karşı takındıkları politikaların, davranışların ve
tutumların ışığı altında bu dinin gerçekçi hareket yöntemi uyarınca meydana
gelmiştir. Bu ilke uyarınca zaman gelmiş, müslümanlara şöyle buyurulmuştur.
"Zalimleri dışında kalan kitap ehli ile mutlaka en
güzel sözleri kullanarak tartışınız. Onlara `hem bize hem de size indirilen
kitaba inandık, bizim ve sizin ilâhımız birdir, biz O'na teslim olanlarız'
deyiniz." (Ankebut, 46)
"Onlara deyiniz ki; "Biz Allah'a, bize indirilene;
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene; Musa'ya ve
İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rabb'leri tarafından verilene
inanırız. onlar arasında ayırım yapmayız. Biz Allah'a teslim olanlarız."
"Eğer onlar sizin inandıklarınızın aynisine
inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer bu inanca arka dönerlerse
mutlaka çatışmaya ve çıkmaza düşerler. Onlara karşı Allah sana yetecektir. O
işitendir, bilendir." (Bakara, 136)
"Deki; `Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan
şu söze geliniz: Sırf Allah'a kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na ortak
koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilâh edinmeyelim." (Al-i İmran,
64)
"Kitap ehlinin çoğu, gerçeğin ne olduğunu kesinlikle
öğrendikten sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı sizi iman ettikten
sonra tekrar kâfirliğe döndürmek isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar
onlara aldırış etmeyiniz, yaptıklarını hoş görünüz. Hiç kuşkusuz Allah
herşeye kadirdir." (Bakara, 109)
Sonra yüce Allah, müminler aracılığı ile
gerçekleştirdiği iradesini yürürlüğe koydu. Bunun sonucunda olaylar oldu,
hükümler değişti ve İslâm'ın gerçekçi ve yapıcı hareket yöntemi yolunda
ilerledi. Sonunda bu surede yeralan nihaî hükümler yukarda gördüğünüz
şekilde ortaya çıktı.
Dediğimiz gibi bu dinin, kitap ehlinin inanç
sistemine, bu sistemin bozuk olduğuna, Allah'a ortak koşma ve kâfirlik
temeline dayandığına ilişkin bakış açısı hiç değişmemiştir. Değişiklik,
kitap ehli ile ilişkilerin kuralında görülmüştür. Bu kural değişikliğini,
sürenin bu kesitinin giriş kısmında anlattığımız prensip yönlendirmektedir.
O yazımızın bu prensipten sözeden paragrafını tekrarlıyoruz:
"İslâm toplumu ile yahudi ve hıristiyan arası
ilişkileri düzenleyen kurallarda öngörülen bu son değişikliğin özünü iyi
kavrayabilmek için bir yandan yüce Allah'ın sistemi ile cahiliye sistemleri
arasındaki ilişkilerin kaçınılmaz karakterine ışık tutan bir bilince,
öteyandan da İslâm'ın hareket yönteminin karakteristik özelliğine, bu
yöntemin farklı aşamalarına, yine bu yöntemin değişken insan pratiği ile
uyumlu olarak yenilenen araçlarına ilişkin bir bilimce sahip olmak gerekir."
Şimdi de müslüman toplum ile yahudiler ve
hıristiyanlar, yani kitap ehli arasındaki durumu kısaca gözden geçireceğiz.
Bu gözden geçirmeyi hem değişmez objektif kriterler ve pratik tarihi
gelişmeler açısından yapacağız. Çünkü bu suredeki nihaî hükümlere yolaçan
temel faktörler bunlardır.
Müslüman toplum ile yahudiler ve hıristiyanlar
arasındaki temel ilişkilerin tabiatını şu iki kriterin ışığı altında
değerlendirmeliyiz.
1- Yüce Allah'ın bu konuya ilişkin açıklaması: Bu
açıklamaları değerlendirirken onların ne sağdan ne soldan ne önden ve ne de
arkadan gelebilecek olan yanılma ihtimallerine açık olmayan nihaî gerçekler
olduklarını, yüce Allah tarafından ortaya kondukları için insanların
içtihatlarının ve akıl yürütmelerinin içerebilecekleri hatalardan arınmış
olduklarını gözönünde bulundurmalıyız.
2- Bu değerlendirmeyi yaparken dayanacağımız bir
başka kaynak, yüce Allah'ın bu konudaki açıklamalarını doğrulayan tarihi
gelişmelerdir.
Yüce Allah, kitap ehlinin müslümanlara karşı
takındığı tutumu Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde açıklıyor. Kimi yerlerde
sırf kitap ehlinden sözederken kimi yerlerde de kitap ehli ile müşrik
kâfirleri aynı kategoriye koyarak gündeme getiriyor. Bunun gerekçesi şudur:
Çünkü sözkonusu durumlarda ehli kitaptan olan kâfirler ile müşrik kâfirler
arasında amaç birliği vardır. Kimi âyetlerde de İslâm'a ve müslümanlara
yönelik amaç ve strateji ortaklığını ortaya koyan pratik tutumlar gözler
önüne serilir. Bu gerçekleri açıklayan âyetler öylesine açık ve öylesine
kesin ifadelidirler ki, bizim ayrıca onları açıklamaya kalkışmamıza gerek
yoktur. Şimdi bu âyetlerin bazı örneklerini birlikte okuyalım:
-Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de puta tapanlar
Rabbinizden size herhangi bir iyilik inmesini istemezler. Oysa Allah
rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lûtuf sahibidir." (Bakara
sûresi: 105)
"Kitap ehlinin çoğu gerçeğin ne olduğunu kesinlikle
öğrendikten sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi iman ettikten
sonra tekrar kâfirliğe döndürmek isterler." (Bakara sûresi: 109)
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de
hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır. (Bakara, 120)
"Kitap ehlinden bir grup, size yoldan çıkarma
sevdasına kapıldı." (Al-i İmran, 69)
"Kitap ehlinden bir grup dedi ki; `müminlere inen
mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz,
böylece belki onlar da inançlarından dönerler.
Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına sakın
inanmayız." (İmran 72-73) "Ey müminler, eğer kendilerine kitap verilenlerin
bir grubuna uyarsanız, bunlar sizi iman ettikten sonra geriye döndürüp kâfir
yaparlar." (Al-i İmran, 100)
"Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi
görmüyor musun? Bunlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan
çıkmanızı istiyorlar.
Allah, düşmanlarınızı çok iyi bilir." (Nisa, 44-45)
"Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi
görmüyor musun? Bunlar puta ve tağut'a (şeytana) inanırlar ve kâfirler
hakkında `Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur derler." (Nisa,
51)
Sırf bu örnek âyetler bile kitap ehlinin,
müslümanlara karşı hangi tutumu takındıkları son derece açık bir biçimde
ortaya koyuyor. Bu âyetlerin bize açıkladıklarına göre yahudiler ile
hıristiyanlar, müslümanları inançlarından döndürüp tekrar kâfir yapma
sevdasındadırlar. Bunu gerçeğin ne olduğunu açıkça ortaya çıktıktan sonra
sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü yapıyorlar. Onların aralarında
belirlenmiş, kesin tutumları, müslümanları yahudi ya da hıristiyan yapma
amacına dönük ödünsüz bir ısrardır. Bu amaçları gerçekleşmedikçe
müslümanlardan hoşnut olmaları, onlarla barışçı ilişkilerine girmeleri
mümkün değildir. Bu amaçlarının gerçekleşebilmesi için müslümanların
inançlarını kesinlikle terketmeleri gerekir. Çünkü onlar puta tapar
müşriklerin yolunun, müslümanların yolundan daha doğru olduğuna tanıklık
ediyorlar.
Şimdi de müşriklerin, müslümanlara yönelik nihaî
amaçlarını açıklayan bir kaç âyeti birlikte okuyalım:
"Müşrikler, yapabilseler, sizi dininizden
döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler." (Bakara, 217)
"Çünkü müşrikler isterler ki, silâhlarınızı ve
teçhizatınızı aklınızdan çıkarırsınız da ansızın üzerinize baskın
düzenlesinler." (Nisa, 102)
"Müşrikler sizi ele geçirseler size düşman
kesilirler, size kötü amaçla el ve dil uzatırlar, kâfir olmanızı isterler."
(Mumtehine, 2)
"Müşrikler, eğer size karşı üstün gelseler ne and ne
de yükümlülük gözetirler." (Tevbe, 8)
"Müşrikler, bir mümine karşı ne and ve ne de
yükümlülük gözetirler." (Tevbe, 10)
Müşriklerin tutumlarına ilişkin bu âyetleri gözden
geçirdiğimizde görürüz ki, onların müslümanlara yönelik tutumları yahudiler
ile hıristiyanların müslümanlar karşısındaki tutumlarının tıpatıp aynisidir,
hatta bu ortak tutumu açıklayan sözleri bile aşağı yukarı biribirinin
tıpkısıdır. Bu da kitap ehli ile müşriklerin müslümanlar karşısında ortak
bir tutum takındıklarını kesinlikle kanıtlar.
Burada dikkatlerimizden kaçmaması gereken bir nokta
da şudur: Gerek kitap ehli hakkında ve gerekse müşrikler hakkındaki
âyetlerde sözkonusu tutumların kesinliği ve sürekliliği vurgulanıyor. Bu
tutumların geçici olmadığı, tersine devamlılık ifade ettiği kesin bir dille
belirtiliyor. Meselâ müşriklerin tutumları açıklanırken şöyle buyuruluyor:
"Müşrikler, yapabilseler, sizi dininizden
döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler."
Bunun yanısıra kitap ehlinin müslümanlara yönelik
tutumu açıklanırken de şöyle buyuruluyor:
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de
hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır. (Bakara, 120)
Bu gerçeği gözönünde bulundurduğumuzda okuduğumuz
âyetleri herhangi bir yoruma tabi tutma gereğini tutmaksızın bu âyetlerin
gelip geçici bir özelliğe değinmediklerini, tersine kitap ehli ve müşrikler
ile aradaki ilişkilerin sürekli ve köklü tabiatını belirlediklerini açıkça
anlarız.
Bunun yanısıra eğer yahudiler ile hıristiyanların
tutumlarında somut örneğini bulan bu ilişkilerin tarihi akışına göz
gezdirirsek okuduğumuz âyetlerin, incelediğimiz bu gerçekçi ilâhi
açıklamaların ne anlama geldiklerini kolayca kavrarız. Bu âyetlerde değişmez
ve sürekli bir yapısal karakteristiğin vurgulandığına, gelip geçici bir
durumun tanıtılmadığına kesinlikle karar veririz.
Yalnız durumları farklı olan bazı yahudi ve
hristiyan fertler ile kimi küçük yahudi ve hristiyan gruplar vardır. Bunlara
hem Kur'ân'ın bazı âyetleri arasında hem de tarihin somut olayları içinde
rastlıyoruz. Bunlar İslâm'a ve müslümanlara sempati duymuşlar, gerek
Peygamberimiz'in ve gerekse bu dinin doğruluğuna inanmışlar, arkasından bu
dini benimseyerek müslüman toplumun saflarına katılmışlardır.
Fakat bu durumlar yukarda değindiğimiz gibi birer
istisna niteliğindedirler. Bu kişisel ya da sınırlı küçük gruplara ilişkin
tutumların ötesine geçtiğimizde görebildiğimiz tek realite, inatçı
düşmanlıktan, ardı-arkası gelmez entrikalardan yüzyıllar boyunca hiç ateşi
sönmeyen amasız bir savaştan oluşmuş bir tarih birikimidir.
Meselâ yahudileri ele alalım. Kur'ân-f Kerim'in
birçok sûresi bunların olumsuz tutumlarını, kirli marifetlerini, hilelerini,
entrikalarını ve müslümanlara yöneltilmiş savaşlarını anlatan âyetlerle
doludur. Âyetlerde anlatılan bu olumsuz tutumların somut kanıtları, pratik
olaylar halinde, tarihin sayfalarına da yansımıştır. Bu olumsuz tutum
İslâm'ın. Medine'de yahudilerle karşılaştığı ilk günden itibaren kendisini
göstermeye başlamış ve şu ana kadar varlığını kesintisiz bir biçimde
sürdürmüştür.
Elinizdeki tefsir kitabının sayfaları, bu uzun
tarihin olaylarını anlatmanın yeri değildir. Fakat biz burada tarih boyunca
yahudilerin İslâm'a ve müslümanlara yönelttikleri amansız savaşın birkaç
kilometre taşına değinmeden geçemeyeceğiz.
Yahudiler, semavi bir dinin mensupları olarak gerçek
bir Peygamber olduklarını bildikleri Peygamberlerimiz'i ve yine gerçek
olduğunu bildikleri dinini düşünülebilecek en olumsuz bir tutumla
karşılamışlardır.
Onlar gerek Peygamberimiz'i ve gerekse dinini
Medine'de entrikalarla, yalanlarla, müslümanlar arasına ektikleri fitne ve
kuşku tohumları ile karşıladılar. Bu amaçla ustası oldukları bütün kaypak ve
hilekâr yöntemleri kullandılar. Gerçek bir Peygamber olduğunu bildikleri
halde Peygamberimiz'in Peygamberliği hakkında kuşku uyandırmaya çalıştılar.
Münafıklara kanat gerdiler, ortalığa yaydıkları kuşkularla, asılsız
söylentilerle onları desteklediler. Gerek kıble değişimi olayı sırasında
gerek Peygamberimiz'in eşi Hz. Ayşe'nin uğradığı iftira olayı sırasında ve
gerekse ellerine geçen ilk fırsatta yaptıkları kötülükler, takındıkları
olumsuz tutumlar bu alçak hilekârlıklarının sadece birer örneğini oluşturur.
İşte Bakara sûresinin, Al-i İmran sûresinin, Nisa sûresinin, Tevbe sûresinin
ve daha birçok surenin yahudilere ilişkin âyetleri hep onların bu iğrenç
faaliyetlerini gözler önüne sererek müslümanları uyarmak için inmiştir.
Şimdi bu âyetlerin bir bölümünü birlikte okuyalım:
"Onlara Allah katından elleri altındaki Tevrat'ı
onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince- ki, daha önce kâfirlere karşı zafer
kazanmak istedikleri halde öteden beri bilip durdukları bu kitap kendilerine
gelince- onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerinedir."
"Onlar Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna
vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle
benliklerini ne kötü şey karşılığında sattılar da katmerli gazaba uğradılar!
Kâfirleri alçaltıcı bir azap beklemektedir." (Bakara sûresi: 89-90)
"Onlara Allah katından ellerindeki kitabı onaylayıcı
bir Peygamber gelince, kendilerine kitap verilenler bir kesimi, Allah'ın
kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi arkalarına attılar." (Bakara, 101)
"İnsanlardan bazı beyinsizler `Onları daha önce
yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' diyecekler. Onlara de ki; `Doğu
da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 142)
"Ey kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın
âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Ey kitap ehli, niye gerçeğin üzerine batılı
örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz?" (AI-i İmran, 70-71)
"Kitap ehlinin bir kanadı dedi ki; `Müminlere
indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu
reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler." (Al-i İmran, 72)
"Onların içinde öyleleri var ki, kutsal kitabı,
kelimeleri ağız boşluklarında dalgalandırarak okurlar, böylece okuduklarının
Allah'ın kitabından olduğunu sanmanızı sağlamaya çalışırlar. Oysa bu
okudukları şeyler kitaptan değildir. `Bu Allah katındandır' derler. Oysa
Allah katından değildir. Böylece bile bile Allah adına yalan söylerler."
(Al-i İmran, 78)
"Kitap ehli, senden kendilerine gökten kitap
indirmeni isterler. Onlar vaktiyle Musa'dan bundan daha büyüğünü isteyerek
`Bize Allah'ı açıkça göster' demişlerdi. Bu zalimce tutumları yüzünden
kendilerini yıldırım çarpmıştı. Arkasından kendilerine açık belgeler
geldikten sonra buzağıya taptılar..." (Nisa, 153)
"Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek
istiyorlar. Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle
tamama erdirmek ister." (Tevbe, 32)
Bunun yanısıra tarih yahudilerin, yaptıkları
antlaşmaları ârdarda bozduklarının ve müslümanlara karşı kalleşçe
davrandıklarının şahididir. Beni Kaynuka, Beni Nadr, Beni Kurayda ve Hayber
olayları onların bu kalleşliklerinin sonucudur. Yine tarih, Ahzap savaşında
yahudilerin, müşrikleri birleştirip müslümanlara saldırtmasının da
şahididir. Yahudilerin bu olaydaki rolü meşhurdur.
Yahudiler, o tarihten itibaren İslâm'a yönelik
komplolarını hep sürdürmüşlerdir. Onlar Hz. Osman'ın öldürülmesi ve
arkasından İslâm birliğinin büyük oranda sarsılması ile sonuçlanan büyük
kargaşanın çıkarılmasında başrolü oynamışlardır. Onlar Hz. Ali ile Hz.
Muaviye arasındaki acı olayların da çıban bayı, başta gelen kışkırtıcı
unsurunu oluşturmuşlardır. Bunların yanısıra hadislerin, İslâm tarihinin,
ilmî ve tarihî belgeleri nakleden rivayet zincirlerinin ve tefsir
araştırmalarının arasına asılsız uydurmalar karıştırma kampanyasının da baş
aktörleridirler. Moğollar'ın Bağdat'a saldırarak İslâmî halifelik rejimini
yıkmalarının arkasında da yahudilerin kirli parmağı vardır.
Yakın tarihte ise yahudi, yeryüzünün her tarafında
müslümanların başına çöken felâketin arkasındır. Modern İslâmî dirilişin
öncülerini ezen her komplonun arkasında yahudiler vardır. İslâm dünyasının
her tarafında bu komploları yürüten kukla rejimlerin baş koruyucusu
yahudilerdir!
İşte yahudilerin, İslâm karşısındaki sürekli
tutumları budur. Kitap ehlinin öbür kanadını oluşturan hıristiyanların
tutumuna gelince bu da ısrarlı düşmanlık ve sürekli saldırganlık açısından
yahudilerden hiç de aşağı kalmaz.
Bizanslılar ile eski İranlılar (persler) arasında
yüzyıllarca süren derin bir düşmanlık vardı. Fakat Arap Yarımadası'nda İslâm
ortaya çıkınca kilise, bu gerçek dini kendi eli ile uydurup adına
"Hıristiyanlık" dediği düzmece dini için tehlike olarak gördü. Bu düzmece
din, klâsik putperestliğin tortularından, kilisenin saçma doğmalarından, Hz.
İsa'nın çarpıtma girişimlerinden kurtulabilmiş kimi sözlerinin
kalıntılarından ve bu inanç sisteminin tarihinden oluşmuş bir karmaşa idi.
İşte İslâm'ın ortaya çıkışı ile gerek Bizanslılar'ın ve gerekse eski
İranlılar'ın o eski, tarihî çatışmalarını, o köklü ve kanlı düşmanlıklarını
unutarak bu yeni dine karşı ortaklaşa cephe aldıklarını görürüz.
Bizanslılar, yandaşları Gassaniler ile birlikte
kuzeyde askerî yığınak yapmaya giriştiler. Amaçları bu yeni dinin kökünü
kazımaktı. Bu hazırlıklardan bir süre önce Bizanslılarca atanan Basra
valisine Peygamberimiz tarafından elçi olarak gönderilen Haris b. Umeyr
Ezdi'yi öldürmüşlerdi. Müslümanlar yabancı elçilere güvenlik sağladıkları
halde hıristiyanlar Peygamberimiz'in elçisini kalleşçe öldürmüşlerdi. Bu
olay üzerine Peygamberimiz Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebu Talip ve Abdullah b.
Revahe'nin ortak komutasındaki bir orduyu Bizanslılar üzerine gönderdi. Her
üçü de savaşta şehit olan bu komutanların yönetimindeki ordu "Muta"da
Bizanslılar ile karşılaştı. Müslüman savaşçılar, karşılarında büyük bir
Bizans ordusu buldular. Tarihçilerin verdikleri gibi bu ordu yüzbin kişisi
Bizanslı ve yüzbin kişisi Bizanslılar'ın Şam dolaylarındaki hıristiyan arap
kabilelerden olmak üzere toplam olarak ikiyüzbin kişiden oluşuyordu. İslâm
ordusunun mevcudu ise üç bin savaşçıyı geçmiyordu. Bu savaş Hicri sekizinci
yılın Cemaziyülevvel ayında meydana gelmişti.
Sonra bu sûrenin ağırlıklı konusunu oluşturan Tebük
savaşı meydana geldi. -İnşaallah ileride yeri gelince bu savaşı ayrıntılı
biçimde anlatacağız.- Sonra Usame b. Zeyd komutasında Bizanslılar ile
karşılaşan ordunun oluşturduğu olayla karşılaşıyoruz. Bu orduyu
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ölümüne yakın günlerde sefere
hazırlamıştı. Ölümünden sonra onu raşid halife Hz. Ebu Bekir sefere
gönderdi. Şam dolayları üzerine yürüyen bu ordu, oralarda bu yeni dini
ortadan kaldırmak amacı ile askerî yığınak yapan Bizans güçleri ile
karşılaştı.
Daha sonra neler oldu? Müslümanların zaferi ile
sonuçlanmış olan Yermük savaşından itibaren hıristiyanların kïn dolu kazanı,
günden güne hararetini artırarak kaynamaya devam etti. Yermük zaferi Suriye,
Mısır, Kuzey Afrika ve Akdeniz adalarındaki Roma İmparatorluğu'na ait
müstemlekeleri kurtarmanın başlangıç noktasını, ilk adımını oluşturdu. Bütün
bu fetihler zincirinin sonunda ise Endülüs'te sağlam bir İslâm üssünün
temelinin atılması mümkün oldu.
"Haçlı savaşları" -ki tarihe bu adla geçmişlerdir.
hıristiyan kilisesinin İslâm'a karşı giriştiği tek savaş zinciri değildi.
Hıristiyanlığın İslâm'a karşı giriştiği savaşların tarihi çok daha eskilere
dayanır Bu savaşlar aslında Bizanslıların eski İranlılar ile aralarındaki
tarihi düşmanlığı unutmaya karar vermeleri ile başladı. Bu tarihten itibaren
hıristiyanların, eski İranlıları Arap yarımadasının güneyinde müslamanlara
karşı desteklediklerini görürüz. Bu hıristiyan saldırganlığı daha sonra
"Muta" ve müslümanların kesin zaferi ile sonuçlanan "Yermük" savaşları ile
devam etti. Daha sonraki yıllarda Endülüs'te vahşetinin ve acımasızlığının
doruğuna ulaştı. Hıristiyanlar, İslâm'ın Avrupa'daki bu üssüne saldırıp
orayı ele geçirdiklerinde milyonlarca müslümanlara karşı tarihte o güne
kadar bir başka benzeri görülmemiş bir işkence ve soykırımı vahşetinin
soğukkanlı uygulamasını gerçekleştirdiler. Ayni acımasız saldırganlık
doğudaki haçlı savaşlarında da sahneye kondu. Bu tüyler ürpertici
saldırganlık hiçbir endişe ve hiçbir vicdani sorumluluk tanımadı,
müslümanlara karşı hiçbir antlaşma ve hiçbir insanı yükümlülük gözetmedi.
Nitekim hıristiyan bir Fransız yazar olan Güstave le
Bonne "Arap uygarlığı" adlı eserinin bir yerinde bu konuda şöyle diyor:
"İngiliz komutan Rıcardos'un ilk işi zorluk
çıkarmaksızın teslim alan üç bin müslüman esiri İslâm ordusunun karargâhı
önünde öldürmek oldu. Oysa bu esirlere teslim olurlarken canlarına
dokunmayacağına dair söz vermişti. Sonra ipin ucunu iyice kaçırarak yoğun
öldürme ve yağmalama eylemlerine girişti. Bu durum Kudüs hıristiyanlarına
karşı iyi davranmış, onlara hiçbir zarar dokundurmamış ve eline esir düşmüş
olan Philip ile Arslan yürekli Ricard'a hastalıkları sırasında yiyecek ve
ilâç yardımı yapmış olan soylu Selâhaddin- Eyyûbî'yi çok öfkelendirmişti."
Başka bir hıristiyan yazar olan Gerogıa da aynı
konuda şunları söylüyor:
"Haçlılar, Kudüs'e son derece çirkin işler yaparak
girmişlerdi. Bir kısım hıristiyan ziyaretçiler ele geçirdikleri köylerdeki
insanları öldürüyorlardı. Acımasızlıkta o kadar ileri gittiler ki,
insanların karınlarını deşerek bağırsaklarda para aramaya giriştiler!
Oysa Selâhaddin-i Eyyûbî, Kudüs'ü geri alınca
hristiyanlara can güvenliği verdi, yaptığı bütün antlaşmalara bağlı kaldı.
Müslümanlar, düşmanlarına karşı iyi davrandılar, altlarına merhamet döşeği
serdiler. Hatta Sultan'ın kardeşi olan adıl Melik esirlerden bin köleyi
serbest bıraktı. Ermeni cemaate hiç ilişmedi. Kilisenin haçını ve süs
eşyasını alıp götürmek üzere Patrik'e izin verdi. Kraliçenin ve prenseslerin
hocalarını ziyaret etmeleri serbest kılındı."
"Haçlı Savaşları"nın tarih boyunca uzayan uzun
çizgisini gözden geçirmeye elinizdeki tefsir kitabının sayfaları yetmez. Biz
sadece şu kadarını söylemekle yetiniyoruz: Bu savaşlar hiçbir zaman
hızlarını ve etkilerini yitirmediler. Hıristiyanlar bu savaşların içerdiği
saldırganlık ruhunu ve yıkım geleneğini hep sürdürmüşlerdir. Yakın yıllarda
Zengibar'da olup bitenleri hatırlamamız yeterlidir. Orada müslümanlar soy
kırımına uğradılar. On iki bin kişisi öldürüldü ve önce bir adaya sürülmüş
olan geriye kalan dört bir kişisi denize döküldü. Hatırlayacağımız diğer bir
olay Kıbrıs müslümanların başına gelen faciadır. Üstad Ali, Ali Mansur
tarafından kaleme alınan "İslâm Şeriatı ve Milletlerarası Genel Hukuk" adlı
eserden. Bu adanın müslüman kesimine besin maddeleri sokulmadı, su
verilmedi, böylece orada kalabilen müslümanların açlıktan ve susuzluktan
ölmeleri plânlandı. Bu vahşet onlara çeşitli öldürme, toplu kıyım ve sürgün
eylemlerine ek olarak reva görülmüştü. Bunların yanısıra Habeşlilerin gerek
Eritre'de ve gerekse Habeşistan'ın (Etopya'nın) ortasında yaşayan
müslümanlara karşı işledikleri vahşilikleri hatırlamalıyız. Ayrıca Kenya'da
yüz bin müslümana karşı işlenen cinayetleri düşüncemizde canlandıralım.
Somalı kökenli olan bù müslümanların Somali'deki soydaşlarına katılma
yönündeki isteklerinin nasıl acımasızca bastırıldığını araştıralım. Son
olarak da güney Sudan'da yaşayan hıristiyanların müslüman komşularına karşı
ne gibi zulümler yapma girişiminde olduklarını öğrenelim.
Hıristiyanların, müslümanlara nasıl bir gözle
baktıklarını öğrenmek için Avrupalı bir yazarın 1944 yılında yayınladığı bir
kitaptan aşağıdaki parağrafı okumamız yeterlidir.
"Biz Avrupalılar şimdiye kadar çeşitli milletlerden
korktuk. Fakat tecrübelerimiz sonunda bu korkularımızın gerekçesiz olduğunu
gördük. Eskiden "yahudi" tehlikesinden, "sarı ırk" tehlikesinden ve
"Komünizm" tehlikesinden korkardık. Fakat bu bütün korkuların hayalimizde
canlandırdığımız gibi olmadıklarını belirledik. Yahudilerin dostlarımız
olduklarını gördük. Buna göre onlara yöneltilen her tür baskı inatçı bir
saldırganlıktır. Sonra komünistlerin de müttefiklerimiz olduklarını
yaşayarak gördük. "Sarı ırk"tan milletlere gelince onlara karşı duran büyük
demokratik devletler vardır. Fakat önümüzdeki gerçek tehlike İslâm
düzeninde, onun yayılma ve boyun eğdirme gücünde, onun dinamizminde
gizlidir. Avrupa sömürgeciliğinin yolunu kesen tek set, İslâmdır."
Hıristiyanlık dünyasının İslâm'a karşı açtığı ve
günümüzde de yürüttüğü bu vahşi savaşın tarihini gözler önüne sermek için
daha çok ayrıntıya girmeyi uygun görmüyoruz. Bu tefsirin daha önceki
cildlerinde; bu konuya ilişkin birçok âyeti incelerken bu uzùn savaşın
tabiatından, problemlerinden ve çıkmazlarından birçok kere sözetmiştik.
Şimdi burada yaptığımız bu kısa özetleme ile yetinerek daha ayrıntılı bilgi
edinme isteklerini yakın yıllarda yayınlanmış diğer kaynaklara havale
ediyoruz.
Eğer bu hızlandırılmış gözden geçirmenin sonuçları
değerlendirme süzgecinden geçirirsek ve bu sonuçlara daha önce İslâm'ın
evrensel kurtuluş bildirisinin özelliği hakkındaki açıklamalarımızı eklersek
ve son olarak bu evrensel bildiriyi taşıyan ve onu tüm dünyaya yaymak için
yola çıkan İslâm'ı hareketi ezmek amacını herşeyin üstünde tutan
milletlerarası cahiliye kutbunun duyarlığını gözönünde bulundurursak açıkça
görürüz ki; bu surede yeralan nihai hükümler, tüm bu gerçeklerin toplamının
doğal gereği olarak ortaya çıkmışlardır, bunlar belirli bir zamanla ya da
belli bir durumla sınırlanmış hükümler değildirler; Aynı zamanda bu hükümler
kendilerinden geçici hükümleri hukuki anlamda yürürlükten kaldırmazlar, yani
bu geçici hükümlerin inişleri sırasında varolan sosyal ve siyasi şartların
benzerleri ile tekrar karşılaşıldığı takdirde bu hükümler uygulanabilir. Biz
bu durumlarda ve her zaman İslâm'ın stratejisi ile, İslâm'ın uygulanmaya
dönük yöntemi ile karşı karşıyayız. Bu strateji insan pratiğini değişik
aşamalarda, yenilenen yöntemlerde gerçekçi biçimde karşılar.
Bu surede yeralan nihaî hükümlerin o günün Arap
yarımadasında varolan özel bir duruma karşılık oldukları doğrudur. Gerçekten
bu hükümler Tebük savaşında somutlaşan İslâmi stratejinin hukukî
alt-yapısını oluşturmuşlardır. Tebük savaşı, İslâm'ı ve müslümanları ortadan
kaldırmak amacı ile Yarımada'nın kuzey sınırlarında müttefikleri ile
birlikte askeri yığınak yapan Bizans güçlerini göğüslemek için plânlanmıştı.
-Sözkonusu savaş, bu surenin ana eksenini oluşturur.- Fakat kitap ehlinin,
müslümanlara karşı takındıkları tutum sadece belirli bir tarihi aşamanın
ürünü değildi, tersine sürekli ve kalıcı bir realitenin ürünü idi. Tıpkı
bunun gibi kitap ehlinin İslâm'a ve müslümanlara açtıkları savaş da sadece
belirli bir tarihî dönemin ürünü değildi, tersine bu savaş şimdiye kadar hep
sürdüğü gibi bundan böyle de hep sürüp gidecektir. Sona ermesinin tek şartı
müslümanların dinlerinden tamamen çıkmalarıdır! Bu savaş çeşitli yöntemlerle
geçmiş ve gelecek tüm tarih çağları boyunca tüm amansız, ısrarlı ve inatçı
temposu ile sürmüş ve sürecektir. Bundan dolayı bu surede yeralan nihaî
hükümler köklü, zaman ve yer şartları ile sınırlı olmayan, geniş kapsamlı
hükümlerdir. Fakat bu hükümleri uygulamak İslâm stratejisinin, İslâm'ın
uygulama yönteminin çerçevesi içinde gerçekleştirilebilir. Fakat bu
hükümlerin kendileri hakkında ileri-geri konuşmadan önce sadece adları
"müslüman" olan bu günkü müslüman kuşakların karamsarlık aşılayıcı
pratiklerini, zayıflıklarını ve hayâl kırıklıklarını yüce Allah'ın güçlü,
sağlam dinine yansıtmadan yüklemeden önce bu stratejiyi, bu uygulama
yöntemini iyi kavramak gerekir.
İslâm fıkhının (hukukunun) hükümleri eskiden de,
şimdi de, her zaman da İslâm yöntemi uyarınca gerçekleşecek hareketin
ürünüdür. Kur'ân'ın ayetleri ancak bu gerçeğin eşliğinde, ışığı altında
kavranabilir. Kur'an-ın ayetlerine boşlukta asılı kalıplarmış gibi bakmakla
onları İslâm yöntemine göre gerçekleşecek bir hareketlilik biçiminde
algılamak arasında dağlar kadar fark vardır. Fakat "İslâm yöntemine göre
gerçekleşecek bir hareketlilik" şartını kesinlikle akıldan çıkarmamak
gerekir. Çünkü sözkonusu olan "hareket" mutlak anlamlı, sistem dışı bir
hareket değildir. O zaman "sosyal pratik" temel faktör olarak kabul edilir.
Bu sosyal pratiği meydana getiren hareket (eylem) ne olursa olsun, farketmez
olur. Fakat bu sosyal pratik islami sistemin, İslâmi yöntemin ürünü olduğu
takdirde fıkıh hükümlerinin temel unsuru olur.
Bu kuralın ışığında kitap ehli ile müslüman toplum
arasında öngörülen bu nihaî hükümleri görmek kolaylaşır. Bu kurallar
İslâm'ın hareketli, pratiğe dönük, aksiyoner ve geniş kapsamlı yöntemi
uyarınca pratik alanında canlı biçimde hareket ederler.
HARAMI HELAL
SAYANLARLA SAVAŞ
Şimdilik bu zihinleri hazırlayıcı kısa açıklama ile
yetinerek bu bilginin ışığı altında sûrenin bu kesitini oluşturan âyetlerin
ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz.
29 - Allah'a ve
Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri
haram saymayan ve gerçek dinî benimsemeyen yahudi ve hıristiyanlar ile,
bunlar size boyun eğip kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız.
Bu ve bundan sonraki âyetler, zihinleri Tebük
savaşına hazırlıyorlar, Bizanslılar ile yandaşları olan müşrik araplara,
yani Gassanilere yöneliktirler. Çünkü burada âyetlerdè yeralan sıfatların,
kendileri ile bu savaşta karşılaşılacak olan kavmin taşıdığı sıfatlar
olduklarını, bu âyetlerde varolan sıfatları ile pratik bir durumun gözler
önüne serildiği izlenimi alıyoruz. Bu tür yerlerde âyetlerin akışı, Kur'ân-ı
Kerim'in okuyucularına hep bu izlenimi verir. Çünkü bu sıfatlar burada kitap
ehli ile savaşmanın ön şartları olarak gündeme getirilmiyorlar. Bunun yerine
bu sıfatlar bu kavimlerin inançlarında ve pratik hayatlarında varolan
olgular olarak anılıyor, bu sıfatlar o kavimlerde savaşmaya yönelik ilâhi
emrin gerekçeleri ve itici faktörleri olarak sayılıyor. Buna göre hangi
toplumun inancı ve pratik hayatı âyette sözü edilen kavimlerin inançları ve
hayat tarzları gibi olursa buradaki hüküm onlar için de aynen geçerli olur.
Âyette bu sıfatlar şöyle belirleniyor.
1- Bu kavimler, Allah'a ve Ahiret gününe inanmazlar.
2- Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri
haram saymazlar. 3- Gerçek dinî benimsemezler.
Daha sonraki âyetlerde ise bu kavimlerin nasıl
Allah'a ve Ahiret gününe inanmadıkları, nasıl Allah'ın ve din haram kıldığı
şeyleri. haram saymadıkları ve nasıl gerçek dinî benimsememiş kabul
edildikleri açıklanıyor. Bu hükümler şu gerekçelere dayanıyorlar:
1- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ve
hıristiyanlar "Mesih (İsa), Allah'ın oğludur" diyorlar. Onların bu sözleri
kendilerinden önce gelip-geçen puta tapıcı kâfirlerin sözlerine benziyor.
Buna göre gerek yahudiler ve gerekse hristiyanlar, eski putperest kavimler
ile benzer inancı paylaşıyorlar ki, böyle bir inancın sahipleri Allah'a ve
Ahiret gününe inanmamış sayılır- Böyle bir inancı savunanların nasıl Ahiret
gününe inanmadıklarını mantık açısından yeri gelince anlatacağız.
2- Onlar, yüce Allah'ın dışında hahamlarını,
rahiplerini ve Hz. İsa'yı ilâh edinmişlerdir. Bu inanç gerçek dine ters
düşer, gerçek dinle bağdaşmaz. Gerçek dinin şartı, tek Allah'a inanmak, O'na
hiç birşeyi ortak koşmamaktır. Buna göre bu inançları ile gerçek dinî
benimsememiş olan müşriklerdir.
3- Onlar yüce Allah'ın nurunu (ışığını) ağızlarının
soluğu ile söndürmek istiyorlar. Çünkü yüce Allah'ın dini ile savaş
halindedirler. Oysa Allah'a ve Ahiret gününe inanan, gerçek dini benimsemiş
olan hiç kimsenin Allah'ın dini ile savaşa girmesi asla düşünülemez.
4- Onların çoğu hahamları ve rahipleri yolsuzluk
yapanlar, yani halkın mallarını gayri meşru biçimde yerler. Buna göre onlar
yüce Allah'ın ve Peygamberleri'nin haram kıldığı şeyleri haram saymıyorlar
demektir. Buradaki "Peygamberler"den maksat yahudiler ile hıristiyanların
kendi Peygamberler'i olabileceği gibi bizim Peygamberimiz de olabilir.
Kilise konsülleri Hz. İsa'nın getirdiği dini tahrif
ederek Hz. İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğunu ve "üçlü ilâh (teslis)"
doğmasının geçerliliğini ortaya attıkları günden günümüze kadar geçen tarih
süreci içinde bu sıfatlar hem Şam yöresi hırıstiyanları ve Bizanslılar için
ve hem de diğer hıristiyanlar için geçerli olmuştur.
-Gerçi çeşitli hıristiyana mezhepleri arasında
birçok inanç farklılıkları vardır, ama hepsi "Üçlü ilâh (teslis)" doğmasında
buluşurlar.
Buna göre bu âyette dile getirilen emir geneldir,
hıristiyan arapların ve hıristiyan Bizanslıların taşıdıkları bu sıfatları
üzerlerinde bulunduran tüm kitap ehli ile aradaki ilişkilerin nasıl
düzenlenmesi gerektiğini belirten mutlak bir kuraldır. Peygamberleri'mizin
belirli bazı fertleri ve zümreleri savaş dışı tutmaya yönelik emri bu ilâhi
buyruğun genellik karakteri ile çelişmez. Bilindiği gibi Peygamberimiz,
müslüman savaşçılara, savaş sırasında çocuklara, yaşlılara, eli silâh
tutmayan güçsüzlere ve manastır köşelerine kapanmış keşislere ilişmemelerini
emretmiştir. Çünkü bunlar savaşçı değillerdi ve İslâm hangi dinden olurlarsa
olsunlar, savaşçı olmayanlara saldırmayı yasaklamıştı.
Fakat dikkat etmek gerekir ki, bu kişiler ve
zümreler müslümanlara fiilen saldırmıyorlar gerekçesi ile Peygamberimiz
tarafından savaş-dışı tutulmuyorlardı. Fakat saldırgan olmayı sağlayan
özelliklerden aslında yoksun oldukları için savaş hedefleri dışında
tutulmuşlardır. O halde "bu âyette sadece fiilen saldırıda bulunan hitap
ehli kasdedilmiştir" diyerek aslında genel-geçerli olan bu ilâhi emre
sınırlama getirmek yersizdir. -Nitekim İslâm'a yöneltilen saldırganlık
suçlamasını savmaya kalkışan ruhi bozguna uğramış bazı müslümanlar böyle
diyorlar- "saldırganlık" eylemi işin başında vardır. Bu da yüce Allah'ın
ortaksız "ilâhlığına yönelik saldırganlıktır, buna bağlı olarak insanları
yüce Allah'tan başkasına kul etmek suretiyle kulları da saldırı
yöneltilmektedir. İslâm yüce Allah'ın ilâlılığını ve yeryüzünde yaşayan tüm
insanların onurunu, saygın konumunu savunmak amacı ile harekete geçince
cahiliye sistemlerinin direnişi, savaşı ve saldırısı ile yüzyüze gelmekten
kurtulamaz. Nesnelerin doğası ile karşılaşmaktan kurtuluş yoktur.
Bu âyet müslümanlara "Allah'a ve Ahiret gününe
inanmayan" kitap ehli ile savaşmayı emrediyor. "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ya
da "İsa, Allah'ın oğludur" diyenlerin Allah'a inandıklarını söylemek mümkün
değildir. "Allah Meryemoğlu İsa'dır" veya "Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür" ya
da "Allah, İsa'nın kılığında görünmüştür, İsa'nın kişiliğinde ete ve kemiğe
bürünmüştür diyenler ve aralarındaki bir sürü görüş ayrılığına rağmen bu tür
doğmaları ortaya atan kilise konsüllerinin çeşitli hurafelerini
benimseyenler de bu kategoriye girerler. Bunların yanısıra "ne günah
işlersek işleyelim, cehennem ateşi bize birkaç sayılı gün dışında dokunmaz,
çünkü biz Allah'ın evlâtları, sevdikleriyiz O'nun tarafından seçilmiş bir
halk topluluğuyuz" diyenlerin de Allah'a inandıkları söylenemez. Bunlara ek
olarak "İsa ile bütünleşmekle, kutsal yemekten yemekle bütün günahların
bağışlanacağını, bunun dışında başka bir bağışlanma yolunun olmadığını"
iddia edenlerin, gerek ötekilerin ve gerekse berikilerin, Ahiret gününe
inanan kimseler oldukları da söylenemez.
Bu âyet sözünü ettiğimiz kitap ehlini "Allah'ın ve
Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymazlar" diye tanımlıyor.
Buradaki "Peygamber"den ister yahudilere ve hristiyanlara gönderilen
Peygamberler kasdedilmiş olsun, isterse bizim Peygamberimiz kasdedilmiş
olsun işin özü değişmez çünkü bunun arkasından gelen âyetler bu ifadeyi
"onlar halkın malını eğri yollarla, gayri meşru yöntemlerle yerler" şeklinde
açıklamıştır. İnsanların mallarını gayri meşru yollarla yemek her
Peygamber'lik misyonu ve her Peygamber tarafından yasaklanmış bir eylemdir
insanların mallarını gayri meşru biçimde yeme eyleminin faize dayalı
alış-verişler, faizi içeren ekonomik ilişkilerdir. Oysa kilise
yetkililerinin para ya da mal karşılığında "Bağışlama belgesi" satmaları
aslında bir tür faize dayalı alış-veriştir! Bu da insanları Allah'ın
dininden alıkoymaktan, kuvvet kullanarak bu dinin yolunu kesmekten,
müminleri dinlerinden döndürme çabasından başka nedir ki? Bu davranış
insanları yüce Allah'tan başkasına kul etmek, onları yüce Allah'ın
indirmediği hükümlere ve yasalara boyun eğmek zorunda bırakmak değil de
nedir? Bütün bu eylemler "Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri
haram saymazlar" hükmünün kapsamına girer, o günün kitap ehli nasıl ki, bu
niteliklerin tümünü taşıyor idi ise, bu günün kitap ehlide bu nitelikleri
tümü ile taşımaktadır.
Okuduğumuz yahudiler ile hıristiyanlara yönelik bir
başka tanımlayıcı cümlesi "onlar gerçek dini din edinmezler" cümlesidir. Bu
cümlenin ne demek istediği şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan açıkça
bellidir. Sebebine gelince yüce Allah ile birlikte bir başkasının ilâh
olduğuna inanmak "gerçek din" değildir. İnsanlar arası ilişkileri yüce
Allah'ın şeriatı dışında bir başka hukuk sistemine göre düzenlemek, yüce
Allah dışındaki başka bir kaynaktan hüküm almak, yüce Allah'ın otoritesi
dışındaki başka bir otoriteye boyun eğmek de "gerçek din" değildir. Oysa
bütün bu nitelikleri hem o günün kitap ehli ve em de günümüzün kitap ehli
taşımaktadırlar.
Kitap ehli ile savaşmaya son vermek için âyetin
koştuğu şart bu adamların müslüman olmaları değildir. Çünkü "Dinde zorlama
yoktur." (Bakara, 256) Onlarla savaşmaktan el çekmenin şartı "müslümanlara
boyun eğerek kendi elleri ile cizye vermeleri"dir. Bu şartın hikmeti nedir?
Niye bu şart, savaşın önüne geçemeyeceği, bulunduğu yerde savaş eylemini
noktalayan bir amaç sayılmıştır? Kitap ehli, sözü edilen sıfatları sebebi
ile inanç ve davranış plânında yüce Allah'ın dinine yöneltilmiş somut bir
savaştırlar; Ayrıca- incelediğimiz âyetlerde anlatıldığı gibi- onların
inançlarında ve pratik hayatlarında somutlaşan cahiliye sistemi ile ilâhi
sistem arasında varolan çatışmanın ve bağdaşmazlığın doğal sonucu olarak da
kitap ehli müslüman toplumu hedef almış somut bir savaştır. Nitekim yaşanan
tarihin realitesi bu çatışmanın özünü, bu bağdaşmazlığın karekterini ortaya
koymuş, bu iki sistemin barış içinde bir arada yaşayamayacağını
kanıtlamıştır. Çünkü kitap ehli yüce Allah'ın dininin yoluna fiilen
dikilmiş, islâm tarihinin gerek bu âyetin inişinden önceki kısa döneminde ve
gerekse bu âyetin inişinden itibaren günümüze kadar süren uzun yüzyıllar
boyunca bu dine ve bağlılarına karşı kesintisiz bir savaş sürdürmüştür.
İslâm- yeryüzünün tek gerçek dini olması sıfatı ile
önüne dikilen maddi engelleri kaldırmak ve insanı gerçek dinin dışındaki
düzmece dinlerin boyunduruklarından kurtarmak amacı ile mutlaka harekete
geçmelidir. Yalnız herkese inancını seçme özgürlüğü tanıması şarttır. Hiç
kimse ne kendisi tarafından inanç değiştirmeye zorlanacak ve sözünü
ettiğimiz maddi güçlerin baskısı altında kalan kişiler herhangi bir inancın
zoraki bağlıları olarak görüleceklerdir.
Durum böyle olunca hem o maddi engelleri kaldırmayı
ve hem de islâmı zorla benimsetmeye kalkışmamayı sağlama bağlamanın pratik
yolu gerçek dinin dışındaki temellere dayanan otoritelerin nüfuzunu kırarak
teslim almalarını sağlamak ve fiilen cizye vergisi vermelerini kendilerine
kabul ettirerek bu teslim oluşlarını açığa vurmalarını somutlaştırmaktır.
O zaman insanlığı kurtarma amacı gerçekleşmiş olur.
O zaman aklı yatan her kişiye hak dini seçme özgürlüğü garantiye bağlanmış
olur. Eğer adamın aklı yatmazsa eski dine bağlı kalmaya devam ederek cizye
vergisi verir. Ondan bu cizye vergisini almanın birkaç amacı var.
Başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
1- Adam cizye vermekle islâmi otoriteye teslim
olduğunu, yüce Allah'ın gerçek dinine yönelik çağrıyı maddi güç kullanarak
karşı koymayacağını ilân etmiş olur.
2- Adam canının, malının, ırzının ve diğer
dokunulmaz temel insan haklarının savunulması için yapılacak masraflara
katkıda bulunmuş olur. İslâm, cizye vererek müslümanların koruyucu kanatları
altına giren gayri müslim vatandaşlarının bu haklarını ve
dokunulmazlıklarını korumayı üzerine alır. Gerek dışardan ve gerekse içerden
gelebilecek olan saldırılara karşı müslüman mücahidler eliyle bu hakları ve
dokunulmazlıkları savunur.
3- Adam, çalışamayacak durumdaki vatandaşların
geçimini ve bakımını güvenceye bağlayan islâmi devlet hazinesinin gelir
fonlarına katkıda bulunmuş olur. Çünkü devlet hazinesinin bu sosyal yardım
görevi, gayri müslim vatandaşları da kapsamına alır, onlar ile zekât
vermekle görevli müslümanlar arasında ayının yapmaz.
Şimdi bu konuda şu tür fıkhi tartışmalara dalmak
istemiyoruz. Cizye kimlerden alınır, kimlerden alınmaz? Bu verginin miktarı,
oranı nedir? Nasıl ve nerelerde harcanır? Bu tartışmalara girmek
istemiyoruz. Çünkü bu mesele, tümü ile, bu gün karşımızda olan, çözmek
zorunda olduğumuz bir gündelik mesele değildir. Oysa bu mesele hakkında
fetva vermiş olan, görüş belirtmek için ilmi çalışma yapmış olan fıkıh
bilginlerinin zamanında bu konu pratik ve günceldi.
Günümüzde ise bu mesele "pratik" ve "gündelik bir
mesele değil "tarihi" bir meseledir. Çünkü günümüzde müslümanlar "cihad"
etmiyorlar. Sebebine gelince günümüzde müslümanlar yokturlar, ortalıkta
görünmüyorlar. Buna göre günümüzün çözüm bekleyen asıl meselesi, islâmı ve
müslümanları "var hale getirme", "ortaya çıkarma" meselesidir.
Daha önce birçok kere söylediğimiz gibi islâm
sistemi gerçekçi ve ciddi bir sistemdir. Boşlukta asılı duran meseleleri
tartışmaktan hoşlanmaz, pratik dünyada uygulanmayan fıkhi tartışmalara
dönüştürülmeyi reddeder- çünkü pratik dünyada yüce Allah'ın şeriatına göre
yönetilen, gündelik hayatını islâm fıkhına göre yönlendiren bir müslüman
toplum yoktur- Bu sistem gerek kendilerini ve gerekse insanları fiilen
varolmayan bu tür meselelerin tartışmaları ile oyalayanları küçümser onları
"Eğer şöyle şöyle olsa acaba hükmü ne olur?" diyen konuşan "acabacılar"
olarak adlandırır.
Günümüze işe başlama noktası, insanların islâm
mesajı ile karşılaştıkları ilk günkü başlama noktasıdır. Herşeyden önce
yeryüzünün herhangi bir yöresinde bu gerçek dini benimseyen, Allah'tan başka
ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in, O'nun peygamberi olduğuna tanıklık eden
bir grup insan olacak sonra bu insanlar sırf o Allah'a bağlanacaklar; O'nun
egemenliğini, otoritesini ve yasa koyma yetkisini ortaksız olarak kabul
edecekler; bu kabullerini pratik hayatta uygulayacaklar. Arkasından bu
evrensel çağrının sancağını ellerine alarak tüm insanlığı kurtarmak amacı
ile yeryüzünde harekete geçecekler. İşte o zaman- ve ancak o zaman- islâm
toplumu ile diğer toplumlar arasındaki ilişkilere ilişkin Kur'ân âyetleri ve
islâm hükümleri uygulama alanına kavuşacaklardır. İşte o zaman- ve yalnız o
zaman- bu tür meselelerin tartışmalarına dalmak, bu meseleleri hükümlere
bağlamaya çalışmak, islâmın fiilen karşılaştığı pratik durumlar için
kanunlar koymak yerinde olur. Yoksa teorik bir dünyada boşuna nefes tüketmiş
oluruz.
Gerçi biz- ilke ve prensip bazında- bu âyetin
tefsirine daldık. Fakat biz, bu âyet inanç sistemi meselesi ile yakından
ilgili olduğu için onu açıklama çabasına giriştik. bu sınırda dururuz. Bu
sınırı aşarak ayrıntılı fıkıh tartışmalarına dalmayız. Çünkü islâm
sisteminin ciddiliğine, gerçekçiliğine, pratiğe dönüklüğüne ve yukarda
değindiğimiz türden maskaralıklardan uzak oluşuna saygı duyuyoruz.
KAHROLSUN YAHUDİ VE
HIRİSTİYANLAR
30- Yahudiler
"Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler. Hıristiyanlar da "Mesih (İsa) Allah'ın
oğludur"dediler. Bunlar, onların ağızları ile geveledikleri dayanaksız
sözlerdir. Böyle demekle daha önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar. Allah
kahretsin onları. Nasıl gerçeklerden sapıyorlar?
Yüce Allah, müslümanlara kitap ehli ile "kendi
elleri ile, boyun eğerek cizye verene dek" savaşmayı emrettiği günlerde
Medine'deki islâm toplumunun daha önce gerek bu sûrenin tanıtma yazısında ve
gerekse sûrenin ilk kesitini oluşturan âyetlerin girişinde anlatmaya
çalıştığımız- bir takım özel şartları vardı. Bu özel şartlar bu emri
pekiştirmeyi, vurgulamayı, bu emri kaçınılmaz kılan sebepleri ve faktörleri
aydınlatmayı, bu emir karşısında bazı vicdanlarda doğan kuşkuları ve iç
engelleri bertaraf etmeyi gerektiriyorlardı. Özellikle bu emre itaat etmenin
Şam dolaylarındaki Bizans orduları ile karşılaşmayı zorunlu kıldığı o
günlerde bu gereklilik daha güçlü bir biçimde ağırlığını hissettiriyordu.
Sebebine gelince Bizanslılar, İslâm'dan önce,
arapları yıldırmışlardı, uzun yıllardan beri Yarımada'nın kuzey kesimini
egemenlikleri altında tutuyorlardı. arap kabileleri arasında kuklaları vardı
ve nüfuzları altındaki Gassaniler yönetimi yörede iktidarda idi.
Aslında bu savaş, (Tebük savaşı) müslümanların
Bizanslılara karşı girişecekleri ilk savaş değildi. Yüce Allah arapları
islâm dini ile onurlandırdıktan sonra onları Bizanslılara ve Farslılara
karşı koyarak şerefli bir ümmete dönüştürmüştü. Oysa islâm öncesi arapları,
Bizanslılar'la ve Farslılar'la çatışmaya cesaret etmeyi düşünemeyecek
derecede dağınık ve yılgın kabilelerden ibarettiler. O dönemin arapları
bütün kahramanlıklarını biribirini yemekte, yağmacılıkta, kan dâvalarında,
soygunlarda ve yol kesiciliklerde gösteriyorlardı!
Fakat Bizans korkusunun kalıntıları halâ bazı
vicdanlarda varlığını pişmemiş, soylu islâm potasında henüz yeterince
kazanmamış gönüllerde bu fobinin tortuları daha da etkili idi. Üstelik
müslümanlar ile Bizanslılar arasındaki en son çatışma olan "Mute" savaşı
müslümanların lehine sonuçlanmamıştı. O savaşta Bizanslılar, kuklaları olan
hıristiyan araplarla birlikte iki yüz bin kişi olarak tahmin edilen büyük
bir orduyu cepheye sürmüşlerdi.
Gerek o dönemdeki islâm toplumunun bileşiminden ve
gerekse Bizans fobisinin, onlarla karşılaşma ürküntüsünün ruhlardaki
kalıntılarından kaynaklanan bütün bu özel şartlara bir de savaşın kendisinin
spesifik şartlarını eklemek gerekir.- İlerde anlatacağımız bazı spesifik
şartlar yüzünden bu savaşa "zorluk savaşı" adı verilmişti.- Bütün bunların
dışında müslümanların vicdanlarında Bizanslılar ile hıristiyan araplardan
oluşmuş kuklalarının "kitap ehli" olmalarının doğurduğu kuşkular vardı.
Bütün bu özel şartlar daha geniş açıklamalar yapılmasını, daha vurgulayıcı
telkinlere girişilmesini gerektirmişti. Amaç bu ilâhi emrin kaçınılmazlığını
zihinlere işlemek, ruhlardaki kuşkuları ve iç-engelleri bertaraf etmek, bu
kaçınılmazlığın sebeplerini ve etkenlerini belirginliğe kavuşturmaktır.
Bu âyette sözkonusu "kitap ehli"nin inançlarının
sapık olduğu açıklanıyor, onlar tarafından savunulan bu sapık inançla gerek
müşrik arapların ve gerekse puta tapıcı eski Romalıların ve diğer putperest
milletlerin sapık inançları arasındaki sıkı benzerliğe dikkat çekiliyor;
kutsal kitaplarının önerdiği doğru inanca bağlı kalmadıkları, buna göre
onların "kitap ehli" olmalarının hiçbir anlam taşımadığı, sebebine gelince
kutsal kitaplarının öğrettiği doğru inancın dayandığı temel ilkeye ters
düştükleri vurgulanıyor. Bu âyette yahudilerden sözedilmesi ve onların
"Uzeyr, Allah'ın oğludur" şeklindeki sapık sözlerinin gündeme getirilmesi
ilginçtir. Çünkü âyetlerin asıl amacı müslümanları, Bizanslılar ile onların
yandaşları olan hıristiyan araplar ile karşılaşmaya hazırlamak,
yöneltmektir. Görüşümüze göre burada yahudilere değinilmesi şu iki sebepten
ileri geliyor:
1- Okuduğumuz âyetin ifadesi geneldir, ehli kitapla,
bunlar "Müslümanlara boyun eğerek kendi elleri ile cizye verene dek"
savaşılmasına ilişkin emir geneldir. Bu yüzden bir bölüm olarak kitap ehline
ilişkin bu genel emrin dayandığı inanç temelinin açıklanması gerekli
görülmüş ve bu bütünlük zihinlere yerleşsin diye kitap ehlinin iki
kanadından birini oluşturan yahudilere hıristiyanların yanı başında yer
verilmiştir.
2- Yahudiler Medine'den Şam dolaylarına
göçetmişlerdi. Bu göçler, Peygamberimizin- salât ve selâm üzerine olsun-
Medine'ye gelişinden itibaren başlayıp yıllarca süren trajik yahudi-müslüman
atışmalarının sonucunda meydana gelmişti. Bu acı çatışmaların arkasından
Beni Kaynuka ve Beni Nadr adlı yahudi kabileleri Beni Kuray'da adındaki
yahudi kabilesinin bir bölümü Şam dolaylarına sürülmüştü. Bu o demektir ki,
yahudiler o günlerde İslâm'ın, Şam dolaylarına varacak yolu üzerinde
bulunuyorlardı. Bu yüzden onlarda bu ilâhi emrin kapsamına alınmışlar, bu
açıklamanın içeriğine katılmışlardır.
Hıristiyanların "Mesîh (İsa), Allah'ın oğludur"
şeklindeki sözleri meşhurdur, herkesin bildiği birşeydir. Hz. İsa'nın
getirdiği gerçek dinin Saint Paul tarafından tahrif edildiği ve arkasından-
ilerde anlatacağımız üzere- bu "tahrif" eyleminin Kilise konsülleri
tarafından doruğa çıkarıldığı günden beri hıristiyanlar bu sapık inancı
savuna gelmişlerdir. Fakat yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur" şeklindeki
sözleri yaygın değildir, günümüzde bileni yoktur. Elimizdeki tedvin edilmiş
yahudi kitaplarında "Azra" başlıklı bir bölüm yeralır. Bu başlıklardaki
"Azra"dan maksat "Uzeyr"dır. Bu kitaplarda Uzeyr, Tevratın yazımı sırasında
emeği geçmiş uzman bir katip olarak ve kalbini "Rabb'in şeriatini aramaya
adamış biri sıfatı ile övülür.
Fakat Kur'ân'da bu sözün yahudilerin ağzından
nakledilmesi, en azından yahudilerin bir bölümünün- özellikle Medine'li
yahudilerin- bu asılsız inancı savunduklarının, bu saplantının aralarında
yaygın olduğunun kesin delilidir. Kur'anı Kerim, yahudilerle ve
hıristiyanlarla fiilen yüzyüze geliyor, onlarla pratik düzeyde
karşılaşıyordu. Eğer onların sözlerini naklederken aslı olmayan bir sözü
kendilerine mal etmiş olsa bu durum, Peygamberimizin açıkladığı ilâhi
mesajlarını yalanlamaları için bir gerekçe oluşturur ve bu kozu en geniş
çapta kullanmaktan geri kalmazlardı.
Merhum Şeyh Reşid Rıza, "Menar" adlı tefsir
kitabının onuncu cildinde (385-386. sayfalarında) "Azra'nın yahudi
tarihindeki konumuna ilişkin yararlı bir özet yapmış ve bu özet bilgiye yine
yararlı olan bir değerlendirme eklemiştir. Yahudilerin bu konudaki
inançlarını kısaca açıklayabilmek için bu özetin ve değerlendirmenin birkaç
paragrafını aynen aşağıya alıyoruz:
"1903 baskılı Yahudi Ansiklopedisinde verilen
bilgiye göre `Azra'nın dönemi, milli yahudi tarihinin çiçek açan ve gül
kokuları saçan ilkbahar dönemidir. Eğer yahudi şeriatını getiren kişi Musa
olmasaydı, (Talmud 21. Bab) Azra bu şeriatın yayıcısı (asıl metne göre
`yüklenicisi' ya da `taşıyıcısı') sayılmaya lâyıktı çünkü bu şeriat
sonraları unutuldu (İngilizce tercümesine göre "şeriat taşıyıcısı" deyimi,
"şeriat yayıcısı" deyimine göre daha uygundur.), fakat Azra onu yeniden
ortaya koydu, ihya etti. Eğer yahudilerin mucizeleri onun zamanında da
göreceklerdi. Bu ansiklopedinin belirttiğine göre O, şeriata ilişkin
kitapları Asur alfabesi ile yazdı. Kuşkulandığı kelimelerin üzerlerine
işaret koyardı. Yahudi tarihinin başlangıcı onun zamanına dayanır.
Dr. George Poust, "Kitab-ı Mukaddes sözlüğü" adlı
eserinde bu konuda şöyle der; `Azra (Aun) bir yahudi kahini ve ünlü bir
kitaptır. Kral "Artahaşaşta" döneminde uzun süre Babil'de kaldı. Bu kral
hükümdarlığının yedinci yılında Azra'nın oldukça çok sayıda yahudiyi alıp
Urşelim'e (Kudüs'e) götürmesine izin verdi. Dört ay süren bu yolculuk
yaklaşık olarak M.Ö. 457 yılında gerçekleşti.
Yahudi geleneğinde Azra, Musa ile İlya'nın
tuttukları yerle karşılaştırılabilecek bir yer işgal eder. Onun büyük
akademi kurduğunu, kutsal kitabın bölümlerini biraraya getirdiğini, eski
İbrani alfabesinin yerine Keldani alfabesini geçirdiğini; "günler" "Azra" ve
"Nahmıya" bölümlerini kaleme aldığını söylerler.
"Azra" bölümünün 4: 6-8: 19. ve 7: 1-8 sayfaları
Keldanicedir. Yahudi halkı sürgün dönüşünde Keldanice'yi, İbranice'den daha
kolay anlıyordu!
Ben derim ki; Yahudi tarihçiler de dahil olmak üzere
bütün dünya tarihçilerinin ortak görüşlerine göre Hz. Musa'nın yazıp
"emanetler sandukasına" ya da bu sandukanın yan tarafına koymuş olduğu
Tevrat, Hz. Süleyman döneminden önce kayboldu; Hz. Süleyman, hükümdarlık
döneminde bu sandukayı açtığında içinde sadece üzerlerinde "on öğüt"ün
yazılı olduğu iki levha vardı (Bu konu ile ilgili olarak Kur'ân'da şöyle
buyuruluyor: "Talut'un hükümdarlığının belirtisi, size meleklerin taşıdığı
bir sandukanın gelmesidir. Bu sandukada Rabb'inizden size yönelik bir huzur
ile birlikte Musa ve Harun ailelerinin geride bıraktıkları bazı önemli
eşyalar vardır." -Bakara süresi, 248). Nitekim bunun böyle olduğunu "ilk
krallar" bölümünde de görebilirsin. Sözü edilen Azra, Tevratı ve diğer
kutsal metinleri sürgün dönüşünde Keldani alfabesi ile yahudi halkının büyük
oranda unutulmuş olduğu İbranice ile karışık bir Keldanice ile yazmıştır.
Yahudi tarihçiler "Azra, Tevrat'ı Allah'dan gelen vahiy ile ya da ilham ile
eski orijinali gibi yazdı" derler. Onların bu iddialarını kendilerinden
başka hiç bir tarihçi onaylamıyor. Bu görüşe karşı birçok itirazlar
yapılmıştır. Bunlar bu konuya ilişkin kitaplarda, hatta telif eserlerde
yeralmıştır. Katoliklere ait "Akılların Hazinesi" adlı kitap gibi. Aslı
Fransızca olan bu kitabın on birinci ve on ikinci bölümleri, Tevrat'ın beş
bölümünün Hz. Musa'dan kalma olduğuna yönelik çeşitli itirazlara
ayrılmıştır.
Nitekim "Azra" bölümünde (4 f. 14 sayı 21) kutsal
kitabın bütün bölümlerinin Nabukadnezzar döneminde ateşte yakıldığı
yazılıdır. Bu yüzden O `Ateş, şeriatını ortadan kaldırdı, artık hiç kimse
neler yaptığını öğrenme imkânı bulamayacak' diye yazdı (Biz de deriz ki, en
doğrusunu Kur'ân söylüyor: Kur'ân'da belirtildiğine göre geride sadece bazı
kalıntılar vardır) Buna ek olarak Azra'nın ateşte yakılmış olan kutsal kitap
bölümlerini, Ruh-ul Kudüs'ün vahyi ile yeniden yazdığı ve bu işte kendisine
zamanının beş katibinin yardımcı olduğu belirtilir. Bundan dolayı
Tartulyanus'un, aziz İrinaus'un, aziz İronimos'un, aziz Yuhanna Zehebi'nin,
aziz Basilius'un ve diğer bazı azizlerin Azra'yı, yahudilerce bilinen kutsal
kitap bölümlerini yeniden düzenleyen adam olarak andıklarını görürsün."
Reşid Rıza sözlerine devam ederek şöyle diyor:
"Bu açıklamayı burada noktalıyoruz. Bu açıklamadan
biz şu iki maksadı güdüyoruz:
1- Bütün kitap ehli (yahudiler) dinlerinin dayanağı
ve kutsal kitaplarının aslı konusunda her şeylerini sözü geçen Uzeyr'e
borçludurlar.
2- Bu dayanak unutkanlığın yıpratıcılığına uğramış,
direkleri sallantılı bir dayanaktır. Bunu özgür düşünceli Batılı bilginler
ortaya koymuşlardır (Elinizdeki tefsir kitabında "Özgür düşünceli bilginler"
gibi deyimlerin Şeyh Muhammed Abduh'un ve öğrencilerinin ekolünde ne anlama
geldiklerine ilişkin bir uyan yapmamız gerekir, Bu ekol tümü ile saf İslâm
düşünce sistemine yabancı, Batılı sistemlerin ve düşüncelerin etkisi altında
kalınıştır. Bu ekolün taraftarları sözünü ettiğimiz etkilenmenin sonucu
olarak Özgür düşünceyi destekleyerek hristiyan kilisesine karşı çıkan
yazarlar ile Batı demokrasisi ve özgürlükten yana olan yazarlara ve bunun
yanısıra Batılı sosyal kurumlara sıcak bakarlar. Yine bu etkilenmenin doğal
sonucu olarak kendi deyimleri ile "Bu düşüncelerin ve kurumların yararlı
olanlarının" alınması gerektiğini savunurlar. Bu yaklaşım, Lord Crommer ve
benzeri gibi hristiyan pek hoşlandıkları tehlikeli bir kaymadır! Mesele,
daha derin, daha kapsamlı bir bakış açısına, İslàm sistemi ile yetinen
bağımsız bir perspektife muhtaçtır.) Nitekim Ansiklopedi Britannic'de
Azra'nın hayatı anlatılırken gerek kendi adını taşıyan bölümde ve gerekse
"Nahmiya" bölümünde onun şeriatı yazıya geçiren kişi olduğu belirtildiği
hatırlatıldıktan sonra şöyle deniyor; `Diğer bazı yeni rivayetlere göre
Azra, yahudiler için sadece ateşte yakılmış olan şeriat metinlerini yeniden
kaleme almamıştı, ortadan kaybolan bütün İbranice bölümleri yeniden yazıya
geçirmişti, bu arada yetmiş tane yasal olmayan bölümü yeniden ortaya
çıkarmıştı (Ebu Kureyf)'. Azra'ya art biyografinin yazarı sözlerini şöyle
sürdürür; `Adı geçen Azra'ya ilişkin masallar, bazı tarihçiler tarafından
kendilerinden kaynaklanarak yazıldığına, yazılarını kaleme alırken başka bir
yazara dayanmadıklarına göre çağımızın yazarları, bu masalın sözkonusu
rivayetçiler tarafından düzülmüş bir uydurma olduğu kanısındadırlar.' (Bak
Ansiklopedi Britannica, 1929 tarihli on dördüncü baskı, C. 9,5.14)
Kısacası, yahudiler adı geçen Azra'yı eskiden olduğu
gibi günümüzde de kutsal bir kişi sayıyorlar. Hatta bazıları O'nu "Allah'ın
oğlu" lakabını takmışlardır. Ona takılan bu lakap, acaba Hz. Musa. Hz. Davud
ve diğer uluları için kullandıkları saygınlık belirtici anlamda mıdır, yoksa
az aşağıda yer vereceğimiz filozofu "Filo'nun açıklamalarındaki anlamda
mıdır, bilmiyoruz. Bu yahudi filozofu hıristiyanlık inancının kaynağını
oluşturan putperest Hind felsefesine yakın düşünceleri olan bir kişidir.
(Bizim görüşümüze göre bu tereddütlü ifade, bu kuşku yersizdir. Çünkü
okuduğumuz Kur'ân âyeti, yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur" biçimindeki
sözleri, hıristiyanların "İsa, Allah'ın oğludur" şeklindeki sözlerinin bir
benzeridir ve her ikisi de eski putperest kâfirlerin benzer sözleri ile aynı
anlama gelmektedir. Bu anlam, söyleyenini gerçek dinden çıkararak kâfirler
ve müşrikler arasına katan "yüce Allah'a evlâd yakıştırma" sapıklığıdır.)
Tefsir bilginlerinin ortak görüşlerine göre bu sözü söyleyenler yahudilerin
bir bölümüdür, hepsi değildir.
Bu sözü söyleyenler Medineli yahudilerin bir
bölümüdür. Bunlar hakkında yüce Allah "Yahudiler `Allah'ın eli sıkıdır'
dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın..." buyurmuştur. (Maide, 64)
Ayrıca yine Kur'ân-ı Kerim'e göre onlar, yüce Allah'ın `Kimdir o ki, Allah'a
karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da bu borcu ona kat kat fazlası ile
öder.' buyruğuna (Bakara, 245) "Allah fakir, biz ise zenginiz.' biçiminde
alayca bir karşılık vermiş olan kimselerdir. (Al-i İmran, 181) Belki de bu
sözü onlardan önce söylemiş olan Yahudiler olmuştur da onlara ilişkin bilgi
bize gelmemiştir.
İbn-i İshak'ın, İbn-i Cerir'in, İbn-i Ebu Hatem'in,
Ebu Şeyh'in ve İbn-i Murdeveyhin bildirdiklerine göre Abdullah b. Abbas
şöyle diyor; `Selâm b. Müşküm, Numan b. Evfa, Ebu Enes, Sas b. Kays ve Malik
b. Sayf adlı Medineli yahudiler bir gün peygamberimize gelerek "sana nasıl
uyalım, sen bizim kıblemizi bıraktın, ayrıca Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu
onaylamıyorsun" dediler.
"İsa, Allah'ın oğludur" diyen bazı hıristiyanların
yahudi kökenli oldukları bilinmektedir. Nitekim Hz. İsa'nın çağdaşı olan
yahudi filozofu Filo "Allah'ın oğlu vardır. O O'nun somut sözüdür,
varlıkları onun aracılığı ile yaratmıştır" diyor. Buna göre Peygamberimizin
döneminden önce yaşamış bazı yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur" demiş
olmaları uzak bir ihtimal değildir."
Kur'ân-ı Kerim'in neden yahudilerin bu sözünü,
âyetlerin akışının bu noktasında naklettiği bu açıklama sayesinde ortaya
çıkıyor. Amaç, kitap ehlinin bir bölümünün inanç bozukluklarının içyüzünü
belirtmektir. Bu bozuk inançla ne yüce Allah'a inanmaları ve ne de gerçek
dini benimsemeleri bağdaşmaz. İşte kitap ehli ile savaşma hükmüne dayanak
oluşturan onlara ilişkin temel nitelik budur. Fakat onlarla savaşmanın amacı
kendilerini müslümanlığı kabul etmeye zorlamak değildir, İslâm'ın önüne
dikilmelerine yolaçan nüfuzlarını kırmak ve İslâm'ın otoritesine boyun
eğmelerini sağlamaktır. Onlar İslâm'a boyun eğsinler ki, tek tek insanlar
iradelerini sınırlayan baskıların etkisinden kurtularak ne o tarafın ve ne
de bu tarafın zorlamaları altında kalmaksızın gerçek dini özgür iradesi ile
seçebilsinler.
Hıristiyanların "İsa, Allah'ın oğludur" ve "Allah,
üç ilâhın üçüncüsüdür" şeklindeki sözleri -dediğimiz gibi- yaygındır, çoğu
kimse tarafından bilinir. Bütün hıristiyan mezhepleri bu görüşleri paylaşır.
Saint Paul'un, diğer semavi dinler gibi aslında Allah'ın birliği ilkesine
dayanan Hz. İsa'nın mesajını tahrif ettiği günden beri bu saçma inançlar
hıristiyanlarca savunula gelmiştir. Sonraları kutsal kilise konsülleri, bu
tahrif işlemini doruğa erdirmiş ve Allah'ın birliği ilkesini kökünden
ortadan kaldırmışlardır.
Burada da Şeyh Muhammed Reşid Rıza'nın "Menar" adlı
tefsirinden hıristiyan inancına ilişkin özet niteliğindeki yararlı bir
bölümü nakletmekle yetineceğiz. Yazar "Teslis, Trinite" başlığı altında
şunları yazıyor:
"Trinite `(teslis)' hıristiyanlar arasında İlâh'ın,
baba, oğul ve kutsal ruh adlarını taşıyan üç unsurun birlikteliğinden
oluştuğunu ifade eden bir terimdir. Bu doğma katolik kilisesi ile
doğu-ortodoks kilisesinin ve çok az bir bölümü dışında protestan kilisesinin
ortak doğmalarındandır. Bu doğmanın bağlıları, onun kutsal kitabın
metinlerine uygun olduğu görüşündedirler. İlâhiyat bu doğmaya eski kilise
konsüllerinin öğretilerinden ve ünlü kilise sahiplerinin kitaplarından
alınmış bir takım açıklamalar eklerler. Bu açıklamalar ikinci unsurun nasıl
doğduğundan, üçüncü unsurun nasıl sızarak meydana çıktığından, bu üç unsur
arasındaki ilişkinin türünden ve üç unsurun nitelikleri ile lâkaplarından
sözederler.
Kutsal kitapta Trinite (teslis) teriminin
bulunmamasına, eski Ahitte (Tevrat'ta) bu doğmayı açıkça ifade eden bir
kanıta rastlanmamasına rağmen eski hıristiyan yazarlar ilâhın birleşik bir
varlığa sahip olduğuna işaret eden çok sayıda kutsal metni iktibas edip
delil olarak göstermişlerdir. Fakat değişik biçimde yorumlanmaya elverişli
olan bu metinler Teslis doğmasının kesin delilleri olarak gösterilemezler,
olsa olsa Yeni Ahitte (İncil'de) yeraldığına inandıkları açık ve kesin vahye
sembolik atıflarda bulunan birer işaret olarak kabul edilebilirler. Bu
doğmayı isbatlamak amacı ile yeni Ahitten bu konuda iki büyük metin grubu
iktibas edilmiştir. Bu metinlerden birinde baba, oğul ve kutsal ruh birarada
anılmaktadır. Öbüründe ise bu unsur ayrı ayrı zikredilmekte, bunun yanısıra
bazı kendilerine özgü nitelikleri ile aralarındaki ilişkileri içermektedir.
İlâh'ın hangi unsurlardan oluştuğu konusundaki
tartışmalar daha "Peygamber dönemi"nde başladı. Bu tartışmalar çoğunlukla
heylânı ve agnostik felsefecilerin öğretilerinden kaynaklandı. Antakya
patriği Teofilos, ikinci yüzyılda eski Yunanca "Tiryas" terimini kullandı.
Sonraları Tartulyanus, bu sözcüğün anlam dışı olan ve teslim anlamına gelen
"Trinatas" sözcüğünü kullanan ilk hıristiyan yetkili oldu. İznik konsülüne
yakın günlerde bu doğma, özellikle doğuda sürekli tartışma konusu olmuştu.
Kilise, bu konudaki birçok görüşün uydurma (eratikit) olduğuna karar
vermiştir. Bu uydurma damgası yiyen görüşler arasında Hz. İsa'nın sadece bir
insan olduğuna inanan Abyunîlerin görüşü; Baba'nın, Oğul'un ve kutsal ruhun
Allah'ın kendini insanlara açıklamasına yarayan değişik kalıplar olduklarına
inanan Sabililerin görüşü; Oğul'un Baba gibi ezeli olmadığına, onun evrenden
önce yaratıldığına, buna göre Baba'dan daha aşağı düzeyde ve ona boyun eğmiş
olduğuna inanan Aryusîlerin görüşü ve kutsal ruhun İlâhî oluşturan
unsurlardan biri olduğunu reddeden Makedonyalıların görüşü de vardı.
Bu konudaki kilise öğretisini ise 325 yılında
toplanan İznik konsülü ile 381 yılında toplanan Kostantınıyyel (İstanbul)
konsülleri belirlemişti. Bu konsüllerin kararlarına göre oğul ve kutsal ruh,
İlâh'ı oluşturmada Baba'ya eşit konumdadırlar. Oğul, ezelde Baba'dan doğmuş
ve kutsal ruh da Baba'dan dışarı sızmıştır. 589 yılında toplanan Tuleytula
konsülü ise kutsal ruhun, Baba'nın yanısıra Oğul'dan da dışa sızmış olduğunu
kararlaştırdı. Lâtin kilisesi tümüyle bu ek açıklamayı kabul ederek ona
bağlandı. Fakat Yunan kilisesi ilk başlarda bu eklemeye karşı çıkmayıp
suskun kalmayı tercih etmesine rağmen sonradan ona karşı delil göstererek
bunun bir uydurma olduğunu ileri sürdü
"Oğul'dan da.." ifadesi, hâlâ Yunan kilisesi ile
Katolik kilisesinin birleşmelerini önleyen en büyük engellerden biridir.
Lûter'ciler ile reformcu kiliselerin kitapları Katolik kilisesinin teslis
ile ilgili doğmasını değiştirmeksizin, olduğu gibi onaylamışlardır
Bununla birlikte on üçüncü yüzyıldan itibaren çok
sayıda ilâhiyatçı ve susıniyaniler, Germenler, muvahhitler ve genelciler
gibi bir çok yeni hıristiyan cemaat kutsal kitaba ve mantığa aykırı olduğu
gerekçesi ile bu doğmaya karşı çıktılar. Sevid Teyrak ise Teslis terimini
Mesih (İsa) unsurunu ifade edecek şekilde yorumlamış, onun teslis ile
bilindiğini söylemiştir. Fakat bu teslis, unsurların teslisi değil, bir tek
unsurun teslisi idi. Onun görüşüne göre Mesih'in doğasındaki ilâhi unsur.
Baba'dır; Mesih'in ilâhi unsuru ile birleşen ruhani unsur Oğul'dur ve O'ndan
dışarı sızan ilâhı unsurda kutsal ruhtur. Akılcılık (rasyonalizm) akımından
Lûter'ci ve reformcu kilisileri etkilemesi ile Alman ilâhiyatçıları arasında
bir süre Teslis doğmasını zayıflatmıştır
Kant'a göre Baba, oğul ve kutsal ruh, İlâh'ın üç
temel sıfatını temsil ederler. Bu sıfatlar güçlülük, bilgelik ve sevgi
sıfatlarıdır. Ya da bu üç unsur yaratma, koruma ve denetim altında
bulundurmadan oluşan üç yüce etkinliği temsil ederler. Higgıns ve Schanlıg,
Teslis doğmasını hayâli bir temele oturtmaya girişmişlerdir. Son dönem Allan
İlahiyatçıları da onların yolunu izleyerek Teslis doğmasını hayalilik ve
ilâhilik temellerine dayanan yollarla savunmaya girişmişlerdir. Vahye
dayanan bazı teologlarda yaptıkları incelemeler sonunda İznik ve
Kostantanıyye (İstanbul) konsüllerinde belirlenen kilise görüşünü
onaylamıyorlar. Son günlerde özellikle Sabililerin görüşlerini savunan
birçok kimseler ortaya çıkmıştır."
Bu kısa ve yararlı açıklamadan anlaşılıyor ki, resmi
kiliselere bağlı bütün hıristiyan mezhepler ve gruplar yüce Allah'ın
birliği, hiç birşeyin O'nun benzeri olmadığı ve O'nun varlığından hiç
kimsenin dışarıya sızmadığı ilkelerine dayanan gerçek (hak) dine bağlı
değildirler.
Çoğu kere "Aryusiler" diye anılan hıristiyanların
yüce Allah'ın birliği ilkesini onaylayan "muvahhitler" olduğu söylenir. Bu
terimi bu şekilde kullanmak yanıltıcıdır. Çünkü sözü edilen "Aryusîler" yüce
Allah'ın gerçek dinin öngördüğü anlamda Allah'ın birliğini dile
getirmiyorlar, bunun yerine işin içine başka hatlar karıştırılıyorlar!
Sebebine gelince bu adamlar Hz. İsa'nın yüce Allah gibi ezeli bir varlık
olmadığını söylüyorlar ki: bu doğrudur. Fakat bunun yanısıra Hz. İsa'nın
"oğul" olduğunu ve henüz evren yokken "Baba"dan yaratılmış olduğunu ileri
sürüyorlar ki, bu saplantılar, asla gerçek anlamda yüce Allah'ın birliği
ilkesinin (tevhidin) kapsamına girmezler.
Yüce Allah "İsa, Allah'ın oğludur", "İsa, Allah'dır"
ve "Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür" diyenlerin kâfir olduklarına ilişkin
hükmünü açıklamıştır. Buna göre ayni inanç sisteminde hem "küfür" hem de
"iman" sıfatları biraraya gelemeyeceği gibi bu iki sıfat ayni kalpte de
biraraya gelemez. Çünkü bunlar biribirleri ile taban tabana zıt olgulardır.
Kur'an-ı Kerim'in gerek yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın
oğludur" ve gerekse hıristiyanların "İsa, Allah'ın oğludur" şeklindeki
sözlerine ilişkin değerlendirmesinde yahudiler ile hıristiyanların bu
sözlerinin, daha önceki dönemlerde yaşamış kâfirlerin sözlerine inançlarına
ve düşüncelerine benzediklerini belirliyor. Okuyoruz.
"Bunlar onların ağızları ile geveledikleri
dayanaksız sözlerdir. Böyle demekle daha önceki kâfirlerin sözlerine
özeniyorlar."
"Bu ifade, herşeyden önce bu sözlerin doğrudan
doğruya onların ağızlarından çıktıklarını, yoksa başkalarının onlara
dayandırdıkları bir yakıştırma olmadıklarını kanıtlıyor. Bu anlamı vermek
için "ağızları ile" deyimi kullanılıyor, Kur'an-ı Kerim'in bilinen ifade
yöntemi uyarınca objektif ve somut bir tablo gözler önüne seriliyor.
Sebebine gelince adamların sözlerimin ağızlarından çıktığı belli birşeydir.
Fakat burada "ağız" sözcüğünün kullanılmış olması boşuna, ya da gereksiz bir
uzatma değildir. Yüce Allah'ı bu tür eylemlerden tenzih ederiz. Bu
Kur'an'ın, tasvir ağırlıklı ifade yönteminin gereğidir. Bu ïfade sözün
tablosunu gözler önünde canlandırıyor, ona işitiliyormuş, hatta görülüyormuş
gibi bir "gerçek"likle donatıyor.
Üstelik bu şekli ile bu ifade tabloyu gözler önünde
canlandırma ve somutlaştırma fonksiyonun yanında başka bir açıklayıcı anlam
daha taşıyor. O anlam da şudur: Bu sözün objektif dünyada, gerçekler
âleminde hiçbir aslı, hiçbir dayanağı yoktur. Bu sadece ağızların gevelediği
bir söz dizisidir; arkasında ne "gerçek" ve ne de "kavram kalıbı" vardır.
Sonra Kur'an'ın kaynağının ilâhiliğine delil
oluşturan vecizlik niteliğinin bir başka yönüne geliyoruz. Bu ilginç
özellik, yüce Allah'ın şu sözünde dikkatimizi çekiyor:
"Böyle demekle daha önceki kâfirlere özeniyorlar.
Klâsik tefsir bilginleri âyetin bu kısmını şöyle
açıklamışlardır; "Bu ilâhi ifadenin anlamı, `Yahudilerin ve hıristiyanların
yüce Allah'a oğul yakıştıran sözleri, müşrik arapların, O'na kız çocuğu
yakıştıran sözlerinin bir benzeridir şeklindedir." Bu açıklama doğrudur.
Fakat bu ilâhı cümlenin içeriği, daha geniş boyutludur. Bu ileri boyut yakın
yıllarda farkedilebildi; ancak Hind, eski Mısır ve eski Yunan
putperestlerinin inançlarına ilişkin bilimsel bulgular ortaya çıktıktan
sonra anlaşılabildi. Bu araştırmalar sayesinde kitap ehlinin özellikle
hıristiyanların tahrifata uğramış inançlarının kaynağına inildi. Sözkonusu
putperest inançlarda yeralan kimi saplantıların önce aziz "Saint Paul" eli
ile, arkasından da sözde kutsal kilise konsülleri aracılığı ile hıristiyan
doğmalarına sızdıkları belirlendi
Eski Mısır inancında Oziris, İzis ve Ouris'den
oluşan üçlü ilâh (teslis) dogması Firavunlar dönemi putperestliğinin
temelini meydana getiriyordu, bu üçlü ilâh dogmasında Oziris Baba'yı ve
Ouris' "Oğul"u temsil ediyordu.
Hz. İsa'dan yıllarca önce İskenderiye'de okutulan
teoloji (ilâhiyat) derslerinde "kelimenin (sözün), ikinci ilâh" olduğu ve
"Allah'ın ilk oğlu" ünvanını taşıdığı öğretiliyordu.
Hind putperestleri de üç unsurdan, ya da üç
"durum"dan oluşmuş bir ilâh kavramına inanırlardı. Onlara göre asıl ilâh bu
üç unsurda ya da üç halde tecelli ederdi. "Brahma" ilâhın yaratma ve yoktan
varetme durumundaki, "Vişnu" koruma ve gözetme durumundaki, "Sifa" ise
yoketme ve ortadan kaldırma durumundaki yansımaları (tecellileri) idi. Bu
sapık inanca göre "Vişnu", "Brahma"da yoğunlaşan ilâhlıktan sızmış ve
dönüşüme uğramış "oğul"du.
Asurlar da "kelime"nin (sözün) kutsallığına
inanırlar, ona "Merduh" adını verirlerdi. İnançlarına göre bu merduh ilâhın
ilk oğlu idi!
Eski Yunanlılar üç unsurlu ilâh kavramına
inanırlardı. Nitekim bu üçlü ilâh doğmasının belirtisi olarak kâhinleri
ilâhlara kurban keserken kesilecek hayvanın üzerine üç kere kutsal su
serperler, üç kere buhurdanlıktan buhur alıp etrafa saçarlar ve yine üç kere
kesim yerinde toplanan halkın üzerine kutsal su serperlerdi. İşte kilise bu
putperest törenleri, arka plânlarındaki inançlarla birlikte alarak
hıristiyanlığa katmış, böylece eski kâfirlerin görüşlerini taklit etmiştir.
İşte Kur'ân-ı Kerim'in indiği günlerde bilinmeyen bu
eski putperest inançlar "Onlar böyle demekle daha önceki kâfirlere
özeniyorlar" âyeti ile birlikte gözden geçirildiklerinde kutsal kitabımızın
vecizliğinin bir örneğidir.
Bu örnek bize Kur'an'ın ilahi kaynaktan geldiğini ve
bu yüce kitabın "Alim ve Habir olan Allah" tarafından gönderildiğinin
yinelenerek duyurulmasıdır.
Bu açıklama ve tesbitden sonra yüce Allah, Kitap
ehlinin, kâfirlik ve müşriklik içerikli sapıklıklarının özüne ilişkin
sözlerini şöyle noktalıyor.
"Allah kahretsin onları! Nasıl gerçeklerden
sapıyorlar?"
Evet, evet... Allah kahretsin onları, canlarını
alsın? Nasıl bu apaçık, bu yalın gerçeği bırakarak ne akılla ve ne de
vicdanların sağduyusu ile bağdaşmayan bu karmaşık, bu içinden çıkılmaz
putperest düzmecelerine sapıyorlar?
SOMUTLAŞAN SAPIKLIK
Bir sonraki ayette Kitap ehlinin sapıklıklarının bir
başka aşamasına, bir diğer belirtisine geçiliyor. Bu defa ele alınacak olan
sapıklık sadece sözlere ve inançlara yansıyan bir sapıklık değil, bozuk
inanç sistemlerine dayanan pratikte somutlaşmış bir sapıklıktır. Önce ayeti
okuyalım.
31- Onlar Allah
dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa
onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların
yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.
Okuduğumuz ayet, surenin bu kesitinin doğrusal bir
uzantısıdır. Bilindiği gibi surenin bu kesitinde müslümanların vicdanlarında
beliren şu tür kuşkular giderilmeye çalışılıyordu; "Bu adamlar, yani
yahudiler ile hristiyanlar, Kitap ehlidirler. Buna göre onlar, Allah'ın
dinine bağlıdırlar."
Bu kuşkulara karşılık, bu surede şu gerçeklere
dikkat çekiliyor: Bu adamlar, yüce Allah'ın dinine bağlı değildirler. Bu
gerçeği inançlarından sonra pratik hayatları da kanıtlıyor. Onlara tek
olarak yüce Allah'a kulluk etmeleri emredildi. Oysa onlar yüce Allah'ı bir
yana bırakarak hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler. Tıpkı Meryemoğlu
İsa'yı ilah edindikleri gibi. Bu tutumları ise yüce Allah'a ortak koşmaktır,
şirktir. Yüce Allah onların bu ortak koşma yakıştırmalarından münezzehtir.
Buna göre onlar davranış ve pratik hayat düzeyinde gerçek dini din
edinmedikleri gibi inanç ve düşünce düzeyinde de Allah'a inanmış
değildirler.
Kitap ehlinin hahamlarını ve rahiplerini nasıl ilah
edindiklerini anlatmadan önce Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
bu ayetin açıklamasına ilişkin sağlam kaynaklı sözlerine başvurmak
istiyoruz. Çünkü kesin çözüm O'nun sözlerindedir.
Bu ayette geçen "Ahbar" terimi, "Hebr" ya da "Hıbr"
sözcüğünün çoğuludur. Bu terim "Kitap ehlinin bilginleri" -daha çok yahudi
bilginleri- anlamına gelir. Yine bu ayette yeralan "Ruhban" terimi ise
"rahip" sözcüğünün çoğuludur. Bu terim, "Kendini ibadete adamış, dünyadan
el-etek çekmiş kişi" anlamına gelir. Rahipler normal olarak evlenmezler,
başkaca bir iş tutmazlar, geçim peşinde koşmazlar.
"Durr-ül Mensur" adlı kitabın bir yerinde şöyle
deniyor: Tirmizi'nin, İbn-i Munzır'ın, İbn-i Ebu Hatem'in, Ebu Şeyh'in,
İbn-i Murdeveyh'in, Beyhaki'nin ve diğer hadis dergilerinin bildirdiklerine
göre, sahabilerden Adiyy b. Hatem şöyle diyor; "Bir gün Peygamberimizin
yanına gitmiştim. O sırada Tevbe suresinin `Onlar Allah dışında hahamlarını
ve rahiplerini ilah edindiler' cümlesi ile başlayan ayetini okuyordu. Ayeti
bitirince bana dönerek şöyle buyurdu:
"Gerçi onlar hahamlarına ve rahiplerine
tapınıyorlar, ibadet etmiyorlar. Fakat bu din adamları kendilerine bir şeyi
helal kılınca o şeyi helal sayıyorlar, buna karşılık din adamları bir şeyi
yasaklayınca onu haram kabul ediyorlar."
İbn-i Kesir tefsirinde de şöyle deniyor: İmam-ı
Ahmed, Tirmizi ve İbn-i Cerir değişik kanallara dayanarak bize bu belgeyi
naklediyorlar: Adiyy b. Hatem, Peygamberimizin davetini alınca, çağrısını
işitince Şam'a kaçtı. Bu zat cahiliye döneminde hristiyan olmuştu. Bir ara
kız kardeşi kabilesinden birkaç kişi ile birlikte müslümanlara esir düşmüş,
fakat Peygamberimiz kadını bağışlayarak, serbest bırakmıştı. Kadın
kardeşinin yanına dönünce onu müslüman olmaya ve Peygamberimize gidip
kendisi ile görüşmeye teşvik etmişti. Bunun üzerine Medine'ye geldi. -Bu zat
o sırada Tay kabilesinin şefi idi, babası da cömertliği ile ün salmış bir
kişi olan Hatem Tai idi.- Peygamberimizin huzuruna vardığında boynunda gümüş
bir haç vardı. O sırada Peygamberimiz `Onlar Allah'ın dışında hahamlarını ve
rahiplerini ilah edindiler' cümlesi ile başlayan ayeti okuyordu. Ayet
bitince bizzat kendi ifadesine göre Peygamberimize `Onlar, hahamlarına ve
rahiplerine tapmıyorlar, kulluk etmiyorlar' dedi. Onun bu sözlerine
Peygamberimiz şu karşılığı verdi:
"Evet, ama din adamları onlara helal şeyleri
yasakladılar ve haram şeyleri serbest ettiler. Onlar da din adamlarının bu
hükümlerine uydular. Bu tutum, onların, din adamlarına kulluk etmeleri
anlamına gelir."
Tefsir bilgini Sudey, bu ayeti açıklarken şöyle der;
`Onlar yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak din adamlarının hükümlerine
başvurdular. Bundan dolayı yüce Allah bu ayetin devamında `Oysa onlara
sadece tek ilaha kulluk etmeleri emredilmişti' buyuruyor. Yani o tek ilah
bir şeyi haram kılınca, o şey haram sayılacak, O'nun helal ilan ettiği
şeyler helal bilinecek, koyduğu yasaya uyulacak ve verdiği hüküm yürürlüğe
konacaktır."
Tefsir bilgini Alusi de bu ayeti şöyle açıklıyor;
"Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre bu ayetteki ilah edinmekten maksat,
Kitap ehlinin din adamlarını evrenin ilahları saydıkları, böyle bir inanç
taşıdıkları değildir; buradaki ilah edinmekten maksat, onların din
adamlarının kişisel emirlerine ve yasaklarına uymalarıdır."
Gerek bu açık anlamlı ayetten, gerekse
Peygamberimizin -son söz niteliğindeki- yorumundan ve gerekse eski-yeni
tefsir bilginlerinin sistemine, bu dine ilişkin son derece önemli gerçekler
öğreniyoruz. Bu gerçeklere, aşağıda kısaca değinmek istiyoruz:
1- İbadet, yasal hükümlerde Kur'an'ın ayetlerin ve
Peygamberimizin bu ayetlere ilişkin açıklamalarına uymak demektir. Yahudiler
ile hristiyanlar, hahamları ile rahiplerinin ilah olduklarına inanmak,
onlara ibadet amaçlı hareketler sunmak anlamında bu din adamlarını ilah
edinmiş değillerdi. Buna rağmen yüce Allah, bu ayette onların müşrik
olduklarına, bir sonraki ayette de kâfir olduklarına hükmetmiştir. Bu hükmün
tek gerekçesi, onların din adamlarını yasa koyma mercii olarak kabul
etmeleri, koydukları yasalara uymaları, boyun eğmeleridir. İlahi hükmün tek
sebebi budur. Ayrıca, inançta ve ibadetlerde Allah'tan başkasını ilah
edinmiş olmak şart değildir. Sırf bu tutum, sahibini Allah'a ortak koşmuş
duruma düşürür. Sırf bu sapıklık, sahibini mü'minlerin safından çıkarıp,
kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir.
2- Bu ayet hahamlarına yasa koyma yetkisi tanıyan,
onlarca konmuş yasalara uyan ve itaat eden yahudiler ile Hz. İsa'ya ilahlık
yakıştıran ve ona ibadet amaçlı davranışlar sunan hristiyanları aynı
derecede müşrik sayıyor, aralarında hiçbir fark görmüyor. Yani her iki tutum
da sahiplerini Allah'a ortak koşmuş saydırma açısından eşit ağırlıklı
suçlardır. Her iki sapıklık da sahiplerini mü'minlerin safından çıkarıp,
kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir.
3- İnsanın Allah'a ortak koşan bir müşrik sayılması
için yasa koyma yetkisini Allah dışındaki bir mercii, meselâ kullara
tanıması yeterlidir. Bu sapıklığın yanısıra sözkonusu kulun ya da kulların
ilah olduğuna inanması, onu ya da onlara ibadet amaçlı hareketler sunması
şart değildir. Az önceki iki paragrafımız bu gerçeği açıkça ortaya
koymaktadır. Biz burada bu gerçeği bir kere daha vurgulamak istedik.
Gerçi bu ayetlerin içerdikleri gerçeklerin ilk
amacı, o günkü islâm toplumuna egemen olan olumsuz şartlara karşı koymaktır,
o günkü müslümanların kalplerindeki Bizanslılarla savaşmaya ilişkin
tereddütleri ve fobileri silmektir, "Bizanslılar madem ki Kitap ehlidirler,
o halde müzmindirler" şeklindeki ön yargının doğurduğu kuşku bulutlarını
dağıtmaktır. Fakat bu gerçekler bu konudaki temel işlevlerinin yanısıra
genel-geçerlidirler ve bu nitelikleri ile genel anlamda "dinin özü"nün ne
olduğunu belirleme hususunda bize ışık tutarlar.
Gerçek din "islâm"dır. Yüce Allah tüm insanlar için
bu dini seçmiştir, bunun dışındaki bir dini hiç kimsele,r kabul etmez.
Müslüman olabilmek için yüce Allah'ın ortaksız ilahlığına inandıktan ve
ibadet nitelikli eylemleri sırf O'na sunduktan sonra, yasal hükümlerde de
sırf O'na uymak şarttır. Eğer insanlar O'nun yasaları dışında başka yasalara
uyarlarsa, yahudiler ve hristiyanlara ilişkin hükmün kapsamına girerler.
Yani Allah'a inanmamış "müşrikler" sayılırlar. İstedikleri kadar "Biz
müminiz desinler" faydasızdır. Çünkü yüce Allah'ın dışındaki bir merciin,
meselâ bazı kulların koydukları yasalara uymaları bu damgayı yemeleri için
yeterlidir. Böyle durumlarda insanların bu damgayı yemekten kurtulabilmeleri
için kullar tarafından kendilerine empoze edilen yasalara karşı çıkmaları,
onlara baskı altında uymak zorunda kaldıklarını kanıtlayan protesto
nitelikli bir reaksiyon göstermeleri, yüce Allah'a yönelik bu küstahlıkları
onaylamadıklarını, onları bertaraf etmeye güçleri yetmediği için dişlerini
sıktıklarını ortaya koymaları gerekir.
Günümüzde "din" kavramının sınırları, insanların
kafalarında, alabildiğine daralmıştır. Günümüzün insanları dini sadece
vicdanda hapsedilmiş bir inanç ve birtakım ibadet amaçlı eylemler
saymaktadırlar. İşte yahudilerin burada kınanan tutumu da böyle idi. Onlar
bu anlayışları yüzünden okuduğumuz ayete ve Peygamberimizin bu ayete ilişkin
yorumuna göre Allah'a inanmamış, O'na ortak koşmuş, O'nun sadece tek ilaha
kulluk etmelerini buyuran emrine ters düşmüş sayılmışlar, ayrıca Allah'ı bir
yana bırakarak hahamlarını ilah edinmekle suçlanmışlardır.
Dinin başta gelen anlamı "deynunet" yani boyun
eğmek, teslim olmak ve uymaktır. Bu tutum da ibadet amaçlı eylemlerin
sunuluşunda olduğu kadar yasalara uymada da ortaya çıkar, somutluk kazanır.
Bu mesele yüce Allah'dan başkalarının koyduğu yasalara uyanların
sergiledikleri pişkinlikle ve cıvıklıkla bağdaşmayacak derecede ciddidir.
Böyle kimselerin sırf yüce Allah'ın ilahlığına inanıyorlar ve ibadetlerini
sırf yüce Allah'a sunuyorlar diye kendilerini yüce Allah'a inanmış,
müslümanlar saymaları en hafif deyimi ile kaba bir vurdumduymazlık, bir
kaypaklık örneğidir. Yüce Allah'dan kaynaklanmayan yasaların egemen olduğu
toplumlarda yaşayanlar eğer bu ortak suçun sorumluluğundan gerçekten
kurtulmak istiyorlarsa, yüce Allah'ın otoritesine yönelik bu küstahlıkları
onaylamadıklarını kesinlikle kanıtlayacak, protesto nitelikli bir tavır
ortaya koymalıdırlar.
Bu cıvıklık, bu kaypaklık yaşadığımız tarih
döneminde bu dinin karşılaştığı en büyük tehlikedir. Düşmanların bu dine
yönelttikleri en öldürücü silah budur. Dinimizin bu düşmanları, yüce
Allah'ın müşriklikle, gerçek dini din edinmemekle ve "Allah'ı bir yana
bırakarak başka ilahlar edinmekle" suçladığı rejimlerin ve insanların
günümüzdeki benzerlerine, zamanımızdaki izdaşlarına "islâm" yaftasını
yakıştırmak için can atıyorlar. Madem ki, bu dinin düşmanları bu tür
rejimlere ve kişilere islâm yaftası yakıştırmaya bu denli özen
gösteriyorlar, o halde bu tür yanıltıcı yaftaları yere düşürmek, bu tür
maskeleri indirerek arkalarında gizlenen müşrikliği, kâfirliği ve yüce Allah
dışında ilah edinme sapıklığını gözler önüne sermek de bu dinin
taraftarlarının görevidir. Bu konudaki sözlerimizi incelediğimiz ayetin
ikinci cümlesini bir kere daha okuyarak bağlayalım:
"Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka
ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk
etmeleri emredilmişti."
Daha sonraki iki ayette mü'minleri savaşmaya
özendirme yolunda bir ileri adım daha atılıyor. Okuyoruz.
ALLAH'IN NURUNU
SÖNDÜRMEK İSTEYENLER
32- Onlar Allah'ın
nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna
gitmese de, nurunu kesinlikle tamama erdirmekte kararlıdır.
33- Müşriklerin
hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek
üzere peygamberini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur.
Sözü geçen yahudiler ile hristiyanlar (Kitap ehli)
gerçek dinden sapmakla, yüce Allah dışında başka ilahlara kulluk yapmakla
gerçek anlamda Allah'a ve ahiret gününe inanmamakla yetinmiyorlar, bu
sınırda durmuyorlar. Daha ileri giderek gerçek dine savaş açıyorlar; bu
dinde, bu dinin yeryüzünde harekete dönüştürdüğü çağrıda ve sosyal hayatı
kuralları uyarınca biçimlendirdiği sistemde somutlaşan Allah'ın nurunu
söndürmek istiyorlar. Okuyoruz:
"Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek
istiyorlar."
Onlar yüce Allah'ın nuruna, ışığına karşı savaş
halindedirler. Bu savaşı kimi zaman yalanlar uydurarak, komplolar
düzenleyerek ve müslümanlar arasında kargaşalık çıkararak veriyorlar, kimi
zaman da kuklalarının ve bağlılarının bu dine ve bağlılarına karşı savaş
açmalarını, onun karşısında set oluşmalarını teşvik ederek
saldırganlıklarını tatmin ediyorlar. Bu durum bu ayetlerin indiği günlerde
böyle olduğu gibi tarih boyunca da hep böyle olmuş ve böyle sürüp
gidecektir.
Bu ilahi ifade, o günkü müslümanların kalplerini
coşturmayı amaçladığı gibi insanları doğru yola ileten gerçek dinde
somutlaşan Allah'ın nuru karşısında yahudiler ile hristiyanların takına
geldikleri sürekli tavrın özünü de tanımlamakta, gözler önüne sermektedir.
Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu
kesinlikle tamama erdirmekte kararlıdır."
Bu ifade, kâfirlerin zoruna gitse de yüce Allah'ın
dinini üstün çıkararak nurunu tamamlayacağına ilişkin değişmez kanuna kanıt
oluşturan, bu itibarla kesinlikle gerçekleşecek olan bir ilahı vaaddir.
Bu vaad mü'minlerin kalplerine güven aşılar; onların
kendilerini bekleyen bütün zorluklar ve bütün sıkıntıları göğüsleyerek
yollarına devam etmelerini kâfirlerin bütün oyunlarına ve saldırganlıklarına
rağmen yüce hedeflerine doğru ilerlemelerini sağlar. Burada sözkonusu edilen
"kâfirler"den maksat, daha önce kendilerinden sözettiğimiz yahudiler ile
hristiyanlar (Kitap ehli)dir. Bunun yanısıra bu ayet gerek o günkü kafirlere
ve gerekse bütün dönemlerin kâfirlerine yönelik bir tehdit içeriyor.
Bir sonraki ayet hem o vaadi ve hem de bu tehdidi
pekiştirmektedir. Okuyalım:
"Müşriklerin hoşuna gitmese de, kendi dinini diğer
bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ile ve
gerçek din ile gönderen O'dur."
Yukarda okuduğumuz "Allah'a ve ahiret gününe
inanmayan, Allah'ın ve peygamberinin haram ilân ettiği şeyleri haram
saymayan ve gerçek dini benimsemeyen kitaplı kâfirlerle, bunlara boyun
eğerek kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız" ayetinde "gerçek din"in,
yüce Allah'ın son peygamberi ile gönderdiği din olduğunu ve bu savaş emrinin
bu dini kabul etmeyenlerin tümünü kapsamına aldığını bir kere daha açıkça
anlıyoruz. (Tevbe Suresi, 29)
Bu ayeti nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bu hüküm
doğrudur. Çünkü "gerçek din" deyimi kısaca inançta, ibadetlerde ve
yasaklarda tek Allah'a boyun eğmek, itaat etmektir. Yüce Allah'dan gelen tüm
dinlerin temel ilkesi budur. Bu din, en son olarak Peygamberimizin getirdiği
mesajlar bütününde somutlaşır. Buna göre gerek inançta, gerek ibadetlerde ve
gerekse yasalarda ortaksız Allah'ın dinini kabul etmeyen her kişi ve her
toplum, gerçek dini din edinmemiş kabul edilir ve az önce tekrarladığımız
savaş ayetinin kapsamına girer. Yalnız daha önce defalarca söylediğimiz
gibi, bu emrin uygulanması sırasında islâm stratejisinin, bu dinin harekete
ilişkin yönteminin özelliği, değişik aşamaları ve yenilenen yöntemleri
gözönünde bulundurulacaktır. Az önceki ayeti bir kere daha okuyalım:
"Müşriklerin hoşuna gitmese de, kendi dinini diğer
bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ile ve
gerçek din ile gönderen O'dur."
Bu ayet "Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de,
nurunu kesinlikle tamama erdirmekte kararlıdır" ayetinde dile gelen ilk
vaadini pekiştirici niteliktedir. Fakat buradaki ifade daha belirli, daha
sınırlayıcıdır. Sebebine gelince bu ayete göre yüce Allah'ın "tamama
erdirmekte kararlı olduğu nur" kendi dinine diğer bütün dinler karşısında
üstünlük kazandırmak amacı ile son peygamberi aracılığı ile gönderdiği
dindir.
"Gerçek din" -yukarıda belirttiğimiz gibi- hem
inançta hem ibadette ve hem de yasalarda tek Allah'a itaat etmektir. Bu
ilke, Peygamberimizden önceki peygamberlerin getirdikleri bütün semavi
dinlerde somutlaşmıştır. Doğaldır ki, günümüz hristiyanları ile
yahudilerinin putperest inançlarının sızmalarına uğrayarak yozlaşmış sapık
dinleri ile sözde din yaftası taşıdıkları halde Allah dışında başka ilahlar
ortaya çıkarıp insanları bunlara taptıran yani halklarını yüce Allah'ın
izninden kaynaklanmayan yasalara uymaya zorlayan zorba rejimler ve düzenler
bu tanımın kapsamına girmezler.
Yüce Allah burada kendi dinini bütün diğer dinler
karşısında üstün getirmek için Peygamberimizi doğru yola ve gerçek dinle
gönderdiğini açıklıyor. Bu ilahi vaadin boyutlarını ve çapını kavrayabilmek
için "din"i az yukarda tanımladığımız geniş anlamında algılamamız gerekir.
"Din" bağlılık ve itaat demektir. Bu geniş
çerçevenin içine insanların bağlandıkları, itaat ettikleri, uydukları ve
tarafını tuttukları her sistem, her doktrin, her sosyal akım girer.
İşte yüce Allah, Peygamberimiz aracılığı ile
göndermiş olduğu gerçek dinin bütün diğer dinlere üstün geleceğine
hükmederken "diğer dinler" kavramını bu yaygın ve genel-geçerli anlamda
algılamamızı istemiştir.
Yani bağlılık ve itaat sırf Allah'a özgü olacaktır;
üstünlük, tek Allah'a bağlanmayı ve itaat etmeyi somutlaştıran sistemin
tekeline geçecektir.
Bu ilahi vaad Peygamberimizin, halifelerinin ve daha
sonraki gayretli müslümanların ellerinde gerçekleşmiş ve uzun yıllar boyunca
yürürlükte kalmıştır. Bu dönemde gerçek din üstün ve galipti ve bağlılığı
sırf yüce Allah'ın tekeline vermemiş olan diğer bütün sapık dinler hak
dinden korkuyorlar, karşısında titriyorlardı! Sonra gerçek dinin bağlıları
dinlerinden uzaklaşmaya başladılar. Adım adım gerçekleşen bu uzaklaşmanın
islâm toplumunun bileşim tarzından kaynaklanan iç faktörleri olduğu gibi bu
dinin gerek putperestlerden ve gerekse yahudiler ile hristiyanlardan oluşan
düşmanların giriştikleri sürekli ve değişik yöntemli savaşların
yıpratmalarından kaynaklanan dış faktörleri de vardır.
Fakat günümüzdeki durum son aşama değildir. Yüce
Allah'ın bu ayette açıklanan vaadi geçerliliğini sürdürüyor ve bu sancağı
omuzlayıp yeniden yola koyulacak müslüman bir kitlenin ortaya çıkmasını
bekliyor. Bu müslüman kitle, hak dinin sancağını omuzlayıp yüce Allah'ın
nuru ile harekete girişirken, ileriye doğru adım atmaya başladığı ilk
noktanın aynısından yola çıkmalıdır.
Surenin bu kesitinde yeralan daha sonraki ayetlerde
yahudiler ile hristiyanların (Kitap ehlinin) yüce Allah'ın haram kıldığı
şeyleri nasıl haram saymadıklarını somut bir örnekle tanımlayan son adım
atılıyor. Bilindiği gibi bu gerçeğe az yukarda okuduğumuz "Onlar Allah
dışında hahamlarını ve rahiplerini ilah edinmişlerdi" ayetinde değinilmiş ve
Peygamberimiz de bu ayete ilişkin açıklamasında "Hahamları ile rahipler
yahudiler ile hristiyanlara bazı haramların helâl ve bazı helâllerin haram
olduklarını söylediler, onlar da din adamlarının bu hükümlerine uydular"
buyurmuştu. Gerek bu ayetten ve gerekse Peygamberimizin bu açıklamasından
açıkça anlaşılıyor ki, yahudiler ile hristiyanlar, yüce Allah'ın haram ilân
ettiği şeyleri haram sayacakları yerde hahamların ve rahiplerin haram
olduklarına karar verdikleri şeyleri haram kabul ediyorlar.
DİN ADINA İNSANLARI
SÖMÜRENLER
34- Ey müminler,
birçok hahamlar ve rahipler insanların mallarını eğri yöntemlerle yerler ve
halkı Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de bunları
Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele!
35- O gün
biriktirdikleri altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılır ve onlarla
alınları, yan tarafları ve sırtları dağlanır; kendilerine "Bunlar
biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir şimdi biriktirdiklerinizin azabını
tadın bakalım" denir.
Bu ayetlerin ilkinde yahudiler ile hristiyanlar
tarafından yüce Allah dışında ilah edinilmiş olan, gerek insanlar arası
ilişkiler ve gerekse ibadetler konusundaki görüşlerine itaat edilen hahamlar
ile rahiplerin rolünün açıklanmasına devam ediliyor. Bu açıklamaya göre
sözkonusu hahamlar ve rahipler ilahlık taslıyorlar, dindaşları da
hükümlerine itaat edilen ve sözleri tutulan ilahlar olarak kabul ediyorlar.
Ayrıca bu din adamları düzmece yasalarının yaptırım gücünden yararlanarak
halkın mallarını gayrı meşru yöntemlerle yiyorlar ve insanların yüce
Allah'ın yoluna girmelerine engel oluyorlar.
Halkın mallarını gayrı meşru biçimde yemenin
günümüzde olduğu gibi o günlerde çeşitli yolları vardı. Bu yollardan biri,
bu din damlarının helâllere haram ve haramlara helâl damgası basan
fetvalarına dayanarak halk malının zenginlerin ve mevki sahiplerinin
hesabına aktarılması idi. Bir diğeri, kiliseye tanınan sözde "günah çıkarma"
yetkisine dayanarak rahiplerin ve keşişlerin itiraf ettirme ve günah çıkarma
karşılığında halkı soymaları idi. Bu yolların bir başkası -ve en iğrenç ve
en yaygın olanı- faize dayalı ticari işlemlerdi. Halkı soymanın daha birçok
yolları vardı.
Bu yolların yanısıra gerçek dine karşı savaşmak
amacı ile halktan toplanan vergilerde bu kategoriye (gayrı meşru biçimde
yenen halk malları kategorisine) giriyordu. Rahiplerin, patriklerin,
kardinallerin ve papaların halktan topladıkları yüz milyonlara varan
vergiler, Haçlı savaşlarında harcanmıştı. Onlar şimdi aynı vergileri
misyonerlik ve müsteşriklik (oryantalizm) faaliyetlerinde harcamak için
topluyorlar. Amaçlar aynı. İnsanları Allah'ın yolundan çıkarmak.
Yalnız bu ayette gözetilen duyarlığa ve yüce
Allah'ın söze yansıyan titiz adaletine dikkat etmeliyiz. Yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Birçok hahamlar ve rahipler...
Böylece bu suça katılmayan azınlık aleyhinde hüküm
vermekten kaçınılıyor. Her toplumda iyiliğin ve dürüstlüğün kalıntılarını
kişiliklerinde taşıyan birtakım "fert"ler mutlaka bulunur ve "Senin Rabbin
hiç kimseye haksızlık etmez." (Kehf Suresi, 49)
Çoğu hahamlar halkın sırtından soydukları bu
malları, bu servetleri biriktirirler. Büyük servetlerin bu din adamlarının
ellerinde toplandığına ve sonunda kiliselerin ve manastırların hesaplarına
geçtiklerine hristiyan ve yahudi milletlerinin tarihleri şahittir. Öyle ki,
bazı dönemlerde bu din adamları zenginlik bakımından despot kralların ve
zorba diktatörlerin bile önlerine geçmişlerdir.
Okuduğumuz ayetlerde bu sözde din adamlarının
biriktirdikleri servetler yüzünden ahirette çekecekleri ve altın-gümüş
biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayan herkesin çarptırılacağı azap
son derece orijinal ve korkunç bir tabloda tasvir ediliyor. Tekrar okuyoruz:
"Altın ve gümüş biriktirip de bunları Allah yolunda
harcamayanları acıklı bir azapla müjdele!
O gün biriktirdikleri altın ve gümüşler cehennem
ateşinde kızdırılır ve onlarla alınları, yan tarafları ve sırtları dağlanır;
kendilerine `Bunlar biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir, şimdi
biriktirdiklerinizin azabını tadın bakalım' denir."
Görülüyor ki, sahne son derece ayrıntılı bir biçimde
gözler önünde canlandırılıyor. Sonra da ilk adımından son adımına göre
yaşanan hayatın olaylarına tıpatıp uyan bir gerçeklilikle sunuluyor. Bu
durum, sahnenin hayalde ve duyu organlarının ekranlarındaki kalış süresinin
uzun olmasını sağlıyor ki, bu bile bile yapılmış bir uzatmadır. Şöyle ki,
önce şöyle buyuruluyor:
"Altın ve gümüş biriktirip de bunları Allah yolunda
harcamayanları acıklı bir azapla müjdele!"
İlahi ifadenin akışı bu noktada duruyor ve ayet
ayrıntısız ve belirsiz bir azap bildirimi ile noktalanıyor.
Bu belirsizliğin arkasından ayrıntıların akışı
başlıyor. Okuyoruz:
"O gün biriktirdikleri altın ve gümüşler cehennem
ateşinde kızdırılır..."
Dinleyici burada bu "kızdırılma" işleminin sonunu
heyecanla bekliyor.
Sonra bir de bakıyor ki, biriktirilen altınlar ve
gümüşler ateşte kızdırılmış, kıpkırmızı kesilmişlerdir. İşte şimdi onlar
gereken kıvamı bulmuşlardır, hazırdırlar. O halde "acıklı azap" başlasın
bakalım. İşte şimdi yüzler, alınlar dağlanıyor bu akkor haline dönüşmüş
altın ve gümüşlerle! Alınların ve yüzlerin dağlanması bitti. Şimdi de
yanlarından dağlanıyorlar. Bu işlem de bitti, şimdi sırtları üzerine
yatırılsınlar bakalım! Yaşadıkları azabın bu türü, bu aşaması bitti, şimdi
de onu aşağılama ve kınama izlesin bakalım! Okuyoruz:
"İşte bunlar biriktirmiş olduğunuz altınlar ve
gümüşlerdir."
Evet, bunlar zevk için, haz duymak amacı ile
biriktirmiş olduğunuz maddelerin kendileridirler. Fakat şimdi pençesinde
kıvrandığınız bu azap türünün araçlarına dönüşmüşlerdir. O halde:
"Şimdi tadın biriktirdiklerinizin azabını bakalım."
O azabı doğrudan doğruya tadınız bakalım. Yan
taraflarınıza, sırtlarınıza ve alınlarınıza temas edişlerinin acısını
tattığınız maddeler bunlardır, bu birikimlerinizdir.
Hey! Gerçekten korkunç, dehşetli bir sahne bu.
Ayrıntılı, uzun uzun ve tane tane gözlerimizin önüne seriliyor.
Bu sahne öncelikle çoğu hahamın ve rahibin acı
akıbetlerini, sonra da altın ve gümüşten oluşmuş servetler biriktirerek
bunları yüce Allah'ın yolunda harcamayan mal düşkünlerinin geleceğini tasvir
etmek için sunuluyor. Böylece aynı zamanda zihinler o günlerin "zor
savaş"ına, (Tebuk savaşına) hazırlanıyor.
Şimdi, bu noktada kısaca durup bir değerlendirme
yapmamız gerekir. Bu değerlendirmede yahudiler ile hristiyanların
inançlarının dinlerinin, ahlâklarının ve davranışlarının içyüzüne ilişkin
olarak bu ilahi açıklamanın taşıdığı anlama, verdiği mesaja parmak basalım.
Doğaldır ki, bu konuda yukarıdaki paraflarda işaret ettiğimiz gerçekleri de
gözönünde bulundurmalıyız.
O günlerde yahudiler ile hristiyanların ilahi dinin
bazı kırıntılarına sahip olduklarına ilişkin kuşkuları silmek açık ve kesin
müşriklerin durumunu belirtmekten daha gerekli ve daha öncelikli idi. Çünkü
müşriklerin inançlarında ve ibadetlerinde görülen açık sapıklıklar onların
kâfirliklerinin somut tanığı idi. Çünkü cahiliyenin kara yüzü iyice meydana
çıkmadıkça, müslümanlar tüm güçleri ile onun karşısına dikilmek için
harekete geçemezlerdi. Öte yandan cahiliyenin müşriklere ilişkin kara yüzü
açıkca meydanda idi, ama yahudiler ile hristiyanlar konusunda durum böyle
değildi. (Yüce Allah'ın dininden bazı kırıntılara sahip oldukları sanılan
diğer benzerleri hakkındaki durum da böyledir. Meselâ günümüzün sözde
"müslüman" olduklarını ileri süren yığınların ezici çoğunluğu hakkında aynı
değerlendirme hatasına düşüldüğü görülür!)
Zaten müslümanların tüm enerjileri ile müşriklerin
karşısına dikilmek üzere harekete geçmelerini sağlamak için bu surede uzun
açıklamalar yapılmasına gerek görülmüştü. Bu gerekliliğe yolaçan özel
şartları, gerek bu surenin tanıtma yazısında, gerekse bu kesitte yeralan
ayetleri sunarken anlatmaya çalışmıştık. Nitekim bu gerekliliğin sonucu
olarak yüce Allah'ın, mü'minlere şöyle buyurduğunu okumuştuk:
"Allah'ın ayetlerini birkaç paraya sattılar ve
insanları O'nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür.
- Onlar bir mü'mine karşı ne and ve ne de yükümlülük
gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler." (Tevbe: 9-10)
- Yeminlerini bozan ve Peygamber'i Mekke'den
çıkarmaya yeltenen kimseler ile, üstelik size karşı savaşı başlatan taraf
oldukları halde, savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Oysa
eğer mü'min iseniz, asıl Allah'dan korkmalısınız.
- Onlarla savaşınız ki, Allah sizin elinizle onları
azaba çarptırsın, kendilerini perişan etsin, sizi onlara karşı üstün
getirsin de mü'minlerin yürek yaralarını iyileştirsin, su serpsin.
- Kalplerindeki kini gidersin. Allah dilediği
kimselerin tevbesini kabul eder. Allah üstün iradelidir ve ne yaparsa
yerindedir. (Tevbe: 13-15)
- Müşriklere, kâfir olduklarına bizzat kendileri
tanıklık ettikleri halde Allah'ın mescidlerini onarıp şenlendirmek düşmez.
Onların bütün yaptıkları boşunadır. Onlar ebedi olarak cehennemde
kalacaklardı. (Tevbe: 17)
- Ey mü'minler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz
kâfirliği, müzminliğe tercih ediyorlarsa, sakın onları dost, yandaş
edinmeyiniz. Kimler böylelerini dost edinirlerse, onlar zalimlerin ta
kendileridirler. (Tevbe: 23)
Eğer islâm toplumunun o günlerdeki organik yapısının
barındırdığı özel şartlar yüzünden müslümanları müşriklere karşı harekete
geçirmek için bunca yoğun bir kampanyaya girişmek gerekti ise -ki
müşriklerin sapıklığı açıkça belli idi- onları yahudi ve hristiyanlara karşı
harekete geçirmek için daha yoğun ve daha köklü bir özendirme kampanyasına
gerek duyulacağı açıktı. Bu özendirme kampanyasının ilk amacı, yahudiler ile
hristiyanları arkasında artık hiçbir gerçek kalıntısı bulunmayan o biçimsel
"yafda"dan arındırmak, yüzlerindeki bu maskeyi düşürerek aslında oldukları
gibi görünmelerini sağlamak olacaktı. Bu amaç gerçekleşince görülecekti ki,
onlar diğer müşrikler gibi müşriktirler, sıradan kâfirler gibi kâfirdirler,
öbür kâfir ve müşrik yoldaşları gibi yüce Allah ve gerçek dini ile savaş
halindedirler, halkın mallarını gayri meşru yollarla yiyen ve insanları
Allah yolundan döndürmeye çalışan sapıklardır. İşte aşağıdaki kesin ifadeli,
apaçık anlamlı ayetler bu amaca yöneliktirler. Okuyoruz:
- Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve
Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dini
benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile, bunlar size boyun eğip kendi elleri
ile cizye verene dek savaşınız.
- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler.
Hristiyanlar da "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" dediler. Bunlar, onların
ağızları ile geveledikleri dayanaksız sözlerdir. Böyle demekle daha önceki
kâfirlerin sözlerine özeniyorlar. Allah kahretsin onları. Nasıl gerçeklerden
sapıyorlar?
- Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve
Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara tek ilaha, kendisinden başka
ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk
etmeleri emredilmişti.
- Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek
istiyorlar. Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle
tamama erdirmek ister.
- O ki, müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini
diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ile ve
gerçek din ile göndermiştir.
- Ey mü'minler, birçok hahamlar ve rahipler
insanların mallarını eğri yöntemlerle yerler ve halkı Allah'ın yolundan
alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de bunları Allah yolunda
harcamayanları acıklı bir azapla müjdele. (Tevbe: 29-34) .
Bunların yanısıra gerek Mekke'de ve gerekse
Medine'de inen ayetlerde yahudiler ile hristiyanların tarihlerinin akışı
içinde hangi noktaya varıp dayandıkları; nasıl kâfirliğin, müşrikliğin ve
peygamberlerinin kendilerine getirip tanıttığı ilahi dinden çıkmanın
sapıklığına saplandıkları kesin bir dille açıklanmıştı. Son olarak
Peygamberimizin çağrısına karşı takındıkları olumsuz tavır da bardağı
taşıran damlaların sonuncusu olmuştur. Zaten kâfir mi, yoksa mü'min mi
sayılacakları, bu iki karşıt sıfattan hangisini taşımayı hakedecekleri bu
son ilahi çağrı karşısında takındıkları tutuma göre belirleniyor.
Çünkü daha önce yüce Allah'ın dininin hiçbir
orijinal kalıntısına sahip olmadıkları şu ayette onların yüzlerine
vurulmuştu:
"De ki; `Ey Kitap ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve
Rabbinïz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça
boşluktasınız, hiçbir temele dayanmış değilsiniz' Rabbin tarafından sana
indirilen ayetler onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır.
O halde kâfirler güruhu için sakın üzülme." (Maide Suresi, 68)
"Bunun yanısıra yine daha önce onların gerek '
`yahudiler" ve "hristiyanlar" sıfatı ile birarada kâfir oldukları ve
müşriklerin bir kesimini oluşturdukları, aşağıda seçme örneklerini
okuyacağımız ayetlerde ortaya konmuştu:
"Yahudiler `Allah'ın eli sıkıdır' dediler. Bu
sözlerinden dolayı elleri bağlansın, onlara lânet olsun! Tersine O'nun iki
eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbin tarafından sana indirilen
ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır." (Maide
Suresi, 64)
"Allah, Meryemoğlu Mesih (İsa)'dır' diyenler
kesinlikle kâfir olmuşlardır." (Maide Suresi, 72)
"Allah, üç ilahın üçüncüsüdür' diyenler de
kesinlikle kâfir olmuşlardır." (Maide Suresi, 73)
"Kâfir ve müşrik Kitap ehlinin, kendilerine açık bir
ilahi mesaj gelmedikçe sapıklıklarından ayrılmaları sözkonusu değildi.
(Beyyine Suresi, 1)
Bu tür ayetlerin sayısı kabarıktır. Bu bölümünü daha
önceki sayfalarımızda sunduk. Kur'an-ı Kerim'in gerek Mekke bölümü, gerekse
Medine bölümü bu türden açıklamalar ile doludur.
Gerçi Kur'an'ın hükümleri bazı ilişkilerde yahudiler
ile hristiyanlara, müşriklere tanımamış olduğu ayrıcalıklar tanımıştır.
Meselâ müslümanlar onların yemeklerini yiyebilirler ve namuslu kadınları ile
evlenebilirler. Fakat bu ayrıcalığın gerekçesi, yahudiler ile hristiyanların
(Kitap ehlinin) yüce Allah'ın gerçek dininden kaynaklanan herhangi bir
ilkeye dayandıkları değildir. Doğrusunu yüce Allah bilir, ama bu
ayrıcalığını gerekçesi -her ne kadar içeriğine uymamış olsalar da- bir din,
bir kitap temeline dayanmalarıdır. Çünkü gerektiğinde hükümlerine bağlı
olduklarını iddia ettikleri bu kaynağın hakemliğine çağrılabilirler. Onlar
bu bakımdan hiçbir kitapları olmayan putperest müşriklerden farklı
konumdadırlar. Çünkü sözkonusu putperest müşriklerin bağlayıcı bir
kaynakları, gerektiğinde hakemliğine çağrılacakları bir dayanakları yoktur.
Fakat Kur'an'ın, yahudi ve hristiyanların inançlarına ve dinlerine ilişkin
açıklamaları kesin ve nettir. Bu açıklamalara göre onlar yüce Allah'ın
dininde yeri olan hiçbir gerçeğe dayanmıyorlar. Çünkü dinlerini ve
kitaplarını hahamlarının, rahiplerinin, kutsal konsüllerinin ve
kiliselerinin tahrif edici ellerine terketmişlerdir. Yüce Allah'ın bu
konudaki hükmü, her türlü tartışmayı kapatan son sözdür.
İSLÂMİ HAREKETİN
METODU
Şu anda bizim için önemli olan husus yüce Allah'ın
Kitap ehlinin inançlarına ve dinlerine ilişkin bu açıklamalarının
taşıdıkları anlamı vurgulamak, ön plana çıkarmaktır.
Arkasında gerçeğin hiçbir kırıntısı bulunmayan bu
yanıltıcı "yafta" bu aldatıcı "tabela" cahiliyenin karşısına dikilmek üzere
harekete geçecek olan eksiksiz islâmi atılıma engel olur. Buna göre bu
aldatıcı tabelayı mutlaka ortadan kaldırmak, onun yanıltıcı maskesini
yüzlerden indirmek ve karşımızdakileri aslında oldukları gibi meydana
çıkarmak gerekir. Gerçi o günün islâm toplumuna egemen olan ve daha önce
değindiğimiz özel şartları gözardı etmiyoruz. Bu özel şartların bir bölümü o
günkü müslüman toplumun organik yapısından, bir bölümü yakıcı yaz sıcağında
ve zor şartlar altında kapıya dayanan Tebük savaşının sıkıntılarından ve bir
bölümü de öteden beri müslümanların yüreklerine heybet, şöhret ve ürküntü
salmış olan Bizanslılarla karşılaşacak olmasının doğurduğu korkudan
kaynaklanıyordu. Fakat bunlardan daha derin ve yaygın olumsuzluklara yolaçan
faktör müslümanların vicdanlarına kuşku salan o yalancı yafta idi; "Madem
ki, Kitap ehlidirler, onlarla savaşmamız doğru olur mu?" vesvesesiydi.
Günümüzün genç kuşağı arasında filizlenen islâmi
diriliş hareketlerini dört gözle izleyen islâm düşmanları bu akımı hem insan
psikolojisinin karakteristik özelliklerine ve hem de islâmi hareketin
tarihine ilişkin geniş bilgilerinin ışığı altında gözetliyorlar. Bu yüzden
dünyanın her tarafında yeşermeye başlayan islâmi diriliş akımlarını ezmek
amacı ile hazırladıkları, ortaya çıkardıkları, harekete geçirdikleri karşıt
rejimlerin, akımların, görüşlerin, değer yargılarının, geleneklerin ve
düşüncelerin ön yüzlerine "islami bir tabela" asmak konusunda onları islâmi
bir etiketle donatmak konusunda son derece titizdirler. Amaçları bu
yanıltıcı tabelaların "cahiliye"nin karşısına dikilmek üzere harekete
geçmesi gereken islâmi dinamizmi frenlemek, bu yalancı maskelerin arkasında
saklanan çirkin suratlara yönelecek olan islâmi öfkeyi önlemektir.
Fakat islâmın bu amansız düşmanları bir ya da birkaç
yerde hata işlemek zorunda kaldılar. Bir ya da birkaç yerde kuklaları olan
rejimlerin ve akımların içyüzlerini açığa vurdular; bu rejimlerin ve
akımların islâmı ortadan kaldırmayı amaçlayan, "cahiliye" kaynaklı kara
yüzlerindeki maskeyi kendi elleri ile düşürdüler.
Bu tür uygulamaların en yakın örneği... de
sahnelenen islâm dışı... akımıdır. Bu hareketin maskesini düşürmek
zorunluğunu duymaları şundan kaynaklanıyordu. İnanç sancağını dalgalandıran
son islâm birliği görüntüsünü ortadan kaldırmaları gerekiyordu. Bu görüntü
"hilâfet" rejiminin varlığında somutlaşıyordu. Gerçi bu hilâfet rejimi
sadece bir görüntüden ibaretti, ama buna rağmen islâm şirazesinin, islâm
örgüsünün namaz ilmiğinden önce çözülecek olan son ilmiğini temsil ediyordu.
Nitekim Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun şöyle buyurmuştu:
"Bu dinin örgüsü, şirazesi ilmik ilmik çözülecektir.
İlk çözülecek ilmik egemenlik, iktidar ilmiği, son çözülecek ilmik ise namaz
ilmiğidir."
Kitap ehlinden (yahudiler ile hristiyanlardan) ve
ateistlerden (Allah tanımazlardan) oluşan ve sadece islâm ile savaşmak için
biraraya gelebilen bu bilinçli islâm düşmanları bu konuda zorunluluk
sınırını aşmadılar, sadece islâm-dışı ve kâfir.. hareketinin yüzündeki
maskeyi kaldırmakla yetindiler, din düşmanlığı bakımından... izdaşı olan
daha sonraki kukla rejimlerin çehrelerinin islâm peçesi arkasında saklı
kalmasına eskisi gibi özen gösterdiler, bu rejimlerin önünde sözünü
ettiğimiz yanıltıcı islâm tabelasının asılı durmasına titizlikle dikkat
ettiler. Bu yalancı tabela islâm için, aslında maskesiz bir "... "ten çok
daha büyük bir tehlikedir. İslâmın kurnaz düşmanları kendi elleri ile
kurdukları; ekonomik, politik ve fikri destekleri ile ayakta tuttukları
rejimlerin içyüzlerinin meydana çıkmaması için her türlü hokkabazlığa
başvurmaktan geri durmuyorlar; kukla yazarları ile, uluslararası basın-yayın
organları ile, ellerinde bulunan bütün güçleri, hileleri ve şeytanca
uzmanlıkları aracılığı ile bu rejimleri koruyorlar; bu rejimlere çeşitli
yardımlar sağlamak konusunda Kitap ehli ile ateistler (Allah tanımazlar)
elele veriyorlar. Amaçları bu kukla rejimler ile islâm dünyasında eski-yeni
bütün haçlı savaşlarının, islâm ile yüzleri maskesiz Allah düşmanları
arasında yüzyıllardır süren sıcak haçlı savaşlarının gerçekleştiremediği
yıkımı gerçekleştirmektir.
"Müslüman" olduklarını iddia eden bazı budalalar bu
"tabelalara", "asılsız yaftalara" aldanıyorlar. Bu budalalar içinde
insanları islâma çağırma hareketi içinde yeralan birçokları vardır. Bunlar
bu aldatıcı tabelaları indirerek arkalarında saklanan "cahiliye"yi meydana
çıkarmaktan çekiniyorlar. Bu kukla rejimleri, sözkonusu yaftaların gözlerden
sakladığı gerçek sıfatları ile damgalanmaktan çekiniyorlar. Bu rejimlerin
gerçek sıfatları düpedüz kâfirlik ve müşrikliktir. Fakat sözünü ettiğimiz
budalalar, bu rejimlerden memnun görünen bilinçsiz halk yığınlarına onların
gerçek mahiyetlerini anlatmaya, asıl kimliklerini tanıtmaya yanaşmıyorlar!
Bütün bunlar, islâmi potansiyelin olanca gücü ile cahiliyeye karşı açık bir
biçimde harekete geçmesine engel oluyorlar. Buna göre bütün bu kuklaları
gerçek kimlikleri ile damgalayıp açığa vurmanın hiçbir sakıncası, hiçbir
vebalı olamaz.
İşte bu çekingenlik sayesinde sözkonusu maskeli
odaklar gerçek islâmi bilinçlenme çabalarının önüne, bu dinin geride kalan
köklerini de sökmeye girişen yirminci yüzyıl cahiliyesine karşı islâmın
olanca gücü ile harekete geçmesinin önüne engel diktikleri gibi islâmi
diriliş hareketlerine karşı tehlikeli bir zehirleme kampanyası
yürütmektedirler.
Benim görüşüme göre sözünü ettiğim budala islâm
davetçileri islâmi diriliş hareketleri için bu bilinçli islâm düşmanlarından
daha tehlikelidirler; bu dinin kalesini içinden yıkabilmek için adı geçen
kukla rejimlere, hareketlere, akımlara, geleneklere, düşüncelere ve değer
yargılarına sahte islâmi etiketler takan, onları kurup destekleri ile ayakta
tutan islâm düşmanları bile bu saf, sözde dostlar kadar islâmi dirilişin
serpilmesine zarar veremezler.
Gerek bu dinin özüne ve gerekse karşısındaki
cahiliye zihniyetinin içyüzüne ilişkin bilinç, müslümanların vicdanlarında
belirli düzeye çıktığı takdirde bu din, her zaman ve her yerde düşmanlarına
karşı sürekli biçimde galip gelir, üstün çıkar. Gerçi islâmın güçlü,
bilinçli ve eğitilmiş düşmanlarının varlığı onun için tehlike kaynağıdır.
Bunda kuşku yok. Fakat islâmın budala ve aldanmış düşmanlarının arzettiği
tehlike daha büyüktür. Çünkü bu budala dostlar, gereksiz çekingenliklere
kapılarak islâm düşmanlarını yanıltıcı yaftalar, aldatıcı tabelalar
arkasında mevzilenmelerine ve bu göz boyayıcı siperler arkasından islâma
ateş yağdırmalarına zemin hazırlarlar.
Dünyada insanları bu dine çağıranların ilk görevleri
yeryüzünün her tarafında bu dinin kökünü kazımak için kurulmuş olan cahiliye
rejimlerinin cephelerine takılan bu aldatıcı tabelaları indirmektir. Her
islâmi hareketin işe başlama noktası cahiliye zihniyetini sahte
üniformasından arındırarak onun asıl kimliği ile görünmesini,
gerçekte,olduğu gibi küfür ve müşriklik olarak algılanmasını, cahiliyenin
insanlara somut gerçekliği ile tanıtılmasını sağlamaktır. Ancak böylelikle
islâmi hareket, olanca gücü ile cahiliye zihniyetinin karşısına dikilebilir.
Hatta ancak bu yolla halk yığınları içine düştükleri durumun özünün farkına
varabilirler. Bu durum, hakim ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın
açıkladığı Kitap ehlinin durumunun aynısıdır. Belki bu uyarı halk
yığınlarını tutumlarını değiştirmeye sevkeder de bunun sonucu olarak yüce
Allah da onların pençesinde kıvrandıkları bozuk düzeni, mutsuzluğu ve ağına
takıldıkları acı azabı değiştirir.
Her yersiz çekingenlik, her biçime, görüntüye ve
kuru yaftaya kanan aldanış, dünyanın neresinde olursa olsun, her islâmi
hareketin başlama noktasını geriye atar; bu tür yanıltıcı yaftaları
ortalıkta gezdirmeye büyük bir özen gösteren bu dinin düşmanlarına komplo
düzenleme fırsatı hazırlar. Oysa bu din düşmanları, yakın yıllardaki...
hareketinin maskesi düştükten ve gerçek doğrultusu açıkça gözler önüne
serildiği için, inanç esasına dayalı islâm birliğinin son sembolünü ortadan
kaldırmasının arkasından kendi yönünde tek bir adım bile atamaz duruma
düştükten sonra bu maskeleme işine yeniden sarıldılar. O kadar ki, Wilfred
C. Smith gibi son derece kurnaz ve içi alabildiğine pislik dolu bir
hristiyan yazar "Yakın Tarihte İslâm" adlı eserinde... hareketinin yüzüne
yeniden maske takmaya, onun islâm dışı niteliğini reddetmeye, tersine onu
yakın tarihin en büyük ve en doğru islâmi hareketi (evet, öyle) olarak
tanıtmaya yeltenmiştir.
Bu surenin aşağıda okuyacağımız bölümünü oluşturan
ayetler, Bizanslılarla Yarımada'nın kuzeyindeki Arap yandaşlarına karşı
girişilecek savaşın yolu üzerinde bulunan engelleri bertaraf etme çabasını
sürdürüyorlar. Çünkü bu savaşa, yani Tebuk savaşına ilişkin seferberlik
çağrısı haram aylardan Recep ayında yapılmıştı. Fakat bu ters rastlantı,
özel bir durumdan kaynaklanıyordu. Şöyle ki: O yıl ki Recep normal zamanında
girmemişti. Bunun sebebi, aşağıda anlatacağımız gibi, okuyacağımız ayetlerin
ikincisinde değinilen "haram ayları başka aylara aktarma (nesiy)" uygulaması
idi. Elimizdeki belgelere göre o yılın Zilhicce ayı da normal zamanında
girmemişti, Zilhicce'nin yerine geçirilmişti. Bu durumda Recep ayı da
Cemeziyelaher ayının yerini almış oluyordu. Bu kargaşa, cahiliye
geleneklerindeki kargaşadan, bu toplumun yasaklarına sadece biçimsel olarak
bağlı kalmayı yeterli sayma ciddiyetsizliğinden, insan ürünü fetvaların ve
yorumların kaçınılmaz keyfiliğinden kaynaklanıyordu. Helâl ve haram kılma
yetkisini insanın iradesine havale eden cahiliye düzeninde bunun başka türlü
olması beklenemezdi.
Bu meselenin açıklaması şöyledir: Yüce Allah yılın
dört ayında savaşmayı yasaklamıştı. Bu savaş yasağı içeren dört ayın üçü
ardışık ve biri tek idi. Ardışık aylar Zilkaade, Zilhicce ve Muharrem
ayları, tek ay da Recep ayı idi. Anlaşılan bu yasak, Hz. İbrahim ile Hz.
İsmail -Allah'ın selâmı üzerlerine olsun zamanında Hacc'ın belirli aylardaki
farz oluşu ile birlikte konmuştu. Araplar Hz. İbrahim'in dinini büyük oranda
tahrif etmiş olmalarına ve islâmdan önce, cahiliye döneminde bu dinden
alabildiğine sapmış olmalarına rağmen, bu haram ayların içerdiği yasaklık
hükmüne uymaya devam ettiler. Çünkü bu yasak, Hacc sezonu ile sıkı sıkıya
ilişkili idi ve Hicazlılar'ın, özellikle Mekke halkının hayatı bu sezona
dayanıyordu. Bu aylarda savaş yasağı geçerli olmalı ve tüm Yarımada'yı
kapsayan güvenli bir barış ortalığa egemen olmalıydı ki, Hacc sezonu canlı
geçebilsin, bu süre boyunca serbestçe seyahat ve ticaret yapılabilsindi.
Savaş yasağına uyma kararlılığının altında yatan gerekçe bu idi!
Sonra kimi Arap kabilelerinin bu ayların yasaklığı
ile çelişen birtakım ihtiyaçları ortaya çıktı. O zaman şahsi arzuların oyunu
gündeme girdi. Bu oyunların sonucu olarak sözkonusu haram ayların herhangi
birinin helâl sayılmasına ilişkin fetva veren kimseler görüldü. Bu kimseler
bu helâl sayma işini, sözkonusu ayı bir yıl öne alarak ve ertesi yıl geriye
atarak gerçekleştiriyorlardı. Bu durumda haram ayların sayısı yine dört
olarak kalıyor, fakat ayların yıl içindeki yerleri değişiyordu. Yani yüce
Allah'ın az sonra okuyacağımız ilgili ayetteki deyimi ile "Müşrikler,
Allah'ın haram kıldığı ayları sayıca denk getirmek için bu ertelemeyi bir
yıl helâl sayarlarken bir sonraki yıl haram kabul ediyorlar"dı.
Bu hokkabazlığın sonucu olarak o yıl ne Recep ayı ve
ne de Zilhicce ayı gerçek zaman dilimlerini göstermiyorlardı. Recep ayı,
Cemazıyelaher ayının ve Zilhicce ayı da Zilkaade ayının yerine geçmişti.
Buna göre bu ayların sıralamadaki yerleri ile oynamanın sonucu olarak o
yılla Tebuk savaşına ilişkin seferberlik çağrısı görünüşte Recep ayında
meydana gelmesine rağmen aslında Cemazıyelaher ayında gerçekleşmiş oluyordu.
İşte bu olay üzerine az sonra okuyacağımız ayetler
indi. Bu ayetlerde sözünü ettiğimiz "ayların yerleri ile oynama (nesiy)"
hokkabazlığı yasaklanıyor ve bu uygulamanın ilke olarak yüce Allah'ın dinine
ters düştüğü açıklanıyor. Çünkü yüce Allah'ın dinine göre helâl ve haram
kılma yetkisi (daha doğrusu tümü ile yasa koyma yetkisi) yüce Allah'ın
tekelindedir ve yüce Allah'dan izinsiz bir biçimde bu yetkinin insanlar
tarafından kullanılması kâfirlik sebebi, hatta "kâfirlikte ileri gitme"
eylemidir.
Böylece hem bazı müslümanların vicdanlarını
gölgeleyen Recep ayının yasaklığının çiğnendiği yolundaki şüphe bulutları
dağıtılıyor, hem de bu inanç sisteminin son derece büyük bir önem verdiği
bir temel ilke belirlenmiş, tekrarlanarak vurgulanmış oluyordu. Bu ilkeye
göre helâllere ve haramlara ilişkin yasa koyma yetkisi sırf yüce Allah'ın
tekeline veriliyor ve okuyacağımız ayetlerin ilkinde yeralan "Allah'ın
gökleri ve yerleri yarattığı günden beri" ifadesi doğrultusunda bu yetki ile
tüm evrenin yapılanmasında egemen olan köklü yetki arasında sıkı bir ilişki
olduğu vurgulanıyor. Buna göre insanlar için yasa koyma yetkisi, insanlarda
dahil olmak üzere tüm evren için yasa koyma yetkisinin bir dalı, doğal bir
uzantısıdır. Bu ilkeden sapmak, bu evrenin yaratılışına ve yapısına ilişkin
temel ilkeye ters düşmektir ki, bu da "kâfirleri sapıklığa düşüren" onların
olduklarında "daha koyu kâfirler olmalarına yolaçan" bir eylemdir.
Okuyacağımız ayetlerde bir önceki bölümün ana
konusunu oluşturan bir başka gerçek dile getiriliyor. Bu gerçek şudur:
Yahudiler ile hristiyanlar (Kitap ehli) da müşriktirler, islâm düşmanı ve
cihad hedefi olmaları bakımından müşriklerle aynı kategoridedirler. Bu
yüzden müslümanlara yöneltilen savaş emri, bunların tümünü, yani hem
müşrikleri ve hem de Kitap ehlini kapsamına alır. Çünkü onlar da hep
birlikte müslümanlara karşı savaşıyorlar. Tarihin, tüm olayları ile
doğruladığı bu gerçeği, daha önce yüce Allah'ın sözleri haber veriyor. Bu
vurgulamalı ilahi açıklamalara göre müslümanlara karşı, müşrikler ile Kitap
ehli arasında hedef ve cephe birliği vardır, islâmla ve müslümanlarla
savaşmak sözkonusu olunca bu hedef ve cephe birliği onları hemen biraraya
getirir; daha önce aralarında varolan düşmanlıklar, sürtüşmeler ve
inançlarının ayrıntılarına ilişkin görüş farklılıkları hep birlikte
müslümanların üzerine çullanmalarına ve islâmın kökünü kazımak için ortak
eylemlere girişmelerine kesinlikle engel oluşturmaz.
Yahudiler ile hristiyanların öbür müşrikler gibi
müşrik olduklarına, bu iki müşrik kampı birlikte müslümanlara karşı
savaştıklarına göre, müslümanların da onları bir bütün halinde savaş hedefi
saymaları gerektiğine ilişkin gerçeğe, okuyacağımız ayetlerin gündeme
getirdiği ilk gerçeği de ekleyelim. Bilindiği gibi bu ilk gerçek haram
ayların sıralamadaki yerleri ile oynamanın "kâfirlikte ileri gitmek"
anlamına geldiği, bu hokkabazlığın yüce Allah'ın iznine dayanmaksızın yasa
koymaya yeltenme anlamına geldiği, bu girişimin de inanç kaynaklı kafirliğe
eklenen ve ona tuz-biber eken bir başka kâfirlik olduğu gerçeğidir. İşte bu
iki gerçek, okuyacağımız ayetler ile önceki ve sonraki ayetler arasında
köprü oluştururlar. Böylece meydana gelen bütünleşmiş ayetler bloku,
önerilen genel seferberliğin, hem Kitap ehlinin ve hem müşriklere karşı
harekete geçilmesini emreden savaş çağrısının önüne dikilen engelleri
bertaraf etmeye çalışıyor.
DEĞİŞMEYEN DOĞAL
YASALAR
36- Allah'ın gökleri
ve yeri yarattığı günden beri geçerli olan evrensel yasasına göre O'nun
katında ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. Bu dosdoğru
dindir. Sakın bu aylarda konmuş yasakları çiğneyerek kendinize
zulmetmeyiniz. Allah'a ortak koşanlar nasıl size karşı topyekün
savaşıyorlarsa, siz de onlarla topyekün savaşınız ve biliniz ki, Allah
kötülüklerden sakınanlarla beraberdir.
Bu ayet, zaman ölçüsünü, zaman dönüşümünü evrenin
doğasına, yaratılış olgusuna, yani göklerin ve yerin yaratılışı temeline
bağlıyor; değişmez ortada bir zaman dönüşümü (kronolojik dönüşümün) olduğunu
ve bunun on iki aya bölünmüş bulunduğunu belirtiyor. Bu ayların sayısının
değişmezliği, zaman dönüşünün değişmezliğine kanıt oluşturur. Buna göre
zaman dilimleri, dönüşüm devrelerinin birinde artıp öbüründe eksilmez. Bu
olgu, "yüce Allah'ın Kitabı'nda" yani evrenin düzenini dayandırdığı doğal
yasalar sisteminde yer tutmuştur. Evrenin düzeni ise değişmez, sapmaya
uğramaz, artış ve eksiliş göstermez. Çünkü değişmez kanunlara uygun olarak
ortaya çıkar. Bu determinist (gerekirci) süreç, yüce Allah'ın gökleri ve
yeri yarattığı gün yürürlüğe koyduğu evrene ilişkin yasal sistemdir.
Ayet, evrene ilişkin bu yasal sistemin
değişmèzliğini, haram ayların yasaklığını gerekçeye bağlamak ve bu yasağı
belirlemek amacı ile gündeme getiriyor. Yüce Allah, şöyle demek istiyor: Bu
belirleme ve bu yasak, yüce Allah'ın koyduğu evrensel yasaların bir parçası,
bir uzantısıdır ve o yasalar gibi kalıcıdır, onu arzulara göre tahrif etmek,
zaman süreci içindeki yerini oynatıp onu kâh öne almak ve kâh geriye atmak
doğru değildir. Çünkü bu yasak ve bu sınırlama, değişmez bir plâna göre
gerçekleşen ve sapmaz evrensel yasalar uyarınca oluşan zaman dönüşümüne
(kronolojik dönüşüme) benzer. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Bu dosdoğru dindir."
Yani bu din, yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı
günden beri işleyen ve o "gökler ile yer"in dayanağı olma işlevini sürdüren,
köklü evrensel yasalarla uyum halindedir.
Gördüğümüz gibi bu kısacık ayet, uzun ve
başdöndürücü bir anlamlar zinciri içeriyor. Bu anlamların hepsi birbirine
bağlı, hepsi birbirini çağrıştırıyor ve hepsi birbirini destekliyor. Bu
kısacık ayet, öyle çok sayıda evrensel gerçeği barındırıyor ki, deneysel
bilim, ancak son zamanlarda, kendi yöntemi ile, kendi çabaları ile, kendi
tecrübeleri ile onları yakalamaya çalışıyor. Bu kısacık ayet, evrenin
yaratılışına ilişkin doğal yasaları ile bu dinin temel ilkeleri ve farzları
arasında sıkı bir ilişki kuruyor. Amaç, bu dinin köklerinin derinliğini,
ilkelerinin kalıcılığını ve temellerinin öncesizliğin enginliği ile
kenetlenmişliğini vurgulamaktır. Ayet, bütün bunları yirmibir sözcüğün
anlatım sınırları içine sığdırıyor. O kelimeler gibi onlar insana ilk
bakışta sıradan, yalın, kolay anlaşılır ve tanıdık gibi görünüyorlar! Ayeti
okumaya devam edelim.
"Bu dosdoğru dindir. Sakın bu aylarda konmuş
yasakları çiğneyerek kendinize zulmetmeyiniz."
Yani yasakları, göklerin ve yerin dayanağını
oluşturan evrensel yasalara bağlı olan bu haram aylarda kendinize
zulmetmeyiniz. Bu evrensel yasalar, yüce Allah'ın evrenin yasa koyucusu
olduğu gibi, insanlar için de tek yetkili yasa koyucu olduğunu kanıtlarlar.
Yüce Allah'ın güven dönemi ve barış sezonu olmalarını dilediği bu aylara
ilişkin yasağı çiğneyerek sakın kendinize zulmetmeyiniz. Yoksa yüce Allah'ın
isteğine ters düşersiniz. Bu ters düşme eyleminin altında kendinize
zulmetmek yatar. Çünkü böylece kendinizi ahirette yüce Allah'ın azabının
kucağına atmış olur, dünyada da korkunun ve endişenin ağına kapılırsınız.
Sebebine gelince bu aylara ilişkin yasağı çiğnediğiniz takdirde yılın tüm
ayları ateşkessiz ve barışsız bir savaş cehennemine dönüşür. Okumaya devam
ediyoruz:
"Allah'a ortak koşanlar nasıl size karşı hep
birlikte savaşıyorlarsa, siz de onların tümüne karşı savaşınız."
Eğer müşriklerin tek taraflı saldırısına uğramış
değilseniz, onlarla savaşmayı haram aylar dışında kalan aylara rast
getiriniz. Fakat eğer bu aylarda onlar tarafından size bir saldırı
başlatılırsa o saldırıya hemen karşı koymanız gerekir. Çünkü bu durumda tek
taraflı olarak savaştan kaçınmak, yasakları çiğnetmemekle ve saldırgan, şer
kuvvetlerini durdurmakla görevli olan iyilikten yana güçleri zayıflatır. O
zaman da yeryüzü kargaşaya boğulur, ilahi kanunlara karşı serkeşlik
başgösterir. Buna göre haram ayların yasaklığını koruyabilmek için bu
aylarda girişilen saldırıyı geri püskürtmek gerekir. O zaman bu ayların
yasaklığı artık çiğnenmez, ihanete uğramaz. Evet:
"Allah'a ortak koşanlar nasıl size karşı hep
birlikte savaşıyorlarsa, siz de onların tümüne karşı savaşınız."
Onların tümüne karşı savaşınız. Hiçbir fertlerini ve
gruplarını savaş-dışı tutmayınız. Çünkü onlar sizin hepsinize karşı
savaşıyorlar; hiçbir ferdinizi, hiçbir grubunuzu hedef-dışı saymıyorlar.
Çünkü onlarla aranızdaki savaş aslında müşriklik ile Allah birliği inancı
arasındaki, kâfirlik ile müminlik arasındaki, doğru yol ile sapıklık
arasındaki bir savaştır. Bu savaş iki farklı kamp arasında, iki karşıt blok
arasında kopan bir savaştır. Bu iki kamp arasında sürekli barış
gerçekleşemez, tam bir ittifak kurulamaz. Çünkü bu iki karşıt kamp
arasındaki anlaşmazlık gelip-geçici ve ayrıntılardan kaynaklanan bir
uyuşmazlık değildir; aradaki anlaşmazlık bir çıkar çatışmasından
kaynaklanmıyor ki, çıkarlar arasında bir uzlaşmaya varmak mümkün olsun;
sözkonusu olan bir sınır anlaşmazlığı değil ki, aradaki sınırlar yeniden
çizilerek iş tatlıya bağlanabilsin.
Eğer islâm ümmeti, kendisi ile müşrikler (gerek
putperestler ve gerekse yahudiler ile hristiyanlar) arasındaki savaşın bir
ekonomik savaş ya da milli savaş veya toprak savaşı yahut stratejik bir
savaş olduğunu düşünür ya da yabancıların bu yoldaki telkinlerine kapılırsa
büyük bir yanılgıya düşmüş, neyin uğrunda savaştığının farkında olmamış
olur. Asla. Bu savaş, diğer her şeyden önce bir inanç savaşı ve bu inançtan
kaynaklanan bir sistemin yani bu dinin savaşıdır. O yüzden bu savaşta
arabuluculuklar bir işe yaramaz, ittifaklar ve siyasi manevralar ona çözüm
getirmez. Bu savaşın tek çözüm yolu cihaddır, savaşmaktır. Geniş kapsamlı
bir cihad ile dört-dörtlük bir savaşım. Bu yüce Allah'ın şaşmaz kanunudur;
göklerin ve yerin dayanağı olan evrensel yasasıdır. İnançlar, dinler,
vicdanlar ve kalpler de bu evrensel yasaya dayanırlar. Bu yasa, yüce
Allah'ın Kitabı'nda yeralmıştır ve gökler ile yerlerin yaratıldığı günden
beri işlerliğini sürdürmektedir.
Şimdi de bir sonraki ayeti incelemeye geçelim:
37- Haram aylardaki
savaş yasağını başka aylara aktarmak, ertelemek kâfirlikte daha ileri
gitmektir. Kâfirler bu yolla sapıklığa sürüklenirler. Onlar Allah'ın haram
kıldığı ayları sayıca denk getirmek için bu ertelemeyi bir yıl helâl
sayarlarken, bir sonraki yıl haram kabul ederler. Böylece Allah'ın haram
kıldığını helâl saymış olurlar. Yaptıkları çirkin işler kendilerine güzel
gösterildi. Allah kâfirler güruhunu kesinlikle doğru yola iletmez.
Aynı zamanda bir sahabi olan ünlü tefsir bilgini
Mücahid, bu ayetle ilgili olarak şu bilgiyi verir:
"Kinaneoğulları'ndan bir adam vardı, her yıl Hacc
mevsiminde eşeğinin sırtında Mekke'ye gelir ve şöyle derdi; `Ey ahali, ben
ne kınanırım, ne hayal kırıklığına düşürülürüm ve ne de sözüm reddedilir.
Biz bu yıl Muharrem ayının yasak sayılmasını ve Sefer ayının onun arkasından
gelmesini kararlaştırdık! Aynı adam ertesi yıl da gelir ve aynı girişi
yaptıktan sonra şöyle derdi; `Biz bu yıl Sefer ayının yasak ay olmasını ve
Muharrem ayının geriye atılarak bu aya aktarılmasını kararlaştırdık.' İşte
yüce Allah `Onlar, Allah'ın haram kıldığı ayları sayıca denk getirmek için
bu ertelemeyi bir yıl helâl sayarlarken bir sonraki yıl haram kabul ederler'
bu uygulamaya işaret ediyor. Yani Allah'ın haram kıldığı dört ayı denk
getirirler. Böylece Allah'ın yasağını çiğneyerek bu haram ayı bir sonraki
aya aktarırlardı.
Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem ise bu konuda şunları
söylüyor:
"Bu adam Kinaneoğulları'ndandı ve "Kalmes" lâkabı
ile anılırdı, cahiliye döneminde yaşamıştı. Araplar cahiliye döneminde haram
aylarda birbirlerine saldırmazlardı. Adam babasının katili ile karşılaşır,
fakat ona el uzatmazdı. Bu adam gelince taraftarlarına `Haydi bizimle sefere
çıkın' dedi. Karşısındakiler `Bu ay haram aylardan biridir' dediler. Adam
taraftarlarına şu karşılığı verdi; `Bu yıl, bu ayı gelecek aya aktarıyoruz.
Hem bu ay, hem de gelecek ay Sefer aylarıdır. Gelecek yıl her iki ayı da
Muharrem ayı sayarak bu yıl ki boşluğu doldurunuz.' Adam gerçekten böyle
yaptı. Ertesi yıl gelince adamlarına `Sefer ayında da kimse ile
savaşmayınız' dedi. Böylece Sefer ayını Muharrem ayı ile birlikte yasak ay
saymışlardı, her iki ay da Muharrem ayı olmuş oluyordu."
Okuduğumuz ayete ilişkin bu iki belge haram ayları
başka aylara ertelemenin iki farklı uygulamasına örnek oluşturur. İlk
örnekte Muharrem ayı yerine Sefer ayı haram ay olarak kabul ediliyor.
Böylece haram aylar sayısı dörde denk getiriliyor, ama Muharrem ayının
yasaklığı çiğnendiği için sözkonusu yasak aylar, yüce Allah'ın belirttiği
aylar olmuyor. İkinci uygulama örneğinde ise, bir yıl üç ay ve ertesi yıl
beş ay yasak ay sayılıyor, böylece iki yılda toplam sekiz yasak ay kabul
edildiği için her yıla ortalama dört yasak ay düşüyor. Ama bu yılların
ilkinde Muharrem ayının yasaklığı çiğnenirken ikincisinin de Sefer ayının
serbestliği ortadan kaldırılıyor!
Her iki uygulama da yüce Allah'ın yasağının
çiğnenmiş olması ve O'nun yasasına ters düşmesi bakımından;
"Kâfirlikte daha ileri gitmektir."
Çünkü bu hokkabazlık -yukarda söylediğimiz gibi-
inanca ilişkin kâfirliğin yanısıra Allah'ın yasa koyma yetkisini
gasbetmekten doğan bir başka kâfirlik içerir. Ayeti okumaya devam edelim:
"Kâfirler bu yolla kâfirliğe sürüklenirler."
Bu uygulamaların içerdiği oyunbazlık, tahrifçilik ve
düzenbazlık aldatır onları. Okumayı sürdürüyoruz:
"Yaptıkları çirkin iş kendilerine güzel gösterildi."
Bu aldanmalarının sonucu olarak yaptıkları çirkin
işi güzel olarak görürler, sapıklığın iğrençliği kendilerine çekici görünür.
Bu davranışları yüzünden içine düştükleri sapıklığı ve ısrarlı kâfirliği
kavrayamazlar. Ayetin sonunu okuyoruz:
"Allah, kâfirler güruhunu kesinlikle doğru yola
iletmez."
Onlar kalplerini doğru yolun ışığına kapatmışlar,
doğru yola iletecek kanıtların kalplerine girmesine engel olmuşlardır. Bu
tutumlarının sonucunda yüce Allah tarafından ağlarına takıldıkları
karanlıkta ve sapıklık içinde debelenmek üzere bırakılmayı haketmişlerdir.
Surenin aşağıdaki kesitini oluşturan ayetlerin Tebuk
savaşına ilişkin genel seferberlik çağrısından önce inmiş olması kuvvetle
muhtemeldir. Şöyle ki; o sırada Bizanslıların, müslümanların üzerine yürümek
üzere Şam dolaylarında yığınak yaptıkları, İmparator Heraklius'un
adamlarının yanına bir yıllık erzak verdiği; Lehm, Cezzam, Amile ve Gassan
adlarındaki Arap kabilelerinin Bizans ordusuna katıldıkları ve bu birleşik
düşman güçlerinin öncü birliklerini Şam'a bağlı Belka eyaletine
sevkettikleri haberi Peygamberimize ulaşmıştı. Bu haber üzerine
Peygamberimiz genel seferberlik ilan ederek müslümanları, Bizanslılara karşı
yapılacak savaşa katılmaya çağırdı.
Peygamberimiz çoğunlukla bir savaşa giderken başka
bir yolculuğa çıkmış gibi görünür, böylece düşmanı yanıltmaya çalışırdı.
Fakat bu savaş için sefere çıkarken böyle şaşırtmacaya başvurmadı. Açıkça
sefere çıktı. Çünkü savaş yeri ile Medine arasındaki mesafe oldukça uzaktı
ve dönem de zor bir dönemdi. Sebebine gelince, bu seferberlik mevsimin son
derece sıcak aylarına rastlamıştı; gölgeliklerin arandığı, meyvaların
olgunlaştığı ve insanların evlerinde oturmayı cazip gördükleri günleri
yaşanıyordu.
Bu yüzden o günlerde müslüman toplumda bu surenin
tanıtma yazısında açıklamaya çalıştığımız rahatsızlık alâmetleri su yüzüne
çıkmaya başladı. Bu arada münafıklarda boş durmuyor, ellerine geçen bu
fırsattan yararlanarak bozgunculuk tohumları ekiyorlardı. Müslümanlara "Bu
sıcakta sefere çıkmayın" diyorlardı, bununla da yetinmeyerek onları savaş
yerine kadar aşılması gereken yolun uzaklığı ile ve öteden beri yüreklere
sinmiş olan Bizans fobisi ile korkutuyorlardı. Bu değişik faktörlerin tümü,
bazı müslümanlar üzerinde etkili olmuş ve onları sefere katılma işini
ağırdan alma isteksizliğine sürüklemişti. İşte okuyacağımız ayetler bazı
müslümanlardaki bu rahatsızlıkları gündeme getirerek bu rahatsızlıklara
çözüm getirmeyi amaçlıyordu.
YERE MIHLANIP
KALANLAR
38- Ey mü'minler,
size ne oldu da "Allah yolunda savaşa çıkınız " dendiğinde yere çakıldınız.
Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz? Oysa dünya hayatının hazzı,
ahiretin hazzı yanında pek azdır.
39- Eğer savaşa
çıkmazsanız Allah sizi acıklı bir azaba uğratarak yerinize başka bir toplum
getirir. Siz Allah'a hiç bir zarar dokunduramazsınız. Çünkü Allah'ın gücü
her şeyi yapmaya yeter.
40- Peygamber'e
yardım etmezseniz, biliniz ki, kâfirler O'nu Mekke'den çıkardıklarında iki
kişiden biri olarak mağaradayken Allah O'na yardım etmişti. Hani O
arkadaşına "Üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu. Allah O'nun kalbine
güven duygusu indirmiş, kendisini göremezliğiniz askerler ile desteklemiş,
böylece kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın sözüdür. Allah
üstün iradelidir ve her yaptığı yerindedir.
41- Kolayınıza da
gelse zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız, Allah yolunda mallarınızla
ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Bu ayetlerde savaşa katılmak istemeyenlere, Allah
yolunda cihad etme görevini ağırdan alanlara yönelik azarların ve
tehditlerin ilk cümleleri ile karşılaşıyoruz. Onlara hatırlatılıyor ki, yüce
Allah, henüz kendilerinin hiçbiri ortada yokken Peygamberimize yardım etmiş,
O'nu desteklemişti. Buna göre şimdi de onların hiçbir katkısı olmasa bile
O'na yeniden yardımını ve desteğini gönderebilirdi, bunu yapmak yüce
Allah'ın gücü dahilinde idi, fakat o zaman bu ağır canlıların payına, sadece
savaşa katılmamalarının, görevlerinden kaçmış olmalarının günahı ve
sorumluluğu düşerdi. Şimdi bu ayetleri incelemeye girişelim:
"Ey mü'minler, size ne oldu da `Allah yolunda savaşa
çıkınız' dendi inde yere çakıldınız."
Bazı müslümanların adeta "yere mıhlanma"larına
yolaçan bu ağırlık toprağın ağırlığı, toprağa dönük arzuların, toprak
kaynaklı düşüncelerin ağırlığıdır. Can korkusunun ağırlığı, mal korkusunun
ağırlığı, dünya hazlarından, dünya çıkarlarından, dünya nimetlerinden yoksun
kalma endişesinin ağırlığıdır bu. Rahatın, huzurun ve istikrarın ağırlığıdır
sözkonusu olan. Ağır canlılığın sebebi geçici hazların, sınırlı ömrün, kısa
vadeli amaçların; başka bir deyimle etin, kanın ve toprağın ağırlığıdır.
Bütün bu çağrışımları zihnimizde canlandıran kaynak,
ayetteki "yere çakıldınız" deyiminin sözlerinden dalga dalga yayılan
titreşimlerdir. (Ayette geçen bu deyimin Hafs tarafından uygun görülen okuma
bilincini diğer okuma tarzlarına göre bu anlam inceliklerini daha etkili
biçimde ifade ediyor.) Bu deyim yaydığı ürpertici titreşimlerle yere
mıhlanıp kalmış ağır bir insan gövdesini somutlaştırıyor, gözlerimizin önüne
getiriyor. Bu uyuşuk gövdeyi birileri zorla yukarıya kaldırıyorlar, fakat o
yine ellerinden kurtulup tüm ağırlığı ile yere düşüyor. Deyim, bu anlamı, bu
çağrışımı içerdiği sözlerin titreşimli mesajları aracılığı ile ifade ediyor.
Bu deyimde her şeyi aşağılara indiren, ruhların uçucu şeffaflığına ve
özlemlerin kanat çırpan atılımına karşı direnen "yerçekimi"nin somut
bağımlılığı ile yüzyüze geliyoruz.
Allah yolunda cihada koşmak yer çekiminin
zincirinden kurtulmaktır; etin ve kanın ağırlığını aşmak, etkisiz hale
getirmektir; insan olmanın yüce anlamını gerçekleştirmektir; insanın
mayasında saklı duran özlemin, idealizmin, "bağımlılık" ve "zorunluluk,
endişelerini yenilgiye uğratmasıdır; ölümsüzlüğün sürekliliğine göz
dikmektir; sınırlı geçiciliğin bağlarından kurtuluştur. Ayetin sonunu
okuyoruz:
"Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz?
Oysa dünya hayatının hazzı, ahiretin hazzı yanında pek azdır."
Kim yüce Allah'a inandığı halde O'nun yolunda cihad
etmekten geri kalırsa o kimsenin inancında mutlaka bir bozukluk, imanında
mutlaka bir zayıflık vardır. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- bu konuda şöyle buyuruyor:
"Kim, herhangi bir savaşa katılmaksızın ya da
savaşma arzusunu içinden geçirmeksizin ölürse, münafıklığın türlerinden
birini içinde taşıyarak ölmüş olur."
Münafıklık, imanın sağlamlığını ve olgunluğunu
engelleyen, yabancı ve aykırı bir unsurdur. Bu karşıt unsur, yüce Allah'a
inandığını iddia eden kişiyi O'nun yolunda cihad etmekten alıkor; eğer
savaşa katılırsa öleceği ya da yoksul düşeceği korkusunu kalbine aşılar.
Oysa ömürlerin sürelerini belirleyen yüce Allah olduğu gibi, insanların
rızıklarını veren de O'dur ve dünya hayatının mutluluğu, hazzı, ahiret
mutluluğunun yanında son derece sönük kalır.
Bundan dolayı bir sonraki ayette, savaş çağrısına
olumlu karşılık vermeme eğiliminde olan müslümanlara tehdit içerikli bir
hitap yöneltiliyor. Okuyoruz:
"Eğer savaşa çıkmazsanız, Allah sizi acıklı bir
azaba çarptırarak yerinize başka bir toplum getirir. Siz Allah'a hiçbir
zarar dokunduramazsınız. Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter."
Gerçi bu ilahi hitap belirli bir ortamda, belirli
bir insan grubuna yöneltilmiştir. Fakat hitabın içeriği geneldir, Allah'a
inanan herkesi kapsamına alır. Yüce Allah'ın bu kimseleri, kendisi ile
tehdit ettiği "azap" sadece ahiret azabı değildir, bu tehdidin içine dünya
azabı da girer. Çünkü cihad etmekten, islâmın düşmanlarına karşı çıkmaktan
kaçınanlar onurlarını ve saygınlıklarını yitirirler, düşmanlarının çizmeleri
altına düşerler, yurtlarının gelir kaynaklarından ve hammaddelerinden
yararlanma imkânından yoksun kalırlar. Bütün bunların yanısıra cihadda ve
savaşta uğrayacakları can ve mal kaybının kat kat fazlasını kaybetmekten
kurtulamazlar; gönüllü bir onur savaşının kendilerinden beklediği
fedakârlıkların kat kat fazlasını onursuzluk canavarına sunmak zorunda
kalırlar. Hangi ümmet cihadı terketmiş ise, yüce Allah o ümmetin alnına
onursuzluk, haysiyetsizlik damgasını vurmuştur. Bu ümmet, düşmana karşı
erkekçe savaşmanın omuzlarına bindireceği yükümlülükleri kat kat aşan ağır
bir faturayı, boynu büküklüğün utandırıcı baskısı altında ister-istemez,
karşılarına mertçe çıkamadığı düşmanlarına ödemek mecburiyetinde kalmıştır.
Böyle bir ümmetin uğrayabileceği bir başka bahtsızlık da şudur:
"Allah, yerinize başka bir toplum geçirir."
Bu toplum, inançlarının gereğini yerine getiren ve
onurlarının faturasını ödemekten çekinmeyen kimselerden oluşur, onlar bunun
sonucu olarak Allah'ın düşmanlarına karşı üstünlük kurarlar. Ayeti okumaya
devam ediyoruz.
"Siz Allah'a hiçbir zarar dokunduramazsınız."
Size hiçbir önem verilmez, hiçbir ağırlık tanınmaz.
Yapılmış hesapları ne öne aldırabilirsiniz ve ne de geriye attırabilirsiniz.
"Neden?" derseniz;
"Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter."
Sizi ortadan kaldırmak, yerinize başka bir mü'min
toplumu geçirmek, sizi plânlarının ve hesaplarının dışına atmak yüce Allah
için kesinlikle zor bir iş değildir!
"Yerçekimi" gücünün üzerine yükselmek, insan
nefsinin zaafını aşmak insanı insan yapan onurlu varlığının kanıtlanmasıdır,
aynı zamanda hayatın yüce anlamı ile "hayat"tır. Buna karşılık toprağa
çakılmak ve fobilerin, korkuların tutsağı olmak insanı insan yapan
varlığının yokedilmesidir. Bu da yüce Allah'ın ölçüsü ile ve insanı diğer
canlılardan ayırıp yücelten ruhun hesabına göre tükeniştir, kayboluştur.
Yüce Allah; savaştan kaçma eğiliminde olan
müslümanlara, bir sonraki ayette, yakın tarihlerinin hepsi tarafından
bilinen yaşanmış olaylarından örnek gösteriyor. Bu örneklere göre yüce
Allah, henüz onların yardımı ve desteği devreye girmemişken, Peygamberimize
yardım etmiş, O'nu düşmanlarına karşı üstün getirmişti. Zafer ve başarı yüce
Allah'ın tekelindedir, O onu dilediğine verir. Okuyoruz:
"Peygamber'e yardım etmezseniz, biliniz ki, kâfirler
O'nu Mekke'den çıkardıklarında iki kişiden biri olarak mağaradayken Allah
O'na yardım etmişti. Hani O arkadaşına "Üzülme, Allah bizimle beraberdir"
diyordu. Allah O'nun kalbine güven duygusu indirmiş, kendisini göremediğiniz
askerler ile desteklemiş, böylece kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan
yalnız Allah'ın sözüdür. Allah üstün iradelidir ve her yaptığı yerindedir."
Bu ayetin anlattığı olay, Kureyşliler'in
Peygamberimizi iyice sıkıştırdıkları sırada meydana geldi. Kaba güç, karşı
koyamadığı ve etkinliğine tahammül de edemediği doğru söze karşı her zaman
aynı sindirme metodlarına başvurur. Evet, Kureyşliler düzenledikleri gizli
toplantıda Peygamberimizden kurtulmayı, (bunun için varlığını ortadan
kaldırmayı) kararlaştırdılar. Yüce Allah, onların bu kararından
Peygamberimizi haberdar ederek Mekke'den çıkmasını emretti. Bunun üzerine
Peygamberimiz yola çıktı, yanında sadece dostu Hz. Ebu Bekir vardı. Ne
ordusu ve ne de silahı vardı. Düşmanları kalabalıktı, savaş güçlerinin
üstünlüğü tartışılmazdı.
Ayetin akışı içinde Peygamberimiz ile dostu Ebu
Bekir'in bu garip yolculukları, somut bir sahne aracılığı ile gözlerimizin
önüne getiriliyor. Okuyoruz:
"Hani onların ikisi mağarada idiler."
Kureyşliler de peşlerine düşmüş, izlerini
sürüyorlardı. Hz. Ebu Bekir, o kritik saatlerde endişelidir. Endişesinin
konusu kendisi değil, arkadaşıdır. Allah düşmanları, varlıklarının farkına
varacaklar ve sevgili dostunun canına kıyacaklar diye korkuyor. O sırada
endişe dolu bir sesle Peygamberimize şöyle fısıldıyor; "Eğer kapıdakilerden
biri ayağının ucuna baksa bizim ayaklarının altında olduğumuzu görüverecek!"
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın kalbine indirdiği
huzurun rahatlığı içindedir, dostunun korkusunu dağıtmak ve gönlüne güven
serpmek üzere ona şu karşılığı veriyor; "Ya Ebu Bekir, sen bu iki kişiyi ne
sanıyorsun? Onların üçüncüsü Allah'tır."
Peki en sonunda ne oldu? Maddi gücün tümü karşı
tarafta, Peygamberimiz ile dostu bu güçten tamamen yoksun oldukları halde
nasıl bir âkıbetle karşılaşıldı? Zafer, yüce Allah'ın, insan gözü ile
görünmez askerlerle desteklendiği tarafın oldu; kâfir ise bozguna,
utandırıcı ve onur kırıcı bir yenilgiye uğradılar. Okuyalım:
"Allah, kâfirlerin sözünü alçalttı."
Yüce Allah'ın sözü ise yüce doruklardaki güçlü ve
geçerli konumunu korudu. Okuyoruz:
"Yüce olan, yalnız Allah'ın sözüdür."
Bu cümleyi "Yüce Allah'ın sözü üstün geldi" anlamını
verecek biçimde okuyanlar da vardır. Fakat bizim mushafımızda benimsenen
okuma biçiminin verdiği anlam daha güçlüdür. Çünkü bu okuma biçimi, cümlenin
anlamına "belirlilik" ve `kalıcılık" katmaktadır. Yani yüce Allah'ın sözü,
doğal olarak ve ilke bazında üstündür, belirli bir itici desteğine muhtaç
değildir. "Yüce Allah üstün iradelidir" dostlarını kesinlikle yüzüstü
bırakmaz; "Her yaptığı yerindedir". Zaferi hakedenlerin, onu elde edecekleri
uygun zamanı önceden plânlar.
Bu ayetin anlattığı olay, yüce Allah'ın,
Peygamberimize ve kendi sözüne sağladığı desteği gözler önüne seren çarpıcı
bir örnektir. Yüce Allah, aynı yardımı başka toplumların eli ile
tekrarlayacak güçtedir. Fakat bu toplum, savaşa çağrılınca "yere çakılan",
işi ağırdan alan kimselerin oluşturduğu bir toplum olmayacaktır. Bu olay,
yüce Allah'ın sözünün ötesinde başka bir kanıta ihtiyaç duyanlar ïçin,
yaşanmışlığın inandırıcılığını yansıtan pratik bir örnektir.
Bir sonraki ayet, müslümanları, bu pratik ve
etkileyici örneğin yol gösterici ışığı alımda genel seferberliğe çağırıyor.
Eğer onlar hem bu dünyadaki ve hem de ahiretteki iyiliklerini ve
mutluluklarını istiyorlarsa, bu çağrıya koşmalarını hiçbir gerekçe
engellememeli, hiçbir sürpriz gelişme savaş kafilesine katılmamalarına
yolaçmamalıdır. Okuyoruz:
"Kolayınıza da gelse, zorunuza da gitse, mutlaka
sefere çıkınız; Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad ediniz. Eğer
bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır."
Ne durumda olursanız olunuz, savaşa çıkınız;
canlarınızı ve mallarınızı ortaya koyarak cihad ediniz. Bahanelere ve
mazeretlere sığınmayınız. Engellerin ve kaytarıcılıkların tutsağı olmayınız.
Çünkü;
"Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır."
Samimi mü'minler bu hayrı ve yararı iyi kavradılar
ve bu bilincin coşkusu ile savaşa koştular. Yolları üzerine dikilen
engellere aldırış etmediler. İleri sürebilecekleri birçok gerçek
mazeretlerine sığınmaya yanaşmadılar. Bu fedakârlıklarının sonucunda yüce
Allah, onlara hem kalplerin ve hem de ülkelerin kapılarını açtı; onlar eli
ile kendi sözünü yüceltirken, bir yandan da kendi sözü aracılığı ile onları
yüceltti, onların bileklerinin gücü ile fetihler tarihinde inanılmaz sayılan
destanları gerçekleştirdi.
Şimdi bu destan kahramanlarının yüreklerindeki cihad
coşkusunu kanıtlayan belgelerden birkaç örnek sunuyoruz:
Bir gün Ebu Talha, Tevbe suresini okuyordu. Sıra bu
ayete gelince oğullarına dönerek, "Görüyorum ki, Rabbimiz genç-yaşlı ayırımı
yapmaksızın, hepimizi savaşa çağırıyor. Çabuk, silahımı ve teçhizatımı
getirin" dedi. Bunun üzerine oğulları kendisine "Allah'ın rahmeti üzerine
olsun. Sen önce Peygamberimiz ile birlikte, arkasından Ebu Bekir'in
yanıbaşında ve sonra da Ömer ile beraber ölümlerine kadar savaştın. Şimdi
bırak da senin yerine biz savaşalım" dediler. Fakat Ebu Talha, oğullarını
dinlemedi, hemen deniz seferine katıldı, gemi denizde yolalırken ölüverdi,
ölüsünü toprağa verecekleri bir adacık bulamadılar, böylece dokuz gün
ölüsünü gemide tuttular, bu süre içinde cesedinde herhangi bir bozulma
emaresi görülmedi, sonunda adaya çıkınca, cesedini toprağa verdiler.
Tarihçi İbn-i Cerir'in bildirdiğine göre, Ebu Reşid
Harranı şöyle diyor: "Bir defasında Peygamberimizin süvarisi Mikdad b. Esved
ile karşılaştım. 'Bir kuyumcu sandığı üzerinde oturuyordu. Vücudun bazı
kemikleri dışarıya uğramıştı, buna rağmen savaşa katılmak istiyordu.
Kendisine `Amcacığım, yüce Allah seni bu işten mazur gördü' dedim. Bana
`Bize Beus (mücahidleri coşturan) sure geldi.' karşılığını verdi.
(Elimizdeki belgelere göre "Tevbe" suresi çeşitli bir adlarla anılır: Bu
adlardan bazıları şunlardır: Münafıkların gizil duygularını açığa çıkardığı
gerekçesi ile "Fadıha", kalplerdeki kötü niyetlerden nefret ettirdiği için
"Muneffire", yine kalplerdeki saklı duyguları deştiği gerekçesi ile
"Mubasıra", yine gönüllerin barındırdığı sırları meydana çıkardığı için
"Muahbire", mü'minlerin duygularını alevlendiren özelliği yüzünden "Musıre",
mü'min savaşçılara coşku aşıladığı için "Beus". Bunların yanısıra, bu
surenin "Mudemmire (kahredici)", "Muhziye (rezil edici)", "Munekkile (cezaya
çarptırıcı)", "Muşerride (perişan edici)" gibi adlarına da rastlanmıştır.)
Bu sözü ile Tevbe suresindeki `Kolayınıza da gelse, zorunuza da gitse
mutlaka sefere çıkınız' diye başlayan ayeti kasdediyordu."
Yine İbn-i Cerir'in bildirdiğine göre, Hayyan b.
Zeyd Şarabî şöyle diyor: "Humus valisi Safvan b. Amr ile birlikte bir sefere
katılmıştık. Bu zat daha sonra halkı cercemelerden oluşan Efsus şehrinin
valiliğine atanmıştı. Sefer sırasında çok yaşlı bir ihtiyarla karşılaştım,
yaşlılığın erittiği vücudu küçülmüştü, kaşları gözlerinin üzerine inmişti,
Demek (Şam)'li idi, cepheden yeni dönmüştü, henüz binek hayvanından yere
inmeye fırsat bulamamıştı. Yanına yaklaşarak `Amcacığım, Allah seni bu işten
mazur tuttu' demem üzerin bana şu karşılığı verdi:
`Yeğenim, yüce Allah "zorumuza da gitse, kolayımıza
da gelse" bizi savaşa katılmaya çağırdı. Haberin olsun, Allah kimi severse
onun başına belâ verir sonra da onu belânın içinden çıkararak afiyete
erdirir. Allah şükreden, sabreden, Rabbini hatırından çıkarmayan ve O'ndan
başka hiç kimseye kulluk etmeyen kullarını belâ sınavından geçirir."
İşte yüce Allah'ın sözlerini böylesine bir
ciddiyetle tutup uygulayan kahramanların fedakâr gayretleri sayesinde islâm
dünyanın her tarafına yayılarak insanları kula kulluğun tutsaklığından
kurtarıp ortaksız Allah'ın kulu olmanın özgürlüğüne kavuşturdu. Yine bu
ciddi bağlılığın sürekli coşkusu sayesinde tarihte okuduğumuz o olağanüstü
ve eşsiz kurtuluş zaferleri gerçekleşti.
KİŞİLİGİNİ MENFAATLE
YOĞURANLAR
Burada toplumun zaaf olan unsurlarından söz
edilmektedir. Safların yarılmasına neden olan gruplardan ve özellikle de
münafıklardan bahsedilmektedir. Bunlar, islâmın üstün gelip yayılmasından
sonra, islâm adını maske olarak kullanarak müslümanların safları arasına
sızmışlardır. Sürekli güven içinde yaşamayı ve kazanç elde etmeyi
planladıkları için onları, bu planları islâma baş eğmeye zorladı.
Müslümanların saflarına karşı dışardan düzenledikleri oyunlar, hileler
etkisiz kaldıktan sonra, bu sefer içeriden onlara karşı hileler, tuzaklar
kurmaya başladılar.
Bu bölümde, surenin giriş kısmında kendisinden söz
ettiğimiz olayların hepsini Kur'an'ın üslubunun tasvir ettiği biçimde
göreceğiz. Daha önce giriş kısmında yaptığımız açıklamanın ışığı altında
meselenin net bir şekilde anlaşılacağını sanıyorum:
42- Eğer yakın
vadeli bir kazanç ve kısa bir yolculuk sözkonusu olsaydı, mutlaka peşinden
gelirlerdi. Fakat bu sıkıntılı yolculuk onlara uzun geldi. Allah adına yemin
ederek, "Eğer gücümüz yetseydi, kesinlikle sizinle birlikte sefere
çıkardık"diyerek kendilerini mahvedecekler. Oysa Allah biliyor ki, onlar
yalan söylüyorlar.
43- Allah affetsin
seni. Kimlerin doğru söylediği belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduğunu
belirleyinceye kadar onlara niçin izin verdin?
44- Allah'a ve
ahiret gününe inananlar, malları ile ve canları ile cihad etmekten geri
kalmak için senden izin istemezler. Allah kötülükten sakınanları bilir.
45- Senden savaştan
muaf tutulmaları yolunda izin isteyenler, Allah'a ve ahiret gününe
inanmayanlar, kalpleri kuşkuya kapılıp bu kuşkuları içinde bocalayanlardır.
46- Eğer onlar
sefere çıkmak isteselerdi, bunun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah,
sefere çıkmaya kalkışmalarını istemediği için onları böyle bir girişimden
alıkoydu. Kendilerine "Kadın, çocuk, yaşlı, hasta gibi) savaşma gücünden
yoksun kimselerle birlikte siz de evlerinizde oturunuz " dendi.
47- Eğer sizinle
birlikte sefere çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı,
sizi birbirinize düşürmek için aranıza atılacaklar, balıklama dalacaklardı.
Aranızda onların sözlerine kulak verecekler de vardı. Allah zalimlerin
kimler olduğunu bilir.
48- Onlar daha önce
de fitne çıkarmak istemişler, sana karşı çeşitli entrikalar çevirmişlerdi.
Sonunda gerçek geldi ve onların istememesine rağmen, Allah'ın emri üstün
çıktı.
Eğer yapılan iş, bu dünyanın kazanç getiren
işlerinden biri olsaydı, sefer de kısa mesafeli ve akıbeti tehlikeli olmayan
bir yolculuk olsaydı, peşinden gelirlerdi. Fakat bu sefer, hayli zor ve uzun
mesafelidir. Bu seferde iradesi zayıf, arzuları ve istekleri dağınık
insanlar isteksizlik duyarlar. Bu tehlikeli bir iştir. Ürkek ruhlular,
korkak kalpliler bu durumda endişeye kapılırlar. Bu öyle yüce ve üstün bir
ufuktur ki, onun karşısında zayıf iradeli, ürkek bünyeli insanlar sönüp
giderler.
Bu, insanlık tarihinde benzerleri her zaman
görülecek olan bir insan tipidir. Kur'an-ı Kerim bu tipi birkaç ölümsüz
sözle tasvir etmektedir:
"Eğer yakın vadeli bir kazanç ve kısa bir yolculuk
sözkonusu olsaydı, mutlaka peşinden gelirlerdi. Fakat bu sıkıntılı yolculuk
onlara uzun geldi."
Onlar çoğunlukla yüce ve onurlu ufuklara yükselen
yoldan uçuruma yuvarlanmış kimselerdir. Onlar çoğunluk yolun uzunluğu
nedeniyle yorgun düşmüş, kervandan geri kalmış, basit bir mala veya ucuz bir
arzuya ilgi duymuş kimselerdir. Onlar insanlığın her yerde ve her zaman
bilip tanıdığı çoğunluktur. Onlar herhangi bir dönemde ortaya çıkmış geçici
bir azınlık değildir. Her yerde ortaya çıkan, görülebilen tiplerdir. Onlar
birtakım çıkarlar elde ettiklerini, arzularına ulaştıklarını, pahalı bir
fiyat ödemekten kurtulduklarını zannetseler de hayatın kenarında yaşarlar.
(İğreti bir hayat yaşarlar) Çünkü az bir para ile ancak çok değersiz ve ucuz
bir şey alınabilir.
"Allah adına yemin ederek, "Eğer gücümüz yetseydi,
kesinlikle birlikte sefere çıkardık" derler..."
İşte bu, her zaman zaafla yanyana bulunan yalandır.
Ancak zayıf insanlar yalan söyleyebilirler. Evet, bazı zamanlarda kendisini
güçlü kuvvetli olarak görse de, zayıf olan insandan başkası yalan söylemez.
Güçlü olan mertçe karşı koyar. Zayıf olan ise, idare eder. Bu kural, hiçbir
durumda ve hiçbir günde şaşmış değildir...
"Kendilerini mahvedecekler."
Bu yemin ile ve bu yalan ile... Onlar bu şekilde
davranmakla insanların katında bir kurtuluş yolu bulduklarını sanıyorlar.
Halbuki Allah gerçeği biliyor. Bu gerçeği insanlara açıklıyor. Dolayısıyla
yalancı insan, dünyada bile yalanı yüzünden mahvoluyor. İnkâr etmenin fayda
vermeyeceği ahiret gününde ise, bir daha mahvolacak.
"Oysa Allah biliyor ki, onlar yalan söylüyorlar."
"Allah affetsin seni. Kimlerin doğru söyledikleri
belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduklarını belirleyinceye kadar onlara
niçin izin verdin?"
Bu, yüce Allah'ın peygamberine lütfudur. Ona
serzenişte bulunmadan önce, onu affettiğini bildiriyor. Çünkü bazı savaşa
çıkmak istemeyenler, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- izninin
arkasına sığınarak, ona birtakım mazeretler ileri sürerek, evlerinde
oturmuşlardı. Onların bu mazeret ileri sürmelerinde doğru mu, yalan mi
söyledikleri ortaya çıkmadan peygamber mazeretlerini kabul etmişti. Çünkü
onlar, peygamber izin vermese dahi savaştan geri kalacaklardı. O zaman da
gerçek kimlikleri ortaya çıkacak, ikiyüzlülük maskeleri düşecekti. İnsanlar
onların ne tür bir yapıya sahip olduklarını göreceklerdi. Peygamberin
izninin ardına gizlenemeyeceklerdi.
Böyle olmayınca, Kur'an-ı Kerim onların kimliklerini
ortaya çıkarmayı bizzat kendisi üstlendi. Mü'minleri ve münafıkları
birbirinden ayıracak ilkeleri bizzat kendisi belirledi:
MUTLAK AYIRAÇ
"Allah'a ve ahiret gününe inananlar, malları ve
canları ile cihad etmekten geri kalmak için senden izin istemezler. Allah
kötülükten sakınanları bilir." "Senden savaştan muaf tutulmaları yolunda
izin isteyenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar, kalpleri kuşkuya
kapılıp bu kuşkuları içinde bocalayanlardır."
İşte bu şaşmayan bir ilkedir. Allah'a iman edenler,
mükafat ve ceza gününe inananlar, cihad görevlerini yapmaktan kaçarak
kendilerine izin verilmesini istemezler. Can ve malla Allah yolunda savaşa
çıkma çağrısını yapan davetçinin çağrışım, kulak ardı etmek istemezler.
Aksine piyade, süvari demeden, Allah'ın kendilerine
emrettiği biçimde, O'nun yolunda savaşa koşarlar. Emrine bağlılık, O'nun
buluşmaya ilişkin vadine kesin inanç, cezasına ve mükafatına tam bir güven
ile, O'nun rızasını elde etmek için, hem de bu eylemi kendi istekleriyle
gönüllü olarak yaparlar. İzin verilmesini istemek bir yana, savaşa teşvik
edilmeye bile ihtiyaçları yoktur onların. Ancak kalpleri kesin imandan
boşalmış insanlar izin isterler. Böyleleri gönülsüz hareket ederler. Mazeret
bulmaya çalışırlar. Dış görünüş olarak bağlılıklarını ileri sürdükleri inanç
sisteminin getirdiği yükümlülüklerle, bu yükümlülükleri yerine getirme ile
kendileri arasında herhangi bir engel bulup buluşturmaya çalışırlar. Onlar
bu inançları hususunda dahi kuşkuludurlar ve onlar işte bu kuşku içinde
debelenip durmaktadırlar.
Allah'a giden yol, hiç kuşkusuz apaçık ve
dosdoğrudur. Bu yolu bilmeyen veya bildiği halde yolun zorluklarına
katlanmak istemediği için başka taraflara çekmeye çalışandan başkası, bu
konuda tereddüt geçirmez ve takılıp kalmaz!
Allah'a giden yol, hiç kuşkusuz apaçık ve
dosdoğrudur. Bu yolu bilmeyen veya bildiği halde yolun zorluklarına
katlanmak istemediği için başka taraflara çekmeye çalışandan başkası, bu
konuda tereddüt geçirmez ve takılıp kalmaz!
Oysa savaştan geri kalan bu insanlar savaşabilecek
güçte bulunuyorlardı. Ellerinde imkânları vardı ve savaşa hazır
durumdaydılar.
"Eğer onlar sefere çıkmak isteselerdi, bunun için
hazırlık yaparlardı." Bu adamların arasında Abdullah İbn-i Ubey, İbn-i Selul
ve Cedd İbn-i Kays da vardı. Bunlar kendi çevreleri içinde ileri gelen,
servet sahibi zenginlerdi.
"Fakat Allah, savaşa çıkmaya kalkışmalarını
istemediği için."
Çünkü Allah, onların karakterlerini ve
ikiyüzlülüklerini biliyordu. İlerde görüleceği gibi, onların müslümanlara
karşı içlerinde ne kötü planlar kurduklarından haberdardı.
"Onları böyle bir girişimden alıkoydu."
Onların içinde savaşa çıkma arzusunu harekete
geçirmedi.
"Kendilerine, "Kadın, çocuk, yaşlı, hasta gibi)
savaşma gücünden yoksun kimselerle birlikte siz de evlerinizde oturunuz"
dendi."
Savaşa güçleri yetmeyen ve cihada gönderilmeyen
çocuklar, kadınlar ve ihtiyar ninelerle birlikte savaştan geri kalınız. İşte
size lâyık olan davranış da budur. Arzuları, istekleri kırılmış, kalpleri
kuşkuya kapılmış, ruhları kesin inançtan boşalmış insanlara en uygun tavır
budur.
Onların geri kalmaları hem dava için, hem de
müslümanlar için daha iyiydi.
"Eğer sizinle birlikte sefere çıksalardı, size
bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı, sizi birbirinize düşürmek için
aranıza atılacaklar, balıklama dalacaklardı. Aranızda onların sözlerine
kulak verecekler de vardı. Allah zalimlerin kimler olduğunu bilir."
Şaşkın kalpli insanlar, saflar arasında çöküntünün
ve zaafın yayılmasına neden olurlar. Hain olan insanlar, ordular için büyük
tehlikedir. Bu münafıklar, savaşa çıkmakla müslümanların gücünü
arttırmazlardı. Tersine, onların sıkıntıya ve disiplinsizliğe düşmelerine
neden olurlardı. Müslümanlar arasında korkunun, fitnenin, ikiliğin ve
yılgınlığın çabuk yayılmasına yolaçarlardı. O zaman da bazı müslümanlar
onlara kulak verirdi. Fakat yüce Allah çağrısını kollamakta ve samimi olan
dava erlerini korumaktadır. Mü'minleri fitneden korumaktadır. Yılgınlığa
neden olacak münafıkları, evlerinde kendi hallerine terketmektedir.
"Allah zalimlerin kimler olduğunu bilir."
Burada zalimler, "müşrikler" anlamındadır. Böylece
onlar da müşriklerin safına katılmış oluyorlar.
Onların geçmişleri içlerine ayna oluyor.
Niyetlerinin kötü olduğuna tanıklık ediyor. Onlar Peygamberimize -salât ve
selâm üzerine olsun- karşı durdular. Ona engel olmak için tüm güçlerini
kullandılar. Sonuçta mağlup düştüler. İçlerindeki bütün pisliklerle, dış
görünüş olarak teslim oldular:
"Onlar daha önce de fitne çıkarmak istemişler, sana
karşı çeşitli entrikalar çevirmişlerdi. Sonunda gerçek geldi ve onların
istememesine rağmen, Allah'ın emri üstün çıktı."
Bu olay Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- Medine'ye geldiği sırada gerçekleşmişti. O sırada Allah henüz onu
düşmanlarına karşı zafere kavuşturmamıştı. Sonra gerçek geldi. Allah'ın
hükmü egemen oldu. Onlar ise istemeyerek de olsa, bu hükme boyun eğmek
zorunda kaldılar. Fakat buna rağmen islâma ve müslümanlara karşı fırsat
kollamaya devam ettiler.
İKİ ZİHNİYETİN
TASVİRİ
Surenin akışı devam ediyor. O tip insanlardan ve
onların uydurma ve düzmece mazeretlerinden örnekler sunuyor. Ayrıca onların
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslümanlara karşı
içlerinde gizledikleri planları açığa çıkarıyor:
49- Onlardan
bazıları, "Bana savaşa katılmama izni ver de beni fitneye düşürme" derler.
Haberiniz olsun ki, onlar fitnenin içine düşmüşlerdir ve cehennem kâfirleri
kuşatacaktır.
50- Eğer karşına bir
iyilik çıkarsa fenalarına gider. Eğer başına bir musibet gelirse, "Biz
savaşa katılmayarak önceden tedbirimizi aldık " diyerek sevinç içinde dönüp
giderler.
51- Onlara de ki;
"Başımıza gelenler, sadece Allah'ın alnımıza yazdıklarıdır. Bizim mevlamız,
sahibimiz O'dur. Mü'minler sadece Allah'a dayansınlar.
52- De ki; "Bizim
için beklediğiniz sonuç iki iyiden, yani zaferden veya şehit düşmekten biri
değil mi? Biz ise Allah'ın sizi ya doğrudan doğruya kendi tarafından ya da
bizim elimizle azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyiniz bakalım, biz de
sizinle birlikte bekliyoruz. "
Muhammed İbn-i İshak, Zühri'den, Yezid İbn-i
Ruman'dan, Abdullah İbn-i Ebu Bekir'den ve Asım İbn-i Katade'den rivayet
ederek onların şöyle dediklerini ifade etmektedir:
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük
savaşının hazırlığını yaptığı bir sırada, Beni Seleme'nin kardeşi Cedd İbn-i
Kays'a, "Ey Cedd, sen Asfaroğulları (yani Bizanslılarla) ile savaşabilir
misin"? diye sordu.
Cedd şu cevabı verdi:
"Ey Allah'ın elçisi, bana izin versen ve beni
fitneye düşürmesen olmaz mı? Allah'a yemin ederim ki, bizim eller benden
daha çok kadına düşkün bir adam tanımamıştır. Ben Rumlar'ın dilberlerini
gördüğümde, kendimi tutamamaktan korkuyorum."
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yüzünü
çevirdi ve "Sana izin verdim" buyurdu. İşte bu ayet Cedd İbn-i Kays hakkında
inmiştir. Münafıklar işte bu tür bahaneleri mazeret olarak ileri
sürüyorlardı. Onların bu mazeretleri şu şekilde reddedildi:
"Haberiniz olsun ki, onlar fitnenin içine
düşmüşlerdir ve cehennem kâfirleri kuşatacaktır."
Bu ifade bir sahneyi tasvir ediyor. Buna göre sanki
fitne kızgın bir ateştir. Fitneye düşenler oraya yuvarlanmakta, ardından
cehennem de onları çepeçevre kuşatmakta, bütün çıkış yerlerini ve
pencerelerini kapatmakta ve hiç kimse artık oradan kurtulamamaktadır. Bu,
onların bütünü ile günaha dalmalarına ve onun kaçınılmaz cezasını
beklemelerine işaret eden bir kinayedir. Yalanın, savaştan geri kalışın ve
bu seviyesiz mazeretlere yapışacak kadar düşüşlerinin, alçalışlarının
cezasını somutlaştıran bir kinaye... Dış görünüş itibariyle, ne kadar islâm
oldukları imajını vermeye çalışsalar da, münafıklık (ikiyüzlülük) yaptıkları
için onların kâfir oldukları bu ayette belirtilmektedir.
"Eğer karşına bir iyilik çıkarsa fenalarına gider."
Onlar müslümanların başına gelen bir felâkete, bir
sıkıntıya seviniyorlar:
"Eğer başına bir musibet gelirse, `Biz savaşa
katılmayarak önceden tedbirimizi aldık' derler."
Biz müslümanlarla birlikte kötü bir duruma düşmemek
için daha önceden önlemimizi aldık. Ve savaştan, çatışmadan geri kaldık!
"Sevinç içinde dönüp giderler."
Kendileri kurtuldukları için... Ve müslümanların
başına musibet geldiği için.
Çünkü onlar işlerin, olayların dış görünüşlerini
esas alırlar. Ne olursa olsun onlar belayı, musibeti kötü olarak
değerlendiriyorlar. Savaştan geri kalmak ve evlerinde oturmakla kendilerine
iyilik yaptıklarını sanıyorlar. Halbuki onların kalpleri, Allah'a teslim
oluştan ve O'nun belirlediği kadere razı olmaktan ve bu kaderin iyiliğe
vesile olacağına inanmaktan tamamen boşalmış bulunmaktadır. Doğru dürüst bir
müslüman ise, vargücü ile çalışır, ileriye atılır ve hiç de korkuya
kapılmaz. Karşılaşacağı iyiliğin ve kötülüğün Allah'ın iradesine bağlı
olduğuna ve yüce Allah'ın kendisinin yardımcısı ve destekçisi olduğuna
inanır.
"Onlara de ki; "Başımıza gelenler, sadece Allah'ın
alnımıza yazdıklarıdır. Bizim mevlamız, sahibimiz O'dur. Mü'minler sadece
Allah'a dayansınlar..."
Zaten yüce Allah mü'minler için zaferi yazmış ve
eninde sonunda bu zafere kavuşacaklarına söz vermiş bulunmaktadır. Ne kadar
zorluklarla karşılaşsalar, ne kadar sınavlardan geçirilseler yine de
bunların hepsi vadedilen zafer için bir hazırlıktan öteye geçmez. Böylece
mü'minler, bir süzgeçten geçirildikten sonra ve bir belgeye dayanarak
Allah'ın yasasının gerektirdiği vasıtalara başvurarak, ucuz değil,
değerli-üstün bir zafere kavuşacaklardır. Her çeşit fedakârlığa göğüs geren
ve bütün belalara, sınavlara hazırlıklı bulunan aziz ruhların (canların)
kendilerini koruduğu bir izzete kavuşacaklardır. Asıl zaferi veren ve
destekleyen yüce Allah'tır:
"Mü'minler sadece Allah'a dayansınlar."
Allah'ın takdirine inanmak ve Allah'a tam anlamı ile
güvenmek, imkânların elverdiği ölçüde hazırlık yapmaya aykırı düşmez. Böyle
bir hazırlık yapmak Allah'ın apaçık emridir:
"Onlara karşı gücünüzün yettiğince kuvvet
hazırlayın." (Enfal Suresi, 60)
Allah'ın emrini uygulamayan, sebeplere yapışmayan,
Allah'ın hiç kimseyi kayırmayan ve hiç kimsenin hatırını saymayan
yürürlükteki yasasını kavramayan insan, gerçek anlamda Allah'a güvenmiş ve
Allah'a dayanmış olmaz.
Ayrıca mü'minin bütün yaptıkları hayırdır,
iyiliktir. İster zafere kavuşsun, ister şehitliğe, farketmez. Kâfire
gelince, onun her işi kötüdür. İster doğrudan Allah'ın azabına çarpılsın,
isterse mü'minlerin elleriyle cezalandırılsın, farketmez:
"De ki; "Bizim için beklediğiniz sonuç iki iyiden,
yani zaferden veya şehit düşmekten biri değil mi? Biz ise Allah'ın sizi ya
doğrudan doğruya kendi tarafından ya da bizim elimizle azaba uğratmasını
bekliyoruz. Bekleyiniz bakalım, biz de sizinle birlikte bekliyoruz."
Münafıklar, mü'minlerin başına nasıl bir musibet
gelmesini bekliyorlar? Onların akıbetleri herhalde iyilik ve güzelliktir. Ya
Allah'ın sözünü hükmünü yüceltip egemen kılarak zafere ulaşırlar. Bu,
onların yeryüzünde elde edecekleri mükâfattır. Veya Hakk yolunda şehitliğe
erişirler. Bu da, Allah katındaki derecelerin en büyüğüdür. Peki mü'minler,
münafıklar için nasıl bir akıbeti bekliyorlar? Onları bekleyen ya Allah'ın
kendilerinden önceki yalanlayıcıları yakaladığı gibi kendilerini de
kıskıvrak yakalayacak olan azabıdır ya da daha önce müşriklerin başına
geldiği gibi mü'minlerin elleriyle cezalandırılmalarıdır...
"Bekleyiniz bakalım, biz de sizinle birlikte
bekliyoruz."
Sonuç bellidir... Neticede zafer müminlerindir.
ÖZDEN YOKSUN GÖRÜNTÜ
Savaşa gitmemek için mazeret ileri süren, savaştan
geri kalan ve mü'minlerin bir açığını yakalamak için pusuda bekleyenlerin
bazıları, cihada gitmemek için mazeret beyan ederken, malı yönden yardım
yapmak istediklerini söylüyorlardı. Böylece her yerde ve her zamanda,
münafıkların yöntemini kullanarak sopayı ortadan tutmak istiyorlardı. Yüce
Allah onların bu sahte tekliflerini reddetti. Peygamberine, "Onların
yapacakları harcamaların Allah'ın katında kabul edilmeyeceğini, çünkü bu
harcamaları ile sadece gösteriş yaptıklarını ve korkudan böyle bir teklif
getirdiklerini, imanlarını ve güvenlerini esas alarak infakta
bulunmadıklarını açıklamayı" emretti. Gerçek durumları bu olduğuna göre,
isterse onlar infaklarını müslümanları kandırmak için bir kalkan olarak
gönül rızası ile vermiş olsunlar, isterse durumlarının ortaya çıkmasından
korktukları için istemeyerek vermiş olsunlar, farketmez. Bu yoldaki
harcamaları, her iki halde de reddedilmiş bulunmaktadır. Onların bu
yardımları kendilerine bir sevap getirmeyecek ve Allah katında hesaba
katılmayacaktır:
53- Onlara de ki,
"İster gönüllü, ister gönülsüz olarak sadaka veriniz, verdiğiniz sadakalar
kabul edilmeyecektir, sizler yoldan çıkmışlar güruhusunuz.
54- Verdikleri
sadakaların kabul edilmesini engelleyen tek sebep şudur; Onlar Allah'a ve
Peygamber'e inanmadılar, namaza ancak uyuşuk uyuşuk dururlar ve verdikleri
sadakaları istemeyerek verirler.
Bu, münafıkların her zamanki halidir. Korku ile her
iki tarafı idare etmek. Gerçekten sapmış bir kalp ve sağduyusunu yitirmiş
bir vicdan. Özden yoksun bir dış görünüş. Vicdanın gizlediğinin tersine bir
görünüm.
Kur'an'ın hassas ifadesi bu halı tasvir ediyor:
"Namaza ancak uyuşuk uyuşuk dururlar."
Onlar namaza ancak görünmek için gelirler. Gerçekten
namaz kılmak için değil. Ayrıca gerçek anlamda ve dosdoğru bir biçimde onu
kılmazlar. Ona uyuşuk uyuşuk gelirler. Çünkü onları namaza gelmeye iten
sebep, vicdanlarının derinliklerinden gelmez. Onlar namazı baştan savmak
için kılıyorlar. Ve onlar namazla eğlendiklerinin de bilincindedirler!
Yaptıkları yardımları da, harcamaları da, bu şekilde istemeyerek ve
içlerinden gelmeyerek yapıyorlar.
Pek tabii olarak, yüce Allah bir inanç temeline
dayanmayan ve harekete iten bir bilinçle birlikte olmayan bu dış görünüşe
dayalı hareketleri kabul edecek değildir. İnsanı harekete geçiren etken,
amelin özü ve niyet olmalıdır. İşte en sağlam kriter budur.
Halbuki istemeye istemeye ekonomik destek
sağlayanlar, servet sahibi ve evlad sahibi bulunuyorlardı. Kendi
çevrelerinde önemli bir etkinlikleri ve saygınlıkları vardı. Fakat bunların
hiçbiri Allah katında bir değer taşımıyordu. Aynı şekilde bunlar,
peygamberin ve mü'minlerin yanında da fazla bir değer taşımamaları
gerekiyordu. Bunlar, afiyetle yararlanmaları için Allah'ın kendilerine
bağışladığı nimetler değildi. Bunlar ancak bir sınav aracıydı. Allah bunları
onlara veriyor, sonra da bunların yüzünden kendilerini cezalandırıyordu.
56- Onlar sizden
olduklarına dair Allah adına yemin ederler, oysa sizden değildirler, fakat
ödlek bir güruhturlar.
57- Eğer bir
sığınak, bir mağara ya da geçilecek bir yeraltı deliği bulsalar, dolu dizgin
buralara koşarlardı.
Onlar korkaktırlar... Kur'an'ın ifadesi bu
korkaklığın bir manzarasını çizmekte ve onu hareket içinde
canlandırmaktadır. İçlerindeki ve kalplerindeki bu hareket; bedenin
hareketini ve gözler önündeki hareketi ortaya çıkartmaktadır:
"Eğer onlar bir sığınak, bir mağara ya da geçilecek
bir yeraltı deliği bulsalar, doludizgin buralara koşarlardı."
Onlar sürekli olarak içinde gizlenecekleri ve güvene
kavuşacakları bir yer arıyorlar. Bir kale, bir mağara, bir kaçacak delik
arıyorlardı. Çünkü onlar ürkütülmüşler, yerlerinden kovalanma korkusuna
kapılmışlardır. İçten gelen ürkeklikleri ve ruhlarına işleyen ödleklikleri
onları kovalıyor. Bu nedenle onlar:
"Onlar sizden olduklarına dair Allah adına yemin
ederler."
Pekiştirme edatlarının hepsini kullanarak yemin
ederler ki, içlerindeki planlarını gizlesinler, niyetlerinin meydana
çıkmasından sakınsınlar, kendi canlarını güven altına alsınlar... Bu ise
ödlekliğin, korkunun, kaypaklığın ve ikiyüzlülüğün en çirkin şeklidir.
Kur'an'ın hayret verici üslubundan başka bir ifade şekli, onu anlatamaz.
Kur'an'ın anlatım üslubu, derin etki sahibi, mesaj verici edebi tasvir
metodunu kullanarak insanın iç alemini duyu organlarıyla algılanabilecek
biçimde somutlaştırarak anlatır.
MÜNAFIK YAPI VE
KARAKTER
Surenin akışı, münafıklardan, onların en belirgin
sözlerinden ve işlerinden söz etmeye devam ediyor. Onların gizlemeye
çalıştıkları halde gizlemesini beceremedikleri niyetlerini açığa çıkarıyor.
Bazıları zekât gelirlerinin dağılımında, Peygamberimize -salât ve selâm
üzerine olsun- dil uzatıyor. Ve onu dağıtımda adil davranmamakla suçluyordu.
Halbuki peygamber masumdu. Yüce bir ahlâka sahipti. Bazıları ise, "Peygamber
herkese kulak veriyor ve söylenen her sözü onaylıyor" diyorlardı. Halbuki o,
anlayışlı, sağduyu sahibi, düşünen, muhakeme eden ve en uygun biçimde
hareket eden bir peygamberdi. Bazıları da, çirkin ve küfre götüren sözleri
gizlice söylüyorlardı. Durumu ortaya çıkınca da söylediklerinin sonucuna,
cezasına katlanmamak, kendilerini temize çıkarmak için yalana ve yemine
başvuruyorlardı. Bazıları da, yüce Allah'ın kendileri hakkında bir sure
indirerek, onların münafıklıklarını açıklayacağından çekiniyorlardı.
Sure münafık grupların durumunu gözönüne serdikten
sonra, ikiyüzlülüğün (nifak) ve ikiyüzlülerin (münafık) yapısını,
karakterini ortaya koyan bir değerlendirme yapıyor. Bu değerlendirme,
münafıklarla daha önceki kâfirler arasında bir bağ kuruyor. O eski dönemdeki
kâfirler Allah'ın kendileri için belirlediği süreyi doldurduktan sonra
yokedilmişlerdi... Amaç, bu münafıkların yapısı ve karakteri ile, inanç
sistemine samimiyetle bağlanan ve münafıklık yapmayan gerçek mü'minlerin
karakteri arasındaki farkları ortaya çıkarmaktır.
58- Onların bazıları
sadakaların (zekât gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil
uzatırlar. Eğer zekât gelirlerinden kendilerine bir pay verilirse memnun
olurlar, eğer bu gelirlerden kendilerine bir pay verilmez ise hemen
öfkeleniverirler.
59- Oysa eğer onlar
Allah'ın ve Peygamber'in kendilerine ayırdığı pay sevinçle karşılayarak,
"Allah bize yeter, yakında Allah da bize lütfundan verecek, Peygamber de.
Biz umudumuzu yalnız Allah'a bağlamışız" deselerdi, kendileri hakkında daha
iyi olurdu.
60-Sadakalar (zekât
gelirleri) sadece yoksullara, düşkünlere, zekât toplamakla görevli
memurlara, kalpleri islâma ısındırılmak istenenlere, sözleşmeli kölelere,
borçlulara, Allah yolunda çalışanlara ve yarı yolda kalanlara verilir. Bu
paylaştırma sırası Allah tarafından belirlenmiştir. Allah her şeyi bilir ve
her yaptığı yerindedir.
Bazı münafıklar senin hakkında ağır sözler
söylüyorlar. Senin zekât gelirlerini bölüştürürken adaletsiz davrandığını,
adam kayırdığını ileri sürüyorlar. Bu iddiayı adalete düşkünlüklerinden
hakka ilişkin duyarlılıklarından ya da dine bağlı olduklarından dolayı ileri
sürmüyorlar. Bu yakışıksız iddianın tek gerekçesi, kişisel menfaatleri,
ihtirasları, çıkarcılıkları ve bencillikleridir:
"Eğer zekât gelirlerinden kendilerine bir pay
verilirse memnun olurlar."
Ve o zaman artık hakkı, adaleti ve dini
umursamazlar.
"Eğer bu gelirlerden kendilerine bir pay verilmez
ise hemen öfkeleniverirler."
Elimizde bu ayetin iniş sebebine ilişkin çeşitli
rivayetler vardır. Bu rivayetlerde, bizzat Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- Zekât gelirlerinin dağıtımında adil davranmadığını söyleyen
belli kişilerden söz edilmekte, belli olaylara parmak basılmaktadır.
İmamı Buhari ve İmamı Nesei rivayet ettiğine göre,
Ebu Said el-Hudri şöyle diyor: -Allah ondan razı olsun- "Peygamberimiz bir
defasında bir ganimet malını bölüştürüyordu. Bu sırada Temin kabilesinden
Zul-Huveysir geldi ve "Ey Allah'ın elçisi! Adil ol!" dedi.
Peygamberimiz ona şu karşılığı verdi: "Yazıklar
olsun sana! Ben adil olmadıktan sonra kim adil olabilir."
Hz. Ömer -salât ve selâm üzerine olsun- "Ya
Resulallah, bana izin ver de onun boynunu vurayım" dedi. Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun ise, `Ey Ömer, bırak gitsin... Çünkü onun öyle
arkadaşları vardır ki, sizden biriniz onların namazlarına baktığında kendi
namazının, onların oruçlarına baktığında kendi orucunun basit kaldığını
görecektir... Onlar okun yaydan fırlaması gibi dinin dışına fırlarlar"
buyurdu.
"Onların bazıları sadakaların (zekât gelirlerinin)
bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar" ayeti işte bunlar hakkında
indi."
İbn-i Nurdeveyh de İbn-i Mes'ud'un -Allah ondan razı
olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- Huneyn savaşından elde edilen ganimetleri bölüştürürken bir adamın
şöyle dediğini işittim: "Bu bölüştürme, Allah'ın rızasını gözetmeyen bir
bölüştürmedir" Bunun üzerine gidip Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- bu olayı haber verdim. Peygamberimiz, "Allah Hz. Musa'ya rahmet
eylesin. O, bundan daha kaba şeylerle karşılaşmış ve sabretmişti" buyurdu.
İşte bu sırada:
"Onların bazıları sadakaların (zekât gelirlerinin)
bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar." ayeti indi.
Süneyd ve İbn-i Cerir'in rivayet ettiklerine göre,
Davud İbn-i Ebu Asım şöyle diyor:
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bir
zekât malı getirilmişti. O da bu malı, şuraya buraya diyerek bitinceye kadar
dağıttı. Onun böyle dağıttığını gören Ensar'dan bir adam: "Adalet bu
değildir"! dedi. İşte bunun üzerine bu ayet indi.
Onların bazıları sadakaların (zekât gelirlerinin)
bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar ayeti hakkında, Katade; `Onlar
seni zekât gelirlerinin bölüşümü konusunda suçlarlar' açıklamasını
yapmaktadır. Bize anlatıldığına göre, henüz yeni müslüman olan bedevi bir
Arap, Peygamberimizin yanına gelmişti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- o sırada altın ve gümüş bölüştürüyordu. Köylü adam, "Ey Muhammed!
Eğer Allah sana adil davranmayı emretmişse, sen bu bölüştürmede adil
davranmadın!" dedi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Yazıklar
olsun sana! Eğer ben adaletli davranmıyorsam, artık kim adaletli
davranabilir!" buyurdu.
Herneyse, bu ayet belirtiyor ki, bu söz
münafıklardan bir grubun sözüdür. Onlar bunu, aşırı bağlılıklarından dolayı
söylemiyorlardı. Kendilerine düşen paya razı olmadıkları için, büyük paylar
kendilerine düşmediği için bu tür sözler söylüyorlardı... Bu da, onların
münafık olduklarının apaçık belirtisidir. Yoksa bu dine iman eden bir insan,
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ahlâkı konusunda şüpheye
düşmez. Çünkü o, peygamber olmadan önce dahi doğru sözlü, güvenilir bir
insan olarak biliniyordu. Adalet ise, yüce Allah'ın, Peygamberimiz şöyle
dursun, mü'min kullarının titizlikle üzerinde durmalarını istediği
emanetlerden biridir. Açıktır ki, bu ayetler; daha önce meydana gelen
olaylara ve gerçeklere değinmektedir. Fakat bu ayetler savaş esnasında
iniyor ki, hem savaş sırasında, hem de başka zamanlarda münafıkların sürekli
biçimde nasıl bir yol ve tutum izlediklerini tasvir etsinler...
İşte tam bu sırada, Kur'an'ın anlatım üslubu, gerçek
anlamda inanmış olan mü'minlere yakışan yolu da çiziyor.
"Oysa eğer onlar Allah'ın ve Peygamber'in
kendilerine ayırdığı payı sevinçle karşılayarak, `Allah bize yeter, yakında
Allah da bize lütfundan verecek, Peygamber de. Biz umudumuzu yalnız Allah'a
bağlamışız' deselerdi, kendileri hakkında daha iyi olurdu."
İşte bu, ruhun ve dilin terbiyesidir. İman
terbiyesi; Allah'ın ve peygamberinin bölüştürmesine razı olmaktır. Gönülden
kabullenerek, katılarak ve teslim olarak razı olmaktır. Baskı ve zorla razı
olmak değil. Allah ile yetinmekti. Zaten Allah kuluna yeter. Allah'ın ve
peygamberinin lütfundan umutlu olmak, bütün maddi kazançların ve tüm dünya
ihtiraslarından uzak bir şekilde Allah'ı arzulàmak, yine iman terbiyesinin
gereğidir. İşte mü'minlerin kalbini etkisi altına alan gerçek iman ahlâkı
budur. Fakat kalpleri kesin imanın nuru ile aydınlanmamış, imanın huzuru
ruhlarını etkisi altına almamış olan münafıkların kalpleri bu terbiyenin ne
olduğunu kavrayamaz.
Allah ve peygamberi hakkında tam bir bağlılık; gönül
huzuru ve teslimiyet ile takınılması gereken bu terbiyeyi açıkladıktan
sonra, Kur'an'ın anlatım üslubu şu noktaya temas ediyor: Bu işi düzenleyen,
belirleyen Peygamberimiz değildir. Bu, Allah'ın belirlemesi, düzenlemesi ve
bölüştürmesidir. Bu işte peygamberin, alemlerin Rabbi tarafından belirlenen
ve düzenlenen hükmünü uygulamaktan başka bir fonksiyonu yoktur. İşte bu
sadakalar (zekât gelirleri) Allah'ın kesin bir emri olarak zenginlerden
alınır, yine Allah'ın kesin bir emri olarak fakirlere dağıtılır. Toplanan bu
gelirler, Kur'an'ın belirlediği insan kesimlerine verilir. Bu gelirlerin
dağılımı hiç kimsenin isteğine bırakılmamıştır. Peygamberin isteğine bile...
"Sadakalar, (zekât gelirleri) sadece yoksullara,
düşkünlere, zekât toplamakla görevli memurlara, kalpleri islâma ısındırılmak
istenenlere, sözleşmeli kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışanlara ve
yarı yolda kalanlara verilir. Bu paylaştırma sırası Allah tarafından
belirlenmiştir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
İşte bu şekilde zekât gelirleri de Allah'ın
şeriatındaki yerine, islâm düzenindeki yerine oturtulmuş olur. Buna göre
zekât, kendilerine zekâtın farz kılındığı insanın lütfu ve bağışı değildir.
Zorunlu olarak yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Dağıtan ve
bölüştüren tarafından ölçüsüz-tartısız biçimde dağıtılan bir bağış da
değildir. Nereye verileceği belirlenmiş bir paylaştırmadır. Zekât islâmın
kesin emirlerinden biridir. Müslüman devlet, onu belli bir düzen ve sistem
içinde toplar ve belirlenmiş sosyal hizmetleri onunla görür. Zekât, onu
veren tarafından bir iyilik, bir bağış olmadığı gibi, alan için de bir el
açma ve bir dilenme lekesi değildir... İslâmın sosyal düzeni asla dilencilik
üzerine kurulmamıştır, kurulamaz da.
İslâm düzeninde hayatın temeli çalışmaktır. Bütün
çeşitleri ve bütün türleri ile çalışmak. İslâm devleti çalışabilecek herkese
çalışma imkânı sağlamak, iş vermek durumundadır. İş sahası açmak, çalışma
şartlarını en güzel biçimde hazırlamak ve emeğin karşılığını tam ve dolgun
biçimde vermek zorundadır. Çalışma imkanına sahip olan insanların zekât
gelirlerinde bir hakları yoktur. Zekât, gücü yetenler ile gücü yetmeyen aciz
kesimler arasında gerçekleştirilmesi gereken bir sosyal dayanışma
vergisidir. Bu sosyal dayanışma devletin desteği ve denetimi altındadır.
Zekâtı toplama ve ilgili yerlere dağıtma görevi devletindir. Yeter ki,
toplum düzeni sağlıklı olan islâmi ilkelere dayandırılsın ve Allah'ın
şeriatı uygulansın. Onun dışında başka kanunlara ve sistemlere başvurulmaya
kalkışılmasın.
Abdullah İbn-i Ömer'den rivayet edildiğine göre,
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştur: "Zekât
gelirleri zenginlere gücü-imkânı yerinde olanlara helâl değildir." (İmam
Ahmet, Ebu Davud, Tirmizi)
Abdullah, İbn-i Adiy İbn-i Hıyar anlatıyor: "İki
adam bana haber verdi. Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- gittik
ve ondan zekât gelirlerinden bir pay istedik. Peygamberimiz, bizim
üstümüze-başımıza şöyle bir baktı. Bizim, gücü-kuvveti yerinde adamlar
olduğumuzu gördü ve `Zenginlerin ve çalışıp kazanabilecek gücü-kuvveti
olanların zekât gelirlerinde payı yoktur. Ama buna rağmen siz istiyorsanız
size veririm" buyurdu.(İmam Ahmet, Ebu Davut, Tirmizi)
Zekât, islâmın sosyal dayanışma düzeninin
bölümlerinden sadece birisidir. Bu düzen zekâttan çok daha kapsamlı ve
geniştir. Çünkü bu sosyal dayanışma düzeni, hayatın tümünü kuşatan pek çok
çizgilerle somutluk kazanmaktadır. İnsani ilişkilerin çeşitli yönlerini ve
alanlarını bütünü ile kapsayan çizgilerle uygulamaya konulmaktadır. İşte
zekât, bu sosyal düzenin ana çizgilerinden sadece bir tanesidir.
Zekât, malların çeşitlerine göre onda bir, yirmide
bir ve kırkta bir oranındadır. Yine zekât, yaklaşık olarak yirmi cüneyh
değerindeki ihtiyaç fazlalığından ve ayrıca bu malların bir yıl geçmesi
gerekir. Böylece zekâtın gelirine ümmetin büyük çoğunluğu katkıda bulunmuş
olur. Zekâtın verileceği kesimlerin başında, yoksullar ve düşkünler gelir.
Yoksullar belli miktarda geliri olduğu halde, bu gelirleri yeterli olmayan
ve ihtiyaçlarını karşılamayan kimselerdir. Ayeti kerimede geçen (ve bizim
düşkün diye tercüme ettiğimiz) kesim ise, aşağı-yukarı durumları fakirler
gibi olan kimselerdir. Yalnız bu fakirler ihtiyaçsız görünmeye çalışırlar.
Sıkıntıda olduklarını göstermezler ve dilenmezler.
Bir sene zekât verenlerin pek çoğu, gelecek sene
zekât alacak duruma düşebilir. Böylelerinin, ellerindeki servet azalarak
ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma düşebilir. Bu açıdan zekât sosyal bir
güvencedir. Bazıları da, zekât gelirlerine hiçbir katkıda bulunmadıkları
halde, zekât alacak duruma düşmüştür. Bu açıdan da zekât, sosyal bir
dayanışmadır. Tabii ki, zekât, güvence ve dayanışma olmaktan önce, Allah'ın
kesin bir emridir. Zekât vermekle insan benliğini pisliklerden arındırmış
olur. Allah'a kulluğunu ortaya koymuş olur. Cimrilikten kurtulur. Zekât
vermekle kendi ihtiraslarına galip gelmiş olur.
"Sadakalar (zekât gelirleri) sadece yoksullara,
düşkünlere... verilir.
Bunu daha önce açıkladık.
"Zekât toplamakla görevli memurlara."
Yani zekâtı toplamak için görevlendirilmiş
memurlara...
"Kalpleri islâma ısındırılmak istenenlere."
Bunlar birkaç gruptur. Bunlardan bir kesim islâma
yeni girmiştir. İslâma sağlıklı biçimde bağlanmaları istenmektedir. Bir
kesimi de henüz islâma girmemiştir. Kalplerinin ısındırabileceği ve müslüman
olabilecekleri ümit edilmektedir. Bir kesimi ise, islâma girmiş ve sağlıklı
biçimde ona bağlanmıştır. Fakat kendi çevreleri içinde yaşayan, kendileri
gibi insanların kalpleri ısındırılmak istenmektedir. Böylece umulur ki,
yakınlarının geçim imkânlarına kavuştuğunu görenler, müslüman olma arzusunu
duyarlar. İslâmın üstünlüğü gerçekleştikten sonra, kalpleri ısındırılmak
istenen insanlara zekât düşer mi, düşmez mi diye fıkhi bir tartışma vardır.
Fakat bu dinin stratejisi pek çok durumlarda ve çeşitli aşamalarda böyle
uygulamalarla karşı karşıya gelecektir. O aşamalarda bazı insanlara bu tür
yardımların yapılması gerekecektir. Onlara verilen zekât ya müslüman
oldukları için rızıklarını zorlu mücadelelerle kazandıklarından ya da islâma
bağlılıklarını sürdürmelerine bir katkıda bulunması düşüncesiyle veya
onların islâma yakınlaştırılmaları amacıyla verilir. Nitekim islâma yararlı
olmaları, ona çağrıda bulunup şurada-burada onu savunmaları ümit edilen bazı
müslüman olmayan kişilere yardım edilmesi, bu türden bir ihtiyaçtır.
Biz bu gerçeği böyle anlıyoruz. Böylece şartların ve
durumların değişmesine rağmen, yüce Allah'ın mükemmel bir hikmet ile
müslümanların işlerini idare ettiğini apaçık olarak görmüş oluyoruz.
"Sözleşmeli kölelere."
Bu köleliğin bütün dünyaya egemen olduğu bir sırada,
islâmın ortaya koyduğu hükümdü. O günlerde müslümanlarla düşmanları arasında
yapılan savaşlarda, bu genel kölelik uygulaması geçerliydi. İslâmın, bütün
dünyanın kölelik sisteminden başka bir sistemi tanımasına değin, düşmanın bu
uygulamasına karşılık vermekten başka çaresi yoktu... İşte zekât gelirinin
bu payı, özgürlüğüne kavuşmak için efendisine belli bir miktar para vermek
üzere anlaşan kölelerin özgürlüklerine kavuşturulmasına destek ve yardım
olsun diye ayrılmıştır. Bu köle, zekât mallarından aldığı destek ile
özgürlüğüne kavuşacaktır. Veya devletin kendisi, bu gelirleri kullanarak
köleleri satın alıp azad edecek, serbest bırakacaktır.
"Borçlulara." Bu kimseler gayri meşru sebeplerle
borca girmiş olmamalıdır. Onlara borçlarını ödemeleri için zekâttan bir pay
verilir. Nitekim materyalist modern medeniyet de, her ne sebeple olursa
olsun iflas ettiğini ilan eden borçlu tüccarlara destek vermektedir! İslâm,
dayanışmayı ilke olarak kabul eden bir düzendir. Orada onurlu olan düşmez.
Güvenilir olanın hakkı zayi olmaz. Bu düzende insanlar, yeryüzü kanunlarında
veya orman kanunlarında olduğu gibi, düzenleyici kanunlarla birbirini
yemezler!
"Allah yolunda çalışanlara."
Bu geniş bir kapıdır. Allah'ın egemenliğini
yeryüzünde gerçekleştirmeye yarayan, toplumun yararına olan her şeyi
kapsamına alır, kuşatır.
"Ve yarı yolda kalanlara."
Bunlar kendi ülkesinde zengin olsalar bile, yolda
kalan ve dolayısıyla mallarından uzakta kalan, sıkıntıya düşen yolculardır.
İşte bugün pek çok demagojilere neden olan ve bir
dilencilik, bir bağış düzeni olarak yaftalanarak dillere dolanan zekât
sistemi budur. Böylece anlaşılıyor ki, zekât, sosyal bir görevdir,
zorunluluktur. İslâmi bir ibadet şeklinde verilir... Bu yolla Allah kalpleri
cimrilikten arındırır, temizler, müslüman ümmetin bireyleri arasında bir
merhamet ve dayanışma vasıtası kılar. İnsan hayatının sosyal ortamın
sertliklerini yumuşatır, güzelleştirir. İnsanlığın yaralarını sarar. Aynı
zamanda sosyal güvenceyi, sosyal dayanışmayı en geniş boyutları ile sağlar,
yanısıra bu eylem bunun yine de ibadet niteliğini korur. İnsanlar arasındaki
ilişkileri geliştirdiği gibi, insanın Allah'a olan bağını pekiştirir.
"Bu paylaştırma sırası Allah tarafından
belirlenmiştir."
İnsan için nelerin yararlı olduğunu bilen ve
insanların işlerini en güzel biçimde evirip-çeviren Allah tarafından...
"Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Zekât gelirlerinin bölüştürme ve dağıtma ilkelerini
bu şekilde açıkladıktan sonra, güvenilir bir peygambere dil uzatmakla
edepsizliklerini ortaya koymalarının yanında, onların bu Peygamberi -salât
ve selâm üzerine olsun- karalamakla cahilliklerini açığa vurduklarını
belirten surenin akışı, bundan sonra münafıkların gruplarını, neler
söylediklerini ve neler yaptıklarını açıklayarak devam etmektedir:
61- Onlardan
bazıları da, "Peygamber herkesi dinleyen bir kulaktan ibarettir" diyerek,
onu üzerler. Onlara de ki; "O sizin için yararlı bir kulaktır; Allah'a
inanır, mü'minlere güvenir, içinizdeki mü'minler için rahmettir. Allah'ın
elçisini üzenleri acıklı bir azap beklemektedir.
62- Sizin
hoşnutluğunuzu kazanmak için Allah'a yemin ederler. Ohsa eğer mü'min
olsalardı, Allah'ın ve peygamberin hoşnutluğunu kazanmayı daha gerekli
görürlerdi.
63- Onlar halâ
öğrenemediler mi ki, Allah'a ve Peygamber'e zıt düşeni, düşman olanı
cehennem ateşi bekliyor; o, orada ebedi olarak kalacaktır. Bu büyük
perişanlıktır.
64- Münafıklar
kalplerinde sakladıkları kâfirliği açığa vuracak bir surenin inmesinden
korkuyorlar. Onlara de ki; "Siz alay edin bakalım, Allah kesinlikle
korktuğunuzu meydana çıkaracaktır. "
65- Eğer onlara
soracak olursan, `Biz lafa daldık aramızda eğleniyorduk derler. ' De ki;
"Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve Peygamber ile mi alay ediyordunuz?"
66- Uydurma
bahaneler ileri sürmeyiniz. İman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Bir
kısmınızı affetsek bile, ağır suçlu olduklarından dolayı diğer kısmınızı
azaba çarptıracağız.
Kuşkusuz bu da peygamber hakkında bir edepsizliktir.
Zekât gelirleri konusunda peygambere dil uzattıkları gibi, burada da başka
şekilde dil uzatıyorlar. Onlar Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun-
insanlara karşı gayet nezih bir edep ve terbiye ile hareket ettiğini, onlara
iltifat ettiğini, toleranslı davrandığını, şeriatının ilkeleri gereği olarak
dış görünüşlerine göre onlara muamele ettiğini, yumuşak davrandığını, engin
bir gönülle onlara açıldığını görüyorlardı. Bu yüce ve üstün terbiyeye kendi
adından başka bir ad veriyorlardı. Onu, gerçekte olduğundan başka türlü
niteliyorlardı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- hakkında, "O
sadece bir kulaktır" diyorlardı. Yani her söze kulak verip dinliyor. Yalan,
aldatma ve yaldızlı sözlerin hepsine kulak veriyor. Sözdeki aldatmayı ve
yalanı farketmiyor. Kim ona yemin ederse onu doğruluyor, onaylıyor. Kim
kendisini kandıracak bir söz söylerse onu kabul ediyor. Onlar bu tür sözleri
birbirlerine söylüyorlardı. Böylece, kendi kendilerini tatmin ediyorlardı.
Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerinin gerçek yüzlerini
ortaya çıkaramadığını, ikiyüzlülüklerinin farkına varmadığını söylüyorlardı.
Veya münafıkların hallerine ve neler çevirdiklerine, peygamber ve
müslümanlar hakkında neler söylediklerine şahit olan samimi müslümanların
verdikleri haberleri doğrulamakla peygamberi eleştiriyorlardı. Onların bu
her iki halini ortaya koyan rivayetler, ayetin iniş sebepleri sırasında
aktarılmaktadır. Bu her iki duruma ilişkin rivayetler de ayetin kapsamına
girmekte ve her ikisi de münafıklar tarafından işlenmektedir.
Kur'an-ı Kerim onların sözlerini ele alıyor ki,
onunla kendilerine karşılık versin:
"Peygamber herkesi dinleyen bir kulaktan ibarettir
diyerek" Evet... Ama!
"Onlara de ki; "O sizin için yararlı bir kulaktır."
İyi bir kulaktır. Vahye kulak verir. Sonra onu size
tebliğ eder, iletir. Bu sizin hayrınıza ve yararınızadır. Hayırlı bir
kulaktır. Terbiyesini takınarak sizleri dinler. İki yüzlülüğünüzü
yüzlerinize vurmaz. Hileleriniz ve aldatmalarınızdan ötürü sizi eleştirmez,
gösteriş yaptığınız için de sizi hesaba çekmez.
"Allah'a inanır."
Allah'ın sizler ve diğerleri hakkında kendisine
verdiği haberlerin tümünü doğrular, tasdik eder.
"Mü'minlere güvenir."
Onlara karşı açık yürekli olur. Ve onlara güvenir.
Çünkü o, mü'minlerin gerçek imana sahip olduklarını, bu gerçek imanlarının
kendilerini yalandan, kaypaklıktan ve gösterişten koruyacağını bilir.
"İçinizdeki mü'minler için rahmettir."
Onların ellerinden tutarak kendilerini iyiliğe
iletir.
"Allah'ın elçisini üzenleri acıklı bir azap
beklemektedir."
Allah'ın elçisi olduğu halde onu rahatsız edenlere
karşı peygamberini tutmanın bir sonucu olarak, bu cezayı Allah verir onlara.
"Sizin hoşnutluğunuzu kazanmak için Allah'a yemin
ederler. Oysa mü'min olsalardı, Allah'ın ve peygamberin hoşnutluğunu
kazanmayı daha gerekli görürlerdi."
Evet, sizi razı etmek için Allah'a yemin ederler.
Bu, münafıkların her zamanki halidir, metodudur. Onlar yapacaklarını perde
arkasında yaparlar. Söyleyeceklerini insanın arkasında söylerler. Ayrıca
yüzyüze gelmekten korkarlar. Apaçık olarak konuşma karşısında etkisiz
kalırlar. İnsanların gönlünü kazanmak için küçülürler, alçalırlar.
"Oysa eğer mü'min olsalardı, Allah'ın ve
Peygamber'in hoşnutluğunu kazanmayı daha gerekli görürlerdi."
İnsan ne yapabilir ki? İnsanların kuvveti nereye
varabilir ki? Fakat normalde Allah'a inanmayan ve O'na boyun eğmeyen biri,
kendisi gibi bir insana boyun eğer ve ondan korkar. Halbuki eğer insan
herkese eşit ve adil davranan Allah'a boyun eğseydi, daha iyi olurdu. Çünkü
Allah'a boyun eğen insan alçalmaz. Allah'ın kullarına boyun eğen insan
alçalır. Allah'dan korkan insan küçülmez. Allah'dan yüz çeviren, O'ndan
değil de kullarından korkan insan küçülür.
"Onlar halâ öğrenemediler mi ki, Allah'a ve
Peygamber'e zıt düşeni, düşman olanı cehennem ateşi bekliyor; o, orada ebedi
olarak kalacaktır. Bu büyük perişanlıktır."
Bu kınamayı ve yadırgamayı ifade eden bir sorudur.
Çünkü onlar inandıklarını iddia ediyorlar. İman eden bir insan, Allah'a ve
peygamberine karşı savaşmanın en büyük günah olduğunu bilir. Böyle bir
günahı işleyen kulları, cehennemin beklediğini bilir. Ve bu, perişanlığın,
sapıklıkta diretmenin tam karşılığı olduğunu anlar. Eğer onlar iddia
ettikleri gibi iman etmişlerse, nasıl bunları bilmiyorlar?
Onlar, Allah'ın kullarından korkuyorlar ve onları
razı etmek için yemin ediyorlar. Böylece kendileri hakkında onlara ulaşan
haberleri reddediyorlar. Peki nasıl oluyor da, kullardan (insanlardan)
korktukları halde onların yaratıcısı olan Allah'dan korkmuyorlar ve
Peygamberimize sıkıntı verip onun dinine karşı savaşıyorlar? Sanki onlar bu
halleriyle Allah'a karşı savaşıyorlar. Allah herhangi birisinin, O'na karşı
savaşmasından çok yücedir. Bu ifade tarzı ile onların ne denli büyük bir
cinayet işledikleri, ne denli büyük bir günaha girdikleri tasvir edilmekte,
canlandırılmaktadır. Peygamberimize sıkıntı verip gizliden gizliye onun dini
aleyhine planlar, tuzaklar kurmaya çalışanlara bir gözdağı verilmek
istenmektedir.
Aslında onlar, Peygamberimizin yanındaki mü'minlere
mertçe karşı çıkamayacak kadar korkaktırlar. Ve Peygamber'in -salât ve selâm
üzerine olsun onların niyetleri hakkında bilgi vermesinden korkmaktadırlar.
"Münafıklar kalplerinde sakladıkları kâfirliği açığa
vuracak bir surenin inmesinden korkuyorlar. Onlara de ki; "Siz alay edin
bakalım, Allah kesinlikle korktuğunuzu meydana çıkaracaktır."
"Eğer onlara soracak olursan, `Biz lafa daldık,
aramızda eğleniyorduk' derler. De ki; "Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve
Peygamber'i ile mi alay ediyordunuz?"
"Uydurma bahaneler ileri sürmeyiniz. İman ettikten
sonra tekrar kâfir oldunuz. Bir kısmınızı affetsek bile, ağır suçlu
olduklarından dolayı diğer kısmınızı azaba çarptıracağız."
Bu ayetler, münafıkların, Allah tarafından
indirilecek bir sure ile içyüzlerinin ortaya konmasından, kalplerinde
gizledikleri şeyleri haber vermesinden, gizlemiş oldukları şeyleri insanlara
bildirmesinden endişe ettiklerini belirten genel bir ifadedir.
Bu ayetlerin iniş sebepleri hakkında, belli birtakım
olaylardan söz eden birçok rivayetler de vardır.
Ebu Ma'ser el-Medini, Muhammed b. Ka'b el-Karazi'de
ve başkalarına dayanarak bildirdiğine göre, münafıklardan bir adam şöyle
demişti: "Görüyorum ki, bizim Kur'an okuyucularımız, mide bakımından bizden
daha iştahlı, dil bakımından bizden daha yalancı ve düşmanla karşılaşmada
bizim en korkaklarımızdır."
Onun bu sözleri Peygamberimize -salât ve selâm
üzerine olsun- ulaştı. Gönderilen haber üzerine adam geldiğinde peygamber
bineğine binmiş, yola çıkmıştı. Adam şöyle dedi:
"Ey Allah'ın resulü, biz sadece oynuyor ve
eğleniyorduk" dedi. Peygamberimiz:
"Allah ile Allah'ın ayetleri ile ve Peygamber ile mi
alay ediyordunuz?" "Uydurma bahaneler ileri sürmeyiniz. İman ettikten sonra
tekrar kâfir oldunuz. Bir kısmınızı affetsek bile, ağır suçlu olduklarından
dolayı diğer kısmınızı azaba çarptıracağız." ayetini okudu."
Bu sırada adamın titremesi ayak ucundaki taşları
oynatıyordu. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onun yüzüne hiç
bakmadı. Adam Peygamberimizin kılıcına asılmış duruyordu.
Muhammed İbn-i İshak der ki; Beni Ümeyye İbn-i Zeyd
İbn-i Amr, İbn-i Avf'ın kardeşi Vedia İbn-i ile Sabit, Mahşa İbn-i Humeyr
adı verilen Beni Seleme'nin dostu Eşca kabilesinden bir adam da dahil olmak
üzere münafıklardan bir grup Tebük'e doğru yol alırken Peygamberle -salât ve
selâm üzerine olsun- beraber yürüyorlardı. Birbirlerine dediler ki; "Siz
Asfaroğulları'nın (Rumlar'ın) savaşçılarını, Araplar'ın birbirleriyle
savaşması gibi mi görüyorsunuz? Allah'a yemin ederiz ki, yarın başlarınıza
gelecekleri, iplere vuruluşunuzu şimdiden görür gibiyiz." Onlar bu tür
sözlerle mü'minlerin cesaretini kırmak, morallerini bozmak istiyorlardı.
Mahşa İbn-i Humeyr dedi ki; `Allah'a yemin ederim ki, ben sizin bu
sözleriniz hakkında bir Kur'an ayeti inmesi yerine, herbirinize yüz kırbaç
atılmasına hükmedilmesini tercih ederdim. Bana ulaşan haberlere göre
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Ammar İbn-i Yasir'i bu olayı tahkik
etmesi için görevlendirmiş ve "Onlara yetiş, onlar yaktılar kendilerini,
onların neler söylediklerini sor. Eğer itiraf etmez, inkâr ederlerse, "Evet
siz öyle söylediniz de" buyurmuştur... Ammar İbn-i Yaser onların yanına
gitti. Onlara söyleyeceklerini söyledi. Onlar ise, Peygamber'e -salât ve
selâm üzerine olsun- gelip özür dilediler. Vedia İbn-i Sabit bu sırada
bineğinin üzerinde duran peygamberin terkisine yapışarak: "Ya Resulallah,
biz sadece oynuyor ve eğleniyorduk" deyip yalvarıyordu. Mahşa İbn-i Humeyr:
"Ya Rasulullah, Ben kendi adıma ve babamın ismine güvendim" dedi. İşte bu
ayette bağışlanmalarından söz edilenlerden biri de, Mahşa İbn-i Humeyr idi.
Bundan sonra ona Abdurrahman adı verildi. Hiç kimsenin bilmediği bir yerde
şehid olarak ölmeyi Rabbinden, diledi. Yemame savaşlarında şehit düştü.
Fakat hiçbir izine rastlanmadı.
İbnul Münzir, İbn-i Ebi Hatim ve Ebuş Şeyh,
Katade'den rivayet ederler Bir ara Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- Tebük savaşına doğru ilerliyordu. Önünde bir grup münafık yürüyordu.
Birbirlerine dediler k:
Bu adam (yani Hz. Muhammed) Şam'ın saraylarını ve
kalelerini fethedeceğini mi sanıyor? Ne büyük hayal!
Yüce Allah, Peygamberini -salât ve selâm üzerine
olsun- bu konuşmadan haberdar etti. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- "Şu süvarileri durdurun" dedi. Sonra onların yanına
gitti ve "Siz şöyle şöyle söylediniz değil mi?" diye sordu. Onlar:
"Ey Allah'ın resulü, biz sadece oynuyor ve
eğleniyorduk" dediler.
Yüce Allah, onlar hakkında şu duyduğunuz ayetleri
indirdi.
"Biz sadece oynuyor ve eğleniyoruz."
Sanki bu meseleler oyun ve eğlence konusu
yapılabilecek basit meselelerdir... Halbuki ele aldıkları bu meseleler, çok
büyük ve önemli meselelerdir. Bunların, inanç sisteminin temeliyle; sağlam
ve köklü ilişkileri vardır.
"De ki; Siz Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve
peygamberi ile mi alay ediyordunuz?"
İşte bu nedenle, cinayetin büyüklüğü nedeniyle,
küfür sözü söyledikleri, açığa vurdukları, imanlarından sonra tekrar küfre
dönüş yaptıkları apaçık olarak yüzlerine vurulmuştur. Allah'ın azabı ile
tehdit edilmişlerdir. Bu azap, tezelden tövbe ettikleri ve sağlıklı imana
dönüş yaptıkları için bazılarına gelmese de ikiyüzlülüğünü sürdüren,
Allah'ın ayetleri, peygamberi, inanç sistemi ve dini ile alay etmeye devam
eden diğer grubu yakalayı verecektir:
"Ağır suçlu olduklarından dolayı."
Bu ayetler münafıkların sözlerini, işlerini ve
düşüncelerini bu tipik örnekleriyle bu şekilde ortaya koyduktan sonra,
münafıkların gerçek yüzlerini ana hatları ile ortaya koyuyor. Onların,
gerçek mü'minlerden ayıran belli-başlı sıfatlarını belirtiyor. Ve hepsini
bekleyen azabın ne tür bir azap olduğuna açıklık getiriyor:
67- Erkek-kadın
bütün münafıklar hep birdirler. Kötülüğü emrederler, iyiliği yasaklarlar,
elleri sıkıdır, onlar Allah'ı unuttukları için Allah da onları unuttu.
Münafıklar yoldan çıkmışların ta kendileridirler.
68- Allah
erkek-kadın münafıklar ile kâfirleri cehennem ateşi ile cezalandıracağına
söz vermiştir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Orası onlara yeter.
Allah onları lanetlemiştir. Onları sürekli bir azap beklemektedir.
Münafık erkekler ve münafık kadınlar aynı mayadan ve
aynı karakterdendirler. Nerede ve ne zaman olursa olsun münafıklar aynıdır.
İşleri ve sözleri değişebilir. Fakat onların karakterleri aynıdır. Tek bir
kaynaktan beslenirler. İçleri fenalık dolu. Kalpleri kara. Jurnalci,
düzenbaz, yüzyüze gelmekten, açık olmaktan çekinen bir karaktere sahip
olmaları bunların en belirgin nitelikleridir. Benimsedikleri yaşam tarzı
ise, kötülüğü emretmek, iyiliği yasaklamaktır. Cimriliktir. Harcamalarda
bulunsalar dahi bu gösteriş için harcamalarıdır. Onlar kötülüğü emrederken,
iyiliği yasaklarken bu eylemlerini gizli yaparlar. Bunları yaparken,
amaçları hile, tuzak ve kaş-göz hareketleriyle mü'minleri çekiştirmektir.
Çünkü onlar bu tür şeylere kendilerini güvenli hissetmedikleri yerlerde
açıkça cesaret edemezler. Onlar, "Allah'ı unutmuşlardır." Onların tüm
hesapları ve planları, menfaat hesaplarıdır. Onlar, insanların güçlü
olanlarından başka kimseden korkmazlar. Güçlülere boyun eğerler ve onlara
yaltaklık ederler. "Allah da onları unuttu."
Artık onların Allah katında bir değeri ve itibarı
kalmadı. Onlar, dünyada insanların yanında böyledirler. Ahiret gününde Allah
katında da, durumları aynı olacaktır. Ancak güçlü-açık adamlar hesaplarını,
insanların yapılarına göre değiştirmezler. Görüşlerini apaçık olarak
söylerler. Bu yapıdaki insanlar, inanç sistemlerinin adamı olduklarını
ortaya koyarlar. Düşünceleriyle bütün dünyaya meydan okurlar. Savaşlarını
veya barışlarını gün gibi bir şekilde sürdürürler. Bunlar insanların ilahını
hatırlarından çıkarmadıkları için, insanları unutan kimselerdir. Gerçeği
savunmada hiçbir kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu insanlar, Allah'ı
zikreder, O'nu hatırlarlar. İnsanlar da onlardan söz ederler. Ve onlara
özellik ve önem verirler.
"Münafıklar yoldan çıkmışların ta kendileridirler."
Onlar, imanın dışına çıkmışlardır. Doğru yoldan
sapmışlardır. Yüce Allah, kâfirlerin akıbeti gibi bir akıbeti onlara da
haber vermiştir.
"Allah erkek-kadın bütün münafıklar ile kâfirleri
cehennem ateşi ile cezalandıracağına söz vermiştir. Onlar orada ebedi olarak
kalacaklardır."
Orası onlara ve işlemiş oldukları suçlara tam uygun
düşmektedir.
"Allah onları lânetlemiştir."
Onlar Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardır.
"Onları sürekli bir azap beklemektedir.
Bu dinden çıkmış, doğru yoldan sapmış ve sapıklığa
düşmüş bu karakter, yeni görülen bir şey değildir. insanlık tarihinde bunun
pek çok benzerleri ve örnekleri vardır. Bunlardan önce de insanlık tarihinde
bu türden örneklere rastlanmıştır. Daha önceki bu insanlar, bu yeryüzünde
kendilerine takdir edilen nasiplerinden istifade ettikten sonra, dosdoğru
fıtrattan ve tutarlı yoldan ayrılmalarının doğal bir sonucu olarak,
yaptıklarına uygun düşecek bir akıbete uğramışlardır. Oysa bu yolun o eski
yolcuları kendilerinden daha güçlüydü. Servetleri ve çocukları daha
fazlaydı. Fakat onların tüm bu imkânları bir yarar sağlamadı ve kendilerini
kurtaramadı.
Kur'an-ı Kerim bu topluluğa kendilerinden
öncekilerin akıbetlerini hatırlatıyor, kendilerinin aynı yolu izlediklerini
ve aynı akıbete uğrayacaklarını gösteriyor. Onların uğradıkları akıbete
uğramamak için önlem almalarını hatırlatıyor ki, belki bu şekilde doğru yolu
bulurlar.
69- Ey münafıklar,
siz de sizden önce yaşamış ve sizden daha güçlü, daha zengin ve daha çok
sayıda çocuklu olup paylarına düşen dünya nimetlerinin cazibesine kapılan
kimseler gibi davrandınız, bu kimseler nasıl paylarına düşen dünya
nimetlerinin cazibesine kapıldılar ise, siz de öylece payınıza düşen dünya
nimetlerinin cazibesine kapıldınız, vaktiyle eğriliğe dalanlar gibi siz de
eğriliğe daldınız. Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş
kimselerdir. Onlar hüsrana uğramışların ta kendileridir.
Bunlar insanın güç, servet ve evlât ile
denenmesidir. Kalpleri ile yüce ve büyük kuvvet kaynağı olan Allah'a
bağlananlar, yeryüzünde kendilerinin hizmetine verilen geçici kuvvete
aldanmazlar. Çünkü onlar, daha güçlü olan Allah'dan korkarlar. Bütün
güçlerini Allah'a bağlılık yolunda ve O'nun dininin hükmünü egemen kılmak
için harcarlar. Onlar mala, servete ve çocuklara aldanmazlar. Çünkü onlar,
bu malları ve çocukları kendilerine vereni hatırlarlar. Bu nedenle Allah'ın
nimetlerine şükretmeye, mallarını ve çocuklarını O'na bağlılık yolunda
kullanmaya özen gösterirler. Kalpleri, kuvvetin ve nimetin kaynağından
sapanlar ise şımarırlar. Yeryüzünde kötülüğü yaygınlaştırırlar. Bu nimetleri
hayvanlar gibi yerler ve kullanırlar.
"Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş
kimselerdir. Onlar hüsrana uğramışların ta kendileridirler."
Onların tüm yaptıkları kökten boşa gitmiştir. Çünkü
onların bu yaptıkları, kökü olmayan bir bitki gibidir. Kök salamaz,
gelişemez ve çiçek açamaz.
"Onlar hüsrana uğramışların ta kendileridirler."
Herhangi bir sınırlandırmaya ve detaylandırmaya
gerek görülmeden kısaca onlar her şeyi kaybetmişlerdir.
Bu bağlamda surenin özel olan hitab şekli
genelleşiyor. Sanki hiçbir ibret almadan felâkete uğrayanların yolunu
izleyenlerin haline şaşıyor:
70- Onlara
kendilerinden önceki toplumlara, yani Nuh, Ad, Semud kavmine, İbrahim
kavmine, Medyen halkına ve yurtları altüst edilenlere ilişkin bilgiler
gelmedi mi? Bu toplumlara, peygamberleri açık anlamlı mesajlar
getirmişlerdi. Allah'ın onlara zùlmetmesi sözkonusu değildi; fakat onlar
kendi kendilerine zulmettiler.
Bilinçsiz bir şekilde Allah'ın nimetlerinden
yararlananlara, hiçbir ibret ve öğüt almadan yok edilenlerin yolunda
yürüyenlere... Evet işte bunlara, "Kendilerinden önceki toplumlara, ilişkin
bilgiler gelmedi mi? Aynı yolda yürüyen, aynı işleri yapan toplumların
haberi bunlara ulaşmadı mı? "Nuh'un kavmi"nin haberi. Hani tufana yakalanan,
sulara gömülen, denizin derinliklerini boylayan, korkunç yok ediliş
dalgalarına kapılan "Nuh kavminin haberi" onlara ulaşmadı mı? Azgın,
şiddetli, soğuk ve gürültüyle beraber gelen rüzgâr tarafından yok edilen "Ad
kavminin", yüksek frekanslı bir sese yakalanan "Sebud kavminin", zorba ve
diktatör iktidarları yok edildiği halde, Hz. İbrahim'in kurtarıldığı
"İbrahim kavminin", sarsıntıya uğrayan ve karanlıkta boğulan `Medyen
halkının", Lut kavminin kasabalarından oluşan ve çok az bir kesimi hariç
Allah'ın kökünü kazıdığı (yurtları altüst edilenlerin) haberi gelmedi mi
onlara? "Peygamberinin kendilerine apaçık mucizeler getirmelerine rağmen" bu
mucizeleri yalanlayan ve günahları yüzünden Allah tarafından cezalandırılan
bu insanların haberleri kendilerine ulaşmadı mı?
"Allah'ın onlara zulmetmesi sözkonusu değildi, fakat
onlar kendi kendilerine zulmettiler."
Doğru yoldan sapmış olan bir kişiyi güç ve kuvvet
şımartır ve o gücü veren Allah'ı hatırlamaz. Nimetler onu kör eder, artık
nimetin sahibini göremez. Geçmiş milletlerin ibretlik ve öğüt alınması
gereken hali, ancak asla gecikmeyen, durdurulmayan ve insanlardan hiçbirini
kayırmayan Allah'ın yasalarını kavramak için sağduyularını, gönüllerini
açanlara yarar verir. Yüce Allah'ın kuvvet ve nimet ile sınadığı insanların
çoğunun gözlerini ve basiretlerini bir perde kapatır. Bu nedenle
kendilerinden önceki güçlülerin akıbetlerini göremezler. Eski azgınların ve
zorbaların acı sonlarının ne olduğunu anlayamazlar. İşte bu sırada Allah'ın
hükmü onlar hakkında gerçekleşir. Allah'ın onlara ilişkin yasası yürürlüğe
girer. Tam bu esnada yüce Allah güçlü iktidar ve üstünlük sahibi biri gibi
onları kıskıvrak yakalayıverir. Onlar, tam bu nimetler içinde yüzerken, bu
kuvvetlerinden yararlanırken, beklenmedik anda basılırlar... Birden yüce
Allah, onları her taraftan kuşatıverir..
İşte bu, her yerde ve her zaman güç, nimet ve bolluk
ile beraber olduğunu gördüğümüz gaflet, basiretsizlik ve cehalettir. Bundan
sadece Allah'ın samimi kulları paçalarını kurtarabilirler.
Münafıkların ve kâfirlerin karşısında gerçek iman
sahipleri yeralır. Mü'minlerin yapıları, karakterleri onlarınkinden farklı,
yaşayışları, ahlâkları onlarınkinden ayrı, sonları da onlarınkinden
başkadır.
71- Erkek-kadın
bütün mü'minler birbirlerinin dostu, dayanağıdırlar. Bunlar iyiliği
emrederek kötülükten sakındırırlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler,
Allah'a ve peygamberine itaat ederler. Allah işte onlara rahmet edecektir.
Hiç şüphesiz Allah, güçlü iradelidir ve her yaptığı yerindedir.
72- Allah,
erkek-kadın bütün müminleri altlarından nehirler akan ve içlerinde sürekli
kalacakları cennetlere, Adn cennetlerinde konforlu konutlara
yerleştireceğine söz vermiştir. Allah'ın hoşnutluğu ise, bunlar- , dan daha
büyük bir ödüldür. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.
Madem ki, münafık olan kadınlar ve erkekler hep
aynıdır, birbirinden farklı değildir; karakterleri aynı ve yapıları aynı
ise, mü'min olan kadınların ve erkeklerin de hep aynı olması, birbirinden
farklı olmaması gerekir. Yapıları, özellikleri bir de olsa, münafık kadınlar
ve münafık erkekler birbirlerinin dostu olacak düzeye yükselemezler. Zira
dostluk, cesaret, yüreklilik ve yardımlaşma ister. Birtakım yükümlülükler
getirir. Münafıklar arasında dahi olsa, münafıklığın yapısı, karakteri bunu
kabul etmez, kaldırmaz. Aslında münafıklar tek başına kalan güçsüz, basit
insanlardır. Yoksa dayanışma içine giren kenetlenmiş, güçlü bir
cemaat/topluluk, kitle değillerdir... Evet yapıları, karakterleri, ahlâkları
ve yaşantıları benzerlik arzetse de durumları budur. Kur'an-ı Kerim'deki bu
ifade üslubu, bu gerçeği her iki tarafı da tasvir ederken ihmal etmiyor.
"Erkek-kadın bütün münafıklar hep birdirler."
"Erkek-kadın bütün mü'minler birbirlerinin dostu,
dayanağıdırlar."
Mü'minin yapısı, aynen mü'min ümmet;n yapısı
gibidir; birlik yapısı, dayanışma yapısı, yardımlaşma yapısı. Fakat bu
dayanışma, iyiliği gerçekleştirme ve kötülüğü bertaraf etme alanında görülen
bir dayanışmadır.
"İyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar."
İyiliği gerçekleştirme ve kötülüğü bertaraf etme
dostluğu, dayanışmayı ve yardımlaşmayı gerektirir... İşte bu noktada mü'min
ümmet tek bir yumruk olur. Arasına ayrılık etkenleri sızmaz. Mü'min cemaatte
ayrılığın olduğu her yerde mutlaka yapısına, inanç sistemine yabancı bir
unsur karışmış demektir. İşte bu yabancı unsur, bu cemaatin içine ayrılık
tohumları sokar. Orada karışıklıktan önceki yapıyı, her şeyi bilen ve her
şeyden haberdar olan yüce Allah'ın belirlemiş olduğu temel yapıyı bozan bir
hastalık vardır!
"Birbirlerinin dostu dayanağıdırlar."
Mü'minler bu dostluk ile iyiliği emretmeye, kötülüğü
yasaklamaya, Allah'ın sözünü, dinini yüceltmeye, islâm ümmetinin yeryüzünde
gerçekleştirmesi gereken hedefe doğru yönelirler.
"Namazı kılarlar."
Bu, onları Allah'a bağlayan bağdır.
"Zekâtı verirler."
Bu da müslüman toplumu birbirine bağlayan, dostluğun
ve dayanışmanın hem maddi, hem de manevi şeklini gerçekleştiren bir
görevdir.
"Allah'a ve peygamberine itaat ederler."
Allah'ın emri ve peygamberinin emri dışında onların
bir isteği, bir arzusu olmaz. Allah'ın ve peygamberinin şeriatından başka
onların bir anayasası, bir ilkesi olmaz. Allah'ın ve peygamberinin dini
dışında onların bir yolu, bir programı olmaz. Allah ve peygamberi hüküm
verdiğinde artık onlar için seçme hakkı kalmaz. Böylece onların programları
birleşir, hedefleri bire indirgenmiş olur, yolları birleşir. Dosdoğru hedefe
ulaştırıcı olan yegane yol, önlerinde çatallaşmaz, ayrı ayrı yollar ortaya
çıkmaz.
"Allah işte onlara rahmet edecektir."
Rahmet sadece ahirette olmaz. Önce bu dünyada
gerçekleşir. Allah'ın rahmeti, iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan, namaz
kılan ve zekât veren tüm fertleri kapsamına aldığı gibi, böyle iyi
fertlerden oluşan cemaati, topluluğu da kuşatır. Kalbin huzura
kavuşturulmasında, kalplerin Allah'a bağlanmasında fitnelerden ve belalardan
korunmada ve kollamada Allah'ın rahmeti... Topluluğun, toplumun
düzelmesinde, yardımlaşmasında ve dayanışmasında Allah'ın rahmeti... Teker
teker her ferdin hayatta huzura kavuşmasında, Allah'ın rızası ile huzura
kavuşmasında Allah'ın rahmetinin kuşkusuz etkisi büyüktür.
Mü'minlerin iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama,
namaz kılma ve zekât verme şeklinde sıralanan bu dört sıfatı (özelliği),
münafıkların kötülüğü emretme, iyiliği yasaklama, Allah'ı unutma ve ellerini
sıkı tutup cimrilik etme şeklinde sıralanan dört özelliğinin karşılığıdır.
Yüce Allah'ın mü'minlere rahmet etmesi münafıklara ve kâfirlere lanet
etmesinin karşılığıdır... İşte yüce Allah'ın mü'minlere zaferi vadetmesi
onları yeryüzüne hakim kılması, onları insanlık için güzel, ideal bir
yönetime kavuşturması hep bu sıfatlara, özelliklere bağlıdır.
"Hiç şüphesiz Allah güçlü iradelidir ve her yaptığı
yerindedir."
Bu yükümlülükleri yerine getirerek birbirlerinin
dostu, yardımcısı olmaları için mü'min olan topluluğu galip kılmaya gücü
yeter. Yeryüzünde iyiliği yaygınlaştırmaları, kullar arasında Allah'ın
sözünün, dininin bekçiliğini yapmaları için mü'minlere zafer ve üstünlük
vermesi anlamında da hikmet sahibidir.
Madem ki, cehennem azabı münafıkları ve kâfirleri
beklemekte, Allah'ın laneti onları gözetmekte, Allah'ın onları unutması da
kendilerine güçsüzlük ve mahrumiyet ile damgalamaktadır; öyleyse, cennet
nimetleri de mü'minleri beklemektedir:
"Allah erkek-kadın bütün mü'minleri altlarından
nehirler akan ve içlerinde sürekli kalacakları cennetlere, Adn cennetlerinde
konforlu konutlara yerleştireceğine söz vermiştir.
Orada rahat etmeleri için... Onlara bundan daha
büyüğü ve değerlisi vardır:
"Allah'ın hoşnutluğu ise bunlardan daha büyük bir
ödüldür."
Cennet, içindeki bütün nimetlerine rağmen, bu
onurlandıran, şereflendiren hoşnutluğun o güzelim atmosferinde sönük kalır
ve gözlerde küçülür.
"Allah'ın hoşnutluğu ise bunlardan daha büyük bir
ödüldür."
Allah ile bağ kurma anı, O'nun yüceliğini görmenin,
müşahede etmenin anıdır. Yeryüzünün ağırlıklarından, yüklerinden kısa vadeli
isteklerinden ve bu bedensel arzuların kafesinden kurtuluş anıdır... Bu anda
insan kalbinin derinliklerinde gözlerle görülmesi mümkün olmayan ışık
kaynağından bir ışık yayılır. Bu an, Allah'ın ruhundan bir kor parçasıyla
ruhların her tarafının aydınlandığı bir andır. Çok nadir insanlarda görülen
ve bir göz kırpması kadar kısa bir anda gelip geçen bu zaman dilimlerinin
herbirinin yanında bütün dünya nimetleri ve bütün umutlar sönükleşip
değersizleşir. Peki bu ruhları çepeçevre kuşatan onlar tarafından sürekli
biçimde algılanan Allah rızası hakkında ne diyebiliriz ki!
"İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur."
OLAYLARIN REALİST
ÇÖZÜMÜ
Gerçek mü'minlerin sıfatları ile iman iddiasında
olan münafıkların sıfatları açıklandıktan sonra, yüce Allah peygamberinden,
kâfirlerle ve münafıklarla savaşmasını istiyor. Kur'an-ı Kerim, bu
münafıkların küfür sözü söylediklerini ve islâmdan sonra küfre saptıklarını
ve Allah'ın emellerini kursaklarında bıraktığı bir işe kalkıştıklarını,
eylemlerinin de şu anda içine düştükleri küfrün dürtüleriyle
yönlendirildiğini belirtiyor. Aslında gönderilişi iyilik ve bereketten başka
bir şey olmayan Allah'ın resulüne neden karşı koyduklarına hayret ediyor.
Kâfirlikte ve münafıklıkta dirètmemeleri için onları tehdit ediyor:
73- Ey peygamber,
kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert ol, onların varacakları
yer cehennemdir, orası ne kötü bir varılacak yerdir.
74- Onlar
söylemediler diye Allah adına yemin ederler, ama o küfür sözünü söylediler.
Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Yapamadıkları bir işe yeltendiler. Bu
yolla öç almaya kalkışmalarının tek sebebi Allah'ın lütfu ile Allah'ın ve
Peygamber'in kendilerini zengin etmiş olmalarıdır. Eğer tevbe ederlerse
kendileri için iyi olur, Eğer sırt çevirirlerse, Allah onları hem dünyada,
hem de ahirette acıklı bir azaba uğratır. Dünyada onlara ne bir dost ve ne
de bir yardım edici bulunur.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
münafıklara karşı o kadar çok yumuşak davranmış, o kadar çok hatalarını
bağışlamış ve o kàdar çok suçlarını görmezlikten gelmiştir ki, bunun haddi
hesabı yoktur. İşte şimdi yumuşak huyluluğu son raddeye gelmiş ve hoşgörü
zamanını doldurmuştu. Şimdi yüce Rabbi olan Allah, ona yeni bir strateji
izlemesini emrediyordu. Artık Allah onları bu ayette kâfirlerin arasına
katıyor. Hem kâfirlere, hem de münafıklara karşı sert, katı, acımasız ve
amansız bir cihad örneği vermesini, acımamasını ve fırsat vermemesini
emrediyordu.
Hiç kuşkusuz yumuşaklığın da, sertliğin de kendine
göre yeri vardır. Yumuşaklığın zamanı dolunca sertlik başlamalıdır. Pasif
direniş olan sabrın dönemi kapanınca kesin ve ayırıcı tavır ortaya
konmalıdır. Hareketin kendisine göre şartları ve bu yöntemin kendine göre
aşamaları vardır. Bazı durumlarda yumuşaklık sıkıntı getirir ve bazen de
hoşgörü zararlı olur.
Münafıklara karşı yapılacak olan cihaddaki hoşgörü
sertliğini anlama konusunda değişik yorumlar vardır. Hz. Ali'den
(kerremellahu vechehu) gelen bir rivayette, onlara karşı kılıçla savaşılır
deniyor. İbn-i Cerir (Allah O'na rahmet eylesin) de bu görüşü tercih
etmiştir. İbn-i Abbas'tan -Allah ondan razı olsun- gelen rivayete göre ise,
onlarla yapılacak cihad, karşılıklı ilişkilerle, davranışlarla ve onların
içyüzlerini ortaya koyup kamuoyunu uyarmak alanlarında
gerçekleştirilecektir. Ayrıca Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun-
münafıklarla savaşmamıştır. İlerde de göreceğimiz gibi uygulamada bu şekilde
gerçekleşecektir.
"Onlar söylemediler diye Allah adına yemin ederler,
ama o küfür sözünü söylediler. Müslüman olduktan sonra kâfir oldular.
Başaramayacakları bir işe giriştiler."
Ayeti kerime, ana hatları ile münafıkların genel
tavırlarını ortaya koyuyor. Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- ve
müslümanlara karşı defalarca yapmak isteyip yapamadıkları kötülüklere işaret
ediyor. Ayrıca ayetin iniş sebebini belli bir olaya bağlayan birtakım
rivayetler de vardır:
Katade der ki; Bu ayet Abdullah İbn-i Ubey hakkında
inmiştir... Ensar'dan ve Cüheyn kabilesinden iki adam aralarında dövüştüler.
Cüheyn'li Ensar'dan olana karşı üstün geldi. Bu sırada Abdullah İbn-i Ubey
"Ey Ensar! Siz kardeşinize yardım etmez misiniz?" dedi. Sonra; "Vallahi,
Muhammed ile bizim durumumuz şu atasözünde vurgulanan olaya benziyor:
"Besle köpeğini, yesin seni!" (Besle kargayı, oysun
gözünü gibi) ve "Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf olanı dışarı
atacaktır" diye ilave etti.
Müslümanlardan biri hemen bu olayın haberini
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- iletti. Peygamber ona adam
gönderdi ve durumu soruşturdu. Abdullah İbn-i Ubey böyle bir şey
söylemediğine dair yemin etti. Yüce Allah da onun hakkında bu ayeti
indirdi."
İmam Ebu Ca'fer İbn-i Cerir rivayet zinciriyle İbn-i
Abbas'ın şöyle dediğini aktarır:
Bir ara Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
bir ağacın altına otururken şöyle buyurdu:
"Size bir adam gelecek ve şeytanın gözüyle size
bakacaktır, geldiği zaman onunla konuşmayınız"...
Çok geçmeden mavi gözlü bir adam geldi.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- O'nu çağırdı ve şöyle dedi:
"Sen ve arkadaşların neden benimle alay ediyorsunuz?"
Adam gitti, arkadaşlarını getirdi. Hiçbir şey
söylemediklerine dair Allah'a yemin ettiler. Nihayet salıverildiler. Yüce
Allah onlar hakkında şu ayeti indirdi:
"Bir şey söylemediler diye Allah adına yemin
ederler."
Urve b. Zübeyr ve başkaları özetle şu anlama gelen
bir rivayette bulunurlar:
Bu ayet Cilas b. Suveyd b. Samit hakkında inmiştir.
Cilas'ın Ümeyr b. Said adında bir üvey çocuğu vardı. Cilas; eğer Muhammed'e
gelen vahiy gerçek ise, biz şu üzerinde bulunduğumuz eşeklerden daha
aşağılığız" dedi. Umeyr döndü O'na şöyle dedi: Ey Cilas! Allah'a yemin
ederim ki, sen insanlar içinde en çok sevdiğim kişisin. Bana göre gözünü
budaktan sakınmayan bir adamsın. Kendisine hiçbir kötülük dokunmasını
istemediğim adamlardan birisin. Şimdi öyle bir söz söyledin ki, onu
açıklasan kendimi rezil etmiş olurum. Eğer gizleyecek olursam kendimi helak
etmiş olurum. Ama bu iki şıktan ikincisini tercih etmek bana diğerinden daha
kolay geliyor.
Sonra kalktı. Peygamber'e geldi. Olayı anlattı.
Cilas böyle bir şey söylediğini inkâr etti. Ve böyle bir şey söylemediğine
dair Allah adına yemin etti. Bunun üzerine Allah bu ayetleri indirdi. Adam
bundan sonra geldi. "Ben öyle bir şey söylemiştim" Allah benim tevbe etmemi
istiyor. Ben tevbe ediyorum. Ve yaptığım işten pişmanlık duyuyorum"... dedi.
Böyle demesi kabul edildi.
Fakat bu rivayetlerde ayeti kerimede geçen
"başaramayacakları bir işe giriştiler" ifadesiyle bağdaşmıyor. Ayetin bu
bölümünün, Peygamberimizin salât ve selâm üzerine olsun- Tebük'ten dönerken
suikaste uğraması ile ilgili olduğuna dair pekçok rivayetler vardır. Bunlara
göre Peygamberimiz savaştan döndüğü sırada münafıklardan bir grup O'nu
pusuya düşürmek istemiştir. Ayetin bu bölümü de bu olayı kasdetmiştir. Şimdi
bu rivayetlerden bir tanesini buraya aktaralım:
İmamı Ahmed -Allah O'na rahmet eylesin- der ki;
Yezid'den, Velid b. Abdullah b. Cemiy'den, Ebu
Tufeyl'den gelen rivayette deniyor ki;
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük
savaşından dönerken bir adamın şu sözleri ilan etmesini istedi: "Allah'ın
Resulü -salât ve selâm üzerine olsun- dağın yüksek yolunu (Metinde geçen
Akabe: Yüksek ve dar yol demektir.) tuttu. Kimse o yola girmesin!"
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir ara
bu patikada yürüyordu. Önünde Huzeyfe, arkasında Ammar vardı. Tam bu sırada
maskeli bir grup, süvari olarak geldi. Ammar'a yetiştiler. Ammar
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bineğini sürüyordu. Artık
Ammar -Allah ondan razı olsun onlara döndü ve onların bineklerinin yüzlerine
vurmaya başladı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu arada
Uzeyfe'ye: "Daha hadi, daha hadi," diyerek bu şekilde aşağıya kadar indiler.
Sonra Ammar da döndü geldi. Peygamberimiz: "Ey Ammar, onları tamdın mı?"
diye sordu. Ammar:
"Bineklerin hepsini tanıdım. Ancak adamlar
maskeliydi."
"Ne yapmak istediklerini anladın mı? diye sorduğunda
Ammar:
"Allah ve peygamberi daha iyi bilir" dedi.
Peygamber buyurdu ki:
"Peygamberin bineğini ürkütmeyi ve bu yüksek yerde
O'nu bineğinden düşürmeyi istiyorlardı."
Bu olaydan sonra Ammar Peygamber'in -salât ve selâm
üzerine olsun- ashabından birine: Allah aşkına söyle, Akabe ashabı
(Peygamberimizi geçitte kıstırmak isteyenler) kaç kişiydi:
Adam:
"Ondört kişiydiler" dedi.
Ammar
Eğer sende onlardan biri isen, onbeş kişi olurlar,
dedi. Ammar der ki:
Peygamber bunlardan üç kişinin adını söyledi. Ve
onları hesaba çektiğinde onlar:
"Biz Resulullah'ın böyle bir ilan yaptığını
duymadık" dediler. Biz onların ne yapmak istediklerini de bilmiyorduk.
Ammar der ki:
Geriye kalan oniki kişinin hem bu dünya hayatında,
hem de şahitlerin konuşacağı ahiret gününde Allah'a ve Resulüne karşı savaş
açtıklarına şahitlik ederim.
İşte bu olay, onların niyetlerini ortaya koyuyor.
Ayet bu olayı kasdetse de, kasdetmese de bu insanların niyetleri ortadadır.
Bu insanların içlerinde buna benzer bir hainliğin bulunması, gerçekten
hayret edilecek bir şeydir. İşte bu nedenle ayeti kerime onların hallerine
hayret etmektedir.
"Bu yolla öç almaya kalkışmalarının tek sebebi
Allah'ın lütfu ile Allah'ın ve peygamberinin kendilerini zengin etmiş
olmalarıdır."
İslâm onlara hiçbir kötülük yapmamıştır. İslâm
onlardan öç almak şöyle dursun, islâmdan sonra bu din sayesinde refaha
kavuşmuşlardır. Herhalde bunun öcünü. almak istiyorlardı.
Şimdi bu hayret ifadesinden ve iç yüzlerini ortaya
koymasından sonra kesin hüküm bildiriliyor.
Bütün bunlardan sonra tevbe kapısı ardına kadar açık
tutulmaktadır. Kim kendine iyilik yapmak isterse, hemen bu açık kapıdan
girsin. Kim de sapık yola girmek isterse onun da sonu açıktır. Hem dünyada,
hem de ahirette can yakıcı bir azap: Bu yeryüzünde dostsuz ve yardımcısız
kalmak... Artık dileyen kendi tercihini yapsın. Bundan sonra sorumlusu
sadece kendisidir.
"Eğer tevbe ederlerse, kendileri için iyi olur. Eğer
sırt çevirirlerse, Allah onları hem dünyada, hem de ahirette acıklı bir
azaba uğratır. Dünyada onlara ne bir dost ve ne de bir yardım edici
bulunur."
KALPLERİNE NİFAK
YERLEŞTİRİLENLER
75- Onlardan
bazıları "Eğer Allah bize lütfundan bol mal verirse, sadaka verenlerden ve
iyi amel işleyenlerden alacağımıza yemin ederiz" diye Allah'a kesin söz
verirler.
76- Fakat Allah
onlara lütfundan bol mal verince, cimrice davranarak sırt çevirdiler,
sözlerinden döndüler.
77- Allah'a
verdikleri sözden caydıkları ve yalan söyledikler gerekçesiyle Allah,
karşısına çıkacakları güne kadar kalplerine münafıklığı yerleştirdi.
Münafıklardan bazıları Allah'a söz vererek "Eğer
Allah bize nimet verir ve rızkımızı bollaştırırsa, biz de bol bol Allah
yolunda harcar ve iyi işler yaparız" dediler. Fakat onlar ancak fakirlik ve
zorlukta, sıkıntıda kaldıkları, umut ve arzu içinde yaşadıkları sırada bu
antlaşmaya, bu sözleşmeye yanaşırlar. Yüce Allah onların dileklerini kabul
eder ve kendi lütfundan onlara bol rızık verdiğinde sözlerini unuturlar,
vaadlerini inkâr ederler. Cimrilik ve kıskançlık yakalarına yapışır,
ellerini hiç açmayacak şekilde sıkarlar. Daha önce verdikleri söze bağlılık
göstermekten yüz çevirir. İşte onların hem Allah'a, yalan söylemeleri, hem
de sözlerine bağlılık göstermemeleri, "nifak"ın onların kalbine
yerleşmesine, bu nifak üzerine ölmelerine ve bu nifak ile Allah'ın huzuruna
çıkmalarına neden olmuştur.
Allah'ın koruduğu kimseler dışında insanın nefsi
zayıftır, cimridir. İnsanın nefsi ancak iman ile onarıldığınıda bu
cimrilikten kurtulabilir, arınabilir. Yeryüzünün esiri olmaktan yakasını
kurtarabilir, kısa vadeli çıkar tutkularının sonucu alınan yararlı işlere
karşı ihtirasının bağlarından kurtulabilir. Çünkü insan ancak bu durumda
geleceğin daha büyük mükafatını düşünebilir. Allah'ın rızasının,
hoşnutluğunun daha büyük olduğunu hesaplayabilirler. Mü'min olan bir kalp
iman ile huzura kavuşur. Allah yolunda harcamada bulunurken fakirleşmekten
korkmaz. Çünkü o insanların tüm mallarının sonuçta tükeneceğine, fakat
Allah'ın nimetlerinin tükenmeyeceğine kesin güvenmektedir. İşte bu güven ve
huzur onu gönüllü olarak kendi isteğiyle ve arınmak amacıyla Allah yolunda
mallarını harcamaya sevkedecektir. O bunu yaparken, kendi rızkından ve
geçiminden emin bir şekilde hareket edecektir. Hatta servetini yitirip fakir
düşse dahi, bu güveni sarsılmayacaktır. Çünkü onun Allah katında çok büyük
bir mükafatı olduğuna güveni tamdır.
Ama kalp gerçek imandan yoksun olduğunda, doğuştan
gelen cimriliği harekete geçerek yolunu kesecektir. İnsan Allah yolunda
harcamaya veya sadaka vermeye yöneldiğinde harekete geçecektir. Fakirlik
korkusu, gözlerinin önünde canlanacaktır. Böylece o Allah yolunda harcamadan
geri duracaktır. Bundan böyle o cimriliğinin ve korkusunun mahpusu olacak,
güven ve rahata kavuşamayacaktır.
Allah'a söz verdiği halde, bu sözüne bağlılık
göstermeyen ve ahdine vefa göstermeyerek Allah'a yalan söyleyen bir insanın
kalbi nifaktan kurtulamaz!
"Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler,
söz verdiğinde yerine getirmez ve bir şey emanet edildiğinde hainlik yapar"
(!)
Sözünde durmamanın ve Allah'a yalan söylemenin
kaçınılmaz sonucu her zaman kalplerde bir nifak oluşturur, işte bu ayetin
burada sözünü ettiği münafık insanların durumu da budur!
"Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalan
söyledikleri gerekçesi ile Allah, karşısına çıkacakları güne kadar
kalplerine münafıklığı yerleştirir."
ALLAH KALPLERDE
OLANI BİLİR
78- Allah'ın onların
sırlarını ve fısıltılarını bildiği, O'nun "gayb "leri çok iyi bildiğini halâ
öğrenemediler mi?"
Onlar iman ettiklerini iddia ettikleri halde yüce
Allah'ın her gizli sırrı bildiğini, kendi aralarındaki tüm konuşmalardan
haberdar olduğunu, insanlardan gizli olarak kendi aralarındaki gizli
fısıldaşmalarını gördüğünü bilmiyorlar mı? Yüce Allah'ın her türlü gizli
kapalı "gayb" bildiğini, gönüllerdeki niyetlerin gerçek mahiyetinden haberi
olduğunu bilmiyorlar mı? Halbuki Allah'ın bunları bildiğini bilmelerinin
sonucu olarak hiçbir niyetlerini, Allah'tan gizlememeleri gerekirdi. Allah'a
verdikleri sözden caymamaları ve verilmiş olan taahhütte yalancılık
yapmamaları gerekirdi.
Bu üç ayetin iniş sebebiyle ilgili birtakım
rivayetler vardır. Biz bunlardan İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatemin Mua'n
hadisinden aldıkları rivayet ile Ebu Umame el Bahili'nin Salebe İbn-i Hatıp
el-Ensari'den aldığı rivayeti burada vereceğiz. Bu rivayete göre Salebe,
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun"Allah'a dua et ki, bana bir
servet versin" demiştir. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-:
"Yazıklar olsun sana ey Salebe! Şükrünü eda ettiğin
az bir mal güç yetiremeyeceğin kadar çok maldan hayırlıdır" buyurmuştur.
Salebe Allah'ın peygamberi gibi olmaya razı değil
misin? Allah'a yemin ederim ki: "Eğer ben dağların altın ve gümüş olmasını
dileseydim, olurlardı'" buyurdu.
Salebe şöyle dedi:
"Seni gerçek bir peygamber olarak gönderen Allah'a
yemin ederim ki, eğer sen benim için dua etsen ve Allah da bana bir servet
verecek olsa, şüphesiz bir hak sahibine hakkını veririm."
Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- şöyle buyurdu:
"Allah'ım Salebe'ye bir servet ver."
Rivayete göre Salebe kendisine bir koyun aldı ve bu
koyunu böcekler gibi çoğalmaya başladı. Artık Medine ona dar gelmeye
başladı. Medine'den ayrılarak yakındaki bir vadiye yerleşti. Bu sırada öğlen
ve ikindi namazlarını cemaatle birlikte kılıyor, diğerlerinde cemaate
gelemiyordu. Sonra sürüleri daha da çoğaldı. Salebe bir daha uzağa çekildi.
Artık beş vakit namaza gelemiyordu. Sadece Cuma namazlarına gelebiliyordu.
Malları çoğalmaya devam ediyordu, neticede Cuma'yı da terketti. Şimdi Cuma
günleri kervanların yolunu bekliyor, onlardan haber almaya çalışıyordu.
Bir ara Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun-:
"Salebe ne yapıyor acaba? diye sordu. Ashab:
"Ey Allah'ın Rasulü, bir koyun satın almıştı. Sonra
mallarına Medine dar gelmeye başladı"... diyerek durumu anlattılar.
Rasulullah buyurdu ki:
"Yazık oldu Salebe'ye! Yazık oldu Salebe'ye! Yazık
oldu Salebe'ye!
Yüce Allah onların mallarından sadaka al... ayetini
indirdi. Sonra zekâtı nereye verileceğini belirten ayetler indi.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- müslümanlardan iki kişiyi zekât
gelirlerini toplamak üzere görevlendirdi. Bu adamlardan biri Cüheyne
kabilesinden, diğeri Süleym kabilesindendi. Peygamber onlara müslümanlardan
zekât gelirlerini nasıl toplayacaklarını belirten bir de yazılı belge verdi.
Ve onlara şöyle dedi:
"Salebe'ye ve beni Süleym kabilesinden falan adama
uğrayın ve onların zekât gelirlerini alın."
Görevliler Salebe'ye gittiler ve ondan zekât
gelirlerini istediler. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun-
kendilerine vermiş olduğu mektubu ona okudular. Salebe:
"Bu cizyeden başka bir şey değildir. Bu istediğiniz
zekât cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir. Ben bunun ne olduğunu
anlayamadım? Gidiniz, işlerinizi bitirdikten sonra tekrar bana geliniz."
Süleym kabilesinden olan adam ise, bu görevlilerin
geleceğini duymuştu. Develerinin en güzellerini tesbit etti ve onları zekât
için ayırdı ve Allah Resulü'nün görevlilerini onlarla karşıladı. Görevlileri
onun bu hareketini gördüklerinde:
"Sana bu kadarı zorunlu değildir. Ve biz senden bunu
almak istemiyoruz" dediler. Adam:
"Yok, alın. Ben bunu kendi gönül rızamla veriyorum,
ben bunları onun için ayırmıştım" dedi.
Görevliler de onun bu mallarını aldılar, başkalarına
da uğrayıp zekât gelirlerini topladılar. Tekrar Salebe'ye döndüklerinde:
"Şu mektubunuzu gösterin bana" dedi. Mektubu okudu
ve:
"Bu cizyeden başka bir şey değildir. Bu istediğiniz
zekât, cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir. Gidiniz, ben biraz
düşüneyim" dedi.
Görevliler de gittiler. Resulullah'ın yanına
vardıklarında Peygamber onları görüp daha onlarla konuşmadan "yazıklar olsun
Salebe'ye" dedi ve Süleym kabilesinden olan adama bereket için dua etti.
Görevliler Salebe'nin yaptıklarını ve Süleym kabilesinden olan adamın
yaptıklarını ona haber verdiler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Onlardan bazıları da "Eğer Allah bize lütfundan bol
mal verirse, sadaka verenlerden olacağımıza yemin ederiz" diye Allah'a kesin
söz verirler."
Bu sırada Peygamber'in yanında Salebe'nin
yakınlarından biri bulunuyordu. Olup bitenleri duydu. Çıktı, O'nun yanına
gitti ve O'na "Yazıklar olsun Salebe! Allah senin hakkında şöyle şöyle ayet
indirdi" dedi. Salebe kalktı. Peygamber'in yanına geldi. Ve zekât mallarını
kabul etmesini diledi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-:
"Allah senin zekât gelirlerini almamı yasakladı"
buyurunca Salebe, başına toprak saçmaya başladı. Peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- O'na: "Bu senin kendi yaptığındır, daha önce sana emrettiğim
halde sen bana itaat etmemiştin" buyurdu.
Peygamber O'nun zekâtını almayı reddedince, tekrar
evine döndü. Resulallah vefat edinceye kadar ondan zekâtı kabul etmedi.
Sonra Ebubekir halife seçildiğinde O'na gitti ve:
"Sen peygamberin katındaki derecemi ve Ensar
arasındaki yerimi biliyorsun, zekât mallarımı kabul et" dedi. Ebubekir O'na:
"Peygamberimiz senin zekâtını kabul etmedi, ben de
kabul edemem" karşılığını verdi. Ebubekir vefat edinceye kadar onun zekâtını
almadı. Hz. Ömer halife seçildiğinde yine geldi ve "Ey mü'minlerin başkanı,
benim zekât mallarımı kabul et" dedi. Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun-:
Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir onu kabul etmediği
halde, ben mi onu kabul edeceğim? karşılığını verdi. Hz. Ömer vefat edinceye
kadar onun zekâmı almadı. Hz. Osman halife seçildiğinde ona da geldi ve:
"Zekât mallarımı kabul et" diye teklif etti. Hz.
Osman -Allah ondan razı olsun- Peygamber, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer O'nu
kabul etmemişken, ben mi onu kabul edeceğim? karşılığını verip zekâtını
kabul etmedi. Ve böylece Salebe Hz. Osman'ın halifeliği döneminde öldü
gitti.
İsterse bu olay ayetlerin indiği zamanda
gerçekleşmiş olsun, isterse ayetlerle ilgili başka olaylar sözkonusu olsun,
ayetlerin anlamı geneldir. Genel bir durumu tasvir etmektedir. Tam, kesin
bir inanca kavuşmayan ve imanın tam anlamıyla içlerine sirayet etmediği
gönüllerin her zaman görülebilecek bir tipini çizmektedir. Eğer ayetlerin
inişini bu olaya bağlayan rivayet doğru ise, o zaman peygamberi Salebe'nin
zekât gelirlerini ve tevbe edişini kabul etmekten alıkoyan neden, O'nun
sözünde durmamak ve Allah adına yalan söylemek gibi sıfatları insanın
kalbinde kıyamete kadar bir nifak doğuracak sıfatlar olarak görmesidir. İşte
bu nedenle Peygamber onun dış görünüşüne aldanmamış, şeriatın istediği
şekilde ona dış görünüşüyle muamele etmemiştir. Kuşkusuz bu şekilde bildiği
bir duruma göre onunla muamele etmiştir. Çünkü bunu her şeyi bilen ve her
şeyden haberdar olan Allah, ona bildirmiştir. Peygamberin bu uygulaması onun
için bir uslandırma amacı güdüyordu. Bu nedenle zekâtı kabul edilmiyordu.
Bununla beraber o, mürted sayılmıyor ve riddet cezasına çarptırılmıyordu.
Müslüman olarak da kabul edilip zekât alınmıyordu. Fakat bu demek değildir
ki, hukuki açıdan zekât münafıklardan alınmaz. İslâm hukuku kesin bir
bilginin olmadığı durumlarda insanların dış görünüşlerini esas alır. Ve
onlara bu şekilde muamele yapar. Peygamberin bu uygulaması ise özel bir
uygulamadır. Başka olaylar ona kıyas edilemez.
Şu kadar var ki, bu olayın rivayeti ilk
müslümanların payları belirlenmiş olan zekâta bakış açılarını ortaya
koymaktadır. Onlar bunu kendileri için bir nimet olarak kabul etmişlerdir.
Kim bu nimeti vermekten veya bu nimetin kendisinden kabul edilmesinden
mahrum edilirse, artık o hüsrana uğramıştır. Zekâtı reddedildiğinden dolayı,
acınması gereken bir adam durumundadır. Onlar yüce Allah'ın şu sözünde gizli
ve gerçek anlamı çok iyi biliyorlardı.
"Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al. Ve bu
yolla onları temizle. " (Tevbe 103)
Bu onlar için bir ganimet idi. Yoksa üstlerine
aldıkları bir borç olarak görmüyorlardı. İşte Allah'ın rızasını elde etmek
amacıyla yerine getirilen bir görev ile kanunun zorunlu kıldığı ve
vermeyenlerin cezalandırıldığı bir vergi arasındaki fark da budur!
DİRAYET DERİNLİĞİ
Şimdi ise Kur'an-ı Kerim münafıkların başka bir
düşüncesine değinmektedir. Onların zekâta bakış açısı gerçek mü'minlerin
zekâta bakış açılarına aykırıdır. Onlar zekâtı olması gerektiği şekilde
anlamıyorlar. Yapılarının bozuk ve içlerinin karışık olmalarından
kaynaklanan kaş göz hareketlerine başvurmalarının nedeni ortaya konmaktadır.
79- Sadaka konusunda
gerek cömertçe veren gönüllülere dil uzatanlar ve gerekse ancak güçlerinin
yettiğini verebilenlerle alay edenler var ya,
Allah onları maskaraya çevirmiştir, onları acıklı
bir azap beklemektedir.
Bu ayetin nüzul sebebine ilişkin rivayet edilen
kıssa münafıkların Allah yolunda harcamada bulunmaya ve bunun insanın gönlü
üzerindeki etkilerine ve yanlış bakış açılarını tasvir etmektedir.
İbn-i Cerir, Yahya İbn-i Ebi Kesir ve Said kanalıyla
Katade ve İbn-i Ebi Hatim'den, Hakem İbn-i Eban kanalıyla İkrime'den değişik
kelimelerle şu olayı rivayet etmektedir.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük
savaşının hazırlığı konusunda müslümanları mali desteğe teşvik ediyordu.
Abdurrahman İbn-i Avf 4000 dirhem getirdi ve:
"Ey Allah'ın elçisi benim sekizbin dirhemim vardı.
Yarısını getirdim. Yarısını da bıraktım, dedi.
Peygamberimiz: "Allah evde bıraktığını da getirip
verdiğini de kabul eylesin" buyurdu. "Ebu Akil de bir Sa hurma getirdi ve:
"Ey Allah'ın Rasulü iki Sa hurma kazandım bir
tanesini Rabbime ödünç verdim, bir Sa'ını da çoluk çocuğuma bıraktım" dedi.
Münafıklar Ebu Akil'in bu hareketiyle dalga geçtiler
ve:
İbn-i Avf'ın verdiği gösterişten başka bir şey
değildir. Allah ve Rasulü şu adamın bir Sa'ından müstağni değil midir?
dediler.
Başka rivayetlerde belirtildiğine göre onlar bütün
gecesini 2 sa ücret almak için çalışarak geçiren ve bunları aldığında da bir
tanesini alıp Peygamber'e getiren Ebu Akil için:
"O ancak kendisinden söz edilmesini istemiştir"
demişlerdir.
İşte onlar bu şekilde içten gelen arzularıyla gönül
rızası ve vicdanlarının huzuruyla herkes kendi gücü ve imkânlarıyla cihad
eylemine katılma arzusu içinde hareket eden, mali destek almaya çalışan
mü'minler hakkında bu tür dedikodular yapıyorlardı. Çünkü onlar mü'min
gönüllerin bu kadar istekli oluşlarını anlayamıyorlardı. Kendi arzularıyla
yardımda bulunmadıkça huzura kavuşmayan vicdanların duyarlılığını
kavramıyorlardı. Zorluklara, fedakârlıklara ve imanın gereklerine katılmak
için gerekli olan kişisel arzu ve isteklerle kanat çırpan duyguları
anlayamıyorlardı. İşte bu nedenle, fazlasıyla yardımda bulunana o ancak
gösteriş için veriyor. Az verene ise, o kendinden söz ettirmek istiyor
diyorlardı. Böylece çok yardımda bulunanı çok verdiğinden dolayı
horluyorlardı. İyilik yapan her iki taraf da onların eleştirilerinden ve
kınamalarından kurtulamıyordu. Halbuki onların kendileri yerlerinde
oturuyor, geri duruyor, ellerini sıkı sıkıya kapatıyor, içlerini cimrilikle
dolduruyorlardı. Ancak gösteriş için harcamada bulunuyorlardı. Ve bu basit
ve değersiz etkenden başka gönüllerini yardıma, nifaka sevkedecek başka
neden bulamıyorlardı.
İşte bu nedenle onlara kesin, açık bir cevap
veriliyordu.
"Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onları acıklı
bir azap beklemektedir."
Ne korkunç bir maskaralık, ne korkunç bir akıbet!
Yüce kudret sahibi ve yaratıcı olan Allah nerede şu fani, zayıf, küçük,
basit insan topluluğu nerede? Yüce Allah onları maskaraya çeviriyor? O'nun
azabı mı bunları bekliyor? Bu gerçekten korkunç, dehşet verici ve ürkütücü
bir olaydır.
80- Onlar için ister
af dile, ister dileme, onlar adına yetmiş kere (istediğin kadar çok) af
dilesen de Allah onları kesinlikle affetmez. Sebebine gelince, onlar Allah'ı
ve peygamberini tanımadılar, Allah yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola
iletmez.
Gönülden ekonomik destekte bulunan mü'minleri bu
şekilde eleştiren ve onlara dil uzatan o münafıkların akıbetleri artık
kesinleşmiştir. Bunun değiştirilmesi sözkonusu değildir.
"Allah onları kesinlikle affetmez."
Bağışlanma dilemek onlara fayda vermeyecektir. Artık
bağışlanmanın dilenmesi ile dilenmemesi arasında fark yoktur.
Öyle anlaşılıyor ki, Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- günahkârlar için bağışlanma diliyordu. Allah'ın onları
bağışlaması ümidiyle bunu yapıyordu. Şu münafık grubu gelince bunların
akıbetleri belli olduğunu ve bundan herhangi bir değişiklik olmayacağını
bildirmiştir.
"Çünkü onlar, Allah'ı ve Peygamber'i tanımadılar."
"Ve Allah, yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola
iletmez."
Onlar doğru yoldan sapmışlardır. Artık dönüş
yapmaları da beklenemez. Kalpleri de bozulmuştur. Artık kalplerinin
düzelmeleri de mümkün değildir.
"Onlar adına yetmiş (istediğin kadar çok) af dilesen
de Allah onları kesinlikle affetmez."
Burada kullanılan `yetmiş' sayısı belirlenmiş bir
sayı değil, çokluğu ifade etmek için kullanılmıştır. Genel anlamı şudur:
Artık onlar için affedilme beklenemez. Çünkü onlara
tevbe kapısı kapanmıştır. İnsanın kalbi, bozukluğun belli bir dozajını
aştıktan sonra artık düzelmez. Sapıklıkta belli bir noktaya geldiğinde artık
ondan sonra hidayete ulaşması beklenemez. Kalplerin halini en iyi bilen
Allah'tır.
Şimdi Kur'an-ı Kerim bir daha sözü Tebük savaşında
Resulallah ile beraber hareket etmeyip, geri kalan münafıklara
getirmektedir:
RAHATLIĞI TERCİH
EDENLER
81- Sefere
katılmayanlar Allah'ın Rasulüne ters düşerek geride kaldıklarına sevindiler.
Allah yolunda malları ve canları ile cihad etmeyi istemediler, "Sıcakta
sefere çıkmayın" dediler. Onlara "Cehennem ateşi bundan daha sıcaktır"
deyiniz. Keşke bunu kavrayabilselerdi.
82- Yaptıklarının
karşılığı olarak bundan böyle az gülüp çok ağlasınlar.
83- Eğer Allah sana
onlardan bir grubun yanına dönmeyi nasip eder de onlar senden sefere çıkmak
üzere izin isterlerse de ki; hiçbir zaman benimle beraber düşmanla
savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk keresinde geride kalmaktan hoşlandınız. O
halde şimdi de (kadın çocuk, yaşlı ve hasta gibi) savaşma gücünden yoksun
kimseler ile birlikte evlerinizde oturunuz.
84- Onlardan biri
ölünce asla namazı kılma ve sakın mezarı başında dikilme. Çünkü onlar
Allah'ı ve Peygamber'i tanımadılar ve yoldân çıkmış olarak öldüler.
85- Onların malları
ve evlatları sakın seni imrendirmesin. Allah bunlar aracılığı ile onların
dünya hayatında azaba uğramasını ve canlarını kâfir olarak vermelerini
ister.
Onlar yeryüzünün ağırlığı, rahat yaşama ihtirasının
ağırlığı ve Allah yolunda cimriliğin ağırlığı tarafından yakalanan
kimselerdir. Zayıf iradeleri, yılgınlıktan kaynaklanan gevşeklikten ve
kalplerinin imandan yoksul olmaları nedeniyle geri kalmış, evlerinde oturmuş
kimselerdir. Bu geri bırakılanlar "Allah'ın Rasulüne ters düşmek pahasına
güven ve rahat içinde kalmalarına sevindiler. Mücahidleri sıcaklıkla ve
zorluklarla başbaşa bıraktılar. Onlar sandılar ki, güven içinde olmak
insanların peşinde koşması gereken bir amaçtır. Burada kullanılan "geri
bırakılanlar" ifadesi onların ihmal edilen bir eşya veya değersizliğinden
dolayı terkedilen bir meta olduğu imajını vermektedir. "Allah yolunda
malları ve canları ile cihad etmeyi istemediler" ve "Bu sıcakta savaşa
çıkmayın dediler." Bu söz, hiçbir şeye yaramayan gevşek ve yılmış insanların
sözüdür. Bunlar mert, yiğit erkeklerin sözü değildir.
Bu insanlar irade zayıflığı, gayretsizliği ve
dirençsizliğin en tipik örnekleridir. Onlar çoğu zaman yorgunluklardan
korkarlar. Yorulmaktan kaçınırlar. Basit rahatı, onurlu yorgunluğa tercih
ederler. Zillet içindeki bir güveni onurlu bir tehlikeye üstün tutarlar.
Davaların yükümlülüklerini bilen, ciddi bir şekilde yürüyen safların
arkasında yığılıp kalırlar. Dökülürler, fakat bu saf bağlanmış dava erleri
engellerle ve dikenlerle dolu yollarına her şeye rağmen devam ederler. Çünkü
onlar kendi fıtratlarıyla kavrarlar ki, zorluklarla, engellerle, dikenlerle,
mücadele etmek insan fıtratının gereğidir. Bu yiğitliğe yakışmayan
oturmaktan, savaştan geri durmaktan ve donuk rahattan daha güzel ve daha
tatlıdır.
Ayeti kerime onların bu yaklaşımlarını, gerçeğe ışık
tutan ve hafife alan cümlelerle reddetmiştir:
"Bu sıcakta sefere çıkmayın dediler. Onlara
"cehennem ateşi bundan daha sıcaktır" deyiniz. Keşke bunu
kavrayabilselerdi."
Eğer onlar dünyanın sıcaklığından korkuyor ve
gölgelerde sere serpe rahatlamayı tercih ediyorlarsa, peki bundan daha çok
sıcak ve daha uzun süre devam edecek olan cehennem sıcaklığı karşısında ne
yapacaklardır? Bu gerçekten acı bir hafife almadır. Fakat bununla beraber
gerçeği de ifade etmektedir. Ya dünyanın sıcaklığında kısa bir sürede Allah
yolunda cihad edeceksin ya da Allah'dan başka hiç kimsenin süresini
bilmediği cehennemin ateşine atılacaksın:
"Yaptıklarının karşılığı olarak bundan sonra az
gülüp çok ağlasınlar." Burada sözkonusu edilen gülüş, dünya hayatındaki ve
onun sayılı günlerindeki gülüştür. Upuzun ahiret günlerinde ise onlar
ağlayıp duracaklardır. Allah katındaki bir gün, dünyadaki bin seneye
bedeldir.
"Yaptıklarının karşılığı olarak."
Bu işlenen suça göre bir cezadır. Eksiksiz ve adil
bir cezadır.
Az zamanda rahatı yorgunluğa tercih eden, ilk
seferinde kervandan geri kalan bu insanlar, evet işte bu insanlar mücadele
edemezler. Cihad etmeleri beklenemez. Onlara karşı toleranslı ve iyi niyetli
olmak doğru olmaz. Kendi arzuları ile katılmadıkları, geri kaldıkları
cihadın onurunu kazanmalarına izin vermek yerinde olmaz:
"Eğer Allah sana onlardan bir grubun yanına dönmeyi
nasip eder de onlar senden savaşa çıkmak üzere izin isterlerse de ki;
"Hiçbir zaman benimle birlikte savaşa çıkmayacak, benimle beraber düşmanla
savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk keresinde geride kalmaktan hoşlandınız. O
halde şimdi de (kadın, çocuk, yaşlı ve hasta gibi) savaşma gücünden yoksun
kimseler ile birlikte evlerinizde oturunuz."
Hiç kuşkusuz davalar, sağlam, dürüst, oturaklı,
yürekli uzun zaman mücadeleye dayanan, karakterli insanlara büyük ihtiyaç
duyarlar. Zayıf karakterli, rahat düşkünü insanların içinde yer aldığı
ordular ise fazla dayanamazlar. Çünkü bu tür insanlar sıkıntıya, dara
düştüklerinde hemen cayıverirler. Yılgınlık, sarsıntı ve güçsüzlüğün ordunun
içinde yayılmasına neden olurlar. Zaaflarına yenilen ve savaştan geri
duranların ordudan ihraç edilip uzaklaştırılması zorunludur. Ancak bu
şekilde ordu çöküntüden ve parçalanmadan korunabilir. Zor zamanlarda ordudan
geri kalan tehlike geçtikten sonra orduya dönmek isteyen insanlara karşı
toleranslı davranmak ise, ordunun sıhhatli yapısına karşı büyük bir cinayet
olduğu kadar, uğrunda onca büyük mücadeleler verilen davaya karşı da
affedilmez bir cinayettir...
"De ki: Hiçbir zaman benimle birlikte savaşa
çıkmayacak, benimle beraber düşmanla savaşmayacaksınız."
Niçin?
"Çünkü siz ilk keresinde geride kalmaktan
hoşlandınız..."
Artık siz Allah yolunda savaşa çıkmanın şerefine, bu
askeri birliklere katılma şerefini, hakkınızı kaybettiniz. Çünkü cihad ağır
bir yük, ağır bir görevdir. Ehli olmayan bu yükü yüklenemez. Bu konuda ne
toleranslı davranış ne de yumuşak davranış sözkonusu edilemez.
"O halde şimdi de (kadın, çocuk, yaşlı ve hasta
gibi) savaşma gücünden yoksun kimseler ile birlikte evlerinizde oturunuz.
Savaşa katılmayıp evlerinde oturan benzerlerinizle
birlikte...
İşte yüce Allah'ın sevgili peygamberine, gösterdiği
yol budur. Bu aynı zamanda bu davanın ve bu dava adamlarının hiç
değişmeyecek olan her zamanki yoludur. Öyleyse nerede ve ne zaman olursa
olsun, dava adamları bu yolu bilmelidirler, tanımalıdırlar.
Yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine
olsun- zor zamanda savaştan geri duranları bir daha orduya almamayı
emrettiği gibi, onları onurlandıracak, şereflendirecek en ufak bir harekete
dahi yanaşmamasını da emrediyor.
"Onlardan biri ölünce sakın namazını kılma ve sakın
mezarı başında dikilme (durma)".
"Çünkü onlar, Allah'ı ve peygamberini tanımadılar ve
yoldan çıkmış olarak öldüler."
Tefsir bilginleri bu ayeti açıklayan birtakım özel
olaylar aktarırlar. Şu kadar var ki, ayetin anlamı bu özel olaylardan çok
daha kapsamlıdır. Bu ayet inanç sistemi uğrunda mücadele eden cemaatin
düzeninde köklü bir değer ölçüsünü ortaya koymaktadır. Bu değer ölçüsüne
göre, rahatını ve keyfini zorlu olan mücadeleye tercih eden insan, kim
olursa olsun herhangi bir şekilde onurlandırılamaz, şereflendirilemez. Ona
asla bu imkân tanınmamalıdır. Bireylerin saflardaki yeri belirlenirken asla
töleranslı davranılmamalıdır. Bu değerlendirmenin ölçüsü sabır, direnme,
kuvvet, ısrar ve yumuşamayan, gevşemeyen kararlılıktır.
Ayeti kerime bu yasağı nedenini de yerinde
belirtiyor:
"Çünkü onlar Allah'ı ve peygamberini tanımadılar ve
yoldan çıkmış olarak öldüler."
Burada gösterilen neden özel bir nedendir.
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- münafıkların namazını
kılmamasını ve onların mezarı başında durmamasını emretmektedir. Fakat, daha
önce de belirttiğimiz gibi, burada ifade edilen kural bu özel sebepten daha
geniş kapsamlıdır. Cenaze namazını kılmak ve mezarın başında durmak,
onurlandırmayı ifade eder. Müslüman cemaatin cihad sırasında orduya
katılmayan, insanlara böyle bir onurlandırma yakıştırmaktan kaçınması
gerekir ki, insanların değerleri, Allah yolunda harcadıkları çaba, bu çabayı
sürdürmedeki sabır, tüm gücünü ortaya koymak suretiyle direnme ile
ölçülebilsin. Zorluk anında canlarını ve mallarını geri çekip zorluk
geçtikten sonra onurlandırılmış bir şekilde tekrar orduya dönüş yapanlar
böylece dışlanmış olsun.
Buradaki onurlandırma onların toplumun nazarında
elde ettikleri onurlandırılma değildir. Vicdan dünyasında elde ettikleri içe
yönelik onurlandırma hiç değildir.
"Onların malları ve evlatları sakın seni
imrendirmesin. Allah bunlar aracılığı ile onların dünya hayatında azaba
uğramalarını ve canlarını kâfir olarak vermelerini ister."
Ayetin genel anlamı, diğer ayetlerin seyri içinde
anlaşılmıştı. Burada aktarılmasının nedeni ise, daha farklıdır. Burada amaç
onların mallarının ve çocuklarının bir değeri olmadığını ortaya koymaktır.
Zira bunlara imrenmek bilinç altında da olsa, onlara bir değer verdiğimizi
ifade eder. Halbuki onlar değer verilmeyi hak etmemişlerdir. Ne dış görünüş
açısından ne de bilinç olarak... Burada ifade edilmek istenen, onların ve
sahip olduklarının basitliği ve değersizliğidir.
BASİT HAYATI
KABULLENENLER
86- "Allah'a
inanınız ve peygamberi ile birlikte cihad ediniz" direktifini içeren bir
sure indiğinde onların içindeki zenginler senden izin isteyerek "Bizi bırak
evlerinde oturanlarla birlikte olalım" derler.
87- Onlar evlerinde
oturan güçsüzlerle birlikte kalmaya razı oldular, kalplerine mühür vuruldu;
artık onlar anlayamazlar.
88- Fakat
Peygamber'e ve onunla birlikte canları malları ile savaşanlara gelince, işte
bütün hayırlar onları bekliyor ve onlar başarıya erenlerin, kurtuluşa
kavuşanların ta kendileridirler.
89- Allah onlara
altlarından nehirler akan ve içlerinde sürekli kalacakları cennetler
hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.
Bunlar iki farklı karakterdir... İkiyüzlülük,
zayıflık ve gevşeklik karakteri ile gerçek iman, kuvvetlilik ve belalara
karşı dayanma karakteri... Bunlar iki farklı yoldur... Döneklik, geri
çekilme, aşağılık şeylere razı olma yolu ile doğruluk, fedakârlık ve
onurluluk yolu...
Cihadı emreden bir sure indiğinde imkân sahipleri
gelirler. Cihadın araç gereçlerine ve gücüne sahip olan bu insanlar
gelirler, ama yüce Allah'ın kendilerine bağışladığı imkânların ve
kendilerine verdiği Allah'ın nimetlerine şükretmelerinin gereği olarak
islâmın ordularının önünde yürümek için değil. Geri çekilmek, mazeret ileri
sürmek, kadınlarla oturup hiçbir kutsal değeri korumamak ve hiçbir yurdu
savunmamak amacı ile izin istemek için... Bu alçak oturuştaki bayalığı ve
basitliği hiç düşünmezler. Yeter ki, güven içinde olsunlar. Zaten rahat
düşkünleri utanmanın ne olduğunu anlamazlar. Çünkü rahata kavuşmak basit bir
hayata razı olanların bedelidir.
"Onlar evlerinde oturan güçsüzlerle birlikte kalmaya
razı olurlar."
"Kalplerinize mühür vuruldu; artık onlar
anlayamazlar."
Eğer onlar anlayabilmiş olsalardı, cihaddaki kuvvete
ve onur hayatı ile savaştan geri kalıştaki zayıflık, basitlik ve kötü
biçimde yok oluşu kavrarlardı.
Zilletin bir bedeli olduğu gibi, onurluluğun da bir
bedeli vardır. Çoğu zaman zilletin bedeli daha ağırdır. Bazı zayıf ruhlu
insanlar, onurlu hayatın bedelinin güç yetmeyecek kadar ağır olduğunu
düşünürler. Bu nedenle sözkonusu ağır yükümlülüklerin altına girmemek için
zilleti ve alçaklığı tercih ederler. Basitlik, ucuzluk, ürkeklik ve
korkaklık ile dolup taşan bir hayat içinde yaşarlar. Kendi gölgelerinden
bile korkarlar. Seslerinin yankılarından irkilirler. Her haykırışı
aleyhlerine sanırlar. Onların hayata en düşkün insanlar olduğunu görürler.
Zilleti tercih eden bu insanlar onurlu bir hayatın getirdiği
yükümlülüklerden daha ağır bir bedel öderler. Onlar zilletin bedelini tam
olarak öderler. Onun bedelini canları, güç ve kuvvetleri, ünvanları ve
huzurları ile öderler. Onlar çoğu zaman kanları ve malları ile ödedikleri
bedellerin farkında bile olmazlar" işte bu insanlardan bir kesim de şu
ayette ifadesini buluyor:
"Onlar evlerinde oturan güçsüzlerle birlikte kalmaya
razı oldular. Kalplerine mühür vuruldu; artık onlar anlayamazlar."
"Fakat peygamber ve onunla birlikte olanlar."
Bunlar o kesimden farklı bir kesimdir."
"Canları ve malları ile savaşırlar."
İnanç sisteminin yükümlülüklerini ve imanın
gereklerini yerine getirenler oturmakla ulaşılmayan üstün ve onurlu bir
hayat için çalışanlar ise,
"İşte büyük iyilikler onları bekliyor."
Hem dünyanın hem de ahiretin iyilikleri... Dünyada
üstünlük, onurluluk, zenginlik ve üstün söz onlarındır. Ahirette ise daha
büyük mükafat ve kerem sahibi yüce Allah'ın rızası onlarındır.
"Onlar başarıya erenlerin kurtuluşa kavuşanların ta
kendileridirler."
Onurlu-sağlam bir yaşantı ile gerçekleşen dünya
hayatının kurtuluşu ve büyük ödüllere kavuşmakla elde edilen ahiret
hayatının kurtuluşu onlarındır.
"Allah onlara altlarından nehirler akan ve içlerinde
sürekli kalacakları cennetler hazırlamıştır."
"İşte büyük kurtuluş budur."
90- Bedevilerin
mazeret uyduranları sefere çıkmamak için izin almaya geldiler. Allah'a ve
peygamberine yalan söyleyenler ise, mazeret bile ileri sürmeden geri
kaldılar. Onların içindeki kâfirler acıklı bir azaba çarpılacaklardır.
Birinci gruptakiler gerçek özür sahipleridir.
Savaştan geri kalmak için izin isteseler dahi onların mazeretleri vardır.
Diğerleri ise özürsüz olarak oturmuşlardır. Allah'a ve peygamberine yalan
söyleyerek oturmuşlardır. İşte bunlardan kâfir olanları acıklı bir azap
beklemektedir. Kâfir olmayıp tevbe edenlerinden ise, söz edilmemiştir. Belki
de onların bu akıbetten başka bir sonları vardır.
Son olarak da işin sonucu belirleniyor. Buna göre
savaş, çıkmaya gücü yeten ve yetmeyen herkesi kuşatan kaçınılmaz bir sefer
değildir. İslâm kolaylık dinidir. Yüce Allah hiç kimseye gücünü aşacak bir
yükümlülük yüklememiştir. Sefere çıkmaktan aciz olanlar ne ayıplanır ne de
cezalandırılır. Çünkü onların özürleri vardır:
PRATİK HAYATIN SOMUT
TABLOSU
91- Savaşma gücünden
yoksun olanlar, hastalık ve .savaş masraflarını karşılayacak imkânı
olmayanlar için Allah'ın ve peygamberinin tarafını tuttukları takdirde
savaştan geri kalmanın sakıncası yoktur. İyi niyetlilere karşı kınama ve
suçlama yolu kapalıdır. Allah bağışlayıcı ve merhametlidir.
92- Bir de
kendilerine binek hayvanı sağlayasın diye sana başvurduklarında "Size binek
hayvanı bulamıyorum " deyince, bu yolda harcama yapacak imkânları olmadığı
için üzüntüden gözlerinde yaş olarak dönenlere karşı da bir kınama ve
suçlama yolu kapalıdır.
Yaradılışlarındaki bir sakatlıktan, takattan kesen
bir ihtiyarlıktan dolayı aciz ve güçsüz düşenlere, hareket ve mücadele
güçleri ellerinden alınan hastalara ve savaş donanımını karşılayacak kadar
imkanları olmayan yoksullara... Evet işte bu kesimlerin hepsine savaş
meydanından geri kaldıkları halde eğer kalpleri Allah ve peygamberi ile
beraber ise, hainlik yapmaz ve aldatmazlarsa, bununla birlikte savaştan daha
hafif olan görevlerini yapar. Darul-islâmda (islâm yurdunda) bekçilik,
koruma, kadınların başında durma veya müslümanlara fayda getiren başka
hizmetlerde bulunma gibi işlerle uğraşırlarsa, işte bu durumda onların
savaştan geri kalmalarında bir sakınca yoktur. Çünkü onlar güçlerinin
yettiği ölçüde iyi işler yapmaktadırlar. İyi işler yapanlara kınama ve
suçlama yoktur. Ancak kötülük yapanlara kınama ve suçlama vardır.
Aynı şekilde savaşacak güçleri oldukları halde
savaşın yapıldığı yere kadar kendisini taşıyacak binekleri olmayanlara karşı
da bir kınama ve suçlama olamaz. Çünkü onlar fakirlikten dolayı savaşa
katılmaktan mahrum kaldıklarına gerçekten üzülürler, öyle üzülürler ki,
gözlerinden yaşlar boşanır. Zira maddi yönden destek olacak güçleri de
yoktur.
Bu, cihada karşı duyulan samimi isteğin etkili bir
tablosudur. Bu görevi yerine getirmekten mahrum olmanın gerçek üzüntüsünü
dile getirmektir. Bu, aynı zamanda Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- döneminde müslüman bir cemaatin pratik hayatında görülen gerçek bir
tablodur. Bu konuda rivayetler isimlerin belirlenmesinde çelişkiler gösterse
de, bu olayın bir realite olduğunda birleşmektedir.
Avf, İbn-i Abbas'tan rivayet ediyor:
"Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
kendisi ile birlikte savaşa çıkmalarını insanlara emretmişti. Abdullah İbn-i
mağfil el-Maziri'nin de içinde yeraldığı bir grup sahabi, Peygamberimize
geldi. Ve:
"Ey Allah'ın peygamberi bize binek ver" dediler.
Peygamberimiz ise onlara:
"Allah'a yemin ederim ki, size verebilecek
bineklerini yok" cevabını verdi.
Onlar da ağlaya ağlaya geri döndüler. Cihaddan geri
kalmak, binek ve azık bulamamak onlara ağır geldi. Yüce Allah onların
kendisini ve peygamberini bu derece sevdiklerini görünce Kur'an-ı Kerim'de
onların mazeretlerini kabul etti."
Mücahid der ki: Bu ayet, Müzeyne kabilesinden
Mukrinoğulları hakkında inmiştir.
Muhammed İbn-i Ka'b der ki: Bu sahabiler yedi
kişiydi. Bunlar Amr İbn-i Avfoğulları'ndan Salim İbn-i Avf,
Vakıfoğulları'ndan Ebu Leyla diye bilinen Abdurrahman İbn-i Ka'b,
Malaoğulları'ndan Fazlullah, Selemeoğulları'ndan Amr İbn-i Ateme, Abdullah
İbn-i Amr ve Müzeni idi.
İbn-i İshak, Tebük savaşından söz ederken der ki:
"Sonra bazı müslümanlar Peygamberimize -salât ve
selâm üzerine olsun gözleri yaşlı olarak geldiler. Bunlar yedi adamdı. Bir
kısmı Ensar'dan, bir kısmı diğer gruplardandı. Bunlar Amr İbn-i
Avfoğulları'ndan Salım İbn-i Umey, Harisoğulları'mn kardeşi Aliy'le İbni-
Zeyd, Mazinoğulları'nın kardeşi Ebu Leyla Abdurrahman İbn-i Ka'b,
Selemeoğulları'nın kardeşi Amr İbn-i Hammam, İbn-i Camuh, Abdullah İbn-i
Mağfil el-Müzeni, (Bazıları bu adamın Abdullah İbn-i Amr el-Müzeni olduğunu
söylerler) Vakıfoğulları'ndan Harma İbn-i Abdullah ve İyad İbn-i Sariye
el-Fizari idi. Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun binek
istediler. Çünkü bunlar fakir kimselerdi. Peygamberimiz:
"Size verebilecek binek bulamıyorum" cevabını verdi.
Onlar geri döndüklerinde harcayacak malları bulunmadığı için üzüldüler ve
gözlerinden yaşlar boşandı.
İşte böyle bir ruh ile islâm zafere kavuştu. Yine
böyle bir ruh ile egemenliği eline geçirdi. Şimdi bakalım kendimize: Biz
neredeyiz, onlar nerede? Bizim ruhumuz nerede, bu küçük topluluğun ruhu
nerede? Eğer bu duyguların en azından bir kısmının gönlümüzde yer aldığını
görebiliyorsak, o zaman zafer ve üstünlük isteyelim. Yoksa kendimize bir
çeki düzen verelim. Bu duygulara yaklaşmaya çalışalım. O zaman yüce Allah
bize yardım edecektir.
ONBİRİNCİ CÜZ
Bu cüz, büyük bir bölümü onuncu cüzde geçen Tevbe
suresinin geri kalan kısmı ile Yunus suresinden meydana gelmektedir. Önce
Tevbe suresinin kalan kısmına devam edeceğiz. Yunus suresini ise inşaallah
bu cüzün ilgili bölümünde tanıtacağız.
Onuncu cüzde Tevbe suresinin girişinde onun yapısını
indiği sıradaki çevre şartlarını ve gelişmeleri müslüman toplum ile diğer
toplumlar arasındaki nihai ilişkileri ve islâmın hareket metodunun yapısını
açıklamanın önemini ortaya koyan şu bölümlere yer vermiştik:
Bu sure Medine'de indi. Kur'an'ın en son inen suresi
değildi, ama son inen surelerden biridir. Bu niteliği yüzünden bu sure,
gerek müslüman toplumun içe dönük ilişkileri konusunda ve gerekse
yeryüzündeki diğer milletler ile müslüman toplumun arasındaki ilişkiler
konusunda uyulacak nihai hükümleri içerir. Bunun yanısıra müslüman toplumun
sınıflandırılmasını, ele alır, değer yargılarını, sosyal mevkilerini,
toplumdaki her kesimin ve her zümreyi belirler; toplumu bir bütün olarak
tanımladığı gibi toplumun her kesimini ve her zümresini de ayrıntılı somut
ve açık bir şekilde tanımlar.
Bu açıdan bakınca Tevbe suresi, islâmın uygulama
yöntemini, bu yöntemin aşamalarını ve adımlarını açıklama konusunda özel bir
önem taşır. Özellikle bu surenin içerdiği nihai hükümler ile daha önceki
surelerde yeralan geçici hükümleri birbirleri ile karşılaştırdığımızda bu
özel anlam daha da ön plana çıkıyor.
Bu karşılaştırma bir yandan bu sistemin ne oranda
esnek olduğunu ve öbür yandan da ne kadar kesin sözlü olduğunu ortaya koyar.
Eğer bu karşılaştırma yapılmazsa somut uygulama
şekilleri, hükümler ve kurallar birbirine karışır. Nitekim geçici hüküm
içeren bir ayet yerinden alınıp nihai hüküm ifadeye zorlandığı ya da nihai
hüküm ifade eden ayetler zoraki bir uyum sağlama amacı ile geçici hükümlerle
bağdaşacak şekilde yorumlanmak istendiğinde de aynı kavram kargaşası ile
karşılaşırız. Özellikle cihad konusunda ve müslüman toplum ile diğer yabancı
toplumlar arasında bu kavram kargaşası daha etkili biçimde kendini gösterir.
Yüce Allah'dan dileğimiz odur ki, gerek bu sureyi tanıtan yazımızda ve
gerekse surenin ayetlerinin ayrıntılı açıklaması sırasında bu muhtemel
tehlikeyi, yani yanlış yorumlamadan kaynaklanabilecek kavram kargaşasına
düşme tehlikesini anlaşılır bir dille açıklamaya muvaffak olalım.
Yine surenin giriş kısmında bu surenin konu,
atmosfer ve şartlar açısından bir bütünlük oluşturmakla beraber, değişik
bölümlerden oluştuğunu ve her bölümün kendi konusunda en son hükümleri
açıkladığını belirtmiştik. Bu surenin ilk bölümü Arap Yarımadası'ndaki
müslümanlar ile müşrikler arasındaki nihai ilişkilerle ilgili hükümleri
açıklamaktaydı... İkinci bölüm ise, yine müslümanlar ile bütün ehli Kitap
arasındaki ilişkilerle ilgili hükümleri açıklıyordu. Üçüncü bölüm Tebük
savaşı için hazırlığa çağrıldıkları halde gevşek davranan ağır hareket
edenleri kınamıştı. Bilindiği gibi, bu savaş islâmı ve islâm toplumunu yok
etmeyi amaçlayan ve Arap Yarımadası'nın çevresinde kümelenen ehli Kitab'a
karşı verilmişti. Dördüncü bölüm ise, münafıkların müslüman toplumda
çevirdikleri dolapları ve onların kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmayı,
onların psikolojik ve pratik durumlarını tasvir etmeyi, Tebük savaşından,
sonra ve savaş sırasında takındıkları tutumlarını ortaya koymayı
amaçlamıştı. Onların savaştan geri kalmaktaki niyetlerinin, oyunlarının ve
mazeretlerinin, müslümanların safları arasında güçsüzlük, yaygara ve ayrılık
furyasını yaymalarının Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- eziyet
edişlerinin ve mü'minlerden kurtulma istemelerinin gerçek nedenini
göstermeyi hedef almıştı. Onların bu durumlarının ortaya konuşu ile samimi
mü'minler münafıkların tuzaklarından sakındırılıyorlardı. Bunlarla onlar
arasındaki ilişkiler sınırlandırılıyor, sakındırılıyor, iki grup birbirinden
ayrılıyor ve herbiri sıfatları ve eylemleri ile netlik kazanıyordu.
İşte bu dört bölümde bütünü ile onuncu cüzde
yeralmıştı. Sadece savaştan geri kalanlardan ve savaştan geri kalmanın doğal
sonuçlarından söz eden bölüm yarım kalmıştı...
Onuncu cüzde yeralan son ayeti yüce Allah'ın şu
sözleriydi:
"Savaşma gücünden yoksun olanlar, hastalar ve savaş
masraflarını karşılayacak imkânı olmayanlar için Allah'ın ve peygamberinin
tarafını tuttukları takdirde savaştan geri kalmanın sakıncası yoktur. İyi
niyetlilere karşı kınama ve suçlama yolu kapalıdır. Allah bağışlayıcı ve
merhametlidir."
"Bir de kendilerini binek hayvanı sağlayasın diye
sana başvurduklarında "size binek hayvanı bulamıyorum" deyince bu yolda
harcama yapacak imkânları olmadığı için üzüntüden gözlerinde yaş olarak geri
dönenlere karşı da kınama ve suçlama yoktur.
Oradaki ayetlerin devamı olup bu cüzün başlangıcını
oluşturan ayetler ise şunlardır:
93- "Ancak zengin
olduklara halde savaşa katılmamak üzere senden izin isteyenler, böylece
savaşma gücünden yoksun olanlarla birlikte evlerinde oturmayı içlerine
sindirenler kınanabilir suçlanabilirler. Allah onların kalplerini
mühürlediği için neyin yararlı olduğunu bilmezler. "
"Savaştan döndüğünüzde size özür beyan ederler.
Onlara de ki; boşuna özür beyan etmeyiniz, size inanacak değiliz, çünkü
Allah kötü niyetlerinize ve oyunlarınıza ilişkin bize bilgi vermiştir.
İlerde Allah da peygamberi de neler yapacağınızı görecektir. Sonra
görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılırsınız da o size
neler yaptığınızı haber verir."
"Savaştan döndüğünüzde kendilerini azarlamayasınız
diye size Allah adına yemin edeceklerdir. Onları azarlamayınız, bir şey
olmamış gibi davranınız. Çünkü onlar soyut pisliktirler. İşledikleri
kötülüklerin karşılığı olarak varacakları yer, cehennemdir."
"Kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin
ederler. Oysa siz onlardan hoşnut olsanız bile Allah yoldan çıkmışlar
güruhundan kesinlikle hoşnut olmaz." (Tevbe suresi 93-96)
Bu ayetler, yüce Allah savaştan geri kalmış
münafıkların durumlarını Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
bildirmekte, kendisini ve kendisi ile birlikte bulunan samimi müslümanlar
savaştan döndüklerinde onların ne şekilde mazeretler ile süreceklerini O'na
haber vermektedir. Bu durumda Peygamberimizin ve müslümanların onlara karşı
nasıl bir tutum izleyeceklerini bildirmektedir.
MÜNAFIKLARIN DURUMU
Bundan sonra surenin beşinci bölümü geliyor. Bu
bölümde o dönemdeki -Mekke'nin fethi ile Tebük savaşı arasındaki
dönem-müslüman toplumun genel bir tahlili yapılıyor. Surenin giriş bölümünde
de belirttiğimiz gibi, buradan anlıyoruz ki, o müslüman toplumda islâma ilk
dönemlerde sarılmış bulunan Muhacirler'in ve Ensar'ın -ki bu iki kesim
müslüman toplumun güçlü-sağlam temelini oluşturuyorlardı- yanında başka
gruplar da vardı... Bedevi Araplar vardı; bunlardan samimi olanları da,
münafık olanları da vardı. Medineli münafıklar da vardı. İyi işlerini kötü
işleri ile karıştıranlar da vardı. Bunlar henüz islâmi bir kimliğe sahip
olamamış, ona tam anlamı ile uyum sağlayamamış ve islâmın potasında tamamen
eriyememiş olan kimselerdi... Bir başka grup daha vardı ki, bunların
durumları belli değildi. Gerçekten akıbetlerinin ne olduğu bilinmiyordu.
İşleri Allah'a havale edilmişti. Çünkü yüce Allah onların hallerini ve
akıbetlerini daha iyi biliyordu... Öte yandan islâmın maskesiyle gizlenmiş
komplocular da vardı. Bunlar birtakım planlar, tuzaklar kuruyorlardı.
Dıştaki islâm düşmanları ile işbirliği yapıyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in
ayetleri bu grupların hepsinden güzel bir şekilde ve özet halinde söz
ediyor. Ve islâm toplumunda onlara karşı nasıl davranılacağı belirtiliyor.
Aşağıda birkaç örneğini aldığımız ayetlerde Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- ve samimi müslümanların onlarla ilişkilerinde izleyecekleri
yol gösteriliyor:
Bedevi Araplar kâfirlikte ve münafıklıkta daha
aşırı; Allah'ın ve peygamberine indirdiği hükümlerin sınırları bilmemeye
daha yatkın kimselerdir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
"Kimi Bedeviler Allah'ın emri uyarınca yaptıkları
harcamaları cerime, angarya sayarlar ve başınıza belaların geleceği günü
gözlerler. Gözledikleri o bela kendi başlarına gelesiceler! Allah her şeyi
işitir her şeyi bilir."
"Kimi Bedeviler de Allah'a ve ahiret gününe
inanırlar yaptıkları maddi bağışları, Allah'ın yakınlığını ve peygamberinin
dualarını kazanma aracı sebebi sayarlar. Haberiniz olsun ki, yaptıkları bu
bağışlar, gerçekten onları Allah'a yaklaştıran bir sebeptir. İlerde Allah
onları rahmetinin kapsamı içine alacaktır. Hiç şüphesiz Allah affedici ve
merhametlidir."
"Muhacirler'in ve Ensar'ın ilk öncüleri ile iyilikte
onlara tam uyanlardan Allah hoşnut olduğu gibi, onlar da Allah'dan hoşnut
olmuşlardır. Allah onlara altlarından nehirler akan ve içlerinde ebedi
kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı
budur."
"Gerek çevrenizdeki Bedeviler içinde ve gerekse
Medine halkı arasında ikiyüzlülükte uzmanlaşmış kaşarlanmış münafıklar
vardır. Sen onları bilmezsin, ancak biz biliriz. Onları iki kez azaba
çarptıracağız, sonra da büyük azaba uğratılacaklardır."
"Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlamış
itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler. Belki Allah onların tevbesini
kabul eder. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir."
"Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu
yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan
onlara gönül huzuru sağlar. Allah her şeyi işitir ve bilir."
"Savaşa katılmayanların bir başka bölümü daha var
ki, onların işleri doğrudan doğruya Allah'ın iradesine kalmıştır. O onları
ya azaba çarptırır ya da tevbelerini kabul eder. Allah her şeyi bilir ve her
yaptığı yerindedir."
"Savaşa katılmayanların bir başka grubu da islâma
zarar vermek kâfirliği pekiştirmek mü'minler arasında ayrılık tohumu ekmek,
daha önce Allah'a ve peygamberine karşı savaşmış birine gözetleme yeri
hazırlamak amacı bir mescid (cami) yaptılar. Onlar "iyilikten başka bir
amacımız yoktur" diye yemin edeceklerdir. Oysa Allah şahittir ki, onlar
yalan söylüyorlar."
"Orada asla namaza durma. İlk gününden itibaren
Allah korkusu temeli üzerine kurulan mescid içinde namaz kılmana daha lâyık
bir yerdir. Orada günahlardan arınmayı özleyen kimseler vardır. Allah
günahlardan arınanları sever. (Tevbe suresi 97-98)
İlerde bu ayetlerin yorumunu yaparken bu
topluluklardan herbirisinin kimliğini daha detaylı biçimde açıklayacağız.
DİNİN YAPISI
Surenin altıncı ve son bölümü ise, Allah yolunda
savaşmak için Allah ile yapılan bey'atın yapısını, bu cihadın yapısını,
sınırlarını ve nasıl yapılacağını, Medineliler'in ve Medine etrafında
bulunan Bedevi Araplar'ın cihad konusundaki görevlerini açıklamaktadır.
Ayrıca müslümanlar ile başkalarının sırf inanç sistemini esas alarak
birbirinden tamamen ayrılmaları gerektiği, müslümanlar ile başkaları
arasındaki ilişkilerin başkasına göre değil, sadece inanç bağına
dayandırılması gerektiğini, aile akrabalık ve oymak bağları olsa dahi
ilişkilerde inancın esas alınacağını belirtmektedir... Bir de münafık ve
komplocu olmadıkları halde savaştan geri kalanların akıbetlerini
açıklamakta, yanısıra, münafıkların Kur'an emirlerine karşı belirgin bazı
tutumlarını ve durumlarını anlatmaktadır... İşte bu konularla ilgili birkaç
ayet:
" Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını,
karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah
yolunda savaşırlar bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da
öldürülürler. Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta hem İncil'de,
hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür. Allah'tan daha çok sözünde duran
kim olabilir ki? O halde yaptığınız bu alış-verişe sevininiz. İşte büyük
kurtuluş, büyük başarı budur."
"Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları belli
olduktan sonra puta tapanlar için Allah'dan af dilemek, ne peygambere ve ne
de mü'minlere yakışmaz."
"İbrahim'in babası için af dilemesi onu bu yolda söz
verdiği içindi. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle
anlayınca onunla ilişkisini kesti. İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak
kalpli idi."
"Allah peygamberin ve zor anda O'nun peşinden giden
Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun
kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul
etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."
"Allah savaşa katılmayan o üç kişinin de tevbelerini
kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Can
sıkıntısından patlayacak gibi oldular, Allah'dan kaçmanın yine O'na
sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar. Bunun üzerine Allah
onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah
tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir."
"Gerek Medineliler ve gerekse çevrelerinde yaşayan
Bedeviler, savaşta peygamberden geri kalmak ve kendi canlarının kaygısını
O'nun canının kaygısının önüne geçirmek yakışmaz... Çünkü Allah yolunda
çekecekleri her susuzluk, katlanacaklar her yorgunluk, karşılaşacakları her
açlık, kâfirleri öfkelendirecek her bir karış toprağa ayak basmaları,
düşmanın zararına kazanacakları her tür başarı karşılığında mutlaka
hesaplarına iyi bir amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah iyi işler yapanları
ödülsüz bırakmaz."
"Yaptıkları küçük-büyük bütün maddi harcamalar ve
aştıkları her vadi mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri
iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin."
"Mü'minlerin topyekün savaşa çıkmaları gerekmez.
Bunun yerine her kabileden bir grup, dinin özünü öğrenmek ve kötülüklerden
kaçınırlar umudu ile soydaşlarını uyarmak için savaşa çıkmalıdır."
"Ey mü'minler, en yakınınızdaki kâfirler ile
savayız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden
korkanlar ile beraberdir."
"Her yeni sure indirilişinde kimi münafıklar "Bu
sure hanginizin imanını arttırdı?" diye sorarlar. Gerçek şu ki, o sure
mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar."
"Fakat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu
sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler."
"Yeni bir sure indirilince birbirlerine "Acaba sizi
bir gören var mı? diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir
güruh oldukları gerekçesi ile Allah onların kalplerini gerçeklerden
uzaklaştırmıştır." (Tevbe suresi 11,113-114,117-118,120-125,127)
Sonunda sure, Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- sıfatlarını açıklayarak, yalnız Allah'a dayanmasına ve O'nun
kefilliği ile yetinmesine ilişkin ilahi direktiflerle mühürleniyor:
"Size içinizden öyle bir peygamber geldi ki,
sıkıntıya düşmeniz ağırına gider, size son derece düşkün, mü'minlere karşı
şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe suresi 128-129)
"Eğer sana sırt çevirirlerse de ki; "Allah bana
yeter, O'ndan başka ilah yoktur, ben sırf O'na dayandım' O yüce Arş'ın
sahibidir."
Bu özet, girişten sonra surenin geri kalan
ayetlerini detaylı olarak yorumlamaya geçiyoruz... yardımcımız Allah'dır.
SAMİMİYETİN DEĞERİ
94- Savaştan
döndüğünüzde size özür beyan ederler. Çünkü Allah kötü niyetlerinize ve
oyunlarınıza ilişkin bize bilgi vermiştir. İlerde Allah da peygamberi de
neler yapacağınızı görecektir. Sonra görünür görünmez her şeyi bilen
Allah'ın huzuruna çıkarılırsınız da O size ne!er yaptığınızı haber verir.
95- Savaştan
döndüğünüzde kendilerini azarlamayasınız diye size Allah adına yemin
edeceklerdir. Onları azarlamayınız, bir şey olmamış gibi davranınız. Çünkü
onlar soyut pisliktirler. İşledikleri kötülüklerin karşılığı olarak
varacakları yer, cehennemdir.
96- Kendilerinden
hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Oysa siz onlardan hoşnut olsanız
bile Allah yoldan çıkmışlar güruhundan kesinlikle hoşnut olmaz.
Ne zayıflara, ne hastalara, ne malı yardımda
bulunmak için hiçbir şey bulamayan fakirlere ne de Peygamberimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- kendilerini savaş yerine götürecek binek bulamadığı
kimselere günah ve suçlama sözkonusu olabilir. Bunlar savaştan geri
kaldıklarında onlara karşı bir kınama ve suçlama yoktur... Asıl kınama ve
suçlama güçleri yettiği ve zengin oldukları halde savaşmamak için
Peygamber'den -salât ve selâm üzerine olsun- izin isteyenler içindir. Onları
savaştan alıkoyacak gerçek bir özürleri yoktur. Asıl günah ve sorumluluk
güçleri yettikleri halde, savaşa gücü olmayanlar gibi evde oturmaya razı
olmalarıdır...
İşte bunlar savaştan kaçtıkları veya izin
istedikleri için sorumlu tutulacaklar. Çünkü onlar savaşa çıkmaktan
çekinmişler yerlerine çakılıp kalmışlar, yüce Allah kendilerini zengin
kılmasına, güç ve imkân sahibi kılmasına rağmen, O'nun hakkını
ödememişlerdir. Kendilerini koruyan ve üstün kılan islâmın hakkını da
ödememişlerdir. Kendileri toplumun hakkını da vermemişlerdir... İşte bunun
için Allah onlar için şu vasfı tercih ediyor:
"Savaşma gücünden yoksun olanlarla birlikte
evlerinde oturmayı içlerine sindirdiler."
Bu, iradesizliğin, azimsizliğin ta kendisidir.
Cihadın yükümlülüklerini yerine getirmekten aciz kaldıkları için evlerinde
oturan kadınlar, çocuklar ve yaşlılarla beraber olmaya razı olmaktır...
Fakat bu evde kalan gruplar mazurdurlar. Halbuki kendileri mazur da
değillerdir!
"Allah onların kalplerini mühürlediği için neyin
yararlı olduğunu bilmezler."
Yüce Allah onların bilgi ve bilinç kapılarını
kapatmış, sinyalleri alma ve kavrama cihazlarını çalışmaz hale getirmiştir.
Çünkü onların kendileri alçaklığa, geri zekâlılığa ve tembelliğe razı
olmuşlardır. Canlı, açık, hareketli ve atılgan bir hareket içinde
bulunmaktan geri durmuşlardır. Zillet içindeki bir güveni ve geri
zekâlılıktan kaynaklanan bir rahatı, ancak görebilme, zevk alabilme, deneyim
sahibi olma ve bilgi edinme gibi itici güçlerini kullanmayan bir insan
tercih edebilir. Ayrıca bu tip insanlar pratik hayatta varlıklarını ortaya
koyma, gözlemleyebilme, etkileme ve etkilenme gibi itici güçlerinden de
yoksundurlar. Rahatın verdiği gevşeklik, insanın bilgi ve duygu kapılarını
kapatır, kalplere ve akıllara kilit vurur. Hareket, hayatın en açık
belgesidir. Aynı zamanda hayatı da harekete geçiren O'dur. Tehlikeyi
göğüslemek, insanın ruhunda gizli olan yetenekleri ve aklındaki gizli
enerjileri harekete geçirir, kaslarını kuvvetlendirir ihtiyaç halinde ortaya
çıkan gizli yeteneklerini ortaya çıkarır, insanın güçlerini, enerjilerini,
çalışmaları için eğitir, sinyalleri almaları ve karışık vermeleri için
onları hassaslaştırır... İşte bunların hepsi bilginin, tanıyabilmenin, açık
olabilmenin birer çeşididirler. Geri zekâlılıktan kaynaklanan bir rahata ve
alçaklığı kabul etmekten kaynaklanan güvene düşkün olanlar bu yeteneklerden
mahrum kalırlar.
Ayetlerin akışı, zengin oldukları ve güçleri
yettikleri halde savaşma gücün- ' den yoksun olanlarla birlikte evlerinde
oturmayı içlerine sindirenlerin halini tasvir etmeye devam ediyor.
Barış içinde yaşama arzusu ve güven içindeki bir
hayatı tercih etme sevgisinin arka planında dayanma gücünü yitirme,
alçaklığa razı olma, boyun eğme açıkça mücadele etmekten ve karşı koymaktan
kaçma vardır:
"Savaştan döndüğünüzde size özür beyan ederler."
Bu, yüce Allah'ın Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- ve samimi müslümanların savaştan döndükten sonra savaştan
geri kalan bu münafıklara karşı nasıl bir tutum izleyeceklerini haber
vermesidir. Bu da, sözkonusu ayetlerin savaş dönüşünde ve Medine'ye
yetişmeden önce indiklerini göstermektedir.
Savaştan geri kaldıkları ve evlerinde oturdukları
için sizden özür dilerler. Çünkü onlar yaptıklarının, savaştan geri
kalışlarının gerçek sahiplerinin ortaya çıkmasından utanırlar. Zira onların
savaşa katılmalarının asıl nedeni, inanç zayıflığı... Rahatı tercih etmeleri
ve savaştan korkmalarıdır!
"Onlara de ki; "Boşuna özür beyan etmeyiniz, size
inanacak değiliz, çünkü Allah kötü niyetlerinize ve oyunlarınıza ilişkin
bize bilgi vermiştir."
De ki: Tüm mazeretlerini kendinize saklayın. Size
inanacak değiliz. Söylediklerinizi doğrulayacak da değiliz. Daha önce
yaptığımız gibi sizin dıştan müslümanlığınıza bakıp hüküm vermeyeceğiz.
Çünkü yüce Allah sizin gerçek kimliğinizi, kalplerinizde gizlediklerinizi
bize bildirdi. Yaptıklarınızın gerçek nedenlerini bize anlattı. Durumunuzu
bize açıkladı. Artık biz daha önceleri sizinle ilişkilerimizde esas
aldığımız dış görünüşten, ötesini görmüyor değiliz.
Doğrulamama, güvenmeme, emin olmama ve tatmin
olmamanın "Size inanacak değiliz" şeklinde verilmesi özel bir anlam ifade
etmektedir. Çünkü iman; doğrulama, güvenme, emin olma ve tatmin olmadır.
İman, sözü ile doğrulama, akıl ile emin olma, kalp ile tatmin olmadır.
Mü'minin rabbine güvenmesi, kendisi ile beraber bulunduğu mü'minler arasında
bir güvenin oluşmasıdır. Kur'ani ifadenin sürekli olarak başka bir anlamı ve
bambaşka bir mesajı vardır.
De ki; özür dilemeyiniz. Artık sözün bir anlamı,
lafın bir gerekçesi kalmamıştır. Sadece iş yapınız. Eğer yaptığınız işler
söylediklerinizi doğrularsa demektir ki, sözünüz doğrudur. Yoksa sadece söz
ile güvenme, emin olma ve tatmin olma mümkün olmaz.
"İlerde Allah da peygamberi de neler yapacağınızı
görecektir."
Yapılan şeylerin hiçbiri Allah'dan gizli kalmadığı
gibi, bu yapılan şeylerin arka planında yeralan gizli niyetleri de O'ndan
saklamak da mümkün değildir. Allah'ın resulü de -salât ve selâm üzerine
olsun- sizin sözünüzü, yaptıklarınızla değerlendirecektir. Ve müslüman
toplumda sizinle ilişkilerinde bu yaptıklarınızı esas alacaktır.
Her ne olursa olsun, iş bu yeryüzündeki dünya hayatı
ile asla sona ermeyecektir. Bundan sonra bir de hesaba çekilme ve ceza
vardır. Bu hesaba çekilme ve ceza yüce Allah'ın gizli açık her şeyi bilen
sınırsız ilmine göre gerçekleşecektir.
"Sonra görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın
huzuruna çıkarılırsınız da, O size neler yaptığınızı haber verir."
Ayette geçen "gayb" kavramı, insanın bilisine
ulaşamadığı şeyleri ifade eder. "Şehadet" kavramı ise, gözlenebilen ve
bilinebilen şeylerdir. İşte bu anlamı ile Allah "gayb"ı ve "şehadet'i"
(bilineni ve bilinmeyeni) bilir. Hatta bundan daha kapsamlı ve geniş bir
biçimde bilir. Yüce Allah gözle görülen bu dünyadaki şeyleri ve bunun
ötesinde gizli alemlerdeki şeyleri bilir. Bu kimselere yüce Allah'ın "O size
neler yaptığınızı haber verir" şeklinde hitab etmesinde özellikle bir
noktaya parmak basılmaktadır. Onlar neler yaptıklarını bilmektedirler. Fakat
yüce Allah onların neler yaptıklarını daha iyi bilmektedir ki, onlara
yaptıklarını bir bir haber verecektir! Yapılan işlerin nice gizli etkenleri
vardır ki, bunlar onu yapan kişiye dahi gizli kaldıkları halde Allah onları
bilmektedir! Yine bu amellerin nice sonuçlar vardır ki, onları işleyenler
bunların farkında olmazken, Allah onları bilir... Doğal olarak burada amaç
haber verişin sonucudur. Yani, yapılan işlerin gerçek biçimde hesaplanması
ve karşılıklarının verilmesidir. Fakat bu sonucu ayetler açıkça ifade
etmiyor, sadece haberin kendisinden söz ediyorlar. Çünkü bu bağlamda böyle
bir habere yer verilmesi meselenin işaret yolu ile anlaşılmasına yetiyor.
"Savaştan döndüğünüzde kendilerini azarlamayasınız
diye size Allah adına yemin edeceklerdir. Onları azarlamayınız, bir şey
olmamış gibi davranınız. Çünkü onlar soyut pisliktirler. İşledikleri
kötülüklerin karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir."
İşte bu da yüce Allah'ın kendi Resulüne ulaştırdığı
bir başka haberdir. Peygamber ve onunla birlikte olan samimi mü'minler sağ
salım olarak geri döndüklerinde bu topluluğun neler yapacağını haber
vermektedir. Çünkü münafıklar, onların Bizanslılarla yapılacak savaştan geri
dönmeyeceklerini sanıyorlardı!
Yüce Allah onların Allah'ın adına yemin ederek
mazeretlerini pekiştireceklerini biliyordu ve bunu peygamberine de haber
verdi. Üzerine basa basa yemin edeceklerdi ki, müslümanlar onların
yaptıklarını ve savaştan geri kalışlarını bağışlasınlar, affetsinler.
Kendilerini hesaba çekmesinler ve cezalandırmasınlar!
Sonra yüce Allah peygamberine verdiği direktifle
onlardan yüz çevirmesini istiyor. Bu onların bağışlanması ve affedilmesi
anlamında değildir. Aksine onlar önemsenmeyecekler ve onlardan uzak
durulacaktır. Çünkü onlar kaçınılması ve uzak durulması gereken
pisliklerdir:
"Onları azarlamayınız, bir şey olmamış gibi
davranınız. Çünkü onlar soyut pisliktirler."
Burada soyut olan pislik somut bir halde ifade
ediliyor. Aslında onlar bedenleri ve bünyeleri itibariyle pis -yani murdar-
değiller ama ruhları ve bedenleri itibariyle pistirler. Burada canlandırılan
tablo ile onların son derece çirkin, apaçık bir pislik oldukları ortaya
konuyor. Bu da onların pisliklerini, basitliğini, değersizliğini ve
tiksinilecek varlıklar olduğunu pekiştirmektedir!
"İşledikleri kötülüklerin karşılığı olarak
varacakları yer, cehennemdir."
Onlar savaştan geri kalmakla bir kazanç elde
ettiklerini, oturmakla kâr ettiklerini, rahat ve huzuru elde ettiklerini,
mal ve afiyeti koruduklarını sanıyorlardı. Ne var ki, onlar bu dünyada
pistirler, murdardırlar. Ahirette de kendi paylarını, nasiplerini
yitirirler. Bu bütün şekilleri ve bütün türleri ile katmerli bir
hüsrandır... Allah'dan daha doğru sözlü kim vardır?
Ayetler devam ediyor. Cihada gelmeyip evlerinde
oturan bu insanların mücahitlerin dönüşünden sonra neler yapacaklarını haber
veriyor:
"Kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin
ederler. Oysa siz onlardan hoşnut olsanız bile, Allah yoldan çıkmışlar
güruhundan kesinlikle hoşnut olmaz."`
Onlar önce müslümanların kendilerini bağışlayarak,
affederek yaptıklarını hoş görmelerini istiyorlar. Sonra bu isteklerini daha
ileri götürerek müslümanların kendilerinden hoşnut olmalarını diliyorlar.
Böylece bu hoşnutluk ile müslüman toplumda rahat içinde yaşamayı garanti
altına almak istiyorlar! Müslümanların daha önce yaptıkları gibi dış görünüş
itibariyle müslüman oluşlarını esas alarak kendileriyle ilişkilerini
sürdürmelerini, kendileriyle savaşmamalarını bu sürede yüce Allah'ın
yapmalarını emrettiği şekilde kendilerine karşı sert davranmamalarını
garanti etmek istiyorlar. Nitekim bu surede yüce Allah müslümanlar ile
münafıklar arasındaki nihai ilişkileri belirlemiştir.
Fakat yüce Allah onların nifaktan kaynaklanan bu
savaştan geri kalışlarının onları Allah'ın dininden dışarı çıkardığını ve
kendisini islâm dininin dışına çıkan topluluklardan hoşnut olmayacağını
bildirmektedir. İsterse onlar mazeretler ileri sürerek yeminler ederek
müslümanların kendilerinden razı ve hoşnut olmalarını sağlamış olsunlar!
Allah'ın onlar hakkındaki hükmü kesin ve nihai hükümdür.
İnsanların hoşnutluğu bu tür durumlarda Allah'ın
onlara öfkelenmesini değiştiremez. Ve onlara zerre kadar fayda sağlayamaz.
İsterse bu insanlar müslüman insanlar olsun farketmez. Allah'ı razı etmenin
tek yolu bu sapıklıktan dönüş yapmaktır. Allah'ın sapasağlam dinine
dönmektir!
İşte bu şekilde yüce Allah özürsüz olarak savaştan
geri kalan bu insanların kimliğini müslüman topluma açıklamış ve müslümanlar
ile bu münafıklar arasındaki nihai ilişkileri belirlemiştir. Nitekim daha
önce yüce Allah müslümanlar ile müşrikler ve yine müslümanlar ile ehli Kitap
arasındaki ilişkileri belirlemişti. İşte bu sure bu konuda son ve nihai
hükmü ifade ediyordu.
İSLAM TOPLUMUNUN
YAPISI
Gelecek ders Tebük savaşının eşiğinde bulunan o
zamanki islâm toplumunun yapısını ortaya koymaktadır. Genel organik oluşumu
içinde yer alan grupları ve onların iman derecelerini tasvir etmektedir.
Onların herbirini kendi sıfatları ve eylemleriyle birbirinden ayırmaktadır.
Onuncu cüzde bu surenin giriş kısmında Medine'deki
islâm toplumunun bu değişik düzeydeki imanlarının tarihi nedenlerini detaylı
olarak açıklamıştık. Biz burada o açıklamanın son maddelerini aktarmakla
yetineceğiz. Böylece bir toplum içinde yaşamalarına rağmen bu kadar değişik
düzeydeki iman türlerinin ortaya çıkışında etkili olan faktörleri zihnimizde
tekrar canlandıracağız.
Kureyşliler uzun süre islâma karşı koymuşlardı. Bu
tutum bu dinin Arap Yarımadası'nda islâmın yayılmasını frenleyen güçlü bir
engel oluşturmuştu. Çünkü Kureyş kabilesi, Yarımada'da ekonomi, siyaset ve
edebiyat alanlarında nüfuz sahibi olduğu kadar, din konusunda son sözü
söyleyen üstün güçtü. Bu yüzden, bu kabilenin böylesine inatla yeni dine
karşı koyuşu, Yarımada'nın diğer yörelerinde yaşayan Araplar'ı bu dine
girmekten caydırmıştı, en azından diğer Araplar'ı Kureyşliler ile
Peygamberimiz arasındaki savaşın sonucu belli oluncaya kadar tereddüde ve
beklemeye sürüklemişti.
Fakat Mekke fethedilince Kureyşliler, islâm
karşısında boyun eğdiler. Arkasında Taif'te Hevazin ve Sakif kabilelerine de
boyun eğdirildi. Bunlar üzerine Medine'deki üç yahudi kabilesinin burnu
iyice kırıldı. Bu kabilelerin ikisi olan Kaynukoğulları ile Nadiroğulları
Şam'a sürüldü. Kuraydaoğulları ortadan kaldırıldı ve Hayber kalesi kesin bir
şekilde teslim oldu. İşte bütün bu ardışık başarılar, insanları yüce
Allah'ın dinine akın akın girmeye yönelten bir çağrı oldu, nitekim bir yıl
gibi kısa bir zaman zarfında islâm Yarımada'nın tüm yörelerine yayılmıştı.
Fakat islâm yurdunda gerçekleşen bu hızlı yatay
genişleme, Bedir zaferinden sonra toplumda meydana çıkan hastalık
belirtilerini de beraberinde getirmişti. Üstelik bu defa hastalık
belirtilerinin çapı daha da genişti. Oysa Bedir zaferini izleyen yedi yıl
boyunca uygulanan sürekli ve yoğun eğitim çabası sonunda toplum, bu
hastalıklardan tamamen kurtulmanın eşiğine gelmişti.
Eğer vaktiyle Medine toplumu, bir bütün olarak bu
inanç sisteminin sağlam üssü ve bu yeni toplumun sarsılmaz kalesi haline
getirilmemiş olsaydı, Yarımada'da gerçekleşen bu hızlı yatay genişleme,
islâm hesabına büyük bir tehlike oluşturacaktı. Fakat yüce Allah bu dinin
gelişim aşamalarını planlamış, onu gözetimi altına almıştı. Bunun sonucu
olarak Bedir zaferinin sağladığı göreceği genişlemenin arkasından nasıl
Muhacirlerin ve Ensar'ın ölçülerinden oluşmuş bir avuç ihlaslı mü'mini bu
dinin güvenli kalesi olmak üzere hazırladı ise, Mekke fethini izleyen hızlı
genişleme döneminde de bir bütün halinde Medine toplumunun islâma güvenli
kale olmasını sağlamıştı. Hiç kuşkusuz Allah, dinini geliştirme uğrunda,
kimi ya da kimleri görevlendireceğini herkesten iyi bilir.
Bu hızlı genïşlemenin yolaçtığı bunalımın ilk
belirtisi, Huneyn savaşında meydana çıkmıştı. İncelemekte olduğumuz "Tevbe"
suresinde bu olaydan şöyle söz ediliyor:
"Gerçekten Allah size birçok yerde, birçok olayda
olduğu gibi Huneyn savaşı günü de yardım etti. Hani o gün sayıca çok
oluşunuz hoşunuza gitmiş, böbürlenmenize yolaçmıştı da bu kalabalık size
hiçbir yarar sağlamamıştı, yeryüzü onca genişliğine rağmen size dar gelmişti
de sonra arkanıza dönüp kaçmıştınız."
"Bu bozgunun arkasından Allah, peygamberinin ve
mü'minlerin kalplerine güven duygusu indirdi ve göremediğiniz askerler
göndererek kâfirleri azaba çarptırdı. Kâfirlerin görecekleri karşılık
budur."(!)
Bu bozgunun ilk plandaki görünür sebeplerinden biri
şuydu: Fetih günü bu dine girmiş iki bin kişilik bir "zoraki" müslümanlar
grubu, Mekke'yi fetheden onbin kişilik ordu ile birlikte bu savaşa
katılmıştı. İşte bu ikibin kişilik grubun onbin kişilik ordunun arasına
katılması birliğin sarsılmasına yolaçtı. Hevazin kabilesinin sürpriz bir
saldırı düzenlemiş olması faktörünü de buna eklememiz gerekir. Çünkü ordunun
tümü Bedir savaşı ile Mekke fethi arasında geçen uzun dönem boyunca eğitilen
ve iç uyuma kavuşturulan o samimi ve sarsılmaz çekirdek kadrodan
oluşmuyordu.
Tebük savaşı sırasında ortaya çıkan hastalık
belirtileri ile üzücü görüntüler de bu hızlı yatay genişlemenin, bu
genişleme sonunda islâma giren yeni gruplardaki farklı iman düzeyinin ve
disiplin eksikliğinin yolaçtığı doğal bir sonuç olarak meydana gelmişlerdi.
İşte Tevbe suresi bu hastalık belirtilerini gündeme getirmiş, değişik
üsluplu ayrıntılı ve uzun tahlillerinde bu bunalımlara parmak basmıştır.
Yukarda bu surenin çeşitli kesitlerini örneklendiren seçme ayetleri
sunarken, bu tahlillere değinmiştik.
Ana hatlara ilişkin bu açıklamadan sonra bu dersin
ayetlerini detaylı olarak incelemeye geçebiliriz.
BEDEVİ ARAPLAR'IN
DURUMU
97- Bedevi Araplar
kâfirlikte ve münafıklıkta daha aşırı; Allah'ın peygamberine indirdiği
hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha yatkın kimselerdir. Allah her şeyi
bilir ve her yaptığı yerindedir.
98- Kimi Bedeviler
Allah'ın emri uyarınca yaptıkları harcamaları cerime, angarya sayarlar. Ve
başınıza belaların geleceği günü gözlerler. Gözledikleri o bela kendi
başiarına gelesiceler! Allah herşeyi işitir, herşeyi bilir.
99- Kimi Bedeviler
de Allah'a ve ahiret gününe inanırlar; yaptıkları maddi bağışları Allah'ın
yakınlığını ve peygamberin dualarını kazanma aracı, sebebi sayarlar.
Haberiniz olsun ki, yaptıkları bu bağışlar, gerçekten onları Allah'a
yaklaştıran bir sebeptir. İlerde Allah onları rahmetinin kapsamı içerisine
alacaktır. Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir.
Bu bölüm Bedevi Araplar'ın gruplarını açıklayarak
başlıyor. O sırada Medine çevresinde Bedevi Araplar'dan oluşan birtakım
kabileler bulunuyorlardı. Müslüman olmadan önce Medine'deki islâm yurduna
karşı saldırı ve hücumlarda onların fonksiyonu büyüktü. Müslüman olduktan
sonra ise bu ayetlerde ana hatlarıyla verilen sıfatlarıyla iki büyük gruba
ayrılıyorlardı.
Onlardan söz eden bölüm Bedeviler'in karakterlerini
ortaya koyan genel bir kuralını belirtiyor:
"Bedevi Araplar kâfirlikte ve münafıklıkta daha
aşırı; Allah'ın peygamberine indirdiği, hükümlerin sınırlarını bilmemeye
daha yatkın kimselerdir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Bu genel ifade onların Bedevi olmaları ve Bedevilik
ile ilgili değişmez bir sıfat niteliğindedir. Yani Bedevilik yapı olarak
küfre ve münafıklığa daha elverişlidir. Ve Allah'ın kendi resulüne göndermiş
olduğu hükümleri sınırları bilmemeye tanımamaya daha müsaittir.
Allah'ın kendi resulüne göndermiş olduğu hükümlerini
bilmemelerinin gerekçesi onların yaşadıkları hayat şartlarından
kaynaklanmaktadır. Bu hayatın karakterlerine yerleştirdiği kabalıktan,
katılıktan meydana gelmektedir. Onların bilgi ve kültürden, belirlenen
hükümlere ve yasalara boyun eğmekten uzak oluşlarından kaynaklanmaktadır.
Sırf maddi değerleri geçerli ve egemen kılan somut bir maddecilikten ileri
gelmektedir. İman onların bu karakterlerini bir ölçüde düzeltse de, onları
bu değerlerin üstüne çıkarsa da, onları bu somut şeylerden daha yüce, daha
parlak ufuklara ulaştırsa da bu böyledir.
Bedevi Araplar'ın kabalıklarını ve katı
yürekliliklerini ortaya koyan pek çok rivayetler vardır. Bu bağlamda İbn-i
Kesir'in kendi tefsirinde aktardıklarına biz de burada yer vereceğiz.
Ameş İbrahim'den aldığı rivayeti anlatıyor:
Bedevi bir Arap Zeyd İbn-i Suhan'ın halkasına
oturdu. Zeyd bu arada arkadaşlarıyla konuşuyordu. Zeyd'in "Nihavend
savaşında eli yaralanmıştı. Bedevi Arap:
Allah'a yemin ederim ki, senin sözlerin hoşuma
gidiyor. Fakat elin beni kuşkulandırıyor, dedi. Zeyd:
Ne diye elimden kuşkulanıyorsun? Bu benim sol
elimdir!
Bedevi Arap Allah'a yemin ederim ki bilemiyorum. Sağ
eli mi keserler yoksa sol eli mi keserler! dedi. Zeyd İbn-i Suhan o zaman:
"Allah ve Rasulü doğru söylüyor dedi ve şu ayeti
okudu:
"Bedevi Araplar kâfirlikte ve münafıklıkta daha
aşırı: Allah'ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha
yatkın kimselerdir."
İmam Ahmed der ki:
Ahmed İbn-i Mehdi, Süfyan Ebu Musa, Vehb İbn-i
Münebbih İbn-i Abbas kanalıyla bize gelen hadiste Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun şöyle buyurmuştur.
"Kim kırsal kesime yerleşirse kabalaşır, kim av
peşinde koşarsa habersiz kalır, aldanır, kim de iktidarla işbirliği yaparsa
denenir. Belası eksik olmaz." Kırsal kesimde yaşayan insanlar genellikle
katı yürekli ve kaba oldukların
dan yüce Allah onlardan peygamber göndermez.
Peygamberlerini hep medeni olan ve yerleşik hayat yaşayan şehirlilerden
seçer. Nitekim Allah Tealâ buyuruyor ki:
"Senden önce de şehirler halkında, yalnız
kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka peygamber göndermedik.
Bedevi bir Arap, Peygamberimize bir hediye
verdiğinde Peygamberimiz salât ve selâm üzerine olsun- ona hediyesinin
birkaç katını geri verdi. Onu bu şekilde memnun etti." Ve şöyle buyurdu:
"Bu Kureşliler'den, Sakifliler'den, Ensar'dan ve
Devsliler'den başka kimsenin hediyesini kabul etmemeyi isterdim."
Çünkü bu insanlar Mekke, Taif, Medine ve Yemen'de
yerleşik bir şehir hayatı yaşıyorlardı. Dolayısıyla Bedevi Araplar'dan daha
yumuşak bir ahlâka sahip bulunuyorlardı. Çünkü Bedevi Araplar'ın yapılarında
sertlik ve katılık vardı.
İbn-i Kesir devamla der ki: Müslim tarafından
rivayet edilen bir hadiste Ebu Bekir, İbn-i Ebi Seyme ve Ebu Kürey birlikte
Ebu Usame ve İbn-i Nümeyrden, Hişam'dan, Hişam'ın babasından ve Aişe'den
rivayetle diyor ki:
"Bedevi Araplar'dan birtakım insanlar
Peygamberimizin yanına gelip: "Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz"? diye
sordular. Peygamberimiz: "Evet"! buyurdu. Onlar ise:
"Allah'a yemin ederiz ki, biz çocuklarımızı öpmeyiz"
dediler. Peygamberimiz:
"Eğer Allah sizin kalbinizden rahmetini çekip
almışsa ben ne yapabilirim ki?" karşılığını verdi.
Rivayetlerin pek çoğu Bedevi Araplar'ın yapılarında
bulunan katılık ve sertliğin müslüman olduktan sonra bile devam ettiğini
göstermektedir. Dolayısıyla onların yapı olarak küfürde ve münafıklıkta daha
aşırı Allah'ın peygamberine gönderdiği hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha
yatkın olmaları kaçınılmazdı. Başkalarına karşı üstün geldiklerinde
katılıkları ve kabalıklarıyla, başkalarına mağlûp olduklarında
münafıklıkları ve döneklikleriyle ayrıca göçebe hayatın zorunlu şartları
haline gelen sebeplerin yolaçtığı düşmanlığın ve hiçbir sınır tanımaman uzun
bir hayat boyunca karakterlerini değiştirmiş olmasıyla farklılaşmışlardı.
"Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Kullarının durumlarını, şartlarını, sıfatlarını ve
karakterlerini bilir. Özellikleri, yetenekleri ve bağışları dağıtırken
insanları cins, cins, millet millet ve çevre çevre türlere ayırmasında her
yaptığı yerindedir.
Böylece Bedeviler'in genel ve başlıca vasıfları
belirlendikten sonra imanın onların kalplerinde, gönüllerinde meydana
getirdiği değişikliklere göre onların yeniden tasnifine geçiliyor. İmanın
içine yerleşip şekil verdiği kalpler arasındaki farkları vermeye çalışıyor.
Bu da o zamanki müslüman toplumun pratik hayatına, realitelerine ışık
tutuyor.
"Kimi Bedeviler Allah'ın emri uyarınca yaptıkları
harcamalarını cemire, angarya sayarlar. Ve başınıza belaların geleceği günü
gözlerler. Gözledikleri o bela kendi başlarına gelesiceler! Allah her şeyi
işitir her şeyi bilir."
Kur'an'ın burada Bedevi Araplar'ın münafık olan
kesimini mü'min olan kesiminden önce vermesinin nedeni bu münafıkların da
önceki bölümün tamamını kuşatan Medine münafıklarına ilave etmek için
olabilir. Böylece atmosfer değişmeden hem Medineli münafıklardan hem de
Bedevi münafıklarından söz edilmiş olur.
"Kimi Bedeviler Allah'ın emri uyarınca yaptıkları
harcamaları cemire angarya sayarlar."
Çünkü onlar mallarının zekâtını vermek müslümanların
savaşlarında onları malı yönden desteklemek zorundaydılar. Çünkü dış görünüş
olarak müslüman olduklarını söylüyorlardı. Ancak bu şekilde müslüman
toplumun içinde yaşanan hayatın nimetlerinden yararlanabilirlerdi. Çünkü o
gün Arap Yarımadası'nda iktidar sahipleri müslümanlardı. Ve onlar da ancak
bu şekilde müslümanlara yaranabilirlerdi!
Fakat onlar bu harcamalarını bir angarya olarak
görüyorlar, istemeyerek yaptıkları bu yardımları bir zarar olarak kabul
ediyorlardı. Allah yolunda savaşan mücahidlere yardım ve destek olmak
islâmın ve müslümanların zafere kavuşmalarını kolaylaştırmak için değil!
"Başınıza belaların geleceği günü gözlerler."
Onlar müslümanların başına gelecek belaları dört
gözle beklerler. Ve onların hiçbir savaştan sağ ve salim geri dönmemelerini
gönülden arzu ederler!
Burada ayetlerin içinde Allah tarafından onlara
yöneltilen bir bedduaya yer verilmektedir. Allah'ın bedduası bu bedduanın
onlar hakkında hemen meydana geleceği anlamına gelir.
"Gözledikleri o bela başlarına gelesiceler."
Burada sanki belaların kendilerini kuşatan bir
dairesi vardır. Hiçbiri ondan kurtulamamaktadır. Çevrelerini dolanıp
durmakta ve onların yakasını bırakmamaktadır. Bu açıklama soyut kavramları
somutlaştırma ve zihinde canlandırma türünden bir ifadedir. Böylece mesele
daha canlı bir şekilde daha etkili bir biçimde ifade edilmiş olmaktadır."
"Allah her şeyi işitir ve bilir."
Burada işitme ve bilme sıfatları müslüman cemaatin
düşmanlarının onlara karşı bir kötülük yapma fırsatını kollama atmosferiyle
uyum sağlamaktadır. Onların kendi içlerinde onlara karşı besledikleri ve dış
görünüşleriyle gizlemeye çalıştıkları nifakın karakteriyle bağdaşmaktadır:
"Allah her şeyi bilmektedir."
Diğer tarafta Bedevi Araplar'ın kalpleri imanın
nuruyla aydınlanmış başka bir kesimi de vardır.
"Kimi Bedeviler de Allah'a ve ahiret gününe
inanırlar: Yaptıkları maddi bağışları Allah'ın yakınlığını ve peygamberinin
dualarını kazanma amacı sebebi sayarlar. Haberiniz olsun ki, yaptıkları bu
bağışlar gerçekten onları Allah'a yaklaştıran bir sebeptir. İlerde Allah
onları rahmetinin kapsamı içine alacaktır. Hiç şüphesiz Allah affedici ve
merhametlidir."
Bu kesimin harcamada bulunmasının başlıca nedeni
Allah'a ve ahiret gününe iman etmeleridir. İnsanlardan korkmaları, üstün
gelenlere yaltaklık yapmaları, şu dünya aleminde kâr ve zarar hesaplarını
yapmaları değil!
Allah'a ve ahiret gününe iman eden bu kesim,
yaptıkları bu harcamaları ile Allah'a daha yakın olmayı ve peygamberinin
yani dualarını almak istemektedir. Çünkü bu dualar peygamberin hoşnutluğunu
gösterir. Ve onlar Allah katında kabul edilen dualardır. Peygamber bunlarla
Allah'a ve ahiret gününe inanan Allah'ın rızası ye O'na yakın olma arzusuyla
mali yardımda bulunan mü'minlere dua eder.
İşte bu nedenle ayetlerin içinde bu duaların ve
nifakın Allah katında kabul edilmiş bir yakınlık aracı oldukları ifade
edilmiştir:
"Haberiniz olsun ki, bu bağışlar ve dualar gerçekten
onları Allah'a yaklaştıran birer sebeptir."
Ayrıca onları Allah'dan gerçek bir vaad ile güzel
bir son müjdelemektedir.
"İlerde Allah onları rahmetinin kapsamı içine
alacaktır."
Burada rahmet insanların kendisine sığındığı, içine
girdiği bir ev olarak somutlaştırılmaktadır. Nitekim daha önce müslümanların
başlarına bir belanın gelmesini gözetleyen kesimin başına gelecek olan
"Kötülük dairesi" de bu şekilde somutlaştırılmıştı. Çünkü onlar yaptıkları
harcamaları angarya sayıyorlardı ve mü'minlerin başına belaların geleceği
günü gözetliyorlardı.
"Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir."
Tevbeleri kabul eder, yapılan harcamaları
mükafatlandırır, işlenmiş olan günahları bağışlar ve rahmet dileğinde
bulunanlara merhamet eder.
İSLÂM TOPLUMUNDAKİ
GRUPLAR
Böylece Bedeviler'i ana çizgileriyle gruplara
ayırdıktan sonra bütün toplumu gözönünde bulundurarak yeniden gruplara
ayırmaya geçiyor.
Burada toplum bedevisi ve medenisi ile bir bütün
halinde ele alınmıştır. Buna göre toplum iman açısından dört sınıfa
ayrılmıştır:
1) Herkesten önce imana sarılan ve böylece islâmın
öncülüğünü yapan muhacirler ve Ensar ile bunları güzel şekilde izleyenler.
2) Nifak üzerinde diretip münafıklığını sürdüren
Medineli Bedevi ve Araplar.
3) Hem iyi, hem de kötü işler yaparak karma bir yapı
arzedenler.
4) Allah'ın kendi kazasıyla onlar hakkındaki
yargısını belirleyeceği şu anda hükümleri ertelenmiş olanlar.
Öyle anlaşılıyor ki, toplumun bu şekilde gruplara
ayrılışı Tebük savaşının dönüşünden savaştan geri kalmış münafıkların ve
yine savaştan geri kalmış mü'minlerin mazeretlerini beyan edişlerinden sonra
gönderilen bu ayetlerle gerçekleşmiştir. Savaştan geri kalan mü'minlerin bir
kısmı gerçekten mazeret sahibi olduklarından, kendilerini mescidin
sütunlarına bağlamışlar ve peygamberinin gelip kendilerini çözmesine kadar
beklemişlerdir. Bazıları ise hiçbir özür ileri sürmeden durumlarını olduğu
gibi söylemişler ve samimi olarak gerçekleştirdikleri tövbeleri ile Allah'ın
kendilerini bağışlayacağı umuduyla hareket etmişlerdir. Bu ikinci grup
haklarında hüküm verilmeyen üç kişidir. Daha sonra Allah onları bağışlamış
ve tevbelerini kabul etmiştir. İlerde bu konuya değineceğiz. İşte Tebük
savaşından sonra Arap Yarımadası'nda islâm dininin etrafında bulunan
insanların bu kesimleri o zamanki toplumu oluşturuyorlardı. Yüce Allah kendi
elçisine ve onunla birlikte olan samimi mü'minlere bu dinin ilk aşamasının
son durağına yakın bir yerde yani ilk yurdunda hareketin tüm arazisini, bu
arazideki bütün girinti ve çıkıntıları ve bu arazide yaşayan insanları son
derece mükemmel bir şekilde göstermiştir. Onların gözleri önüne sermiştir.
İslâm davası bütün dünyaya açılmadan yalnız Allah'a kulluğu öngören ve
sadece onun egemenliğine boyun eğmeyi esas alan ve yeryüzünde insanın bütün
şekilleri ve biçimleriyle kullara kulluktan kurtulmasını isteyen mesajını
açıklamadan önce böyle bir durum değerlendirmesi yapılması gerekiyordu
zaten.
İslâmi hareket'in harekete geçmeden önce mücadele
sahasını, oradaki girintileri çıkıntıları ve orada yaşayan insanların
karakterlerini güzel bir şekilde incelemesi gerekir. Atılacak her adım için
böyle bir inceleme zorunludur. Ancak bu şekilde hareketi götüren insanlar,
bu yolda attıkları her adımda ayaklarını nereye bastıklarını öğrenme imkânı
elde edebilirler...
Ayetleri incelemeye devam ediyoruz:
ENSAR VE
MUHACİRLERİN ÖNCÜLERİ
100- Muhacirlerin ve
Ensar'ın ilk öncüleri ile iyilikte onlara tam uyanlardan Allah hoşnut olduğu
gibi onlar da Allah'dan hoşnut olmuşlardır. Allah onlara altlarından
nehirler akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler hazırlamıştır.
İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.
Bu üç grubun -yani Muhacirler'in ve Ensar'ın
öncüleri ile bu iki grubun duyarlı izleyicilerinin- oluşturduğu zümre, bu
surenin tanıtma sayısında belirttiğimiz gibi, Arap Yarımadası'nda, Mekke
fethinden sonraki islâm toplumunun sağlam zeminini, omurgasını meydana
getiriyordu. Bu toplumu gerek zor anlarda, gerekse bolluk ve rahat anlarında
ayakta tutan, bu zümre idi. "Bolluk ve rahat anlarda" dedik. Çünkü çoğu
zaman bolluk ve rahat sınavından geçmek, zorluk sınavını aşmaktan daha zor
ve daha tehlikelidir.
"Muhacirlerin öncüleri" bizim eğilimimize göre Bedir
savaşından önce Medine'ye göçedenlerdir. "Ensar'ın öncüleri" de Bedir savaşı
öncesinde müslüman olanlardır. "İyilikte bu iki gruba tam uyanlar"a gelince,
Tebük savaşı öncesinin olaylarını konu edinen bu ayetin ana amacını
gözönünde tutarsak, bu grubun önceki iki grubu duyarlıkla izleyenlerden,
onlar gibi iman ederek daha sonraki yıllarda onların verdikleri sınavları
aynı başarı ile geçenlerden ve böylece ilk iki örnek grubun iman düzeyine
yükselenlerden oluşmuş olmalıdır. Ger i ilk iki grubun "öncü olma"
ayrıcalığı vardır. Çünkü onlar islâm toplumunun en sıkıntılı dönemi olan
Bedir savaşı öncesinin yükünü taşımışlardır.
Elimizdeki belgelerden öğrendiğimize göre, "öncü
Muhacirler" ile, "önce Ensar"ın kimler olduğu konusunda çeşitli görüşler
ileri sürülmüştür. Kimi bilim adamlarına göre bunlar Bedir savaşından önce
Medine'ye göçedenler ile yine bu savaş öncesinde göçmenlere yardım ellerini
uzatan Medineliler`dir. Kimi bilim adamlarına göre bunlar islâm tarihinde
"Rıdvan Biatı" adı ile anılan Peygamberimize bağlılık sözü verme törenine
katılanlardır. İslâm toplumunun oluşum aşamalarına ve bu toplumun iman
katmanlarının yapılanmasına ilişkin araştırmalarımıza dayanarak az yukarda
tercih ettiğimizi belirttiğimiz görüşün diğerlerine göre daha doğru olduğuna
inanıyoruz. Doğrusunu bilen Allah'dır kuşkusuz.
İslâm toplumunun oluşum aşamaları ve bu toplumun
iman kriterli katmanları konusunda onuncu cüzde yaptığımız açıklamanın bazı
paragraflarını aşağıya almayı uygun görüyoruz. Böylece okuyucuya o eski
sayfalara başvurmayı önereceğimiz yerde, orada söylediklerimizi önüne
getirmiş oluyoruz. Bu sayede okuyucu incelemekte olduğumuz ayetlerde yapılan
islâm toplumunun gruplarına ilişkin nihai tasnifi o açıklamada gözler önüne
sermeye çalıştığımız gerçeğin ışığı altında değerlendirebilme fırsatını
bulacaktır."
İslâmi hareket Mekke'de şiddet ortamında doğdu,
baskı sınavından geçmiş seçkin insanların kişiliklerinde varlık buldu.
Kureyşli müşriklerin başını çektiği cahiliye uygarlığı "Lailâhe illellah,
Muhammedün Resulullah (Allah'dan başka ilah yoktur, Muhammed O'nun
elçisidir)" çağrısının içerdiği gerçek tehlikeyi sezmekte gecikmedi.
Adamlar, bu çağrının yetkisini yüce Allah'dan almamış, her türlü yeryüzü
kaynaklı otoriteye karşı başkaldırma anlamına geldiğini, yeryüzünde
egemenlik kurmuş bütün tağutlara, bütün zorbalara uzlaşmasız bir meydan
okuma demek olduğunu, bütün bu diktatörlüklerden kaçıp yüce Allah'a sığınma
kararını haykırdığını hemen anladılar. Ayrıca onlar bu çağrının oluşturduğu
ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- liderliği altında gelişen,
yeni organik ve hareketli toplumun taşıdığı ciddi tehlikeyi de kavradılar.
Bu ele-avuca sığmaz, hareketli toplum ortaya çıktığı ilk günden itibaren
yalnız yüce Allah'a ve Peygamberimize itaat etmeyi ilke edinmiş, Kureyş
kabilesinin temsil ettiği cahiliye rejimine ve bu rejimin ayakta tuttuğu
sosyal düzene karşı çıkmış, başkaldırmıştı.
Evet, işin başında Kureyş kabilesinin temsil ettiği
cahiliye uygarlığı hem o, ve hem de bu tehlikeyi kısa zamanda sezdi ve bu
sezgisinin sonucu olarak vakit geçirmeden, hem bu yeni çağrıya, hem bu yeni
topluma ve hem de bu yeni liderliğe karşı amansız, vahşi bir savaş açmış;
öteden beri kullana geldiği bütün işkenceleri, bütün tuzakları, bütün
bozgunculukları ve bütün hileleri işletmeye koyulmuştu.
Cahiliye toplumu varlığını tehdit eden bu tehlike
karşısında reflekssiz bir savunmaya girişmişti. Tıpkı ölüm tehlikesi ile
karşılaşan her canlı varlığın yaptığı gibi. Bu kaçınılmaz, doğal bir
reaksiyondur. Kula kulluk esasına dayalı bir cahiliye toplumunda ne zaman
yüce Allah'ın ilahlığını benimsemeyi haykıran bir çağrı seslendirilirse; ne
zaman bu çağrı yeni bir liderlik kadrosunun izinden giden, hareketli bir
toplumun kişiliğinde somutlaşır da bağrından çıktığı kokuşmuş cahiliye
toplumuna taban tabana zıt bir strateji ile karşı çıkarsa, mutlaka böyle bir
reaksiyon ortaya çıkar.
O zaman yeni islâm toplumunun her ferdi, işkencenin
ve fitnenin her türlüsü ile karşı karşıya kalır. Bu iş kimi zaman kan
dökülmesi aşamasına kadar varır. İşte o günlerde kendini tamamen yüce
Allah'a adamış; her türlü sıkıntıya, fitneye, açlığa, sürgüne, işkenceye ve
kimi zaman en acımasız türden ölüme katlanmayı peşin olarak göze alan seçkin
insanlardan başka hiç kimse, "Lâilâhe illellah, Muhammedün Resulullah"
cümlelerinden oluşan "Şehadet" çağrısını seslendirmeye, yeni islâmi topluma
katılıp bu yeni toplumun liderlik kadrosunun direktiflerini benimsemeye
cesaret edememişti.
Bu seçkin azınlık sayesinde islâm Arap toplumunun en
sağlam unsurlarından oluşmuş, dayanıklı bir temel edinmişti. Bu baskılara
katlanamayan kimseler ise, yeni dinlerinden vazgeçerek tekrar cahiliye
dönemine dönmüşlerdi. Bu tür dönekler sayıca azdı. Çünkü bu dine girenlerin
başlarına ne gibi belâların geleceği önceden belli ve açıktı. Bu yüzden
sağlam karakterli ve seçkin kimseler dışında kalan sıradan insanlar,
cahiliye toplumundan koparak islâma girmeyi, korkular ve tehlikeler ile dolu
dikenli yola koyulmayı göze alamamışlardı.
İşte yüce Allah Muhacirler'in öncülerini bu seyrek
rastlanır örnekler arasından seçerek, onların Mekke'de bu dinin dayanıklı
temeli olmalarını sağlamıştı. Aynı kimseler daha sonra Ensar'ın öncüleri ile
birlikte Medine'de de bu islâma sağlam temel oluşturma fonksiyonlarını
sürdürmüşlerdi. Gerçi Medineli müslümanlar, Mekkeli müslümanlar gibi bu
dinin sıkıntılarına katlanmamışlardı, ama Peygamberimiz ile yaptıkları
"Akabe biatı", orada içtikleri bağlılık andı onların da bu dinin özü ile
bağdaşacak asil bir karaktere sahip insanlar olduklarını kanıtlamıştı. Ünlü
tefsir bilgini İbn-i Kesir bu konuda şöyle diyor:
"Muhammed b. Karab Karadi'nin ve başkalarının
bildirdiğine göre, Akabe biatının gerçekleştiği gece Abdullah b. Revahe
Peygamberimize, `Gerek Rabbin ve gerekse kendin adına bize dilediğin
şartları koş' dedi. Peygamberimiz, `Rabbim adına sadece O'na kulluk
etmenizi, hiçbir şeyi kendisine ortak saymamanızı şart koşarım. Kendi adıma
da kendinizi ve malınızı koruduğunuz gibi, beni de korumanızı şart koşarım'
buyurdu. Medineli müslümanlar `Peki, eğer bu şartları yerine getirirsek ne
elde ederiz?' diye sordular. Peygamberimiz, `Cenneti elde edersiniz'
buyurdu. Bunun üzerine Medineli müslümanlar, `Ne kadar kârlı bir alış-veriş
bu, bu anlaşmayı ne kendimiz bozarız ve ne de senden bozulmasını isteriz'
dediler."
Peygamberimizin önünde bu biat andını içenler, bu
sözleşmenin ucunda cennetten başka hiçbir karşılık beklemeyenler, bu
alış-verişe bağlı kalacaklarını kesin bir dille ifade edenler, bu anlaşmayı
kendileri bozmayacakları gibi, Peygamberimizden de onu bozmasını
istemeyeceklerine karar verenler, içtikleri andın içeriğinin basit
olmadığını biliyorlardı; Kureyşliler'in şimşeklerini üzerlerine
çekeceklerinden ve tüm Araplar'ın oklarına hedef olacaklarından emindiler. O
andan itibaren artık gerek Arap Yarımadası'nın her tarafında egemen olan ve
gerekse Medine'de burunlarının dibindeki cahiliye toplumunda, barış içinde
yaşayamayacaklarının kesinlikle bilincinde idiler."
Bu belge gösteriyor ki, Medineli müslümanlar bu
biatın, içtikleri bu bağlılık andının omuzlarına bindirdiği yükümlülükleri
açık bir kesinlikle biliyorlardı; bunun yanısıra bu yükümlülüklerin
karşılığında kendilerine dünya hayatında düşmanları önünde -zafer ve
üstünlük de dahil olmak üzere- hiçbir şey vadedilmediğinin, kendilerine
vadedilen tek ödülün cennet olduğunun da bilincinde idiler. Ayrıca bu belge,
onların içtikleri bu andın ne derece bilincinde olduklarını ve onun gereğini
yerine getirmek için ne büyük bir titizlik göstermeye kararlı olduklarını da
kanıtlıyor. Bundan dolayı onların, bu dinin binasının ilk kurucuları ve alt
yapısının hazırlayıcıları olan öncü Muhacirler (Mekkeli müslümanlar) ile
birlikte bu dinin Medine'deki dayanıklı temelini oluşturdukları kuşku
götürmez bir gerçektir.
Fakat Medine toplumu bu samimiyeti, bu arınmışlığı
sürdüremedi. İslâm Medine'de ortaya çıkıp yayılınca, çoğunluğunu mevki
sahiplerinin oluşturduğu birçok kimseler sosyal konumlarını koruyabilmek
için hemşehrilerine ayak uydurmak, onlarla aynı görüşteymişler gibi görünmek
zorunda kaldılar. Nitekim Bedir olayı ortaya çıkınca bu sinsi tiplerin
lideri konumunda olan Abdullah b. Ubeyy b. Selül, "Bu başa gelebilecek bir
olaydır" diyerek kendisini müslümanmış gibi göstermeye yeltendi.
Ayrıca birçok Medineli toplumda doğan heyecan
dalgasına kapılarak özenti ile islâma girmiş olmalıdır. Gerçi bu kimselerin
münafık olduklarını düşünmüyoruz, ama henüz islâmın özünü kavramadıkları,
onun potası içinde pişmedikleri kesindi. İşte çeşitli toplum kesimleri
arasındaki bu inanç düzeyi farklılığı, Medine'nin toplumsal yapısında
çalkantı meydana getirmişti.
İşte bu noktada Kur'an'ın eşsiz eğitim metodunun
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- liderliği altında kolları
sıvayarak işe koyulduğunu görüyoruz. Kur'an'ın eğitim metodu, bir yandan
çabasını bu yeni unsurlar üzerine yoğunlaştırırken, öte yandan da genç
toplumun bünyesine katılan değişik insan gruplarının inanç, ahlâk ve
davranış düzeyleri arasında uyum ve koordinasyon meydana getirmeye
yönelmiştir.
Medine'de inen sureleri -yaklaşık kronolojik
sıralarına göre- gözden geçirdiğimiz zaman, islâm toplumundaki bu farklı
unsurları aynı potada eritmek için ne kadar büyük bir çaba harcandığını
görürüz. Özellikle kabilesinin takındığı düşmanca tutuma ve Arap
Yarımadası'nda yaşayan bütün kabilelere yönelik kışkırtmalarına ve yanısıra
yahudilerin iğrenç tutumlarına ve bu yeni dini, bu genç toplumun bütün
düşmanlarına yönelik kışkırtmalarına rağmen, bu değişik unsurların sürekli
biçimde islâm toplumuna katıldıklarını ve bu değişik unsurların aynı potada
eritilip aralarında uyum meydana getirilmesi işlemine yönelik ihtiyacın
devamlılığını, kesintisizliğini gözönünde bulundurursak, bu yönde harcanan
çabanın ne kadar büyük olduğunu daha iyi kavrarız.
Bütün bu yoğun çabalara rağmen zaman zaman
-özellikle zor dönemlerde bazı karakter zayıflığı, münafıklık, tereddüt,
cimrilik, fedakârlıktan kaçınma, tehlikeler karşısında yılgınlığa kapılma
belirtileri başgösteriyordu. Özellikle inanç belirsizliğine ilişkin
emarelere sıkça rastlanıyordu ki, bu emareler müslümanlar ile cahiliye
zihniyetine bağlı akrabaları arasındaki ilişkilerde belirleyici bir rol
oynuyordu. İşte Kur'an'ın eğitim metodu, Medine'de inen, ardışık surelerdeki
birçok ayette mahiyetleri açıklanan bu hastalık belirtilerine eşsiz ilahi
ifadelerin değişik ilaçları ile karşı koyuyordu.
Bununla birlikte islâm toplumunun yapısı Medine
döneminde gençlikle sağlıklı olma niteliğini koruyabilmişti. Çünkü toplum,
Muhacirler ile Ensar'dan oluşan samimi öncülerin sarsılmaz temeline
dayanıyordu. Bu sarsılmaz temel, zaman zaman beliren hastalık arazları ve
çalkantı görüntüleri karşısında toplumda dayanışma ve istikrar etkeni
oluşturuyor; henüz toplum potasında eritilememiş olgunluğa erdirilememiş,
dayanışmacı ve uyumlu olmaları sağlanamamış bu unsurların varlığını ortaya
koyan tehlikelere karşı koyabiliyordu.
Bunun yanısıra bu unsurlar da yavaş yavaş toplumun
potasında eriyor, arınıyor ve sözkonusu sağlam çekirdek ile uyumlu hale
geliyordu. Bunun göstergesi olarak zayıf karakterlilerden, münafıklardan,
müteredditlerden, yılgınlardan ve toplumun diğer kesimleri ile ilişki
kurarken dayanacakları inanç sistemlerini vicdanlarında henüz belirginliğe
kavuşturamamış kararsızlardan oluşmuş uyumsuz unsurların sayısı günden güne
azalıyordu. Öyle ki, Mekke fethinden az önceki günlerde islâm toplumu, halis
çekirdeği ile kaynaşan tam bir uyumun, benzersiz ilahi eğitim sisteminin
amaç edindiği örneğe bir hüküm olarak ulaşmanın eşiğine oldukça yaklaşmıştı.
Evet, bu toplumda bizzat inanca dayalı hareketin
özünün meydana getirdiği düzey farklılıkları halâ vardı. Bazı mü'min gruplar
hareket içindeki dayanıklılık, öncülük ve direnme dereceleri sayesinde
üstünlük kazanmışlar, seçkin konuma yükselmişlerdi. Meselâ Muhacirler ile
Ensar'dan oluşan öncüler, Bedir savaşına katılanlar, Hudeybiye'de aktedilen
"Rıdvan Biatı"na katılanlar ve daha sonraki günlerde Mekke fethinden önce
savaş harcamalarına katılanlar ve bilfiil savaşanlar, bu seçkin grupların
başlıcaları idi. Nitekim çeşitli Kur'an ayetleri, çeşitli hadisler ve
yaşanan toplumsal pratikler, inancı eyleme yansıtmış olmaktan kaynaklanan bu
derece üstünlüklerini vurgulamış, bu haklı seçkinliklerin altını
çizmişlerdi.
Fakat bu seçkin grupların, islâmi hareket içinde
pekişen yüksek düzeyli imanlarından kaynaklanan bu ayrıcalıklı konumları,
Mekke fethinden az önceki Medine toplumunda çeşitli grupların iman düzeyleri
bakımından birbirine yaklaşmalarına, aralarında uyum meydana gelmesine,
saflardaki çalkantı belirtilerinin büyük oranda ortadan kalkmasına; karakter
zayıflığı, tereddüt, cimrilik, fedakârlıktan kaçınma, inanç belirsizliği ve
münafıklık gibi hastalık belirtilerinin yok olmasına engel oluşturmamıştı.
Öyle ki, Medine dönemi islâm toplumu, bir bütün halinde islâmın temeli ve
ana çekirdeği olarak kabul edilebiliyordu.
Hicri sekiz yılında gerçekleşen Mekke fethi ile bu
olayı izleyen Hevazin ve Sakif kabilelerinin Taif'teki teslim oluşları -ki
bu iki kabile, Arap Yarımadası'nın Kureyş kabilesinden sonra gelen en büyük
iki gücünü oluşturuyordu- müslüman topluma tekrar çok sayıda yeni gruplar
eklemişti. Savaş sonunda teslim olarak' islâma giren bu gruplar, farklı iman
düzeylerinde bulunuyorlardı. Bunların kimi, islâmı zorla kabul etmiş
münafıklardı. Kimi kalabalığa uyarak görünüşte müslüman olmuştu. Kimi,
sempatileri kazanılarak islâma girmeleri sağlanmış kimselerdi. İslâmın temel
gerçeklerini içlerine sindirmiş, bu gerçekler; ruhları ile iyice bütünleşmiş
değildi.
Onuncu cüzdeki açıklamamızdan seçerek aldığımız bu
paragraflar Muhacirler ve Ensar'ın öncüleri ile bu iki grubu tam bir
sadakatle izleyerek onların iman düzeylerine yükselen, islâmi hareket
içindeki sınavlarını bu iki grup gibi başarı ile geçenlerden oluşan bu üç
grubun islâm toplumundaki merkezi konumlarını açıkça ortaya koyuyor. Bu üç
grubun islâm toplumunun kuruluş çabalarındaki zihinlerden silinmez
fonksiyonlarını ve bu fonksiyonun tüm insanlık tarihini etkilemiş olan
kalıcı etkilerinin somut izlerini kavrıyoruz. Aynı zamanda yüce Allah'ın,
onlara ilişkin şu sözünün içerdiği özü de sezgilerimizle kucaklıyoruz:
"Allah onlardan hoşnut olduğu gibi, onlar da
Allah'dan hoşnut olmuşlardır."
Allah onlardan hoşnut olmuştur. Bu hoşnutluğu
ödüllendirme izler. Aslında yüce Allah'ın hoşnutluğu, başlı başına, en yüce
ve en onurlandırıcı ödüldür. Onların yüce Allah'dan hoşnut olmaları O'na
gönül rahatlığı ile bağlanmaları, O'nun takdirine güven beslemeleri, O'nun
her yaptığının yerinde olduğuna inanmaları, nimetlerine şükretmeleri ve
aslında sınav amacı taşıyan belalarına karşı sabırlı davranmaları
anlamlarına gelir. Fakat burada iki kez tekrarlanan bu "hoşnutluk" deyimi,
yüce Allah ile sözkonusu seçkin ve ayrıcalıklı kulları arasındaki yaygın,
kapsamlı, bol, karşılıklı, kesintisiz ve gidişli-gelişli, çift yönlü bir
hoşnutluk havasını ortalığa salıyor, bu seçkin insanların derecelerini
doruklara tırmandırıyor. Çünkü bir yanda onların yüce Rabb'leri, öbür
tarafta kendileri, yani O'nun tarafından yaratılmış olan kullar, böyleyken
aralarında karşılıklı hoşnutluk alış-verişi gerçekleşebiliyor.
Bu öyle bir durum, öyle bir yüce konum, öyle bir
havadır ki, insan sözleri ile ifade edilemez; ancak ayetin kelimeleri
arasından sezilebilir, koklanabilir ve algılanabilir. Ama bunun için coşkun
bekleyişli bir ruhun, açık bir kalbin ve yüce Allah ile ilişki halinde bir
duyum mekanizmasının varolması gerekir.
İşte bu bahtiyarlar ile Rabbleri arasında egemen
olan sürekli hal budur; "Allah onlardan hoşnut olduğu gibi, onlar da
Allah'dan hoşnut olmuşlardır." Ayrıca bu ilahi hoşnutluğun kanıtlayıcı
belirtisi onları bekliyor. Okuyoruz:
"Allah, onlara altlarından nehirler akan ve
içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük
kurtuluş, büyük başarı budur."
Hangi kurtuluş, hangi başarı ondan ve bundan sonra
"büyük" sıfatını taşıyabilir?
UZMANLAŞMIŞ İNATÇI
MÜNAFİK
101- Gerek
çevrenizdeki Bedeviler içinde ve gerekse Medine halkı arasında ikiyüzlülükte
uzmanlaşmış kaşarlanmış münafıklar vardır. Sen onları bilmezsin, ancak biz
biliriz. Onları iki kez azaba çarptıracağız, sonra da büyük azaba
uğratılacaklardır.
Bu surede gerek Medineli ve gerekse Bedevi Arap
kökenli münafıklardan daha önceki ayetlerde genel anlamda sözedilmiş,
onların kimlikleri açığa vurul muştu. Fakat bu ayette özel bir münafık
gruptan sözediliyor. Bunlar ustalaşmış, uzmanlaşmış, kaşarlanmış, inatçı ve
iflâh olmaz münafıklardır. Öyle ki bütün ön sezisine ve bu konudaki
deneyimliliğine rağmen, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
bunların durumunu farkedemiyor. Ama acaba durumun sonu ne oluyor?
Yüce Allah, gerek Medineliler arasında, gerekse
şehrin çevresinde yaşayan bedeviler arasında böyle bir grubun bulunduğunu
haber veriyor. Arkasından bu gizli, aldatıcı ve kaşarlanmış şebekenin
tuzaklarını, komploları karşısında Peygamberimize ve yanındaki mü'minlere
güvence veriyor. Aynı zamanda iki yüzlülüğü sanat haline getirmiş bu usta
münafıklara da şu tehdidi yöneltiyor: Onların yakasını kesinlikle bırakacak
değildir. Kendilerini hem dünyada, hem de ahirette katmerli azaba
çarptıracaktır. Okuyoruz:
"Sen onları bilmezsin, ama biz biliriz. Onları iki
kez azaba çarptıracağız, sonra da büyük azaba uğratılacaklardır."
Acaba dünyada görecekleri bu "iki azap" ne anlama
geliyor? Bu ifadenin ilk akla gelen yorumu şudur: Bunlar bin yandan müslüman
toplum içinde sürekli endişe içinde yaşıyorlar, acaba hangi gün durumları
ortaya çıkacak diye hep kuşku içindedirler, dünyada çektikleri iki azabın
biri budur. Öbür dünya azabı ile ise ölürken yüzyüze geleceklerdir. O sırada
melekler ruhlarını sorguya çekerken bir yandan da yüzlerine ve sırtlarına
darbeler indireceklerdir. Bu deyimin bir başka yorumu da şöyle olabilir: Bu
münafıklar, müslümanların her zaferi, düşmanlarını her yenişi karşısında
hayal kırıklığına düşerler, yüreklerine hayıflanma duygusu çöker. Bu anlar
için bir azaptır. Bunun yanısıra münafıklıklarının açığa çıkacağı kuşkusu ve
sert sindirme önlemlerine hedef olacağı korkusu da sürekli biçimde
pençesinde kıvrandıkları bir başka azaptır. Hiç kuşkusuz, sözleri ile ne
kasdettiğini en iyi bilen, yüce Allah'ın kendisidir.
Karşıt iki düzey arasında iki düzey daha yer alıyor.
Bunlar her iki tarafa da eğilimlidirler. İşte arada yer alan iki düzeyden
biri şu şekilde anlatılmaktadır.
TEVBE EDENLER
102- Savaşa
katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe
eklediler. Belki Allah onların tevbesini kabul eder. Hiç kuşkusuz Allah
affedicidir, merhametlidir.
103- Mallarının bir
bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır.
Onlara dua et, çünkü senin duan onlara gönül huzuru sağlar. Allah her şeyi
işitir ve bilir.
104- Onlar Allah'ın
kullarının tevbelerini kabul ettiğini ve sadakaları aldığını, zaten
tevbelerin kabul edicisi ve merhamet edici olduğunu bilmiyorlar mı?
105- Onlara de ki:
"İstediğiniz gibi davranınız, yaptığınız işleri hem Allah, hem Peygamber,
hem de mü'minler göreceklerdir. Sonra görünür-görünmez her şeyi bilen
Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız da, O size neler yaptığınızı haber
verecektir.
Açıkça görüldüğü gibi yüce Allah'ın Peygamberine
-salât ve selâm üzerine olsun- bu gruba karşı belli bir uygulamada
bulunmasını emretmesi, bu grupta yeralanların Peygamberimiz tarafından teker
teker bilindiğinin kanıtıdır.
Bu ayetlerin, Peygamberimizin çıktığı Tebük seferine
katılmayan, Medine'de kalmayı tercih eden belli ve özel niteliklere sahip
bir grup hakkında indiği rivayet edilir. Bunlar işledikleri günahın
ağırlığını hissetmiş, suçlarını itiraf etmiş, tevbelerinin kabul olunmasını
dilemişlerdi. Geride kalan onlardı. Hiç kuşkusuz bu, çirkin bir davranıştır.
Pişmanlık duyan, tevbe eden de onlardı. Bu da iyi bir davranıştı.
Ebu Cafer b. Cerir et-Taberi şöyle der:
Bana Huseyn b. Ferec'den anlatıldı. O da Ebu
Muaz'dan dinlemiş, ona da Ubeyd b. Selman anlatmış, o da Dahhak'ın bu ayet
hakkında şöyle dediğini işitmiş: "Savaşa katılmayanların bir bölümü de
suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler."
Bu ayet Ebu Lübabe ve arkadaşları hakkında inmiştir.
Tebük seferine çıkarken Peygamberimize katılmamışlardı. Peygamberimiz
seferden dönüp Medine'ye yakın bir yere geldiğinde, bunlar sefere
çıkmadıklarına pişman olmuşlar ve "Biz gölgeliklerde, yemekler ve karılar
arasında olacağız, Allah'ın peygamberi de cihadla, cihaddan dönüşle meşgul
olacak? Allah'a andolsun ki, kendimizi direklere bağlayacağız ve peygamber
gelip bizi mazur görüp serbest bırakıncaya kadar kendimizi çözmeyeceğiz"
demişler, sonra da kendilerini bağlamışlardı. Ancak üç tanesi kendilerini
direklere bağlamamışlardı. Peygamberimiz seferden dönmüş, mescide uğramıştı.
Bunu, her sefer dönüşü yapardı. O sırada bunları görmüştü. Kim olduklarını
sormuş, "Ebu Lübabe ve arkadaşlarıdır, seninle birlikte sefere katılmadılar
ey Allah'ın peygamberi. Bu yüzden gördüğün gibi kendilerini bağlamışlar ve
sen onları serbest bırakmadıkça kendilerini çözmemeyi Allah'a va'd etmişler"
demişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz salât ve selâm üzerine olsun-
"Onları serbest bırakma emri olmadıkça çözmeyeceğim, Allah onları mazur
saymadıkça özürlerini kabul etmeyeceğim. Çünkü onlar, müslümanların çıktığı
sefere katılmaktan kaçındılar" demişti. Bunun üzerine yüce Allah, "Savaşa
katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe
eklediler. Belki Allah onların tevbesini kabul eder" ayetini indirdi.
"Belki" sözü, yüce Allah için kesinlik ifade eder. Nitekim Allah'ın
peygamberi onları serbest bırakmış, özürlerini kabul etmişti.
Bunların dışında daha birçok rivayet vardır. Bu
rivayetlerden birinde, bu ayetin sadece Ebu Lübabe hakkında indiği
anlatılır: "Ebu Lübabe Beni Kureyze olayına, yani onların kılıçtan
geçirecekleri savaşa katılmadığı için, onun hakkında inmiştir." Fakat bu
rivayet uzak bir ihtimaldir. Bu ayetlerle Beni Kureyze olayı birbirinden
uzaktır. Aynı şekilde bu ayetlerin Bedeviler hakkında indiği de rivayet
edilir... İbn-i Cerir bütün bu rivayetleri şu şekilde değerlendirir: Bu
görüşler arasında doğruya en yakın olanı, "Bu ayet peygamberle birlikte
sefere çıkmayan, cihadda onun yanında yeralmayan, Bizans'a karşı sefere
çıkarken, yani Tebük'e doğru yolalırken ona katılmayan, böylece son derece
kötü bir davranış sergileyen kimseler hakkında inmiştir. Bunlar bir
gruptular. Biri de Ebu Lübabe idi" diyen görüştür.
Bu sözler arasında doğruya en yakın olanı budur"
dememizin nedeni, yüce Allah'ın: "Savaşa katılmayanların bir bölümü de
suçlarını itiraf ettiler" buyurmasıdır. Bununla, yüce Allah suçlarını itiraf
edenlerin bir grup olduğunu haber vermiştir. Suçunu itiraf eden ve kendini
Beni Kureyza kalesinin direğine bağlayan Ebu Lübabe'den başkası değildi.
Bu böyle olduğuna göre ve yüce Allah, "Savaşa
katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler" sözüyle suçlarını
itiraf edenlerin bir grup olduğunu bildirdiğine göre, bu şekilde
nitelendirilenlerin birden fazla oldukları açığa kavuşuyor. Zaten bu sıfatın
bir gruba ait olması da gayet açıktır. Zaten, diğer yazarların ve
tarihçilerin anlattıkları ve tefsircilerin üzerinde birleştikleri nokta, onu
yapanların Tebük seferinden geri kalan gruptan başkası olmadığıdır. Bununla
da, bizim görüşümüz doğrulanmıştır. "Bunlardan biri de Ebu Lübabe idi"
deyişimizin nedeni de, tefsircilerin bu konuda görüş birliği içinde
olmalarıdır.
Yüce Allah savaştan geri kalan, sonra da suçunu
itiraf eden ve tevbe eden bu grubun niteliğini hatırlatırken, ardından şu
değerlendirme yeralıyor:
"Belki Allah onların tevbesini kabul eder. Hiç
kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir."
İbn-i Cerir'in de dediği gibi, "Belki" sözü; yüce
Allah için kesinlik ifade eder. Bu istek, isteklere karşılık verme gücüne
sahip olan yüce Allah'dan gelmektedir. Suçunu bu şekilde itiraf etmek,
işlenen suçun ağırlığının bilincinde olmak, kalbin diriliğine ve
duyarlılığına kanıt oluşturmaktadır. Bu yüzden tevbenin kabul olunması
umulur. Bağışlayan ve merhamet eden yüce Allah'ın bağışlaması ümit edilir.
Nitekim yüce Allah, tevbelerini kabul etmiş, onları bağışlamıştı.
Sonra yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm
üzerine olsun- şöyle buyurmuştu:
"Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu
yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan
onlara gönül huzuru sağlar. Allah her şeyi işitir ve bilir."
Bu gönüllerde pişmanlık ve tevbe duygularını
uyandıran bu duyarlılık, yatıştırılmalıydı. Huzur verici bir şefkati ve ümit
kapılarının açılmasını haketmişlerdi. Ama bir hareketi yöneten, bir ümmeti
eğiten ve bir sosyal düzeni inşa eden Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- onların hakkında yüce Allah'dan bir emir gelmedikçe ihtiyatlı
davranmayı tercih etmişti.
İbn-i Cerir diyor ki, bana Muhammed b. Sa'd anlattı,
ona da amcası anlatmış, ona da babası, kendi babasından Abdullah b. Abbas'ın
şöyle dediğini anlatmış:
"Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ebu
Lübabe ve arkadaşlarını serbest bıraktığı zaman, Ebu Lübabe ve arkadaşları
gidip mallarını Peygamberimize getirdiler ve "Malımızın bir bölümünü al ve
Allah yolunda dağıt, bize dua et" dediler. "Bizim için bağışlanma dile, bizi
temizle" diyorlardı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Bana
emredilmediği sürece mallarınızdan hiçbir şey almayacağım" dedi. Bunun
üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Mallarının bir bölümünü sadaka olarak
al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü
senin duan onlara gönül huzuru sağlar." Yüce Allah, "İşledikleri günahlardan
dolayı onlar için bağışlanma dile" buyuruyor. Bu ayet inince Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- mallarının bir kısmını aldı ve onlar için
sadaka olarak dağıttı."
İşte yüce Allah, iyi hallerini ve tevbelerinin
gerçekliğini bildiğinden, onlara bu şekilde iyilikte bulunmuş, peygamberine
mallarından bir kısmını alıp onlar adına sadaka olarak dağıtmasını, onlara
dua etmesini emretmişti. Ayette geçen "salât" kelimesi, "dua" anlamındadır.
Onlardan sadaka alınması, yeniden müslüman cemaatin gerçek üyeleri
olduklarını hissetsinler diyedir. Artık cemaat içindeki görevlerini yerine
getiriyor, sorumluluklarını üstleniyorlar. Cemaatten ayrı düşmemişler ve
kopmamışlar. Dolayısıyla bu sadakaları vermeleri onlar için temizlik ve
günahlardan arınmadır. Hz. Peygamber'in onlara dua etmesi de, yeniden güven
kazanma ve iç huzurudur.
"Allah her şeyi işitir ve bilir."
Duaları işitir, kalplerde gizli olan duyguları
bilir. İşittiğine ve bildiğine göre hükmeder. Bu, her şeyi işiten ve bilen
yüce Allah'ın hükmetmesidir. Kulları hakkında karar veren sadece O'dur.
Tevbelerini kabul eden, sadakalarını alan O'dur. Peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- sadece Rabbinin emrini uygular. Bu konuda kendi başına
herhangi bir karar verme yetkisine sahip değildir. Aşağıdaki ayette yüce
Allah bu gerçeği vurgulamak için şöyle buyuruyor:
"Onlar Allah'ın kullarının tevbelerini kabul
ettiğini ve sadakaları aldığını, zaten tevbelerin kabul edicisi ve merhamet
edici olduğunu bilmiyorlar mı?"
Bu soru, bir gerçeği vurgulama amacına yöneliktir ve
şu anlamı ifade etmektedir. Bilsinler ki, tevbeleri kabul eden, sadakaları
alan yüce Allah'dır. Kullarını bağışlayan, onlara merhamet eden yüce
Allah'dır. Bu konuda onun dışında hiç kimsenin yapabileceği bir şey yoktur.
İbn-i Cerir'in de dediği gibi, "Şayet Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- savaştan geri kalanları, kendilerini bağladıkları direklerden
çözmemişse, yüce Allah onları serbest bırakıp izin vermedikçe sadakalarını
kabul etmemişse; konunun kendisini ilgilendirdiğini ve sadece yüce Allah'ın
yetkisinde olduğunu bildiği içindir. Bu konuda Hz. Muhammed'in hiçbir
yetkisi yoktur. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- terketmek, serbest
bırakmak ve sadakaları almak gibi şeyleri Allah'ın emri ile yapar.
Sonunda söz, savaştan geri kalan ama tevbe
edenlerden açılıyor:
"Onlara de ki: "İstediğiniz gibi davranınız,
yaptığınız işleri hem Allah, hem Peygamber ve hem de mü'minler
göreceklerdir. Sonra görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna
çıkarılacaksınız da, O size neler yaptığınızı haber verecektir."
Çünkü islâm sistemi, inanç ve inancı doğrulayan
hareket sistemdir. Dolayısıyla onların tevbelerinin doğruluk ölçüsü Allah,
peygamber ve mü'minler tarafından görülecek şekilde ortaya koydukları
davranışlardır. Ahirette ise; görünür-görünmez her şeyi bilen, uzuvların
yaptıklarından ve göğüslerin gizlediklerinden haberdar olan yüce Allah'ın
huzurunda toplanacaklardır.
Son aşama pişmanlık duymak ve tevbe etmek değildir.
Pişmanlık ve tevbeden sonra sergilenen davranış biçimi önemlidir. Bu
psikolojik duyguları doğrulayan ya da yalanlayan, kökleştiren ya da bu
duyguları uyandıktan sonra yok eden, bu davranışlardır.
İslâm pratik hayatın sistemidir. Pratik harekete
dönüşmedikçe, duygu ve niyetler yeterli değildir. Hiç kuşkusuz iyi niyet
önemli bir başlangıçtır. Ama tek başına iyi niyet, hüküm ve karşılık verme
için ölçü olamaz. İyi niyet hareketle birlikte değerlendirilir ve hareketin
değerini de iyi niyet belirler. "Ameller niyetlere göredir" hadisinin anlamı
budur... Ameller... Niyetler yeterli değildir!
TEVBE EDİP DE İŞLERİ
ALI.AH'A KALANLAR
106- Savaşa
katılmayanların bir başka bölümü daha var ki, onların işleri doğrudan
doğruya Allah'ın iradesine kalmıştır. O, onları ya azaba çarptırır ya da
tevbelerini kabul eder. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
Bunlar Tebük seferinden geri kalanların son
kısmıdır. Ve bunlar münafıkların, özürlülerin, hata yaptıklarının farkına
varıp tevbe edenlerin dışındaki bir gruptur. Bu grubun durumu, bu ayetin
inişine kadar kesinlik kazanmamıştı.
Durumları Allah'a bırakılmıştı. Ne kendileri, ne de
diğer insanlar durumun ne olacağını bilmiyorlardı... Bu ayetin, haklarında
verilecek karar sonraya bırakılmış, yani tevbeleri konusunda haklarındaki
hüküm ertelenmiş üç kişi hakkında indiği rivayet edilir. Bunlar, Mürare b.
Rebi, Ka'b b. Malik ve Hilal b. Ümeyye idi. Tembellikten ve yakıcı sıcağın
etkisiyle dinlenmenin çekiciliğine kapılmaktan dolayı gevşek davranmış ve
Tebük seferine katılmamışlardı. Sonra Peygamberimizle -salât ve selâm
üzerine olsun- onlar arasında bir diyalog olmuştu. Gelecek derste bu konu
ayrıntılı biçimde açıklanacaktır.
İbn-i Cerir, doğrudan doğruya İbn-i Abbas'dan şöyle
rivayet eder: "Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları
temizle, günahlardan arındır." ayeti indiği zaman, Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- Ebu Lübabe ve arkadaşlarının mallarının bir bölümünü
aldı. Ebu Lübabe'ye katılmayan, mazur olduklarını kanıtlamayan, herhangi bir
şey söylemeyen, dolayısıyla mazur sayılmayan üç kişi kaldı. Yeryüzü bunca
genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. Bunlar haklarında yüce Allah'ın
"Savaşa katılmayanların bir başka bölümü daha var ki, onların işleri
doğrudan doğruya Allah'ın irâdesine kalmıştı. O, onları ya azaba çarptırır,
ya da tevbelerini kabul eder. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı
yerindedir." dediği kimselerdir. Bunun üzerine bazıları, "Mahvoldular, çünkü
mazur sayılmadılar" demeye başladı. Bazıları da, `Belki Allah onları
affeder" dediler. Böylece durumları yüce Allah'ın iradesine bırakıldı. Sonra
şu ayet indi: "Allah peygamberin ve zor anda onun peşinde giden muhacirler
ile ensarın tevbelerini kabul etmiştir." Yani onunla birlikte Şam seferine
çıkanların... "O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine
gelmişti. Arkasından O, tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son
derece şefkatli ve merhametlidir."
Sonra yüce Allah şöyle buyurdu: "Hükümleri ertelenen
o üç kişinin de tevbesini kabul etti." Yani durumları yüce Allah'ın
iradesine bırakılanların tevbeleri kabul edildi, onlar da bağışlananların
kapsamına alındı. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Sonunda yeryüzü bütün
genişliğine rağmen onlara dar geldi. Can sıkıntısından patlayacak gibi
oldular." "Hiç kuşkusuz Allah tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir."
İbn-i Cerir bunu İkrime'den, Mücahitten, Dahhak'tan,
Katade'den ve İbn-i İshak'dan da rivayet etmiştir. Bu rivayetin doğru olma
ihtimali daha baskındır. Hiç kuşkusuz en doğrusunu Allah bilir.
Madem ki, bu üç kişinin durumu yüce Allah'ın
iradesine bırakılmış ve haklarında bir karar verilmemişti, biz de inşaallah
yerinde ele almak üzere yapacağımız açıklamayı erteliyoruz.
MÜNAFIKLAR VE DİRAR
MESCİDİ
107- Savaşa
katılmayanların bir başka grubu da islâma zarar vermek, kâfirliği
pekiştirmek, mü'minler arasında ayrılık tohumu ekmek, daha önce Allah'a ve
Peygamber'e karşı savaşmış birine gözetleme yeri hazırlamak amacı ile bir
mescid yaptılar. Onlar, "iyilikten başka bir amacımız yoktu" diye yemin
edeceklerdir. Oysa Allah şahittir ki, onlar yalan söylüyorlar.
108- Orada asta
namaza durma. İlk gününden itibaren Allah korkusu temeli üzerine kurulan
mescid, içinde namaz kılmana daha lâyık bir yerdir. Orada günahlardan
arınmayı özleyen kimseler vardır. Allah günahlardan arınanları sever.
109- Yapısını Allah
korkusu ve hoşnutluğu temeli üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını
kaymak üzere olan bir yarın kendi üzerinde kurup da o yarla birlikte
cehenneme kayan kimse mi hayırlıdır? Allah zalimler güruhunu doğru yola
iletmez.
110- Yaptıkları o
yapı kalpleri paralanana kadar, yüreklerinde bir kuşku kaynağı olmaya devam
edecektir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
Zarar amaçlı mescid (mescidi dırar) olayı, Tebük
seferi sırasında yaşanmış bir olaydır. Bunun için bu mescidi yapan
münafıklar, diğer münafıklardan ayrı tutulmuş ve o günkü müslüman toplumdaki
genel gruplar sunulduktan sonra bağımsız bir bölümde onlardan söz
edilmiştir.
İbn-i Kesir tefsirinde .şöyle der: "Bu ayetlerin
indiriliş sebebi şudur: Pëygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
Medine'ye gelmeden önce, Hazreç kabilesinden Rahip Ebu Amr denen bir adam
vardı. Cahiliye döneminde hristiyan olmuş, ehl-i Kitab'a ait bilgiler
okumuştu. Cahiliye döneminde tek başına ibadet ederdi. Hazreç kabilesinde
büyük bir saygınlığa sahipti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
Medine'ye hicret ettiği, müslümanların etrafında toplandığı, artık islâmın
sesi yükselmeye başladığı ve yüce Allah Bedir günü onlara zafer bahşettiği
zaman, mel'un Ebu Amr salyalarını dökerek düşmanlığını açığa vurdu. Sonra da
kaçıp Mekke kâfirlerinin, Kureyş müşriklerinin yanına gitti. Onlar
Peygamberimize karşı savaşmaya teşvik etti. Kendilerine katılan diğer Arap
kabileleriyle birlikte Uhud savaşı yılı harekete geçtiler. O sene
müslümanlara olan oldu. Allah onları imtihandan geçirdi ve sonuçta Allah'dan
korkanlar kazandı. İşte bu fasık herif, iki saf arasında bazı çukurlar
kazmıştı. Bu çukurlardan birine Peygamberimiz de düşmüştü. O gün yaralanmış,
yüzü yarılmıştı. Sağ alt dişlerinden biri kırılmıştı. O gün Peygamberimizin
başı da yarılmıştı. Savaş başlamadan önce Ebu Amr, kavmi olan Ensar'a doğru
seslenmiş, onları kendisine yardım etmeye, kendisine uymaya çağırmıştı. Onun
sesini tanıdıkları zaman şöyle karşılık vermişlerdi: "Allah seni kör etmiş
ey fasık, ey Allah'ın düşmanı "Onu kovalayıp sövmüşlerdi. O da, "Allah'a and
olsun ki,. kavmim benden sonra bozulmuş" diyerek geri dönmüştü.
Kaçmadan önce Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- onu Allah'ın dinine çağırmış, ona Kur'an okumuştu. Müslüman olmak
istememiş, inatlaşmıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- "Uzak ve kovulmuş olan ölsün" diye beddua etmişti. İşte bu beddua
tutmuştu. Şöyle ki, bu adam Uhud savaşı sonrasında Peygamberimizin gitgide
güçlendiğini ve üstünlük sağladığını görmüştü. Bunun üzerine Bizans
İmparatoru Heraklius'un yanına gitmiş ve Hz. Peygamber'e karşı ondan yardım
istemişti. İmparator ona yardım sözü vermiş, iyilikte bulunmuş ve yanında
tutmuştu. Bunun üzerine Ensar arasındaki bir grup münafık ve kararsızlıklara
bir mektup yollayarak; yakında bir orduyla gelip Hz. Peygamberle
savaşacağını, onu yenip geldiği yere göndereceğini va'detmişti. Bunun için
kendisine bir sığınak hazırlamalarını, böylece göndereceği mesajları orada
almalarını istemişti. Bu, aynı zamanda geldiğinde kendisi için de bir
karargâh olacaktı. Bunun üzerine Kuba mescidinin yakınında bir mescid inşa
etmeye başladılar. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük
seferine çıkmadan önce, binayı tamamladılar. Peygamber'den yanlarına
gelmesini, mescidlerinde namaz kılmasını istediler. Amaçları, peygamberin
namazını mescidlerinin meşruluğuna kanıt olarak kullanmaktı. Ayrıca bu
mescidi, sırf karanlık gecelerde zayıf ve sakatların namaz kılmaları için
inşa ettiklerini söylediler. Fakat yüce Allah, peygamberini orada namaz
kılmaktan korudu. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Şu anda
sefere çıkmak üzereyiz, dönüşte inşaallah" dedi. Peygamberimiz Tebük
seferinden Medine'ye dönerken, iki veya üç günlük yolu kalmışken, Cebrail
-selâm üzerine olsun- indi ve bu zarar amaçlı mescid hakkında (Mescid-i
Dirar) haber verdi. Bunu kuranların daha ilk günden takva esası üzerine
kurulan kendi mescidlerindeki -Kuba mescidi- mü'min cemaat arasında ayrılık
çıkarmayı amaçladıklarını, niyetlerinin küfür olduğunu bildirdi. Bunun
üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye varmadan önce
müslümanların gidip o mescidi yıkmalarını emretti. (İbn-i Kesir bunu, İbn-i
Abbas'dan, Said b. Cübeyr'den, Mücahit'ten, Urve b. Zübeyr'den ve Katade'den
de rivayet etmiştir.)
İşte Peygamberimizin bu dirar mescidine (zarar
amaçlı) gidip namaz kılmaması, ilk mescidde, yani ilk günden beri takva
temeli üzerine kurulan Kuba mescidinde namaz kılması emredilmiştir. Bu
mescidde arınmak isteyen kimseler yer almaktadır.
"Allah günahlardan arınanları sever."
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
döneminde islâm ve müslümanlara bir komplo merkezi olarak kurulan bu mescid,
-Mescid-i Dirar- sırf müslümânlara zarar verme, Allah'ı inkâr etme, gizliden
gizliye müslüman topluma komplolar düzenleyenlerin toplantılarını kamufle
etme ve din perdesi altında bu dine darbeler indiren, din düşmanlarının
yardımlaşmalarını örtbas etme amacına yöneliktir.
Bu mescid, bu dinin düşmanlarının başvurduğu iğrenç
planlara uygun olarak değişik görünümler altında ortaya çıkmaktadır.
Görünürde islâmdan yana, gizliden gizliye de islâmı ortadan kaldırma ya da
kötüleme yahut karıştırma veya basitleştirme amacına yönelik bir hareket
olarak belirir. Kimi zaman, arkasına gizlenip bu dine darbeler indirmek için
din maskesine bürünen rejimlerin kılığında ortaya çıkar bu mescid. Bu
mescid, bazen islâmın boğazlandığını, yok edildiğini görüp de bu yüzden
üzülenleri uyutmak için çeşitli örgütler, kurumlar, islâmdan söz eden kitap
ve araştırmalar kılığında ortaya çıkar. Böylece islâmın ortadan
kaldırıldığına üzülen insanlar bu teşkilâtlar ve kitaplar aracılığı ile,
"İslâm ayaktadır, onun için korkacak bir şey yok, üzülmeniz yersizdir"
telkinleriyle uyutulurlar. Bu zarar amaçlı mescid, değişik görünümler
altında ortaya çıkmış, çıkmaya devam edecektir de.
Zarar amaçlı mescidler (Mescid-i Dirarlar) birçok
görünümler altında belirebilecekleri için, bunları ortaya çıkarmak
üzerlerindeki yanıltıcı maskeleri indirmek, gerçek mahiyetlerini ve gizli
amellerini insanlara açıklamak kaçınılmazdır. Aşağıdaki net ve güçlü
açıklama, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun; döneminde Dirar
mescidinin ne şekilde ortaya çıkarıldığına bizim için bir örnek
oluşturmaktadır.
"Savaşa katılmayanların bir başka grubu da islâma
zarar vermek, kâfirliği pekiştirmek, mü'minler arasında ayrılık tohumu
ekmek, daha önce Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birine gözetleme yeri
hazırlamak amacı ile bir mescid yaptılar. Onlar, "iyilikten başka bir
amacımız yoktu" diye yemin edeceklerdir. Oysa Allah şahittir ki, onlar yalan
söylüyorlar."
"Orada asla namaza durma. İlk gününden itibaren
Allah korkusu temeli üzerine kurulan mescid, içinde namaz kılmana daha lâyık
bir yerdir. Orada günahlardan arınmayı özleyen kimseler vardır. Allah
günahlardan arınanları sever."
"Yapısını Allah korkusu ve hoşnutluğu temeli üzerine
kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını kaymak üzere olan bir yarın kenarı
üzerinde kurup da o yarla birlikte cehenneme kayan kimse mi hayırlıdır?
Allah zalimler güruhunu doğru yola iletmez."
"Yaptıkları o yapı, kalpleri paralanana kadar,
yüreklerinde bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah her şeyi bilir
ve her yaptığı yerindedir."
"Kur'an'ın eşsiz ifade tarzı burada hareket dolu bir
tablo çiziyor. Bu tablo, zarar amaçlı mescid ile, hedeflenen amaca yönelik
olarak takva mescidinin yanında inşa edilen tüm mescidi dirarların akıbetini
açıklıyor. Perde arkasında iğrenç niyetleri gizleyen yanıltıcı her girişimin
sonucunu ortaya koyuyor. Aynı şekilde günahlardan arınmak için
çabalayanlara, kendilerine yönelik komplolara karşı güvence veriyor.
Komplocular, istedikleri kadar iyilik sever pozlarına bürünsünler, onlara
hiçbir zarar veremeyeceklerdir:
"Yapısını Allah korkusu ve hoşnutluğu temeli üzerine
kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını koymak üzere olan bir yarın kenarı
üzerinde kurup da o yarla birlikte cehenneme koyan kimse mi bayırlıdır?
Allah zalimler grubunu doğru yola iletmez."
Bir an durup, köklü, sağlam ve güvenli takva
binasına bir göz atalım. Sonra öbür tarafa bakıp, zarar binasını kurmak için
alelacele başlatılan hareketi gözleyelim. Bu bina, kaymak üzere olan bir
yarın kenarı üzerinde kurulmuştur... Kaymaya yüz tutmuş bir uçurumun
kenarında yıkılmaya müsait kaygan bir zemin üzerinde kurulmuştur. Bir an
bakıyoruz ki, bu bina sarsılıyor, kayıyor, yıkılıyor... Çöküyor...
Darmadağın oluyor... Uçuruma yuvarlanıp gidiyor... Uçurum bu binayı tutuyor
birden... Korkunç bir şey!.. Bu uçurum cehennem ateşidir... "Allah zalimler
güruhunu doğru yola iletmez."
Bu dine komplo düzenlemek için bu binayı kuran
müşrik-kâfirleri Allah doğru yola iletmez.
Dehşet verici bir sahnedir bu. Hareket dolu,
etkileyici bir sahne. Bu sahneyi birkaç kelime tasvir edip canlandırıyor...
Amaç, komplocu, kâfirlik ve münafıklık davaları karşısında, hak davasının
bağlılarının kendilerinden ve davalarının akıbetinden emin olmalarını
sağlamaktır. Komplo ve zarar verme temelleri üzerine yapılarını yükseltenler
karşısında, takva temeline dayalı olarak yapılarını kuranlara güvence
vermektedir.
Kur'an'ın eşsiz ifadesinin canlandırdığı son sahne,
dirar mescidinin kötü kurucularının kişiliklerinin üzerindeki etkilerine
ilişkindir. Bu etkiler, bütün dirar mescidlerinin kurucuları için
geçerlidir.
"Yaptıkları o yapı, kalpleri paralanana kadar,
yüreklerinde bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah her şeyi bilir
ve her yaptığı yerindedir."
Kuşkusuz yar yıkılıp gitmiş, üzerinde kurulan zarar
amaçlı yapıyı da sürükleyip götürmüştü. Cehennem ateşine yuvarlanmıştı. Ne
kötü bir sonuç... Ama bu yapının etkileri, kurucularının gönüllerinde
birikim olarak kaldı. Kuşku, kararsızlık, sıkıntı ve şaşkınlık olarak kaldı.
Bu durum kesintisiz devam edecek ve bu gönüller huzur yüzü görmeyecek, güven
duygusu nedir bilmeyecek, kesinlikle istikrar huzur yüzü görmeyecek, güven
duygusu nedir bilmeyecek, kesinlikle istikrar bulmayacaktır. En sonunda
içlerindeki bu utanç, gönüllerini paralayacak, yok edip gidecektir.
Yıkılmaya yüz tutmuş yapının oluşturduğu tablo,
kuşkunun, sıkıntının, huzursuzluğun tablosudur. Biri maddi, diğeri duygusal
bir tablodur. Bu iki tablo, Kur'an'ın eşsiz ifade tarzının canlandırdığı
olağanüstü bir sanat paletinde canlandırılıyorlar. Her iki tabloyu
insanlığın pratik hayatında sürekli ve defalarca gözlemlemek mümkündür.
Çünkü komplocu ve düzenbaz kimseler, sarsılmış bir inanca, kararsız bir
vicdana sahip kimselerdir. Huzur ve güvene kavuşmaları mümkün değildir.
Gözledikleri şeylerin açığa çıkmasından tedirgindirler. Güven ve huzur yüzü
görmeden sürekli kuşku içinde yaşarlar.
İşte harikulâde sanat fırçası ile psikolojik bir
gerçeği böylesine ahenkli bir biçimde, bu denli bir ifade ve tasvir
kolaylığı ile çizen Kur'an'ın erişilmez ifade tarzı...
Bütün bunların gerisinde; Kur'an'ın ifade
yönteminde, Mescid-i Dirar ve kurucularını ortaya çıkarmada, toplumu iman
düzeylerine göre açık bir şekilde sınıflandırmada, islâmi hareketin yolunu
belirlemede ve her yönüyle hareket imkânı bulacağı ortamın özelliğini ortaya
koymada gözettiği hikmet yatmaktadır.
Kuşkusuz Kur'an-ı Kerim, müslüman topluma önderlik
etme, onu yönlendirme, uyarma ve onu büyük görevine hazırlama işlevini
görüyordu. Bu Kur'an, dehşet verici hareket ortamında okunmadıkça
anlaşılmaz. Böyle bir ortamda, böylesine görkemli bir hareket içinde, onunla
birlikte yol alanlardan başkası anlayamaz Kur'an'ı...
MÜSLÜMANLAR VE DİĞER
TOPLUMLAR '
Müslüman toplum ile diğer topluluklar arasındaki
ilişkileri düzenleyen nihai hükümlerin geri kalanını içeren surenin bu son
bölümü ya da son dersi; müslüman ile' Rabbi arasındaki ilişkileri
belirlemek, müslümanın benimsediğini ilan ettiği islâmını tabiatını açığa
kavuşturmak, bu dinin bir müslümana yüklediği sorumlulukları ve islâmın
birçok alandaki stratejisini açıklamakla başlıyor:
1) İslâma girmek, alışveriş yapan iki taraf arasında
gerçekleşen bir satış sözleşmesidir. Bu sözleşmede yüce Allah alıcı, mü'min
de satıcıdır. Allah'la yapılan bu alışverişten sonra, bir mü'min canını ve
malını; Allah için, onun sözünün yücelmesi, bütünüyle onun dininin egemen
olması uğrunda, Allah yolunda cihad için harcamaktan kaçınamaz. Çünkü
mü'min, bu alışveriş sözleşmesinde, canını ve malını belirlenmiş ve bilinen
bir ücret karşılığında Allah'a satmıştır. Bu ücret, cennettir. Aslında bu
paha biçilmez bir ücrettir. Ama yüce Allah lütfediyor, mü'minlere iyilikte
bulunuyor:
"Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını
karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah
yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da
öldürülürler. Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem
İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür. Allah'dan daha çok
sözünde duran kim olabilir ki? O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz.
İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur. (Tevbe Suresi 111)
2) Bu satışı yapanlar, bu alışveriş sözleşmesini
gerçekleştirenler ayırıcı nitelikleri bulunan seçkin bir kitledir. Bu
niteliklerden bazısı duygu ve bilinç alanında, yüce Allah ile direkt
ilişkiye giren kendi ruhlarına özgüdür. Bu sorumluluklar, yeryüzünde
Allah'ın dinini egemen kılmak için bilinç planındaki inancı davranışlara
yansıtmak, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak, hem kendi şahıslarını, hem
de başkalarını yüce Allah'ın belirlediği kurallara uydurmaktır:
"Allah ile bu alışverişi yapanlar, tevbe edenler,
sırf Allah'a kulluk edenler, hem hamd edenler, Allah yolunda geziye
çıkanlar, rükua varanlar, secde edenler, iyiliği emrederek kötülükten
sakındıranlar Allah'ın koyduğu sınırları gözetenlerdi. Mü'minleri müjdele.
(Tevbe Suresi 112)
3) Surenin akışı içinde peşpeşe gelen ayetler, bu
satışı yapan, bu alışveriş sözleşmesini gerçekleştiren mü'minlerle, bu
konuda onlara katılmayanlar arasındaki -yakın akraba da olsalar- tüm
ilişkileri kesiyor. Gidiş yolları ayrılmıştır artık, sonuçlar da farklı
olacaktır. Çünkü bu sözleşmeyi gerçekleştirenler cennet ehlidirler. Böyle
bir satış sözleşmesi gerçekleştirmeyenler de cehennem ehlidirler. Ne
dünyada, ne de ahirette cennet ehli ile cehennem ehlinin beraberliği ve aynı
nitelikleri paylaşmaları mümkün değildir. O halde, kan ve soy yakınlığı
insanlar arası ilişkilere kaynaklık edemez. Kan ve soy yakınlığı, cennet
ehli ile cehennem ehlini birbirine bağlayamaz.
"Akraba bile olsalar cehennemlik oldukları belli
olduktan sonra puta tapanlar için Allah'dan af dilemek, ne Peygamber'e ve ne
de mü'minlere yakışmaz.
İbrahim'in, babası için af dilemesi ona bu yolda söz
verdiği içindi. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle
anlayınca, onunla ilişkisini kesti. İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak
kalpli idi. (Tevbe suresi 113-114)
4) Mü'min dostluğunu, kendisiyle bu alışveriş
sözleşmesini gerçekleştirdiği Allah'a özgü kılmalıdır. Bütün ilişkiler ve
bütün bağlar, bu biricik dostluk esasına dayanır. Yüce Allah'dan gelen ve
mü'minlere yönelik olan bu açıklama her türlü kuşkuyu gideriyor, onları her
türlü sapıklıktan koruyor. Dolayısıyla Allah'ın dostluğu ve yardımı
sayesinde başkasının desteğine ve koruyuculuğuna ihtiyaç duymazlar. Çünkü
var olan her şeyin sahibi Allah'dır ve bunlar üzerinde sadece onun etkinliği
sözkonusudur:
"Allah bir toplumu doğru yola ilettikten sonra,
nelerden sakınacaklarını açıkça belirtmedikçe kendilerini sapıklığa
düşürmez. Hiç kuşkusuz, Allah her şeyi bilir."
"Göklerin ve yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir.
Can veren de O'dur. Sizin Allah'dan başka bir dostunuz, dayanağınız ve
yardım edeniniz yoktur. (Tevbe Suresi 111-116)
5) Bu alışverişin mahiyeti bu olduğuna göre, Allah
yolunda savaşmakta tereddüt geçirmek ve geri kalmak büyük bir suçtur. Fakat
yüce Allah niyetlerinde doğruluk olanları, tereddüt ve geride kalmanın
ardından kararlılık gösterenleri bağışlıyor, kendisinden bir rahmet ve lütuf
olarak tevbelerini kabul ediyor:
"Allah, peygamberin ve o zor anda onun peşinden
giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada, onlardan bir
grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini
kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."
"Allah hükümleri ertelenen o üç kişinin de
tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar
geldi, can sıkıntısından patlayacak gibi oldular, Allah'dan kaçmanın, yine
O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar. Bunun üzerine
Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah
tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir. (Tevbe Suresi 117-118)
6) Medineliler'in ve çevrelerindeki taşralı
Araplar'ın boyunlarındaki alışveriş sözleşmesinin getirdiği yükümlülükleri
belirleyen açıklamanın yeralması bu yüzdendir. Çünkü peygambere yakın
olanlar bunlardı. İslâmın temelini ve islâmi hareketin odak noktasını
oluşturanlar bunlardı. Alışveriş sözleşmesinin her adımı ve hareketiyle
satışın yükümlülükleri, ücreti ve karşılığı açıklanırken, onlardan geri
kalanların, savaşa katılmayanların bu davranışı, bu yüzden kınanmaktadır:
"Gerek Medineliler'e ve gerekse çevrelerinde yaşayan
Bedeviler'e savaşta peygamberden geri kalmak ve kendi canlarının kaygısını
onun canının kaygısının önüne geçirmek yakışmaz. Çünkü Allah yolunda
çekecekleri .her susuzluk, katlanacakları her yorgunluk, karşılaşacakları
her açlık, kâfirleri öfkelendirecek her bir karış toprağa ayak basmaları,
düşmanın zararına kazanacakları her tür başarı karşılığında, mutlaka
hesaplarına bir iyi amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah, iyi işler yapanları
ödülsüz bırakmaz."
"Yaptıkları küçük-büyük bütün maddi harcamalar ve
aştıkları her vadi, mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri
iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin." (Tevbe Suresi 120-121)
7) Cihada hazırlıklı olma amacına yönelik bu derin
etkili teşvikin yanında, genel seferberlik yükümlülüğünün boyutları da
açıklanıyor. Artık islâm ülkesinin sınırları genişlemiş, müslümanların
sayısı artmıştır. Savaşmak ve dinin özünü kavramak amacıyla bir kısım
müslümanlar sefere çıkabilir, bir kısmı da toplumun ihtiyaç duyduğu yiyecek
maddelerini arttırmak ve ülkeyi kalkındırmak amacıyla çalışmak üzere geride
kalabilir, sefere katılmayabilir. Zaten her iki çaba da aynı amaca
yöneliktir ve aynı noktada buluşmaktadır:
"Mü'minlerin topyekün sefere çıkmaları gerekmez.
Bunun yerine her kabileden bir grup dinin özünü öğrenmek ve kötülüklerden
kaçınırlar umudu ile soydaşlarını uyarmak için sefere çıkmalıdır. (Tevbe
Suresi 122)
8) Bundan sonra gelen ayette de cihad hareketinin
yolu belirlenmektedir. Bu belirleme, Arap Yarımadası tümden islâmın ana
merkezi ve hareket noktası olmasından sonrası içindir kuşkusuz. Artık
cihadın stratejisi, fitnenin kökü kurutulana ve egemenlik bütünüyle Allah'ın
dininin olana kadar bütün müşriklerle savaşmak, kendi elleriyle ve
aşağılanmış olarak cizye verene kadar topyekün Kitap ehliyle savaşmak
şeklinde belirlenmiştir:
"Ey mü'minler, en yakınınızdaki kâfirler ile
savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden
korkanlar ile beraberdir. (Tevbe Suresi 123)
9) Allah ile mü'minler arasında gerçekleşen
alışveriş sözleşmesinin özünü, gereklerini, yükümlülüklerini ve stratejisini
iyice vurgulama amacına yönelik bu ayrıntılı açıklamanın ardından, ayetlerin
akışı, imanın kalbe yönelik işaretlerini ve pratik yükümlülük ve ödevlerini
içeren bu Kur'an karşısında münafıkların ve mü'minlerin .tavırlarını tasvir
eden iki safhalı bir sahneyi canlandırıyor. Burada direktif ve ayetlerin
doğru yola iletemediği, uyarı ve sınamaların ders vermediği münafıkları
tehdit ediyor, azarlıyor:
"Her yeni sure indirilişinde kimi münafıklar, "Bu
sure hanginizin imanını arttırdı" diye sorarlar. Gerçek şu ki, o sure
mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar."
"Fakat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu
sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler."
"Onlar her yıl bir iki kez sınavdan geçirildiklerini
görmüyorlar mı? Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ve ne de olup bitenlerden
ders àlıyorlar."
"Yeni bir sure indirilince birbirlerine, "Acaba sizi
bir gören var mı?" diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir
güruh oldukları gerekçesi ile, Allah onların kalplerini gerçeklerden
.uzaklaştırmıştır. (Tevbe Suresi 124-127)
10) Şu anda ele aldığımız bu ders ve bununla
birlikte de Tevbe suresi, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
karakterini, mü'minlere olan düşkünlüğünü, onlara karşı beslediği şefkati ve
acıma duygusunu, bunun yanında sadece Allah'a dayanmasını ve doğru yola
gelmeyen inatçılara aldırış etmeyişini tasvir eden iki ayetle noktalanıyor:
"Size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki,
sıkıntıya düşmeniz ağrına gider, size son derece düşkün mü'minlere karşı
şefkatli ve merhametlidir." "Eğer sana sırt çevirirlerse de ki:
"Allah bana yeter, O'ndan başka ilah yoktur, ben
sırf O'na dayandım, O, yüce Arş'ın sahibidir. (Tevbe Suresi, 128-129)
Surenin bu son bölümünün içerdiği konulara ilişkin
verdiğimiz bu toplu özetleme sonucu sanırım, cihad üzerinde inanç esasına
dayalı tam ayrılığın üzerinde ve yeryüzünde bu dini yaymanın üzerinde bu
denli durmuş olmanın nedeni anlaşılmış olur. Allah'ın koyduğu ilkeleri
geçerli kılmak ve onları korumak, yani Allah'ın kullar üzerindeki
egemenliğini ilan etmek, gaspçı ve haksız diğer tüm egemenlikleri kovmak
için cennet karşılığı can ve malı, öldürmek ve savaşmak suretiyle Allah'a
satmış olmanın gereği budur.
Aynı şekilde bu gerçeğe ilişkin olarak yapmış
olduğumuz bu genel değerlendirme aracılığıyla günümüzde Allah'ın ayetlerini
ve O'nun şeriatını yorumlayanların içine düştüğü tutarsızlığın ve ruhsal
ezikliğin boyutlarının da iyice belirginleşmiş olacağını umuyorum. Bu
adamlar, islâmın cihad hareketini, "İslam toprağını" savunma amacına yönelik
bölgesel bir savunma hareketi gibi gösterme çabası içindedirler. Bunlara
göre, Allah'ın sözleri, `islâm toprağına' komşu olan bu kâfirlerden gelen
sürekli bir engellemeyle karşılaşmaksızın duyurulduğu ve bu komşular
saldırıdan söz etmediği sürece, cihad için bir gerekçe sözkonusu değildir.
Oysa esas saldırganlık onların hem kendilerini, hem de başkalarını Allah'dan
başka sahte tanrılara kul yapmaları suretiyle Allah'ın ilahlığına
saldırmalarında somutlaşmaktadır. İşte bu saldırganlıkları, müslümanların
güçleri yettiği, sürece onlara cihad açmalarını gerektirmektedir.
Ayetlerini ayrıntılı biçimde karşılayabilmemiz için,
ele almak üzere olduğumuz bu son dersin giriş kısmında bu kadar açıklama
yeterlidir.
111- Allah
mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek
üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman
öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler. Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve
hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür.
Allah'dan daha çok sözünde duran kim olabilir ki? O halde yaptığınız bu
alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.
112- "Allah ile bu
alışverişi yapanlar, tevbe edenler, sırf Allah'a kulluk edenler, hamd
edenler, Allah yolunda geziye çıkanlar, rükua varanlar, secde edenler, iyiyi
emrederek kötülükten sakındıranlar, Allah'ın koyduğu sınırları
gözetenlerdir. Mü'minleri müjdele!
MALLAR VE CANLARA
KARŞILIK CENNET
Gerek Kur'an'ı ezberlerken, gerek okurken, gerekse
çeyrek yüzyıllık bir süre boyunca inceleme yaparken defalarca okuduğum,
sayısız kereler dinlediğim bu ayetle bu tefsiri yazarken karşılaştığım
zaman, bunca yıldır ve sayamayacağım kadar okuduğum bu ayetten daha önce
kavrayamadığım şeyleri kavradığımı farkettim.
Hiç kuşku yok ki, bu dehşet verici bir ayettir...
Mü'mini Allah'a bağlayan ilişkinin ve mü'minlerin hayatları boyunca
-müslüman olmak suretiyle yaptıkları alışveriş sözleşmesinin özünü ortaya
çıkarmaktadır. Kim bu alışverişi gerçekleştirir ve bu sözleşmeye bağlı
kalırsa, o gerçek mümindir, mü'min sıfatını haketmiştir, onun şahsında
imanın gerçeği somutlaşmaktadır. Yoksa iman iddiası, doğrulanmaya ve
araştırılmaya muhtaç bir söylentiden öteye geçmez.
Bu sözleşmenin ya da yüce Allah'ın kendisinden bir
nimet, bir lutuf ve hoşgörü sonucu isimlendirdiği gibi, bu alışveriş
sözleşmesinin özü şudur: Yüce Allah, mü'minlerin gerek canlarından, gerekse
mallarından herhangi bir şeyi Allah yolunda sarfetmeksizin alıkoyma hakları
yoktur. Canlarını ve mallarını Allah yolunda sarfetme ya da etmeme
serbestisine sahip değildirler. Kesinlikle böyle bir seçenekleri yok... Bu,
kesinleşmiş bir satış sözleşmesidir. Alıcı sözleşmede geçen şartlara uygun
olarak belirlenen ilkeler uyarınca dilediği gibi uygulamada bulunabilir.
Satıcı ise, bundan sonra, sağa sola kıvırmadan, seçme hakkına sahip olmadan,
tartışma ve mücadeleye girmeden çizilen yolu izlemekten başka bir şey
yapamaz. Ancak itaat edebilir. Belirlenen şartları uygular ve tereddütsüz
teslimiyet gösterebilir. Bu satışın karşılığı olan ücret, cennettir. Bunu
elde etmenin yolu, cihad ve savaştır. Sonuç, zafer ya da şehitliktir.
"Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını
karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah
yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da
öldürülürler."
Kim bu şartlarda canını ve malını satarsa, kim satış
sözleşmesini imzalarsa, kim ücretten memnun olup sözleşmedeki şartları
yerine getirirse, o mümindir. Dolayısıyla mü'minler, yüce Allah'ın
kendilerinden canlarım ve mallarını satın aldığı ve bu satışı gerçekleştiren
kimselerdir. Aslında bu alışverişte bir ücretin belirlenmiş olması, yüce
Allah'ın mü'minlere yönelik rahmetidir. Yoksa onlara canlarını ve mallarını
bağışlayan yüce Allah'dır. Canların ve malların sahibi O'dur. Ne var ki,
yüce Allah insana lütfetmiş, onu irade sahibi kılmıştır. Ona lütfetmiş,
antlaşmaları ve sözleşmeleriyle bağlamıştır. Bu antlaşma ve sözleşmelerine
bağlılığını, yüce insanlık değerinin ölçüsü, bu konuda belirecek herhangi
bir eksikliği de, hayvanlık düzeyine -hem de en kötü hayvanın- yuvarlanışın
göstergesi kılmıştır.
"Allah katındaki canlıların en kötüsü kâfirlerdir.
Onlar artık inanmazlar. Kendileriyle antlaşma yaptığın her defasında
antlaşmalarını bozarlar. Onlar Allah'dan korkmazlar."
Nitekim yüce Allah, hesaplaşma ve dünyada
yapılanların hakettiği karşılığı görmesi olayını da, bu antlaşmalara
bağlılık veya bağlılıkta eksiklik gösterme çerçevesi içinde
değerlendirecektir.
Hiç kuşku yok ki, bu müthiş bir alışveriş
sözleşmesidir. Bu sözleşmenin şartları -gücü yeten- her mü'minin boynunun
borcudur. İmanı geçersiz olmadığı sürece, bu sözleşme de geçersiz olmaz. Bu
kelimeleri yazarken duyduğum ürpertinin, yaşadığım korkunun sebebi budur
işte:
"Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını
karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah
yolunda savaşırlar bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da
öldürülürler."
Yardım et Allah'ım... Çünkü bu sözleşme dehşet
verici bir sözleşmedir... Yeryüzünün doğusunda ve batısında kendilerini
"müslüman" sanan şu insanlar, yerlerinde oturmuş, Allah'ın ilahlığını
yeryüzüne egemen kılmak ve Rabblığın yetkilerini ve özelliklerini gaspeden
tağutları kulların hayatından defetmek için cihad etmiyorlar...
Öldürmüyorlar... Öldürülmüyorlar... Bırakın öldürmeyi ve savaşmayı, herhangi
bir cihad hareketine dahi başvurmuyorlar.
Bu sözler -Peygamberimizin döneminde- onları ilk
defa duyanların gönüllerine yol buluyor ve derhal bu mü'min gönüllerde
hayatın realitesinin bir parçası haline geliyordu. Onlar bu sözleri sadece
zihinsel olarak kavranacak ya da bilinç planında tutulacak anlamlar olarak
algılamıyorlardı. Onlar bu sözleri doğrudan doğruya uygulamak üzere
algılıyorlardı. Gözle görülen bir harekete dönüştürmek için algılıyorlardı,
hayal edilecek bir tablo olarak değil. Abdullah b. Revaha da, ikinci Akabe
biatında bu şekilde algılamıştı. Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve başkaları
şöyle rivayet ettiler: Abdullah b. Revaha -Allah ondan razı olsun- Akabe
biatının gerçekleştiği gece Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
"Rabbin ve kendin için dilediğin şartları koş" dedi. Peygamberimiz, "Rabbim
için ona kulluk etmenizi ve hiçbir şeyi ona ortak koşmamanızı, kendim için
de canlarınızı ve mallarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızı şart
koşuyorum" buyurdu... Abdullah, "Peki bunu yaparsak kazancımız ne olacak?"
dedi. Peygamberimiz, "Cennet..." dedi. Orada bulunanlar, "Kârlı bir
alışveriş, ne bozarız, ne de karşı tarafın bozmasına razı oluruz" dediler.
Evet. Aynen böyle... "Kârlı bir alışveriş, ne
bozarız, ne de karşı tarafın bozmasına razı oluruz." Bu biatı, iki taraf
arasında olmuş bitmiş bir alışveriş sözleşmesi olarak algılamışlardı. Artık
bitmiştir alışveriş. Ve sözleşme imzalanmıştır. Geriye dönüş sözkonusu
değildir. "Ne bozarız, ne de karşı tarafın bozmasına razı oluruz." Alışveriş
bittikten sonra, pişmanlık olmaz ve tercih hakkı olmaz. Cennet ise, hemen o
an alınan bir karşılıktır, ileride verilmek üzere va'dedilen bir karşılık
değildir. Bu sözü Allah vermiyor mu? Alıcı O değil midir? Bu karşılığı
vereceğini vadeden O değil midir? Hem de O öteden beri gönderdiği tüm
kitaplarında bunu va'd etmemiş midir?
"Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta,
hem İncil'de hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür."
"Allah'dan daha çok sözünde duran kim olabilir ki?"
Evet! Allah'dan daha çok sözünde duran kimdir?
Kuşkusuz Allah yolunda cihad, her mü'minin boynunun
borcu olan bir sözleşmedir. Yeryüzüne peygamberler gönderildiğinden,
Allah'ın dini insanlara duyurulduğundan beri gelmiş geçmiş her mü'minin
boynunun borcudur cihad. Bu her zaman için yürürlükte olan bir kanundur. Bu
kanun uygulanmadan hayatta denge sağlanamaz. Bu,kanunu terketmekle hayat
kesinlikle düzelmez:
"Eğer Allah bazı insanların şerrini diğerleri
aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı."
"Eğer Allah bazı insanları diğerleri aracılığıyla
savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok
anılan camiler yakılıp giderdi."
Hak kendi yolunda hareket etmek zorundadır. Batıl
ise, hakkın yoluna dikilmek zorundadır. Daha doğrusu batıl, hakkın yolunu
kesmek zorundadır. Allah'ın dininin, insanlığı kulların kulluğundan kurtarıp
onları tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için harekete geçmesi
kaçınılmazdır. Tağutun da hakkın yoluna dikilmesi, daha doğrusu, yolunu
kesmesi kaçınılmazdır. Allah'ın dini, tüm `yeryüzünde', bütün insanlığı
`özgür kılmak için harekete geçmelidir. Hakkın kendi yolunu izlemesi ve
batıla hareket imkânı vermemek için, bir an bile yolunu izlemekten
vazgeçmemesi kesinlikle zorunludur. Yeryüzünde küfür oldukça... Batıl
yaşadıkça yeryüzünde... `İnsanın' saygınlığını ayaklar altına alan,
Allah'dan başkasına yönelik kulluk olayı yeryüzünde var oldukça Allah
yolunda cihada geçerlidir ve her mü'minin boynunun borcu olan biat, her
mü'minin imzaladığı alışveriş sözleşmesi ve verilen söze bağlılığı bunu
yerine getirmeyi gerektirmektedir. Aksi takdirde imanın varlığı sözkonusu
olamaz. "Kim savaşmadan, savaşmayı arzulamadan. ölürse, bir tür münafıklık
üzerine ölür.
"O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte
büyük kurtuluş, büyük başarı budur."
Canlarınızı ve mallarınızı Allah'a özgü
kıldığınızdan ve yüce Allah'ın va'dettiği gibi karşılığında ücret olarak
cenneti aldığınızdan dolayı sevinin... Karşılığında cenneti almak üzere
canını ve malını Allah'a teslim eden mü'min, ne kaybeder?.. Allah'a andolsun
ki, hiçbir şey kaybetmez. Çünkü insan ölecek, mal da yok olup gidecektir.
Sahibi bunları, ister Allah yolunda, ister başkasının yolunda harcasın,
durum değişmeyecektir. O halde cennet kazançtır. İşin özünde ve ticarette
karşılığı bulunmayan bir kazançtır. Çünkü cennete karşılık olarak verilen
canlar ve mallar şu veya bu şekilde yok olacaklardır.
Allah için yaşayan, insanın yükseldiği bu yüce makam
bir yana, zafer elde ettiğinde onun sözünü yüceltmek, dinini yeryüzüne
egemen kılmak, onun kullarını Allah'dan başkasının aşağılayıcı kulluğundan
kurtulmak için elde eder. Şehit düştüğünde O'nun yolunda ve O'nun dininin
kendi yanında hayattan daha üstün olduğuna tanıklık etmek için şehit düşer.
Her hareketinde, her adımında yeryüzünün kayıtlarından daha güçlü, toprağın
ağırlığından daha yüce olduğunun bilincinde olur. Kendi dünyasında imanı
sıkıntılardan üstün tutması, inancı hayata tercih etmiştir.
Kuşkusuz tek başına bu bile kazançtır. İnsanın
insanlığının ön plana çıkması açısından büyük bir kazançtır bu. Nitekim
insanın insanlığı, zorunlulukların kementinden kurtulduğu, iman sıkıntılara
galip geldiği ve inanç hayata üstünlük sağladığı zamanlarda olduğu kadar
hiçbir zaman bu kadar pekişmez, ön plana çıkmaz. Bir de, bütün bunlara
cennet eklenince. İşte bu, sevinmeyi gerektiren bir alışveriştir. Hiçbir
kuşkuya, hiçbir tartışmaya yer bırakmayan kesin bir başarıdır, kurtuluştur.
"O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte
büyük kurtuluş büyük başarı budur."
Şimdi de bu ayette yer alan yüce Allah'ın şu sözü
üzerinde kısacık duralım:
"Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta,
hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür."
Yüce Allah'ın kendi yolunda cihad edenlere verdiği
söz, Kur'an'da sık sık vurgulanan, defalarca yinelenen, herkesce bilinen
meşhur bir sözdür. Bu söz, Allah yolunda cihad unsurunun bu ilahi sistemin
özündeki köklülüğü ve gerekliliği konusunda herhangi bir kuşkuya imkân
bırakmamaktadır. Çünkü cihad, insanlığın realitesine uygun düşen bir
yöntemdir. Bu yöntem, belli bir zamana ve belli bir bölgeye de özgü
değildir. Cahiliye, kendisine teoriyle karşılık verilecek bir teori olarak
belirmediğine, daha çok harekete dönük organik bir toplumun şahsında
somutlaştığına, kendi varlığını maddi güce başvurarak koruduğuna, aynı
şekilde Allah'ın dinine ve Allah'ın dinine dayalı olarak kurulmuş her islâmi
topluluğa karşı bu maddi gücü kullandığına, insanları yüce Allah'ın kullar
üzerindeki tek ve ortaksız ilahlığını duyurmaya ve tüm "yeryüzünde", bütün
"insanlığı" kula kulluktan kurtulmaya ilişkin islâmın evrensel bildirisine
kulak vermekten alıkoyduğuna, aynı şekilde insanları kulların dışında tek
başına Allah'a kul olmak suretiyle tağuta kul olmaktan kurtulmuş özgür islâm
toplumunun organik yapısına katılmaktan alıkoyduğuna göre; islâmın, bütün
"insanlığın" özgürlüğüne ilişkin evrensel bildirisini gerçekleştirmek için
tüm "yeryüzünde" harekete geçip; cahiliye toplumlarını koruyan, islâmi
diriliş hareketini yeryüzünden silen, islâmın özgürlük bildirisini
susturmaya çalışan ve kulların kula kulluk boyunduruğu altında kalmalarını
sağlayabilmek rolünü kesintisiz olarak yerine getiren maddi güçlerle
çarpışması kaçınılmazdır.
Yüce Allah'ın Tevrat ve İncil'de kendi yolunda cihad
edenlere verdiği söz, hakkında biraz açıklamada bulunmayı gerektirmektedir.
Bugün yahudi ve hristiyanların elinde bulunan Tevrat
ve İncil için, bunlar yüce Allah'ın peygamberleri Hz. Musa ve Hz. İsa'ya
-selâm üzerine olsun- indirdiği kitaplardır demek mümkün değildir. Hatta
yahudi ve hristiyanlar da, bu iki kitabın esas nüshalarının var olmadığını
ve bugün ellerinde bulunan kitapların uzun bir dönemden sonra
yazıldıklarını, bu iki kitabın temel içeriklerinin büyük bir kısmının
kaybolduğunu, elde bulunanların esas nüshadan hatırda kalan az bir kısım
olduğunu, bunun da çok az olduğunu, çoğu kısımlarının ekleme olduğunu
tartışmasız kabul ederler.
Buna rağmen eski ahid kitaplarında cihada ve
yahudilerin ilahları olan Allah'a, dinlerine ve ibadetlerine yardım etmeleri
için putperest düşmanlarıyla savaşmaya teşvik edildiklerine ilişkin
işaretler yer almaktadır. Her ne kadar bu kitaplar üzerinde yapılan
tahrifatlar onların yüce Allah'a ve onun yolunda cihad etmeye ilişkin
düşüncelerini karmaşık hale getirmişse de, yine de bu işaretlere rastlamak
mümkündür.
Bugün hristiyanların elinde bulunan dört İncil'de
ise, cihad sözü geçmediği gibi, cihada ilişkin bir işaret de yer
almamaktadır. Fakat hristiyanlığın özüne ilişkin olarak yaygınlık kazanan
tüm kavramları değiştirmemiz bir zorunluluktur. Çünkü bu kavramlar -bizzat
hristiyan araştırmacıların tanıklığı ile- bundan önce de korunmuş ve hiçbir
şekilde yanlışlığın karışmadığı kitabında yeraldığı gibi, yüce Allah'ın
tanıklığı ile hiçbir dayanakları bulunmayan bu farklı İncil'lerden
kaynaklanmaktadırlar.
Yüce Allah korunmuş Kitab'ında -Kur'an'da- şöyle
buyurmaktadır: Allah yolunda savaşan, bu uğurda öldüren ve öldürülenlere
cenneti vereceğine ilişkin sözü Tevrat'ta İncil'de ve Kur'an'da yeralan bir
sözdür. Dolayısıyla bu söz, bundan sonra kimseye söyleyecek bir şey
bırakmayan ve gerçeği ifade eden bir sözdür.
Kuşkusuz cihad, her mü'minin boynunun borcu olan bir
biattır, bir sözleşmedir. Bu sözleşme yeryüzüne peygamberler
gönderildiğinden, insanlara Allah'ın dini duyurulduğundan beri geçerlidir...
Ne var ki, Allah yolunda cihad sadece bir savaş
coşkunluğundan ibaret değildir. Duygu ve düşüncelerde, ahlâk ve
davranışlarda somutlaşan iman esası üzerine kurulmuş bir zirvedir.
Dolayısıyla yüce Allah'ın kendileriyle bu sözleşmeyi gerçekleştirdiği ve
imanın özünü temsil eden mü'minler kendilerinde imanın temel nitelikleri
somutlaşan kimselerdir.
TEVBE EDENLER,
KULLUK EDENLER, HAMDEDENLER, RÜKU VE SECDE EDENLER
"Allah ile alışveriş yapanlar, tevbe edenler, sırf
Allah'a kulluk edenler, hamd edenler, Allah yolunda geziye çıkanlar, rükua
varanlar, secde edenler iyiyi emrederek kötülükten sakındıranlar, Allah'ın
koyduğu sınırları gözetenlerdir."
Geçmişte yaptıkları kötülüklerden dolayı, "Tevbe
edenler"; bağışlanma dileyerek Allah'a dönenlerdir. Tevbe, geçmiş şeylerden
dolayı pişmanlık duymaktır, geri kalanlar için de Allah'a yönelmektir.
Günahlardan uzak durmak ve iyi işler yapmak, tevbenin fiilen
gerçekleştiğinin ifadesi olduğu gibi günahları terketmek de bunun
ifadesidir. Buna göre tevbe; temizliktir, arınmadır, Allah'a yöneliştir,
davranışları Allah'ın direktifleri doğrultusunda düzeltmektir.
"Sırf Allah'a kulluk edenler." Onun ilahlığını kabul
etmenin somut ifadesi olarak kullukla, ibadetle sadece yüce Allah'a yönelen
kimselerdir. Bu sıfat 'onların kişiliklerinde yer etmiştir. Bireysel
ibadetler bu sıfatın tercümanı niteliğindedir. Nitekim her davranışta, her
sözde, her itaatte ve her tabi oluşta sadece Allah'a yönelmek de bu sıfatın
tercümanıdır. Bu da yüce Allah'ın ilahlığını ve Rabblığını onaylamanın
pratik ve realist ifadesidir.
"Hamd edenler" gönülleri, nimetleri veren yüce
Allah'ın nimetine karşı şükran duygusu ile dolup taşanlardır, dilleri
bollukta ve yoklukta Allah'ı hamd edenlerdir. Bollukta nimetin dış
görünüşünden dolayı teşekkür ederler. Yoklukta da yüce Allah'ın imtihan
etmesi suretiyle O'nun kendilerine yönelik rahmetinin bilincinde olurlar.
Allah'a hamd etmek, sadece bolluk zamanında nimetlere karşı hamd etmekten
ibaret değildir. Aynı şekilde mü'min gönül, yüce Allah'ın kullarına merhamet
ettiğinin, onlara adil davrandığının, mü'minleri kendisinin bildiği bir
iyilik amacı ile imtihan ettiğinin, kullar bunun farkında olmasalar bile
durumun bundan ibaret olduğunun bilincinde olduğu zaman, yoklukta da Allah'a
hamd etme olayı gerçekleşir.
"Allah yolunda geziye çıkanlar." Bunlar hakkında
değişik rivayetler yer almıştı. Bu rivayetlerin bazısına göre bunlar
Muhacirler'dir. Bazısına göre mücahidlerdir. Kimi rivayetler de bunların
ilim elde etmek için geziye çıkanlar olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan
maksat oruç tutanlardı diyenler de olmuştur. Biz bunların yüce Allah'ın
yarattıklarını ve onun evrene yerleştirdiği tabiat kanunlarını düşünen
kimseler olduklarını kabul ediyoruz. Nitekim başka bir yerde de benzerleri
hakkında şöyle denmektedir:
"Göklerin ve yeryüzünün yaradılışında, gece ile
gündüzün birbirini kovalayışında derin düşünceliler için birçok ibret dersi
vardır."
"Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı
anarlar; göklerin ve yeryüzünün yaratılışı hakkında kafa yorarlar ve derler
ki; "Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle bir
anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi cehennem azabından koru!"
Bu sıfat, tevbe, kulluk ve hamd etmeden sonra oluşan
atmosfere son derece uygun düşmektedir. Çünkü tevbe, kulluk ve hamd ile
birlikte insanı Allah'a döndürecek, yarattıklarındaki hikmetini ve bu
yaradılışın dayanağı olan hakkın özünü kavratacak şekilde yüce Allah'ın
mülkünü düşünmek de yer alır... Ne var ki, bu kavrama ile yetinmemek lâzım,
ömrü sadece düşünmek ve Allah'ın yaratıcılığını itiraf etmekle geçirmemek
lâzım. Yapılması gereken bundan sonra hayatı bu kavrama esasına dayandırmak
ve doğrultuda geliştirmektir.
"Rükua varanlar, secde edenler". Namazı kılanlar. ve
namazı kendilerinin ayrılmaz bir niteliği haline getirenlerdir. Öyle ki,
rüku ve secde onların insanlar arasındaki ayırıcı özellikleri haline
gelmiştir...
"İyiyi emrederek kötülükten sakındıranlar..."
Allah'ın şeriatı ile yönetilen müslüman bir toplum
oluştuğu ve başkasına değil sadece Allah'a uyulduğu zaman, bu toplumun
içinde iyiliği emretme, kötülüğü yasaklâma görevi yerine getirilir. Bu
toplum içinde meydana gelen yanlışlıklar Allah'ın sisteminden ve şeriatından
sapmalar ele alınır. Fakat yeryüzünde bir müslüman toplum varolmadığı zaman,
yani, yeryüzünde hakimiyetin sadece Allah'a ait olduğu, sadece O'nun
şeriatının egemen olduğu bir toplum varolmadığı zaman; iyiliği emretme
görevi ilk etapta, en büyük iyiliği emretmeye yöneltilmelidir. Bu da yüce
Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını gerçekleştirmektir. Aynı şekilde
kötülükten sakındırma görevi de, daha baştan en büyük kötülüğü ortadan
kaldırma amacına yöneltilmelidir. Bu kötülük, tağutun egemenliği ve bu
egemenlik aracılığı ile insanları Allah'ın şeriatının dışında, O'ndan
başkasına kul yapmalarıdır... Hz. Muhammed'e -Allah'ın salât ve selâmı
üzerine olsun- inananlar, hicret edenler, ilk başta Allah'ın şeriatının
egemen olduğu müslüman bir devlet kurmak ve bu şeriatla yönetilen bir
müslüman toplum oluşturmak için cihad edenler, bu hedeflerini
gerçekleştirdikten sonra ibadetlere ve günahlara ilişkin ayrıntı sayılan
konularda iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini üstlenmişlerdir.
Bir müslüman, devlet ve müslüman bir toplum kurulmadan önce, kesinlikle bu
tür ayrıntılara dalmamalıdır. Çünkü bu ayrıntılar ancak bir kökten
kaynaklanabilir. En büyük iyilik ve en büyük kötülük sorunu çözülmeden önce,
ayrıntı sayılan iyilikler ve kötülükler sorununa değinmemek gerekmektedir.
Nitekim ilk defa müslüman toplum oluştuğu zaman sorun bu şekilde ele
alınmıştı.
"Allah'ın sınırını gözetenler."
Allah'ın koyduğu kuralları hem. kendi şahıslarına,
hem de insanlara uygulayanlar. Bu kuralları ortadan kaldıranlara ve
çiğneyenlere karşı koyanlar... Ne var ki bu görev de, tıpkı "iyiliği emretme
ve kötülüğü yasaklama" görevi gibi; sadece müslüman bir toplumda yerine
getirilebilir. Müslüman toplum da sadece bütün alanlarda Allah'ın şeriatının
egemen olduğu toplumdur. Müslüman toplum, ilahlıkta, Rabblıkta, egemenlikte
ve yasamada Allah'ı bir ve ortaksız kabul eden ve Allah'ın izin vermediği
her türlü yasada somutlaşan tağut'un yönetimini reddeden toplumdan başkası
değildir. İşte bütün çabalar ilk başta böyle bir toplumu oluşturma amacı
etrafında yoğunlaştırılmalıdır. Bu toplum oluştuğu zaman, Allah'ın koyduğu
kuralları gözetenler, kendilerine bu toplum içinde yer bulabilirler. Tıpkı
ilk defa müslüman toplum oluştuğu zaman olduğu gibi.
İşte yüce Allah'ın kendileriyle alışveriş sözleşmesi
yaptığı mü'min toplum budur. Bunlar da bu toplumun nitelikleri ve ayırıcı
özellikleridir. Kulu Allah'a döndüren, günah işlemekten alıkoyan ve onu iyi
işler yapmaya yönelten tevbe... İnsanı Allah'a ulaştıran, yüce Allah'ı
insanın mabudu, gayesi ve yöneliş mercii yapan kulluk. Yüce Allah'a eksiksiz
teslim oluşun, onun rahmetine ve adaletine kesinlikle güvenmenin sonucu
olarak bollukta da, yoklukta da Allah'ı hamd etme... Yaratılışın planında
yeralan hikmet ve gerçeği gösteren evrende dile gelen Allah'ın ayetleriyle
birlikte Allah'ın mülkünde geziye çıkma... Kişisel ıslahı aşıp kulların ve
hayatın ıslahına yönelen, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma...
Allah'ın sınırlarını gözetleme... Bunları çiğnemeye ve geçersiz kılmaya
yeltenenleri vazgeçirme... Bu sınırları saldırıdan ve ayaklar altına
alınmaktan koruma...
İşte yüce Allah'ın cennet üzerine sözleştiği ve
peygamberler gönderildiği, Allah'ın dini insanlara duyurulduğu günden beri
yürürlükte olan Allah'ın kanunu doğrultusunda yol almaları için canlarını ve
mallarını satın aldığı mü'min toplum budur. Bu kanun Allah'ın sözünü
yüceltmek için savaşmak, Allah'a isyan eden, Allah'ın düşmanlarını öldürmek
ya da hak ile batıl, islâm ile cahiliye, şeriat ve tağut, doğru yol ile
sapıklık arasındaki kesintisiz savaşta şehit düşmektir.
Hayat oyun ve eğlence değildir. Hayvanlar gibi yemek
ve çeşitli zevkler tatmak değildir hayat. Hayat onur kırıcı bir barış
ortamında yaşamak demek değildir. Değersiz bir huzur, ucuz bir güvenlikten
hoşnut olmak değildir hayat. Hayat, hak uğruna çarpışmak, iyilik yolunda
cihad etmek, Allah'ın sözünün yücelmesi için üstünlük sağlamaktır, kötülüğe
galip gelmektir. Ya da bu uğurda Allah yolunda şehit düşmektir... Sonra da
cenneti, Allah'ın hoşnutluğunu elde etmektir.
Allah'a inananların çağırıldığı hayat budur işte...
"Ey inananlar, sizi hayat bahşedecek ilkelere çağırdıkları zaman, Allah'a ve
peygambere olumlu karşılık veriniz."
Kuşkusuz Allah doğru söylüyor. Doğru söylüyor, O'nun
sevgili peygamberi...
İNANÇ VE SOY BAĞI
Yüce Allah'ın karşılığında cennet vermek üzere
canlarını ve mallarını satın aldığı mü'minler, tek bir ümmettirler.
Aralarındaki ilişkiyi ve tek bir toplum olarak varolmalarını sağlayan bağ,
Allah inancıdır. Müslüman toplum ile diğer toplumlar arasındaki son
ilişkileri düzenleyen bu sure, işaret ettiğimiz bu bağa (inanç bağına)
dayanmayan ilişkiler konusunda son derece tavizsizdir.
Özellikle Mekke fethinden sonra, henüz islâmın
tabiatına uyum sağlayamamış birçok grubun islâma girmesi ve bu grupların
hayatında akrabalık ilişkilerinin derin köklere sahip olması nedeniyle ve
müslüman toplumda büyük bir genişlemenin meydana gelmesi sonucu ortaya çıkan
sarsıntılar nedeniyle bu bağın vurgulanması daha bir önem kazanmıştır. İşte
aşağıdaki ayetler, bu alışverişi gerçekleştiren mü'minlerle, ahiretteki
gidiş yolları ve varacakları sonuçlar birbirinden farklı olduktan sonra
yakın akraba da olsalar, bu konuda onlara katılmayanların tüm ilişkilerini
kesip atmaktadır.
113- Akraba bile
olsalar, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra puta tapanlar için
Allah'dan af dilemek, ne peygambere ve ne de mü'minlere yakışmaz.
114- İbrahim'in
babası için af dilemesi, ona bu yolda söz verdiği içindi. Fakat babasının
bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca, onunla ilişkisini kesti.
İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak kalpli idi.
115- Allah bir
toplumu doğru yola ilettikten sonra, nelerden sakınacaklarını açıkça
belirtmedikçe kendilerini sapıklığa düşürmez. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi
bilir.
116- Göklerin ve
yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir. Can veren de öldüren de O'dur. Sizin
Allah'dan başka bir dostunuz, dayanağınız ve yardım edeniniz yoktur.
Açıkça anlaşılıyor ki, bazı müslümanlar müşrik olan
babaları için yüce Allah'dan bağışlanma dilemiş ve gidip Peygamberimizden
-salât ve selâm üzerine olsun- onlar için Allah'dan af dilemesini
istemişlerdi. Bunun üzerine inen bu ayetler, onların. müşrik babaları için
bağışlanma isteyişlerinin kan yakınlığına olan ilgilerinden kaynaklandığını,
yüce Allah'a olan bu bağ gözetilmediğini ortaya koymuştur. Bu yüzden
peygamberin ve mü'minlerin böyle bir şeye yeltenmesi olacak iş değildir.
Böyle yapmak kesinlikle onlara yakışmaz. Böyle bir şeye yeltenmek, onların
karakterlerine ve tabiatlarına uymaz. Peki onların cehennem ehli olduklarını
nasıl anlayacaklardır? En mantıklısı, onların şirk üzere ölmeleri ve iman
etme ihtimallerinin kalmamasıdır.
İnanç, diğer tüm beşeri bağların, tüm insani
ilişkilerin bağlandığı en büyük kulptur. İnanç bağı kesildiği zaman diğer
tüm yakınlıklar kökünden kesilir. Bundan sonra soy bağı etrafında
birleşmenin, evlilik nedeniyle kurulan yakınlıklar etrafında birleşmenin
hiçbir değeri yoktur. Irk birliği, ülke birliği birleştirici bir unsur
olamaz. Fakat Allah'a inanma, en köklü ve en büyük bağdır. Diğer tüm bağlar
ondan kaynaklanır ve onda birleşir. Ya da iman olmaz o zaman da iki insanı
birbirine bağlayan bir bağ olmaz.
İbrahim'in babası için af dilemesi ona bu yolda söz
verdiği içindir. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle
anlayınca onunla ilişkisini kesti. İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak
kalpli idi.
O halde İbrahim'in babası için Allah'dan bağışlama
dilemesi örnek alınamaz. Çünkü İbrahim'in babası için bağışlanma dilemesi,
ona bu yolda daha önce verdiği bir sözden ötürüydü. İbrahim belki kendisini
doğru yola iletir diye babası için Allah'dan bağışlama dileyeceğine söz
vermişti. Bu sözü babasına şöyle seslenirken vermişti:
"Sana selâm olsun. Senin için Rabbimden bağışlama
dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır. Sizi Allah'dan başka
yalvarıp dua ettiklerinizle başbaşa bırakıp terkediyorum. Ve Rabbime
yalvarıp dua ediyorum. Rabbime dua edişimde mahrum olmayacağımı u .narım."
Babası müşrik olarak ölünce ve İbrahim, babasının
doğru yola gelmesi imkânsız bir Allah düşmanı olduğunu anlayınca, "Onunla
ilişkisini kesti." Aralarındaki tüm bağları koparıp attı:
"İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak kalpli
idi."
Allah'a çok yalvarırdı. Kendisine eziyet edenlere
karşı son derece yumuşaktı. Nitekim babası kendisine eziyet etmişti. O ise,
babasına çok yumuşak davranmıştı. Ama babasının bir Allah düşmanı olduğunu
anlayınca onunla ilişkilerini kesmiş ve Allah'a ïbadete devam etmişti.
Bu iki ayet indiği zaman, müşrik babaları için
bağışlanma dileyenlerin bu konuda, Allah'ın emrine karşı çıktıklarından
dolayı sapıklığa düştüklerinden korktukları, bu yüzden aşağıdaki ayetin
indiği ve bu konuda onları tatmin ettiği ve "hüküm olmadan sorumluluğun
olmayacağına ve herhangi bir eylem için daha önce yapılmış bir açıklama
olmaksızın suç unsurunun sözkonusu olmayacağına ilişkin islâmi kuralı
vurguladığı hakkında bazı görüşler vardır:
"Allah bir toplumu doğru yola ilettikten sonra,
nelerden sakınacaklarını açıkça belirtmedikçe kendilerini sapıklığa
düşürmez. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bïlir."
Yüce Allah, sakınmalarını, korunmalarını ve
işlememelerini belirttiği şeylerin dışında insanları hesaba çekmez. Aynı
şekilde yüce Allah, bir toplumu doğru yola ilettikten sonra, sırf daha önce
sakınmalarını açıkça belirtmediği bir eylemi gerçekleştirmelerinden dolayı
onların doğru yolda oluşlarını geçersiz saymaz ve onları sapıklar sınıfına
düşürmez. Bunun nedeni insanın her zaman yanılabilmesi ve yüce Allah'ın her
şeyi bilmesi, her konuda açıklama ve eğitimin O'ndan gelmesidir.
Kuşkusuz yüce Allah, bu dini son derece kolay bir
din kılmıştır. Bu dinin zor bir yanı yoktur. Yüce Allah, yasakladığı şeyleri
anlaşılır bir şekilde açıklamıştır. İşlenmesini emrettiği şeyleri de açık
seçik duyurmuştur insanlara. Hakkında herhangi bir açıklamada bulunmadığı
şeyler de vardır. Fakat unutmuş olmaktan dolayı değil, bir hikmetten ve
insanlar için kolaylık olmasından dolayı. Aynı şekilde yüce Allah, hakkında
açıklamada bulunmadığı konularda soru sorulmasını da yasaklamıştır. Bu
yasaklamanın amacı, sorulan sorunun insanlar için bir zorlukla
sonuçlanmasını önlemektir kuşkusuz. Bu yüzden hakkında açıklama bulunmayan
bir şeyi hiç kimse haram sayamaz, yasaklayamaz. Aynı şekilde yüce Allah'ın
açıkça emretmediği bir şeyin de yapılmasını emredemez. Çünkü bu sahalar yüce
Allah'ın kullara yönelik rahmetinin gerçekleştiği sahalardır.
Bu ayetlerin sonunda, can ve mallardan soyutlanmaya
ilişkin çağrının ardından yeralan kan ve soy bağından soyutlanmaya ilişkin
çağrının yapıldığı ortamda, biricik dost ve yardımcının yüce Allah olduğu,
göklerin ve yerin mülkiyetinin O'na ait olduğu, ölüm ve hayatın O'nun
kontrolünde O'nun mülkiyetinde olduğu vurgulanıyor:
"Göklerin ve yerin .egemenliği Allah'ın
tekelindedir. Can veren de, öldüren de O'dur. Sizin Allah'dan başka bir
dostunuz, dayanağınız ve yardım edeniniz yoktur."
Can ve mal, gökler ve yer, hayat ve ölüm, dostluk ve
yardım, bütün bunlar Allah'ın tekelindedir, başkasının değil. Sadece Allah'a
bağlanmakla insan, başkalarına ihtiyaç duymaktan kurtulur. Ancak o zaman
kendine yeterli olabilir.
Akrabalık bağlarına ilişkin olarak yer alan bu
ardışık vurgular, bu tavizsiz ve kesin ifadeler, o gün için bazı ruhlarda
başgösteren sıkıntıyı ve toplumda yaygın olan bağlar ile yeni inanç bağı
arasında bocalayışlarını göstermektedir Öyle ki, bu son bölümde böylesine
kesin bir vurguya ihtiyaç duyulmuş. Nitekim bu sure de müslüman toplum ile
çevresinde yeralan diğer toplumlar arasındaki ilişkiler hakkında kesin ve
tavizsiz ifadeler içermektedir. Müşrik olarak ölmüş bulunanlar için
bağışlanma dileme bile, böylesine sert bir tepkiyi gerektirmiştir. Amaç,
gönülleri inanç bağının dışındaki tüm bağlardan arındırmaktı kuşkusuz.
İslâmi hareketin temeli, sırf inanç bağı etrafında
toplanmadır. Bu, itikat ve düşüncenin temellerinden biridir. Aynı şekilde
hareket ve atılımın temel ilkesinden biri de budur. İşte bu surenin kesin
bir şekilde vurguladığı ve defalarca yinelediği ilke budur.
ENSAR, MUHACİR VE ÜÇ
KİŞİNİN TEVBELERİ
Alışveriş sözleşmesinin özü bu olduğuna göre, hangi
sebepten dolayı olursa olsun, gücü yeten birinin cihaddan geri kalması son
derece çirkin bir davranış ve büyük bir suçtur. Savaş konusunda başgösteren
çekimserlik ve geride kalma eylemi ortadaydı; dolayısıyla bu eylemin ele
alınması ve irdelenmesi kaçınılmazdı... Aşağıdaki ayetlerde, savaş konusunda
samimi müslümanlar arasında başgösteren çekimserlik ve geride kalma
eylemlerini aşan mü'minlere yönelik yüce Allah'ın rahmetinin ve lütfunun
boyutları açıklanmakta ve yüce Allah'ın onlardan kaynaklanan büyük, küçük
tüm yanılgıları affettiği ifade edilmektedir. Ayrıca savaştan geri kalan ve
haklarında herhangi bir hüküm verilmeyen üç kişinin akıbetleri de
açıklanmaktadır. Daha önce de değinildiği gibi, bunlara ilişkin olarak yüce
Allah'dan gelecek bir açıklama bekleniyordu. Nitekim bir müddet sonra
haklarında şu hüküm indi:
117- Allah,
Peygamber'in ve o zor anda onun peşinden giden muhacirler ile Ensar'ın
tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın
eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O,
onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir.
118- Allah,
hükümleri ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü
bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi, can sıkıntısından patlayacak gibi
oldular, Allah'dan kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu
olmadığını anladılar. Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti ki,
tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah, tevbelerin kabul edicisidir,
merhametlidir.
Yüce Allah'ın Peygamberinin -salât ve selâm üzerine
olsun- tevbesini kabul etmesi olayı, savaşta başgösteren olaylar bir bütün
olarak ele alındığı zaman anlaşılabilir. Bu konunun, geçen ayetlerde yüce
Allah'ın peygamberine açıkladığı olayla ilgili olduğu ortadadır: "Allah
affetsin seni. Kimlerin doğru söyledikleri belli oluncaya ve kimlerin
yalancı olduklarını belirleyinceye kadar onlara niçin izin verdin." Bu
durum, birtakım kimselerin basit mazeretler ileri sürerek savaşa katılmama
konusunda Peygamberimizden izin istemeleri, Peygamberimizin de izin vermesi
üzerine gerçekleşmişti.
Kuşkusuz yüce Allah, Peygamberimizi -salât ve selâm
üzerine olsun- bu içtihadından dolayı affediyor. Ama, özür bildirirken doğru
söyleyenler ile yanıltıcı açıklamalar getiren yalancıların açığa çıkması
için, bir süre beklemenin daha doğru olacağı uyarısında da bulunuyor.
Ele aldığımız bu ayette, işaret edilen yüce Allah'ın
Muhacir ve Ensar'ın tevbesini kabul etmesine gelince, "O zor anda onun
peşinden giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada
onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti." İleride
açıklayacağımız gibi bunlardan bazısı savaşa çıkma konusunda ağır davranmış,
ama sonra kafileye katılmıştı.. Bunlar samimi mü'minlerdendiler. Bazısı da,
Bizansla karşılaşmanın korkusuyla sarsılan münafıklara aldanmış, fakat yüce
Allah kalplerini sağlamlaştırmış ve böylece tereddütlerini yenip yola devam
etmişlerdi.
Yüce Allah'ın, "zor an" olarak nitelendirdiği o
ortamı yeniden yaşamamış için, savaşta yaşanan bazı koşulları ve başgösteren
tepkilerin ve bazı davranışların mahiyetini kavramamız için, bir
zorunluluktur bu. (Bunları, İbn-i Hişam'ın siretinden, Makrizi'nin
`İmta'el-Esma" adlı kitabından, İbn-i Kesir'in, "El Bidaye ven-Nihaye" adlı
eserinden, yine İbn-i Kesir'in tefsirinden özetleyeceğiz.)
"Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve
Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dini
benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile, size boyun eğip kendi elleri ile
cizye verene dek savaşınız" ayeti inince Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- arkadaşlarına Bizans ile savaşmaya hazırlanmaları emrini
verdi. (Bizans ile müslümanların karşı karşıya gelmeleri bu ayetlerin
inişinden önce Mute savaşında gerçekleştiği düşünülebilir. Ancak Kur'an'ın
en son inen kısmında yeralan bu emir, sürekli ve değişmez bir stratejiyi
belirginleştirmektedir). Bu emir, müslümanların son derece zor anlar
yaşadıkları bir döneme rastlamıştı. Dayanılmaz bir sıcaklık vardı. Kurak bir
mevsim geçiriyorlardı. Meyvelerin olgunlaşmaya başladığı bir dönemdi bu.
Halk, meyvelerinin başında ve gölgesinde durmayı istiyordu. O zaman içinde
bulundukları durumun dışında bir şeyle karşılaşmayı istemiyorlardı. O zamana
kadar Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- herhangi bir savaşa
çıkacağı zaman bunu açıkça belirtmezdi. Tasarladığı hedefin dışında bir yöne
gideceğini haber verirdi. Fakat Tebük seferinde böyle yapmadı. Çekilecek
sıkıntıların ağırlığından ve zor bir ana denk gelmesinden, ayrıca karşı
çıkılan düşmanın kalabalık oluşundan dolayı nereyi hedeflediğini
müslümanlara açıkça söyledi. Müslümanların buna göre hazırlık yapmalarını
istiyordu. Dolayısıyla müslümanlara savaş için gerekli araç ve gereçleri
hazırlamalarını emretti ve Bizansla savaşmaya çıkılacağını haber verdi.
Bazı münafıklar Peygamberimize -salât ve selâm
üzerine olsun- gelerek, Bizans kızlarının çekiciliğinin kendilerini baştan
çıkaracağından korktuklarını, bu yüzden savaşa çıkmama konusunda izin
istediklerini belirttiler. Peygamberimiz de izin verdi onlara. İşte bunun
için, yüce Allah peygamberini azarladığı, fakat bu cihadından dolayı
affettiği ayetini indirdi: "Allah affetsin seni. Kimlerin doğru söyledikleri
belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduklarını belirleyinceye kadar onlara
niçin izin verdin?"
O sıralarda münafıkların bazısı bazısına, cihadı
küçümsemek, gerçek etrafında kuşkular meydana getirmek ve Peygamber'e -salât
ve selâm üzerine olsun olan bağlılığı sarsmak amacıyla şöyle diyordu:
"Sıcakta savaşa çıkmayın". Bunun üzerine yüce Allah, onlar hakkında şu ayeti
indirdi:
"Bu sıcakta sefere çıkmayın; dediler. Onlara,
"cehennem ateşi bundan daha sıcaktır" de. Keşki bunu kavrayabilselerdi."
"Yaptıklarının karşılığı olarak bundan böyle az
gülüp çok ağlasınlar."
Münafıklardan bir grubun Süveylim adlı yahudinin
evinde toplandıkları ve Tebük savaşı konusunda müslümanları peygambere
uymaktan vazgeçirmeye çalıştıkları haberi Peygamberimize ulaşınca,
Peygamberimiz; Talha b. Ubeydullah'ı bazı arkadaşlarıyla birlikte
Süveylim'in evini yakmak ve başlarına yıkmak üzere gönderdi. Talha
söylenenleri yaptı. Dahhak b. Halife evin arka duvarından atlayıp ayağını
kırdı. Arkadaşları da atlayıp canlarını kurtardılar. Daha sonra Dahhak bu
yaptığından pişmanlık duyup tevbe etti.
Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
savaşa çıkma konusunda kararlı olduğunu gösterdi ve müslümanlara silah ve
mühimmatlarını hazırlamalarını ve çabuk davranmalarını emretti. Zenginleri,
binek hayvanı bulamayan mücahidlere binek hayvanı temin etmeye ve mali
harcamada bulunmaya teşvik etti. Bazı zenginler, karşılığı Allah katında
bulmak üzere, bineksiz mücahidlerin donatımın üstlendiler. Karşılığını
Allah'dan bekleyerek malı harcamada bulunanların başında Hz. Osman -Allah
ondan razı olsun- geliyordu. O gün büyük bir meblağ para harcamıştı. Hiç
kimse onun kadar harcamada bulunmamıştı. İbn-i Hişam diyor ki: Güvendiğim
bir adam, Hz. Osman'ın Tebük savaşı için, o zor zamanda hazırlanan ordu
için, bin dinar harcadığını ve bunun üzerine Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- "Allah'ım Osman'dan razı ol. Çünkü ben ondan razıyım"
dediğini anlattı. Abdullah b. Ahmed babasına ait hadis kitabında,
Abdurrahman b. Habbab, Es-Sulemi'ye dayanarak şöyle rivayet eder:
"Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun müslümanlara hitap etti ve
onları zorluk (Tebük) ordusuna yardım etmeye teşvik etti. Bunun üzerine
Osman b. Affan -Allah ondan razı olsun- kalktı ve, "Benden tam teçhizatlı
yüz deve" dedi. Sonra Peygamberimiz üzerinde konuştuğu minberden bir basamak
indi ve tekrar müslümanları yardıma çağırdı. Hz. Osman, "Benden tam
teçhizatlı yüz deve daha" dedi. Bunun üzerine baktım ki, Peygamberimiz
ellerini şu şekilde hareket ettirerek, (Bunu anlatırken Abdüssamet, hayret
eden birisi gibi ellerini açtı)"
"Bundan sonra ne yaparsa yapsın, sorumluluk yoktur
Osman'a" dedi.
Beyhaki, Ömer b. Merzuk kanalıyla Seken b.
Muğire'den bu hadisi rivayet eder ve Hz. Osman'ın üç kere tam teçhizatlı yüz
deve vermeyi taahhüt ettiğini kaydeder.
İbn-i Cerir, Yalıya b. Ebu Kesir ve Said kanalıyla
Katade'den, İbn-i Ebu Hatem de Hakem b. Eban kanalıyla İkrime'den -farklı
ifadelerle- şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- Tebük savaşı için müslümanları mali yardımda bulunmaya çağırdı.
Abdurrahman b. Avf -Allah ondan razı olsun- dört bin dirhem getirdi ve "Ya
Resulallah, bütün malım sekiz bin dirhemdir. Yarısını getirdim, yarısını da
bıraktım" dedi. Peygamberimiz, "Allah getirdiğine de bıraktığına da bereket
versin" dedi. Ebu Ukeyl de bir ölçek hurma getirdi ve "Ya Resulallah iki
ölçek hurma geçti elime, bir ölçeğini Rabbime, birini de aileme veriyorum"
dedi. Bunun üzerine münafıklar: `İbn-i Avf'ın verdiği riyadan başka bir şey
değildir" diye hakkında dedikodu yaptılar ve "Allah ve peygamberi bu adamın
bir ölçek hurmasına mı muhtaçtır?' dediler."
Başka rivayetlerde de münafıkların Ebu Ukeyl
hakkında, (Ebu Ukeyl karşılığında iki ölçek hurma almak üzere bir yahudinin
yanında çalışmış, aldığı iki ölçekten birini Peygamberimize getirmişti)
"İnsanların kendisini övmesi için böyle yaptı" dedikleri anlatılır.
Sonra Ensar'dan ve başka müslümanlardan oluşan yedi
kişilik bir grup ağlayarak Peygamberimizin yanına geldiler ve kendilerini
savaş alanına götürecek binek hayvanı vermesini istediler. Bunlar fakir
kimselerdi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Sizi bindirecek
hayvan bulamıyorum" dedi. Onlar da savaş hazarlığı için harcayacak bir şey
bulamamanın üzüntüsünden gözyaşı dökerek geri döndüler.
İbn-i İshak diyor ki; Bana ulaşan haberlere göre,
İbn-i Yamin b. Umeyr b. Ka'b en-Nadri savaşa gidememenin üzüntüsüyle ağlayan
yedi kişi arasında yeralan Ebu Leyla Abdurrahman b. Ka'b ve Abdullah b.
Mağfille karşılaşıp onların ağladıklarını görünce, "Niye ağlıyorsunuz?"
dedi. Onlar da, "Resulullah'ın yanına geldik ve bizi taşıyacak bir binek
hayvanı yoktu. Bizim de onunla birlikte sefere çıkacak gücümüz yok" dediler.
Bunun üzerine İbn-i Yamin b. Umeyr b. Ka'b en Nadri kendisine ait su taşıma
işinde kullanılan bir deveyi onlara verdi. Böylece onları yolcu etmiş oldu.
Ayrıca onlara biraz hurma da verdi. Onlar da Peygamberimizle birlikte sefere
çıktılar.
Yunus b. Bukeyr, İbn-i İshak'a dayanarak bu konuda
şunları da anlatmaktadır: Savaşa çıkamayacaklarına ağlayan yedi kişiden biri
olan Ulbe b. Zeyd ise, geceleyin kalktı ve Allah'ın dilediği kadar namaz
kıldı. Sonra da ağlamaya başladı ve "Allah'ın cihadı sen emrettin, ona
teşvik ettin. Sonra da bana cihad edebileceğim bir güç bahşetmedin.
Peygamberine de beni savaşa götürecek bir şey vermedin. Ben yaşadığım sürece
elime geçen malı, bedenimi ve eşyalarımı müslümanlara adıyorum" dedi. Sonra
halkla birlikte sabahladı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Bu
gece kendini adayan nerde?" dedi. Kimseden ses çıkmadı. Sonra tekrar,
"Kendini adayan nerde, kalksın" dedi. Ulbe kalkıp yanına gitti ve bu gece
kendisini adadığını anlattı. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- "Müjdeler olsun. Beni kontrolünde tutan Allah'a andolsun ki,
sana kabul olunmuş bir zekâtın sevabı yazıldı" dedi.
Daha sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- beraberindekilerle birlikte sefere çıktı. Müslümanların sayısı
Medinedekiler'den ve çevredeki taşralı Arap kabilelerinden oluşan otuzbin
kişiydi. Bu sırada herhangi bir kuşkudan ya da şüpheden kaynaklanmaksızın
bazı müslümanlarda, ağır davranma emareleri başgösterdi. Bunlar arasında,
Ka'b b. Malik, Mürare b. Rebi, Hilal b. Ümeyye (Bu üç kişinin öyküsü ileride
ayrıntılı olarak anlatılacaktır.) Ebu Hayseme ve Umeyr b. Vehb el-Cumehi yer
alıyordu. Peygamberimiz karargâhını, seniyetul veda (Veda tepesi) denilen
yerde kurdu. Abdullah b. Übey de daha aşağılarda bir yerde kurdu
karargâhını. İbn-i İshak diyor ki, bunların sayısı sanıldığı gibi az
değildi... Ne var ki, başka rivayetler, fiilen ordudan geri kalanların
sayısı yüzün altındaydı demektedirler. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- harekete geçince, Abdullah b. Ubey, münafık ve içlerinde islâma karşı
bulunan kimselerden oluşan yandaşlarıyla birlikte ordudan ayrılıp Medine'de
kaldı.
Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
yoluna devam etti. Bu arada zaman zaman bazı adamlar ordudan ayrılıp geride
kalıyor, müslümanlar da, "Falan adam geride kaldı, ey Allah'ın peygamberi"
diyordu. Peygamberimiz ise, "Bırakın onu, eğer onda bir iyilik varsa, Allah
onu size kavuşturur, kendisinde bir iyilik yoksa, Allah sizi ondan kurtarmış
olur" diyordu. Nihayet, "Ey Allah'ın peygamberi, Ebu Zer geride kaldı,
devesi yavaşladı" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz, "Bırakın onu, eğer
onda bir iyilik varsa, Allah onu size kavuşturur, kendisinde bir iyilik
yoksa, Allah sizi ondan kurtarmış olur" dedi. Ebu Zer devesini yürütmeye
çalışıyordu. Yavaşladığını görünce, eşyalarını alıp sırtları ve
Peygamberimizin izinde yol almaya başladı. Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- bir yerde konaklamıştı. O sırada müslümanlardan etrafına
bakınan biri, "Ya Resulallah bir adam tek başına yol alıyor" dedi. Bunun
üzerine Peygamberimiz, "Bu Ebu Zer olmasın?" dedi. Müslümanlar iyice
bakınca, "Evet ey Allah'ın peygamberi. Allah'a andolsun ki, bu Ebu Zerin
kendisidir" dediler. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Allah Ebu
Zer'e rahmet etsin, yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız dirilir" buyurdu.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- birkaç
gün yol aldıktan sonra, Ebu Hayseme sıcak bir günde ailesinin yanına geri
döndü. İki karısının kendisine ait bahçenin içinde gölgeliklerinde
oturduklarını, herbirinin gölgeliğine su serptiğini, kendisine soğuk su ve
yemek hazırladığını gördü. Bahçeye girdiğinde gölgeliğin kapısında dikildi,
iki karısına ve yaptıklarına baktı. Ardından, "Allah'ın peygamberi güneşin
altında, rüzgâr ve sıcakla yol alırken, Ebu Hayseme serin gölgede kendisi
için hazırlanmış yiyeceklerin yanında, güzel karıları ile birlikte oturacak!
İnsaf değil bu!" dedi. Sonra, "Allah'a andolsun ki, Resulallahın ordusuna
katılmadan hiçbirinizin gölgeliğine girmeyeceğim, çabuk bana yol azığı
hazırlayın" dedi. Onlar da dediğini yaptılar. Sonra devesini getirip
yolculuğa hazırlandı. Peygamberimizin ardından yetişmeye çalıştı.
Peygamberimiz Tebük'e varmak üzereyken ona yetişti. Yolda, Peygamberimize
yetişmeye çalışan Umeyr b. Vehb el-Umehiye rastlamış ve onunla birlikte yol
almışlardı. Tebük_'e yaklaştıklàrında, Ebu Hayseme Umeyr b. Vehbe şöyle
dedi: "Ben bir günah işledim, peygamberin yanına gidene kadar arkamda kalsan
ne olur." Umeyr, bu teklifini kabul etti. Peygamberimiz Tebük'te konaklamak
üzereyken, Ebu Hayseme ona yetişti. O sırada müslümanlar, "Yolda bir süvari
yaklaşmaktadır" dediler. Peygamberimiz, "Ebu Hayseme olmasın?" dedi.
Müslümanlar; `Allah'a andolsun ki, ya Resulallah, bu Ebu Hayseme'dir"
dediler. Ebu Hayseme devesini yatırarak gelip Peygamber'e selam verince,
Peygamberimiz, -salât ve selâm üzerine olsun- "Yazıklar olsun sana ey Ebu
Hayseme" dedi. Sonra Ebu Hayseme Peygamberimize yaptığını anlattı. Bunun
üzerine Peygamberimiz ona -Allah ondan razı olsun- "peki" dedi ve hayır
duada bulundu.
İbn-i İshak diyor ki, aralarında Avf b. Amrin
kardeşi Vedia b. Sabit, Beni Seleme kabilesinin müttefiki Eşca' kabilesinden
Mahşen b. Humeyr (İbn-i Hişam bu adama Huhşa dendiğini kaydeder) de bulunan
bir grup Tebük'e doğru yol alan Peygamberimizi göstererek birbirlerine şöyle
diyorlardı: "Bizans şövalyeleri ile olacak savaşı -Bizanslıları
kastediyorlar- Araplar'ın kendi aralarında yaptıkları savaşlara mı
benzetiyorsunuz? Allah'a andolsun ki, yarın iplerle bağlandığınızı görür
gibiyiz." Amaçları mü'minlerin güvenlerini sarsmak, içlerine korku salmaktı.
Bunun üzerine Muhşen b. Humeyr, "Allah'a andolsun ki, herbirimize yüzer
kırbaç vurulmasını isterdim. Korkarım ki, bu sözlerinizden dolayı hakkımızda
bir ayet insin" dedi. Bana ulaşan haberlere göre Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- Ammar b. Yasir'e şöyle demişti: "Onların yanına git.
Kuşkusuz yanacaklar onlar. Neler söylediklerini sor. İnkâr edecek olurlarsa,
şöyle şöyle dediniz de." Ammar yanlarına gidip, bu sözleri onlara iletti.
Peygamberimizin yanına gelip özür dilediler. Vedia b. Sabit, Peygamberimizin
devesinin yükünü sıkmak için karnına dolanan ipine yapışıyor, bir yandan da
şöyle diyordu: "Ya Resulallah, biz sadece eğleniyor, şakalaşıyorduk." Bunun
üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Eğer onlara soracak olursan, "Biz lafa
daldık, aramızda eğleniyorduk" derler. De ki; Allah ile, Allah'ın ayetleri
ile ve peygamberi ile mi alay ediyordunuz?" Muhşen b. Humeyr, "Ya Resulallah
benim ve babamın adını değiştir" dedi. Bu ayette, affedildiğinden söz edilen
Muhşen b. Humeyr idi. Bundan sonra Abdurrahman adını aldı. Yüce Allah'dan
şehit olarak canını almasını ve kimsenin yerini bilmemesini diledi. Yemame
günü öldürüldü ama, izine rastlanmadı.
İbn-i Luheya, Ebu Esved'den, o da Urve b. Zübeyr'den
şöyle rivayet eder: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- herhangi
bir savaş yapmaksızın on küsur gün bekledikten sonra Tebük'ten hareket
ederken, bir grup münafık ona suikast yapmayı tasarlıyordu. Onu yol
üzerindeki bir uçurumdan atmayı düşünüyorlardı. Peygamberimiz bu durumdan
haberdar edildi. Müslümanlara vadedilen yürümelerini emretti, kendisi de
yamaca tırmandı. Onunla birlikte o grup da tırmanmaya başladı. Ama yüzlerini
örtmüşlerdi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ammar b. Yasir ve
Huzeyfe b. Yeman'a kendisiyle birlikte gelmelerini söyledi. Ammar devenin
yularından tutmuş Huzeyfe de deveyi sürüyordu. Bu şekilde yol alırlarken,
birden bir grup tarafından sarıldıklarını farkettiler. Peygamberimiz buna
öfkelendi. Huzeyfe de Peygamberimizin öfkelendiğini gördü. Bunun üzerine
onlara döndü, elinde de bir baston vardı. Bu bastonla bineklerinin yüzüne
vuruyor, uzaklaştırmaya çalışıyordu. Huzeyfe'yi gördüklerinde onun gözlediği
büyük planı farkettiğini sandılar. Bu yüzden derhal koşup ordunun arasına
karıştılar. Sonra Huzeyfe, Peygamberimizin yanına geri döndü. Peygamberimiz
yamacı çabucak geçmelerini emretti. Sonra da ordunun gelmesini beklediler.
Peygamberimiz Huzeyfe'ye "o grubu tanıdın mı?" diye sordu. "Tanıyamadım,
ancak gece karanlığında sadece bineklerini farkedebildim" dedi. Sonra
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Onların amaçlarının ne
olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar da, "Hayır" dediler. Peygamberimiz
de, o grubun yapmak istediğini ve grupta yeralanların isimlerini bildirdi.
Bu arada bundan kimseye söz etmemelerini istedi. Onlar da, "Ya Resulallah,
onların öldürülmesini emretmeyecek misiniz?" dediler. Peygamberimiz "Halkın,
Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demesini istemiyorum" dedi.
İbn-i Kesir, "el-Bidaye ven-Nihaye" adlı eserinde
şöyle der: İbn-i İshak bu hikâyeyi anlatmış, bu arada Peygamberimizin o
grupta yer alanların isimlerini sadece Huzeyfe b. Yeman'a söylediğini de
aktarmıştır. Bu daha akla yakındır. En doğrusunu Allah bilir kuşkusuz.
Tebük seferi sırasında müslümanların karşılaştığı
zorluklara gelince, çekilen zorluklardan örnekler içeren birçok rivayet
vardır...
İbn-i Kesir tefsirinde şöyle der:
Mücahid ve birçok kişi: "Allah, peygamberin ve o zor
anda onun peşinden giden muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O
sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O,
onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve
merhametlidir" ayetinin Tebük seferi hakkında indiğini söylemişlerdir. Çünkü
müslümanlar çok zor bir durumdayken, kurak bir sene geçiriyorlarken, ayrıca
yiyecek ve su sıkıntısı çekiyorlarken çıkmışlardı bu sefere. Katade diyor
ki, yakıcı bir sıcağın altında Şam bölgesinde yeralan Tebük'e yol aldılar.
Yüce Allah'ın bildiği gibi, büyük bir çaba sarfediyorlardı. Büyük zorluklar
çekiyorlardı. Öyle ki, iki kişi bir hurmayı aralarında bölüşüp yiyorlardı.
Askerler bir hurmayı aralarında bölüşüp yiyorlardı. Askerler bir hurmayı
aralarında dolaştırıyorlardı. Biri hurmayı emer, üzerine de su içerdi Sonra
diğeri alır, aynı şekilde hurmayı emer üzerine su içerdi. Bunun üzerine
Allah tevbelerini kabul etti ve onları çıktıkları bu seferden sağ salim
döndürdü.
İbn-i Cerir, Abdullah İbn-i Abbas'a dayanak şöyle
rivayet eder: Hz. Ömer'e -Allah ondan razı olsun- ayette geçen "zor an"
hakkında sorulduğunda, "Peygamberimizle birlikte Tebük'e doğru yol
alıyorduk. Bir yerde konaklamıştık. Dayanılmaz bir susuzluk çekiyorduk.
Boğazımız kesilecek sanıyorduk. Öyle ki, bir adam su aramaya çıkıp
döndüğünde, adeta boynunun kesileceğini sanıyordu. Bazıları devesini kesip
işkembesini sıkıp suyunu içiyordu. Geri kalanını da karnının üzerine
koyuyordu...
İbn-i Cerir aşağıdaki ayet hakkında şöyle der:
"Allah peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden Muhacirler ile Ensar'ın
tevbelerini kabul etti." Burada kastedilen mal, binek, yiyecek ve su
bakımından çekilen sıkıntıdır. "O sırada onlardan bir grubun kalpleri
kaymanın eşiğine gelmişti." Yani haktan sapmak üzereydi. Peygamberin
getirdiği din hakkında kuşkuya kapılmıştı. Seferlerinde ve savaşlarında
çektikleri sıkıntı ve zorluklardan dolayı içlerini şüphe kaplamıştı.
"Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti." İbn-i Cerir diyor ki, sonra
onlara Rabblerine sığınmayı, dönüp onun dini üzerinde kalıcı olmayı nasip
etti. "Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."
Sunduğumuz bu rivayetler, o gün çekilen zorluğun
boyutlarını gereğince tasvir ediyor sanıyorum. O dönemde müslüman toplumun
içinde yaşadığı atmosferi biraz olsun gözönünde canlandırıyor. Nitekim
sunduğumuz bu rivayetler arasında, insanların iman düzeyleri de kendisini
gösteriyor. Bir yandan kesin inançlı ve kararlı grup, öte yandan zorluğun
baskısı altında sarsılan, bocalayan grup. Hiçbir şüphe sözkonusu olmaksızın
geride kalan grup bir yanda, diğer yanda yumuşak tavırlı münafıklar,
ahlâksız münafıklar ve komplocu münafıklar... Bütün bunlar ilk etapta o
dönemde toplumun organik oluşumunu, ikinci olarak da o zor zamanda, hem de
Bizans'a karşı çıkılan seferde çekilen sıkıntıları göstermektedir. Kuşkusuz
bu sıkıntılar onları iyice arındırmıştı. Bu imtihan herkesin esas
karakterini ortaya çıkarmıştı. Belki de yüce Allah, bu sıkıntıları
arınmaları, karakterlerinin ortaya çıkması ve belirginleşmesi için
çekmelerini sağlamıştı...
ZORLUKLAR VE
SAVAŞTAN KAÇANLAR
İşte bazılarının geri dönmesine neden olan bu
zorluklardı. Geriye dönenlerin çoğu da durumları az önce açıklanan
münafıklardı. Bunlar arasında islâmdan kuşku duymayan ve münafık olmayan,
sadece tembellikten ve Medine'nin gölgeliklerinde dinlenme arzusundan dolayı
geride kalan mü'minler de yer alıyordu. Bunlar iki gruptu. Bu grup, iyi
davranışlarına kötü davranışlar da katmışlardı. Ama daha sonra günahlarını
itiraf etmişlerdi. Diğer grup da, "Azap etmek veya tevbelerini kabul etmek
üzere Allah'ın iradesine bırakılanlardı." Bunlar, durumları zamana bırakılan
yani haklarında bir karar vermeksizin kendi hallerinde bırakılan üç kişiydi.
Onlar hakkında Allah'ın hükmü bekleniyordu. İşte burada, durumları Allah'ın
hükmüne ve zaman geçmesine havale edildikten sonraki gelişmeler ela
alınmaktadır.
Biz bu üç kişinin durumunu olanca çıplaklığıyla
gözler önüne seren ayetin tefsiri açısından herhangi bir şey söylemeden,
onları ve durumlarını olağanüstü güzellikte ve sanatsal bir tabloda
canlandıran Kur'an ayetinin göz kamaştırıcı ifadesini sunmadan önce,
onlardan birinin, Ka'b b. Malik'in -Allah ondan razı olsun- anlattıklarına
kulak verelim: Ahmed, Buhari ve Müslim Zehri kanalıyla rivayet ettiler:
Zehri diyor ki, bana Abdurrahman b. Abdullah b. Ka'b b. Malik anlattı:
Abdullah b. Ka'b b. Malik, (Ka'b'ın gözleri görmez olduğu zamanlarda
oğulları arasında ona yardımcı olur, yolda elinden tutardı) babasından
şunları aktardı: Bir gün Ka'b'ın Peygamberimizin Tebük seferinden geri
kalışını anlattığını işittim. Ka'b şöyle diyordu: Tebük seferinin dışında
Peygamberimizin hiçbir savaşından geri kalmadım. Şu var ki, ben Bedir
savaşına da katılmamıştım. Ama o zaman savaşa katılmayan hiç kimse
azarlanmamıştı. Çünkü o zaman Peygamberimiz ve müslümanlar Kureyş kabilesine
ait kervanı ele geçirmek için çıkmışlardı. Fakat yüce Allah, sürpriz bir
şekilde onlarla düşmanlarını karşı karşıya getirdi.
İslâm üzerine and içtiğimiz Akabe gecesinde de
Peygamberimizin yanındaydım. Bana göre Akabe biatı Bedir savaşından daha az
sevimli değildir. Gerçi Bedir savaşı daha çok konuşulmakta ve daha çok
bilinmektedir. Tebük seferinde Peygamberimizin hazırladığı orduya bile bile
katılmadım. Bu seferden geri kaldığım sıralarda her zamankinden güçlü, her
zamankinden daha rahattım. O zaman iki binek hazırlamıştım ki, başka hiçbir
savaşta böylesini hazırlayamamıştım. O güne kadar Peygamberimiz bir sefere
çıkmak istedi mi nereye gideceğini belirtmez, başka tarafa yönelirdi. Fakat
bu seferde böyle yapmadı. Bu sefere Peygamberimiz yakıcı bir sıcaklıkta
çıkıyordu. Yolculuk uzun ve öldürücüydü. Karşı çıkılan düşmanın sayısı da
fazlaydı. Bu yüzden düşmanlarına karşı gerekli hazırlığı yapabilmeleri için
müslümanlara durumu açıkça söyledi. Hangi tarafa gideceklerini haber verdi.
Peygamberimizle birlikte sefere çıkan müslümanların sayısı da bir kitaba
-sicil defterini kastediyor- sığmayacak kadar fazlaydı.
Ka'b -Allah ondan razı olsun- diyor ki, çok az kimse
de gözden kaybolmak istiyordu. Allah tarafından vahiy gelmediği sürece
Peygamberimizin farkında olmayacağını sanıyordu. Peygamberimiz sefere
çıktığı sıralarda meyveler olgunlaşmış, gölgeler iyi ve çekici olmuştu. Ben
de bunlara can atıyordum. Peygamberimiz -Allah ondan razı olsun- ve
beraberindeki müslümanlar savaş hazırlıklarına başlamış, bense onlarla
birlikte hazırlıklara başlamak istiyordum ama bir şey yapmadan geri
dönüyordum. Kendi kendime de şöyle diyordum: "İstediğim zaman bu
hazırlıkları yaparım" ben böyle oyalanıyorken, müslümanlar durmadan hazırlık
yapıyorlardı. Bir gün Peygamberimiz ve beraberindeki müslümanlar yola çıkmak
üzereyken bir daha hiçbir şey hazırlamamıştım. Ve ben çabuk davranıp savaşa
yetişeceğimi sanıyordum. Kendimi bu şekilde avutuyordum. Arkadan gidip
onlara yetişeceğimi düşünüyordum. Keşke yapsaymışım, sonra bunu da
yapamadım. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sefere çıkmasından
sonra halkın arasına çıktığımda son derece üzülüyordum. Çünkü, hakkında
münafıklık söylentileri olan ya da Allah katında mazur sayılanlardan başka
benim gibi birine rastlamıyordum. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- Tebük'e varana kadar benden söz etmemişti. Tebük'te arkadaşları ile
birlikte otururken "Ka'b b. Malik ne yaptı?" diye sormuştu. Beni Seleme
kabilesinden bir adam, "Ya Resulallah, hurmalıkları ve kendini beğenmişliği
onu bize katılmaktan alıkoydu" demiş. Bunun üzerine Muaz b. Cebel adama "Ne
kadar kötü konuşuyorsun! Allah'a andolsun ki, ya Resulallah onun hakkında
iyilikten başka bir şey bilmiyoruz" demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz
herhangi bir şey söylememişti.
Ka'b b. Malik diyor ki, Peygamberimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- Tebük'ten Medine'ye doğru yola çıktığı haberini
duyunca, bir sıkıntıdır aldı beni ve çeşitli yalanlar uydurmaya, ertesi
günün onun öfkesinden kurtulmak için söylenecek söz aramaya başladım. Bunun
için de ailemde görüş sahibi herkesten yardım istedim. Peygamberimizin
Medine'ye girmek üzere olduğunu duyunca, yalan yanlış düşünceler kafamdan
silinip gitti ve kesinlikle ondan kurtulamayacağımı anladım. Ona doğrusunu
söylemeye karar verdim. Artık Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
Medine'ye girmişti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir
seferden döndüğü zaman ilk önce mescide uğrar, iki rekât namaz kılar, sonra
da müslümanlarla birlikte otururdu. Bu sefer de aynısını yapınca, geride
kalanlar yanına gelip özürler ileri sürmeye, yemin etmeye başladılar. Bunlar
seksen küsur kişiydi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
dediklerini kabul etti, bağlılıklarını onayladı, onlar için Allah'dan
bağışlanma diledi. Niyetlerini de Allah'a bıraktı. Nihayet ben geldim.
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- selâm verdiğim zaman
gülümsedi, ama kızgın olduğu belliydi. "Gel" dedi. Gidip önünde oturdum.
Bana, "Neden bizimle gelmedin, yoksa binek hayvanı mı satın almadın?" diye
sordu. Ben, "Ey Allah'ın Peygamberi, eğer şu dünyada senden başka birinin
yanında oturmuş olsaydım, bir özür ileri sürerek, öfkesinden kurtulurdum.
Kendi kendime ölçtüm-biçtim, fakat Allah'a andolsun ki, bugün sana yalan
söyleyecek olursam, benden hoşnut olacağını, buna karşılık yüce Allah'ın
senin kızgınlığını üzerime çekeceğini anladım. Eğer sana doğruyu söyleyecek
olursam, bunun böyle olduğunu bileceğini anladım. Ben bu konuda Allah'ın
vereceği hükmü bekliyorum. Allah'a andolsun ki, herhangi bir mazeretim
yoktu, senin çıktığın seferden geri kaldığım günkü gibi kendimi hiçbir zaman
bu kadar güçlü ve rahat hissetmemiştim." Bunun üzerine Peygamberimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- "işte bu adam doğru söylüyor. Kalk ve Allah'ın senin
hakkında vereceği hükmü bekle' dedi. Ben de kalktım. Beni Seleme
kabilesinden bazı adamlar etrafımı sarıp beni azarladılar ve "Allah'a
andolsun ki, bundan önce herhangi bir günah işlediğini duymadık. Geride
kalan diğer adamlar gibi, Peygamberimize mazeret gösteremedin. Halbuki
peygamberin senin için bağışlanma dilemesi günahının affolunması için
yeterli idi" dediler. Ka'b diyor ki, beni o kadar teşvik ettiler ki, az
kalsın Peygamberimizin yanına gidip bir yalan uyduracaktım. Sonra, "Benim
gibi konuşan başka biri daha var mı?" dedim. "Evet senin gibi konuşan iki
kişi daha var, onlara da sana söylenenin aynısı söylendi" dediler. "Kim
bunlar?" dedim. "Murare b. Rebi ve Hilal b. Umeyye el Vakifi" dediler. Bana
Bedir savaşına katılmış salih iki kişiden söz etmişlerdi. Onları kendime
örnek aldım, böylece ve onları duyunca yoluma devam ettim.
Ka'b diyor ki, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- Tebük seferine çıkmayanlar arasında mü'minlerin üçümüzle konuşmasını
yasakladı. Halk bizden uzaklaşmaya başladı -ya da- "bize yabancı gibi
davranıyorlardı" Ben bile yeryüzünden sıkılmaya başlamıştım. Bu bildiğim
yeryüzü değildi artık. Bu şekilde tam elli gece geçirdik. Diğer iki
arkadaşımıza gelince, çaresiz kalıp evlerine çekilmişlerdi. Bense halk
arasında güçlü kuvvetli biriydim. Halkın arasına çıkıyor, müslümanlarla
birlikte namaz kılıyor, çarşılarda dolaşıyordum. Ama hiç kimse benimle
konuşmuyordu. Namazdan sonra Peygamberimizin meclisinde oturur, ona selâm
verirdim. Kendi kendime acaba selâmımı almak için dudakları kıpırdadı mı
yoksa kıpırdamadı mı? derdim. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar, göz
ucuyla onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakardı, ama ben kendisine
bakınca bakışlarını kaçırırdı. Müslümanların boykot uygulaması gittikçe
uzuyordu. O sırada amcamın oğlu ve herkesten çok sevdiğim Ebu Katade'nin
bahçesine doğru yürüdüm ve selâm verdim. Fakat selamımı almadı. Ben "Ey Ebu
Katade,. ben sana Allah'ın adıyla seslendim, Allah ve peygamberini sevdiğimi
bilir misin?" dedim. Ama o sustu. Tekrar seslendim yine sustu. Bir daha
seslendim, Allah ve peygamberi daha iyi bilir" dedi. Gözlerim doldu, geri
döndüm, duvarı geçtim gittim.
Medine sokaklarında dolaştığım bir sırada, birden
Medine'ye yiyecek satmak için gelen Suriye Nabatilerinden birinin "Kim bana
Ka'b b. Malik'i gösterebilir?" dediğini işittim. Halk beni gösterdi
kendisine. Yanıma geldi ve Gassan kralından bir mektup bıraktı. Ben okuma
yazma biliyordum, açtım okudum. Şöyle diyordu mektupta:
"Arkadaşımın (Peygamberimizi kastediyor) seni
üzdüğünü duyduk. Allah sana başını sokacak bir sığınak bırakmamış. Bize
katıl seni koruyalım." Bu mektubu okurken "Bu da bir imtihandır" diyordum.
Sonra mektubu büktüm ve ocağa atıp yaktım. Bize boykot uygulanan elli günden
kırk gün geçince Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- bir elçi
geldi ve "Peygamber karından uzak durmanı emrediyor" dedi. "Karımı boşayayım
mi yoksa ne yapayım?" dedim. "Hayır, ondan uzaklaşacaksın ve kesinlikle
yaklaşmayacaksın" dedi. İki arkadaşıma da aynı mesajı göndermişti. Bunun
üzerine karıma "Ailenin yanına git ve Allah bu konuda hükmünü belirtinceye
kadar bekle" dedim. Hilal b. Ümeyye'nin karısı Peygamberimizin yanına gelmiş
ve şöyle demişti: "Ya Resulallah, Hilal geçkin bir ihtiyardır. Ona hizmet
etmemde bir sakınca görüyor musun?" Peygamberimiz, "Hayır ama kesinlikle
sana yaklaşmayacaktır" demişti. Bunun üzerine Hilal'in karısı: "Allah'a
andolsun ki, herhangi bir şey yapacak durumda değildir. Ve senin emrini
duyduğundan bugüne kadar ağlayıp duruyor" demişti. Ailemden bazıları, "Gidip
karının yanında kalmak için peygamberden izin istesen olmaz mı?" dediler.
Böylece Hilal'in karısına, kocasına hizmet etmek üzere izin verdi,
demişlerdi. Ben de, "Allah'a andolsun ki, bu konuda gidip peygamberden izin
istemem. Üstelik izin istediğim zaman ne diyeceğimi bilmiyorum. Çünkü ben
genç bir adamım" demiştim.
On gün daha geçmişti. Böylece müslümanların bizimle
konuşmalarına ilişkin yasağın konulmasından bu yana elli gün tamamlanmıştı.
Ellinci günün sabahı evlerimizden birinin damında sabah namazını kılmış ve
yüce Allah'ın bize ilişkin olarak belirttiği durumda oturmuştum. İçim
sıkılıyor ve yeryüzü bunca genişliğine rağmen bana dar geliyordu. O sırada
sele tepesinden vargücüyle bağıran birinin sesini duydum: "Ey Ka'b b. Malik
müjdeler olsun" diyordu. Hemen secdeye kapandım. Ve yeniden rahatlığa
kavuştuğumu anladım. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sabah
namazını kılarken yüce Allah'ın bizim tevbelerimizi kabul ettiğini
duyurmuştu. Bunun üzerine müslümanlar bize müjdeyi vermek için
dağılmışlardı. Önce iki arkadaşıma müjde vermişlerdi. Bana da birisi atlı
birisi de yaya olmak üzere iki kişi koşmuştu. Yaya olarak koşan adam dağın
tepesine çıkmış oradan bağırmıştı. Kuşkusuz ses, attan hızlıydı. Banà
müjdeyi veren adam gelince üzerimdeki elbiseyi çıkarıp ona giydirmiştim.
Allah'a andolsun ki, o gün ondan başka bir şeyim yoktu. Verdiğim iki
elbiseyi karşılığını ödeyerek tekrar giydim ve Peygamberimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- yanına gittim. Müslümanlar grup grup beni karşılayıp
tevbemin kabul olunmasından dolayı kutluyorlardı. "Allah tevbeni kutlu
kılsın" diyorlardı. Sonrâ mescide girdim. Baktım Peygamberimiz mescidde
oturmuş, bir grup da etrafında halka olmuştu. Talha b. Ubeyd kalktı. koşarak
yanıma geldi, elimi sıkıp kutladı. Muhacirler'den başka hiç kimse kalkıp
beni kutlamamıştı" Ka'b, Talha'nın bu davranışını hiç unutmamıştı.
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- selâm
verdiğimde yüzü Sevinçten parlayarak şöyle dedi: "Annenden doğduğun günden
beri yaşadığın en hayırlı günü müjdelerim." "Bu müjde, senin katından mı
yoksa Allah katından mı ya Resulallah?" dedim. "Aksine Allah katından..."
dedi. Peygamberimiz sevindiği zaman yüzü bir ay parçası gibi aydınlık
olurdu. Bunu bilirdik biz. Yanında oturduğum zaman "Ey Allah'ın Peygamberi
tevbemin kabul olunmasına karşılık bütün malımı Allah ve peygamberine sadaka
olarak vermeyi söz vermiştim" dedim.
"Malının bir kısmını yanında bırak, bu senin için
daha iyidir" dedi. "Kendim için Hayber savaşında payıma düşen ganimeti
bırakıyorum" dedim ve şunları ekledim: "Ey Allah'ın peygamberi, Allah beni
doğru söylediğim için kurtardı. Yaşadığım sürece doğru söylemekten
vazgeçmeyeceğime dair söz verdim." Allah'a andolsun ki, Peygamberimize bu
sözü verdiğim günden bu yana asla yalan konuşmadım ve bundan sonra da yüce
Allah'ın beni yalan konuşmaktan koruyacağını ümit ediyorum. Daha sonra yüce
Allah şu ayetleri indirdi:
"Allah peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden
Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun
kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul
etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."
"Allah hükümleri ertelenen o üç kişinin de
tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar
geldi, can sıkıntısından patlayacak gibi oldular. Allah'dan kaçmanın yine
O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar. Bunun üzerine
Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah
tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir."
"Ey mü'minler, Allah'dan korkunuz ve dosdoğrularla,
gerçekten hiç ayrılmamış olanlarla beraber olunuz."
Ka'b diyor ki; "Allah'a andolsun ki, yüce Allah'ın,
beni islâma iletmesinden sonra, bana o gün peygambere doğru söylememden daha
büyük bir nimet vermemiştir. O gün yalan söylemiş olsaydım, ona yalan
söyleyenler gibi helâk olacaktım. Çünkü yüce Allah ona yalan söyleyenler
için söylenecek en kötü sözü söylemiştir."
"Savaştan döndüğünüzde kendilerini azarlamayasınız
diye size Allah adına yemin edeceklerdir. Onları azarlamayınız, bir şey
olmamış gibi davranınız. Çünkü onlar somut pisliktirler. İşledikleri
kötülüklerin karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir."
"Kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin
ederler. Oysa siz onlardan hoşnut olsanız bile Allah yoldan çıkmışlar
güruhundan kesinlikle hoşnut olmaz."
İşte bu üç kişiden birinin, Ka'b b. Malik'in
dilinden Tebük seferine çıkmayan üç kişinin hikâyesi. Hikâyenin her bölümü
bir ibret tablosu. Hikâyede islâm toplumunun sağlam ve sarsılmaz temelinden
belirgin çizgiler ön plana çıkmaktadır. Hikâye islâm toplumunun yapısının
sağlamlığını, toplumu oluşturan unsurların paklığını, toplumun anlamına,
davetin yükümlülüklerine, emirlerin, değerine ve itaatin zorunluluğuna
ilişkin düşüncenin netliğini gözler önüne sermektedir.
Şu Ka'b b. Malik ve iki arkadaşı o zor anda çıkılan
setere katılmıyor, insan olmaktan kaynaklanan zaafa yenik düşüyor, gölge ve
rahatlık çekici geliyor, bu ikisini yakıcı sıcaklığa, sıkıntılara, uzun
yolculuğa, yorucu çabaya tercih ediyorlar. Ne var ki, Ka'b Peygamberimizin
sefere çıkmasından sonra çok geçmeden yaptığının farkına varıyor.
Çevresindeki her şey ona bu hatanın korkunçluğunu vurguluyordu...
"Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sefere çıkmasından sonra
halkın arasına çıktığımda son derece üzülüyordum. Çünkü hakkında münafıklık
söylentileri ya da Allah katında mazur sayılanlardan başka benim gibi birine
rastlamıyordum." Yani hastalık ve zayıflıktan, bir de harcayacak bir şey
bulamamaktan dolayı Allah katında cihada çıkmaktan mazur sayılanlar.
Zorluk, müslümanları peygamberin uzun ve sıkıntılı
sefere çağırmasına koşmaktan alıkoyamadı. Sadece hakkında münafıklık
söylentileri bulunan ve yüce Allah'ın mazur saydığı güçsüz kimseler bu
çağrıya koşmamışlardı. Müslüman toplumun sağlam temeli ise, zorluktan daha
güçlü bir ruha ve sıkıntılardan daha sağlam bir köke sahiptir.
Bu bir...
İkincisi de takvadır... Hata yapanı doğru söylemeye
ve suçunu itiraf etmeye yönelten takva... Bundan sonra iş Allah'a kalmıştır:
Ben, "Ey Allah'ın peygamberi, eğer şu dünyada senden başka birinin yanında
oturmuş olsaydım, bir özür ileri sürerek öfkesinden kurtulurdum. Kendi
kendime ölçtüm-biçtim. Fakat Allah'a andolsun ki, bugün sana yalan
söyleyecek olursam, benden hoşnut olacağını, buna karşılık yüce Allah'ın
senin kızgınlığını üzerime çekeceğini anladım. Eğer sana doğruyu söyleyecek
olursam bunun böyle olduğunu bileceğini anladım. Ben bu konuda Allah'ın
vereceği hükmü bekliyorum. Allah'a andolsun ki, hiçbir mazeretim yoktu,
senin çıktığın seferden geri kaldığım günkü gibi kendimi hiçbir zaman bu
kadar güçlü ve rahat hissetmemiştim" dedim.
Çünkü hata yapan mü'min vicdanında Allah'ı her zaman
hazır bulur. Bunun yanında Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun-
hoşnutluğuna da can atıyor. O hoşnutluk, o günlerde insanı yükseltebiliyor,
alçaltabiliyordu. Saygın bir konuma getirebildiği gibi, bakışların altında
damgalanmış bir halde bırakabilirdi; müslümanı. Ya da tek bir insanın bile
kendisine bakmasını önleyebiliyordu. Buna rağmen Allah'ın gözetimi daha
güçlü, Allah korkusu daha derin ve Allah'a ümit bağlamak daha güvenilirdir.
"...Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
Tebük seferine çıkmayanlar arasında mü'minlerin üçümüzle konuşmasını
yasakladı. Halk bizden uzaklaşmaya başladı. Ya da "Bize yabancı gibi
davranıyorlardı" demişti. Ben bile yeryüzünden sıkılmaya başlamıştım. Bu
bildiğim yeryüzü değildi artık. Bu şekilde tam elli gece geçirdik. Diğer iki
arkadaşıma gelince, çaresiz kalkıp evlerine çekilmişlerdi. Bense halk
arasında güçlü kuvvetli biriydim. Halkın arasına çıkıyor, müslümanlarla
birlikte namaz kılıyor, çarşılarda dolaşıyordum. Ama hiç kimse benimle
konuşmuyordu. Namazdan sonra Peygamberimizin meclisinde oturur, ona selâm
verirdim. Kendi kendime: "Acaba selâmımı almak için dudakları kıpırdadı mı
yoksa kıpırdamadı mı?" derdim. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar göz
ucuyla onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakardı, ama ben kendisine
bakınca, bakışlarını kaçırırdı. Müslümanların boykot uygulaması gittikçe
uzuyordu. O sırada amcamın oğlu ve herkesten çok sevdiğim Ebu Katade'nin
bahçesine doğru yürüdüm ve selâm verdim. Fakat selâmımı almadı. Ben "Ey Ebu
Katade, ben sana Allah'ın adıyla seslendim, Allah'ı ve peygamberini
sevdiğimi bilir misin?" dedim. Ama o, sustu. Tekrar seslendim, yine sustu.
Bir da,ha seslendim Allah ve peygamberi daha iyi bilir" dedi. Gözlerim doldu
geri döndüm duvarı geçtim gittim..."
Mekke'nin fethinden sonra yaşanan kargaşaya ve ` zor
anda' başgösteren karışıklığa rağmen, müslüman toplumda disiplin, kontrol
böyle sağlanıyordu. Emirlere uyma bu şekilde gerçekleşiyordu...
"Peygamberimiz mü'minlerin üçümüzle konuşmasını yasakladı." Artık hiçbiri
konuşmak için ağzını açamaz. Kimse Ka'b'ı sevgiyle karşılayamaz. Ona bir şey
veremez, bir şey alamaz. Amcasının oğlu, en çok sevdiği insan bile...
Duvarından tırmanmış, yanına gitmiş, ama selâmını almamıştı. Sorusuna cevap
vermemişti. Israrlar karşısında cevap vermişse de üzüntüsünü giderememiş,
sıkıntısına çare olmamıştı. Sadece, "Allah ve peygamberi daha iyi bilir"
demişti.
Ka'b büyük bir üzüntü içindeydi. Yeryüzü ona sevimli
gelmiyor artık, bu bildiği yeryüzü değildir çünkü. Resulullah'ın
dudaklarının hareketine ümit bağlamıştır. Göz ucuyla sürüyor peygamberi.
Belki peygamber bir kerecik kendisine bakar diye. Bu, içindeki umudu canlı
tutacaktır. Bu ağaçtan kopmadığı, bir yaprak gibi solup kurumadığı için
teselli bulacaktır.
Kovulmuş ve yalnız bırakılmışken, kavminden hiç
kimse (Allah rızası için) ağzını açıp kendisiyle konuşmuyorken, Gassan
kralından kendisine üstünlük, şeref, mevki ve makam vadeden bir mektup
alıyor. Ama, o bütün bunlara bir tek hareketle karşılık veriyor, mektubu
tutup ateşe atıyor. Bunu da içinde bulunduğu imtihanın bir parçası sayıyor,
imtihana karşı sabırlı olmaya devam ediyor.
İlişki kesmek olayı, eşinden ayrılmasını
gerektirecek boyutlara varıyor. Artık bütün insanlar arasında kovulmuş, tek
başına bırakılmış bir kişidir. Yerle gök arasında bir başına kalmıştır.
Karısının yanında hizmet etmek amacıyla kalmasını sağlamak için peygamberden
izin istemeye utanıyor. Çünkü ne cevap alacağını bilmiyor.
Bu madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde müjde vardır
madalyonun... Kabul edilmenin, yeniden saffa katılmanın günahtan tevbe
etmenin, dirilip yeniden hayata dönmenin müjdesi vardır...
"Yüce Allah'ın bize ilişkin olarak belirttiği
durumda oturmuştum. İçim sıkılıyor ve yeryüzü bunca genişliğine rağmen bana
dar geliyordu. O sırada Sel'e tepesinden vargücüyle bağıran birinin sesini
duydum. "Ey Ka'b b. Malik müjdeler olsun" diyordu. Hemen secdeye kapandım ve
yeniden rahatlığa kavuştuğumu anladım. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- sabah namazını kılarken yüce Allah'ın bizim tevbelerimizi kabul
ettiğini duyurmuştu. Bunun üzerine müslümanlar bize müjdeyi vermek için
dağılmışlardı. Önce iki arkadaşıma müjde vermişlerdi. Bana da birisi atlı
birisi de yaya olmak üzere iki kişi koşmuştu. Yaya olarak koşan adam dağın
tepesine çıkmış oradan bağırmıştı. Kuşkusuz ses, attan hızlıydı. Bana
müjdeyi veren adam gelince, üzerimdeki elbiseyi çıkarıp ona giydirmiştim.
Allah'a andolsun ki, o gün ondan başka bir şeyim yoktu. Verdiğim iki
elbiseyi karşılığını ödeyerek tekrar giydim ve Peygamberimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- yanına gittim. Müslümanlar grup grup beni karşılayıp
tevbenin kabul olunmasından dolayı kutluyorlardı. "Allah tevbeni kutlu
kılsın" diyorlardı. Sonra mescide girdim. Baktım Peygamberimiz mescidde
oturmuş, bir grup da etrafında halka olmuştu. Talha b. Ubeyd kalktı koşarak
yanıma geldi, elimi sıkıp kutladı. Muhacirler'den başka hiç kimse kalkıp
beni kutlamamıştı." Ka'b Talha'nın bu davranışını hiç unutmamıştı.
Olaylar bu şekilde değerlendiriliyordu, bu şekilde
düzenleniyordu, bu toplumda. Kabul olunmuş tevbe bu şekilde karşılanıyor, bu
şekilde önemseniyordu. Bu yüzden müjde sahibine atlılarca ulaştırılıyordu.
Müjdeyi daha çabuk oluşturmak için dağa çıkıp bağırıyordu birisi de...
Yeniden topluma dönen, tekrar bu kökle birleşen dışlanmış adam kutlamaları
ve karşılamaları unutulmayacak bir iyilik olarak algılıyordu.
Peygamberimizin dediği gibi "Anandan doğduğun günden beri yaşadığın en
hayırlı günü müjdelerim" hayatının en mutlu gününü yaşıyordu. Ka'b'ın dediği
gibi peygamberimiz bu müjdeyi verirken yüzü sevinçten parlıyordu. Bu büyük
şefkatli ve merhametli gönül, üç arkadaşının tevbelerinin kabul olunmasından
ve şerefli birer unsur olarak yeniden topluma katılmalarından dolayı
sevinçle dolup taşmıştı.
İşte sefere çıkmayan, sonra da Allah tarafından
tevbelerin kabul olunan üç kişinin hikâyesi... Ve islâm toplumunun hayat
biçimine ve hayatın her alanında uyduğu değerlere işaret eden bu hikâyeden
bazı kesitler...
Hikâye kahramanlarından birinin de anlattığı gibi
ayetin anlamını ruhlarımıza iyice yaklaştırmaktadır: "Sonunda yeryüzü bütün
genişliğine rağmen onlara dar geldi. Can sıkıntısından patlayacak gibi
oldular, Allah'dân kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu
olmadığını anladılar."
Ne değeri var yeryüzünün, içinde yaşayanlar
olmasa... Yeryüzü, üzerinde geçerli olan değerlerle bir anlam kazanır.
Üzerinde yaşayanların arasındaki bağlar ve ilişkilerdir yeryüzünü değerli
kılan. İfade, sanatsal güzelliğindeki gerçekliğin ötesinde pratik anlamı
bakımından da gerçeği yansıtmaktadır. Ayetin sanatsal güzelliği şu seferden
geri kalan üç kişiye dar gelen yeryüzünü öyle bir tasvir ediyor ki, yerin
çevresi daralmaya kıtalar büzülmeye başlamış, bu üç kişi de orada sıkılmış
kalmıştır adeta.
"Can sıkıntısından patlayacak gibi oldular."
Bedenleri bir kap gibi sıkıştırıyordu onları sanki.
Hareket etmelerine imkân vermiyordu. Onları sıkıştırıyor nefes aldırmıyordu
adeta:
"Allah'dan kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir
çıkar yolu olmadığını anladılar."
Hiç kimsenin Allah'dan başka sığınacak bir yeri
yoktur. Göklerin ve yerin her tarafı onun kontrolündedir. Ne var ki bu
gerçeğin böylesine sıkıntı verici bir atmosferde dile getirilmesi sahneye
daha bir sıkıntı, karamsarlık ve daralma havası katıyor. Sıkıntıları
gideren, insanları düzlüğe çıkaran Allah'a sığınmaktan başka kurtuluş yolu
yoktur bu can sıkıntısından.
Ardından kurtuluş geliyor, düze çıkıyorlar...
"Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti
ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah tevbeleri kabul edicidir,
merhametlidir."
Bu özel günahdan dolayı ettikleri tevbeyi kabul etti
ki, geçmişte istedikleri tüm günahlardan tevbe etsinler ve ilerde olabilecek
her şeyde Allah'a tam ve eksiksiz dönsünler, ona sığınsınlar. Ka'b'ın sözü
de bunu doğrulamaktadır. "Ey Allah'ın peygamberi tevbemin kabul olunmasına
karşılık bütün malımı Allah ve peygamberine sadaka olarak vermeyi söz
vermiştim" dedim. "Malının bir kısmını yanında bırak, bu senin için daha
iyidir" dedi. "Kendim için Hayber savaşında payıma düşen ganimeti
bırakıyorum" dedim ve şunları ekledim. "Ey Allah'ın peygamberi, Allah beni
doğru söylediğim için kurtardı. Yaşadığım sürece doğru söylemekten
vazgeçmeyeceğine dair söz verdim. Allah'a andolsun ki, Peygamberimize bunu
söyledikten beri hiçbir müslümanın doğru konuşmakta, yüce Allah'a karşı
benden daha iyi bir sınav verdiğini bilmiyorum. Allah'a andolsun ki,
Peygamberimize bu sözü verdiğim günden bu yana asla yalan konuşmadım ve
bundan sonra da yüce Allah'ın beni yalan konuşmaktan koruyacağını ümit
ediyorum.
Fî Zılâl-il Kur'an'da bu de.:n anlamlar içeren
hikâye ve Kur'an'ın bu hikâyeyi eşsiz bir şekilde dile getiren ifadesi
üzerinde bundan fazla duramıyoruz. Yüce Allah'ın başarılı kıldığı oranda
yaptığımız bu açıklamayı yeterli görüyoruz.
DOĞRULARLA BERABER
OLUN VE MÜCADELE EDİN
Savaşa çıkma konusunda tereddüt gösterenlerin sefere
çıkmayanların tevbelerinin kabul edilmesinin ve seferden geri kalanlardan üç
kişinin hikâyesinde ön plana çıkan doğruluk unsurunun ışığında Allah'dan
korkmalarına ve iman açısından doğru olduklarını ispat etmiş örnek
kimselerle beraber olmalarına ilişkin tüm mü'minlere yönelik bir çağrı yer
alıyor. Bunun yanında Medineliler'in ve çevrelerindeki taşralı Araplar'ın
seferden geri kalmaları kınanıyor. Bu arada mücahidlere bol bir mükafat
va'dediliyor:
119- Ey mü'minler
Allah'dan korkunuz ve dosdoğrularla, gerçekten hiç ayrılmamış olanlarla
beraber olunuz.
120- Gerek
Medineliler'e ve gerekse çevrelerinde yaşayan Bedeviler'e savaşta
peygamberden geri kalmak ve kendi canlarının kaygısını onun canının
kaygısının önüne geçirmek yakışmaz. Çünkü Allah yolunda çekecekleri her
susuzluk, katlanacakları her yorgunluk, karşılaşacakları her açlık,
kâfirleri öfkelendirecek her bir karış toprağa ayak basmaları; düşmanın
zararına kazanacakları her tür başarı karşılığında mutlaka hesaplarına iyi
amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah, iyi işler yapanları ödülsüz bırakmaz.
121- Yaptıkları
küçük-büyük bütün maddi harcamalar ve aştıkları her vadi, mutlaka
hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri iyilikleri en güzel karşılıklarla
ödüllendirsin.
Bu davayı ve bu hareketi ayakta tutanlar
Medineliler'dir. Bu davanın en yakınları onlardır. Onlar bu dava ile
vardırlar ve onun için vardırlar. Hz. Peygamber'i -salât ve selâm üzerine
olsun- barındıran, ona bağlılık andı içenler onlardır. Yarımada'daki
toplumda, bu dinin sağlam temeli onların varlığında somutlaşmaktadır.
Medine'nin çevresinde yer alıp, da müslüman olmuş kabileler de öyle... Onlar
da temelin dış destekleri konumundadırlar. Bu yüzden bunlar ve onlar
herhangi bir eylemde, peygamberden geri kalamazlar. Kendilerini ona tercih
edemezler. Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ister sıcakta, ister
soğukta, ister zorlukta, ister rahatlıkta, ister kolaylıkta, ister sıkıntıda
olsun, ne zaman sefere çıkarsa çıksın, bu davanın onlara yüklediği
sorumlulukları ve zorlukları seve seve yüklenmelidirler. Çünkü bu davaya
gönül vermiş Medineliler'in ve çevrelerindeki taşralı Araplar'ın Hz.
Peygamberin yakınında yer aldıkları halde, Hz. Peygamberin katlandığı
herhangi bir şeyi kendileri için daha çok istemeleri gerektiğini bilmemekte
mazur sayılamazlar.
Bu nedenle onlar, Allah'dan korkmaları ve seferden
geri kalmayan, geri kalma düşüncesini akıllarına bile getirmeyen, zor
anlarda imanları sarsılmayan ve yalpalamayan doğrularla beraber olmaları
çağrısı yapılıyor. Bunlar öncü kimselerden ve güzel güzel onları
izleyenlerden oluşan seçkin bir topluluktur!
"Ey mü'minler, Allah'dan korkunuz ve dosdoğrularla,
gerçekten hiç ayrılmamış olanlarla beraber olunuz."
Bu çağrıdan sonra ayetlerin akışı, Peygamber'in
-salât ve selâm üzerine olsun çıktığı seferden geri kalma olayının, temelden
hoş karşılanmayacak bir davranış olduğunu vurgulayarak sürüyor.
"Gerek Medineliler'e ve gerekse çevrelerinde yaşayan
Bedeviler'e, savaşta Peygamberden geri kalmak ve kendi canlarının kaygısını
onun canının kaygısının önüne geçirmek yakışmaz."
İfadede gizli bir azarlama var. Peygamberle birlikte
bulunan birine, "Bu adam kendini peygambere tercih ediyor, onunla beraber ve
onun arkadaşı olduğu halde, kendi can kaygısını peygamberin can kaygısının
önüne çıkarıyor" denmesinden daha etkin, daha acı bir azar olabilir mi?
Bu ifade ayni zamanda, her nesilden bu davaya
bağlananları aynı noktada birleştirmektedir. Çünkü hiçbir mü'min, Hz.
Peygamber'in göğüs gerdiği ve katlandığı bir şeye göğüs germekten, ona
katlanmaktan kaçınamaz. Bu davaya mensup olduğunu iddia etmesine ve Hz.
Peygamberi örnek aldığını ileri sürmesine rağmen, Hz. Peygamber'in
katlandığı hiçbir zorluktan kaçınmak olacak iş değildir. Bu, mü'min olma
iddiası ile çelişmektir.
Bu, yüce Allah'dan gelen emrin gereği olmakla
birlikte, Hz. Peygamber'den duyulan hayatın gerektirdiği bir görevdir de.
Üstelik bu görevi yerine getirmenin mükafatı da, bitmez-tükenmez bir
mükafattır.
"Çünkü Allah yolunda çekecekleri her susuzluk,
katlanacakları her yorgunluk, karşılaşacakları her açlık, kâfirleri
öfkelendirecek herbir karış toprağa ayak basmaları, düşmanın zararına
kazanacakları her tür başarı karşılığında mutlaka hesaplarına iyi bir amel
yazılır. Hiç şüphesiz Allah, iyi işler yapanları ödülsüz bırakmaz."
"Yaptıkları küçük büyük bütün maddi harcamalar ve
aştıkları her vadi, mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri
iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin."
Çekilen susuzluğa, katlanılan açlığa, karşılaşılan
yorgunluğa ve kâfirlerin öfkesini çeken her adıma mükafat vardır. Düşmana
karşı kazanılan her başarı ödüllendirilecektir. Bütün bunlar, mücahid için
iyi amel olarak yazılır hesaba. Yüce Allah, iyilik severlerin hesabına geçer
bunları. Ve O, iyilik yapanları ödülsüz bırakmaz.
Yapılan küçük büyük bütün maddi harcamalar karşılık
görecektir. Vadiler aşmak için atılan her adım, mücahidin hayatta işlediği
en iyi amelin karşılığı gibi ödüllendirilecektir.
Dikkat edin! Allah'a andolsun ki, yüce Allah bize
sınırsız bağışta bulunuyor. Andolsun ki, verilen ödülde büyük bir hoşgörü ve
sınırsız bir bağış vardır. Bütün bu sınırsız bağışların, bu büyük ödüllerin,
bizim üstlendiğimiz ve bize emanet edilen bu dava uğruna Peygamberimizin
katlandığı zorlukların yanında, son derece küçük kalan zorluklara karşılık
olması insanı utandırıyor.
Bu surede, seferden geri kalanları kınayan ayetlerin
inmesi; geride kalanların özellikle dev Medineli ve çevredeki Bedevi
kabilelerine mensup kişilerin azarlanması üzerine müslümanların, özellikle
Medine'yi çevreleyen, kabilelerin, Peygamberimizin işaretine anında cevap
vermek için Medine'ye birikmeye başladıkları anlaşılıyor. Bu durum, pratik
açıdan açıklamaya uygun bir zamanda, genel seferberliğin sınırlarını
belirlemeyi gerektirmiştir. Artık islâm toprakları genişlemiştir. Arap
Yarımadası nerdeyse tümden islâmın egemenliğine girmiştir. Cihada çıkmaya
gücü yeten insanların sayısı artmıştır. Tebük seferinde, bütün geride
kalanlara rağmen sayıları otuzbine varmıştı. Daha önce müslümanların çıktığı
hiçbir seferde bu kadar insan biraraya gelmemişti. Artık uğraşıları, cihad,
yeryüzünü kalkındırmak, ticaret ve henüz ortaya çıkmış bulunan ümmeti ayakta
tutacak diğer hayat sorunları arsında bölüştürmenin zamanı gelmiştir. Bu
ümmet, basit kabileciliğin isteklerini aşmıştır. Artık ilkel kabile
toplumunun ihtiyaç duyduğu şeylere ihtiyaç duymamaktadır. İşte aşağıdaki
ayet, bu sınırları gayet açık bir şekilde gözler önüne sermektedir:
122- Mü'minlerin
topyekün sefere çıkmaları gerekmez. Bunun yerine her kabileden bir grup,
dinin özünü öğrenmek ve kötülüklerden kaçınırlar umudu ile soydaşlarını
uyarmak için sefere çıkmalıdır.
Bu ayetin tefsirine, dinin özünü kavrayacak ve geri
döndüğünde toplumunu uyaracak grubun kimliğine ilişkin birçok rivayet
vardır. Bize göre ayeti şu şekilde yorumlamak en doğrusudur: Mü'minler hep
birlikte seferberliğe katılacak değildirler. Her topluluktan birer grup
katılacaktır. Ama sefere çıkanlarla, geride kalanlar, bu işi dönüşümlü
yapacaklardır. Savaşa çıkan grup, seferberlik, yolculuk, cihad ve bu inanç
uyarınca harekete geçme sayesinde dinin özünü kavrayacak, döndüğü zaman da,
cihad ve hareket esnasında bu dinin özüne ilişkin gördüğü ve kavradığı
gerçeklerle kavminden geride kalanları uyaracak, onlara bu gerçekleri
anlatacaktır.
Bizi bu sonuca götüren etken -bu görüş temelde,
İbn-i Abbas'ın yorumuna, Hasan Basri'nin tefsirine, İbn-i Cerir'in tercihine
ve İbn-i Kesir'in görüşüne dayanmaktadır- bu dinin harekete dönük bir hayat
sistemi oluşudur. Bu dinin özünü, onunla birlikte hareket etmeyenler
kavrayamaz. Dolayısıyla bu din uğruna cihad edenler, insanlar arasında bu
dinin özünü en iyi şekilde kavrama imkânına sahip kimselerdir. Çünkü bu
dinle birlikte, hareket esnasında dinin sırları ve derin anlamları ortaya
çıkar. Olağanüstü olayları ve pratik uygulamaları gözleriyle görürler.
Geride kalanlara gelince, bunlar harekete katılanlara başvurmak
zorundadırlar. Çünkü savaşa çıkanların gördükleri gerçekleri görmemişlerdir.
Onların kavradığı gibi kavrayamamışlardır dinin özünü. Bu dinle birlikte
harekete geçenlerin farkına vardıkları sırları görememişlerdir. Özellikle
sefere çıkanlar arasında Allah'ın Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun-
bulunuyorsa... Genel olarak savaşa çıkma, dini anlamanın ve dinin özünü
kavramanın en uygun yoludur.
Bu görüş, ilk başta akla gelen seferden, cihattan ve
hareketten geri kalanların dinin özünü kavramak üzere ayrıldıkları
düşüncesine ters gelebilir. Ama savaştan geri kalanların, dinin özünü
kavramak üzere ayrıldıkları düşüncesi dayanaksız bir kuruntudur. Bu dinin
tabiatına terstir. Bu dinin dayanağı harekettir. Bu yüzden, onunla birlikte
hareket eden insanların pratik hayatına onu egemen kılmak için cihad eden,
yaşamaya dönük hareket aracılığı ile, cahiliyeye karşı üstünlük sağlayandan
başkası bu dinin özünü kavrayamaz.
Deneyimler kanıtlamıştır ki, bu dinle birlikte
harekete geçmeyenler, bu dini harekete dönük bir sistem olarak yaşamayanlar,
uzun süre kitaplar arasında donuk incelemeler ve araştırmalarla uğraşsalar
bile, dinin özüne ilişkin olarak hiçbir şey kavrayamazlar. Gerçekleri gün
yüzüne çıkaran aydınlık, bu dini insanların hayatına egemen kılmak için
hareket eden, cihad hareketine katılan kimselere görünebilir. Kitapların
safları arasında boğularak incelemeye girişenlere değil.
Bu dinin fıkhı, ancak hareket yurdunda ortaya
çıkabilir, gelişebilir. Dinin özü, harekete dönük bir hayat biçimi olarak
yaşaması gerekirken, yerinde oturan bir fıkıhçıdan alınamaz, öğrenilemez.
Günümüzde islâm fıkhını, "yenilemek" ya da -Haçlı oryantalistlerin dediği
gibi- "geliştirmek" amacıyla fıkhi hükümler çıkarmak için kitapların,
sayfaların arasında incelemeye dalanlar... Evet insanları kula kulluktan
kurtarmaktan ve sadece Allah'ın şeriatını egemen kılmak ve tağutların
yasalarını hayattan uzaklaştırmak suretiyle, insanları Allah'a kul yapmayı
hedefleyen hareketten çok uzak olan bu adamlar, bu dinin tabiatını
kavrayamazlar. Bu yüzden, dinin fıkhını düzenlemeleri ve fıkhi kurallar
koymaları doğru değildir.
İslâm fıkhi, islâmi hareketin ürünüdür: Önce din
ortaya çıkmış, sonra fıkıh... Bunun tersi kesinlikle doğru değildir. Önce
tek başına Allah'a boyun eğme olayı gerçekleşmiştir... Önce sadece Allah'a
itaat edilmesi gerektiğini kabul eden, cahiliye yasalarını, gelenek ve
göreneklerini bir kenara bırakan, insan aklının ürünü yasaların hayatın
herhangi bir yönüne egemen olmasına imkân vermeyen bir toplum oluşmuştur.
Sonra bu toplum, şeriatın özünden kaynaklanan ayrıntılara ilişkin hükümlerin
yanında, şeriatın genel ilkeleri doğrultusunda pratik olarak yaşamaya
başlamıştır. Bu toplum, Allah'ın tek ve ortaksız egemenliğinin öngördüğü
şekilde, sadece O'nun şeriatını hayata geçirmek, yani O'nun dininin
egemenliğini gerçekleştirmek için pratik hayatını sürdürürken, pratik
hayatında yenilenen durumların etkisiyle ortaya çıkan ayrıntıya ilişkin
sorunlarla da karşılaşmıştır. İşte sadece bundan dolayı fıkhi hükümler
çıkarmaya çalışmıştır. İslâm fıkhının gelişmesi bu noktadan başlamıştır.
İşte bu fıkhı ortaya çıkaran etken, bu dinle birlikte hareket etme olayıdır.
Gelişmeyi sağlayan bu harekettir. Bu fıkıh, hiçbir zaman pratik hayatın
sıcaklığından uzak bir şekilde donuk sayfalar arasından çıkarılan bir fıkıh
olmamıştır. Bu yüzden, dinin özünü kavramış fıkıhçıların oluşturdukları
fıkıh; onların bu dinle birlikte hareket etmelerinin ve bu dini yaşayan ve
onun uğruna cihad eden, pratik hayatın hareketi ile ortaya çıkarak, fıkhı
uygulayan canlı müslüman toplumun pratik hayatı ile içiçe oluşlarının
ürünüdür.
Peki bugün durum nasıldır?.. Allah'ın tek ve
ortaksız egemenliğini ilan eden herhangi bir kulun egemenliğini fiilen
reddeden, Allah'ın şeriatını yasa edinen ve bu yetkili kaynaktan gelmeyen
tüm yetkisiz yasaları pratik olarak reddeden o müslüman toplum nerede?..
Hiç kimse bu toplumun şu anda var olduğunu iddia
edemez. Bunun için islâmi bilen, daha baştan bu fıkhın hayatına yön veren
tek yasa olması gerektiğini kabul etmeyen toplumların içinde yaşarken, islâm
fıkhını geliştirmeye ya da "yenilemeye" veya "çağdaşlaştırmaya" yeltenemez.
Ciddi bir müslüman öncelikle, sadece Allah'a itaat edilmesini, O'nun dininin
egemen olmasını sağlamaya çalışır. Hakimiyet Allah'a itaat edilmesini
sağlamak için yasama ve kanun koymanın sırf O'nun şeriatından
kaynaklanmasını gerçekleştirmeye çalışır.
Bazı kimselerin islâm fıkhını uygulayan, hayatlarını
bu fıkha dayandırmayan bir toplumda, islam fıkhının gelişmesinin ya da
"yenilenmesi" yahut "çağdaşlaşması" ile uğraşmaları bu dinin ciddiyetine
yakışmayan boş ve komik bir çabadır. Aynı şekilde bir insanın yerinde oturup
soğuk kitap ve sayfalar arasında kaybolup, donuk fıkhi kalıplardan fıkhi
kurallar edinmek suretiyle dinin özünü kavrayacağı düşüncesinde olması da,
bu dinin tabiatını bilmemesinin yüz kızartıcı ifadesidir. Çünkü islâm,
yoluna devam eden hayatın akışına egemen olmadıkça ve realite dünyasında bu
din ile birlikte hareket edilmedikçe, şeriattan fıkhi kurallar çıkarmak
mümkün olmayacaktır.
İslâm toplumunu doğuran etken, Allah'ın dinini din
edinme ve sadece O'nun dinini hükümran kılma olayıdır. İslâm toplumu da,
"İslâm fıkhını" oluşturmuştur. Bu sıralama kaçınılmazdır. Sadece Allah'a
itaat etmenin, O'nun dinini hükümran kılmanın ortaya çıkardığı ve sırf
Allah'ın şeriatını uygulamaya kararlı bir müslüman toplumun varlığı
kaçınılmazdır. Bundan sonra -ama kesinlikle önce değil- kendisini ortaya
çıkaran toplumun boyuna göre, ayrıntılı bir islâm fıkhı oluşur. Ama
kesinlikle önceden hazırlanmış bir "giysi" olarak değil. Çünkü her fıkhi
hüküm -tabiatı itibariyle- genel şeriatın, belli bir oranda, belli bir
kalıpta ve belli koşullarda pratik durumlara uygulanışının kurallaşmış
ifadesidir. Bu durumları islâm çerçevesinde -uzağında değil- ortaya çıkaran
oranını, şeklini ve koşullarını belirleyen hayatın akışıdır. Bunun için
derhal bu durumların "boyuna" uygun, "ayrıntılı" hüküm belirlenir.
Kitapların sayfaları arasındaki kalıplaşmış hükümlere gelince, bunlar,
pratik olarak islâm şeriatının egemenliği esasına dayalı olarak süren islâmi
hayatın varolduğu dönemlerde ortaya çıkan belli durumlar için belirlenmiş,
ayrıntılı biçimde konulmuş kurallardır. Ortaya çıktıkları dönemde donuk ve
"kalıplaşmış" kurallar değildiler. O zaman canlı ve hayat dolu kurallardı
bunlar. Bizim de karşımıza çıkan yeni durumlar için ayrıntılı kurallar
belirlememiz gerekir, ama bundan önce, toplumsal yasalarına Allah'dan
başkasına boyun eğmeyen, yasamaya ilişkin hükümleri sırf O'nun şeriatından
edinen müslüman bir toplumun varlığı şarttır...
Ancak bu şekilde uğraşırlar; ciddi ve sonuç alıcı,
dolayısıyla da bu dinin ciddiliğine yakışır olabilir. Bunun için yapılır
basiretleri açan ve dinin özünü işte bu amaç doğrultusunda, basireti açan ve
dinin özünü gerçek anlamda kavramayı sağlayan cihad yapılır. Bunun dışındaki
tüm uğraşılar, bu dinin önünde ters, komik ve boş uğraşılardır. Bu
uğraşılar, "islâm fıkhını yenileme" ya da "geliştirme" maskesi altında,
gerçek cihad yükümlülüğünden kaçmanın belirtisidir. Oysa zayıflığı ve
eksikliği itiraf etmek, geride kalıp oturanlarla birlikte cihada çıkmamakla
işlenen günah için, Allah'dan bağışlanma dilemek böyle bir kaçıştan daha
iyidir.
Bundan sonra ayet, cihad hareketinin stratejisini ve
boyutunu belirlemeye koyuluyor. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- ve bütün halifeler bu strateji ve bu boyuta göre hareket
etmişlerdir. Birtakım pratik gereklerin ortaya çıkardığı durumların dışında
bunlardan ayrılmamışlardır:
123- Ey mü'minler en
yakınınızdaki kâfirler ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve
biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir.
Ayeti kerimenin işaret ettiği cihad stratejisi ise,
şudur:
"Ey mü'minler en yakınınızdaki kâfirler ile
savaşınız."
İslâm fetihleri aşama aşama, bu stratejisi uyarınca,
"islâm yurduna" en yakın olanlara, islâm yurdunun komşularına yönelmiştir.
Arap Yarımadası müslüman olduktan sonra (ya da Mekke'nin fethinden sonra,
islâm yurdu üzerinde bir tehdit unsuru oluşturmayacak dağınık grupların
dışında büyük çoğunluğu müslüman olduktan sonra) Bizans topraklarına yönelik
Tebük seferi düzenlenmiştir. Daha sonra islâm ordularının Bizans ve İran
topraklarındaki ilerlemesi devam etmişti. Fakat arkalarında kesinlikle bir
gedik bırakmamışlardı. İslâm ülkesinin birliği sağlanmış, sınırlar
birleştirilmişti. Böylece müslüman toplum her tarafı birbirine bağlı ve
birbirine kenetlenmiş büyük bir kitle haline gelmişti. Bu kitle parçalanana,
aile egemenliğine ya da milliyet esasına dayalı yapay sınırlar ortaya
çıkarılana kadar, gücünden hiçbir şey kaybetmemişti. Bu durum, bu dinin
düşmanlarının ellerinden geldikçe, bu dine üstünlük sağlamak için devreye
soktukları bir taktiktir ve halâ aynı taktiği uygulamaktadırlar. Irkların,
dillerin, soyların ve renklerin farklılığına rağmen bu dinin bir zamanlar,
"islâm yurdunun" sınırları içinde "tek bir ümmet" haline getirdiği halklar,
dinlerine dönmedikleri, tekrar islâmın sancağı altında toplanmadıkları,
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hareket çizgisini izleyip,
kendisine zafer, üstünlük ve egemenlik garantisi verilen ilahi önderliğin
sırlarını kavramadıkları sürece ezileceklerdir, aşağılanacaklardır.
Bir kez daha yüce Allah'ın şu sözünün üzerinde
duruyoruz.
"Ey mü'minler, en yakınınızdaki kâfirler ile
savayız. Bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden
korkanlar ile beraberdir."
Burada müslümanlara en yakın olan kâfirlerle savaşma
emri verildiğini görüyoruz. Bu kâfirlerin müslümanlara ya da islâm yurduna
saldırmaları şartı sözkonusu edilmiyor. O zaman burada başka bir durumun
sözkonusu olduğunu anlıyoruz. Bu dinle birlikte hareket etmeyi, cihad
ilkesinin kaynaklandığı temel olarak öngören bu durumdur. Medine'de islâm
devletinin kurulduğu ilk dönemlerde başvurulan aşamalı hükümlerde olduğu
gibi, sırf "savunma" durumu da sözkonusu değildir.
Günümüzde, islâmda uluslararası ilişkilere ve
islâmda cihad hükümlerine ilişkin araştırmalar yapan bazı araştırmacılar,
Kur'an'daki cihad ayetlerini yorumlamaya kalkışan kimi yazarlar, bu nihai ve
son hükmü önceki aşamalara ilişkin hükümlerle sınırlamak ve bu hükmün
uygulanışını kâfirlerden gelen saldırıya ya da saldırı endişesine bağlamak
istiyorlar. Oysa sözkonusu ayet kesindir ve bu konuda geçerli olan son
hükümdür. Şimdiye kadar, hüküm koyarken Kur'an'ın başvurduğu ifade yöntemine
artık alışmış bulunuyoruz. Kur'an ifadesi böyle durumlarda konunun üzerinde
son derece titiz davranır. Ele alınan konunun bir diğer konuyla
karıştırılmamasına özen gösterir. Böyle bir durumda farklı bir ifade
kullanır. Bunun yanında, aynı hüküm içinde korunması, istisna edilmesi ve
bir şarta bağlanması veya ayrıcalık tanınması gereken unsur varsa, bunları
da birer birer bilirler.
Onuncu cüzde Tevbe suresini sunarken, müşriklerle ve
ehli Kitap'la savaşmaya ilişkin ayetleri açıklarken, aşamalı hüküm ve
ayetlerin anlamlarını islâmın hareket stratejisinin özüne uygun olarak
ayrıntılı biçimde açıklamıştık. Orada yaptığımız açıklamaları bu konuda
yeterli görüyoruz.
Ancak, İslâmda uluslararası ilişkilere ve islâmda
cihadın hükümlerine ilişkin araştırmalar yapanlar, bu hükümleri içeren
ayetleri yorumlamaya kalkışan yazarlar, islâmın bu hükümleri koymasını
hazmedemiyorlar, dehşete kapılıyorlar. Yüce Allah'ın mü'minlere, en yakın
olan kafirlerle savaşmayı, yakınlarında kâfir bulunduğu sürece savaşı
sürdürmeyi emretmesini bir türlü anlamıyorlar. İlahi emrin böyle olması
onları dehşete düşürüyor, hafızaları alınıyor. Bu yüzden kesin olan bu
hükümlere bazı sınırlamalar getirmeye kalkışıyorlar. Bu sınırlamaları da,
önceki aşamalara ilişkin hükümlerden ediniyorlar.
Ama biz biliyoruz bu adamlar niçin dehşete
kapılıyorlar. Niye hafızaları almıyor bu hükümleri biz biliyoruz.
Onlar islâmda cihadın, "Allah yolunda" bir cihad
olduğunu unutuyorlar. Allah'ın ilahlığını yeryüzüne egemen kılmak, Allah'ın
otoritesini gaspeden tağutları kovalamak, "insanı" Allah'dan başkasına kul
olmaktan kurtarmak, sadece Allah'a itaat ettiği ve kula kulluktan kurtulduğu
için, güç kullanılarak Allah'ın dininden döndürme amaçlı baskılardan
insanları uzak tutmak amacına yöneliktir bu cihad... "Fitnenin kökü kazınana
ve Allah'ın dini bütünüyle egemen olana" kadar sürecek bir cihad... İnsan
yapısı bir ideolojinin, yine insan yapısı bir başka ideolojiye üstünlük
sağlaması için başlatılmış bir savaş değildir bu. Bu savaş Allah'ın
sistemini, kulların sistemine üstün getirmek için başlatılmıştır. Bir ulusu
diğer bir ulusun egemenliği altına almak amacı ile girişilen bir savaş
değildir bu. Allah'ın egemenliğini kulların egemenliğinin üstüne
çıkarmaktır, islâmda cihadın amacı. Bu savaş kulların egemenliğini kurmak
için değildir, yeryüzünde Allah'ın devletini kurmak ve O'nun egemenliğini
sağlamak içindir. Bunun için cihad hareketinin tüm "yeryüzünde" bütün
insanların özgürlüğü için yaygınlık kazanması, harekete geçmesi
kaçınılmazdır. Bu konuda, islâm yurdunun sınırlarının içi ile dışı
farketmez. Her taraf "yeryüzüdür", her tarafta insanlar yaşıyor ve her
tarafta kula kulluk vardır, tağutlar vardır...
İşte bu gerçeği unuttuklarından dolayı, doğal olarak
bir sistemin diğer sistemleri süpürüp atmak üzere harekete geçmesi ve bir
milletin diğer milletleri boyunduruğu altına alması dehşete kapılmalarına
neden oluyor... Durum böyle olunca da mesele hazmedilemiyor, Durum bunun
aksi olmasaydı, gerçekten de hazmedilecek gibi değildir. Bugünkü insan
yapısı düzenlerin "bir arada, barış içinde" yaşamaya imkân vermesi gibi bir
durum, islâm için sözkonusu değildir. Bugünkü düzenlerin tümü insan yapısı
düzenlerdir. Bu yüzden bu düzenlerden hiçbiri, "sadece kendisinin yaşamaya
hakkı olduğunu söyleyemez. Ama insan yapısı sistemlere karşı koyan, bu
düzenleri geçersiz sayan, bütün insanları kula kulluk zilletinden kurtarmak
ve bütün insanlığı tek ve ortaksız Allah'ın kulu olmak onuruna erdirmek ve
insan yapısı bu sistemleri kökten yok etmeyi hedefleyen ilahi düzen için bu
durum geçerli değildir.
Bu adamların dehşete kapılmalarının ve bu hükümleri
hazmedemeyişlerinin bir nedeni de Haçlılar'ın, sistematik, iğrenç, art
niyetli, pis ve alçakça saldırılarıyla karşı karşıya kalmalarıdır. Haçlılar
şöyle diyorlar: "İslâm inancı kılıçların gölgesinde yayılmıştır. Cihad,
başkalarını islâm inancını kabullenmeye zorlamak ve inanç özgürlüğünü
yoketmek amacına yöneliktir.
Mesele bu şekilde algılanınca sindirilecek gibi
değildir. Fakat durum bunun tam tersidir... Kuşkusuz islâm, "Dinde zorlama
yoktur, yanlış ile doğru birbirinden ayrılmıştır" esasına dayanır. O zaman
niçin kılıçla cihada başvurmuştur? Yüce Allah niçin mü'minlerin canlarını ve
mallarını "Allah yolunda savaşmak, öldürmek ve öldürülmek" suretiyle,
karşılığında cenneti vermek üzere satın almıştır? Çünkü islâmda cihad, islâm
inancını zorla benimsetme amacının dışında bir hedefe yöneliktir. Daha
doğrusu inancı zorla benimsetmeye taban tabana karşıt bir hedefe yöneliktir
cihad. Bu cihad, inanç özgürlüğünü garantiye almak için başlatılmıştı. Çünkü
islâm, tüm "yeryüzünde" bütün "insanları" kula kulluktan kurtarmayı
hedefleyen evrensel özgürlük bildirisidir. Bu yüzden her zaman için, kulları
kullara. kul eden tağutlarla karşı karşıya kalmıştır. Sürekli, kulun kula
kulluğu esasına dayanan düzenlerin karşısına dikilmiştir. Bu düzenler,
devlet güçleri ya da herhangi bir kurumsal güç tarafından korunmakta ve
etkinlik alanlarının içinde insanların islâm çağrısına kulak vermelerine
engel oluşturmaktadır. Nitekim bu düzenler, dileyenin dilediği inancı
benimsemesine de engel olurlar. Yâ da çeşitli yöntemlere başvurarak
insanları inançlarından vazgeçirmeye çalışırlar. En iğrenç şekilleriyle
inanç özgürlüğünün ortadan kaldırılması, bu düzenlerin varlığında
somutlaşmaktadır. İşte bundan dolayı islâm, bu düzenleri yerle bir etmek ve
bu düzenleri koruyan güçleri ortadan kaldırmak için kılıca sarılır. Sonra ne
olur? Sonra, yani bu düzenleri ortadan kaldırdıktan sonra, insanları
diledikleri inancı benimseme hakkına sahip özgür kimseler olarak serbest
bırakır. Bu insanlar isterlerse islâma girebilirler. Eğer islâma girerlerse,
müslümanların sahip oldukları tüm haklara sahip olur, müslümanların yerine
getirmek zorunda oldukları görevlerle yükümlü olurlar. Böylece,
kendilerinden önce müslüman olanların din kardeşi olurlar. İsterlerse eski
inançlarını korur, islâm çağrısı önünde bir engel oluşturmayacaklarını ifade
etmek kendilerini henüz islâmın egemenliğine girmemiş güçlerin saldırısından
koruyan müslüman devlete maddi katkılarını yerine getirmek, aynı şekilde
tıpkı müslümanlar gibi kendilerinden olan kimsesizlerin, düşkünlerin ve
hastaların bakımını garantiye almak için cizye öderler.
İslâm hiç kimseyi inancını değiştirmeye
zorlamamıştır. Nitekim Haçlılar eskiden Endülüs halkını günümüzde de
Zengibar halkını topluca yok ettikleri gibi, birçok halkı zorla hristiyan
yapmak için kılıçtan geçirmiş, öldürmüş ve kökten yok etmişlerdir. Kimi
zaman bu halkların hristiyan olmak istemelerini de kabul etmeyip, sırf
müslüman oldukları için yok etmişlerdir. Bazen de kilisenin resmi mezhebinin
dışındaki bir mezhebi benimsedikleri için, hristiyan olan halkları da
kılıçtan geçirmişlerdir. Örneğin Mısır hristiyanlarından onbin kişi sırf
Roma kilisesi ile, bazı inanca ilişkin konularda ayrılığa düştükleri için
tutuşturulmuş, ateşe diri diri atılmak suretiyle barbarca kurban
edilmişlerdi. Bu inanç ayrılıkları, kutsal ruh'un sadece bir babadan ya da
baba oğuldan kaynaklandığına veya Hz. İsa'nın bir ilahi ya da hem ilahi, hem
de insanı tabiata sahip olduğuna ilişkin ayrıntı sayılacak konularla baş
göstermişti oysa...
Son olarak, müslümanların kendilerine en yàkın
kâfirlere savaş açmaları şeklinin, ruhsal bozguna uğramış bu adamları
dehşete düşürmesinin, günümüzde bu gerçeği hazmedemeyişlerinin bir diğer
nedeni de, bu adamların çevrelerindeki realiteyi ve böyle bir hareketin
getirdiği zorlukları görmeleridir. Evet dehşete kapılmaları buradan
kaynaklanıyor. Bu açıdan bakınca, durum gerçekten dehşet vericidir. Ama
acaba müslüman ismini taşıyan yeryüzünde yenik duruma düşmüş ya da
uluslararası boyutlarda herhangi bir etkinlikten yoksun bu haklar mı dini
bütünüyle Allah'a özgü kılmak ve fitnenin kökünü kazımak amacı ile tüm
yeryüzünde bütün milletlere karşı harekete geçecektir? Akıl almaz böyle bir
şeyi, yüce Allah'ın böyle bir şeyi de emretmesi mümkün değildir zaten.
Ne var ki, bütün bu adamlar bir şeyi gözden
kaçırıyorlar. Bu emrin ne zaman ve hangi şartlarda verildiğini dikkate
almıyorlar. Bu emir, Allah'ın hükmü ile hükmeden bir islâm devleti
kurulduktan, tüm Arap Yarımadası bu devletin egemenliğini kabul edip
Allah'ın dinine girdikten ve hayatını bu dine göre düzenledikten sonra
verilmişti. Her şeyden önce, gerçek bir alışveriş sonucu canlarını Allah'a
satmış bir müslüman kitle vardı o gün. Yüce Allah gün be gün, bu kitleye
zafer kazandırmış, ardarda savaşlarda üstün gelmesini gerçekleştirmişti:
Zaman döndü dolaştı tekrar, yüce Allah'ın Hz.
Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- cahiliye hayatını yaşayan
insanları, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın
peygamberi olduğuna" şahitlik etmeye çağırması için gönderdiği günkü şeklini
almıştır. O zaman Peygamberimiz =salât ve selâm üzerine olsun- beraberindeki
bir avuç müslümanla birlikte Medine'de bir müslüman devlet kurana kadar
mücadele etmişti. Savaş emri de böylece son şeklini alana kadar çeşitli
aşama ve hükümlerle gelişmişti. Bugünkü insanların da bu noktaya gelmeleri
için işe, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın
peygamberi olduğuna" şahitlik etmekle başlamaları gerekir. Sonra bu son
aşamaya -Allah'ın emri ile- varırlar. Ama onlar kesinlikle şu çeşitli
mezhebler, sistemler ve arzular tarafından parçalanmış, değişik kavmiyet,
ırk ve milliyet bayrakları altında toplanmış yığınlar olmayacaklardır.
Onlar, `Lâilâhe illallah (Allah'dan başka ilah yoktur)' sancağını yükselten,
bunun yanında başka hiçbir sancak veya sembol yükseltmeyen, yeryüzünde kul
yapısı hiçbir ideoloji,ve sisteme bağlanmayan, Allah'ın adı ile ve O'nun
bereketi üzere hareket eden tek bir müslüman kitle olacaklardır.
İnsanlar günümüzde olduğu gibi böylesine gülünç bir
durumdayken kesinlikle bu dinin hükümlerini kavrayamazlar. Yeryüzüne
Allah'ın ilahlığını egemen kılmayı ve tağutların ilahlığına karşı savaşmayı
hedefleyen bir harekette cihad edenlerden başkası bu dinin hükümlerini
kavrayamaz.
Bu dinin fıkhını, cihad etmeyen, donuk kitap ve
belgeler arasında ömür tüketenlerden öğrenmek ve onlardan fıkhi kurallar
çıkarmayı beklemek doğru değildir. Bu dinin fıkhı, hayat, hareket ve ileriye
atılma fıkhıdır. Kitap sayfaları arasında korunmak, hareketsiz bir ortamda
ele alınmak bu dinin fıkhına yakışmaz. Hiçbir zaman da yakışmayacaktır.
Son olarak "Ey mü'minler en yakınızdaki kâfirler ile
savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden
korkanlar ile beraberdir" ayetinin indiği şartlar burada Bizanslıların
kastedildiğini göstermektedir. Ve bunlar ehli Kitap'tır. Ama bu surede inanç
ve uygulamada işledikleri küfre dikkat çekilmişti. İnançlarında sapma vardı.
Hayatlarına da kul yapısı yasalar egemendi.
Bu dinin, kitaplarından sapmış, kendi içlerindeki
adamların ortaya koyduğu yasalarla yönetilen ehli Kitab'a karşı uyguladığı
stratejiyi kavrayabilmemiz için, bu yaklaşım üzerinde biraz durmamız
gerekmektedir. Bu hüküm hangi zamanda ve mekânda olursa olsun, ellerinde
Allah'ın şeriatı ve Kitabı olduğu halde, aralarında birtakım adamların
koyduğu yasalarla yönetilmeyi kabul eden tüm Kitap ehlini kapsamaktadır.
Ayrıca yüce Allah, kendilerinde sertlik bulsunlar
diye müslümanlara kendilerine yakın olan kâfirlerle savaşmaları emrini şu
cümleyle bağlamıştır:
"Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir."
Savaş emrinin bu cümleyle bağlanmış olmasının özel
bir anlamı vardır. Çünkü burada sözkonusu edilen takva... İnsanın Allah
tarafından sevilmesini sağlayan takva... Evet bu takva, müslümanı kendisine
en yakın kâfirlerle savaşmaya, son derece sert bir tavırla gevşemeden, geri
dönmeden fitnenin kökü kazınana ve din bütünüyle Allah'a özgü kılınana,
O'nun dini tamamen egemen olana kadar savaşa girişmeye yönelten bir
duygudur.
Ne var ki, burada sözkonusu edilen sertliğin sadece
-bu dinin genel davranış kurallarının sınırları içinde- savaşacak olanların
niteliği olduğunu, bunun hiçbir bağ ve kural tanımayan bir sertlik
olmadığını bilmek hem bizim, hem de insanlık için gerekli bir husustur.
Savaşmadan önce, karşı tarafa bildirmek gereklidir.
Onları müslüman olmak, cizye vermek veya savaşmaktan birini tercih etmeye
çağırmak fiili savaşta önce gerekli bir husustur. Ayrıca anlaşmanın
bozulması, şayet bir anlaşma varsa -ihanet edileceğinden korkulması da
gereklidir, savaş ilanı için. (Nihai hükümler, müslümanlarla marış yapmayı
ve cizye vermeyi kabul etmek üzere zimmet ehline, müslümanlarla antlaşma
imzalama hakkını tanımaktadır. Bunun dışında herhangi bir antlaşma sözkonusu
değildir. Ancak müslümanlar zayıf bir durumdaysa, benzeri durumlarda
başvurulan aşamalı hüküm onlar için de yeterli olur.)
Aşağıdakiler Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- bütün savaşlarda uyulmasını istediği kurallardır:
Büreyde -Allah ondan razı olsun- şöyle der:
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- orduya veya bir müfrezeye
birini komuta etmek üzere görevlendirdiğinde, kendisi hakkımda Allah'dan
korkmasını, beraberindeki müslümanlara da iyilikle muamele etmesini tavsiye
eder. Sonra şöyle derdi: "Allah'ın adı ile Allah yolunda savaşa çıkın.
Savaşın, Allah'a inanmayan kafirlerle. Savaşın ama aşırı gitmeyin, yakıp
yıkmayın, ölülerin uzuvlarını kesmeyin, çocukları öldürmeyin. Müşrik
düşmanlarınla karşılaştığın zaman onları şu üç şıktan birini kabul etmeye
çağır, kabul ederlerse, sen de kabul et ve vazgeç onlardan. Sonra, onları
yurtlarını bırakıp Muhacirler'in yurduna taşınmaya çağır. Bunu yapacak
olurlarsa, Muhacirler'in sahip oldukları haklara onların da sahip
olacaklarını, Muhacirler'in yükümlü oldukları şeylerden onların da sorumlu
olacaklarını bildir. Yurtlarından taşınmayı kabul etmeyecek olurlarsa,
müslüman olmuş taşralı Araplar gibi olacaklarım, mü'minlere uygulanan
Allah'ın hükümlerinin onlara da uygulanacağını ve müslümanlarla birlikte
savaşa çıkmadıkları sürece ganimetten bir pay alamayacaklarını bildir. Bunu
kabul etmezlerse, onlardan cizye iste... Kabul ederlerse, sen. de kabul et
ve vazgeç onlardan. Yüz çevirirlerse, Allah'dan yardım iste ve onlarla
savaş."
Abdullah b. Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle der:
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- savaşlarından birinde
öldürülmüş bir kadın bulundu. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Muaz b.
Cebel'i -Allah ondan razı olsun- Yemen'e halka islâmı öğretmek üzere
gönderdiği zaman, ona şöyle tavsiye etmişti:
"Sen ehli Kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları,
`Allah'dan başka ilah olmadığına ve benim Allah'ın peygamberi olduğuma'
şahitlik etmeye çağır.
Buna uyacak olurlarsa, yüce Allah'ın her gün ve
gecede onlara beş vakit namaz kılmayı farz kıldığını bildir. Bunu kabul
edecek olurlarsa, yüce Allah'ın zenginlerden alınıp fakirlerine verilmek
üzere onlara malı bir sorumluluk (sadaka) yüklediğini bildir. Buna uyacak
olurlarsa, artık malları dokunulmazdır. Bir de mazlumun bedduasından sakın.
Çünkü mazlumun bedduası ile Allah arasında perde yoktur."
Ebu Davud, Cuheyne kabilesinden bir adama dayanarak
şöyle rivayet eder: Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Bir kavim ile savaşır ve
onlara üstün gelirsiniz, onlar da canlarını ve çocuklarını korumak için
mallarını verir, sizinle barış yapmak isterlerse, bunun dışında bir şey
istemeyin onlardan. Bu sizin için iyi olmaz."
Urbad b. Sariye diyor ki, "Peygamberimizle -salât ve
selâm üzerine olsun birlikte Hayber kalesine inmiştik. Yanında bu sefere
katılmış müslümanlar vardı. Kalenin yöneticisi inatçı ve kibirli bir
insandı. Peygamberimize doğru şöyle seslendi, `Ey Muhammed, hayvanlarımızı
kesmek mi istiyorsunuz, meyvelerimizi yemek ve kadınlarımızı esir mi almak
istiyorsunuz? Bunun üzerine Peygamberimiz öfkelendi ve, `Ey Avf'ın oğlu,
kalk atına bin ve `Cennet ancak mü'minler içindir, namaz için toplanın' diye
bağır dedi. Müslümanlar toplandı, Peygamberimiz namazı kıldırdı, sonra
kalkıp şöyle dedi: `Bazılarınız koltuklarına yaslanıp yüce Allah'ın,
Kur'an'da bildirdiklerinin dışında herhangi bir şey haram kılmadığını mı
sanıyor? Dikkat edin ben en az Kur'an kadar veya ondan daha fazla şeyler
va'z ettim. Bazı şeyler emredip bazılarını da yasakladım. Yüce Allah,
onların izni olmadıkça ehli Kitap'tan olan kimselerin evlerine girmenizi,
kadınlarını esir almanızı ve üzerlerine düşeni yerine getirdikten sonra
meyvelerini yemenizi helâl kılmamıştır."
Savaşlarından birinde saflar arasında öldürülmüş
çocuk cesetleri Peygamberimize gösterildi. Büyük bir üzüntüye kapıldı, bunun
üzerine bazıları, "Niye üzülüyorsun, ya Resulallah, bunlar müşriklerin
çocukları değil mi? "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözlere
öfkelendi ve "Bu da ne demek? Bunlar sizden daha iyidirler, çünkü bunlar
islâm fıtratı üzeredirler. Hem sizler de müşriklerin çocukları değil
misiniz? Sakın çocukları öldürmeyesiniz... Sakın çocukları
öldürmeyesiniz..." dedi.
Peygamberimizden sonra yerine geçen Halifeler de
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu direktifleri doğrultusunda
hareket ettiler.
İmam Malik, Hz. Ebubekir'in -Allah ondan razı olsun-
şöyle dediğini rivayet eder: "Kendilerini Allah'a adadıklarını sanan
Araplar'la karşılaşacaksınız. Onları kendi hallerine bırakın. Kadınları,
çocukları, kocamış ihtiyarları öldürmeyin."
Zeyd b. Vehb, Hz. Ömer'in -Allah ondan razı olsun-
kendilerine bir mektup gönderdiğini ve mektupta şunların yazıldığını
anlatır: "Aşırı gitmeyin, haksızlık etmeyin, çocukları öldürmeyin, çiftçiler
konusunda Allah'dan korkun."
Şunları da o tavsiye etmiştir: "İhtiyarları,
kadınları ve çocukları öldürmeyin. İki ordu birbirine girdiği zaman
baskınlar düzenlendiği zaman bunları öldürmemeye dikkat edin."
Düşmanlarla giriştiği savaşlarda, sergilediği örnek
davranışlara ve insanın saygınlığını gözetmesine ilişkin islâm hareket
metodunun düzeyini gayet açık bir şekilde ortaya koyan genel hareket
çizgisine ilişkin bu tür haberler elinizde çokçadır. İslâmın, savaşı; kula
kulluktan kurtulup tek ve ortaksız Allah'a kul olmak isteyen insanlara engel
olan maddi güçlere özgü kılması, kendi düşmanlarına karşı bile son derece
yumuşak davranması bu dinin yükseldiği yüce ufukları göstermektedir. Sertlik
ise savaşta gerekli olan haşmet ve katılıktır. Kesinlikle çocuklara,
yaşlılara düşkünlere karşı vahşi ve saldırgan olmak anlamında değildir.
Günümüzde uygar olduklarını iddia eden barbarların yaptıkları gibi,
düşmanların cesetlerini, uzuvlarını kesmek, parçalamak değildir. İslâm,
savaşmayanların korunmasına, ayrıca savaşçıların insanlıklarının da
dokunulmazlığına ilişkin birçok emir ve hüküm içermektedir. Sertlikten
maksat, savaşın çığırından çıkmasını önleyen savaşa bir ciddilik kazandıran
görkemdir, kararlılıktır. Defalarca ve üzerine basa basa merhametli ve
yumuşak olmakla emrolunan bir toplum için böyle bir emir zorunluydu. Düşmana
azap etmeden, uzuvlarını kesmeden ve işkence etmeden savaş durumunun
gerektirdiği kadar, savaş anında sert davranmak bu yüzden istisna
edilmiştir.
Münafıklardan uzunca söz eden bu sure bitmek
üzereyken, münafıkların Allah'ın ayetlerini nasıl algıladıklarını, görünüşte
kabul ettikleri inancın onlara yüklediği sorumlulukları ne şekilde
karşıladıklarını tasvir eden ayetler yer alıyor. Öte yandan mü'minlerin bir
portresi ve Kur'an'ı algılayışları gözler önüne seriliyor.
124- Her yeni sure
indirilişinde kimi münafıklar, "Bu sure hanginizin imanını arttırdı? diye
sararlar. Gerçek şu ki, o sure mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu
yüzden sevinç duyarlar.
125- Fâkat
kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu sure pisliklerine pislik ekler de
onlar kâfir olarak ölürler.
126- Onlar her yıl
bir iki kez sınavdan geçirildiklerini görmüyorlar mı: Buna rağmen ne tevbe
ediyorlar ve ne de olup bitenlerden ders alıyorlar.
127- Yeni bir sure indirilene
birbirlerine, "Acaba sizi bir gören var mı: diye sorarlar, sonra
sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir güruh olduklar gerekçesi ile Allah
onların kalplerini gerçeklerden uzaklaştırmıştır.
Birinci ayette yer alan, "Bu sure hanginizin imanını
arttırdı?" sorusu, şüphe kokan bir sorudur. İndirilmiş olan surenin etkisini
gönlünde hissetmeyen birinden başkası böyle bir .soru soramaz. Yoksa
başkalarına sorup duracağına kendi içinde arardı surenin etkilerini... Bu
soru aynı zamanda, inen sureyi küçümseme, kalpler üzerindeki etkisi hakkında
kuşku uyandırma amaçlı bir sorudur.
Bu yüzden sorunun cevabı son derece kesindir. Nem de
söylediğine karşı konulamayan yüce Allah'dan geliyor cevap:
"Gerçek şu ki, o sure mü'minlerin imanını
arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar."
"Fakat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu
sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler."
Mü'minlere gelince bu sure sayesinde imana ilişkin
yeni kanıtlar edinirler. Böylece imanları artar. Kalpleri Rabblerinin
korkusu ile çarpmış, imanları artmış olur. Yüce Allah'ın kendilerine
ayetlerini göndermekle ne büyük yardımda bulunduğunu hissetmiş ve imanları
artmıştır. Ama kalplerinde hastalık bulunanlar, içlerinde münafıklık
pisliğini taşıyanlar, pisliklerine pislik eklenmiş bir durumda kâfir olarak
ölürler. Bu her zaman doğru söyleyen yüce Allah'dan gelen bir haberdir.
O'nun kesinlikle gerçekleşecek hükmüdür bu.
Surenin akışı onlara cevap vermek amacı ile ikinci
tabloyu sunmadan önce imtihanlardan ders almayan, musibetlerle gerçeğe
dönmeyen şu münafıkların durumunu kınamak için bir soru yöneltiyor.
"Onlar her yıl bir iki kez sınavdan geçirildiklerini
görmüyorlar mı? Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ve ne de olup bitenlerden
ders alıyorlar."
Sınav, ya gizlediklerinin ortaya çıkarılması ya da
müslümanların onlar olmadan zafer kazanmaları şeklinde gerçekleşiyor ya da
daha değişik bir şekilde. Ama sürekli sınanıyorlardı. Peygamberimiz
döneminde münafıklar sürekli sınanmalarına rağmen, tevbe etmiyorlardı.
Fakat canlı tabloyu ya da hareketli sahneyi son ayet
çiziyor, ince ve hareketli bir film şeridi gibi.
"Yeni bir sure indirilince birbirlerine, "Acaba sizi
bir gören var mı?" diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir
güruh oldukları gerekçesi ile Allah onların kalplerini gerçeklerden
uzaklaştırmıştır."
Bu ayeti okuduğumuzda, münafıkların bir sure inerken
sergiledikleri tavır canlanıyor gözlerimizin önünde. Bu sahnede birbirlerine
bakınıp duruyorlar. Kuşkuyla etraflarını süzüyorlar:
"Acaba sizi bir gören var mı?"
Sonra mü'minlerin silüeti görünüyor ve birden
korkudan sürünerek sıvışıp kayboluyor.
"Sonra sıvışırlar."
Hiçbir şeyden habersiz olmayan, asla dalmayan ve her
zaman uyanık olan göz, tam da kuşkucu davranışlarına uygun düşecek ve her
şeyi noktalayan kesin bir açıklama gösteriyor:
"Allah onların kalplerini gerçeklerden
uzaklaştırmıştır."
Sapıklıkları içinde yüzmeyi hakettiklerinden dolayı
yüce Allah onları doğru yoldan uzaklaştırmıştır.
"Çünkü onlar anlayışsız, duyarsız bir güruhtur."
Kalpleri işlevlerini yerine getiremez olmuştur.
Çünkü onlar bunu haketmişlerdir.
Birkaç kelimenin çizdiği ama canlılık ve hareket
dolu, eksiksiz bir sahne... Gözler bu sahneyi adeta yeniden yaşanıyormuş
gibi seyrediyor.
Sure, iki ayetle son buluyor. Bu iki ayetin Mekke'de
indiğini söyleyenler de vardır. Biz Medine'de indiklerine ilişkin görüşü
benimsiyoruz. Hem bu derste, hem de surenin genel atmosferinde değişik
yerlerde bu ayetlerle bağlantılı noktalar bulabiliriz. Ayetlerden birisi,
Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- kavmi arasındaki bağdan,
Peygamberimizin onlara düşkünlüğünden, onlara yönelik şefkatinden söz
etmektedir. Mü'min ümmetin peygambere ve davasına yardım etmeye düşmanları
ile savaşmaya zorluk ve sıkıntılara katlanmaya ilişkin olarak yüklendiği
sorumluluklar, bu ayette doğrudan ilgilidir. İkinci ayet, Peygamberimize
yönelik bir direktif içermektedir. Herhangi birisi ondan yüz çevirecek
olursa, sadece Rabbine dayanmalıdır. Çünkü dostu, yardımcısı ve koruyucusu
O'dur...
128- Size
kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ağırına gider,
size son derece düşkün, mü'minlere karşı şefkatli ve merhametlidir.
129- Eğer sana sırt
çevirirlerse de ki, Allah bana yeter, O'ndan başka ilah yoktur ben sırf O'na
dayandım, O, yüce Arş'ın sahibidir.
Size sizden bir peygamber geldi denmiyor da,
"Kendinizden bir peygamber geldi" deniyor ve kuşkusuz bu daha hassas, daha
derin bağlılık ifade eden bir deyimdir. Onları peygambere bağlayan bağın
türünü dile getirmekte daha etkindir. Buna göre peygamber onlardan bir
parçadır. Onları birbirine bağlayan şey, iki can arasındaki bağdır. Hiç
kuşkusuz bu da son derece etkin ve köklü bir bağdır.
"Sıkıntıya düşmeniz ağırına gider."
Sizi sıkan, size zor gelen şeyler onu üzer, ağırına
gider.
"Size son derece düşkündür."
Sizi tehlikelere atmaz. Sizi boşluklara yuvarlatmaz.
Size cihad sorumluluğunu yüklemişse, sizin zorlukların üstesinden gelmenizi
emretmişse, bu size değer vermediğinin ve katı kalpli oluşunun veya sert
mizaçlı oluşunun belirtisi değildir. Aslında bu bir çeşit merhamettir. Sizin
aşağılanmanızı, ayaklar altına alınmanızı istemediğinin ifadesidir.
Günahlardan, hatalardan esirgeyerek size karşı büyük şefkat beslemektedir.
Davayı omuzlama şerefine sahip olmanız, Allah'ın hoşnutluğundan pay almanız
ve Allah'dan korkanlara vadedilmiş cennete girmeniz için size büyük özen
göstermekte, üzerinize titremektedir.
Sonra hitap Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- yöneliyor ve kendisine sırt çevirecek olurlarsa ne yapması
gerektiğini öğretiyor, onu kendisini koruyan ve kendisine destek olan
kuvvete bağlıyor·
"Eğer sana sırt çevirirlerse de ki, "Allah bana
yeter, O'ndan başka ilah yoktur, ben sırf O'na dayandım, O yüce Arş'ın
sahibidir."
Gücün, egemenliğin, yüceliğin ve makamın zirvesi
O'dur. O, kendisine sığınana, kendisini dost edinene yeterlidir.
Savaş ve cihad suresi, sadece Allah'a dayanma,
yalnızca O'na güvenme ve sırf O'ndan kuvvet isteme direktifi ile bitiyor...
"O, yüce Arş'ın sahibidir."
Ayetleri anlaşılır ve yoruma muhtaç olmayan bu sure,
müslüman toplum ile çevresindeki diğer toplumlar arasında baş gösteren
sürekli ilişkiler hakkında nihai hükümlerin açıklanmasını kapsamaktadır.
Nitekim sureyi sunarken, surenin giriş kısmında buna değinmiştik. Bu yüzden
surenin son ayetlerine, adı geçen ilişkilerde uyulacak son söz gözü ile
bakmak gerekir. Buradaki hükümleri, kesin ve nihai hükümler olarak algılamak
zorunludur. Surede yeralan ayetler, bu gerçeği açıkça anlatmaktadır. Aynı
şekilde nihailik ifade eden bu ayet ve hükümleri daha önce gelmiş ayet ve
hükümlerle sınırlandırmamak gerekir. Çünkü bu hükümler nitelendirdiğimiz
gibi aşamalı hükümlerdir. Öncelikle ve bizzat ayetlerin iniş sırasına göre
yaptık bu nitelendirmeyi. Son olarak bu nitelendirmeyi yaparken, olayların
islâmi hareketteki akışına ve bu hareket esnasında uyulan islâm hareket
metodunun tabiatına dayandık. Sureyi sunarken, aynı şekilde ayrıntılı
biçimde ele alırken, islâm hareket metodunun tabiatına da değinmiştik.
Bu metodu, insanları yüce Allah'ın tek ve ortaksız
ilahlığının egemenliğine döndürmek, onları kula kulluktan kurtarmak
suretiyle islâmın pratik hayatta varolmasını sağlamak için, bu dinle
birlikte cihad etmek suretiyle hareket edenlerden başkası kavrayamaz.
Bu dinle birlikte hareket etme sonucu ortaya çıkmış
fıkıh ile, sayfalarından çıkarılmış fıkıh arasında dağlar kadar fark vardır.
Çünkü sayfalardan edinilen fıkıh, hareketten habersiz bir fıkıhtır.
Sonuçları da buna göre olacaktır. Hareket etmediği gibi, hareketin tadından
da yoksundur. Fakat hareket fıkhı, bu dini adım adım, aşama aşama, derece
derece cahiliyeye karşı koyarken görmektedir. Bu dini harekete dönük realite
karşısında hükümlerini koyarken görmektedir. Bu hükümler realiteyi tam
olarak karşıladığı gibi, ona egemendirde. Aynı şekilde realitenin
yenilenmesi ile yenilenmektedir bu hükümler.
Son olarak belirtmek gerekir ki, bu son surede
yeralan nihai hükümler konulduğu zaman, hem müslüman toplumun realitesi, hem
de çevresindeki cahiliye toplumunun realitesi bu uygulamaları ve hükümlerin
konulmasını kaçınılmaz kılıyordu. Ama hem müslüman toplumun, hem de
çevresindeki cahiliye toplumunu realitesi başka hükümlerin, yani aşamalı
hükümlerin konulmasını gerektirdiği zaman, önceki surelerde aşamalı hüküm ve
ayetler gelmiştir.
Bir kez daha müslüman bir toplum meydana gelip
harekete geçtiği zaman gerektiğinde aşamalı hükümleri uygulayabilir, ama
bunların aşamalı olduğunu bilmesi gerekir. Sonunda kendisi ile diğer
toplumlar arasındaki nihai ilişkileri düzenleyen, nihai hükümleri uygulama
aşamasına gelmek için cihad etmek zorunda olduğunun bilincinde olmalıdır.
Başarılı kılan Allah'dır. Allah'dır yardım eden.
TEVBE SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.