52-Tur
1- Andolsun Tur'a.
2- Satır satır
yazılmış Kitab'a;
3- Yayılmış ince
deri üzerine.
4- Ma'mur bir ev
olan Ka'be'ye.
5- Yükseltilmiş
tavan gibi göğe.
6- Kaynatılmış
denize
7- Rabbinin azabı
hiç şüphesiz gelecektir.
8- Ona engel olacak
bir şey yoktur.
9- O gün gök,
sarsıldıkça çalkalanacak.
10- Dağlar bir
yürüyüş yürür ki...
11- O gün,
yalanlayanların vay haline.
12-- Ki onlar o
daldıkları batı! içinde oyalanıp duranlardır.
13- O gün şöyle
denilerek cehennem ateşine itilirler:
14- "İşte yalanlayıp
durduğunuz cehennem budur!"
15- "Bir büyü müdür
bu, yoksa görmüyor musunuz?"
16- "Girin ona ister
dayanın, ister dayanmayın"' sizin için birdir. Anlattıklarımıza göre
cezalandırılacaksınız."
Bu kısa kısa ayetler, name ve ahenk dolu duraklar
(fasıllar), kesin etkiler daha surenin başında sureye eşlik etmektedir. Önce
sure bir tek sözcük ile başlamakta, sonra iki olmakta, sonra yavaş yavaş
uzayarak paragrafın (bölümün) sonunda on iki kelimeye ulaşmaktadır. Ama etki
gücünden hiçbir şey kaybetmemektedir.
''Tur'' ormanlı dağ demektir. Ancak ağır basan
görüşe göre burada geçen Tur sözcüğü ile, Hz. Musa -selâm üzerine olsun-
hikayesinde geçen ve üzerinde O'na kutsal sayfaların indirildiği ve
Kur'an'da bilinen bir dağıdır. Surenin başındaki atmosfer kutsal şeylerin
atmosferidir. Bundan dolayı yüce Allah bu kutsal şeyler üstüne yemin etmekte
ve ilerde büyük bir olay olacağını beyan etmektedir.
"Yayılmış ince deri üzerine yazılmış kitap"tan
maksat ne olabilir? En yalın ihtimale göre, bu kutsal sayfalarda yazılı Hz.
Musa'nın kitabıdır. Çünkü onunla Tur dağı arasında bir ilişki vardır. Bazı
alimler ayetin ilerisinde yer alan, mamur olan ev yükseltilmiş tavan
ifadelerine uygun olarak bunun levh-i mahfuz olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Buradaki "yazılmış kitap" deyimi ile "levh-i mahfuz 'un kastedilmiş olması
da uzak bir ihtimal değildir. .
"Mamur olan ev" ise Kabe olabilir. Ancak Buhari ve
Müslim'de yeralan Mirac hadisesinde yer aldığı üzere, gökteki meleklerin
ibadet evi olması ağır basmaktadır. Nitekim İsra hadisinde şöyle yer
almaktadır: "Sonra beyt-i ma'mura (mamur eve) yükseltildim. Bir de ne
göreyim oraya hergün yetmiş bin melek giriyor ve yaşadıkları müddetçe bir
daha geri dönmüyorlar." Yani, melekler orada ibadet ediyorlar ve insanlar
nasıl Kabe'yi tavaf ediyorlarsa onlar da o evi öyle tavaf ediyorlar.
Yükseltilmiş tavan ise gökyüzüdür. Bunu Süfyan
es-Sevri, Şu'be, Ebul Ahvas, Semmak babası Halit, babası Arara o da Hz.
Ali'den naklederler. Süfyan der ki: Hz. Ali ayete bu anlamı verdikten sonra
"Göğü dengesizlikten korunmuş bir tavan, bir çatı yaptık, onlar ise, gökteki
ayetlere, düşündürücü kanıtlara dönüp bakmıyorlar" (Enbiya 32) ayetini
okudu. Dolu deniz ise, engin, dopdolu ve upuzun bir gökyüzü tablosu ile
zikredilebilecek en uygun motiftir. Gökyüzü de insana korku ve dehşet veren
bir delildir. Bundan dolayı gökler ve denizler, büyük olayın olacağı
pekiştirilmek için üzerine yemin edilen şeylerin tabloları arasında
zikredilmeye çok uygun düşüyor. Belki de dolan deniz değil de yanan
denizdir. Nitekim bir başka surede, "Denizler tutuştuğu zaman" (Tekvir
suresi, 6) buyurulmaktadır. Yani denizler ateş alıp tutuştuğu zaman
demektir. Ayrıca "Yükseltilmiş tavan"da olduğu gibi, yüce Allah'ın bildiği
başka yaratıklar da ima edilmiş olabilir.
Allah Teala, bu muazzam Yaratıklarının üstüne yemin
ederek, büyük bir olayın olacağını açıklamaktadır. Ve bu büyük olayı,
insanın duygularını bu etkileyiciler aracı ile etkileyerek onu karşılamaya
hazır hale getirdikten sonra açıklamaktadır.
Bu büyük olay, "Rabbinin azabı hiç şüphesiz
gelecektir. Ona engel olacak birşey yoktur" gerçeğidir. Bu kesinkes
olacaktır ve hiç kimse önleyemeyecektir. Bu iki ayetin gerek vurguları
gerekse duraklarının etkileri kesindir ve susturucudur. Ve insana, Allah'ın
azabının birden geleceğini, mahvedici olduğunu ve ona karşı hiçbir koruyucu
ve engelleyicinin bulunmayacağını anlatmaktadır. Bu vurgulama, insanın
duygularına arada hiçbir engel olmadan ulaştığı zaman insanı derinden
sarsar, lime lime eder ve ona yapacağını yapar. Hafız Ebu Bekr İbn-i
Ebi'd-Dünya der ki: Bana babam, ona Davud oğlu Musa, ona Salih el-Murri, ona
Abd kabilesinden Zeyd oğlu Cafer nakletmiş. Demiş ki: Hz. Ömer bir gece
Medine'de şehrin güvenliğini denetlemek için dışarı çıkar. Şehirde
dolaşırken bir müslümanın evine rastlar. Hz. Ömer'in geldiği esnada o adam
namaz kılmaktadır. Hz. Ömer durup adamın Kur'an okuyuşunu dinlemeye başlar.
Adam bu Tur suresini okumaya başlar. "Rabbinin azabı hiç şüphesiz
gelecektir. Engel olacak bir şey yoktur" ayetine gelip de bu ayetleri
okuyunca, Hz. Ömer der ki: "Kabe'nin Rabbine andolsun bu yemin gerçektir."
Sonra bineğinin sırtından iner, bir duvara yaslanır ve orada epeyce kalır
sonra evine döner, bir ay evinde yatakta kalır. Herkes hasta diye onu
ziyarete gelir ama hastalığının ne olduğunu bilmezler. Allah kendisinden
razı olsun."
Hz. Ömer bu sureyi daha önce birçok kez duymuş,
okumuş ve onunla namazlar kılmıştı. Resulullah bu sure ile akşam namazı
kıldırmış. Hz. Ömer ise her seferinde O'nun arkasında bu sureyi öğrenmiş ve
O'na uymuştu. Ancak ne varki, o gece bu sure, açık gönüllü ve engin duygulu
bir Ömer'le karşılaşmış, onun iliklerine kadar işlemiş ve bütün ağırlığın
şiddeti ve gönüllere özel bir anda ulaşan kutsal ve vasıtasız gerçeği ile iç
alemine ulaşmış, onda yapacağını yapmıştı. Böyle özel anlarda Kur'an
ayetleri Hz. Ömer'in kalbine dokunduğu gibi direkt bir dokunuşla kalplere
girer ve derinliklerine işlerse, kalpler (o dokunuşta) ayetleri
Resulullah'ın kalbi gibi ilk kaynağından alır. Ancak Resulullah'ın kalbi
ayetleri almaya hazır hale getirildiği için onların etkilerine
dayanabilmişti. Resulullah'tan başkaları ise ayetler kalplerine ilk andaki
gerçek gücü ile işlediğinde Hz. Ömer'in başına gelenler onların da başlarına
gelir. Bu korkunç uyarıyı kendisine eşlik eden korkunç bir tablo izliyor:
"O gün gök sarsıldıkça çalkalanır, dağlar bir
yürüyüş yürür ki..."Sağlam yapılı ve sallanmaz gökyüzünün yerinde kararsız
olarak bir gelip bir giderek kıyıya vuran deniz dalgaları gibi sallanıp alt
üst olması... Şu kaskatı ve yerinden kımıldamayan dağların şimdi yerinde
duramayıp hafif ve tüy gibi bir o yana bir bu yana gitmesi... Evet bu
manzaralar gerçekten de son derece sarsıcı ve insanı kendinden geçirici bir
haldir. Bu durum kendi öz dili ile, gökleri sarsan ve dağları yürüten
korkuyu ifade etmektedir. O sapasağlam gökyüzü ve sarp dağlar böyle olursa,
o korkunç ve dehşet dolu günde güçsüz ve cılız küçücük insan denilen
yaratığın hali acaba ne olur?
Hiçbir şeyin yerinde duramadığı bu dehşet
karmaşasında, herşeyi yerinden sarsıp oynatan bu korku atmosferinde
yalancıların yakasına ondan çok daha dehşetlisi ve çok daha korkuncu
yapışıyor. Derhal Aziz ve Cebbar olan yüce Allah'ın kendilerine yönelik
şiddetli azap felaket ve bedduası ile karşılaşıyorlar:
"O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar o
daldıkları batıl içinde oyalanıp duranlardır."
Yüce Allah'ın felaket bedduası, felakete hüküm
vermesi ve hemen yerine getirmesi demektir. O halde bu hüküm çaresiz yerini
bulacaktır, onu geri çevirecek hiçbir güç yoktur. Göğün sarsıldıkça
sarsıldığı, dağların yürüdükçe yürüdüğü gün bu hüküm mutlaka yerini
bulacaktır. Bu korku ile o felaket birbirine son derece uygun düşmektedir.
Ve bunların tümü "Daldıkları batıl içinde oyalanıp duran" yalanlayıcıların
üstüne yağmur gibi yağacaktır.
Bu nitelik, daha başta o müşriklere onların çelişik
inançlarına ve tutarsız düşüncelerine ve sonra da bu inanç ve düşünce
üzerine kurulu hayallerine uygun düşmektedir ki Kur'an-ı Kerim birçok yerde
bunları anlatır ve canlandırır. Onların hayatları ciddiyetten uzak bir
oyundur. Suya dalıp oynamaktan başka bir hedef veya sahil (kıyı)
gözetmeksizin suya dalan oyuncu gibi hayatları hedefsiz bir eğlencedir
onların.
Şu kadar var ki, nitelik islam düşüncesinden başka
bir düşünce sistemi içerisinde yaşayan herkes için geçerlidir. Bu gerçeği
insan, ancak yeryüzünde şöhret bulan düşünce sistemlerini -bu sistem, ister
düşünce alanında, ister mitolojide isterse felsefi alanda olsun fark etmez-
islamın insan ve sonra da bütün varlık alemine bakışının ışığı altında
inceleyip tahlil ettiği zaman, evet ancak o zaman fark edebilir. Çünkü diğer
düşünce sistemleri -hatta insanlık tarihinin kendileri ile övündüğü büyük
filozofların düşünce sistemleri- gerçeğe ulaşma yolunda bilinçsizce Yürüyen
ve gayesiz suya dalan çocuk girişimleri gibi görünmektedir. Halbuki islam
düşüncesinde özellikle de Kur'an'da gayet rahat, net, güçlü, basit ve derin
olarak sunulan bu gerçekler, insanın fıtratı ile, herhangi bir zorluk, çaba
ve kargaşa olmaksızın direkt olarak birleşebilir. Çünkü Kur'an insanın
fıtratına derin ve köklü gerçeği bildirir. Ve ona varlığı ve varlığın o
gerçekle olan ilgisini yorumladığı gibi, varlık aleminin yaratıcısı ile olan
ilişkisine de yorum getirir. Bu yorum fıtratta yer alan gerçeğe benzemekte
ve uygun düşmektedir.
Ne kadar hayret ettim büyük filozofların düşünce
sistemini inceleyip onların şu varlık alemini ve ilişkilerini yorumlamak
için öldürücü ve mahvedici çabalarını görünce! Onlar tıpkı bir çocuğun
korkunç bir matematik denklemini çözmek için bocaladığı gibi bocalıyorlardı.
Halbuki karşımda duran Kur an düşüncesi son derece açık, net, kolay, sade,
duru ve doğaldı. İçinde ne bir eğrilik, ne kaçamak, ne karmaşıklık ve ne de
zikzak vardı. Bu da çok doğaldır. Çünkü Kur'an'ın varlık alemini yorumu, bu
varlık alemini yaratan yaratıcının o alemin kimliği ve ilişkileri üstüne
getirdiği yorum idi. Filozofların düşünce sistemleri ise, bu varlık aleminde
yer alan küçücük parçaların kalkıp bütün varlık alemi üstüne yorum getirme
çırpınışları idi. Elbette bu gibi zavallı çırpınışların sonuçlarının nasıl
olacağı bellidir, malumdur!
Onların yaptıkları çalışmalar, Kur'an'ın insanlara
sunduğu tam, olgun ve fıtrata uygun yorumlarla karşılaştırılınca boş,
karmakarışık ve bilinçsiz bir girişim olarak kalır. Ama insanların bazıları
bu mükemmel şekli bırakıp da şu eksik, verimsiz, mükemmel ve olgun olması
imkansız olan çırpınışlara düşüyor. Gerçekten olaylar insanın duygu ve
düşüncesinde sapık düşüncelerden ve insanlığın eksik çabalarından etkilenmiş
olarak, istikrarsız ve kararsız bir konumda olur. Sonra insan, yorumunu
yapmaya çalıştığı konuda Kur'an-ı Kerim'den birkaç ayet duyar. Bir de ne
görsün yol gösteren ışık ve değişmez ölçü ile karşı karşıya değil mi(!) O
andan itibaren herşeyi yerli yerinde, bulur. Her olayı yerli yerinde ve her
gerçeği sakin, değişmez ve sarsılmaz olarak karşısında bulur. Ve ondan
sonra, ruhunun huzura kavuştuğunu, kafasının sakinleştiğini, aklının apaçık
olan Hakkı görerek rahata erdiğini hisseder. Artık bu insandan karanlık ve
endişe uzaklaşmış herşey istikrara kavuşmuştur.
Yine bunun gibi, islamın ruhlara ilham ettiği, kalbi
bağladığı, tahlil edilip hayata geçirilmesi için insanların dikkatlerini
çektiği değer ölçüleri insanların kendi hayatlarında önem verip
oyalandıkları değerler ile karşılaştırılırsa onların bir havuzda boş bir
oyun içinde oyalanıp durdukları anlaşılır. İnsanların oyalandıkları şeylerin
basitliği ve zayıflığı ortada görünmektedir. Müslüman ise, o boş şeyleri
büyük görmelerine, ondan sanki büyük bir kainat olayı imiş gibi söz
etmelerine bakar durur. Onlara, tatlıdan gelinler ve cansız bebeklerle
oyalanan ve bunları birer canlı sanan ve bütün zamanlarını bunlarla
şakalaşarak onları nazlayarak ve onlarla birlikte ve onların vasıtası ile
oynayarak geçiren çocuk gözü ile bakar.
Gerçekten islam, insanın kendi varlığı ve bütünü ile
varlık alemi karşısındaki düşüncesini yükselttiği, dünyaya gelişinin
nedenini, varlığının içyüzünü ve akibetini ona açıkladığı, herkesin kafasına
takılan "Nereden geldim?", "Niçin geldim? ", "Nereye gideceğim?" gibi
sorulara açık, doğru cevaplar verdiği ölçüde, beşerin önem vermesi gereken
nesneleri de yüceltir ve yükseltir.
İslamın bu sorulara verdiği cevaplar, insanın
varlığı ve bütünüyle varlık alemi için gerçekçi düşünce sistemini belirler.
Çünkü insan, bütün yaratıklar içerisinde, orjinal ve benzersiz değildir. O
da bu varlıklardan birisidir. Onların geldiği yerden gelmiştir, onların
varlık nedeni kendisinin de varlık nedenidir. Ve insan bütünü ile varlık
aleminin yaratıcısının hikmeti nereye gitmeleri gerektiriyorsa onlarla
birlikte oraya gidecektir. İşte bu soruların cevabı, bütünü ile varlık
alemi, birbiri ile ilişkileri ve insanın onlarla ilişkileri ve tüm
yaratıkların da yaratıcıları ile ilişkileri üstüne mükemmel bir yorum
içermektedir.
Bu yorum, insanın hayatta değer verdiği şeylerde
kendini gösterir ve onları kendi seviyesine çıkarır. Bundan dolayı
oynayanların içine daldıkları şu küçüklük ve basitlikleri bırakıp, şu
kainatta var oluşunun en büyük görevini hayata geçirmekle meşgul olan bir
müslümanın duygusunda, başkalarının (müslüman olmayanların) değer verdiği
şeyler çok zayıf ve cılız kalır.
Elbette müslümanın hayatı son derece büyüktür. Çünkü
müslümanın hayatı bu muazzam varlık alemi ile ilişkisi ve varlık alemindeki
hayata etkisi olan büyük bir görevi yerine getirmek için vardır. Bundan
dolayı müslümanın hayatı boş işlerde, oyuna, eğlenceye, lüzumsuz şeylere
dalarak geçirilmeyecek kadar değerli ve yücedir. Müslümanın varlık aleminin
içyüzü ile ilgili bu büyük görev düşüncesinden doğan değer ölçüleri ile
karşılaştırıldığı zaman yeryüzünde insanların değer ölçülerinin birçoğunun,
boş, eğlence, oyalanma ve anlamsız işlere dalmadan ibaret olduğu
görülmektedir.
Vay batıl içinde oyalanıp eğlenenlere. "O gün şöyle
denilerek cehennem ateşine itildiler." Dehşetli bir tablo bu. Ayette yer
alan "Da" sözcüğü, bir kimsenin arkasından öne doğru itilmesi demektir.
Arkadan itilip kakılma cezası, ciddiyetten uzaklaşan, oyun ve eğlenceye
dalan sonra da çevrelerinde olup bitenlere dikkat etmeyen kimselere uygun
bir cezadır. Bundan dolayı onlar oraya itile kakıla sürülürler ve
götürülürler.
Nihayet bu itiş kakışla ve sürülüşle ateşin kenarına
varınca kendilerine denilir ki: "İşte yalanlayıp durduğunuz cehennem budur."
Onlar bu çilenin içinde kıvranıp, kendi arzuları
dışında önlerinden cehennem arkalarından itilme kıskacında iken, bir de
başlarına rezil edilme, azarlanma gelir ve daha önceki yalanlamalarına da
bir îmâ olarak "Bir büyü müdür bu, yoksa görmüyor musunuz?" denir onlara.
Hani onlar Kur'an için "bir büyüdür" diyorlardı ya, işte şu anda gördükleri
ateş de bir büyü müdür? Yoksa korkunç ve dehşetli gerçeğin ta kendisi midir?
Yoksa onlar Kur'an-ı Kerim'deki gerçekleri görmedikleri gibi, bunu da bu
ateşi de mi görmüyorlar?
Bu acı ve alay dolu azarlamadan sonra, kendilerine
hemen kötü bir ümitsizlik ile ödül veriliyor:
"Girin ona ister dayanın, ister dayanmayın, sizin
için birdir. Ancak yaptıklarınıza göre cezalandırılacaksınız: '
Böyle bir felakete uğramış birisi için sıkıntıya
katlanmanın da katlanmamanın da bir olduğunu bilmekten daha zor bir şey
yoktur. Çünkü azap başa gelmiştir. Onu engelleyecek kimse de yoktur.
Sabredilse de çığlık atılsa da aynı acılar çekilecektir. İster dayansın
ister sızlansın orada kalması kesin ve kararlaştırılmıştır. Bunun nedeni,
yapılmış olanların karşılığı olmaktan başka birşey değildir. Bu cezanın
nedeni, daha önce yapılmış olanlardır. Artık değiştirilmesi sözkonusu
değildir.
Böylece ilk bölümde olduğu gibi, bu korkunç tablo
şiddetli etkileri ile son buluyor.
İkinci bölüme gelince, o da aynı şekilde duyguları
coşturuyor, harekete geçiriyor. Ama bu harekete geçirme azaptan ötürü değil
de rahattan, bolluktan, karşı konulmaz nimetlere çığlıktan ve özellikle de o
iç karartıcı azap sahnesini izledikleri için daha da etkili olmaktadır.
17- Allah'a karşı
gelmekten sakınanlar da cennetlerde, nimet içindedirler.
18- Rabblerinin
kendilerine verdikleriyle sefa sürerler. Rabbleri onları, cehennem azabından
korumuştur.
19- "Yaptıklarınıza
karşılık afiyetle yeyin, için; "
20- "Sıra sıra
dizilmiş koltuklara yaslanarak." Onları, iri gözlü hurilerle
evlendirmişizdir.
21- İnanan, soyları
da inançta kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların
işlediklerinden hiçbir şey eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır.
22- Cennette
olanlara diledikleri meyve ve etten bol bol veririz.
23- Orada bir kadehi
kapışırlar fakat onda ne saçmalama vardır, ne de günaha sokma.
24- Sedefteki
inciler gibi olan gençler yanlarında dolaşırlar.
25- Cennettekiler
birbirlerine dönüp sorarlar:
26- Derler ki: "Daha
önce biz, ailemiz içinde korkardık."
27- `Allah bize
lütfetti de bizi vücudun içine işleyen azabtan korudu."
28- "Biz bundan önce
yalnız O'na yalvarırdık. Çünkü iyilik eden, esirgeyen O'dur O."
Bu sahne, somut nimet sahnelerine çok benzer
imajlardan oluşan bir sahnedir. Duyguların çocukluk dönemine seslenirler.
Vicdanları saf haldeki somut hazlarla cezbederler. Bu tablo kupkuru kaskatı
ve eğlenceye dalan kalplerin karşılaştığı şiddetli azaba karşılıktır.
"Allah'a karşı gelmekten sakınanlar da cennetlerde,
nimet içindedirler." "Rabblerinin kendilerine verdikleriyle sefa sürerler.
Rabbleri onları, cehennem azabından korumuştur."
Bu surede sahneleri gösterilen cehennem azabından
kurtuluş bile tek başına bir nimet ve lütuftur, bir de yanında "Cennetlerde
nimet içindedirler" müjdesi olursa, Rabblerinin kendilerine verdiğini
tadarak, beğenerek yemek olursa nimet ne de katmerlenir?
Bir de nimetlerin ve lezzetlerinin yanında
şereflendirme ve afiyet olsun dilekleri vardır:
"Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yeyin, için."
Başlıbaşına en şerefli bir nimettir. Çünkü böylesi
gerekli bir seslenişe muhatap oluyorlar ve içinde yüzdükleri nimetleri hak
ettikleri ilan olunuyor. "Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak." Düzgün
olarak dizilmiş bu tahtlara yaslanmakla nimetler içerisinde arkadaşları ile
toplanmanın zevkini tadıyorlar. "Onları iri gözlü hurilerle
evlendirmişizdir." Huri, insanın aklından geçen en güzel eğlenceyi
simgelemektedir.
Onlara yapılan şereflendirme bir adım daha ileri
gidiyor. Çünkü bir de bakıyorlar ki, kendi soylarından gelen mü'minler de bu
nimetler içerisinde kendileri ile bir aradadırlar. Bu da gözetme ve önem
vermeyi bir kat daha artırıyor. Kendi soylarından gelenlerin amelleri
müttakilerin seviyesinden az olsa bile madem ki bunlar da imanlıdırlar bir
şey fark etmez. Ayrıca bu babaların amel ve mertebelerinden hiçbir şeyi
eksiltmeyecektir. Sorumluluğun kişisel olması ve herkesin kazandığı
amellerle hesaba çekilmesi prensibini de zedelemeyecektir. Bu ancak ve ancak
yüce Allah'ın hepsine lütfü ve ihsanıdır.
Burada tablo, sözü yine önceki nimetler yurdundaki
çeşitli nimet ve zevkleri sergilemeye getiriyor. İşte istedikleri cinsten
meyveler ve etler onlara. Ve işte orada kadehler kaldırıyorlar. Ama bu dünya
içkilerinden değil. Çünkü dünya içkileri dudak ve dillerden boş ve yakışık
almayan sözler çıkmasına yol açar. Duygulara ve organlara günah ve isyan
tohumları eker. Ama bu öyle mi? Bu ancak ve ancak arınmış ve temizlenmiştir.
"Onda ne saçmalama vardır ne de günaha sokma". Onlar şarabı birbirlerine
veriyor ve topluca içiyorlar. Bu da aralarında kaynaşmayı, lezzeti ve nimeti
bir kat daha artırıyor. Öte yandan, tertemiz masum ve parlak yüzlü genç
çocuklar (gılman) hizmetlerinde bulunuyor, kâselerini doldurmak için
aralarında dolaşıyorlar. Ki bu çocuklar temiz mi temiz, her türlü kirden
uzaktırlar. Bunlar öyle çocuklar ki temizlik onlarda, masumluk onlarda,
cömertlikte onlarda... Onlar "Sedefteki inciler gibi"dirler. Bu da bu hoş
meclisin organlarda ve kalplerde zevk ve tadını daha da katmerleştirir.
Bu tatlı ve sevimli sahnenin atmosferini tamama
erdirmek için yüce Allah, aralarında geçen sohbetlerini, geçmişlerini yad
etmelerini ve gark oldukları nimet, güzellik, bolluk, rahatlık, hoşnutluk ve
emniyetin sebeplerini birbirlerine sıralamalarını yansıtmakta ve
canlandırmaktadır. Ve gönüllere bu nimetin sırlarını açıklamakta ve onlara
bu nimete götüren yolu göstermektedir.
"Cennettekiler birbirlerine dönüp sorarlar."
"Derler ki: `Daha önce biz, ailemiz içinde
korkardık."
"Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen
azaptan korudu."
"biz bundan önce yalnız O'na yalvarırdık. Çünkü
iyilik eden, esirgeyen O'dur O': '
O halde bu nimetlerin sırrı, onların bu günden
sakınarak hayat sürdürmüş olmalarıdır. Rabbleri ile karşılaşmanın korkusunu
içlerinde duyarak hayat sürmeleridir. Rabblerinin hesaba çekmesinden
korkarak yaşamalarıdır. Ve nihayet insana aldatıcı emniyet hissi veren,
insanı oyalayıp meşgul eden ailelerinin arasında yaşamakla birlikte bunlara
aldanmayıp, onlarla meşgul olmamalarındandır. İşte o zaman yüce Allah
kendilerine lütfetmiş ve kendilerini yakıp kavurucu zehir gibi vücuda sızan
semum azabından korumuştur. Yüce Allah kendilerinin takvalarını, korkularını
ve huşularını bildiği için kendi katından bir lütuf ve ihsan olmak üzere
onları korumuştur. Onlar bunu bilmektedirler. Onlar ulu Allah'ın fazlı ve
ihsanı olmadan sadece amelin insanı cennete sokamayacağını bilmektedirler.
Amelin, insanın olanca gücünü harcadığına, kulun yüce Allah'ın katındaki
şeyleri arzu etmiş olduğuna tanıklık etmekten öte bir fonksiyonunun
olmadığını da bilmişlerdir. İnsanı Allah'ın ihsanına layık kılan da budur
işte.
Onlar Allah'tan çekinip korkmalarının yanında O'na
dua ediyorlardı:
"Biz bundan önce yalnız O'na yalvarırdık."
Ve onlar, Allah'ın kullarına karşı ihsan ve
rahmetinin olduğunu biliyorlardı.
"Çünkü iyilik eden, esirgeyen O'dur O."
Böylece nimet diyarında, ikrama eren kurtulmuşlar
zümresinin kendi aralarındaki fısıltılı konuşmalarından, oraya ulaşma
yollarının sırrı ortaya çıkmış oluyor.
Şimdi, insanın hissi birinci bölümde şiddetli azab
kamçılarını yedikten ikinci bölümde ise bol nimetlerin seslerini işittikten
ve gerek birinci gerek ikinci gerçekleri almak üzere hislerini tam hazır
hale getirdikten sonra şimdi, ayetin akışı, insana çok hızlı etkiye sahip
bir hücumda bulunuyor. Bu hücumda insanı haykıran gerçeklerin bombardımanına
tutuyor. İnsanın ruhunun derinliklerinden geçen vesveseleri, güçlü meydan
okumalar ve soru şeklinde kınama ifadeleri ile izliyor. Ki meydan okumalar
herhangi bir noktadan yol bulur da insanın benliğine ulaşırsa o benlikte
istikrar kalmaz.
29- Ey Muhammed! Sen
hatırlat, öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen, ne kahinsin ne de delisin.
30- Yoksa onlar:
"Muhammed bir şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz" mu
diyorlar?
31- De ki:
"Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim."
32- Onların akılları
mı bunu emreder, yoksa onlar, azgın bir topluluk mudur?
33- Yoksa "Onu
uydurdu" mu diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar.
34- İddialarında
samimi iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.
35- Yoksa kendileri,
hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar. Yoksa yaratanlar kendileri midir?
36- Yoksa gökleri ve
yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp te inanmazlar.
37- Yoksa Rabbinin
hazineleri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?
38- Yoksa onlar,
üzerine çıkıp gizli sırları dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse,
dinleyenleri açık bir delil getirsin.
39- Yoksa kızlar
Allah'a, oğullar size mi?
40- Yoksa sen
onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
41- Yoksa gayb
kendilerinin yanındadır da kendileri mi istediklerini yapıyorlar?
42- Yoksa bir tuzak
mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar, o inkar edenlerin
kendileridir.
43- Yoksa onların
Allah'tan başka bir tanrısı mı var? Allah'ın şanı onların ortak
koştuklarından yücedir.
44- Gökten bir
parçanın düştüğünü görsek "Üstüste yığılmış bulutlardır" derler.
"Sen hatırlat, öğüt ver." Bu kutsal hitap yüce
Peygamberedir. Öğüt vermesine devam etmesi ve müşriklerin kendisine karşı
edepsizliklerine ve suçlamalarına aldırmaması için bu çağrı kendisinedir.
Müşrikler ona bazen, kahin bazen de deli diyorlardı. Peygambere attıkları bu
iki iftiranın ortak noktası, aralarında yaygın olan "Kahinlerin şeytanlardan
haber aldıkları" yolundaki inanışları idi. Bir de şeytanların bazı kimseleri
çarptığı ve böylece o kişileri delirttiği inancı idi. O halde her iki
nitelikte (kahin ve deli niteliğinde) şeytan ortak etken olmaktadır.
Müşrikleri Resulullah'ı kahin veya deli, şair veya büyücü nitelikleri ile
nitelemeye iten, Kur'an'ın i'cazi (başkalarını aciz bırakıcı niteliği)
karşısındaki şaşkınlıkları, söyleyecek söz bulamamalarıdır. Çünkü Kur'an-ı
Kerim onlar söz sanatında usta olmalarına rağmen karşılarına hiç de alışık
olmadıkları bir söz türü ile çıkmıştı. Kendi ruhlarındaki bir hastalık
dolayısı ile, bu kitabın Allah katından olduğunu kabullenmek istemeyince, bu
sefer onun insanüstü kaynağını bazı nedenlere bağlamak ihtiyacını
hissettiler. Ve "Bu Kur'an cinlerin vahyidir veya onların yardımı ile
gelmiştir. Bunu getiren Peygamber ya cinlerden haber alan kahindir, ya da
onlardan yardım alan bir büyücüdür, veyahut da cinlerle görüşen bir şair ya
da şeytanın çarptığı bir deli olup bu acayip sözleri kendisine şeytan
söyletmektedir" diyorlardı.
Bu sözler çok çirkin ve çok iğrenç sözlerdi. İşte
Allah, bu sözlerden dolayı Peygamberini teselli ediyor ve o sözleri
Peygamberin gönlünde etkisiz hale getiriyor. Ve O'nun Rabbinin nimeti ile
çepeçevre kuşatılmış olduğunu, böylesi bir nimete eren kimsede ne kahinlik
ve ne de delilik olmayacağını belirtiyor. "Rabbinin nimeti ile sen, ne bir
kahinsin, ne de bir deli."
Sonra yüce Allah onların Resulullah'a şair
demelerini de çirkin görüyor: "Yoksa onlar: `Muhammed bir şairdir, zamanın
onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz' mu diyorlar?" Gerçekten de bunu
demişlerdir. Birbirlerine "Sabredin, dayanın, tavrınızdan caymayın, kendi
kendine ölünceye kadar bekleyin, ölüm onu alır böylece bizi ondan kurtarır"
diyorlardı. Birbirlerine kendilerini rahata kavuşturacak olan ölümün Hz.
Peygambere gelmesi için beklemeyi tavsiye ediyorlardı. Bundan dolayı yüce
Allah, Peygamberine üstü kapalı bir tehdit ile onlara cevap vermesini telkin
ediyor: "De ki: Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim." Ve
sizler, sonunda kim kârlı çıkacak ve bu bekleme döneminin sonunda zafer ve
galibiyet kim için gerçekleşecek, göreceksiniz, bileceksiniz.
Kureyşin ileri gelenleri, kafalarının çalışması ve
işleri bilgelikle çekip çevirmeleri sebebiyle "zevil ahlam" (akıl sahipleri)
diye lakaplanmışlardı. İşte yüce Allah, islama karşı takındıkları
tutumlarından dolayı onların kendileri ile hem de akılları ile alay ediyor.
Çünkü onların Resulullah'a karşı tutumları, hem akıla ve hem de "bilgelik"e
ters ve aykırıdır. Bunun için Allah 'Teala, alaylı bir üslupla onlara
soruyor: Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- yakıştırdıkları bu
nitelikler ve peygamberliğine karşı takındıkları bu tutumlar akıllarının
kendilerine bir ilhamı mı yoksa, onlar akıl ve düşüncenin ilham ettiği
şeyleri kabul etmeyecek kadar zalim ve azgın insanlar mıdır?
"Onların akılları mı bunu emreder, yoksa onlar azgın
bir topluluk mudur?"
Birinci soruda yakıcı ve iğneleyici bir alay var,
ikincisinde ise, müşriklere yönelik bir tehdit vardır. Bunlardan herhangi
birisi onlara, şüpheci tutumlarından dolayı uygun düşmektedir.
Onlar Hz. Peygamber'e karşı daha da dil uzatmışlar
ve O'nun sözlerinin uydurmadan başka bir şey olmadığını belirtmişlerdir.
İşte burada yüce Allah bu tutumlarını da çirkin görerek soruyor: "Yoksa `onu
uydurdu mu' diyorlar?" Sonra da Allah Teala bu garip sözün nedenini
açıklamaya koyuluyor: "Hayır, onlar inanmıyorlar kalplerin imanı
kabullenmeyişi, Kur'an'ın gerçek yüzünü anlamalarına engel olduğu gibi bir
de onlara bu çeşit çirkin sözler söyletmektedir. Onlar Kur'an'ın gerçek
yüzünü görebilselerdi, Kur'an'ın insan yapısı olmadığını ve onu, ancak doğru
ve emin birisinin taşıyabileceğini anlarlardı."
Mademki onların kalpleri bu indirilen kitabın gerçek
niteliğini kavrayamıyor o halde onlara hiçbir şüpheye yer bırakmayan
gerçeğin delili ile meydan okumalıdır: "İddialarında samimi iseler haydi
onun gibi bir söz getirsinler."
Bu meydan okuma, Kur'an-ı Kerim'de tekrarlanıp
durmuş ve inanmayan bu meydan okuma karşısında çaresiz kalarak aşağılık ve
rezil duruma düşmüşlerdir. Kıyamet günü de herkes bu meydan okuma karşısında
aynı kalacaktır.
Doğrusu bu Kur'an'ın özel bir sırrı vardır. Ayetleri
ile karşı karşıya gelen herkes o ayetlerdeki başkalarını benzerini
getirmekten aciz bırakan noktaların ifadelerinde özel bir etki olduğunu
sezer. İnsan aklının o ifadelerden algılamış olduğu anlamların gerisinde bir
şeyler olduğunu hisseder. Bu ayetleri yalnızca dinlemekle bile, insanın
hislerine birtakım şeylerin aktığını hisseder. Bunu bazıları açıkça
sezerken, bazıları da belli-belirsiz şekilde anlar. Ama ne şekilde olursa
olsun vardır bu. İnsanın duygularına akıp dalan bu etkenin kaynağını
belirlemek çok zordur. Acaba bu ifadelerin bizzat kendisi mi? Yoksa
ifadelerde gizli olan onlar mı? Yoksa ifadelerin oluşturduğu tablolar ve
çağrışımlar mı? Yoksa Arap dilindeki bilinen ifade kalıplarının etkisinden
bambaşka ve kendine özgü ifadeleriyle Kur'an'ın etkisi mi? Yoksa bütün bu
etkenlerin tümü mü? Veyahut da bütün bunlarla birlikte belirlenemez başka
bir şeyler daha mı?
Kur'an'ın her ayetinde vardır bu sır. Kur'an
ayetleri ile yüzyüze gelen bir kimse bunu daha baştan farkeder. Sonra bunun
arkasından, Kur'an'ın yapısını derinden derine düşünmek, tahlil etmek ve
kafa yormakla anlaşılan sırlar gelir.
Kur'an'ın kalpte, duyanlarda ve akılda kurmuş olduğu
sağlıklı ve mükemmel düşünce sistemini, insanı hemen şu varlığın gerçek
kimliğini belirleyen düşünce sistemini, tüm varlık aleminin içyüzünü ve tüm
gerçeklerin kendisinden kaynaklandığı ilk gerçek, Allah gerçeği, üzerine
getirdiği düşünce sistemi derinden derine düşünmek, irdelemek ve
araştırmakla anlaşılan sırlar gelir.
Kur'an'ın insan düşüncesine şu olağanüstü ve
sağlıklı düşünce sistemini kurmak için izlemiş olduğu metodu derinden derine
düşünmek, hissetmek ve onunla yoğrulmakla anlaşılan sırlar gelir. İnsan
fıtratına, hiçbir ifade kalıplarında benzerine rastlanamayan özel bir üslup
ile seslenirken, insan kalbini tüm yönleri ile ve tüm giriş noktaları ile
altını üstüne getirip içindeki her köşeyi ve her sırrı bilen bir uzman gibi
tedavi ediş metodunu incelerken anlaşılan sırlar gelir.
Kur'an'ın yönlendirmedeki kuşatıcılığı, uyumu ve bu
yönlendirmedeki olağanüstü düzeni düşünerek anlaşılan sırlar gelir. Ki
hareket ve davranışlarda aynı seviyeyi tutturmak kesinlikle duyulmamıştır.
İnsanların hareketleri hep aynı çizgi ve aynı seviyede asla olamaz.
Kur'an'da olduğu gibi insanların hareketleri her yönden aynı seviyeyi
tutturamaz. İçinde ne fazlalık ne eksiklik, ne ayrılık ne de kusur olmayan
mutlak dengeden yoksundur insanların hareketleri. Ve yine insan hareketleri
ister ana prensiplerde olsun isterse ayrıntılarda olsun çelişme ve çatışma
olmayan mutlak ahenkten de yoksundur.
Çağlar boyu bu Kitaba mucizelik özelliğini veren
yalanlanması olanaksız şu gizemli sırrın yanısıra, düşünmeyle anlayabilen şu
Kur'an özellikleri... Evet bu özellikler, Kur'an ile sağlıklı ve samimi bir
kalple ilişki kurduğunda hislerine, benliğine ve kalbin ta derinliklerine
apaçık olarak haykıran şu gerçeğe saygısı olan kimsenin kuşku duymayacağı
bir konudur bu:
"İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz
getirsinler."
Onların bizzat kendilerinin dünyaya gelişlerine dair
yöneltilen ve yukardaki soruyu izleyen bu soru, yüzyüze gelmeleri kaçınılmaz
olan ve Kur'an'ın söylediğinden başka şekilde açıklama getirmeleri
imkansızdan bir gerçektir. Ki Kur'an'ın getirdiği açıklamaya göre onları
yoktan var eden yaratıcı Allah'tır ve O bizzat mevcuttur ve onlar O'nun
tarafından yaratılmışlardır.
"Yoksa, kendileri hiçbir şey olmadan mı
yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri mi?"
Onların bir planlayıcı olmadan dünyaya gelmelerini
varsaymaları, herşeyden önce fıtrat mantığına terstir. Bunun az veya çok
tartışılmasına bile gerek yoktur. Onların kendi kendilerini yaratmış
olmaları varsayımı ise ne onların ne de herhangi bir yaratığın ileri
sürebileceği bir görüştür. Bu iki varsayım fıtrat mantığına vurulunca
temelden yoksun olduğuna göre, kala kala geriye Kur'an'ın söylemiş olduğu
gerçek kalıyor. Bu gerçeğe göre, onların tümü, yaratma ve varetmede hiçbir
eşi ve ortağı olmayan ve tek olan yüce Allah'ın yaratması ile var
olmuşlardır. O halde hiçbir kimse O'na ne ibadette ve ne de Rabblıkta ortak
olamaz. En sade ve açık mantık da budur zaten...
Yüce Allah aynı şekilde onları, gözlerinin önünde
bulunan göklerin ve yerin var edilmeleri ile yüzyüze getiriyor. Yoksa
bunları onlar mı yaratmıştır? Bu adamlar kendi kendilerini yaratmadıkları
gibi doğal olarak gökler ve yeryüzü de kendilerini var etmemişlerdir.
Okuyalım:
"Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar
düşünüp de inanmazlar."
Ne onlar ve ne de fıtrat mantığı ile konuşan herkes,
göklerin ve yerin kendi kendini yaratmış olduğunu veya, bir yaratıcı olmadan
kendi kendilerine var olduklarını söyleyebilir. Onları yaratanın kendileri
olduğunu da söylemiyorlar. O zaman bu gökler ve yeryüzü karşılarında duran
canlı bir sorudur ve nasıl var olduklarına ilişkin cevabı beklemektedirler.
Kendilerine göklerin ve yerin yaratıcısı sorulduğunda o Allah'tır
diyorlardı. Ancak ne varki bu gerçek, onların zihinlerinde, kesin bilgi
derecesine varacak kadar açıklık kazanıp netleşmemiştir. Ki kesin bilgi
insanın kalbinde etkisini gösterir ve insanı apaçık ve tutarlı bir inanca
doğru harekete geçirir:
"Hayır onlar düşünüp de inanmazlar."
Sonra yüce Allah onları bir basamak aşağıya,
kendilerini, gökleri ve yeri yaratma ve yoktan var etme seviyesinden bir
basamak aşağıya indiriyor ve soruyor: Yoksa Allah'ın hazineleri onların
ellerinde de vermeyi, vermemeyi, zararı ve faydayı kontrol mu ediyorlar?
Okuyoruz:
"Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da
herşeye hakim olan kendileri midir?"
Böyle olmadıklarına ve böyle bir iddiaları da
olmadığına göre, kimdir öyleyse hazineleri elinde tutan ve kimdir herşeyin
anahtarını kontrol eden? Bu soruya Kur'an cevap veriyor ve diyor ki; Mahrum
eden de veren de, idare eden de çekip çevirip de kuşkusuz Allah'tır. Ve
evrende olan kısıtlamanın, verme, çekip çevirme ve idare etme olaylarının
tek açıklaması da budur. Çünkü hazineleri elinde bulunduranların ve işleri
çekip çevirmeyi kontrol edenlerin kendileri olmadığı tamamen ortaya çıkmış
ve bu olasılık tamamen reddedilmiştir.
Sonra yüce Allah onları bir basamak daha aşağıya
indiriyor ve Kur'an'ın indirildiği kaynağı dinleyecek bir araçları olup
olmadığını soruyor kendilerine:
"Yoksa onların üzerine çıkıp gizli sırları
dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri açık bir delil
getirsin: '
Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- onlara
bir peygamber olduğunu, kendisine vahiy geldiğini ve bu Kur'an'ın yücelerin
yücesinden indirildiğini söylüyor. Onlar Resulullah'ın dediğini yalanlıyor.
Öyleyse kendilerinin üzerine çıkıp dinledikleri ve Hz. Muhammed'e vahiy
gelmediğini anladıkları ve gerçeğin de onun dediklerinden başka olduğunu
öğrendikleri bir merdivenleri mi var? "Öyleyse dinleyicileri açık bir delil
getirsin." Yani onu dinleyenler güçlü ve insanları tasdik etmeye zorlayan
bir etkiye sahip delil getirsinler. Bu ifadede, müşrikler delillerinin
karşısına geçmiş diretirken ve karşı koyarken kendilerine belirtilerini ve
kanıtlarını gösteren Kur'an'ın gücüne işaret vardır.
Sonra yüce Allah onların tutarsız sözlerinden birisi
olan Allah hakkındaki görüşlerini tartışmaya açıyor. Buna göre onlar dişi
şeklinde uydurdukları melekleri Allah'ın çocuğu kabul ediyorlardı. Burada
Allah Teala, onları daha fazla rezil edip utandırmak için sözünü direkt
olarak kendilerine yöneltiyor.
"Yoksa kızlar Allah'ın, oğullar size mi?"
Onlar kız çocuklarını oğlanlardan çok daha aşağı
görüyorlardı. O derece ki birisine kızı doğduğu haber verilince üzüntü ve
kızgınlıktan yüzü kapkara kesiliyordu. Fakat bununla birlikte kızları
Allah'a yakıştırmaktan utanmıyorlardı. Burada Allah Teala, onları kendi adet
ve gelenekleri ile bağlayıp bu iddialarından dolayı hedefliyor. Yoksa aslına
bakılırsa bu düşünceleri zaten tutarsız ve asılsızdır.
Hz. Muhammed'in kendilerini hidayete çağırması
onların zoruna gidiyordu. Halbuki o, hidayeti onlara samimi ve art niyetsiz
olarak sunuyordu. Buna karşılık onlardan bir ücret istemiyor ve kendilerine
bir borç yüklemiyordu. Bu art niyetsiz sunuşun en makul gereği, bunu getiren
kişinin iyilikle karşılanması ve kendilerine sunmuş olduğu ve teklif etmiş
olduğu şeyleri eğer kabul etmezler ise, ona iyilikle cevap vermeleridir.
Oysa yüce Allah burada onların hiçbir geçerli nedeni olmayan tutumlarını
çirkin görüyor ve diyor ki:
"Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun onlar ayrı
bir borç altında mı kalıyorlar?"
Yoksa onlar, söylediklerine karşılık ağır bir borç
yüklediğinde onun altında mı eziliyorlar? Madem ki gerçekten onlardan ücret
ve karşılık istemiyorsun öyleyse ne kadar çirkin ve aşağılık bir harekettir
yaptıkları. Bu, yaptıkları ile yüzyüze geldikleri zaman çok utanacakları bir
durumdur.
Ve Allah Teala dönüp onları tekrar dünyaya
gelişlerinin asıl gerçek yüzü ile ve bu varlık alemindeki gerçek durumları
ile yüzyüze getiriyor. Buna göre onlar birer kuldurlar ve belli bir
kapasiteleri vardır. Bu varlık alemi kendilerine belli bir ölçü içerisinde
gösterilmiştir. Gerisi şu varlık aleminin sahibi olan yüce Allah'a has olmak
üzere onlara kapalı tutulmaktadır. Gerçekten kulların önünde gelip
durdukları kul oldukları için bilgi edinemedikleri bilinmezlikler alemi
vardır.
"Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri mi
istediklerini yazıyorlar?"
Onlar, bilinmezlikler aleminin kendi yanlarında
olmadığını ve kendilerinin , o aleme dair bilgilerinin bulunmadığını ve
bilinmeyen aleme güçlerinin yetmediğini biliyorlardı. Ve yine onlar gayb
defterine hiçbir şey yazamıyacaklarını oraya ancak ve ancak yüce Allah'ın
kulları için planladıklarından dilediklerini yazacağını da biliyorlardı.
Kuşkusuz gayb aleminin işine sahip olan, orada
planlama yapıp idare edebilen kişi orayı idare edebilir ve hileleri boşa
çıkarabilir. Onların nesi var ki? Onlar bilinmezlikler aleminin bilgisinden
mahrumdurlar. O alemin defterine yazı yazamazlar. Sana karşı hile
yapıyorlar, önlemler alıyorlar ve böylece geleceğe dair bir şeye güç
yetireceklerini sanıyorlar ve "Muhammed şairdir, zamanın onun aleyhine
dönmesini gözlüyoruz mu?" diyorlar.
"Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa
düşecek olanlar o inkar edenlerin kendileridir."
Onlar o kimselerdir ki gayb sahibinin planları
başlarına iner. Gaybı bilenin hile ve tuzağına tutulacak olanlar onlardır.
Ve Allah'tır onların kendilerini en güzel biçimde başlarına çevirecek olan.
"Yoksa onların Allah'tan başka bir tanrısı mı var?"
Kendilerini koruyan, işlerinin idaresini üzerine
alan ve yüce Allah'ın hileye karşı cezasını kendilerinden savacak olan
Allah'tan başka tanrıları mı vardır onların? "Allah'ın şanı onların ortak
koştuklarından yücedir." Onların batıl ve sakat düşüncelerinden de
münezzehtir.
Yüce Allah'a şirk koşmaktan ve ortaklardan tenzih
ifadeleri ile birlikte güçlü, etkili ve hızlı adımlı hücum da son buluyor.
Artık her kuşku aydınlanmıştır, her delil çürütülmüştür ve herkes, apaçık
gerçek karşısında her türlü mazeret ve delilden soyutlanmış olarak bulmuştur
kendisini. İşte tam o esnada yüce Allah onların gerçek kimliklerini, inatçı
böbürlenen apaçık gerçekten kuşkulanan ve uzaklardan en küçük bir kuşkuya
bile sarılan karekterlerini ortaya çıkarmıştır.
"Gökten bir parça düştüğünü görseler `Üstüste
yığılmış bulutlardır' derler."
Yani, üzerlerine gökten düşen bir parça halinde
içinde ölüm olan azap gönderilecek olsa düştüğünü görürken bile bu içinde su
ve hayat olan "Birbiri üstüne yığılmış bulut yığınıdır" derler.
Hakkı kabul etmeme inatları uğruna onların deyimi
ile boyunlarında kılıcın buz gibi soğukluğunu hissetseler bile gerçeği kabul
etmezler ve üstüste yığılmış buluttur derler. Belki de bu ifade ile yüce
Allah Ad kavminin hikayesine ölüm ve felaket bulutunu gördükleri zaman
söyledikleri "Bu bize yağmur indirecek olan bir buluttur." (Ahkaf suresi,
24) şeklindeki sözlerine işaret etmektedir. Onlar bu sözlerine yüce
Allah'tan şu cevabı almışlardır: "Hayır o sizin çabucak istediğiniz
Rabb'inin emriyle herşeyi mahveden elim bir azabın bulunduğu yeldir." (Ahkaf
suresi, 24)
RABBİNİN HÜKMÜNE
SABRET
Felaket başlarının tepesinde olsa bile Hakkı kabul
etmeyip inat etmeleri canlandırıldıktan sonra, yüce Allah sözünü
Peygamberine çeviriyor ve elini onların üzerinden çekmesine ve onları
surenin başında anlatılıp nitelenen güne ve kendilerini o günden önce
bekleyen azaba havale etmesini tavsiye ediyor. Kendini şereflendiren,
koruyan ve gözeten Rabbinin hükmüne sabretmesini, sabahleyin kalktığında,
geceleyin ve yıldızlar battıktan sonra hamd ile Rabbini tesbih etmesini
bildiriyor.
45- Korkudan
bayılacakları günlerine kavuşuncaya kadar bırak onları.
46- O gün, tuzakları
kendilerine hiçbir yarar sağlamaz ve onlara yardım da edilmez.
47- Zulmedenlere,
şüphesiz bundan başka da azab vardır; Fakat onların çoğu bilmezler.
48- Rabbinin hükmüne
sabret, çünkü sen, gözlerimizin önündesin, kalktığın zaman Rabbini övgü ile
an. ,
49- Gecenin bir
kısmında ve yıldızların ardından da Allah ı tesbih et.
Bu o korkunç günle tehdide başlayan yepyeni bir
hamledir. Yeniden dirilme ve mahşere gelme olaylarının hemen öncesi sura
üfürüldüğü gün hepsinin çarpılıp ölecekleri günle tehdit dolu yepyeni bir
hamledir bu. O gün onlara hiçbir önlem ve çare fayda vermeyecektir. Onlar
bugün tuzak kurup önlem alıyorlarsa, o gün hiçbir önlem ve tuzağın yararı
olmaz kendilerine. Üstelik bugün gelmezden önce bir de bilinmez bir azap
daha vardır. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.
Bu son tehdit ile, baştan beri uzun ve şiddetli
bombardımana tutulan zalim yalanlayıcılardan yüz çevriliyor. Gerek uzak
gerek yakın kendilerini bekleyen azapla tehdit edilmiş pozisyonuna getirilip
bırakılmışlardır artık. Yüce Allah şimdi onları bırakıp, kendisine dil
uzatılan ve iftira edilen Hz. Peygambere dönüyor. Kendisine bunca
zorluklara, yalanlamalara, dil uzatmalara karşı sabrı tavsiye ediyor.
Herşeyi dilediği gibi yapan yüce Allah'ın hükmüne
bırakarak meşakkatlerle dolu uzun çağrı yolu boyunca sabrı tavsiye ediyor
ona: "Rabbinin hükmüne sabret: '
Sabır tavsiyesi ile birlikte, kutsal şereflendirme,
ilahi esirgeme, ve yolda karşılaşılan meşakkatleri silip süpüren ve onlara
sabrı sevimli hale getiren sevimli kutsal yolculuk müjdesi vardır. Zaten bu
sabırdır bu yüce şereflendirmeye vesile olan.
"Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen gözlerimizin
önündesin: '
Aman Allah'ım bu ne güzel bir ifade... Ne güzel bir
canlandırma... Ne güzel bir takdir...
Tüm Kur'an ifadeleri içinde, hatta onlar bir yana
buna benzer ifadeler için de bile eşsiz ve bambaşka olan şu ifadenin
canlandırdığı bu derece hiçbir insanın erişemediği bir derecedir.
Hz. Musa'ya "Seni ben peygamber seçtim, şimdi
vahyedilecek mesajı dinle." (Taha suresi, 13) Bir başka kez de "Gözümün
önünde yetişesin diye seni sevgimin kanatları altına aldım." (Taha suresi,
39) Bir diğer ayette ise "Şimdi seni sırf kendime ayırdım." (Taha suresi,
17) buyrulmuştu.
Bütün bu ifadeler Hz. Musa için yüksek makamlar
demekti. Ancak Hz. Muhammed'e "Sen bizim gözümüz altındasın" buyruluyor. Bu
ifade Resulullah'a ayrı bir şeref vermekte ve özel bir yakınlık
bahşetmektedir. Bu ifade her çağrışımdan apayrı, ince ve şeffaf bir çağrışım
taşımaktadır... Bu orjinal ifadeyi dile getirip açıklamaya hiçbir beşer
ifadesinin gücü yetmez. Biz bu ifadenin uyandırdığı çağrışımlara işaret
etmekle ve çağrışımlarla içiçe yaşamakla yetinelim yeter bize!
Bu yakınlık ve dostlukla birlikte, yüce Allah ile
sürekli bir bağ kurma yolu gösterilmektedir:
"Kalktığın zaman Rabbini övgü ile an."
Gecenin bir kısmında ve yıldızların ardından da
Allah'ı tesbih et.
Gün boyunca, uykudan uyanınca, geceleyin ve tan yeri
ağarıp yıldızlar battığı zamanlar. Bu zamanlar cana yakın dostluğun tadına
varıldığı zamanlardır. Allah'ı tesbih edip onun yüce ve her türlü eksikten
uzak olduğunu itiraf etmek, azıktır, insana yoldaştır ve gönüllerin
yakarışlarıdır. Bu zamanlar normal insanlar için yüce Allah ile başbaşa
olmanın tadına varılan vakitler olduğuna göre, acaba seven ve sevilen ve
O'na son derece yakın olan Hz. Muhammed'in kalbi nelerin tadına varır kim
bilir?
TUR SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.