56-Vakıa
1- Kıyamet koptuğu
zaman,
2- Onu hiç kimse
yalanlayamayacaktır.
3- O kimini
alçaltır, kimini de yükseltir.
4- Yeryüzü şiddetle
sarsıldığı zaman.
5- Dağlar paramparça
olup,
6- Toz halinde
boşluğa dağıldığı zaman.
7- Sizler üç gruba
ayrıldığınız zaman.
Dehşet saçan bir olayı sunan bu girişte korku salma
amacı son derece belirgindir. Okuduğumuz ayetlerde bu amacı gözeten ve
anlamla uyum kuran özel bir üslup kullanılıyor. Her şeyden önce iki yerde
"ne zamanki" anlamına gelen "iza" şart edatı kullanılıyor. Bu edatın
arkasından şart cümlesi geldiği halde cevap cümlesine yer verilmiyor.
Ayetleri bir daha okuyalım da görelim:
"Kıyamet koptuğu zaman,
Onu hiç kimse yalanlayamayacaktır.
O kimini alçaltır, kimini yükseltir."
Görüldüğü gibi "Hiç kimse tarafından
yalanlanamayacak olan, kiminin derecesini düşürürken kiminin değerini
yükseltecek olan o olay gerçekleştiği, yani kıyamet fiilen koptuğu zaman" ne
olacağı belirtilmiyor. Bunun yerine yeni bir söze geçiliyor. Şöyle ki:
"Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman. Dağlar
paramparça olup,Toz halinde boşluğa dağıldığı zaman: '
Bu büyük dehşet anının gerçekleşmesinden sonra ne
olacağı burada da belirtilmiyor. Sanki bu dehşet tablosu, sonucu açıklamasız
bırakılan bir giriş, bir ön-alârm niteliğindedir. Açıklamasız
geçiştirilmektedir. Çünkü bu ön-alârmın sonu korkunçtur. bu özel üslup,
korkunçluğu ve dehşet saçıcı özelliği girişteki bu ayetler tarafından
belgelenen surenin genel havasına uygun düşer. Mesela "vakıa" sözcüğü hem
anlamı ve hem de hecelerinin titreşimleri ile insanın kafasında şu çağrışımı
uyandırıyor: Yukardan düşen kocaman bir kütle kendisine bir yer bulup
dengeye kavuşmuştur. Artık ne sarsılacak, ne. de yerinden kayacaktır. Yani
"Onu hiç kimse yalanlayamayacaktır."
Ayrıca insan zihninin bu büyük kütlenin düşüşüne, bu
sürpriz olayın meydana gelişine ilişkin bir beklentisi var. İnsan zihni bu
düşüşün arkasından birtakım sarsıntıların, birtakım alt-üst oluşların
meydana geleceğini bekliyor. Ayetlerin akışı da bu beklentiye cevap veriyor.
Çünkü bu olay Kimini alçaltır, kimini de yükseltir." Yani bu sarsıntı o güne
kadar dünyada yüksek tutulan bazı değerleri alçaltırken, düşük sayıla gelmiş
olan bazı değerleri de yükseltir. O gün ölçüler ve değerler önce sarsılır,
sonra yüce Allah'ın terazisinde yeni dengelere kavuşur.
Sonra bu dehşet yeryüzünün, insanların
alışageldikleri algılarına göre dengeli ve sarsıntısız olan yeryüzüne
sıçrıyor. Bir de bakıyoruz ki, bu yeryüzü şiddetle sarsılıyor. Bu gerçek
kıyametin kopması imajı ile uyumlu bir ifade dile getiriliyor. Sonra bu
müthiş olayın etkisi ile onca sert bir yapıya sahip olan koca dağlar
boşlukta toz bulutu gibi uçuşan parçalara dönüşüyor: "Dağlar paramparça olup
toz halinde boşluğa dağıldığı zaman: '
Yeryüzünü şiddetle sarsan ve dağları paramparça edip
toz bulutu halinde boşluğa salan bu dehşet, ne kadar korkunçtur. Daha önce
ahireti yalanlamış ve yüce Allah'a ortak koşmuşlarken şimdi yeryüzünü ve
dağları bu hale dönüştürmüş bu müthiş olayla karşılaşan inkarcılar ne kadar
cahildirler!
Sure işte böylesine kâfirler tarafından inkar
edilmiş ve Allah'a ortak koşanlara yalanlanmış, insanı tepeden tırnağa
titreten, duygu dünyasını korku fırtınasına tutturan müthiş bir olayla
başlıyor. Kıyametin kopmasını tasvir eden bu sahne burada noktalanıyor. Amaç
bu müthiş sarsıntı sonunda meydana gelen alçalmaları ve yükselmeleri,
insanların değerlerine ve akibetlerine ilişkin değişiklikleri gözlerimiz
önüne sermektir.
8- Defterleri
sağdan verilenler. Ne mutlu onlara!
9- Defterleri soldan
verilenler. vay gele başlarına!
10- Ve öncüler, hep
önden gidenler.
Burada üç sınıf insanla karşılaşıyoruz. -Oysa
Kur'an'ın bu tür teşhir amaçlı sahnelerinde genellikle insanlar iki sınıfa
ayrılırlardı- Önce defteri sağdan verilenler gündeme getiriliyor. Fakat bu
sınıf hakkında ayrıntılı açıklama yapılmıyor. Sadece şu saygı ve önem yüklü
bir tanıtma cümlesi ile yetiniliyor: "Defterleri sağdan verilenler. Ne mutlu
onlara!"
Arkasından aynı üslubun karşıt içeriklisi ile
defterleri` soldan verilenlerden sözediliyor. Sonra da gözler bu grupların
üçüncüsü olan "öncüler"e çevriliyor. Bu mutlu grup tanıtılırken kandı öz
sıfatı ile nitelenmekle yetiniliyor; "Ve öncüler; hep önden gidenler"
buyuruluyor. Sanki denmek isteniyor ki; Onlar, onlardır işte; bu kadarı
yeter." Yani bu grubun konumu o kadar yücedir ki, hiçbir övgü ona birşey
ekleyemez.
Bu yüzden hemen bu gruptakilerin Allah katındaki
değerlerinin anlatılmasına geçiliyor, yüce Allah'ın onlar için hazırladığı
nimetlerin ayrıntılı açıklamasına girişiliyor. Sayılan nimetler okuyucuların
kavrayabilecekleri, bilgi ve deneyim dağarcıklarında benzerlerini
bulabilecekleri nimetlerdir. Okuyalım:
CENNET VE ÖNCÜLER
11- Onlar Allah'a
yakındırlar.
12- Bol nimetli
cennetlerdedirler.
13- Çoğu öncü
ümmetlerden,
14- Birazı da
sonrakilerdendir.
15- Altın işlemeli
tahtlarda otururlar.
16- Karşılıklı
olarak bu tahtlara kurulurlar.
17- Hiç ölmeyecek
genç hizmetçiler aralarında dolaşır,
18- Gürül gürül akan
bir çeşmeden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.
19- Bu içki ne
başlarını ağrıtır, ne de sarhoş eder.
20- Hoşlarına giden
meyvalarla,
21- İştahla
yiyecekleri kuş etleri ile,
22- Onlara iri gözlü
huriler sunulur,
23- Tıpkı sedefteki
inciler gibi.
24- Yaptıkları
iyiliklerin karşılığı olarak,
25- Orada ne boş ve
ne günah içerikli bir söz işitirler.
26- İşittikleri tek
söz "selâm, selâm "dır.
Görülüyor ki, bu mutlu gruba bağışlanan nimetler
sayılırken en başta bu nimetlerin en büyüğü, en değerlisi olan "Allah'a
yakın olma" nimeti anılıyor; "Onlar Allah'a yakındırlar ve bol nimetli
cennetlerdedirler" buyuruluyor. Aslında bol nimetli cennetlerin tümü
terazinin bir kefesine konsa yüce Allah'a yakın olma nimetine denk gelemez,
bu en yüce armağanla asla boy ölçüşemez.
Bundan dolayı bu noktada durularak bu yüksek
derecenin sahiplerinin kimler olduğu açıklanıyor:
"Çoğu önceki ümmetlerden, Birazı da
sonrakilerdendir."
Demek ki, bu kimseler sayıca azdır; seçilmiş,
ayıklanmış bir grupturlar. Çoğu "öncekiler"den ve birazı,
"sonrakiler"dendir.
Tefsir bilginleri "öncekiler"in ve "sonrakiler"in
kimler olduğuna ilişkin farklı görüşleri ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin
birincisine göre "öncekiler" islâmdan önceki ümmet arasında iman etmiş, bu
alanda yüksek dereceye ermiş seçkinlerdir. "Sonrakiler" de inançları uğrunda
ağır çilelere katlanmış ilk müslümanlardır. İkinci görüşe göre "öncekiler"
de, "sonrakiler" de bizim Peygamberimizin ümmetindendir. "Öncekiler" ilk
müslümanlardan, "sonrakiler" ise daha sonraki müslüman kuşaklardandırlar.
Ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir bu ikinci görüşü
benimser ve bu tercihini Hasan ile İbn-i Sirin'e dayandırarak şöyle der:
İbn-i Ebu Hatem'in Hasan b. Muhammed b. Sabbah ve Affan kanalı ile
bildirdiğine göre Abdullah b. Ebu Bekr muzeni şöyle diyor: "Birgün Hasan `Ve
öncüler; hep önden gidenler' ayetini okuduktan sonra `Öncüler geçti.
Allah'ım bizleri defterleri sağdan verilenlerden eyle' demişti."
İbn-i Kesir sözlerine şöyle devam ediyor: Babamın
Ebu Velid kanalı ile bana verdiği bilgiye göre Sırrı b. Yahya şöyle diyor:
"Birgün Hasan `Ve öncüler; hep önden gidenler. Onlar Allah'a yakındırlar.
Çoğu öncekilerdendir' ayetlerini okudu. Arkasından `Çoğu bu ümmetin ilk
kuşaklarındandır' dedi. Yine babamın Abdulaziz b. Muğire b. Mınkarî'ye
dayanarak bana verdiği bilgiye göre Ebu Hilâl şöyle diyor: "Muhammed b.
Sırın `Çoğu öncekilerdendir. Birazı da sonrakilerdendir' ayetini açıklarken
`Sahabiler, öncekilerin de sonrakilerin de bu ümmetten olduklarını
söylerlerdi ya da öyle olmasını temenni ederlerdi' demiştir."
Bu seçkinlerin kimler oldukları açıklandıktan sonra
cennette kendileri için hazırlanan nimetlerin ayrıntılı tanıtımına
geçiliyor. Doğallıkla bu nimetlerin kavrayabilecekleri, zihinlerinde
canlandırabilecekleri nimetler olmasına özen gösteriliyor. Bunların dışında
oraya varınca tanıyacakları başka nimetler de vardır. Fakat hiçbir gözün
görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir hayal gücünün
canlandıramayacağı bu süpriz nimetleri o gün kavrayabileceklerdir;
kendilerine bu yetenek verilecektir. Şimdi o nimetleri tanıyalım:
"Altın işlemeli tahtlarda otururlar."
Bu tahtların yüzleri değerli madenle süslenmiştir. O
öncüler;
"Karşılıklı olarak bu tahtlara kurulurlar."
.Rahat ve huzur içindedirler. Kafalarında hiçbir
dert, hiçbir endişenin ağırlığı yok. İçinde yüzdükleri nimetlerden yana
hiçbir kuşku taşımıyorlar. `Bitecek, tükenecek" diye korku yok içlerinde.
Karşı karşıya oturmuş sohbet ediyorlar. Bu arada;
"Hiç ölmeyecek hizmetçiler aralarında dolaşır."
Bu gençler için zaman işlemez. Dünyadaki benzerleri
gibi gençlikleri ve tazelikleri zamanın etkisi ile aşınmaz. İşte bu genç
hizmetçiler aralarında dolaşırlar. Nasıl mı?:
"Gürül gürül akan çeşmeden doldurulmuş testiler,
ibrikler ve kadehlerle." Testiler, ibrikler ve kadehler saf ve iştah açıcı
içki ile doludur. Üstelik: "Bu içki ne başlarını ağrıtır ne de sarhoş eder:
'
Ne o içkiden ayrı düşerler ne de önlerindeki kaplar
boşalır. Oradaki herşey sürekli ve güvenlidir. Ayrıca;
"Hoşlarına giden meyvalar ile, iştahla yiyecekleri
kuş etleri ile...
Orada yasak olan hiçbir şey yok. Oranın mutlu ve
sürekli konuklarının canlarının çekmediği hiçbir şey de yok. Bunların
yanısıra;
"Onlara iri gözlü huriler sunulur. Tıpkı sedefteki
inciler gibi: ' "Sedefteki inci" yani "sıkı korunmuş inci". Yani el
değmemiş, göz değmemiş ona. Hiçbir el kabuğunu, sedefini kırmamış; hiçbir
göz tarafından tırmalanmamış . Bu ifade sözkonusu ceylan gözlü huriler
konusunda gönül okşayıcı ve somut olucu anlamlar taşır dolaylı olarak. Bütün
bunlar, "Yaptıkları iyiliklerin karşılığı olarak."
Evet bütün bu nimetler onların çalışma yurdu olan
dünyadaki iyi davranışlarının ödülüdür. Geçici dünyanın tüm nimetlerinin,
yanında eksik kalacakları bir mükemmellikle gerçekleşiyorlar. Bütün bunların
ötesinde onlar huzur ve sükun içinde selâmlaşıyorlar. Kibar ve nezih sözleri
ile birbirlerine sesleniyorlar. Orada ne boşboğazlığa ne tartışmaya ve ne de
kem sözle karşılaşılır:
"Orada ne boş ve ne günah içerikli söz işitilir.
İşittikleri tek söz `selâm, selâm'dır: '
Onların tüm hayatı selâmdır, esenliktir. Üzerinde
esenlik, kanat çırpar, havasında buram buram esenlik (selâm) tüter. Bu bol
nimetli ve güvenli ortamda melekler onlara selâm verir, birbirleri ile
selâmlaşırlar ve kendilerine rahmeti bol olan Allah'ın selâmı iletilir.
Kısacası içinde yaşadıkları atmosfer baştan başa selâm ve esenlik
atmosferidir.
DEFTERLERİ SAĞINDAN
VERİLENLER VE CENNET
Bu öncü ve seçkin grup hakkında söylenecekler
noktalanınca onu izleyen gruba, yani defteri sağdan verileceklerin grubuna
geçiliyor. Okuyoruz:
27- Defterleri
sağdan verilenler. Ne mutlu onlara!
28- Onlar dikensiz
sedir ağaçları,
29- Meyva yüklü muz
ağaçları arasında,
30- Kesintisiz
gölgeler altında,
31- Çağlayan akarsu
boylarında,
32- Bol meyvalar
yanında,
33- Sürekli ve
yasaksız,
34- Yüksek döşekler
üzerindedirler.
35- Biz oradaki
hurileri yeniden yarattık.
36- Onları bakire
yaptık.
37- Eşlerine aşık ve
onlarla aynı yaşta,
38- Defterleri
sağdan verilenler için,
39- Bunların
bazıları eski ümmetlerden,
40- Bazıları da
sonrakilerdendir.
Şimdi defterleri sağdan verilenlerle karşı
karşıyayız. Surebin girişinde onlardan kısaca söz edilmişti. Şimdi burada
öncülerin arkasından onlara ilişkin ayrıntıları okuyacağız. Yalnız bu
açıklamalara geçilmeden önce o önem ve saygınlık yüklü ifade bir kez daha
tekrarlanıyor: "Ne mutlu onlara!"
Bu grubu oluşturan cennetliklere sunulacak olan
nimetler anlatılırken somut ve maddi ifadeler kullanılıyor. Nimetlerin
niteliklerinde buram buram bedeviliğe özgü "doğallık" tütüyor. Bedevilerin
algı ve deneyim dağarcığındaki nimet türleri ön plânda tutularak onların
zevklerinin tatmin edilmesi amaçlanmış olmalıdır.
Bu grubu oluşturan cennetlikleri "dikensiz sedir
ağaçları" bekliyor. Sedir ağaçları normal olarak dikenlidir. Fakat orada
budanmışlar, dikenleri ayıklanmıştır. Yine onlar "Mevva yüklü muz ağaçları
arasında"dırlar. Muz ağacı Hicaz dolaylarında çok rastlanan dikenli bir
ağaçtır. Fakat oradaki türü yine budanmıştır. Üstelik meyvaları emeksiz ve
zahmetsiz biçimde devşirile bilmektedir. Onlar "Kesintisiz gölgeler altında
ve çağlayan akarsu boylarındadırlar." Bütün bunlar çöl hayatının sevilen ve
mutluluk sebebi sayılan nimetleridir. o insanının hayallerini süslerler,
özlemlerini depreştirirler. Çöl insanının hayallerini süslerler, özlemlerini
depreştirirler. Bunların yanısıra onlar "Sürekli, yasaksız ve bol meyvalar
arasındadırlar." Yukarda bedevilerce bilinen meyvalar tek tek sayıldıktan
sonra burada ayrıntıya girilmiş, geniş kapsamlı bir "meyva" ifadesi ile
yetinilmiştir.
Ayrıca onlar "Yüksek döşekler üzerindedirler·"
Buradaki döşekler ne "altın işlemeli"dir ve ne de "konforlu"dur. Sadece
"yüksek" oldukları belirtiliyor. Yükseklik, biri maddi, öbürü manevi olmak
üzere iki anlam taşır. Bu iki anlam birbirini çağrıştırır. "Yerden
yükseklik" ve "kirden arınmış"lıkta bu anlamların ikisi buluşur. Çünkü
yerden yüksekte olan nesne yerin kirinden, pisliğinden uzak olduğu gibi
manen yüksek olan nesne de her türlü pislikten arınmış demektir. Bundan
dolayı "yüksek döşekler"in arkasından söz cennetteki eşlere getiriliyor.
Yüce Allah "Biz oradaki hurileri yeniden yarattık" buyuruyor. Bu ifade, ya
"onları yoktan yarattık" demektir, çünkü onlar huri kökenlidirler. Ya da
"varlıkların devamına yenilik getirdik" anlamındadır, çünkü bunlar
cennetliklere gönderilmiş genç eşlerdir. "Onları bakire yaptık: ' Onlara hiç
kimsenin eli değmemiştir. Onlar "eşlerine aşık ve onlarla aynı yaştadırlar.
Eşlerini çok severler ve onlarla akrandırlar. "Defterleri sağdan verilenler
için"dirler. Onlara özgüdürler. Bu eşlerin yanılttığı iffetlilik imajı ile
"yüksek döşekler" arasında uyum gözetilmiştir.
Sözkonusu "defteri sağdan verilenler" var ya;
"Bunların bazıları eski ümmetlerden, bazıları da sonrakilerdendirler."
bunlar yüce Allah'a yakın olan öncüler grubundan daha kalabalıktırlar.
"Öncekiler" ve "Sonrakiler" deyimlerinin yukarda anlattığımız iki muhtemel
anlamlarının hangisi geçerli sayılırsa sayılsın bu böyledir ayetlerinde söz
edilmişti. Burada ise haklarında ayrıntılı açıklama yer alıyor.
41- Defterleri
soldan verilenler. vay gele başlarına!
42- Onlar
gözeneklerine işleyen kavurucu bir rüzgar önünde ve kaynar su içinde,
43- Kara ve boğucu
bir dumanın gölgesi altındadırlar.
44- Ne serinliği ve
ne de okşayıcılığı var.
45- Çünkü onlar
vaktiyle varlık içinde azıtmışlardı.
46- Büyük günahı
(Allah'a ortak koşmaya) işlemekte ısrar ediyorlardı.
47- "Ölüp toprak ve
kemik yığını olduktan sonra, biz yeniden mi diriltileceğiz?"
48- "Eski atalarımız
da mı?" diyorlardı.
49- De ki:
"Öncekiler de, sonrakiler de."
50- "Belirlenmiş bir
gününün randevusunda bir araya getirileceklerdir."
51- Sonra siz, ey
sapık yalanlayıcılar,
52- Size kesinlikle
Zakkum ağacının meyvası yedirilecektir.
53- Onunla
karınlarınız doldurulacaktır.
54- Üzerine de
kaynar su içeceksiniz.
55- Onu, içtikçe
susayan develer gibi içeceksiniz.
56- Onlar hesap günü
işte böyle ağırlanacaklardır.
Defterleri sağdan verilenlerin "gölgeleri
kesintisiz" ve "suları gürül gürül akışlı" iken buna karşılık defterleri
soldan verilenler "Gözeneklerine işleyen, kavurucu bir rüzgar önünde ve
kaynar su içindedirler; Ne serinliği ve ne de okşayışı olmayan kara ve
boğucu bir dumanın gölgesi altındadırlar." Burada da gölge var. Fakat bu
gölge "kara ve boğucu bir dumanın gölgesi"dir. Buna gölge denmesi alay ve
istihza amacı iledir. O gölgenin "serinliği ve okşayışı" yoktur. Bu sözde
gölge, içine girenlerin nefeslerini tıkayan, genizlerini yakan bir zifiri
karanlıktır. Bu nefes kesici baskı, adamların davranışlarına uygun düşen bir
cezadır. "Çünkü onlar varlık içinde azıtmışlardı: ' Bu nefes kesici baskı o
azgınlar için kim bilir ne can yakıcıdır! Yine onlar "Büyük günahı (Allah'a
ortak koşma suçunu) işlemekte ısrar ediyorlardı." Ayetin orjinalinde geçen
ve sözcük anlamı ile "sözünden caymak" demek olan "hıns" sözcüğü burada suç
anlamına gelir. Sözü edilen suç, Allah'a ortak koşma suçudur. Bu sözcük
aracılığı ile adamların verdikleri sözü bozduklarına değinilmek isteniyor.
Verdikleri sözden maksat, yüce Allah'ın kendisine inanacakları, birliğini
onaylayacakları yolunda fıtratlarından almış olduğu taahhüttür. Ayrıca bu
adamlar "Ölüp toprak ve kemik yığını olduktan sonra biz yeniden mi
diriltileceğiz? Eski atalarımız da mı?" Diyorlardı. " "
Evet yapıyorlardı, ediyorlardı. Sanki adamların
içinde bu ayetlerle muhatap oldukları dünya sanki arkada kalmış, sona ermiş,
geçmiş olmuş. Sanki şu anda bu sahne ve burada tasvir edilen azap yaşanıyor.
Ayetin üslubu bize bu izlenimi veriyor. Çünkü dünyanın tüm ömrü bir göz
kırpma süresi kadar ve asıl içinde yaşadığımız zaman, ölümden sonra
varacağımız alemdir, ahirettir.
Burada tam yeri gelmişken Kur'an, dünyaya dönerek
inkarcıların yukardaki sözlerine cevap veriyor. Okuyalım:
"De ki: `Öncekiler de, sonrakiler de belirlenmiş bir
günün randevusunda bir araya getirileceklerdir."
O gün şu anda içinde bulunduğunuz, sahnelerini
seyrettiğiniz, bol tanıklı gündür.
Bir sonraki ayette yine inkarcılara dönülerek onları
bekleyen akıbetin anlatılmasına devam ediliyor, yapılan tasvirlerle
azgınların çarpılacakları azabın tablosu tamamlanıyor. Okuyalım:
"Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar, size kesinlikle
zakkum ağacının meyvası yedirilecektir."
Zakkum ağacının ne olduğunu hiç kimse bilmiyor. Ona
ilişkin tek bilgimiz şudur: Yüce Allah, başka bir surede bu ağacın
tomurcuklarının şeytanın başına benzediğini belirtiyor. Gerçi hiç kimse
şeytanın başını görmemiştir. Fakat sadece sözü bile insana çok şeyler
anlatıyor. Üstelik "zakkum" sözcüğü, tırmalayıcı ses yapısı aracılığı ile
insanın zihninde yapışkan, sert, tırmalayıcı batıcı bir imaj uyandırıyor.
İnsan bu sözcüğü telaffuz ederken avuçlarının, hatta gırtlağının
tırmalandığını hissediyor. Zakkum ağacı, defterleri sağdan verilecek
olanlara sunulacak olan "dikensiz sedir ağaçları" ile "meyva yüklü muz
ağaçları"nın karşılığıdır.
Zakkum ağacının meyvaları şeytan başı gibi
olmalarına rağmen bu inkarcılar "onunla karınlarını dolduracaklardır." Çünkü
çok açtırlar, çektikleri sıkıntı dayanılır gibi değildir. Bu dikenli acı
meyva adamları hemen suya doğru koşturuyor. Gırtlaklarını yumuşatma ve
karınlarının hararetini söndürme ihtiyacını doğuruyor. "Üzerine de kaynar su
içeceksiniz." Hemen suya yumulurlar. "Onu içtikçe susayan develer gibi
içeceksiniz." Susuzluk nöbetine tutulan, bir türlü suya kanmayan develere
döneceklerdir. "Onlar hesap günü işte böyle ağırlanacaklardır." "Ağırlanma"
dinlenmeyi, rahatlamayı ve huzuru çağrıştırır. Fakat defterleri soldan
verileceklerin ağırlanmaları böylesine huzursuz ve rahatsız edici olacaktır.
İşte onların o günkü ağırlanmaları böyle olacaktır. Hani o kuşku ile
karşıladıkları, soru konusu yaptıkları ve hakkında Kur'an'ın verdiği
bilgileri onaylamadıkları gün. Üstelik yüce Allah`a ortak koşuyorlar, O'nun
bu bol tanıklı güne ilişkin tehdidini umursamıyorlardı.
Kimi insanları alçaltırken kimilerini yükseltecek
olan kıyamet gününün akibetlerinin ve yeni değerlerinin gösterisi burada
noktalanıyor. Aynı zamanda surenin ilk bölümü de sona eriyor.
EVREN VE İNANÇ
SİSTEMİ
Surenin ikinci bölümü ise bütünü ile inanç sistemini
yapılandırmayı amaçlıyor. Bunun yanısıra yeniden dirilme ve ahiret olgusu da
sık sık vurgulanıyor. Bu bölümde Kur'an'ın insan fıtratına seslenen kendine
özgü anlatım biçimi açıkça ortaya çıkıyor. Kur'an, iman etmeye çağıran
kanıtları sergilerken insan vicdanına yalın, kolay anlaşılır ve yumuşak
sözlerle yaklaşıyor, en büyük gerçekleri anlatırken bile insanın yakın
çevresinden alınmış, zahmetsizce kavranabilen örneklerin tanıklığına
başvuruyor.
Kur'an, insanın gündelik hayatında karşılaştığı
gerçekleri ve sık sık tekrarlanan olayları evrensel realitelere dönüştürür.
Bu gerçekleri ile bu olaylarda yüce Allah'ın evrene ilişkin yasalarını
keşfeder. Bu gerçekler ve olaylardan hareket ederek geniş kapsamlı bir inanç
sistemi, evrene ilişkin bütünleşmiş bir düşünce tarzı oluşturur. Ayrıca yine
bu gerçeklerden ve bu olaylardan kendine özgü bir bakış ve düşünce yöntemi
geliştirir. Ruhlara ve kalplere canlılık kazandırır. Duygulara ve algılara
uyanıklık kazandırır. Bu uyanıklık iki yönlüdür. Bir yönü sabah-akşam
insanları gözetlediği halde onlar tarafından yeterince umursanmayan evrenin
dış yüzüne yöneliktir. Öbür yönü ile de insanların iç dünyalarına bu dünyada
olup biten acayipliklere ve olağanüstülüklere dönüktür.
Kur'an, insanları çarpıcı olağanüstü olaylara,
sayılı özel mucizelere havale etmez. Onları olağanüstü olayları, mucizeleri,
ayetleri, kanunları kendilerinin uzağında, gündelik hayatlarının uzağında,
yakın çevrelerindeki yabancısı olmadıkları evrensel görüntülerin ötesinde
aramak zorunda bırakmaz. İnsanların vicdanlarında bir inanç sistemi
oluşturmak için, bu inanç sistemine dayanan bir evren ve hayat görüşü
meydana getirmek için onları karmaşık felsefe akımlarına, içinden çıkılmaz
rasyonel tartışmalara ve herkesin yapamayacağı bilimsel deneylere daldırmaz.
İnsanların kendi varlıkları yüce Allah'ın sanatının
esridir. Çevrelerindeki evrensel görüntüler O'nun gücünün ürünüdür. O'nun
eli ile yarattığı her nesnede bir mucize gizlidir. Kur'an da O'nun sözüdür.
Kim insanlara öz varlıklarında saklı olan ve yakın çevrelerindeki evrene
serpiştirilen mucizeleri kavratırsa onlara gündelik hayatlarındaki
olağanüstü olayları belletmiş olur. İnsanlar bu olayları görüp durdukları
halde içerdikleri mucizevi özü idrak edemiyorlar. Çünkü bu olayları uzun
zamandan beri gördükleri için onları kanıksamışlar, olağanüstü niteliklerini
göremez olmuşlardır. Kur'an, insanları bu olaylarla yüzyüze getirerek
gözlerini onlara doğru açmalarını ve içerdikleri müthiş sırrı gözlemelerini
sağlar. Bu sır yaratıcı gücün, ortaksız birliğin, insanların öz
varlıklarında olduğu gibi çevrelerini kuşatan evrende de aktif etkisini
gösteren ezeli yasal düzenin sırrıdır. Bu sır insana çağıran kanıtlarla ve
inanç sistemini yapılandıran açık deliller ile yüklüdür. Kur'an bu sırrı
insanların öz varlıklarına serpiştirir. Daha doğrusu fıtratlarında uykuya
dalan bu sırra uyanıklık kazandırır.
Surenin bu bölümüne işte bu yöntem egemendir. Bölüm
boyunca insanlara yaratıcı gücün öz varlıklarında beliren, elleri ile
yaptıkları tarımsal faaliyetlere yansıyan, içtikleri suda meydana çıkan ve
yaktıkları ateşte gizlenen kanıtları, mucizevi izleri gösteriliyor. Bu
olaylar gündelik hayatlarının en göze çarpan olaylarıdır. Bunların yanısıra
son "an"a, şu gezegendeki hayatlarının sonu ile ahiretteki hayatlarının
başlangıcına da dikkatleri çekiliyor. Bu an ile herkes karşılaşacak, o
noktaya varınca tüm çareler tükenecek; o anda canlılar sınırsız ve tam
yetkili gücün tasarrufu ile somut biçimde yüzyüze geleceklerdir. O anda hiç
kimse hiçbir yana kımıldayamayacak, kıskıvrak yakalanacaktır. O anda bütün
maskeler düşecek, bütün bahaneler geçersiz olacaktır.
Kur'an'ın insan fıtratına seslenirken kullandığı
yöntem, bu kitabın hangi kaynaktan geldiğini gösteren bir delildir.
Kur'an'ın kaynağı ile evrenin kaynağı aynıdır. Kur'an'ın yapılanmasında
izlenen yöntem ile evrenin yapılanma sürecinde izlenen yöntem de birdir.
Evrendeki en karmaşık sistemler ve en önemli yaratıklar en yalın
elementlerden oluşur. Evren binasının yapı taşının "atom" ve canlı binasının
yapı taşının "hücre" olduğu biliniyor. Atom, bütün küçüklüğüne rağmen
başlıbaşına bir mucizedir. Hücre de bütün minikliğine rağmen bir başka
mucizedir.
Kur'an'da da gündelik hayatın en basit gözlemleri
son derece önemli bir inanç sisteminin ve alabildiğine geniş kapsamlı
evrensel düşüncenin oluşturulması sürecinde yapı taşları olarak kullanılır.
Bu gözlemler üreme, tohum ekip ekin yetiştirme, su, ateş ve ölüm gibi
sıradan gözlemlerdir. Bu gözlemler şu yeryüzünde yaşayan hangi insanın
deneyim dağarcığında yoktur? Meniden insan doğduğunu, tohumdan ekin
ürediğini, gökten yağmur yağdığını, ateşin yanışını ve ölümü hiç görmeyen
bir mağara adamı mı? Kur'an herkesin deneyim dağarcığında bulunan bu basit
gözlemlerden hareket ederek bir inanç sistemi kuruyor. Çünkü bu kitap
çevresi ve bilgi düzeyi ne olursa olsun bütün insanlara sesleniyor. Kur'an,
zaman zaman "gezegenlerin yörüngelerinden de söz etmekle birlikte genellikle
bu tür yalın gözlemlere dikkatleri çeker. Çünkü bu yalın ve basit gözlemler
aslında en önemli evrensel gerçekler, en çarpıcı ilâhi sırlardır. Bunlar
yalınlıkları sayesinde her insanın fıtratına seslenirler. Aslında bu yalın
gözlemler dünya durdukça en iddialı bilginlerin araştırma konuları olacak
kadar önemlidirler. Şöyle ki:
Gezegenlerin yörüngeleri, evrene egemen olan
geometrik dengeyi simgeler. İnsan hayatının doğuşu, sırların sırrıdır.
Bitkisel hayatın doğuşu, tıpkı hayvan hayatı gibi, mucizelerin mucizesidir.
Su, hayatın kaynağıdır. Ateş, insana özgü uygarlık sürecinin yapı taşıdır.
Bu nesneleri inceleme, bu inanç ve düşünce sistemi
oluşturma yöntemi, insanların kullandıkları bir yöntem değildir. İnsanlar bu
alanlara daldıklarında ya evrenin yapı taşlarını oluşturan bu temel
elementlere inmezler ya da eğer onları ele alırsa böylesine yalın, böylesine
kolay anlaşılır bir yaklaşımla ele almazlar. Bunun yerine meseleleri sadece
seçkin bir azınlığın anlayabileceği soyut ve karmaşık felsefe tartışmalarına
boğarlar.
Yüce Allah'a gelince O'nun yöntemi işte budur:
Evrenin yapı taşlarını oluşturan temel elementleri ele alarak bunlardan
yalın ve kolay anlaşılır, fakat aynı zamanda eksiksiz-gediksiz bir inanç
sistemi oluşturur. Tıpkı evrenin temel yapı taşlarını kullanarak şu koca
evreni bina ettiği gibi.
Beriki öbürünün uzantısıdır aslında. Her ikisi aynı
yaratıcı üslubun, aynı erişilmez sanatın belirgin damgasını taşıyor!
YARATILIŞ VE ÖLÜM
57- Sizleri yaratan
biziz, bunu onaylasanıza.
58- Fışkırttığınız
meniyi görüyor musunuz?
59- Onu siz mi
yaratıyorsunuz, yoksa onu yaratan biz miyiz?
60- Ölümü aranızda
plânlayan biziz. Hiç kimse bizim önümüze geçemez.
61- Amacımız
benzerlerinizi yerinize geçirmek ve hepinizi bilmediğiniz bir alemde yeniden
diriltmektir.
62- İlk yaratılmayı
bildiniz. Bunu düşünüp ders alsanıza!
Bu olgu, yani ilk ortaya çıkış ile hayat sahnesinden
çekiliş olgusu, başka bir deyimle yaratılış ve ölüm olgusu herkesin gördüğü,
bildiği ve yaşam süreci boyunca sık sık tekrarlandığına tanık olduğu bir
olgudur. O halde insan nasıl olur da yüce Allah tarafından yaratıldığını
onaylamaz? Bu gerçeğin fıtrat üzerindeki baskısı o kadar büyük, o kadar
ağırdır ki, insan varlığı ona karşı direnemez, karşısında mücadele edemez.
Evet, "Sizi yaratan biziz, bunu onaylasanıza!" Devam ediyoruz:
"Fışkırttığınız meniyi görüyor musunuz?
Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa onu yaratan biz
miyiz?"
İnsanın yaratma eylemindeki rolü, erkeğin kadın
rahmine meni akıtmasından ibarettir. Erkeğin ve kadının işi bu noktada
biter. Bu noktadan sonra sınırsız güç işe el koyar. Bu basit sıvıyı işlemeye
başlar. Ona can verir. Onu geliştirir. Onun iskeletini çatar. İçine ruh
üfler. İlk insanın sahneye çıktığından beri bu mucize, sadece yüce Allah'ın
meydana getirebildiği bu olağanüstü olay her an tekrarlanır durur. Böyleyken
insan bu olayın özünü, mahiyetini kavrayamaz; nasıl meydana geldiğini
bilmez. Nerede kaldı ki, onun oluşumuna katkıda bulunsun!
Mesele böyle ana çizgileri ile ortaya konunca onu
herkes anlayabilir. Zaten yaratılış mucizesini değerlendirip onun etkisini
algılayabilmek için bu kadarını bilmek yeter. Fakat bu tek hücrenin ana
rahmine düşmesinden başlayarak canlı bir varlık haline gelmesine kadar
uzayan hikayesi akla-hayale sığmaz derecede acayip bir serüvendir. Öyle ki,
eğer fiilen meydana gelmiş olmasa, eğer herkes onun meydana gelmesine tanık
olmasa bu hikayeye hiçbir insan aklı inanmaz.
Bu tek hücre ana rahminde bölünerek çoğalmaya
başlar. Kısa süre sonra hücrelerin sayısı milyonları bulur. Bu üreyen
hücreler gruplara ayrılırlar. Her grubu oluşturan hücreler, diğer grubu
meydana getiren hücrelerden farklı özellikte olur. Çünkü her hücre grubu,
insan organizmasının başka bir tarafını, ayrı bir sistemini oluşturmakla
görevlidir. Mesela şunlar kemik hücreleri, şunlar kas hücreleri; şunlar deri
hücreleri, şunlar da sinir hücreleridir. Ayrıca şu gruptaki hücreler gözleri
oluşturmakla, şu gruptakiler dili oluşturmakla, şu gruptakiler kulakları
oluşturmakla, şu gruptakiler de çeşitli salgı bezlerini oluşturmakla
görevlidirler. İkinci gruptaki hücreler, birinci gruptaki hücrelere oranla
daha özel niteliklidir. Her hücre grubu görev yerini bilir. Buna göre mesela
göz hücreleri görev yerlerini şaşırıp karın boşluğunda ya da ayaklar
bölgesinde kümelenmeye kalkışmazlar. Eğer bu hücreler mümkün olsa da
fabrikasyon yöntemi ile üretilebilse ve sonra bu fabrikasyon hücreleri karın
boşluğuna bırakılsa orada göz meydana getirirler. Oysa doğal göz hücreleri
kendi öz dürtüleri sayesinde böyle bir yanlışlığa düşmezler, yani karın
bölgesinde birikip orada göz oluşturmaya girişmezler. Tıpkı bunun gibi kulak
hücreleri de ayak bölgesinde kümelenerek orada kulak meydana getirmezler.
Bütün bu hücre grupları yüce yaratıcının gözetimi altında görevlerini
yaparak insan organizmasını en güzel biçimde meydana getirirler. İnsanın bu
alanda hiçbir rolü, hiçbir katkısı olmaz." (Daha geniş bilgi için Necm
suresi, 45-46 ncı ayetlerin tefsirine bakınız)
Bu hayatın başlangıcı. Sonuna gelince o da daha az
mucizevi, daha hayret uyandırıcı değildir. Gerçi o da hayatın başlangıcı
gibi insanların alışılmış gözlemleri arasında yer alır. Okuyalım:
"Ölümü aranızda plânlayan biziz. Hiç kimse bizim
önümüze geçemez.
Her canlının sonu olan bu ölüm acaba nedir? Nasıl
meydana gelir? O karşı konulmaz gücünü nereden alıyor?
O yüce Allah'ın plânının bir sonucudur. Bu yüzden
ondan hiç kimse paçayı kurtaramaz. Onu hiç kimse geride bırakıp atlatamaz. O
yaratılış zincirindeki yerini mutlaka alacak olan bir halkadır. Devam
ediyoruz:
"Amacımız benzerlerinizi yerinize geçirmektir."
Böylece yeryüzü kalkınacak, hayat düzeyi gelişecek,
halifelik görevi sizden sonra da yürütülecektir. Ölümü nasıl yüce Allah
plânladı ise hayatı da O plânlamıştır. O ölümü, ölenlerin benzerleri olan
başka insan kuşaklarını hayat sahnesine çıkarmak için plânlamıştır. Bu süreç
dünya hayatının vadesi doluncaya kadar devam edecektir. Bu belirlenmiş vade
dolunca yeniden diriliş aşamasına sıra gelecektir. Okuyalım:
"Ve hepinizi bilmediğiniz bir alemde yeniden
diriltmektir."
Bu olay insan bilgisine kapalı olan o meçhul alemde
meydana gelecektir. İnsanlar bu alem hakkında, yüce Allah'ın verdiği
bilgiler dışında hiçbir şey bilmiyorlar. O zaman yaratılış zincirinin son
halkası yerine geçmiş ve insanlık kervanı konaklama yerine varmış olur.
Bu ahiretteki yeniden diriliştir."İlk yaratılmayı
bildiniz. Bunu düşünüp ders alsanıza!"
Bu olay size son derece yakındır ve hiçbir akıl
almaz tarafı yoktur. Kur'an, gerek ilk yaratışın gerek ahiretteki yeniden
dirilişin hikayesini işte böylesine yalın, böylesine kolay anlaşılır bir
dille bildiği bir mantığın önüne dikiyor. İnsan fıtratı bu mantığa karşı
koyamıyor. Çünkü bu mantık, onun yalın gerçekleri ile insan hayatının yakın
gerçeklerine dayanıyor. Ortada ne karmaşıklık, ne soyut kavramlar ne
zihinleri yoran ve vicdanlara sinmeyen felsefe spekülasyonları var.
İşte evreni yaratan, insanı yoktan vareden ve
Kur'an'ı indiren yüce Allah'ın öğretim yöntemi budur.
Kur'an, bir kere daha yalın ve kolay anlaşılır
anlatımı ile insanların karşısına çıkıyor. Onların dikkatlerini
alışageldikleri, sık sık gözledikleri bir başka olaya çekerek kalplerini
etkilemeye çalışıyor. Amaç farkında olmadıkları halde gözleri önünde olup
biten bu olayda kendilerine yüce Allah'ın elini göstermek, önlerinde meydana
gelen mucizeyi fark etmelerini sağlamaktır. Okuyoruz:
63- Ektiğiniz
tohumu görüyor musunuz?
64- Onu siz mi
bitiriyorsunuz, yoksa onu bitiren biz miyiz?
65- Eğer isteseydik
o ekinlerinizi ot kırıntılarına dönüştürürdük de şaşakalırdınız.
66- Derdiniz ki;
"Biz borca battık."
67- "Daha doğrusu
her şeyimizi kaybettik."
İnsanların elleri altında filizlenip gelişen ve
ürünü veren şu bitkiye bir göz atalım. İnsanların bu olaydaki fonksiyonu
nedir? Toprağı sürüyorlar ve yüce Allah'ın yarattığı tohumu ekiyorlar, o
kadar. Bu noktada fonksiyonları sona eriyor. Sonra yüce Allah'ın güçlü eli
tek başına devreye girerek olağanüstü, hayret uyandırıcı ve mucizevi
çalışmasına koyuluyor.
Tohum tanesi, kendi türünü yeniden meydana getirmek
üzere yola koyuluyor. Bu yolda akıllı, deneyimli, aşacağı aşamalarının
ayrıntılarından haberdar bir canlının bilinci ile ilerliyor. İnsan zaman
zaman işinde hata yapıyor, ama bu tohum taneciği hiç yanlış adım atmıyor,
hiç yolundan sapmıyor, belirlenmiş hedefinden şaşmıyor. Çünkü bu hayret
verici yolculuğunun yolu boyunca attığı her adımı yüce Allah'ın güçlü elinin
denetimi altında atıyor. Bu öylesine hayret uyandırıcı bir yolculuktur ki,
eğer eskiden de, şimdi de hep tekrarlanmasa ve her onu şu ya da bu biçim
ile, şu ya da bu türü ile görmemiş olsa hiçbir akıl onu onaylamaz, hiçbir
hayal onu tasarlayamazdı. Eğer böyle olmasaydı, birtek buğday tanesinin şu
sapı, şu yaprakları, şu başağı ve şu kadar çok taneyi içinde gizlediğine ya
da bir hurma çekirdeğinin hiçbir eksiği olmayan kocaman bir hurma ağacını
yapısında taşıdığına hangi akıl inanır, hangi hayal gücü ihtimal verirdi?
Eğer bu olay sabah-akşam hep meydana gelmese, eğer
bu hikaye herkesin gözü, kulağı önünde tekrarlanıp durmasa hangi akıl bunu
kabul eder, hangi akıl bunu tasarlayabilirdi? Hangi insan bu hayret verici
olayda toprağı sürmekten ve yüce Allah'ın yaratmış olduğu tohumu ekmekten
başka bir rolü, bir katkısı olduğunu iddia edebilir?
Bütün bunlardan sonra insanlar kalkıyorlar, "biz
ekin yetiştirdik" diyorlar. Oysa bu süreçteki payları toprağı sürmekten ve
tohumu ekmekten öteye geçmemiştir. Bunun ötesinde her tohum tanesinin
simgelediği hayret verici hikaye, tohumun çatlayıp filizlenmesinde, gelişip
serpilmesinde somutlaşan olağanüstü olay, bütün bu akla sığmaz gelişmeler
"ekinleri bitiren" yüce Allah'ın sanatının eseridir. Eğer Allah dileseydi,
bu tohum yolculuğunu başlatmazdı. Eğer Allah izin vermeseydi başlayan bu
yolculuk hedeflenen sonuca ermezdi. Eğer Allah isteseydi, o bitkiyi, ürününü
vermeden önce kuru bir çöpe dönüştürürdü. Tohum, başlangıcından sonuna kadar
uzayan yolculuğunun tümünü O'nun dileği ile aşabiliyor.
Eğer ekilen tohum beklenen ürününü vermeden mahvolsa
insanlar mırın kırın ederler, yana-yakıla konuşurlar ve meselâ "Biz borca
battık; daha doğrusu her şeyimizi kaybettik" derlerdi. Fakat yüce Allah
lütfünun sonucu olarak onlara ürün bağışlıyor, ekilen tohumun fonksiyonunu
tamamlamasını, belirlenen yolculuğunu sona erdirmesini sağlıyor.
Hemen belirtelim ki, tohumun bu yolculuğu, ana
rahmine atılan menideki sperma hücresinin yolculuğunun aynısıdır. Bu
yolculuk, sınırsız ilahi gücün yoktan var ederek gözetimi altında sürdürdüğü
hayatın dışa yansımış biçimlerinden biridir.
Bu ilk yaratılış olayı gözler önündeyken yeniden
diriliş olayında ne gibi bir gariplik bulunabilir?
68- İçtiğiniz
suyu görüyor musunuz?
69- Onu siz mi
buluttan yere indiriyorsunuz, yoksa onu indiren biz miyiz.,.
70- Eğer isteseydik
onu acı yapardık. Şükretsenize!
Yüce Allah'ın plânı uyarınca hayatın kaynağı ve
vazgeçilmez, yeri doldurulmaz temel unsuru olan şu suya bir bakalım. Acaba
insanın bu madde üzerindeki rolü nedir? Tek rolü, onu içmektir. Bunun
ötesinde onu elementlerinden oluşturan ve bulutlardan yere indiren güce
gelince bu güç, tek başına yüce Allah'ın gücüdür. Ayrıca O, bu suyun "tatlı"
olmasını planlamıştır.
"Eğer isteseydik onu acı yapardık: '
O zaman ne içilebilirdi ve ne de hayat kaynağı
olabilirdi. Öyleyse ey insanlar, suya ilişkin iradesini şimdiki doğrultuda
yürütmüş olan yüce Allah'ın bağışına şükretsenize!
Bu Kur'an ilk seslendiği insanlar olan Araplar için
bulutlardan yere inen su, yani yağmurun yağması, hayat iksiri, şenlik sebebi
ve gönül tellerini titreten, heyecan uyandırıcı bir konuşma konusu idi. Arap
edebiyatının kasideleri ve öbür türlerdeki şiirleri bu özlemi ebedileştiren
örneklerle doludur. İnsanlık uygarlık alanında geliştikçe suyun değeri
azalmamış, tersine artmıştır. Bilimsel araştırmalarla uğraşanlar, suyun ilk
kaynağını belirlemeye çalışan bilginler, öbür sıradan insanlara oranla suyun
ilk oluşumu olayına daha çok değer verirler. Kısacası suyun yaratılışı ve
yağmur olarak yere inişi hem çöldeki ilkel insan için, hem de bilimsel
araştırmalarla uğraşan bilgin için aynı derecede ilgi odağıdır.
71-
Tutuşturduğunuz ateşi görüyor musunuz
72- Onun ağacını siz
mi yaratıyorsunuz, yoksa onu yaratan biz miyiz.
73- Biz onu hem
düşündürücü, ibret verici bir bir uyarıcı, hem de ihtiyacı onlar için bir
yararlanma kaynağı olarak yarattık.
74- Öyleyse yüce
Rabbinin adını noksanlıklardan tenzih et.
İnsanoğlunun ateşi keşfetmesi, tarihinin büyük bir
olayıdır. Belki de uygarlığın başlangıcını oluşturan en büyük buluştur.
Fakat zamanımızda alışılmış, kanıksanmış, önem verilmez olmuştur. Evet,
insan ateşi yakıyor. Fakat bu ateşin yakıtını kim yarattı? Ateşi tutuşturmak
için hammadde olarak kullanılan ağacı, odunu kim varetmiştir? Yukarıda bitki
yetiştirme olayından sözetmiştik. Ağaç da bu bitki yetiştirme faaliyetinin
bir alanıdır. Üstelik okuduğumuz ayetlerin ilkinde yeralan "ağacını" ifadesi
ile dikkatlerimiz diğer önemli bir noktaya çekiliyor. Eski araplar iki
ağacın dallarını birbirine sürterek ateş yakarlardı. Bu yöntem o gün olduğu
gibi günümüzün ilkel toplumları tarafından da kullanılıyor. Bu yüzden ateşin
tutuşması olayı o günkü arapların gündelik deneyimlerine daha yakın, daha
dikkat çekici bir olaydı. Ateş mucizesi ve araştırmacı bilginlere göre sır
olan niteliği halâ araştırma, gözlem ve ilgi konusudur. Söz ateşten
açılmışken ayet, ahiretteki cehennemin ateşine dolaylı biçimde değinen bir
hatırlatma yapıyor. Okuyoruz:
"Biz onu hem düşündürücü, ibret verici bir uyarıcı,
hem de ihtiyacı olanlar için bir yararlanma kaynağı olarak yarattık: '
"Uyarıcı", yani cehennem ateşini hatırlatan bir
uyarıcıdır o. Ayrıca onu ihtiyacı olanlar için, özellikle yolcular için bir
yararlanma kaynağı olarak yarattık. Bu işaret, bu ayetin ilk okuyucularının
vicdanlarında derin etki meydana getirecek nitelikte idi. Çünkü onların
gündelik hayatlarında, yaşama süreçlerinde canlı, somut anlamı olan bir
realiteyi simgeliyordu.
Ayetler, iman etmeyi haykıran, kalplere ve zihinlere
kolayca işleyen bu gerçekleri ve sırları gözler önüne serdikten sonra
dikkatlerimiz bu gerçeklerin dayanak noktasını oluşturan gerçeğe çevriliyor.
Bu gerçek Allah'ın varlığı, yüceliği ve Rabb'lığı gerçeğidir. Bu gerçek
insan fıtratına güçlü bir etki ile yöneliyor. Ayrıca Peygamberimize bu
gerçeği canlandırması, hakkını vermesi ve vakit geçirmeden onunla kalpleri
kamçılaması yolunda kesin direktif veriliyor.
KUR'AN VE EVREN
75- Yıldızların
yörüngeleri üzerine yemin ederim ki;
76- -Keşke bilseniz
bu ne büyük bir yemindir
77- Bu kitap, yüce
Kur'an'dır.
78- Aslı (Allah
katındaki) bir kitapta saklıdır.
79- Ona sadece
tertemiz kimseler el sürebilir.
80- O, Allah
tarafından indirilmiştir.
Bu ayetin o günkü muhatapları olan araplar
yıldızların yörüngeleri hakkında çok az şeyler biliyorlardı. Onlar gök
cisimlerine ilişkin bilgileri sadece çıplak gözle elde edebiliyorlardı. Bu
yüzden yüce Allah "Keşke bilseniz bu ne büyük bir yemindir" diyerek
duyarlıklarını bilemek istemiştir. Biz ise yemine konu olan yıldız
yörüngeleri hakkında o günün araplarına oranla çok daha fazla bilgi payına
sahip olduğumuz için edilen yeminin büyüklüğünü daha iyi kavrayabiliyoruz.
Gerçi yıldızların yörüngelerinin görkemi hakkında biz de az şey biliyoruz.
Görüş menzilleri sınırlı ve küçük teleskoplarımız
aracılığı ile elde edebildiğimiz bu kıt bilgilerimiz bize diyor ki:
Uçsuz-bucaksız uzay boşluğunda "galaksi"adı verilen sayısız yıldız kümeleri
vardır. Bu galaksilerin sadece biri, bizim güneş sistemimizi de içine alan
yıldız kümesi, yüz milyon kadar yıldızdan oluşmuştur.
"Astronomi bilginlerinin dediklerine göre uzay
boşluğunda milyarı aşkın sayıda yıldız ve gök cismi vardır. Bu yıldızların
ve gezegenlerin bir bölümü çıplak gözle görülebilir, diğer bir bölümü sadece
uzun menzilli dürbünlerle ve teleskoplarla görülebilir, başka bir bölümünden
ise birtakım sinyaller alınabilir, fakat teleskop ekranlarında görülmeleri
mümkün değildir. Bütün bu yıldızlar ve gezegenler biçimini bilmediğimiz
yörüngelerinde hareket ederler. Herhangi bir yıldızın mıknatıs alanı, başka
bir yıldızın mıknatıs alanı ile hiçbir noktada çakışmaz. Tıpkı bunun gibi
hiçbir yıldızın bir başka yıldızla çarpışması sözkonusu değildir. Böyle bir
olay, ancak biri Akdenizde ve öbürü Atlas okyanusunda aynı yönde ve aynı
hızla yol alan iki geminin çarpışması kadar muhtemeldir. Böyle bir şey de
eğer imkansız değilse, o bile son derece uzak bir ihtimaldir."
Yıldızların yörüngeleri arasındaki uzaklık bir
hikmete ve planlanmış bir ölçüye göre belirlenmiştir. Bu uzaklık yıldızlar
ve gök cisimleri arasındaki karşılıklı etkilenmelerle uyumludur. Bu uyum
sayesinde bütün bu gök cisimlerinin uçsuz-bucaksız evrendeki karşılıklı
dengeleri oluşmaktadır.
İşte yıldızların yörüngelerinin görkeminin bir
bölümü, bir yönü budur. Hiç kuşkusuz bu bilgi, Kur'an'a ilk kez muhatap olan
arapların yıldızlara ilişkin bildiklerine oranla çok büyüktür. Fakat aynı
zamanda yıldızların yörüngelerin görkemine ilişkin gerçeğin tümü ile
karşılaştırılamayacak derecede yetersizdir.
Evet, "Yıldızların yörüngeleri üzerine yemin ederim
ki: '
Oysa mesele, yemine muhtaç olmayacak derecede
açık·ve belirgindir. Okumaya devam edelim:
"Keşke bilseniz bu ne büyük bir yemindir."
Burada yeminin önemi bir ara cümle ile vurgulanıyor
ve hem arkasından sözün akışı değiştiriliyor. Aslında yemine muhtaç olmayan
bu değişmez ve belirgin gerçeğin, zihinlere yerleştirilmesi açısından bu
anlatım tarzı son derece etkilidir. Devam edelim:
"Bu kitap, yüce Kur'an'dır.
Aslı (Allah katındaki) bir kitapta saklıdır.
Ona sadece tertemiz kimseler el sürebilir.
O Allah tarafından indirilmiştir."
Evet, "Bu kitap yüce Kur'an'dır." Yoksa müşriklerin
iddia ettikleri gibi ne bir kahin sözü ne bir deli saçması ne Allah'a
yakıştırılmış bir uydurma ne eski kuşaklardan kalma bir masal ve ne de
şeytanlar tarafından getirilmiş bir mesajdır. Bütün bunlar ve bunlara benzer
daha birçok müşrik iddiaları tümü ile asılsızdır. Bu kitap, yüce bir
Kur'an'dır. Kaynağı bakımından yücedir, başlıbaşına yücedir, gösterdiği
yolun yönü bakımından yücedir. Devam ediyoruz:"Aslı (Allah katındaki) bir
kitapta saklıdır."Bu kitap koruma altındadır. Bu ayetin anlamı bir sonraki
ayette açıklanıyor. Okuyalım:
"Ona sadece tertemiz olanlar el sürebilir."
Bazı müşrikler Kur'an'ın şeytanlar tarafından yere
indirilmiş bir mesaj olduğunu ileri sürdüler. Bu ayet bu iddiayı reddediyor.
Çünkü yüce Allah'ın bilgisi ve koruması altında saklanan bu kitaba şeytanlar
dokunamaz. Onu Peygambere getirenler, tertemiz meleklerdir. "Ona sadece
tertemiz olanlar el sürebilir" ayetinin en tutarlı, en mantıklı açıklaması
budur. Sebebine gelince ayetin başındaki "lâ" edatı cümledeki eylemin
gerçekleşmeyeceğini belirten bir olumsuzluk edatıdır, yasaklama anlamı
taşıyan bir edat değildir. Yoksa yeryüzünde bu Kur'an'ı temizler de, pisler
de, mü'minler de, kafirler de elleyebilirler. Bu durumda olumsuz anlamı
gerçeklik kazanamaz, askıda kalır. Yalnız eğer olumsuzluk müşriklerin
Kur'an'ı şeytanların indirdikleri yolundaki iddialarına bağlanır da
arkasından bu iddianın reddedildiği kabul edilirse cümlenin anlamındaki
olumsuzluk gerçekleşmiş olur. Çünkü o takdirde Kur'an'ın gökte saklanan
orjinaline "temizler"den başkası el sürmemiş, dokunmamış olur. Bir sonraki
ayet de bu yaklaşım tarzını destekler. "O Allah tarafından
indirilmiştir."Yani şeytanların getirdikleri bir mesaj değildir.
Yalnız elimizde bu ayetin başka bir anlama geldiğini
belirten iki hadis vardır. Bu hadislere göre ayetin anlamı "Kur'an'a sadece
temiz olanlar el sürebilir" biçimindedir. Fakat tefsir bilgini İbn-i Kesir
bu hadisler hakkında şöyle diyor: "Bu hadisler zehri ve başkaları tarafından
aktarılmıştır. Böyle bir aktarma zincirine güvenerek getirdikleri sözleri
delil olarak kullanmamız doğru değildir. Bu hadisi Darukudni Amr b. Hazm'e,
Abdullah b. Ömer'e ve Osman b. Ebul As'a dayandırarak aktarmıştır. Ama her
üçünün aktarma zincirlerinde de tartışılabilir halkalar vardır. Doğrusunu
Allah bilir."
CAN BOĞAZA DAYANDIĞI
AN
Arkasından surenin son mesajı geliyor. Mesajın
konusu ölüm anıdır. Mesaj insanı iliklerine kadar titreten bir çarpıcılıkta
sunuluyor. O anda bütün tartışmalar sona eriyor. Bütün canlıların biten bir
yolun sonu ile başlayan bir yolun başlangıcında durdukları kritik bir andır
bu. O noktada canlılar geriye dönemezler, arkaya yönelemezler.
81- Şimdi siz bu
sözü bu mesajı hafife mi alıyorsunuz?
82- Yalanlamayı
kendinize rızık ve ileriye dönük birikim mi yapıyorsunuz?
83- Canın boğaza
dayandığı an var ya,
84- O sırada sizler
gözlerinizi o can çekişen adama dikersiniz.
85- Biz ona sizden
daha yakınız, ama siz göremezsiniz.
86- Eğer yeniden
diriltilip hesaba çekilmeyecekseniz,
87- Eğer
söylediğiniz doğru ise o çıkmak üzere olan canı geriye döndürsenize!
Ey müşrikler, size ahirette yeniden dirileceğinizi
haber veren bu sözlerin doğruluğundan kuşku mu duyuyorsunuz? Kur'an'ı ve bu
kitapta size verilen ahirete ilişkin bilgileri, onun içerdiği inanç
sistemine ilişkin açıklamaları yalanlıyor musunuz? Başka bir deyimle;
"Yalanlamayı kendinize rızık ve ileriye dönük
birikim mi yapıyorsunuz?"
Yani yalanlama huyunu hayatınızın kazancı ve ahirete
yönelik tek sermayeniz haline mi getiriyorsunuz? Bu ne kötü bir kazanç, ne
fena bir rızıktır!
Peki, can boğaza dayandığında ve ilerisi
bilinmezliklerle dolu olan yolun kavşağına geldiğinizde ne yapacaksınız?
Sonra Kur'an'ın duygulandırıcı ve somut tasvirlerle
dolu bir tablosu ile yüzyüze geliyoruz. Tabloda birkaç fırça darbesi ile
tablonun bütün ana çizgileri canlandırılıyor. Bu ana çizgiler hem tablonun
içeriğini hem ötesini ve hem de yol açtığı tüm çağrışımları gözlerimizin
önüne seriyor. Okuyalım:
"Canın boğaza dayandığı an var ya,
O sırada sizler gözlerinizi o can çekişen adama
dikersiniz.
Biz ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz: '
Bizler "Canın boğaza dayandığı an var ya" ayetini
okurken can çekişen adamın göğsündeki hışırtıları işitir, yüz hatlarının
gerilmelerini görür, çektiği ızdırabı ve sıkıntıyı hisseder gibi oluyoruz.
Tıpkı bunun gibi "O sırada sizler gözlerinizi o can çekişen adama
dikersiniz" ayetini okurken de adamın yakınlarının çaresiz bakışlarını ve
yüzlerinde beliren umutsuzluğun gölgesini görür gibi oluyoruz.
O anda ruh dünyadaki konukluk süresini doldurmuş,
yeryüzünü ve yeryüzü ile ilgili herşeyi arkada bırakmış, bilmediği bir aleme
yönelmiştir. Bu alemde biriktirmiş olduğu amelden, elde ettiği iyilikten ve
kötülükten başka hiçbir tutanağı, hiçbir güvencesi yoktur.
O anda bu ruhun sahibi çok şeyi görür, fakat
gördüklerini anlatamaz. Çevresindeki canlı-cansız tüm varlıklardan kopmuştur
artık. Çevresini saran eski dostları adamın sadece cesedini görüyorlar.
Gerçi bakıyorlar, ama ne neler olup bittiğini görebiliyorlar ve ne de birşey
yapabiliyorlar. Bu noktada insanın gücü tükeniyor, insanın bilgisi duruyor,
insanın at koşturduğu alan noktalanıyor. Bu noktada insanlar, hiç
tartışmadan son derece güçsüz olduklarını, son derece yetersiz olduklarını
anlıyorlar. Bu noktada insan görüşünün, insan bilgisinin, insan hareketinin
önüne perde iniyor. Bu noktada yüce Allah'ın gücü ve bilgisi ortaksız
biçimde egemen oluyor. Herşey kuşkusuz, tartışmasız ve demagojisiz bir
kesinlikle yüce Allah'ın tekeline geçiyor. Devam ediyoruz:
"Biz ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz."
İşte bu anda tabloyu yüce Allah'ın varlığı
şereflendirir, ortalığı O'nun ürpertici saygınlığı kaplar. Gerçi O her an
her yerde vardır. Fakat ayetin ifadesi insanların çoğu kere akıllarından
çıkardıkları bu gerçek bilinci tazeler. Böylece ölüm meclisinin havasına
yüce Allah'ın varlığının ürpertisi egemen olur. O ana kadar bu meclise
egemen olan yetersizlik, güçsüzlük, ayrılık, korku, veda ve yas havası arka
plâna düşer.
Bu sarsıcı, titretici, yasa ve acı yüklü duyguların
gölgesi altında her sözü kesen ve her tartışmayı noktalayan bir meydan okuma
ile karşılaşıyoruz. Okuyalım: "Eğer yeniden diriltilip hesaba
çekilmeyecekseniz; eğer bu söylediğiniz doğru ise o çıkmak üzere olan canı
geri döndürsenize!"
Eğer gerçekten sizin dediğiniz gibi hesaplaşma, ödül
ve ceza yoksa o zaman sizler serbestsiniz; ne bir borcunuz var ne de
verilecek bir hesabınız. O zaman ne duruyorsunuz? Şu adamın boğazına dayanan
canı tutup geri çevirsenize! Baksanıza, adam hesaplaşma, ödül ve ceza
yurduna gidiyor, onu geriye döndürsenize! Adam gözleriniz önünde, hareketsiz
ve çaresiz bakışlarınız karşısında büyük hesaplaşma alanına doğru gidiyor!
Bu meydan okuma bütün demogojilerin maskesini
düşürüyor, bütün delilleri çürütüyor, bütün tartışmaları kesiyor, bütün laf
ebeliklerini geçersiz kılıyor. Bu büyük gerçek olanca ağırlığı ile insanın
vicdanına üzerine çöküyor. Delilsiz, dayanaksız ukalâlık yapma çıkmazına
sapmadan bu gerçeğe karşı direnmek artık mümkün değildir.
Arkasından bu ruhun akibetine ilişkin açıklamalar
yapılıyor. Aslında bu ruh boğaza dayandığında, ölümcül hayatı geride bırakıp
kalıcı hayata doğru adım atmaya hazırlandığında ve inkarcıların
yalanladıkları hesaplaşma meydanına uzanan yolculuğun eşiğine geldiğinde
kendisine bu akibet uzaktan gösterilmişti.
ÖLÜM, CENNET VE
CEHENNEM
88- Eğer ölmek üzere
olan kişi Allah'a yakın olanlardan ise;
89- Esenlik, hoş
kokulu çiçekler ve bol nimetli cennet onu bekliyor
90- Eğer adam
defteri sağdan verileceklerden ise,
91- Defterlerini
sağdan alacak olan arkadaşlarının selâmı var sana.
92- Eğer adam sapık
bir inkarcı ise,
93- O kaynar su
sunularak ağırlanır.
94- Ve cehenneme
atılır.
95- Bu kesin
gerçektir.
96- Öyleyse yüce
Rabbinin adını noksanlıklardan tenzih et.
Surenin başlarında yüce Allah'ın yakınlığını kazanan
öncülere verilecek nimetlerin tablolarını görmüştük. Buradaki "esenlik"
onları bekleyen nimetlerin belirtisi olarak görülüyor. Evet, "Esenlik, hoş
kokulu çiçekler ve bol nimetli cennet onu bekliyor" cümlenin sözcüklerinden
bile sanki şefkat ve okşama damlıyor. Ortalığı huzur, tatlılık, seçkin nimet
ve cana yakın konukseverlik havası kaplıyor. Devam ediyoruz:
"Eğer adam defteri sağdan verilenlerden ise:'
Bu ayetin hemen arkasından sözün yönü değiştirilerek
doğrudan doğruya böyle olan kimseye sesleniliyor. Kendisine defterlerini
sağdan alacak olan dostlarının selamı iletiliyor. O anda canının boğazına
gelip dayandığı saniyede bu selâm ne gönül okşayıcı, ne hoş bir armağandır!
Üzerine bütün endişeleri dağılıverir. Defterleri sağdan verilecek olan
yoldaşlarının ilerdeki dostluğu gönlünü şenlendirir.
"Eğer adam sapık bir inkarcı ise, O kaynar su
sunularak ağırlanır. Ve cehenneme atılır:'
O alevli cehennem ne kötü bir ağırlama ve konaklama
yeridir! Orada çekilecek olan azap ne ağır bir azaptır! Düşünelim ki, ruha
bu akıbet gösteriliyor ve o kesinlikle bu akibetle karşılaşacağını baştan
biliyor.
Tablodaki gerilimin bu doruk noktasında surenin son
mesajı geliyor. Mesajın frekansı yüksek, etkisi derin ve ses tonu yoktur.
"Bu kesin gerçektir: '
"Öyleyse yüce Rabbinin adını noksanlıklardan tenzih
et: '
Böylece kesin gerçeğin "hak" terazisindeki
baskınlığı ve ağırlığı surenin ilk ayetinde sözü edilen kıyamet olayının
dehşeti ile buluşuyor, bütünleşiyor. Sure bu değişmez, kesin gerçeğin
direktifi ile noktalanıyor. Direktifin içeriği saygı ile ve eksikliklerden
uzak tutma bilinci ile yüce Allah'a yönelmektir.
VAKIA SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.