36-Yasin
1- Yasin. ·
2- Hikmetli Kur'an'a andolsun. ·
3- Sen elbette gönderilmiş
peygamberlerdensin. ·
4- Dosdoğru bir yol üzerinde. ·
5- Bu Kur'an üstün ve çok merhametli
Allah tarafından indirilmiştir.
6- O Kitap, sana, ataları
uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman
için indirilmiştir.
7- Andolsun ki, hüküm çoğunun
aleyhine gerçekleşmiştir, bunun için artık inanmazlar.
8- Biz onların boyunlarına halkalar
geçirdik. Çenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır.
9- Önlerine ve arkalarına set
çektik. Gözlerini perdelediğimizden artık göremezler.
10- Onları uyarsan da uyarmasan da
onlar için birdir, inanmazlar.
11- Sen ancak zikre (Kur'an'a) uyan
ve görmeden Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte öylesini bir
marifet ve güzel bir mükâfatla müjdele.
12- Biziz, biz ki, ölüleri
diriltiriz ve öne sürdükleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız. Biz;
her şeyi, apaçık bir Kitab'a yazmışızdır.
KUR'AN'A ANDOLSUN
"Yasin" yüce Allah bu iki harf üstüne yemin
etmekte... Tıpkı hikmetli Kur'an üstüne yemin ettiği gibi... Arap
alfabesinin bu iki harfi ile Kur'an'a beraberce yemin edilmesi, bazı
surelerin başında yer alan bu gibi harflerin tefsirinde, çeşitli yorumlar
arasından bizim benimsediğimiz görüşün anlamca daha tutarlı olduğunu
göstermektedir. Bizim görüşümüze göre, bu harflerle Kur'an'ın birlikte, bir
arada söylenmesi arasında bir ilişki vardır: Kur'an'ın yüce Allah'ın
katından geldiğine dair delillerden, hem de onların düşünemediği delillerden
biri de buradadır. Bunun için Kur'an onların dikkatlerini bu harflere
çekmekte ve Kur'an'ın kendilerinin kullandıkları şu harflerden örüldüğünü
belirtmektedir. Ancak Kur'an'ın düşünce ve ifade bütünlüğü onların bu
harflerle yapabileceklerinin çok üstündedir.
Yüce Allah Kur'an üstüne yemin ederken, onu "Hakim
Kur'an" diye nitelemekte... Oysa hikmet, akıllı varlıkların niteliğidir.
Fakat ifade Kur'an'a, hayat, canlılık, amaç ve irade nitelikleri
kazandırmakta... Bunlar da, bu nitelikler de, Kur'an'ın hakim olmasının
gerektirdiği şeylerdir... Gerçi bu ifade mecaz olarak söylenmiştir, ama bir
gerçeği de çağrıştırmakta ve ifade etmektedir. Gerçekten bu Kur'an'ın bir
ruhu vardır. Ve çünkü, eğer kalbin ona karşı saf olur, ruhun ona kulak
verirse, duygu alış-verişinde bulunduğun canlılarda olan nitelikler bulursun
onda... Ve çünkü kalbini ona açtığın ve gönlünü bütün benliğinle ona
verdiğinde, Kur'an penceresinden ne sırlar ve ne hazineler görürsün. Ve sen,
onun güzelliğini ve havasını özlersin. Tıpkı bir süre arkadaşlık edip de
kendisine alıştığın ve yanında huzur duyduğun bir arkadaşının yüzünü ve
havasını özlediğin gibi... Resulullah başkalarından Kur'an dinlemeyi
severdi. Yoldan geçerken, bir kimsenin içinden bu Kur'an'ın okunduğunu
duyarsa, onu dinler ve hatta kapıların önünde dururdu. Bir aşığın, heyecanla
sevgilisinin hayatını dinlediği gibi.
Evet Kur'an hakimdir. Herkese gücüne göre hitab
eder. Herkesin kalbindeki o hassas tele dokunmasını bilir. Her insana bir
ölçüye göre hitab eder ve ona yararına uygun olan ve onu yönlendiren bir
hikmetle seslenir...
Kur'an hakimdir. Dosdoğru akli ve ruhi bir sistem
uyarınca hikmetle eğitir insanı... İnsanın tüm enerjisini doğru ve faydalı
yöne kanalize ederek serbest bırakan bir sistemdir bu... Hayata düzen veren
ve böylece insanın bütün faaliyetlerine bu hikmetli sistemin çizgisinde
kalmak koşulu ile izin veren bir sistemdir...
Yüce Allah, vahyin ve peygamberliğin şerefli
peygambere verilmesinin bir gerçek olduğunu pekiştirmek üzere, Yasin ve
Hakim Kur'an üstüne yemin ediyor. "Sen elbette gönderilmiş
peygamberlerdensin." "Dosdoğru bir yol üzerinde" Yüce Allah'ın yemine
ihtiyacı yoktur. Ancak, Onun Kur'an ve Kur'an harfleri üstüne ettiği bu
yemin, Kur'an'a azamet ve yücelik kazandırmaktadır. Yüce Allah kendisi
üzerine ancak yemin edilecek derecede yüce ve önemli olan bir olgu üzerine
yemin eder.
"Sen elbette gönderilmiş peygamberlerdensin."
Bu türlü bir ifade, insanlara peygamberler
göndermenin yüce Allah için kararlaştırılmış bir yasa olduğunu ve bunun daha
önce örnekleri bulunduğunu ima etmektedir. Aslında kanıtlanmak istenen şey
bu değildir. İspat edilmek istenen Hz. Muhammed'in bu gönderilenlerden biri
olduğudur. Yüce Allah'ın bu yeminle Hz. Muhammed'e hitab edip sözünü
inkârcılara yöneltmeyişi, hem yemini, hem peygamberi ve hem de peygamberliği
tartışma ve polemik konusu yapmaktan uzak tutmak içindir. Onun için bu ilâhi
ifade peygambere, yüce Allah'dan aracısız olarak haber vermek için
gelmiştir.
"Sen elbette gönderilmiş peygamberlerdensin."
"Dosdoğru bir yol üzerinde"
Yüce Allah peygamberin gerçek olduğunu açıkladıktan
sonra, peygamberliğin asıl niteliğini açıklıyor. Bu peygamberliğin asıl
niteliği sadakattir, doğruluktur. İstikamet kılıcın ağzı gibidir, onda ne
eğrilik, ne sapma vardır, ne bükülme ve ne de eğilme vardır. İstikamette hak
apaçıktır, ne kapalılığı vardır ne de karışıklığı. Bu hak herhangi bir arzu
karşısında eğilmediği gibi bir çıkar karşısında da sapmaz. Bu hakkı arayan
herkes, kolayca ve içtenlikle bulur onu.
Peygamberlik karakteri doğruluk olduğundan, sadedir,
kapalılık ve karışıklık yoktur... İşleri içinden çıkılmaz hale getirmez.
Konuları, düşünceleri ve tartışmaları çıkmaza sokmaz. Ve gerçeği en basit
şekli ile, en yalın halı ile her türlü şüphe ve karışıklıktan arınmış olarak
ortaya koyar. Hakki ifade biçimi, açıklamaya, sözü yaldızlamaya ve
gevelemeye asla gereksinim duymaz. Bunun için eğri-büğrü ve dar yollara
sapmaz. Onunla köylüsü ile kentlisi, ümmisi ile alimi, kulübede yaşayanı ile
apartmanda oturanı uyuşup anlaşabilir. Onda her aradığını bulabilir. Hayatın
ı, düzenini ve ilişkilerini kolayca ve basitçe düzenleyebileceği esasları
elde edebilir ondan. Peygamberlik kainatın yaratılışına, varlığın kanununa,
eşyanın, insanın ve diğer tüm canlıların yapılarına uygun bir kurumdur.
Eşyanın karakteri ile çelişmez peygamberlik... İnsana da böyle bir çelişkiye
girmesini teklif etmez. Kısacası peygamberlik, kendi hak yolunda dosdoğru ve
ahenklidir. Şu varlık alemi ile, içinde bulunan eşya ve canlılara hükmeden
diğer ilkeler ile işbirliği halinde yoluna devam eder. Dolayısı ile
peygamberlik, yüce Allah'a giden yolu tutmuş olduğundan Allah'a ulaşır ve
ulaştırır. Peygamberliğin izinden giden kişi yaratıcımı kaybederim diye,
O'na giden yoldan saparım diye asla korkmaz. Aksine bu kişi dosdoğru yolu,
yüce yaratıcının hoşnut olduğu yolu tutmuştur.
Kur'an bu doğru yolun tek rehberidir. İnsan bu
Kur'an ile birlikte yürürse, Kur'anın hakkı canlandırmasında, doğruya
yönlendirmesinde, değerler konusunda ayırd edici hükümlerinde ve her değeri
titizce yerine oturtmasında bu doğruluğu görür.
"Bu Kur'an üstün ve çok merhametli Allah tarafından
indirilmiştir." "O Kitap sana, ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de
gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir."
Yüce Allah bu gibi yerlerde kullarına kendisini
tanıtır ki, kulları kendilerine parça parça indirilen kitabın özünü
kavrayabilsinler... Yüce Allah, dilediğini yapan güçlü ve azizdir.
Yaptıklarında onlar için rahmet diler. Bu Kur'an'ın indirilmesinin hikmeti,
uyarıcı bir öğreti olmasıdır.
"O Kitap sana, ataları uyarılmamış, bu yüzden
kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir."
Gaflet kalpleri karartan bir haslettir. Gafil olan
bir kalp görevini savsaklar. Algıdan, etkilenmekten ve hakkı kabul etmekten
çok uzaktır. Böyle birinin karşısına hidayetin delilleri çıkar veya kendisi
ona rastlarsa onları algılayıp kavrayamaz. Bu deliller karşısında kılı
kıpırdamaz ve onları kabul etmez. Bundan dolayı, Hz. İsmail'in soyundan
gelen, onun arkasından hiçbir peygamber görmeyen ve nesiller boyu bir
uyarıcı ile karşılaşmayan böyle bir topluluk için en uygun olan ikazdır. O
halde kendilerine ve atalarına bir önder gelmemiş gözleri kapalı gafilleri
ancak ikaz uyandırabilir.
Sonra yüce Allah, bu gafillerin akıbetleri ile,
Allah'ın kaderi gereği başlarına gelen belaları açıklamakta ve bunların
Allah'ın ilminden gizlenemeyen yaptıkları ve yapacakları kötü hareket ve
kalplerindeki bozuk niyetlerine bir ceza olarak verildiğini açıklamaktadır.
"Andolsun ki, hüküm çoğunun aleyhine
gerçekleşmiştir. Bunun için artık inanmazlar."
Yüce Allah onların hakkında hükmünü vermiştir.
Kendilerinin içyüzünü ve içlerindeki duyguların yapısını çok iyi bilen yüce
Allah'ın hükmü onların çoğu hakkında kesinleşmiştir ve artık onlar iman
etmezler. Onların çoğunluğu için son akıbet budur. Çünkü onların kalpleri
hidayetten engellenmiş, hidayetin delillerini görmek veya hissetmekten
yoksun bırakılmıştır.
Daha sonra yüce Allah onların iç dünyalarını
yansıtan somut bir tablo çizmekte ve bu tabloda onları şöyle
canlandırmaktadır: Sanki onlar, kelepçelenmiş, bakmaları zorla
engellenmiştir. Kendileri ile hidayet ve iman arasına engeller konulmuştur.
Gözleri perdelenmiştir, artık göremezler.
"Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelere
kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır."
"Önlerine ve arkalarına set çektik. Gözlerini
perdelediğimizden artık göremezler."
Elleri çenelerinin altında, boyunlarına
kelepçelenmiştir onların. Bundan dolayı, onların başları zorla yukarıya
dikilmiştir, önlerini göremezler artık. Bu sebepten bu çarpıcı tablo içinde
bakma ve görme özgürlüklerini kaybetmişlerdir. Ve üstelik, önlerine bir set,
arkalarına bir set çekilerek kendileri hak ve hidayetin arasıda
engellenmiştir. Artık bu kelepçeler çözülüp de bakmak isteseler, gözleri bu
setlerden dolayı hak yolu göremez. Çünkü görme yetenekleri yok edilmiş,
gözleri zayıflatılarak perdelenmiştir.
Bu somut tablonun çarpıcılığı ve canlılığı ile
birlikte, insan bu tipten insanlarla karşılaşmaktadır. Onlar apaçık hakkı
görmeyip algılamayınca gerçekten insanda, kendileri ile hak arasında
yukardaki gibi çarpıcı bir engel çekilmiş olduğu kanaati uyanmaktadır. Her
ne kadar bu kelepçeler ellerine vurulmuş olmasa da, başları zorla yukarı
kaldırılmış olmasa da, kalplerinin ve gözlerinin böyle olduğu kararını
vermektedir bu insanlar... Kalpleri hidayete ermekten zorla engellenmiş,
gözleri hakkı görmekten çevrilmiştir bunların. Kalpleri ve gözleri ile
hidayetin delilleri arasında; bir set burada bir set de orada vardır. İşte
Kur'an'ın karşısına bu tür bir inkârcılık ve yüz çevirme ile dikilen o
yaratıklar da aynen böyle idiler. Oysa Kur'an delille konuşur, konuları
dayanaklarıyla açıklar. Zaten Kur'an'ın kendisi insanın karşısında
duramayacağı çok güçlü bir delildir. "Onları uyarsan da uyarmasan da onlar
için birdir, inanmazlar." Onların gönüllerine iman işlemez. Kalplerinin
yapısını bilen yüce Allah, onlar hakkında hükmünü vermiştir. İmana hazır
olamayan kilitlenmiş, imanla arasına setler çekilmiş kalplere uyarı yarar
sağlamaz. Çünkü uyarı kararmış kalplere nüfuz edemez, algılamaya hazır diri
kalpleri uyandırabilir.
"Sen ancak zikre (Kur'an'a) uyan ve görmeden
Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte öylesini, mağfiret ve güzel
bir mükâfatla müjdele."
Bu ayetteki "Zikir"den-tercih edilen görüşe göre
kastedilen Kur'an'dır. Kur'an'a uyan, görmediği halde Rahman'dan korkan
kimsedir ikazdan yararlanacak olan... Sanki yalnız ona yöneltilmiştir ikaz.
Ve sanki Resulullah her ne kadar sözünü ve sünnetini genellemiş ise de ona
yöneltmiştir hitabını. Ancak onların algılama yetenekleri ile kendileri
arasına engel olduğundan peygamberin hitabı sadece zikre uyan ve görmediği
halde Rahman'dan korkan kimseye özgü olmuştur. İşte bu kimseler öğretiden
yararlanmış ve müjdeyi hak etmiştir. "İşte öylesini, mağfiret ve güzel bir
mükafatla müjdele" "Bağışlama" devamlı olmayan günahların "şerefli mükafat"
ise görmediği halde Rahman'dan korkmanın ve Rahman'ın indirdiği Kur'an'a
uymanın karşılığıdır. Korkma ve Kur'an'a uyma, birbirlerinden ayrılmayan iki
duygudur. Çünkü bir kalbe Allah korkusu girer-girmez peygamberin
direktifleri uyarınca amel edip onun istemiş olduğu sistem üzere yol tutmak
ister.
Burada yüce Allah öldükten sonra dirilmenin
gerçekleşeceğini ve hiçbir şeyin göz ardı edilmediği inceden-inceye hesaba
çekilmenin olacağını vurgulamaktadır.
"Biziz, biz ki, ölüleri diriltiriz ve öne sürdükleri
işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız. Biz; her şeyi, apaçık bir kitaba
yazmışızdır."
Ölülerin yeniden diriltilmesi uzun tartışmalara yol
açan konulardan biri olmuştur. Bu surede konuyla ilgili çeşitli örnekler yer
alacaktır. Yüce Allah onları ikaz etmekte ve elleriyle yaptıkları her ameli
ve amellerin geriye kalan iyi ve kötü sonuçlarının hepsinin yazılacağını,
hiçbir şeyin hatırdan kaçırılıp unutulmayacağını beyan ediyor. Ölüleri
yeniden diriltecek olan yüce Allah'tır. Onların yaptıklarını ve amellerinin
geriye kalan iyi ve kötü sonuçlarını yazacak olanda O'dur. O'dur her şeyi
sayıp tesbih edecek olan. O halde bütün bunların yüce Allah'ın kudret elinin
üstlendiği her şeye uygun bir biçimde gerçekleşmesi kaçınılmazdır.
Ayette geçen (El İmamu'l-Mübin) ve başka yerlerde
geçen (levh-i mahfuz) ve benzeri deyimlerin doğruya en yakın açıklaması,
bunların yüce Allah'ın başlangıcı olmayan kadim ilim olmasıdır. Yüce Allah
ilmi ile her şeyi kuşatandır.
İfadenin akışı, vahy, peygamberlik, yeniden dirilme
ve hesaba çekilme konularını böyle bir açıklama üslubuyla sunduktan sonra,
bir de dönüp bu iki konuyu (vahy ve peygamberlik ile yeniden dirilme ve
hesaba çekilme) hikaye tarzında sunmaktadır. Bu hikâye, yalanlama ve iman
tabloları ile bunların akıbetlerini gözler önüne sererek kalplerin
derinliklerine işleyecektir.
13- İnsanlara, elçilerin geldiği şu
kent halkını misal olarak anlat.
14- Biz onlara iki elçi gönderdik,
onları yalanladılar, biz de elçileri üçüncü biriyle destekledik. Onlar "biz
size gönderilen elçileriz" dediler.
15- Kentliler dediler ki; "siz de
bizim gibi insansınız. Rahman'da bir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan
söylüyorsunuz. "
16- Elçiler dediler ki; "Rabb'imiz
bilir ki, biz size gönderilmiş elçileriz. "
17- Bizim üzerimize düşen, yalnızca
açıkça duyurmaktır.
18- Kentliler dediler ki; "doğrusu
biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi
mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azab dokunur. "
19- Elçiler dediler ki; "uğursuzluk
kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi oldu? Hayır, siz
aşırı giden bir kavimsiniz."
Kur'an kasaba sakinlerinin kimler olduğunu ve o
kasabanın nasıl bir yer olduğunu belirtmiyor. Bu konudaki rivayetler birbiri
ile aynı değildir. Dolayısı ile bu rivayetlerin arkasına takılıp da koşmanın
bir yararı yoktur.
Kur'an'ın o kasabayı açıklamayışı, kasabanın adını
ve yerini belirtmeyişi, bunun vereceği derse ve mesaja bir güç katmayacağına
delildir. Bundan dolayı kasabanın adı ve yeri belirtilmemiş, doğrudan
ibretin özüne ve esasına geçilmiştir. Yüce Allah bu kasabaya iki elçi
gönderir. Tıpkı Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun'u -selâm üzerlerine olsun-
Firavun ve onun burjuvasına gönderdiği gibi, bu kasaba halkı gelen elçileri
yalanlarlar. Bunun üzerine yüce Allah, bu iki elçiyi bir üçüncüsünü
göndererek takviye etti. O da kendisinin ve o iki elçinin yüce Allah'ın
katından gelen elçiler olduklarını vurgular. Ve üç elçi de davalarını
sunarak çağrılarını yenilerler:
"Onlar; `Biz size gönderilen elçileriz' derler."
Burada kasaba halkı; onlara peygamberler ve
peygamberlik tarihinde tekrarlana gelen itirazların aynısı ile karşı
gelirler..
"Kentliler dediler ki; siz de bizim gibi insansınız.
Rahman da bir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz."
Peygamberlerin insan olmasına karşı tekrarlanıp
duran bu itirazda peygamberin görevini bilmemenin yanında, düşünce ve
algılamanın da ne kadar sığ ve basit olduğu apaçık görülmektedir. İnsanlar
daima öteden beri peygamberin kişiliğinde gizemli bir sır olduğunu onun ve
yaşantısının mitolojilerin ardında gizli olacağını tahmin ediyorlardı. O
kişi göğün yeryüzüne gönderdiği peygamber değil midir? O halde onu ütopik
efsanevi perdeler nasıl olur da perdelemez? Bir peygamber nasıl olur da,
sade, açık, sır ve gizemden uzak bir kişilik sahibi olur? Çarşılarda,
pazarlarda ve evlerde benzerlerine hep rastlanabilen normal kişilik sahibi
bir insan, nasıl olur da peygamber olabilir?
İşte düşünce basitliği ve sığlığı buna denir. Sır ve
muammalar peygamberlik ve elçiliğin ayrılmaz niteliği değildir ki.
Peygamberlik gerçeği böylesine basit ve çocukça değildir. Ortada büyük ve
dehşet dolu bir gerçek vardır. Fakat bu korkunç gerçek, yalın ve yaşanılan
hayat içinde canlanmaktadır. Bu gizemli gerçek şu insanlar arasından birine
-Yüce Allah kendisini bu hayret verici vahyi alması için seçtiği zaman-
göğün vahyini alabilecek ilâhi yeteneğin verilmesidir. Bu bir peygamberin
onların teklifi gibi melek olmasından çok daha ilginçtir.
Peygamberlik, insanların yaşayacağı ilâhi bir
sistemdir. Peygamberin hayatı, bu ilâhi sistem uyarınca yaşanacak bir
hayatın somut örneğidir. Peygamberin, içinde yaşadığı insanları uymaya
çağırdığı örnek... Bunlar insandır. O halde bu peygamberlerin, onlara
uyacakları örnek bir hayatı sunabilmesi için, insan olmaları kaçınılmazdır.
Bundan dolayı Resulullah'ın hayatı ümmetinin gözleri önüne sergilenmiş
bulunuyordu. Yüce Allah'ın ebedi Kitabı Kur'an bu hayatın belli başlı
özelliklerini en küçük ayrıntıları ve olayları ile kaydeder. Çünkü onun
hayatı yüzyıllar ve çağlar boyu ümmetinin gözleri önüne serilmiş bir sayfa
niteliğindedir. Resulullah'ın kişisel ve aile yaşantısı sözünü ettiğimiz
ayrıntılara birer örnektir. Hatta Kur'an, zaman zaman onun kalbinden
geçirdiği bazı duygu ve düşüncelere bile yer verir. Ki, bunları gelecek
nesiller öğrensinler ve bu örneklerde kendileri gibi bir insan olan şu
Peygamber'in kalbini görsünler...
Fakat işin tuhafı açık aynı zamanda insanın
kavramasına ve mantığına uygun olan bu gerçek insanoğlu tarafından itiraza
konu olmuştur.
Şu kasaba halkı kendilerine gönderilen üç elçiye
"Siz de bizim gibi insansınız." derler. Yani siz Allah elçisi değilsiniz
demek istemektedirler. "Rahman da bir şey indirmemiştir." Yani size
indirdiğini iddia ettiğiniz vahyin ve bizi çağırdığınız davanın asli yoktur.
"Siz sadece yalan söylüyorsunuz" Yalan söylüyor ve peygamber olduğunu iddia
ediyorsunuz. Doğru olduğuna gönülden inanan ve görevinin sınırlarını bilen
peygamberlerin onlara verdiği cevap:
"Elçiler dediler ki; Rabb'imiz bilir ki, biz size
gönderilmiş elçileriz." "Bizim üzerimize düşen, yalnızca açıkça
duyurmaktır."
Şüphesiz Allah biliyor... Ve bu yeterlidir.
Peygamberlerin görevi bildirmektir. Onu da yerine getirmişlerdir. Artık
bundan sonra insanlar kendi davranışlarını diledikleri gibi belirlemede ve
davranışlarıyla istedikleri kadar günahı yüklenmekte serbesttirler.
Peygamberlerle insanlar arasındaki ilişki sadece yüce Allah'ın emrini
bildirmekten ibarettir. Bildirme işlemi gerçekleşince, bundan sonrası
tümüyle yüce Allah'a aittir.
Fakat yolunu sapıtmış ve peygamberi yalanlayan
kişiler konuya böylesine açık, sade ve kolayca yaklaşmazlar. Hidayete davet
edenlerin varlığına bile katlanamazlar. Gururları kendilerini günah işlemeye
teşvik eder. Hakk'ın karşısına ona karşı koymak için kaba ve sert yöntemlere
çıkarlar. Çünkü batıl dayanıksızdır ve çok kabadır.
"Kentliler dediler ki; "Doğrusu biz sizin yüzünüzden
uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve
bizden size acı bir azab dokunur."
Diyorlar ki: Sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık.
Sizin çağrınızdan dolayı kötülüğün isabet edeceğini zannediyoruz. Eğer bu
davanızdan vazgeçmezseniz, bizde susmayacağız ve davetinize engel olmak için
her şeyi yapacağız. "Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve
bizden size acı bir azab dokunur."
İşte batıla saplananlar zulümlerini böyle açığa
vurmuşlar, davetçilere tehdit savurmuşlar, güvenle sunulan bu hak çağrısına
karşı böylesine azmışlar, söz ve düşüncelerinde böyle kaba olmuşlardır.
Fakat peygamberlerin omuzlarına yüklenen görev
yollarına devam etmelerini gerektiriyordu.
"Elçiler dediler ki; uğursuzluk kendinizdendir."
Herhangi bir çağrının veya konunun uğursuz olduğunu
söylemek cahiliye safsatalarından biridir. Peygamberler ise gönderildikleri
topluma bu anlayışın hurafe olduğunu, başlarına gelen iyilik veya kötülüğün
dışlarından gelmediğini aksine bunun kaynağının içlerinde olduğunu, kendi
düşüncelerinin ve davranışlarının bir sonucu olduğunu, bu sebeple
uğradıkları iyilik veya kötülüğün kendi ellerinde olduğunu ifade
etmektedirler. Çünkü yüce Allah'ın bu konudaki iradesi kulun kendisinin,
tutumunun ve davranışlarının kanalından geçer ve bu yolla gerçekleşir. Şu
halde kul kendi bedbahtlılığını kendisi ile birlikte taşır. İşte değişmez ve
sağlam temele oturan gerçek budur. Bazı insanları veya birtakım yerleri, ya
da sözleri uğursuz saymak... Bütün bunlar anlaşılabilir bir temele
dayanmayan birer hurafeden ibarettir.
Peygamberler kasaba halkına "Bu uğursuzluk size öğüt
verildiği için mi oldu?"
Yani bizi taşa tutmanız ve bize işkence etmek
isteyişiniz, size öğüt ve nasihatte bulunduğumuz için midir? Uyarmanın
karşılığı bu mudur?
"Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz."
Siz düşüncenizde ve olayları değerlendirmenizde
ölçüyü kaçırıyorsunuz. Bunun için de öğüt ve uyarıya tehditle karşılık
veriyor, hak yola çağrıya taşa tutma ve işkence ile cevap veriyorsunuz.
DAVETTEN KESİTLER
Buraya kadar olan kesitler, kalpleri kapalı
olanların peygamberlerin davetine karşı tutumlarını sergiliyordu. Bu
sergilenen tutumlar, surenin ilk bölümünde sözünü ettiği kalplerin canlı bir
örneği ve orada çizilen insan tipinin bir görüntüsüdür.
Kur'an'à uyup, görmediği halde Rahman'dan korkan
öbür insan tipine gelince, onun başka bir tutumu ve bunların
davranışlarından ayrı bir davranışı vardır.
20- Kentin en uzak yerinden bir adam
koşarak geldi: "Ey kavmim, elçilere uyun " dedi.
21- "Sizden bir ücret istemeyenlere
uyun, onlar doğru yoldadırlar. "
22- "Ben niçin beni yaratana kulluk
etmeyeyim? Sizde O'na döndürüleceksiniz. "
23- "Onu bırakıp da tanrılar edinir
miyim? Eğer rahman olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların
şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar. "
24- "O takdirde apaçık bir sapıklık
içinde olurum. "
25- "Şüphesiz ben Rabb'inize
inandım, beni dinleyin. "
Doğru ve gerçek bir çağrıya sağduyulu bir insanın
katılmasıdır bu. Bu katılmada doğruluk var, sadelik var, sıcaklık var. Doğru
kavrama, apaçık Hakkın güçlü sesine ve etkisine uymak vardır.
İşte bu adam çağrıyı duymuş, kendi hemşerilerine
söylediği gibi bu çağrının gerçek ve mantıklı olduğuna dair delilleri görmüş
ve kabul etmiştir. Ve kalbi asıl imanı yakalayınca bu gerçek, vicdanında
harekete geçmiş ve artık onu gizleyememiştir. Çevresindeki sapıklığı,
inkârcılığı ve azgınlığı göre göre, inancını içine gömüp evine
kapanmamıştır. Aksine vicdanına yerleşen ve düşüncesinde harekete geçen hak
ile birlikte koşmaya başlamıştır. Bu hak ile hemşerilerine koşmuştur.
Oysa onlar peygamberleri yalanlamakta, onlardan yüz
çevirmekte ve onları korkutup tehdit savurmaktadırlar. Kasabanın bir ucundan
kalkar bu adam. Kendi hemşerilerini hakka çağrı görevini yerine getirmek
istemektedir. Onları zulümden alıkoymak, peygamberlere karşı düşmanlık
yaparak büyük günah işlemelerine engel olmak istemektedir.
Bu kişi belli ki, mevki ve otorite sahibi biri
değildir. İçinde yaşadığı toplumda önemli bir yeri ve kabilesi içinde nüfusu
yoktur. Fakat kalbindeki dipdiri inanç, onu şehrin bir ucundan ta öbür ucuna
itiyor ve koşturuyordu.
"Kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi; `Ey
kavmim, elçilere uyun' dedi."
"Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru
yoldadırlar."
Hiçbir ücret istemeden, hiçbir kazanç beklemeden
böyle bir çağrıda bulunan bir kimse elbette doğrudur. Bir düşünelim. Bu
kimse eğer yüce Allah'ın kendisine verdiği görevi yerine getirmiyor değilse
o halde nedir onu bu sıkıntıya iten faktör. Çağrının çilesine katlanmaya
nedir onu iten? Alışmadıkları bir inanç sistemi ile insanların karşısına
dikilip mücadele etmeye nedir onu sevk eden?
Bu işten bir çıkar elde etmediği, onlardan bir ücret
istemediği halde eziyetler, desiseler, alaylar ve işkencelere katlanmayı
göze aldıran nedir? "Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru
yoldadırlar?"
Onların doğru yolda olduğu çağrılarının niteliğinden
belli... Çünkü onlar bir tek ilâha çağırıyorlar. Apaçık bir sisteme
çağırıyorlar. İçinde ne hurafe ne de belirsizlik olan bir inanç sistemine
çağırıyorlar. Buna göre kendileri, sağlam bir çizgi ve dosdoğru bir yol
tutmuşlardır. Sonra bu adam onlara kendinden ve iman ediş nedenlerinden söz
etmeye başlıyor. Kendi içinde uyanan ve yalın delilleri mesajı ile ikna olan
fıtratın, sesine çağırıyor onları.
"Ben niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Siz de
O'na döndürüleceksiniz." O'nu bırakıpta tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman
olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana hiçbir
fayda sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar." "O takdirde apaçık bir sapıklık
içinde olurum."
Bu ifadeler yüce yaratıcıyı hisseden ve kendi
varlığının yegane kaynağına bağlı fıtratın sorgulamasıdır. "Ben niçin beni
yaratana kulluk etmeyeyim?" Bu doğal yoldan beni saptıran nedir? Çünkü
insanın mizacı kendini yaratana tutkundur. İlk yönelişi O'nadır. O yoldan
fıtratın dışında bir etken olmadıkça sapmaz. Kendi doğal yapısından başka
bir etken olmadıkça sapmaz. Kendi doğal yapısından başka bir etken olmadıkça
eğrilmez o yoldan. Yaratıcıya yönelmek, her şeyden daha uygun ve
önceliklidir. Ve o kişi, nefsin doğal yapısının ve doğal yönelişinin dışında
bir başka nesneye muhtaç değildir. İnanmış olan biri bunu kalbinin
derinliklerinde duyar. Ve bunu, kendini zorlamadan, dilini dolamadan,
karmaşık ve süslü ifadeler kullanmaksızın açık ve yalın bir ifade ile dile
getirir.
Ve onları uyarmaya koşan bu mü'min de duru ve doğal
yaratılışı ile tıpkı her şeyin aslına döneceği gibi, yaratılanın da sonunda
yaratıcısına döneceğini hissediyordu.
"Siz de O'na döndürüleceksiniz" diyordu.
Ve soruyordu: Beni yaratan ve sonunda dönüş ve
varılacak yer olarak ancak kendi huzuru olan bir varlığa ne diye kulluk
etmeyeyim? Ve onların da O'na döneceklerini söylüyordu. O onların da
yaratıcısıdır. Onlardan kulluk etmelerini beklemek O'nun hakkıdır. Daha
sonra bu inanmış adam, benimsediği yara alışa uygun doğru yola ters olan
öbür yolun değerlendirmesini yapıyor.
"Onu bırakıp da tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman
olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana hiçbir
fayda sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar."
Yaratılanı yaratıcısına kulluğa çağıran, yaratılışın
sesini bırakıp da hiçbir gereklilik ve sebep yok iken yaratıcıdan başkasına
kulluk sunandan daha sapık kimse var mıdır? Yaratıcıyı bırakıp da doğru
yoldan ayrılarak sapıklığa düştüğü için yaratıcısı başına zarar getirmek
istediğinde, o zararı başından savamayan ve kendini koruyamayan zavallı
sözde tanrılara yönelenden daha sapık bir kimse var mıdır?
"O taktirde apaçık bir sapıklık içinde olurum"
Şu anda bu inanmış adam, yaratılışın doğru, bilinçli
ve apaçık dili ile konuşmakta ve yalanlayan tehditler savuran ve korkutmaya
çalışan bu insanların yüzüne son kararını haykırmaktadır. Çünkü onun
kalbindeki sağduyunun sesi, her türlü tehdit ve yalanlamadan çok daha
güçlüdür. "Şüphesiz ben Rabb'inize inandım, beni dinleyin" Ve işte böylece,
imanın içinde güven ve gönül huzuru taşıyan sözünü söylemiş ve onları da
buna şahit tutmuştur. İnanmış adam bu sözü ile onlara "siz de benim gibi
söyleyin" demiş oluyor veya onlar ne derlerse desinler hiç de önem vermemiş
oluyordu.
Ayetlerde bu konuda her ne kadar bir açıklık yoksa
da, bu hikâyenin bundan sonraki ifade tarzından anlaşıldığına göre çok
geçmeden bu adamcağız öldürmüşlerdir. Yüce Allah dünyaya ve içinde olan her
şeye, o topluma ve onların durumları üstüne bir perde çekmekte ve başka bir
sahnenin perdesini açmaktadır. Yaratılışın sesine uyup hak sözü haykıran ve
bu sözü inkârcılarla işkencecilerin suratlarına bir şamar gibi çarpan bu
şehidi görelim diye... Yüce Allah'ın kendisine hazırlamış olduğu ikramı
görelim diye... Samimi, cesur ve şehid mü'minin makamına yakışır hizmeti
görelim diye... Ona cennete gir denince:
26- "O'na "cennete
gir" denilince "Keşke kavmim bilseydi. "
27- "Rabb'imin beni
bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını" dedi.
Dünya hayatı ile ahiret hayatı birbirine bitişiktir.
Ölüm fani alemden ebedi aleme geçiş ve mü'mini yeryüzünün darlığından
kurtarıp cennetin genişliğine ulaştıran bir adımdır... Batılın
küstahlığından hakkın huzur ve emniyetine, zulmün tehdidinden cennet
nimetinin esenliğine, cahiliyetin karanlıklarından imanın nuruna kavuşturan
bir adımdır ölüm...
İnanmış adamı görüyoruz. Yüce Allah'ın kendisine
cennette bahşetmiş olduğu bağışlama ve ikramı görmüş ve kalbi hoş gönlü
hoşnut olarak hemşerilerini hatırlamış ve onların kendisini görmesini
Rabb'inin kendisine bahşettiği hoşnutluk ve ikramı görmelerini, arzu
etmiştir. Böylece hakkı tam anlasınlar istemiştir.
İşte imanın karşılığı böyle idi. İsyan ve azgınlığa
gelince, yüce Allah'ın katında öylesine hafif, öylesine önemsiz ki, onları
yok etmek için melek göndermeye bile değmez. Alabildiğine güçsüzdür onlar.
28- Ondan sonra,
kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, zaten indirecekte değildik.
29- "Sadece korkunç
bir ses oldu, hemen sönüp gittiler. "
Yüce Allah burada, onların durumlarının hakirliğini
ve güçlerinin hiçliğini vurgulamak için, akıbetlerini uzun uzadıya
anlatmıyor. Sadece bir tek çığlık onların kökünü kazımaya yetmiştir. Ve
burada yüce Allah perdeyi onların bedbaht, hakir ve aşağılık görüntüleri
üzerine çekmekte ve kapatmaktadır.
22. CÜZÜN SONU
Birinci bölümde, İslamın çağrısına yalanlama ile
karşılık veren müşriklerden, onlara gelen elçileri yalanlayan kasaba
halkının hikâyesinden ve "hemen sönüp gittiler" ifadesi ile sonlarını onlara
bir örnek olarak verdikten sonra... Bu bölümde yüce Allah söze, hangi millet
ve hangi dinden olursa olsun yalanlayanların tutumlarını genel olarak ele
almakta ve çağlar boyu insanlığın tablosunu gözler önüne sermektedir.
Gözlerinin önünde geçip giden ve hesaplaşma gününe kadar da bir daha geri
dönmeyecek olan helak olmuş kimselerin akıbetlerini öğüt alarak doğru yola
gelmeyen kullara, acıklı bir üslupla seslenmektedir. "Hepsi toplandığı zaman
huzurumuza getirileceklerdir."
Sonra da yüce Allah, görüp duydukları fakat
duyarsızca yüz çevirdikleri evren delillerini sergilemeye geçmektedir. Bu
deliller kendi üzerlerine çevrelerine ve eski insanlık tarihlerine
serpilmiştir. Fakat onlar yine de hissetmezler, kendilerine öğüt
verildiğinde hiç aldırış etmezler.
"Zaten Rabb'inin ayetlerinden herhangi biri
kendilerine geldiğinde onlardan hep yüz çevire gelmişlerdir."
Onlar inanmadıkları azabı hemen isterler:
"Ve `eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ettiğiniz
azab ne zaman gelecek' diyorlar."
Onların bu acelecilikleri ve yalanlamaları sebebi
ile yüce Allah, kıyamet sahnelerinden uzun bir tablo sunuyor ki, hemen
gerçekleşmesini istedikleri sonlarını sanki gözlerinin önünde
duruyormuşçasına görsünler diye...
30- Yazık şu
kullara! Kendilerine hangi elçi gelse, onu alaya alıyorlardı.
31- Görmediler mi
kendilerinden önce nice nesilleri yok ettik. Onlar bir daha kendilerine
dönüp gelmezler.
32- Hepsi toplandığı
zaman huzurumuza getirileceklerdir.
Bu ayetteki "Hasret" sözcüğü, çok zor bir durum
karşısında insanın elinden üzülüp yakınmaktan başka bir şey gelmediği zaman
duyduğu iç tepkiyi, psikolojik durumu ifade eder. Yüce Allah'ın kulları için
üzülüp yanması düşünülemez. Fakat O, bu gibi kulların durumlarının,
hayıflanmayı gerektirecek nitelikte olduğunu ifade etmektedir. Çünkü onlar
gerçekten sonu tehlikeli olan ve büyük belaları içeren esef verici
durumdadırlar.
Ey yakınma ve pişmanlık! Gel şu kulların üstüne!
Ellerine kurtulma fırsatı geçip de onu değerlendirmeyen, kendilerinden önce
helak olanların akıbetlerini görüp de ibret almayan ve faydalanmayan
kimselerin üzerine zaman zaman yüce Allah rahmet kapılarını açıp da
kendilerine peygamber gönderdiği halde, bu bağıştan yüz çevirip yüce Allah'a
karşı edepsizce davranan bu kulların gel üstüne... "Kendilerine hangi elçi
gelse, onu alaya alıyorlardı."
"Görmediler mi kendilerinden önce nice nesilleri yok
ettik.
Onlar bir daha kendilerine dönüp gelmezler." Akıp
giden yıllar boyu ve uzun çağlar geçtiği halde geri dönmeyen o insanların
helak olmalarında, evet bunda düşünen kimse için öğüt vardır... Fakat bu
zavallı kullar aynı sona doğru ilerledikleri halde düşünmüyorlar. Halbuki bu
acıklı durum gibi hayıflanmaya değer başka ne vardır ki?
Bir hayvan bile yanı başında kendi cinsinden
birisinin ölümünü görünce sarsılır, korkusundan yerinde duramaz ve elinden
geldiğince ondan kendini sakınmaya çalışır. Ne oluyor bu insana ki, ard arda
meydana gelen yok oluşları gözüyle gördüğü halde aynı helak yoluna isteyerek
gidiyor. Gurur onu oyalıyor ve korkunç akıbeti görmesine engel olup
aldatıyor.
Çağlar boyu süregelen bu uzun felaketler zinciri
gözler önüne serilmiş durumda, fakat kullar sanki kör gibi bunları
görmüyorlar.
Helak olup gidenler, arkalarından gelen nesiller,
tekrar geri dönmüyorlarsa, bu demek değildir ki, artık onların yakaları
bırakılmış ve bir müddet sonra hesaba çekilmekten kurtulmuşlardır.
"Hepsi toplandığı zaman huzurumuza
getirileceklerdir."
33- Ölü toprak onlar
için bir delildir. Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarırız da ondan
yerler.
34- Orada hurma ve
üzüm bahçeleri yarattık; orada çeşmeler akıttık.
35- Ki, onun
ürününden ve ellerinin emeğinden yesinler. Hala şükretmiyorlar mı?
36- Allah ne yücedir
ki, toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice
şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır.
Onlar peygamberi yalanlamakta, fakat yüz
çevirenlerin akıbetlerini düşünmemekte ve onların gidip de dönmeyişlerinin
ne anlama geldiğini idrak etmemektedirler. Peygamber onları sadece Allah'a
çağırıyor. Çevrelerinde var olan her şey onlara yüce Allah'tan söz etmekte,
onu göstermekte ve O'nun varlığına tanıklık etmektedir. İşte kendilerine
yakın olan yeryüzü, onu cansız bir ölü halinde görmekteler, onda ne hayat
var ne de hayatı oluşturan su... Sonra aynı yeryüzü canlı taneler bitirmeye
başlamış, hurma ve üzüm bahçeleri ile süslenmiş ve içinden su kaynakları
çıkartmış, kısacası her tarafından hayat fışkırmaya başlamıştır.
Hayat öyle bir mucizedir ki, insan eli ona ulaşamaz.
Ancak yüce Allah'ın kudret elidir ki, mucizeler yaratabilir ve ölü olan
şeylerde canlandırmayı sağlayabilir. Gerçekten yetişen bir ekini, hoş
bahçeleri ve olgunlaşmış meyveleri görmek yüce Allah'ın yoktan var eden
kudret elini görmek için insanın gözünü ve kalbini açar. Bu öyle bir eldir
ki, özgürlüğe ve ışığa çıkmak isteyen tohumun önündeki, toprağı yaran bu
eldir. Körpe dalları yaprak ve meyvelerle süsleyen, çiçeği açtırıp meyveleri
olgunlaştıran ve "Ki, onun ürününden ve ellerinin emeğinden yesinler"
koparılıp işlenmeye hazırlayan yine bu kudret elidir. İnsana çalışma gücü
veren sadece yüce Allah'ın elidir. Nitekim ekinlere de hayat ve gelişme gücü
bahşeden yine O'nun elidir. "Hala şükretmiyorlar mı?"
Bu yumuşak ve nazik dokunuştan sonra yüce Allah
onları kendi vicdanları ile baş başa bırakıyor ki, çeşitli bitki ve
bahçeleri gözlerinin önüne koyup bilgi sahibi yapan; ekinleri tıpkı insanlar
ve hakkın da kendisinden başka hiçbir kimsenin bilgisi olmadığı daha nice
varlıklar gibi çift çift yaratan Allah'ı tesbih etsinler diye...
"Allah ne yücedir ki, toprağın bitirdiklerinden,
kendilerinden ve bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri
yaratmıştır."
Bu tesbih tam zamanında ve yerinde gelmekte ve
kendisi ile birlikte şu varlık aleminin gerçeklerinden büyük bir realite
ortaya çıkmaktadır. Bu realite yaratma kavramında "birlik"tir. Yasama ve
otoritede "birlik"tir bu... Öyle ki, yüce Allah canlıları çift çift
yaratmıştır... Bu konuda bitkiler de aynen insanlar gibidir. Ve bunun
dışındaki öteki canlılar da hep çifttir. "Onların bilmedikleri nice
şeylerden" İşte bu birlik, insana yaratıcı kudret elinin, bir olduğu
izlenimini vermektedir. Sayısını ancak yüce Allah'ın bildiği bunca canlı
yaratıklarda, şekilleri, hacimleri, türleri, cinsleri, özellikleri ve
karakterleri ayrı ayrı olmasına rağmen, yaratma kurallarını belirleyen işte
bu kudret elidir. Kim bilir bu kural belki de cansızlara varıncaya kadar tüm
evren için geçerli bir kuraldır. Nitekim daha önceleri maddenin bölünebilen
en küçük parçası olarak .bilinen atomun da çift, olduğu birbirine birleşen
artı ve eksi elektrik yüklü iki zıt ışından oluştuğu artık bilinmektedir.
Yine bunun gibi, birbirine bağlı, birbirini çeken ve sanki bir ritim
doğrultusunda adım yürür gibi aynı yörüngede dönen binlerce yıldız çifti
vardır.
Bu sıralananlar içinden hayat fışkıran ölü yerin
yüce Allah hakkında delili idi. Buradan gökyüzünün deliline ve kulların
gözleriyle gördükleri bu delil ile ilgili manzaralara geçilecektir. Bu
olağanüstü şeyleri ve mucizeleri meydana getiren yüce Allah'ın kudret
elidir.
37- Gecede onlar
için bir delildir. Gündüzü ondan soyup alırız, birden onlar karanlıkta
kalıverirler.
38- Güneş'te
yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, üstün ve bilen Allah'ın kanunudur.
39- Ay içinde bir
takım yörüngeler tayin ettik. Nihayet o eğri hurma dalı gibi hilal olur da
geri döner.
40- Ne güneş aya
erişebilir, ne de gece-gündüzün önüne geçebilir. Hepsi belli bir yörüngede
(felekte) yüzmektedirler.
Aydınlığın gizlenip, karanlığın bastırması ile
gecenin geliş tablosu... (Gece ve gündüzün haftalarca ve aylarca sürdüğü
kuzey ve güney kutbuna yakın yerler hariç tutulursa) insanların yirmidört
saat boyu her yerde gördüğü, tekrarlanıp duran bir tablodur. Bu, tekrar edip
durmasına rağmen derince düşünmeyi sevk eden ilginç bir tablodur.
Burada Kur'anın bu manzarayı ifade biçimi
orjinaldir. Kur'an-ı Kerim gündüzü gece ile içiçe olarak canlandırmaktadır.
Sonra yüce Allah gündüzü gecenin içinden çekip alınca, onlar karanlığa
gömülmektedirler. Herhalde biz meydana gelen olayı olduğu gibi kafamızda
canlandırabilirsek bu eşsiz ifadenin altında yatan sırrı anlayabiliriz.
Yerküre güneşin karşısında kendi ekseni etrafında dönerken her noktası
sırayla güneş almaktadır. Mesela bir nokta gündüz iken yerküre dönmesine
devam eder ve orası güneşten uzaklaşır. İşte söz konusu o noktadan gündüz
çekilmiş ve oraya karanlık basmıştır. İşte bu realite düzenli olarak her
nokta için ard arda gerçekleşip durur. Sanki o noktadan gündüzün aydınlığı
çekilmekte veya soyulmakta ve yerini karanlığa bırakmaktadır. Böylece bu
ifade şu evrene ilişkin bir realiteyi ince bir canlandırma ile bizlere
sergilemektedir.
"Güneşte yörüngesinde akıp gitmektedir."
Güneş kendi ekseni etrafında döner. Önceleri güneşin
sabit bir yerde kendi ekseni etrafında döndüğü zannedilirdi. Fakat sonra
anlaşıldı ki, güneş yerinde sabit değildir. Aksine hareket etmektedir.
Gerçekten ve bil fiil gitmektedir. Şu korkunç uzay boşluğunda, astronomların
hesabına göre saniyede oniki millik bir hızla, bir yöne doğru akıp
gitmektedir. Güneşi, onun yol alışını ve varacağı yeri çok iyi bilen yüce
Rabb'i diyor ki: Güneş bir yere doğru yol alıp gitmektedir. Güneşin
ulaşacağı bu durağı ancak kendisi bilir. Kendisinden başka hiçbir kimse
bilemez.
Bu güneşin kütlesinin şu yerküremizin hacminin bir
milyon katı kadar olduğunu bu korkunç kütlenin uzayda hiçbir şeye
dayanmaksızın hareket edip yol aldığını düşünürsek, bu varlık alemini bilgi
ve gücü ile yöneten yüce Allah'ın kudret sıfatını bir parça anlamış oluruz.
"Bu, üstün ve bilen Allah'ın kanunudur."
"Ay içinde bir takım yörüngeler tayin ettik. Nihayet
o eğri hurma dalı gibi hilal olur da geri döner."
İnsanlar, Ay'ın bu konaklarını, safhalarını
görmekteler. Ay, önce hilal olarak doğmaktadır. Sonra geceden-geceye büyür,
nihayet dolunay olur. Sonra yeniden küçülmeye başlar, neticede kuru hurma
salkımı gibi yay şeklinde hilal haline gelir. Ayette geçen "urcun" yaş
hurmanın dizildiği salkımdır. Ayı geceden-geceye izleyen bir kimse,
Kur'an'ın bu hayret verici ifadesinin inceliğini anlar. "Nihayet o eğri
hurma dalı gibi hilal olur da geri döner" Özellikle bu "eski" kelimesinin
ifade ettiği ince anlam... Çünkü Ay, doğduğu ilk gecelerde hilaldir. Son
gecelerinde yine hilaldir... Fakat birincide adeta güzel ve genç görünür.
Sonunda ise sanki zayıflamış rengi sarı, kederli ve kurumuş görünür. Kurumuş
eski hurma dalının solgun halı gibi... O halde Kur'an-ı Kerim'in ayın
safhalarını bu hayret verici ve anlamlı ifade ile dile getirmesi bir tesadüf
değildir.
Geceden geceye ayla birlikte yaşamak insanın içinde
öyle taze, öyle yumuşak, öyle anlamlı, öyle derin duygular uyandırıyor ki...
Ay'la birlikte yaşayan, Ay'ın hareketlerini izleyen insan kalbi, gördüğü
manzara karşısında etkilenmekten, duygulanmaktan ve güzelliği ve yüceliği
var eden ve gök cisimlerini bu sistem içinde yöneten kudret elinin
büyüklüğünü görmekten kendini alamaz; İster Ay'ın izlediği bu yolların ve
şekillerin altındaki gizliliği bilsin, isterse bunları hiç bilmesin. Sadece
görmek bile, kalbi duygulandırmak, düşünceyi coşturmak ve insanı düşünce ve
tefekküre yöneltmek için yeterlidir...
Nihayet yüce Allah bu görkemli gök cisimlerine hakim
olan bunların işleyişïndeki hassaslığı ve bütünlüğü düzene koyan evrenin
hassas sistemini belirliyor:
"Ne Güneş, Ay'a erişebilir, ne de gece-gündüzün
önüne geçebilir. Hepsi belli bir yörüngede (felekte) yüzmektedirler."
Her yıldızın veya gezegenin bir yörüngesi vardır ki,
akışında veya dönmesinde o yörüngeden sapmaz. Bu yıldız ve gezegenler
arasındaki uzaklık korkunçtur. Bizim şu yerküremizle güneş arasındaki
uzaklık doksanüç milyon mil olarak hesaplanmıştır. Ay'ın yeryüzüne uzaklığı
240.000 mildir. Bu mesafeler bu kadar büyük olmakla birlikte, Güneş
sistemimiz ile gökyüzündeki bize en yakın yıldız arasındaki uzaklık
karşılaştırılırsa ifade edilemeyecek kadar büyük olduğu anlaşılır. çünkü bu
uzaklık dört ışık yılı olarak hesap edilmektedir. Işığın hızı ise saniyede,
yüzbin seksenaltı mil olarak belirlenmiştir. (Yani bize en yakın yıldız
dörtyüz milyar mil uzaklıkta oluyor.)
Bu müthiş evreni yaratan Allah, yıldızların ve
gezegenlerin yörüngeleri arasında bu korkunç mesafeleri belirlemiştir. Ve
belirli zamanı gelene dek kendi bilgisi ile onları çarpışmaktan korumak için
evreni böyle tasarlayıp düzenlemiştir. O halde Güneş'in Ay'a yetişmesi asla
düşünülemez. Gece de gündüzün önüne geçemez. Onun yoluna dikilemez. Çünkü
geceyi ve gündüzü oluşturan yerkürenin dönmesinde bir bozukluk olmaz.
Dolayısı ile biri ne öbürünün önüne geçer ne de yol alırken ona engel olur.
"Hepsi belli bir yörüngede (felekte)
yüzmektedirler."
Bu uçsuz bucaksız uzayda hareket eden cisimlerin
hareketi engin denizde yüzen geminin hareketine çok benzer. Ve bu cisimler
çok büyük olmalarına rağmen şu korkunç uzayda yüzen noktacıklar olmaktan
öteye gidemezler...
İnsan şu sayısız yıldız ve gezegenleri seyre durunca
uzaya serpilmiş, bu engin uzay deryasında yüzen... Ve onların kocaman
kütleleri bu engin uzayda bir hiç olan... işte insan bunları temaşa edince o
kadar küçülüyor ki...
41- Onlar için bir
delil de. onların çocuklarını dolu gemide taşımamız.
42- Ve kendilerine
onun gibi binecekleri nice şeyler yaratmamızdır.
43- Dilersek, onları
suda boğardık; ne yardımlarına koşan bulunur ve ne de kendileri
kurtulabilirdi.
44- Ancak bizden bir
rahmet ve belli bir süreye kadar yaşatma vardır.
İfadenin akışında yıldızlar ve yörüngelerinde yüzen
gezegenlerle Ademoğlunun neslini taşıyan ve suda yüzen dolu-dolu gemiler
arasında çok hoş bir uyum vardır... Görünümlerinde bir uyum vardır... Her
ikisinin de yüce Allah'ın emrine boyun eğmelerinde ve hem denizde hem de
uzayda yüce Allah'ın kudreti ile onları yüzdürmesinde bir ilişki vardır.
Bu da önceki gibi insanların görüp de üzerinde iyice
düşünmeden geçtiği ayet ve delillerden biridir. Hatta eğer gözlerini bu olay
ve delillere açsalar, kendilerine daha yakın ve anlaşılması daha kolaydır.
Herhalde burada sözü edilen dolu gemi, insanlığın ikinci atası olan Nuh'un
gemisi olsa gerek. Ki, o gemi Hz. Adem'in neslini taşımıştı. Sonra yüce
Allah onun benzeri olan ve deryaları yara yara yol alan şu gemileri verdi
onlara...
Bütün bunlar, yüce Allah'ın kudreti, evrene
hükmeden, onu yöneten ve gemileri suyun yüzünde yüzdürmek için belirlemiş
olduğu tabiat kanunlarıdır. Gemileri suda yüzdüren etmenler; o gemilerin
özellikleri, suyun özellikleri, rüzgarın ve buharın özellikleri, atomdan
veya atom dışı güç kaynaklarından çıkan enerjidir. Bütün bunlar yüce
Allah'ın emri ve yaratması sayesindedir.
"Dilersek, onları suda boğardık; ne yardımlarına
koşan bulunur ve ne de kendileri kurtulabilirdi."
Bir gemi ne kadar ağır, ne kadar büyük ve yapısı ne
kadar sağlam olursa olsun bu engin sularda rüzgârın önündeki bir kuş tüyüne
benzer. Eğer yüce Allah'ın rahmeti olmasa gemi gecenin veya gündüzün bir
anında helak olup mahvolur gider. Deniz yolculuğuna çıkan kimseler, denizi
ister yelkenli ile geçsinler, ister okyanusları aşan transatlantik türü
gemilerle geçsinler, yine de denizin dehşetini, onun korkunç tehlikesi ve
karşı koyulamaz kabarmasına karşı emniyetten yoksun olmanın ne demek
olduğunu anlarlar. Ve gökte ve yerde kendisinden başka hiçbir elin
tutamadığı azgın boynunun o kutsal rahmet elinin dizginlediği bu dehşetli
yaratığın ortasında yol alırken dalga ve kasırgalar arasında yegane
kurtarıcının yüce Allah olduğunu hissederler. Bu da Hakim ve Habir olan yüce
Allah'ın takdiri uyarınca, belirlenen süre doluncaya ve takdir edilmiş zaman
gelinceye kadar belli bir süreye kadar "yaşatma vardır" devam eder.
Bunca açık delillere rağmen, bazı kullar inkârlarına
devam ediyorlar. Bir türlü gözleri Hak yola yönelmiyor, kalpleri uyanmıyor,
alaylar yalanlamalar ve peygamberlerin ikaz ettiği azabı hemen istemeye
devam ediyorlar:
45- Onlara;
"geçmişinizden ve geleceğinizden sakının, belki esirgenmenizden umulur"
dendiği zaman yüz çevirirler.
46- Zaten Rabb'inin
ayetlerinden herhangi biri kendilerine geldiğinde onlardan hep yüz çevire
gelmişlerdir.
47- Onlara;
"Allah'ın size verdiği rızıktan sarf edin" denilince inkâr edenler
inananlara; "Allah dileseydi, doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?
Siz gerçekten sapıtmış kimselersiniz?"
48- Ve "eğer doğru
söylüyorsanız bu tehdit ettiğiniz azab ne zaman gelecek " diyorlar.
Başlı- başına bu ayetler, onların kalplerinde bir
ilgi, yönelme duyarlılık ve korku uyandırmıyor. Oysa sadece bu ayetler, açık
olan bir kalbin titremesine ve sarsılmasına yol açabilir ve o kalbi bu
varlığa, her sayfası yaratıcının büyüklüğüne, ince takdir ve idaresine
işaret eden bu varlık kitabına bağlar. Fakat gözleri kapàlı olanlar bunları
görmezler. Görseler bile düşünmezler. Bununla birlikte yüce Allah
-rahmetinin bir eseri olarak- kendilerini ikaz eden, eğiten ve şu evrenin ve
şu varlık dünyasının Rabb'ına çağıran bir peygamberden yoksun bırakmaz
onları... Ancak onlar bu delillere dikkat etmezlerse attıkları her adımda o
tehlikenin içinde bulurlar kendilerini... Ancak nereye yönelseler
kendilerini çepeçevre kuşatan kainat ayetlerine ek olarak Kur'an ayetleri de
peş peşe gelmektedir onlara... Fakat onlar bununla birlikte
basiretsizliklerine şaşkınca devam etmektedirler...
"Onlara; `geçmişinizden ve geleceğinizden sakının,
belki esirgenmeniz umulur' dendiği zaman yüz çevirirler."
"Zaten Rabb'inin ayetlerinden herhangi biri
kendilerine geldiğinde onlardan hep yüz çevire gelmişlerdir."
Onlar, fakir fukarayı doyurmak için kendi
mallarından harcamaları istenildiğinde alaylı bir eda ve kırıcı bir tavırla:
"Allah dileseydi, doyurabileceği bir kimseyi biz mi
doyuralım?"derler.
Kendilerini iyiliğe, yardıma çağıran kimselere dil
uzatırlar:
"Siz gerçekten sapıtmış kimselersiniz."
Onların bu konuyu böylesine kupkuru ve duygudan
yoksun bir şekilde algılamaları yüce Allah'ın hayatlarında geçerli olan
kanunlarını bilmediklerini gösteriyor. Oysa yüce Allah'dır herkesi doyuran,
O'dur herkesin rızkını veren kulların yeryüzünde elde ettikleri rızıkların
tümü O'nun yaratmasının sonucudur. Onlar kendileri için o rızıklardan hiçbir
şey yaratamadıkları gibi, aslında hiçbir şeyi yaratmaya da güçleri yetmez...
Fakat bu yeryüzünde hayatın düzenli olması için yüce Allah'ın iradesi şöyle
tecelli etmiştir: İnsanların bir takım ihtiyaçları olacak, bu ihtiyaçlarını
ancak çalışıp çabalamakla, toprağı ekip biçmekle, yeryüzünün ham maddelerini
işlemekle, yeryüzünün servetlerini bir yerden diğerine nakletmekle, toprağın
bereket ve ürünlerini elden ele değiştirip karşılığında, mal para ya. da
zamanı ve yerine göre değişik olan değerlerin alış-verişi ile
gidereceklerdir... Yine yüce Allah'ın iradesi, uyarınca şu yeryüzünde
halifeliğin ihtiyaçlarının tam ve mükemmel olmasının gereği, insanlar farklı
kabiliyet ve yeteneklerde yaratılmışlardır. Bu halifelik sadece mal ve rızık
toplamak yeteneğine muhtaç değildir. Aksine yeryüzünde insan cinsinin
halifeliğinin temel gereklerini gerçekleştirmek için başka yeteneklere de
muhtaçtır. Mal ve rızık toplama kabiliyeti olmasa. da olur.
Yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği halifeliğin
ihtiyaçları ve gerçekleri için, sonra da her ikisinin sonucu olarak menfaat
ve rızıkların el değiştirdiği, üretimden elde edilen pay ve hisselerin
birbiriyle çeliştiği ve birbiriyle mücadele ettiği bu engin hayat
sahnesinde... İşte bu sahnede insanların sahip olduğu rızıklar, aynı oranda
değildir... Aslında insanoğlunun yeryüzünde halifeliğinin doğal bir sonucu
olan bu farklılığın hayat ve toplumu sarsma noktasına varmaması içindir.
İşte bu gaye ile İslam zorunlu ve kişisel olarak ortaya çıkan bir takım
aksaklıkları servet sahiplerinin mallarından bir kısmını alıp yoksullara
vermek ve onların yiyecek ve ihtiyaçlarını karşılamak sureti ile
düzeltmiştir. Bu kadarcık bir yardımla birçok fakir ve zenginin gönlü eşit
olarak ıslah olmakta ve düzelmektedir. İslam bu alınan miktara zekât
demiştir. Ve zekata, temizlik anlamı vermiştir. Ve yine onu bir ibadet kabul
etmiştir. Ve İslam orjinal olarak kurmuş olduğu erdemli toplumunda
zenginlerle fakirleri bu zekâtla birbiriyle kaynaştırmıştır.
Yüce Allah'ın hayattaki gizli hikmetlerini
anlamaktan mahrum olanların
"Allah dileseydi, doyurabileceği bir kimseyi biz mi
doyuralım?" demeleri,kendilerini harcamaya çağırılanlara "Siz gerçekten
sapıtmış kimselersiniz" diyerek dil uzatmaları ... İşte asıl onların bu
sözleri yüce Allah'ın kanunun içyüzünü kavramaktan, hayatın hareketini; bu
hareketin büyüklüğünü; insanların kabiliyet ve yeteneklerinin birbirine
benzemediği ve bu sebeple ellerindeki mal ve rızıkların farklı-farklı
olduğunu anlayamamaları, o gayenin yüceliğini kavramaktan uzak ve derin bir
sapıklık içinde olduklarını gösterir.
İslam her kişiye fırsat eşitliğini garanti eden bir
sistem getirmiştir. Sonra da halifelik için gerekli olan çeşitli
faaliyetleri kendi temiz akışında bırakmış, bu faaliyetlere izin vermiştir.
Sonra da bu serbestlikten doğabilecek kötü sonuçları kendi koruma yöntemleri
ile düzeltmiştir.
Son olarak, onların vaad hakkındaki şüpheleri ve
'tehdit karşısındaki alayları yer almaktadır:
"Ve `eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ettiğiniz
azab ne zaman gelecek' diyorlar."
Yüce Allah'ın vaadi ne insanların istemesi ile erken
gelir, ne de onların istemesi ile geri kalır. Her şey yüce Allah'ın katında
bir ölçüye göredir. Ve her iş belirlenmiş olan vaktine bağlıdır. Tüm
olaylar, yüce Allah'ın her şeyi yerli yerine koyan her olayı kendi zamanına
yerleştiren şu evrenin içinde olan eşya ve canlıların levh-i mahfuzda takdir
edilmiş biçimde akıp gitmesini sağlayan, ezeli hikmetine uygun olarak tam
zamanında meydana gelir...
Yukarıda geçen inkârcı sorunun cevabına gelince, bu
cevap kıyamet sahnelerinin birinde gelmektedir. Onlar bu sahnede bu vaadin
ne zaman gerçekleşeceğini değil nasıl gerçekleşeceğini görecekler.
49- Çekişip
dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlığı beklerler.
50- O zaman, artık
ne vasiyet edebilirler ne de ailelerine dönebilirler.
51- Sur'a üflenince,
kâbirlerinden Rabb'lerine koşarak çıkarlar.
52- Dediler; "vah
bize, bizi yarattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahman'ın vadettiği şey
budur. Demek peygamber doğru söylemiş. "
53- Sadece bir tek
nara olur, hemen onların hepsi huzurumuza getirilirler.
54- O gün, hiç
kimseye bir haksızlık yapılmaz ve siz ancak yaptığınızın cezasını
çekersiniz.
Yalancılar soruyorlar: "Ve eğer doğru söylüyorsanız
bu tehdit ettiğiniz azab ne zaman gelecek diyorlar." Ve bu soruya çarpıcı
bir sahne cevap olarak gelmektedir... Diri olan her şeyi yıldırım gibi
vuran, hayatı ve hayatta kalanları bitiren bir çığlık...
"Çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek
çığlığı beklerler." "O zaman artık ne vasiyet edebilirler ne de ailelerine
dönebilirler."
Bu çığlık onlar hayat sahnesinde mücadele ve
didişmeye daldıkları, o çığlığı hiç ummadıkları ve onu hiç de hesaba
katmadıkları anda ansızın gelip yakalar... Artık onlar bitmiştir... Herkes
bulunduğu durum üzeredir. Geride bıraktığını kimseyi devredemez, ailesine
dönüp de bir tek kelime bile söylemez. Onlar neredeler? Onlar da aynen
kendisi gibi oldukları yerde toplanmışlardır.
Bir süre sonra Sur'a üflenir. Ve derhal
kâbirlerinden silkinip kalkarlar. Dehşet ve korku içinde birbirlerine
sormaya başlarlar: "Dediler; vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?"
Sonra şaşkınlıkları bir nebze yatışınca, olup biteni anlayıp kavrarlar:
"İşte Rahman'ın vadettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş."
derler.
Bu sesleniş, duyulur duyulmaz... Birden şu aklı
başından gitmiş, şaşkın, perişan ve dehşet içinde kalmış bir durumda, insan
yığınları hızlı adımlarla Rabb'inin huzuruna gitmektedirler. "Sadece bir tek
nara olur, hemen onların hepsi huzurumuza getirilirler." Ve saflar
düzenlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar ses hızıyla ilâhi huzurda herkes
hazır hale gelir. Ve birden yüce karar mahşerin havası, hesaba çekilménin ve
gerekli karşılığı görmenin dehşeti içinde herkese ilan edilir: "O gün hiç
kimseye haksızlık yapılmak ve siz ancak yaptığınızın cezasını çekersiniz."
Her üç sahnenin büyük bir hızla gerçekleşmesi ile,
apaçık olan vaad günü hakkında tereddüt ve şüpheye düşenlere verilen red
cevabı arasında bir uyumluluk vardır.
Sonra ilâhi ifadenin akışı, müminlerin hesaba
çekilme manzarasını canlandırmamakta ve hemen onların elde ettikleri
nimetleri sergilemektedir.
55- Doğrusu bugün,
cennetlikler eğlence ile meşguldürler.
56- Kendileri ve
eşleri gölgelerde, koltuklara yaslanmışlar.
57 Orada her çeşit
meyve onlar içindir. Bütün arzuları yerine getirilir.
58- Merhametli olan
Rabb katından onlara selâm vardır.
Bugün cennetlikler, içinde yüzdükleri nimetlerle
meşguldürler, lezzet içinde mutlu, cennet meyvelerini tatmakta ve
yemektedirler. Ve onlar gölgeler altında cennetin serin meltemi ile
dinlenmektedirler. Ve rahatlık ve içinde, kendileri ve eşleri tahtlar
üzerinde yaslanmaktadırlar. Orada her türlü meyve ve diledikleri her şey
onlarındır. Ve bu güzel ağırlama ve nimetlerle karşılamanın yanında bir de
kerim olan Rabb'lerinden elde ettikleri, doğrudan doğruya rahmeti çok geniş
olan Rabb'lerinin sözü olan "selâm" onlarındır.
MAHŞERDEN BİR TABLO
59- "Ey suçlular,
bugün şöyle ayrılın. "
60- "Ey
insanoğulları, size and vermedim mi?" Şeytana tapmayın o sizin apaçık
düşmanınızdır.
61- "Bana tapın
doğru yol budur. "
62- And olsun ki, o
sizden nice nesilleri saptırmıştır, akletmez misiniz?
63- İşte bu, söze
vaad edilen cehennemdir.
64- İnkârınızdan
dolayı bugün oraya girin.
65- O gün ağızlarını
mühürleriz, elleri bize söyler ayakları yaptıklarına şahitlik eder.
Gerçekten onlar hakâret ve azarlamaya uğruyorlar.
"Ey suçlular, bugün şöyle ayrılın" Müminlerin uzakta şöyle ayrılın bakalım:
"Ey insanoğulları, size and vermedim mi? Şeytana tapmayın o sizin apaçık
düşmanınızdır."
Burada onlara "Ey Ademoğulları" diye hitab
edilmesinde ne büyük bir azarlama vardır. Çünkü şeytan babalarını cennetten
çıkarmıştır, sonra onlar şeytan kendilerine apaçık bir düşman olduğu halde
tutup ona uymuşlardır. "Bana tapın, doğru yol budur" Bana ulaşan ve benim
hoşnutluğuma götüren yol bu yoldur.
Ve sizler, içinizden bir çok nesilleri yoldan
çıkaran düşmanınızdan sakınmadınız. "Akletmez misiniz?"
Ve bu çetin ve aşağılayıcı durumun sonunda, yüce
Allah kınama ve aşağılama üslubu içinde elemli cezayı onlara açıklamaktadır:
"İşte bu, size vaad edilen cehennemdir."
"İnkârınızdan dolayı bugün oraya girin."
Bu sahne, eziyet verici tablo ve içerdiği bölümlerle
kalmıyor. Aksine yüce Allah, onların durumlarını sergilemeye devam ediyor.
İşte hayret verici yeni bir sahne ile karşı karşıyayız!
"O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bize söyler,
ayakları yaptıklarına şahitlik eder."
Böylece onların kendi parçası kendilerini rezil eder
ve organları aleyhlerine tanıklık eder. Ve bütün benliği parça parça olup,
birbirini yalanlamaya başlar. Her organ tek başına Rabb'ine döner ve her
organ yaratıcısına teslim olmak üzere O'na döner.
Bu gerçekten hayret verici, korkunç bir tablodur.
Bunu hissedebilen kalpler korkudan yerinden oynar.
İşte sahne böylece son buluyor. Onların hiç
bilmedikleri ve beklemedikleri şekilde dilleri bağlı, elleri konuşmakta ve
ayakları tanıklık etmekte. Eğer yüce Allah dileseydi onlara daha başka türlü
davranırdı. Ve onlara dilemiş olduğu daha başka belalar verebilirlerdi...
İşte burada yüce Allah, şayet dileseydi verebileceği iki çeşit belayı
sergiliyor.
66- Dilersek,
gözlerini kör ederdik de, yol bulmaya çakşırlardı. Nasıl görebilirlerdi.
67- Dileseydik
kılıklarını değiştirip onları oldukları yerde dondururduk, ne ileri
gidebilir, ne de geri dönebilirdi.
Bu iki tabloda bela ve musibet kadar alay ve istihza
vardır. Alay yalanlayanlara, istihza ise "Ve eğer doğru söylüyorsanız bu
tehdit ettiğiniz azab ne zaman gelecek" diyerek alaya alanlardır.
Birinci tabloda inkârcılar tamamen kördürler. Sonra
bu kör halleriyle sıratta koşmakta, onu geçmek için ileri atılıp kalabalık
oluşturmakta yarışan körler gibi, birbirlerini çiğnemekte ve çarpışıp
düşmektedirler. "Nasıl görebilirlerdi"
İkinci tabloda ise oldukları yerde donakalmış, biraz
önce kör halleriyle koşmaya çalışan ve yolda düşüp kalkan bu insanlar bu
kez, ileri geri kımıldayamayan heykeller dönüşmüşlerdir.
Gerçekten bunlar her iki tabloda da,. biblo ve
oyuncak gibi alay ve eğlenceyi çağrıştıran bir halde görünmektedirler.
Kendileri de bir zamanlar ilahi tehdidi hafife alır ve alay ederlerdi.
Bütün bunlar, acele ettikleri belirli gün gelince
olacaktır. Eğer onlar yeryüzünde kendi hallerine bırakılıp, vaad edilen
belirli güne ulaşmadan kendilerine bir mühlet verilse de uzun yıllar
yaşasalar, öyle bir belaya girerler ki, artık bir an önce ölüp kurtulmayı
kendileri isterler. Bu bela kocayıp yaşlanmaktır. Sonra bunamaktır, şuur ve
düşüncede tersine dönmektir... İşte onların gide gide varacakları nokta
budur.
68- Kime uzun ömür
versek, onun yaratılışı baş aşağı çevirir, gücünü azaltırız, sonunda
ihtiyarlar, zayıflar. Akıllarını kullanmıyorlar mı?
İhtiyarlık tekrar çocukluğa dönüştür. Fakat bu
yaşlanmış çocukta, çocukluğun tatlılığı ve sevimli masumluğu yoktur. İhtiyar
adam sürekli geriler bildiklerini unutur, sinirleri zayıflar, akli dengesi
zayıflar, direnci kırılır ve nihayet çocuğa döner. Fakat çocuğun peltekleri
sevimlidir. Her çocukça davranışında insanın kalbi hoşlanır, gülümsemekten
kendini alamaz. Oysa ihtiyar öyle değildir. O hoş görülmez. Onun dil
sürçmesi daha ancak yaşlılığına acınarak hoş görülebilir. Artık uzun
senelerin belini büktüğü kocamış bir ihtiyarın çocuksu hareketi ve ahmaklığı
sevimli değil, olsa olsa gülünç olur.
Bu akıbette de öbürü gibi, yüce Allah'ın doğru ve
şerefli iman nimetini vermediği inkârcıları beklemektedir.
Sure bu son kesitinde şimdiye kadar ele alıp
çözümlediği bütün konuları gözden geçirmektedir. Vahy konusu ve vahyin
niteliği, ilâhlık, Allah'ın birliği konusu... Yeniden dirilme ve mahşer
konusu... Sure bu konuları, derin, etkili ve güçlü örneklerle birlikte parça
parça kesitler halinde sunmaktadır bizlere... Bütün bunların hedefi ise, şu
evrende her şeyi yapan ve her işin anahtarını elinde tutan yüce Allah'ın
kudret elini vurgulamaktır. Ve nihayet surenin sonundaki ayette bu espri,
yoğun bir biçimde somutlaşmaktadır.
"Her şeyin hükümranlığı elinde olun ve sizin de
kendisine döneceğiniz Allah mühezzehtir." (Yasin Suresi, 83)
İnsanlar için hayvanları yaratıp, onları kendilerine
boyun eğdiren ve yarattıklarını benzersiz yaratan işte bu güçlü eldir.
İnsanoğlunu bir spermadan yaratan bu eldir. Çürümüş kemikleri ilkin yoktan
var ettiği gibi, yeniden canlandıracak olan bu eldir. Yeşil ağaçtan ateş
çıkaran da bu eldir. Gökleri ve yeri benzersiz yaratan bu eldir. Ve son
olarak şu varlık aleminde her şeyin sahibi yine bu eldir. İşte bu son
kesimin esas dayanağı budur.
69- Biz Muhammed'e
şiir öğretmedik, zaten ona gerekmezdi. Bu bir öğüt ve apaçık Kur'an'dır.
70- Diri olanları
uyarsın ve inkâr edenlere de azab hak olsun.
Vahy konusu surenin başında geçmişti: "Yasin"
"Hikmetli Kur'an'a andolsun" "Sen elbette gönderilmiş peygamberlerdensin"
"Dosdoğru bir yol üzerinde" "Bu Kur'an üstün ve çok merhametli Allah
tarafından indirilmiştir." "O Kitap sana, ataları uyarılmamış, bu yüzden
kentlileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir."
(Yasin Suresi, 1-6)
Şimdi ise surenin başındaki ayetlerin benzeri olan
bu ayetler gelmektedir. Kureyşli müşriklerin bir kısımının peygamberi şair
ve getirmiş olduğu Kur'an'ı "Şiir" diye nitelemelerine karşılık vermektedir.
Oysa Kureyş'in büyükleri için, durumun hiç de öyle olmadığı ve Muhammed'in
getirdiği mesajın onların dillerinde alışık olduklarından başka bir şey
olduğu aşikârdı. Oysa Kur'an ile şiiri birbirinden ayırd edemeyecek kadar
gafil değillerdi. Ancak bu yaptıkları bu yeni dine ve onu getirene karşı
halkın arasında açmış oldukları propaganda savaşından başka bir şey değildi.
Onlar, bu mücadelerinde ki, propagandası belki halk Kur'an'ı şiirle
birbirine karıştırabilirler diye Kur'an'ın etkileyici, edebi üslubuna
dayanmakta idi.
Yüce Allah burada, Resulullaha şiir öğrettiği
iddiasını reddetmektedir. O öğretmediğine göre, kim öğretebilir şiiri ona?
Hiç kimse Allah'ın kendisine öğrettiğinden başka bir şey bilemez.
Sonrada yüce Allah "Zaten ona gerekmezdi" diyerek
ona şiirin yakışmadığını ifade ediyor.
Şiirin kendine özgü, peygamberlikten ayrı bir yolu
vardır. Şiir duygusal bir tepkidir. Ve bu tepkiyi ifade etmektir. Tepki ise
şekil değiştirir, durumdan duruma değişebilir, peygamberlik ise sabit,
değişmez bir yol, sırat-ı müstakim üzere bir çizgidir. Peygamberlik, yüce
Allah'ın şu varlık alemine hakim olan değişmez kanunlarına uyar. Bu yol,
şiirin bir hal üzere kalmayan yenilenip duran iç tepkilerine göre değişmesi
gibi gelip geçici duygulara göre değişmez.
Peygamberlik, sürekli yüce Allah ile irtibat, onun
vahyini direkt olarak almak ve hayatı Allah'a yöneltmek için sürekli bir
gayrettir. Oysa şiirin -en yüksek mertebesinde bilen- insanın anlayışı
yetenekleri ile sınırlı olan düşünceleri ve insan olması sebebiyle nisbi
güzellik ve olgunluğa yönelik özlemleridir. Şiir bu, en yüksek mertebesinden
daha aşağı basamaklara düşünce artık duygusal tepkiler ve iç güdülerden
öteye gidemez. Bu tepkiler öylesine alçalır ki, artık bir vücut çığlığı ve
kanın kaynaması şeklini alır. Peygamberlik ile şiirin niteliği temelde
birbirinden farklıdır, Bu şiir en yüksek mertebesinde yeryüzünden yükselen
özlemler iken peygamberlik özünde gökten inen bir hidayettir.
"Bu bir öğüt ve apaçık Kur'an'dır." Zikir ve
Kur'an... Bunlar aynı şeyin iki niteliğidir. Kur'an görev açısından "Zikir"
dir. Okunması bakımından "Kur'an"dır. O yüce Allah'ı zikirdir. Kalb bununla
meşgul olur. O, aynı zamanda okunan ve insanın dilinin kendisi ile meşgul
olduğu Kur'an'dır. Belli bir görevi yerine getirmek için indirilmiştir O.
"Diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de azab
sözü hak olsun."
Kur'an'ın ifadesi, küfürü "hayat"ın karşısına
koymakta ve onun ölüm olarak değerlendirmekte ve kalbin iman etmeye
yetenekli olmasını "hayat" kabul etmektedir. Ve Kutsal ifadeler, bu
Kur'an'ın görevini, peygambere indirilerek kendilerinde "Hayat" olanları
uyarmak ve uyarını da yarar sağlaması olarak açıklamaktadır.
Kâfirlere gelince, uyarıcının sesini duymayan
"ölü"lerdir. Onlar, açısından Kur'an'ın görevi azabı hak ettiklerini tescil
etmekten ibarettir. Çünkü yüce Allah, peygamberlik mesajı kendisine ulaşıp
da sonra o kişi delile rağmen küfre girip bu küfrü için elinde geçerli bir
gerekçe ya da delil olmaksızın helak olmayı hak etmedikçe hiçbir kimseye
azab etmez.
İşte insanları, bu Kur'an karşısında iki zümre
olduklarını böylece öğrenmiş olmaktadırlar. Bir grup çağrıya uymakta, onlar
"diri"dirler, bir grup uymamakta, onlar ise "ölü"dürler. Bu iki grup cezayı
ve azabı hak ettiklerini öğrenmiş oluyorlar.
Bu bölümün ikinci kesitinde Allah'ın birliği ilkesi,
insanların özlemleri ve yaratıcının onlar şükretmediği halde onlara verdiği
nimetler açısından ele alınmaktadır.
71- Kudretimizle
kendileri için hayvanlar yarattığımızı görmediler mi?
72- Onları
kendilerine boyun eğdirdik, işte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar.
73- Onlarda daha
nice faydalar, içecekler vardır. Şükretmezler mi?
74- Belki
kendilerine yardım edilir diye Allah'dan başka tanrılar edindiler.
75- Oysa onlar
yardım edemezler, ancak kendileri o tanrılara koruyuculuk için nöbet
beklerler.
76- Onların sözü
seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz.
Görmezler mi?.,. İşte burada yüce Allah'ın ayeti
gözlerini önünde durmaktadır. Ne uzaktır, ne ıraktır ve ne de derin düşünüp
tefekkür etmeyi gerektirecek kadar kapalıdır. Bu ayet, yüce Allah'ın
kendileri için yarattığı, onları kendilerine mal ettiği bazılarına binmek,
bazılarının etini yemek ve sütünü içmek ve onlardan daha daha çeşitli
şekillerde yararlanmak için kendilerine boyun eğdirildiği irili-ufaklı
hayvanlardır.
Bütün bunlar, yüce Allah'ın kudreti, insanlara ve
hayvanlara çeşitli özellikler bahşetmesi sayesindedir. Ki, böylece yüce
Allah insanlara, o hayvanları kendilerine boyun eğdirme çalıştırma ve
onlardan yararlanma gücü vermiş ve hayvanları da boyun eğen, yararlı olan ve
insanın bir çok ihtiyacın yerine getiren bir karakterde yaratmıştır.
Bunların hiçbirini yapmaya insanın gücü yetmez. İnsanlar bir araya gelip
yardımlaşsalar bir sineğe bile yaratamazlar. Kendilerine boyun eğme özelliği
vermediği bir tek sineği bile emirleri altına alıp kendilerine boyun
eğdiremezler.
"Şükretmezler mi?"
İnsan konuya bu gözle ve Kur'an-ı Kerim'in yaydığı
şu ışığın altında bakarsa, derhal yüce Allah'ın bol nimetlerine boğulmuş
bulur kendini. Kendisi çevreleyen her şeyde görünen çok bol nimettir bu. Bu
nimetler bazen bindiği hayvan veya yediği bir parça et ya da bir yudum süt,
veyahut bir parça yağ veya peynir olur. Veya kıl, yün ya da deve tüyünden
yapılmış giydiği elbise... Ve daha neler neler... Yüce yaratıcının
varlığını, rahmetini ve nimetini hissettiren vicdanı bir dokunuştur bu... Ve
bu hüküm çevresinde elinin dokunduğu her nesneyi ve şu kocaman evrende canlı
veya cansız, kullandığı her şeyi kapsar. Böyle birinin tüm hayatı yüce
Allah'ı tesbih etmeye, O'na hamd etmeye ve gece-gündüz O'na ibadete dönüşür.
Fakat insanlar şükretmiyorlar. Bunca nimetlerle
birlikte insanların, içinde yüce Allah'ı bırakıp puta tapanlar vardır.
"Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'tan
başka tanrılar edindiler." "Oysa onlar yardım edemezler, ancak kendileri o
tanrılara koruyuculuk için nöbet beklerler."
Eskiden tanrı diye tapılan şeyler putlar, ağaçlar,
yıldızlar, melekler ve cinlerdi... Gerçi putçuluk günümüze kadar yeryüzünün
bazı yörelerinde sürüp gelmiştir. Fakat bu tanrılara tapmayanlar Allah'ın
birliği ilkesine tam olarak bağlanmamışlardır. Onların şirki bugün yüce
Allah'ın gücünden başka bir takım asılsız güçlere iman etmeleri ve Allah'dan
başka birisine dayanmaları şeklinde kendisine göstermektedir. Şirk çeşit
çeşittir. Zaman ve yerin değişmesi ile şekil değiştirir.
Bu tanrılara kendileri yardımı ile zafer elde etmek
için tapıyorlardı onlar... Oysa bunlara kimse düşmanca saldırmasın veya
kötülük etmesin diye bizzat kendileri bu sözde tanrıları korumaktaydılar,
kendileri onların askerleri olmuş, kendilerine yardımlarına hazır
bekliyorlardı. "Oysa onlar yardım edemezler, ancak kendileri o tanrılara
koruyuculuk için nöbet beklerler."
İşte bu, düşüncenin ve tefekkürün saçmalıkta son
sınırı idi. Şu kadar var ki, bugünkü insanların çoğu bu basitlikten ancak
şeklen kurtulmuşlardır. Bugün azgın ve zalimleri tanrılaştıranlar bu çeşit
çeşit putlara tapanlardan geri kalmış değillerdir. Onlar da azgınların
muhafız askerleridirler. Kendilerine gelecek her tehlikeyi savan ve
azgınlıklarına arka çıkan onlardır. Ve onlar aynı zamanda da azgınlığa baş
eğmektedirler.
Putçuluk çeşitli şekilleri içinde özde aynı
putçuluktur. Saf Allah birliği inancı herhangi bir şekilde sarsıldı mı hemen
putçuluk gelir. Şirk gelir, cahiliyet gelir. İnsanlık için ilâhlığı sadece
bir olan Yüce Allah'ı tanıyan, ibadeti sadece O'na sunan, sadece O'na
yönelip güvenen, itaat ve tazimi sadece O'na gösteren saf Allah'ın birliği
inancından başka kurtuluş yolu yoktur.
"Onların sözü seni üzmesin. Biz onların
gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz."
Bu sesleniş yüce Allah'ı bırakıp ta tanrılar edinen,
şükretmeyen, O'nu zikretmeyen kimselerle karşı karşıya olan peygamberdir.
Hedefi ise onların karşısında peygamberin kalbine güven vererek huzurunu
sağlamaktır. Onlar yüce Allah'ın ilmi açısından ayan beyan ortadadırlar.
Bütün kurdukları ve yapabilecekleri onun gözünün önündedir. Onlar için
Resulullah'ın üzerine düşen bir şey yoktur. Onların durumları kadir olan
kudret sahibi için ortadadır, gizli değildir. Yüce Allah onları ardlarından
çevirip kuşatmıştır. Böylece onların durumu çok zayıf ve önemsiz olmuştur.
Allah'a güvenen bir mü'minin duyacağı bir tehlikeleri kalmamıştır artık...
Çünkü bir mü'min bilmektedir ki, yüce Allah onların gizlediklerini de açığa
vurduklarını da ve yine bilir onlar yüce Allah'ın avucunun içinde, gözünün
önündedirler, de onlar farkında değillerdir.
YARA'TILIŞ VE
DİRİLİŞ
77- İnsan, bizim
kendisini nasıl bir nutfeden (sperm) yarattığımızı görmedi mi? Ki, şimdi
apaçık bir hasım kesildi.
78- Kendi
yaratılışını unutarak "çürümüş" kemikleri kim yaratacak"diyerek bize misal
vermeye kalkar.
79- De ki; "Onları
ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir.
80- O size yeşil
ağaçtan ateş yaptı da siz ondan yakıyorsunuz.
81- Gökleri ve yeri
yaratan, onların benzerlerini yaratmaz mı? Elbette yaratır. O, çok bilen
yaratıcıdır.
82- Bir şey dilediği
zaman. O'nun buyruğu sadece, o şeye "Ol" demektir, hemen olur.
83- Her şeyin
hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah
münezzehtir.
Bu kesin insanoğlunu bizzat kendisi ile ilgili kendi
özelliği ile ilgili bir realite ile yüz yüze getirerek söze başlıyor. Bu
realite onun kendi hayatında bizzat kendisinin gördüğü gözü ile ve hisleri
ile tekrar-tekrar tanık olduğu gibi onun doğmasını ve gelişmesini
canlandırmaktadır. Sonra da insanoğlu kalkıp bu realitenin anlamına dikkat
etmemekte ve bundan yüce Allah'ın ölüp yok olduktan sonra yeniden dirilme ve
mahşere gelme vadinin doğruluğuna dair bir delil çıkarmamaktadır.
"İnsan bizim kendisini nasıl bur nutfeden (sperma)
yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi?"
İnsanın yakın "aslı" olduğuna kuşku duymadığı bu
sperm nedir? Bir kıyamet ve değeri olmayan bayağı bir damla sudur O. İçinde
binlerce hücre olan bir damla su... İşte bu, binlerce embriyona dönüşen
hücre Rabb'i ile mücadele eden, cedelleşen ve O'ndan kanıt ve delil isteyen
insan haline geliyor.
Yaratıcı gücün kendisi bu spermadan o apaçık hasmı
var ediyor... İnsanın başlangıcı ile sonu arası alınan yol ne kadar da
uzundur... İnsan çürüyüp toprağa karıştıktan sonra bu kuvvetin kendisini
yeniden diriltip mahşere getirmesini bu kuvvet için üstesinden gelinemez çok
büyük bir olay mı görüyor?
"İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden (sperma)
yarattığımızı görmedi mi, şimdi apaçık bir hasım kesildi? "Kendi
yaratılışını unutarak "çürümüş kemikleri kim yaratacak" diyerek bize misal
vermeye kalkar."
Şu sadeliğe bakın, Şu fıtratın diline bakın. Yakın
ve görülen gerçeğin, realitenin mantığına.
Çürüyüp dağılmış bir kemikten, bir sperm damlası
daha mı canlı, daha mı güçlü veya daha mı değerlidir? O spermadan meydana
gelmemiş midir? O spermandan meydana gelmemiş midir insanoğlu? Bu sperm
değil midir ilk varoluşu bu spermi insana çeviren ve sonra da apaçık bir
hasım kılan yüce Allah'ın çürümüş kemikleri yeni bir canlı yaratık haline
getirmeye gücü yetmez mi?
Bu iş üzerinde soru sorulmayacak kadar açık ve
kolaydır yüce Allah için. O halde uzun boylu tartışmaya ne gerek var?
"De ki; "onları ilk defa yaratan diriltecek. O her
yaratmayı bilir."
Sonra yüce Allah, yaratıcı kudretin niteliği ve
sahip oldukları şeylerden gözlerinin önünde ve ellerinin altındaki eşyada
olan eseri hakkında onlara biraz daha açıklamada bulunuyor.
"O size yeşil ağaçtan ateş yaptı da siz ondan
yakıyorsunuz."
İlk anda o basitçe yapılan bir gözlem, bu harikanın
doğruluğu hakkında insanı ikna edebilir... Gaflet içinde bakıp geçtikleri
harikanın... Şu suyu doymuş yemyeşil ağacın birbirine sürtünerek ateş
çıkarması ve sonra da onun körpe ve yeşermiş bir dal olduktan sonra şu ateşe
yakıt olması harikası... Yemyeşil bir ağacın emdiği Güneş enerjisinden
depoladığı, suya kanmış ve yeşile boyanmış olduğu halde onu koruduğu ve
yanması ile olduğu gibi sürtünmesi ile de ateşin doğduğu ısının mahiyetine
dair gelişmiş ilmi bilgi... İşte bu bilgi bu harikayı daha açık ve daha net
bir şekilde ortaya koyuyor. Ağaca bu özelliği veren, her şeye karakterini
veren ve sonra da onu fonksiyonunu yapmaya yönelten yüce yaratıcıdır. Ancak
biz insanlar, eşyayı ve olayları bu açık gözle göremiyor, onu bilinçli his
ile ölçüp tartmıyoruz. Dolayısı ile de eşya bizlere hayret verici esrarını
göstermiyor, varlığı yaratan o yüce yaratıcıya ulaştırmıyor. Bizler eşyayı
gönlümüzü ve kalbimizi açsak, onlar da bizlere sırlarını açardı... Ve
onlarla birlikte sürekli bir ibadet ve tesbih ile yaşadık.
Sonra yüce Allah kudretini gösteren delilleri,
sergilemeye ve yaratma ile insanlığı tümüyle yeniden diriltme konularını,
kolay anlaşılır örneklerle bizlere sunmaktadır.
"Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini
yaratamaz mı? Elbette yaratır. O, çok bilen yaratıcıdır."
Gökler ve yeryüzü, hassas, dehşet veren hayret
verici bir yaratık varlıktır... Şu milyonlarca cins ve türde canlılarla
ortaklaşa yaşadığımız ve sonra da ne hacmi ne de mahiyeti hakkında bir bilgi
elde edemediğimiz, bugüne kadar çok az şey bildiğimiz şu yeryüzü... İşte bu
yeryüzü, güneşin ışığı ve ısısı ile yaşayan bu yeryüzü onun uydularından
küçük bir uydudur.
Güneş ise, kendisinin de üyesi ve yakın dünyamızı
oluşturan bir galakside yüz milyon yıldızdan sadece biridir. Ve daha birçok
galaksiler veya yakın dünyamız gibi dünyalar vardır. Astronomi bilginleri
ellerindeki kapasitesi sınırlı teleskopları ile bu galaksilerden yüz milyon
galaksi saymışlardır. Bu uzmanlar dürbün ve gözetleme araçlarının daha da
gelişmesi ile rakamın daha da artacağı beklentisi içindedirler. Bizim
galaksimizle ya da dünyamızla onu izleyen galaksi arasında, yediyüz ellibin
ışık yılı uzaklık vardır. (Bir ışık yılı, yirmi altı milyar mil olarak
hesaplanmıştır) Bunlardan başka daha bir takım büyük yoğunlaşmış gaz
kütleleri olduğu ve bu gezegenlerin de o kütlelerin parçaları olduğu tahmin
edilmektedir. Bizim dar ve sınırlı bilgi alanımıza sığabilen kısım işte
bunlardır.
Sayılarà sığmayan bu gezegenlerin her birinin
döndüğü bir yörüngesi vardır. Yeryüzünün tıpkı güneş çevresinde yörüngesi
olduğu gibi, bunların çoğunluğunun yörüngesi olan uyduları vardır. Ve
bunların tümü çok hassas ve normal olarak dönmesini ve akmasını
sürdürmektedir. Bir an durmadan ve hareketlerinde aksama olmadan... Yoksa
görülen şu evren paramparça olur ve şu uçsuz bucaksız uzayda yüzen bu
korkunç kütleler birbiriyle çarpışmaya başlarlardı.
Bu sayılara sığmayan milyonlarca kütlelerin sanki
birer zerre gibi içinde yüzdüğü uzay boşluğunu ise anlamaya ve anlatmaya
çalışmayacağız. Çünkü bu insanın başını döndüren bir iştir.
"Gökleri yeri yaratan, onların benzerlerini
yaratamaz mı?"
Bu hayret verici ve korkunç yaratıklara göre
insanların yaratılması nedir ki? "Elbette yaratır. O, çok bilen
yaratıcıdır."
Fakat yüce Allah, şunu, bunu, ve başkalarını
külfetsiz ve zahmetsiz yaratır. Ona göre büyüğün yaratılması ile küçüğün
yaratılması arasında fark yoktur. "Bir şey dilediği zaman, O'nun buyruğu
sadece, o şeye "Ol" demektir. Hemen olur."
Bu şey, ister gök olsun, ister yeryüzü. İster
sivrisinek olsun, ister karınca, bu ve o, yüce Allah'ın sözü karşısında
eşittir. "Ol" Hemen oluverir.
Ortada zor ve kolay diye bir şey yoktur. Uzak yakın
diye de bir şey yoktur. Bir şeyin yaratılması için o şey ne olursa olsun,
yüce iradenin onun yaratılmasına sadece yönelmesi yeterlidir. Ancak yüce
Allah konuları birtakım yollarla ins2lnlara yaklaştırıyor ki, o konuları
kendi insani ve sınırlı ölçülerine vurup anlayabilsinler...
Bu kesitte surenin son vurgulaması geliyor. Varlık
alemi ile bu varlığı yaratan arasındaki ilişkinin gerçek niteliğini
canlandıran vurgular.
"Her şeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de
kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir."
Meleket (Mülk) kelimesi, bu kalıbı itibarı ile, bu
ilişkinin aslını büyütüp yöneltiyor. Varlık alemindeki her şeye mutlak bir
sahiplik ilişkisi... Ve şu varlık alemindeki her şeyi tutan hakimiyet
ilişkisi.
Sonra O'na yalnız O'nadır dönüş ve varış...
Bu son cümle, yapılan şu dehşetli gezintiye, surenin
tümüne ve içine bütün ayrıntıları alabilecek olan bu büyük gerçeğe dair,
surenin ele almış olduğu konulara uygun düşen bir bitiş vurgulamasıdır.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.