10-Yunus
1- Elif, Lam, Ra.
İşte bunlar o hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir. "
Surenin birinci dersi üç harf ile başlıyor.
Nitekim Bakara, Al-i İmran ve A'raf sureleri de bu
türden harflerle başlamışlardı ve biz oralarda bu harflerin yorumu ile
ilgili görüşümüzü belirtmiştik. Bu ders yüklemi, "İşte bunlar o hikmet dolu
Kitab'ın ayetleridir" cümlesi olan bu harfleri, cümlenin öznesi (cümlenin
başı) yaparak başlıyor.
Sonra surenin akışı bir dizi konuyu ele alıyor. Ve
burada, "Kitap" kavramının neden hikmet dolu sıfatı ile nitelendirildiği
ortaya çıkıyor. Bu konular, insanları uyarması ve mü'minleri müjdelemesi
için Allah'ın elçisi Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- vahiy
göndermesinden, müşriklerin yüce Allah'ın normal bir insana vahyetmesine
karşı çıkmalarının reddedilmesinden, göklerin ve yerin yaratılmasından, her
ikisindeki işlerin idaresinden tutun da güneşin ışık, ayın aydınlık
kılınmasına, insanların senelerin sayılarını bilmelerine ve hesap
yapmalarına yardımcı olması için ayın farklı doğuş yerlerinin
belirlenmesine, gecenin ve gündüzün yer değiştirmesine ve bu yer
değişmelerindeki hikmete ve idareye varıncaya kadar geniş bir alana
yayılmıştır.
Evrenin bu ayetlerinin sunuluşundan sonra, bu
ayetlere aldırmayan gafillere geçilmektedir. Bunlar her şeyi idare eden
Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanmayan kimselerdir. Sonra bu gafilleri
bekleyen acı akıbete, bunlara karşı mü'minleri bekleyen sürekli nimetlere
geçilmektedir. Kendilerini bekleyen akıbetin neden belirlenen güne kadar
ertelendiği, insanların bu dünyada iyiliği istediği gibi, kötülüklerin
cezalarının neden hemen verilmediğinin hikmeti belirtilmektedir. Eğer
insanların iyiliği elde etmede acele ettiği gibi, kötülüklerinin cezaları da
hemen verilmiş olsaydı, ecelleri sona erer ve hiç zaman geçirilmeden
günahları yüzünden cezalandırılırlardı.
İşte bu nedenle iyiliği ve kötülüğü karşılama, insan
yapısının ve karakterinin nasıl olduğu, başlarına bir bela geldiğinde
Allah'a nasıl da yalvardıkları, bu durumdan kurtulduklarında O'nu nasıl
unutarak daha önceki hallerinde ısrar ettikleri, aynı yolda giden ve bu
yolda belalarını bulan milletlerin acı akıbetlerinden ders almamaları dile
getiriliyor!
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
kendilerini Allah'ın dinine davet ettiği Arap toplumu, önceki milletlerin
nasıl yok edildiklerini çok iyi biliyorlardı. Fakat buna rağmen peygamberin
mesajını yalan sayanlar, ondan bu Kur'an'dan başka bir Kur'an getirmesini
veya bir kısmını değiştirmesini istiyorlardı. Kur'an'ın Allah tarafından
gönderildiğini düşünmüyor ve anlamaya çalışmıyorlardı. O'nun sabit hikmeti
olduğunu, değiştirmeyi kabul etmeyeceğini akıllarına getirmiyorlardı.
Allah'ı bırakıp, hiçbir delile dayanmadan, kendilerine ne fayda, ne de zarar
veremeyecek olan yaratıklara tapıyorlardı. Allah'tan gelen vahyin bir gereği
olarak yalnız Allah'a tapmayı terkediyorlardı. Yüce Allah'ın Kur'an'daki
apaçık ayetlerine bakmadan, evrenin her alanında gözlenen mucizevi
ayetlerinden gafil bir şekilde, olağanüstü nitelikli bir harika
istiyorlardı.
Sonra insanın rahmeti ve zararı karşılama
karakterine dönüş yapıyor. Canlı, hareketli ve etkili sahnelerden birinde,
bu karakterin canlı bir örneğini sunuyor. Burada insanlar bir deniz
yolculuğunda tasvir ediliyor. Geminin hareket ettiği sırada herkes rahat
içinde. Fakat daha sonra fırtına kopuyor. Ve her taraftan dalgalar
kendilerini kuşatınca durum değişiyor.
Başka bir sahne ise, bu dünya hayatının aldatıcı
olduğunu, sönüverişi bir anda gerçekleşecek olan parlaklığı, ışık saçıcılığı
somutlaştırılıyor. Bu hayatı yaşayan insanlar onun güzelliklerine
kapılıyorlar, kendilerini bekleyen ve bir anda ortaya çıkacak korkunç
akıbetten gafil davranıyorlar. Halbuki, yüce Allah onları saadet yurduna,
güven ve huzur diyarına, bir gaflet anında yakalanma korkusu olmayan yurda
çağırmaktadır: "İşte biz düşünen kimselere ayetlerimizi böylesine ayrıntılı
biçimde açıklarız." (Yunus Suresi, 24) Bunlar Allah'ın yaradılış ile
idaredeki hikmetini kavrayan kimselerdir.
HAYRET VE İNKÂR
Müşriklerin, Allah'ın kendi peygamberine
vahyettiğini inkâr ettikleri bu hikmet dolu Kitab'ın ayetleri, bu ve benzeri
harflerden meydana gelmektedir. Bu harfler onların elleri altında olduğu
halde, onlar bunlardan Kitab'ın ayetlerine benzer ayetler yapamıyorlar, bu
acizlikleri onları düşünmeye de sevketmiyor, kendileri ile peygamber
arasındaki yol ayrımının vahiy olduğunu, eğer bu vahiy olmasaydı onun da
kendileri gibi, herkesin eli altındaki bu harflerden bir tek ayet bile
yapmaktan aciz kalacağım kavrayamıyorlar. Nitekim bu surede Kur'an meydan
okuyarak onları bir ayet yapmaya davet ediyor.
"İşte bunlar o hikmet dolu kitabın ayetleridir."
Hikmet dolu olan bu kitap, insanın karakterine,
yapısına uygun bir şekilde hitap eder. Bu surede insan tabiatının bazı
değişmez ve gerçek yönlerine ışık tutulmaktadır. Bütün kuşaklar boyunca bu
tesbitlerin doğruluğu kanıtlanmıştır.
Hikmet dolu olan bu kitap gafilleri uyandırıyor.
Onları, Allah'ın evren sayfasında ve bu sayfanın derinliklerinde, yerde ve
gökte, güneş ve ayda, gece ve gündüzde... önceki asırlarda yaşamış
milletlerin acı akıbetlerinde, onlara gönderilen peygamberlerin kıssalarında
ve bu evrendeki Allah'ın yüce kudretinin gizli ve açık belgeleri olan
ayetler üzerinde düşünmeye çağırıyor.
2- "Bizim aralarında
bir kişiye, `insanları uyar' ve `mü'minlere, Rabbleri katında sarsılmaz bir
derecenin sahibi oldukları müjdesini ver' diye vahyetmemiz insanların
tuhafına mı gitti ki, kâfirler, `Bu adam açık bir büyücüdür' dediler. "
Bu soru onların çirkin bir yaklaşımda bulunduklarını
göstermektedir. Kur'an, peygamberlerin gönderildikleri ilk günden beri
insanların vahiy gerçeğini algılamada ortaya koydukları bu tuhaf
karşılamaları reddetmektedir.
Her peygamberin karşılaştığı değişmez soru şu
olmuştur: "Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?" Aslında bu sorunun
kaynağı, "insan"ın değerinin sağlıklı bir biçimde kavranmamasıdır.
İnsanların, bizzat kendilerini temsil edecek "insan"ın değerini
anlamamalarıdır. Onlar bir insana Allah'ın elçisi olmayı, yüce Allah'ın
vahiy yolunu kullanarak elçisiyle irtibat kurmasını, insanlara yol gösterme
görevini bu elçilerine vermesini çok görmektedirler. Onlar, Allah'ın bir
meleği veya Allah katında insandan daha yüksek bir dereceye sahip bulunan
başka bir varlığı peygamber olarak göndermesini beklemektedirler. Halbuki
onlar bu arada Allah'ın insanı onurlandırmış bulunduğunu, bu onurlandırılmış
halı ile insanın Allah'ın mesajını yüklenecek ve iletecek bir ehliyet
kazandığını, kendi aralarından bazı fertlerin seçilerek bu çok özel biçimde
Allah ile irtibata geçebileceğini gözardı etmektedirler.
Hem Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
devrinde ve hem önceki asırlarda yaşayan peygamberlik misyonunu yalan sayan
kâfirlerin temel şüphesi bu olmuştur. Şu anki modern asırda ise, birtakım
insanlar kendi kendilerine , başka şüpheler üretiyorlar, fakat tutarsızlıkta
öncekilerden hiç de farklı değillerdir! Onlar diyorlar ki: "Maddi bir yapıya
sahip olan insan ile, yarattığı hiçbir şeye benzemeyen, hiçbir eşi ve
benzeri bulunmayan Allah arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?"
Bu soruyu ancak, yüce Allah'ın gerçek mahiyetini,
ilahi olan zatının tabiatını gerçek bir biçimde bilen ve yüce Allah'ın
insanın bünyesine yerleştirdiği bütün özellikleri de en kuşatıcı şekilde
kavrayan birisi sorabilir. Bu kadar kuşatıcı bir bilgi sahibi olmayı iddia
etmek ise, aklına saygı gösteren ve bu aklın sınırlarını bilen bir insanın
harcı değildir. Bugün açıkça biliniyor ki, insanın keşfedilebilecek
özellikleri pek çoktur. Ve bunlar gün geçtikçe yeni yeni keşfedilmektedir.
Bugün ilim, kesin sonuca ulaşmış değildir ki; "İnsanda bulunan
keşfedilebilecek bütün yetenekler keşfedilmiştir" denilebilsin! Kaldı ki,
ilim ve aklın ulaşabileceği saha ne kadar genişlerse genişlesin, onların
ötesinde kalan bilinmezlik ufukları daha da uzaklara gideceklerdir.
Şu halde insanda Allah'dan başka hiç kimsenin
bilemediği meçhul güçler, enerjiler vardır. Yüce Allah, bu peygamberlik
misyonunu yüklenebilecek güce sahip olan insana bu görevi yüklerken, elbette
peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir. Allah tarafından bilinen bu
güç, insanlar tarafından bilinmeyebilir. Hatta peygamberlik görevini
yüklenecek insanın kendisi de bu gücünün farkında olmayabilir. Fakat insana
kendi ruhundan bir soluk üflemiş olan yüce Allah, her hücrede, her bedende
ve her yaratıkta neler gizli olduğunu bilir. Yine yüce Allah, insan için bu
özel ilişkiyi, özel bir şekilde sağlayabilir. İsterse onun nasıl meydana
geldiğini, o şerefin tadına varan ve kendisine bu makam verilen insandan
başkası kavramasın.
Çağımızın bazı tefsircileri meseleyi anlaşılır hale
getirmek için vahyi, bilim yolu ile ispata çalışmışlardır. Biz bu metodu
temelden kabul etmiyoruz. Çünkü ilmin kendisine hoş bir alanı vardır. Bu
alan, ilmin vasıtalarına sahip olduğu alandır. İlmin bir de ufukları vardır.
Bu ufuklar, ilmin keşifleri ve kontrolleri için gereken vasıtalara sahip
olduğu ufuklardır. Fakat ilim, ruh hakkında gerçek bir bilgiye sahip
olduğunu iddia etmiştir. Çünkü ruh, ilmin çerçevesi içine girmez. Zira o,
ilmin vasıtalarına sahip olduğu laboratuarlarda deneylerinden
geçirilebilecek maddi bir varlık değildir. Bu nedenle, bilimsel metoda bağlı
olan ilim, ruhun alanına girmekten sakınmıştır. Fizik ötesi bilimler" diye
bilinen çalışmalara gelince, bunlar verimsiz çalışmalardır. Aslında özleri
ve hedefleri açısından şüpheler ve kuşkular peşinde sürüklenmekten öteye
geçemezler. Bu alanda Kur'an ve Sünnet gibi kesin bir kaynaktan gelen
bilgilerin dışında kesin bir bilgiye ulaşma imkânı yoktur. Bu kesin
kaynaklardan gelen bilgiler alanında, herhangi bir şeyi arttırma, eksiltme
veya kıyasta bulunma sözkonusu değildir. Zira arttırma, eksiltme ve kıyas
yapma aklı eylemlerdir. Akıl ise, burada kendi sahasının dışındadır. Yanında
kullandığı vasıtaları da yoktur. Çünkü akıl, bu meydanda çalışmanın
vasıtaları ile donatılmamıştır.
"Bizim aralarında bir kişiye, "insanları uyar" ve
"mü'minlere, Rabbleri katında sarsılmaz bir derecenin sahibi oldukları
müjdesini ver" diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti?"
İşte vahiy gerçeğinin özü budur. İnsanları karşı
koymanın acı akıbetinden sakındırmak, mü'minlere de bağlılığın sonunu
müjdelemek. Bu da yerine getirilmesi zorunlu yükümlülüklerin ve kaçınılması
zorunlu yasakların açıklanmasını kapsamına alır. İşte uyarma ve müjdeleme ve
bunların gerekleri öz itibariyle budur.
Uyarma bütün insanları kapsamına alır. Bütün
insanlar, tebliğe, açıklamaya ve sakındırmaya muhtaçtır. Müjdeleme ise
yalnız iman edenlere mahsustur. Burada peygamber onlara gönül huzurunu,
sebat ve istikrarı müjdeler. Bu anlamlara, "Kadem kelimesi ile tamlama
oluşturan "Sidk" kavramı işaret etmektedir. Uyarma ve korkutma
atmosferinde... "Sarsılmaz bir derece sahibi", korku altında ve sıkıntı
anlarında sarsılmayan, çarpıklaşmayan, yalpalamayan ve bağları çözülmeyen
sabit, sağlam ve emin adımlarla ilerleyen ayaklar... "Rabbleri katında
sarsılmaz bir derece sahibi?"... Kalplerin ve ayakların sarsıldığı bir
sırada, mü'min gönüllerin güven dolu olarak hareket ettiği huzurda...
Yüce Allah'ın, insanların kendisini tanıdıkları,
onun da insanları tanıdığı ve yine insanların güvenle kendisine baktıkları,
sıkıntı, korku ve zorlukla karşılaşmadan alışveriş yaptıkları içlerinden
birine vahiy göndermesinin hikmeti açıktır. Allah'ın peygamberlerini
göndermesinin hikmeti ise daha açıktır. İnsan tabiatı, yapısı itibarı ile
hem iyiliğe, hem de kötülüğe elverişlidir. İnsanın aklı, iyiliği ve kötülüğü
ayırması için kendisine verilen vasıtadır. Fakat bu akıl da gerçekten
sağlıklı bir kritere muhtaçtır. işte akıl bu sağlıklı ölçü ile karmaşık
meselelerin içinden çıkabilecek, kendisini kuşatan şüphelerin etkisinden,
akımların ve ihtirasların cazibesinden, insan bedenine, sinirlerine ve
bünyesine (mizacına) arız olan faktörlerin etkisinden kurtulabilecektir.
Böylece akıl, kendi ölçülerine göre farklı farklı, değişik değişik hükümler
verip çelişkiden çelişkiye sürüklenmeyecektir. Yani akıl sağlıklı bir
kritere muhtaçtır. Ta ki, bu tür faktörlerin etkisinden kurtulup Allah'a
dönebilsin. O'nun yol göstermesine kulak versin ve bu doğru yolda gerçeğe
ulaşsın. Bu değişmez ve adil kriter Allah'ın yolu ve Allah'ın yasasıdır.
Buna göre Allah'ın dininin "değişmez bir gerçek"
olması zorunlu olmaktadır. İnsanın aklı bütün alanlarda O'na dayanmalıdır.
Bütün değerlendirmelerini bu değişmez gerçeğin süzgecinden geçirmelidir.
Böylece aklın hangisinin sağlıklı, hangisinin tutarsız olduğu ortaya
çıkar... "Allah'ın dini, insanların Allah'ın dininden anladıklarıdır; Bu
nedenle Allah'ın dini, ana ilkelerinde gelişme gösterir" şeklindeki bir
yaklaşım; Allah'ın dinindeki sözkonusu bu temel kuralı, yani gerçekliği ve
ölçülerinin değişmezliği ilkesini -kaypaklıkla- beşeri anlayışlara göre
tercih yapma ve sürekli biçimde değişiklik gösterme tehlikesi ile yüzyüze
getirir. O zaman da beşeri değerlendirmelerin kendisine arzedileceği
değişmez bir kriter kalmaz insanın elindi.
Bu görüş, dinin insan tarafından icad edildiğini
ileri süren anlayıştan uzak değildir. Sonuçta ikisi de aynı kapıya çıkar. Bu
tehlikeli bir yol ve sonucu açısından da aynı derecede sakıncalıdır. Bu
metod bütünü ile, kendisinden, yakın ve uzak olan tüm sonuçlarından kesin
bir biçimde sakınmamızı gerektirir.
Vahiy meselesi böyle açık olmasına rağmen, kâfirler
onu sanki tuhaf bir şeymiş gibi algılamaktadırlar.
"Kâfirler, "Bu adam açık bir büyücüdür" dediler."
`Büyüleyicidir, çünkü onun söylediği şeyler
muhataplarını aciz bırakıyor.' Eğer az bir şey düşünmüş olsalardı, şöyle
demeleri daha yerinde olurdu: "Bu kendisine vahiy gönderilmiş bir
peygamberdir, çünkü söylediği şeyler muhataplarını aciz bırakıyor." Büyü,
evrenin büyük gerçeklerini, hayatın ve hareketin metodunu, ileri bir toplum
oluşturacak ve eşsiz bir düzeni kuracak direktifleri ve yasaları kapsayamaz.
Müşrikler vahiy ile büyüyü birbirine
karıştırıyorlardı. Çünkü bütün putperest toplumlarda din ile büyü birbirine
karışıktır. Ayrıca onlar, bir müslümanın Allah'ın dininin özünü kavradığında
bu putperest anlayışlardan, bu anlayışların kuruntularından ve
efsanelerinden kurtulduğu gibi net bir anlayışa sahip değillerdi.
RUBUBİYET (RAB)
DAVASI
3- Rabbiniz Allah,
gökleri ve yeri altı günde yarattı; sonra Arş'a kuruldu, her işi tasarlıyor
ve çekip çeviriyor. O, izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat) edemez.
İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz; bunlar üzerine
düşünüp ders almaz mısınız?
4- Sonunda hepiniz
O'na döneceksiniz. Bu Allah'ın kesinlikle gerçekleşecek bir vaadidir. O,
iman edip iyi ameller işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için
insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları yeniden diriltir.
Kâfirlere gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynak
sıvıdan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir.
5- O, güneşi ışık
kaynağı ve ayı aydınlık yaptı; yılların sayısını ve vakitlerin hesabını
bilesiniz diye, ay için farklı doğuş noktaları belirledi. Allah bunları
mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı olarak yarattı. O bilen kimselere
ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır.
6- Gece ile gündüzün
birbirini kovalamasında ve Allah in gökler ile yerde yarattığı varlıklarda,
O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersleri vardır.
İşte bu inanç sisteminde, en büyük ve en köklü
meseleyi rububiyet (Rabb olma) meselesi oluşturmaktadır... Çünkü uluhiyet
(ilah olma) meselesi müşrikler tarafından ciddi bir şekilde inkâr konusu
olmamıştır. Onlar Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Zira insanın fıtratı,
aşırı bir şekilde saptığı çok az rastlanan haller dışında, bu evrenin bir
ilahının varlığına inanmadan edemez. Fakat bu evrenin bir ilahı olduğuna
inanan müşrikler, Allah ile beraber başka ilahları da O'na ortak koşuyorlar,
ibadetleriyle onlara yöneliyorlardı. Bu ortak koşulan varlıklar kendilerini,
Allah'a yaklaştıracak ve Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklar diye
onlara tapıyorlardı. Bunun yanında kendileri rububiyetin özelliklerini
kullanıyorlar, Allah'ın izin vermediği şeyleri kendilerine kanun
yapıyorlardı.
Kur'an-ı Kerim uluhiyet ve rububiyet konusunda, kuru
zihinsel tartışmalara girmez. Doğrudan doğruya herkesin anlayabileceği
normal ve net fıtri ifadelerle insanın fıtratına seslenir. Daha sonraları,
Yunan mantığı ve Grek felsefesinin etkisiyle yaygınlık kazanan metodu
kullanmaz.
Gökleri, yeri ve içindeki varlıkları yaratan, güneşi
ışık, ayı aydınlık yapan ve O'na konaklar belirleyen, gece ile gündüz
arasındaki farklılığı takdir eden Allah'dır... Eğer bilinçli bir biçimde
düşünülürse, bu apaçık tabiat olayları insanların duygularını harekete
geçirir ve kalplerini uyandırır. Bu evreni yaratan ve idare eden yüce
Allah'dır. Ve insanların kendisine kulluk yaparak boyun eğmeleri ve
yarattığı varlıklardan hiçbirini O'na ortak koşmamaları gereken tek ilan
(Rabb) Allah'dır. Bu mesele gerçekten hiçbir zihni çabaya ihtiyaç
duymayacak, zihnin kuru ve soğuk bir biçimde geveleyip durduğu, bir kere
dahi olsa insanın kalbini ferahlatmayan, vicdanını harekete geçirmeyen
tartışmalara dayalı araştırmaların ardına düşmeye yer bırakmayacak kadar
mantıklı, canlı ve realiteye dayalı net bir mesele değil midir?
Bu koca evren, gökler ve yeryüzü, güneş, ay, gece ve
gündüz ile göklerde ve yerdeki yaratıklar, milletleri, nesilleri, bitkileri,
kuşları, hayvanları ve yasaları ile bir bütün olarak bu tek gerçeğe
(Rububiyet) bağlı olarak işlemektedir.
İşte bütün karanlığı ve yüksekliği ile geniş
alanları kuşatan, görülen ve görülmeyen, ufak tefek hareketlerin dışında her
şeyi sükûnete kavuşturan bu gece... Gecenin karanlığını neşeli bir çocuğun
gülümsemesini andıracak biçimde yaran bu şafak... Sabahın kendisi ile nefes
aldığı, hayata ve canlılara yeni bir canlılık getiren bu hareket...
İnsanların durduğunu sandığı, oysa hareket halinde olan ve yumuşak bir
şekilde akıp giden bu gölge... Hiçbir hal üzere durmayan sürekli
gidip-gelen, hoplayıp zıplayan bu kuş... Hiç durmadan sürekli gelişmeye ve
yaşamaya çalışan şu bitki... Bir atılım ve geri çekilme içinde gidip gelen
bu yaratıklar... Sürekli biçimde üreten bu rahimler ve onların ürettiklerini
yutan kabirler... Her şeye rağmen hayat Allah'ın dilediği biçimde yoluna
devam etmektedir.
Bu yığınlarca tablolar ve gölgeler, örnekler ve
şekiller,hareketler ve durumlar, gidişler ve gelişler, eskime ve yenilenme,
çürüme ve gelişme, doğumlar ve ölümler, bu müthiş evrenin içinde gece ve
gündüz boyunca bir an dahi durmayan ve ayrılmayan sürekli hareket..
Bütün bu olaylar uyanık bir kalp ile evrenin
olaylarında ve derinliklerinde serpiştirilen ayetleri seyretmeye açık bir
yaklaşım ile izlendiğinde, insanın bünyesinde yeralan muhakemeye,düşünmeye
ve etkilenmeye yarayan bütün güçleri harekete geçirirler... Kur'an-ı Kerim
de, bu tablolar ve ayetler yığını karşısında kalbin uyanmasını, aklın
düşünmesini sağlamayı doğrudan hedef alır.
"Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde
yarattı."
Gerçekten ilahlık hakkına sahip olan ve tapılmayı
hakeden Rabbiniz, Gök!eri ve yeri yaratan ve onları eksiksiz bir plan,
hikmet ve idare ile yöneten Allah'tır.
"Altı günde."
Bu evrenin oluşumu, hazırlanışı ve koordinasyonu
Allah'ın iradesine bağlı olarak ve O'nun hikmeti gereğince altı günde
gerçekleşmiştir.
Biz burada bu altı günün ne anlama geldiğini
açıklama çabasına girmeyeceğiz Çünkü bu altı gün, burada sürelerini ve
çeşitlerini belirlemeye yönelmemiz için sözkonsu edilmemiştir. Bu
yaradılışın amacının ve bu amaca ulaşma hazırlığının gereği olarak
yaradılışta gözetilen planın ve idarenin hikmetini açıklamak için sözkonusu
yapılmıştır.
Her ne ise, bu altı gün; kendisinin dışında başka
hiçbir kaynaktan bilgi alınmaması gereken yalnız yüce Allah'ın bildiği gayb
konularından biridir. Biz bu konuda bize bildirilenlerle yetinip bu
sınırları aşmamalıyız. Bu altı günün burada sözkonusu edilmesinin amacı, bu
evrene başından sonuna kadar egemen olan, planlama, idare ve düzenin
hikmetine dikkat çekmektir.
"Sonra Arş'a kuruldu."
Arş üzerine istiva; sabit, köklü, üstün egemenlik
makamından kinayedir. Bu, insanın anlayabileceği, kavramları kendileri ile
sembolize edebileceği bir dildir. Kur'ana Kerim olayları tasvir ederken bu
metodu kullanır. Biz bu konuyu, `Kur'an'da Edebi Tasvir' kitabımızın,
`Zihinde arılandırma ve Somutlaştırma' bölümünde detaylı olarak açıkladık.
Bu ayette geçen "sonra" kelimesi, zaman aşımını
ifade etmez. Manevi olan uzaklığı ifade eder. Burada zamanın hiçbir
etkisinden söz edilemez. Yüce Allah'ın, daha önce olmadığı halde sonradan
meydana gelen hiçbir halinden ve durumundan söz edilemez. Yüce Allah, yer ve
zamanla ilgili olaylardan, değişimlerden münezzehtir. Onun içindir ki, biz
burada `sonra' kavramının manevi uzaklık anlamında olduğunu kesin
söyleyebiliriz. Biz böyle söylerken, insan aklının hüküm verebileceği ve
kesin karar verebileceği güven bölgesinin sınırlarını aşmadığımızdan eminiz.
Çünkü biz bu konuda yüce Allah'ın; durumdan duruma, şekilden şekile
geçmekten, yerin ve zamanın şartlarına ayak uydurmaktan münezzeh olduğu ana
ilkesine dayanıyoruz.
"Her şeyi tasarlıyor ve çekip çeviriyor."
Başlarını ve sonlarını belirler. Durumlarını ve
şartlarını uygun biçimde koordine eder. Sebeplerini ve sonuçlarını sıraya
dizer. Adımlarına, aşamalarına ve varacakları sonuca hükmedecek olan
değişmez yasayı belirler.
"O, izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat)
edemez."
Her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şeye hükmetme
yetkisi O'nundur. Allah katında yakınlaşmayı sağlayacak şefaatçılar
(yardımcılar) yoktur. Yaratıklarından hiçbiri, Allah, kendi idaresi ve
planına uygun olarak ona şefaat izni vermeden, şefaat edemez. Kişinin
şefaate hak kazanması, iman etmek ve iyi işler yapmak ile gerçekleşir.
Şefaatçıları aracı kılmakla değil... Böyle bir anlayış, müşriklerin,
heykellerine taptıkları meleklerin Allah katında reddedilmeyecek şefaatları
olacağı şeklindeki inançlarını saf dışı etmektedir!
İşte her şeyi yaratan, idare eden ve onlara
hükmeden, izni olmadan hiç kimsenin katında şefaat edemeyeceği Allah...
"İşte budur Rabbiniz olan Allah."
Yalnız O, ilahlık yapma yetkisine sahiptir.
"O halde O'na kulluk ediniz."
Sadece O, bağlanmaya lâyıktır, başkaları değil...
"Bunlar üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?"
Mesele fazla açıklamaya gerek duymayacak kadar kesin
ve açıktır. Sadece bu bilinen gerçeği hatırlatmak yeterlidir.
Göklerde ve yerde ilahlığın delillerini sunduktan
sonra yüce Allah'ın şu sözü üzerinde biraz duralım:
"İşte budur Rabbiniz olan Allah, o halde O'na kulluk
ediniz."
Daha önce, ilahlık meselesinin müşrikler tarafından
ciddi biçimde inkâr konusu yapılmadığını, yüce Allah'ın yaratan, rızık
veren, dirilten öldüren, idare eden, tasarrufta bulunan ve her şeye gücü
yeten ilah olduğunun inkâr edilmediğini belirtmiştik. Fakat onlar, bir
ilahın varlığını kabul etmelerinin sonucunda yapılması gerekenleri
yapmıyorlardı. Allah'ın ilahlığını bu düzeyde kabul etmelerinin gereği
olarak, kendi hayatlarında yalnız O'na rububiyet hakkı tanımaları gerekirdi.
Allah'ın rububiyetini kabul etmek, yalnız O'na bağlanmakla
somutlaştırılabilir. İbadet niteliği taşıyan bütün eylemlerini yalnız O'na
takdim etmeleri ve bütün işlerinde O'ndan başkasını hakim kabul etmemeleri
gerekirdi. İşte yüce Allah'ın aşağıdaki sözünün anlamı budur:
"İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk
ediniz."
İbadet, kulluk yapmaktır. Kulluk da, boyun eğmektir.
Bu da bağlılık ve itaattir. Bununla beraber yüce Allah'ı, tüm bu
özelliklerde eşsiz kabul etmektir. Çünkü bu itaat, uluhiyeti (ilahlığı)
kabul etmenin kaçınılmaz şartlarından birisidir.
Bütün cahili sistemlerde ilahlık sahası dar alanlara
sıkıştırılır, insanlar bir ilahın varlığını kabul etmekle iman ettiklerini,
insanların Allah'ın kendi ilahları olduğunu kabul ettiklerinde, ilahlığın
şartlarına yani rububiyete bağlılık göstermeden hedefe ulaşacaklarını
sanmaya başlarlar... Rububiyet ise, kendisinden başka Rabb bulunmayan
Allah'ı, Rabb olarak kabul etmek, kendi otoritesine dayanılmadan hiç kimseye
otorite tanımayan Allah'ın hakimiyetine girebilmek için, yalnız O'na boyun
eğmektir.
Cahiliye sisteminde "ibadet"in anlamı da daraltılır.
Öyle ki, ibadet, sadece dar anlamda ibadet niteliği taşıyan eylemlerin
sunulması ile sınırlandırılır. Buna bağlı olarak insanlar, ibadet niteliği
taşıyan eylemlerini yalnız Allah'a takdim ettikleri zaman ortaksız olarak
Allah'a kulluk ettiklerini sanırlar. Halbuki ibadet terimi bu yozlaştırma
girişimlerinden önce "abede" kökünden türetilmiş olması hasebi ile "boyun
eğme ve eğilme" anlamlarına geliyordu. "İbadet niteliği taşıyan eylemler"
ise, boyun eğmenin ve eğilmenin görünümlerinden sadece birisini
oluştururlar. Boyun eğme gerçeğinin bütün boyutlarını ve tüm görünümlerini
kapsayamazlar.
Cahiliye, belli bir zaman dilimi veya belli bir
tarih aşaması değildir. Cahiliye, ilahlık anlamının ibadet anlamının bu
şekilde daraltılması demektir. Bu kavramların anlamlarının daraltılması
insanları, kendilerini Allah'ın dininde sandıkları halde şirke götürür!
Nitekim bugün dünyanın bütün ülkelerinde karşılaşılan problem budur. Bu
ülkelerin kapsamında, halkı müslüman ismi taşıyan ve ibadet nitelikli
eylemlerini Allah için yapan ülkeler de vardır. Halbuki buna rağmen onların
Rabbleri Allah'tan başkalarıdır. Zira onların gerçek Rabbi, otoritesi ve
yasası ile onlara hükmeden kimsedir. Kendisine boyun eğdikleri, emrine ve
yasağına teslim oldukları, kendileri için çıkardığı yasalarına uydukları
kimsedir. İnsanlar böyle yapmakla bu ilahlara ibadet etmiş olurlar. Nitekim
Peygamberimiz bir hadisinde buyurmuştur ki: "Kendileri de onlara uydular.
İşte bu, onlara ibadet etmeleridir." (Adiy b. Hatem tarafından rivayet
edilen bu hadisi Tirmizi, Sünen almıştır.)
İbadetin bu anlamını pekiştirmek amacı ile, aynı
surede şu ayet de yeralmaktadır:
"De ki; `Baksanıza Allah'ın size gönderdiği
rızıklara? Bunların bir bölümünü haram ve bir bölümünü de helal saydınız."
De ki; "Bu konuda Allah mı size izin verdi, yoksa O'na iftira mı
ediyorsunuz?"
Bugün bizim içinde bulunduğumuz durum, yüce Allah'ın
kendilerine şu şekilde hitap ettiği eski cahiliye halkının durumundan hiç de
farklı değildir:
"İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk
ediniz. Bunlar üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?"
O'na ibadet ediniz. Kendisine hiçbir şeyi ortak
koşmayınız. Çünkü hepiniz O'na döneceksiniz. O'nun huzurunda hesap
vereceksiniz. Mü'minleri de, kâfirleri de, durumlarına göre cezalandıracak
olan O'dur.
"Sonunda hepiniz O'na döneceksiniz. Bu Allah'ın
kesinlikle gerçekleşecek vaadidir."
Yalnız O'na döneceksiniz. O'na koştuğunuz ortaklara
ve aracılara değil. Yüce Allah söz vermiştir. O'nun sözünde değişiklik ve
gecikme olmaz. Çünkü ölümden sonra diriliş, yaratmanın tamamlayıcı
uzantısıdır.
"O, iman edip iyi amel işleyenleri adalet uyarınca
ödüllendirmek için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları
yeniden diriltir. Kâfirlere gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı
onları kaynar sudan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir."
Ceza ve mükâfatta adalet, yaratma ve yeniden
diriltmenin amaçlarından biridir. İman edip iyi amel işleyenleri adalet
uyarınca ödüllendirmek için, "Acısız lezzetin, hemen arkasından üzüntü
getirmeyen nimetin içinde olmak, yaradılışın ve yeniden dirilişin
amaçlarından biridir. Bu, insanın olgunluk açısından ulaşabileceği zirve
noktasıdır. İnsanlık bu yeryüzünde, zorluklarla ve üzüntülerle içiçe bulunan
hiçbir lezzeti, üzüntüsüz veya kendisini izleyen acılardan uzak olmayan bu
dünya hayatında böyle bir şeye ulaşamaz. Gerçi insan, ruhun tertemiz
zevklerine, lezzetlerine ulaşabilir. Bu ise, çok az insanın eline geçer. Bu
dünya hayatında hiçbir pürüz olmasa dahi, bu nimetin sona ereceği bilinci
yalnız başına bir eksiklik olarak yeterdi ve onun mükemmel oluşuna engel
olurdu. Buna göre insanlık, bu yeryüzünde kendisi için belirlenen en yüksek
derecelere ulaşamaz. İnsanlığın ulaşabileceği en yüksek derece, eksiklikten,
zaaftan ve bunların kötü sonuçlarından kurtulmaktır. Üzüntüsüz, korkusuz
kaybetme endişesi ve sona eriş ızdırabı çekmeden bu hayatın nimetlerinden
yararlanmaktır. İnsan bütün bunların hepsine cennette kavuşacaktır. Nitekim
Kur'ana Kerim, cennetin mükemmel ve kuşatıcı nimetlerinden bu şekilde söz
etmektedir. Hiç kuşkusuz, yaradılışın ve dirilişin amaçlarından biri, doğru
yolda giden insanları hayatın tutarlı yasalarına ve evrenin kanunlarına
uyanları, insanlığın en üstün derecelerine ulaştırmaktır.
Kâfirler ise, bu yasaya aykırı davrandılar.
İnsanlığı kemale erdiren yolda yürümediler. Aksine ondan uzaklaştılar. Bu
ise, değişmez yasaların gereği olarak, onların olgunluk derecesine
ulaşmalarını engellemiştir. Zira onlar olgunluk yasasına yanaşmadılar. Nasıl
ki, bir hasta bedensel sağlık yasalarına aykırı hareket etmekle, bu yanlış
hareketinin cezasını çekiyorsa, onlar da bu sapıklıklarının cezasını
çekeceklerdir. Hasta, cezasını hastalık ve zayıflama ile çeker. Onlar da
cezalarını, uçuruma yuvarlanmak ve gerisin geriye gitmek şeklinde çekerler.
Onlara, acısız lezzetlere karşılık, lezzetsiz acılar vardır."
"Kâfirlere gelince; gerçekleri inkâr ettiklerinden
dolayı onları kaynar sudan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap
beklemektedir."
Her şeyin kendisine döneceği, cezalandırma ve
ödüllendirme yetkisini elinde bulunduran tek Allah'a ibadeti öngören,
Allah'ın göklerin ve yerin yaradılışındaki ayetleri üzerinde biraz durduktan
sonra, Kur'an'ın akışı, tekrar varlığı ve büyüklüğü ile göklerden ve yerden
hemen sonra gelen diğer evrensel ayetlere dönüyor:
O, güneşi ışık kaynağı ve ayı aydınlık yaptı;
yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz diye, ay için farklı
doğuş noktaları belirledi. Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe
dayalı olarak yarattı. O, bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde
anlatır.
Bunlar, evrenin apaçık sahnelerinden iki tanesidir.
Fakat biz uzun süre kendilerine alıştığımız için, onların farkına
varmıyoruz. Sürekli tekrarlandıkları için, onların kalbimiz üzerindeki
etkisini yitiriyoruz. Yoksa insan, ilk defa güneşin doğuşunu seyretse, ilk
defa battığını görse, ayın ilk defa doğduğunu, ilk defa battığını görse
nasıl ürpermez, dehşete kapılmaz?
Bunlar sürekli tekrarlanan alıştığımız iki sahnedir.
Kur'an dikkatimizi onların üzerine çeviriyor. Böylece duygularımızda ilk
görmenin ciddiyetini hissettirmek, kalplerimizde canlı ilk bakışın
duygularını diriltmek, tekrarın kanıksattığı-uyuşturduğu düşünceyi harekete
geçirmek, onların yaradılışlarında ve oluşum biçimlerinde gözüken sağlam
iradeyi görmemizi sağlamak ister.
"O, güneşi ışık kaynağı yaptı."
Orada alevler vardır.
"Ayı aydınlık yaptı."
Orada aydınlık vardır.
"Ay için farklı doğuş noktaları belirledi."
Her gece bir nokta, özel bir şekilde konaklar. Bu
ayda çıplak gözle görülebilmektedir. Bu konuda, uzmanların dışında hiç
kimsenin bilemeyeceği astronomi bilgisine sahip olmaya gerek yoktur.
"Yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz
diye."
Bugün halâ bütün insanlar zamanlarını, takvimlerini
güneşe ve aya göre ayarlamaktadırlar.
Bunların hepsi boşuna mıdır? Bunların hepsi
dayanaksız mıdır? Bunların hepsi rastgele mi olmuştur?
Hayır, bu düzenin tamamı, bu ahengin tamamı, hiçbir
hareketin gecikmesine yer vermeyen bu kadar ince hesaplar, evet hepsi boşu
boşuna, asılsız ve geçici bir rastlantı olarak değerlendirilemez:
Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı
olarak yarattı.
Temelin oluşturan dayanağı gerçek, vasıtaları
gerçek, gayesi gerçektir. Gerçek ise, köklüdür, kendisine özgü bir ağırlığı
vardır, değişmez! Gerçeği gösteren bu özellikler ise, açıktır, süreklidir ve
her zaman geçerlidir.
O, bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde
anlatır.
Burada sunulan sahneleri, o sahnelerin ve
manzaraların arkasında gizli olan idareyi kavramak için ilim sahibi olmak
gerekir.
Göklerin ve yerin yaradılışında; güneşin ışık, ayın
aydınlık kılınmasında, farklı doğuş noktaları tayin etmek suretiyle gece ve
gündüz olayının meydana getirilmesinde ibretler vardır. Gerçekten de
kalbini, bu ilginç evrenin sahnelerindeki ve olaylarındaki imajlara açanlar
için gece ve gündüz olayı cidden etkili bir olaydır:
Gece ile gündüzün birbirini kovalamasında ve
Allah'ın gökler ile yerde yarattığı varlıklarda, O'ndan korkan kimseler için
birçok ibret dersi vardır.
Gece ile gündüzün değişikliği, arka arkaya
gelmeleridir. Bu aynı zamanda onların uzaması-kısalması anlamına gelebilir
her ikisi de gözler önünde gerçekleşen olaylardır. Fakat görme alışkanlığı,
onların duygular üzerindeki etkisini azaltabilmektedir. Ancak manevi
duygularımızın uyanık olduğu, vicdanımızın doğuşlarına ve batışlarına
heyecanla yöneldiği anlarda, doğuşlarda ve batışlarda meydana gelen harika
olayları, bu evrene yeni gelmiş bir insanın dikkati ile inceleyebiliriz. Bu
sırada insan, yeni meydana gelen bütün olaylara açık bir göz ve aktif bir
duyarlılıkla yönelir. İşte bu kısa zaman dilimleri, insanın gerçek anlamda
tam anlamı ile yaşadığı anlardır. Bu anlar, alışkanlığın insanın alıcı
verici cihazlarında meydana getirdiği kireçlenmenin söküldüğü anlardır.
Ve Allah'ın gökler ile yerde yarattığı varlıklarda.
Eğer insan bir an için durup, "Allah gökler ile
yerde yarattığı varlıklarda" ayetindeki gerçekleri gözetlese, haddi hesabı
olmayan çeşitleri, türleri, biçimleri, durumları, sistemleri ve şekiller ile
bunca varlıkları gözden geçirirse, evet gerçekten insan bir an için bunları
seyretse duygulanır, hayatı boyunca kendisine yetecek derecede gözü dolar
taşar. Bu olaylar yaşadığı müddetçe onu muhakeme, düşünce ve etkisinde kalma
ile meşgul eder. Göklerin, yerin ve her ikisinin yaradılışı ve ilginç
biçimdeki oluşturulmaları, bu şekilde sunulmaktadır. Bunlar, insanın kalbine
hızlı birtakım sinyaller verir ve bunları kaydetmesi için onu serbest
bırakır. Bütün bunlarda;
"O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersleri
vardır."
Onların kalplerini, kendine özgü olan bu özel
duyarlılık, yani takvaya dayalı duyarlılık harekete geçirir. Takvaya dayalı
olan bu duyarlılık, onların kalplerini yumuşatır, coşturur. Çabuk
etkilenmelerini sağlar. Kudretin tecellilerine, üstün yaradılışın
manzaralarına, gözlere ve kulaklara sunulan yaradılış mucizelerine hemen
cevap verebilmelerine zemin hazırlar.
İşte bu, Kur'an'ın, insanın fıtratına bu evrende,
onun etrafına serpiştirilen Allah'ın evrensel ayetleri ile hitap etmede
kullandığı metoddur. Yüce Allah, bu ayetler ile insan denen varlığın fıtratı
arasında özel bir iletişim ve duyulabilen mesajların olduğunu bilmektedir!
Kur'an metodu, asrı saadetten sonraları kelamcılar
ve filozoflar arasında yaygınlık kazanan diyalektik yöntemine
başvurmamıştır. Çünkü yüce Allah, bu yöntemin kalplere ulaşamadığını, hiçbir
harekete sürüklemeyeceğini, zihnin soğuk alanı dışına çıkamayacağını çok iyi
biliyordu. Soğuk bir zihinde meydana gelen bir kımıldama, çok kısa bir zaman
sonra havada uçuşup kaybolur!
Fakat Kur'an metodunun bu yönteme bağlı olarak
sunduğu deliller, hem kalbi, hem de aklı ikna eden en güçlü delillerdir.
Zaten Kur'an'ın kullandığı delillerin özelliği de budur. Her şeyden önce bu
evrenin varlığının kendisi ve ikinci olarak bu evrenin düzenli, ahenkli ve
disiplinli hareketi... İnsanlar tarafından keşfedilmeden önce bile tesir
gücüne sahip oldukları apaçık olan yasalar tarafından disiplin altında
tutulan değişmeler ve gelişmeler... Evet bütün bu olayları, idare eden bir
gücün varlığı düşünülmeden açıklayabilmek mümkün değildir.
Bunda şüphe edenler, gerçekten de sağlıklı bir delil
sunamıyorlar. Onlar, `'`Evren işte bu şekilde, kendi kanunları ile
varolmuştur. Onun varlığını bir nedene bağlamak gerekmez. Onun varlığı,
kanunlarını da kapsamına alır!" demekten öteye gidemiyorlar. Eğer bu sözler
gerçekten anlaşılan veya akla uygun olan sözler ise, pes doğrusu!
Bu söz, Avrupa'da Allah'tan kaçmak için
kullanılıyordu. Çünkü onların kiliseden kaçışları, Allah'tan da kaçmalarını
gerektirmiştir! Sonraları bu söz, şurada-burada gündeme gelmeye başladı.
Çünkü bu, Allah'ın ilahlığını kabul etmenin zorunlu olan şartlarından
kurtulmalarının vasıtasıydı. Zira eski cahiliyelerde müşriklerin büyük
çoğunluğu Allah'ın varlığını kabul ediyordu. Fakat O'nun Rububiyetinde şüphe
ediyorlardı. Kur'an'ın, ilk olarak muhatap aldığı Arap cahiliyesinde bunun
bir örneğini görmüştük. Kur'an'ın kesin delili, onların kendi mantıkları ve
Allah'ın varlığına ve sıfatlarına ilişkin inançları ile kuşatıyordu. Aynı
mantık gereği olarak onlardan yalnız Allah'ı ilah olarak kabul etmelerini,
hem ibadet niteliği taşıyan eylemlerde, hem de yasalarda; bağlılık ve
itaatleri ile yalnız O'na boyun eğmelerini istiyordu. Yirminci asrın
cahiliyesi ise, bizzat ilahlığı kökten reddederek bu mantığın yükünden
kurtulmak istemektedir!
Tuhaf olan şudur ki, sözde müslüman ülkelerde
gizli-açık bütün çarelere başvurularak bu yüz kızartıcı kaçışın, `bilim' ve
`bilimsellik' adına yaygınlaştırılmasıdır! Deniliyor ki, `Gaybiliğin',
(Metafiziğin-Fizik ötesinin) `bilimsel' sistemlerde yeri yoktur. İlahlık ile
ilgili her şey gaybın kapsamına girer... Kaçaklar, bu arka kapıyı kullanarak
Allah'dan kaçmaya çalışıyorlar. Bunlar, Allah'dan korkmuyorlar. Yalnız
insanlardan korkuyorlar. Onun için, onların başlarına bu çorabı örmeye
çalışıyorlar!
Bugün halâ evrenin varlığı, düzenli, ahenkli ve
disiplinli hareketi kesin bir delil olarak dünyanın her yerindeki Allah'dan
kaçanları kuşatmaktadır. İnsan fıtratı tümüyle kalp akıl, duyu ve vicdan
olarak bu deliller ile karşılaşmakta ve onları benimsemektedir. Kur'an-ı
Kerim bu fıtrata tümüyle, en kısa yoldan, en geniş ve en derin çapta hitap
etmektedir...
SONUNDA VARILACAK
YER
Bütün bu delilleri gördükleri halde Allah'ın
huzuruna çıkarılacaklarını beklemeyenler, bu muhkem düzenin zorunlu
şartlarından birisinin ahiret hayatının varlığı olduğunu, dünya hayatının
son olmadığını, zira bu dünyada insanlığın ideal olan olgunluğuna
ulaşmadığını kavrayamayanlar, bunca ayetlerin yanından aldırmadan geçip
gidenler, bunlar karşısında kalpleri ile sonlarını değerlendirmeyen ve
akılları ile düşünmek için harekete geçemeyenler... Evet bunlar insanlığın
olgunluk yoluna giremezler. Takva sahiplerine söz verilen cennete asla
ulaşamazlar. Cennet, ancak iman edenlerin ve güzel amellerde
bulunanlarındır. Zira onlar sürekli bir hoşnutluk içinde Allah'ı yüceltmiş
ve O'na şükretmişlerdir. Dünyanın kötülüklerinden ve basitliklerinden
kurtulmuşlardır:
7- Bizimle
karşılaşacaklarını beklemeyenler, dünya hayatından hoşnut olup bu hayatla
yetinenler ve ayetlerimizin farkında olmayanlar var ya;
8- İşte bunların
varacakları yer, işlediklerinin karşılığı olarak cehennemdir.
9- İman edip iyi
ameller işleyenlere gelince, Rabbleri onları imanları sayesinde doğru yola
iletir, nimet cennetlerinde onların altlarından nehirler akar.
10- Onların oradaki
çağrıları, "Allah'ım, sen noksan sıfatlardan uzaksın " birbirlerine yönelik
iyilik dilekleri, "selâm " ve son çağrıları da, "Alemlerin Rabbi olan
Allah'a hamdolsun" sözleridir.
Evrenin etkileyici düzeni üzerinde durarak, bu
evrenin yaratan ve idare eden bir sahibi olduğunu düşünmeyenler, ahiretin,
bu düzenin kaçınılmaz zaruretlerinden biri olduğunu, orada hakkın yerini
bulacağını ve adaletin gerçekleşeceğini, ayrıca insanların orada en yüce
ufuklarına kavuşacaklarını anlayamazlar. Bu nedenle onlar, Allah'ın huzuruna
çıkarılmayı da beklemezler. Bu temel yanlışlıklarının sonucu olarak
eksikliklerine ve basitliğine rağmen dünya hayatına takılıp kalırlar, ona
razı olurlar. Dünya hayatına bütünü ile dalarlar, bu hayatın hiçbir
eksikliğine karşı çıkmazlar. İşledikleri iyiliklerin ödülünü almadan ve
kötülüklerinin cezasını tam olarak çekmeden, bir insan olarak varmaları
planlanan olgunluğa ulaşmadan bırakıp gidecekleri bu dünya hayatının insan
için son amaç olmaya elverişli olmayacağını anlayamazlar. Dünyanın
sınırlarına takılmak ve onları benimsemek, insanları sürekli olarak uçuruma
doğru sürükler. Çünkü bu durumda onlar, başlarını yukarı kaldıramazlar.
Göklerini ufuklara dikemezler. Allah'ın kalbi uyaran, duyarlılığı arttıran,
öğrenmeye ve olgunluğa hazırlayan evrensel ayetlerinden habersiz olarak
sürekli biçimde başlarını ve gözlerini bu yeryüzüne ve onun üzerindeki
değerlere dikerler!
İşte bunların varacakları yer, işlediklerinin
karşılığı olarak cehennemdir."
Ne kötü bir sığınak, ne kötü bir varış yeri! Karşı
tarafta, iman edenler ve iyi işler yapanlar yeralmaktadır. İman edenler ve
bu dünya hayatından daha önemli, daha değerli bir hayatın olduğunu
kavrayanlar... Bu imanın gereği olarak iyi işler yapanlar... Allah'ın iyi
işlerin yapılmasına ilişkin emrini olduğu gibi yerine getirenler... Güzel
olan ahireti bekleyenler... Ki, bu güzel ahiretin yolu da, iyi işler
yapmaktır... Evet işte bunlar:
"Rabbleri onları imanları sayesinde doğru yola
iletir."
Kendilerini Allah'a bağlayan bu imanları nedeniyle,
onları iyi işlere yöneltecektir. Doğru yolu görmelerini sağlayacaktır.
Vicdanlarının duyarlılığından ve takvasından bir ilham ile, onları iyi
şeylere iletecektir. İşte bunlar cennete gireceklerdir:
"Onların altlarından nehirler akar."
Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da su
bereketin, kana kana içmenin, gelişmenin ve hayatın sembolü olarak kabul
edilecektir.
Bu cennette onların arzuları nelerdir? Uğraşları
nedir? Gerçekleşmesini istedikleri dilekleri nelerdir? Onların arzuları, mal
elde etmek ve meşhur olmak değildir. Uğraşları, rahatsız eden şeyleri
başlarından savmak, bir menfaat elde etmek değildir. Onlar, tüm bunların
kötülüklerinden kurtulmuşlardı ve bununla yetinmişlerdir. Onların bu tür bir
ihtiyaçları yoktur. Allah'ın kendilerine bahşettiği şeyler onlara yetmiştir.
Onlar bu tür uğraşların ve arzuların çok üstüne çıkmışlardır. En belirgin
nitelikleri haline gelen başlıca uğraşları, `dualarıdır.' Bu da başta,
Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmeleri, işin sonunda Allah'a
şükretmeleridir. Bu ikisi arasında, ya birbirlerine ya da kendileri ile
Rahman'ın melekleri arasında gerçekleşen selamı yeralmaktadır:
"Onların oradaki çağrıları, "Allah'ım sen noksan
sıfatlardan uzaksın" birbirlerine yönelik iyilik dilekleri, "selâm" ve son
çağrıları da, "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" sözleridir.
Bu dünya hayatının arzularından ve uğraşlarından
kurtuluştur. Bu hayatın zaruretlerinin ve ihtiyaçlarının üzerine çıkmaktır.
Allah'ı razı etmenin, O'nu noksan sıfatlardan tenzih etmenin, O'na övgüler
düzmenin ve O'nun himayesinde huzura ermenin ufuklarında kanat çırpmaktır.
İşte insanların olgunluğuna lâyık olan ufuklar bunlardır.
AZABIN GECİKMESİ VE
İNSAN TABİATI
Bundan sonra Kur'an'ın devam eden akışı, müşriklerin
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- meydan okumaları,
Peygamber'den kendilerini tehdit ettiği cezayı hemencecik getirmesini
istemelerini ele alıyor. Kur'an, bu cezanın belirlenmiş bir süreye kadar
ertelenmesinin Allah'ın bir hikmeti ve rahmeti olduğunu açıklıyor. Bir
musibet başlarını sardığında onların nasıl hareket ettiklerini gözlerinin
önüne seriyor. Orada fıtratlarının cahili tortulardan arındığını ve yüce
yaratıcılarına yöneldiğini, başlarını saran bu beladan kurtulduklarında
aşırı gidenlerin tekrar eski aldırmazlık haline dönüş yaptıklarını
belirtiyor. Kendilerine varis oldukları milletlerin acı akıbetlerini de
hatırlatıyor onlara. Kendilerinin de bu acı akıbete benzer bir cezaya
çarptırılabileceklerini gösteriyor. Dünya hayatının ancak bir sınav olarak
yaşandığını, bu hayattan sonra cezası veya ödülünün verileceğini açıklıyor:
11- Allah, insanlara
iyiliği istedikleri çabuklukta kötülüğü verseydi, süreleri hemen
bitirilirdi. Oysa biz, bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenleri
azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız.
12- İnsanın başına
bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ve ayaktayken bize yalvarır. Fakat
sıkıntısını giderdiğimizde başına gelen sıkıntıdan dolay bize hiç
yalvarmamış gibi olur. işte ölçüyü aşanlara, işledikleri kötülükler
böylesine güzel gösterildi.
13- Sizden önceki
nice kuşakları, peygamberleri kendilerine açık gerçekler getirmişlerken,
zalimce davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için yokettik. İşte biz ağır
suçlu toplumları böyle cezalandırırız.
14- Sonra nasıl
davranacağınızı görelim diye sizi onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen
kıldık.
Müşrik Araplar Allah'ın cezasını çabucak getirmesi
için Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- meydan okuyorlardı...
Yine bu surede yüce Allah onların şu sözlerini aktarmaktadır:
"Eğer doğru söylüyorsanız va'dettiğiniz bu ceza ne
zaman gerçekleşecek, derler."
Ra'd suresinin altıncı ayetinde ise,
"Senden iyilikten önce kötülük istiyorlar. Oysa
onlardan önceki benzerlerinin başına nice cezalar gelmişti" deniyor.
Yine Kur'an-ı Kerim onların şu sözlerini de
nakletmektedir.
"Hani onlar Ey Rabbimiz, `Eğer bu Kur'an senin
tarafından gönderilmiş gerçek bir kitap ise, başımıza taş yağdır ya da bizi
acıklı bir azaba çarptır' dediler. (Enfal Suresi, 32)
Bunların hepsi müşriklerin Allah'ın doğru yolunu, ne
denli bir inatla karşıladıklarını gözler önüne seriyor... Buna rağmen
Allah'ın hikmeti gereği cezaları ertelenmişti. Daha önceleri peygamberlerin
mesajlarını yalanlayan milletlerin başlarına geldiği gibi, onların başına da
köklerini kazıyarak ve onları yokedecek bir ceza gönderilmemişti. Çünkü yüce
Allah, onların çoğunun eninde sonunda islâm dinine gireceğini, bu dinin
onlarla güçleneceğini, onlarla yeryüzüne yayılacağını biliyordu. Nitekim,
Mekke'nin fethinden sonra bu gerçekleşti. Tabii ki, onlar işin böyle
sonuçlanacağını bilmiyorlardı, bilmeden O'na meydan okuyorlardı! Allah'ın
onlar için dilediği gerçek iyilikten haberleri yoktu. Allah'ın onlar için
dilediği bu iyilik, kötülüğü istedikleri çabukluktaki alelacele istedikleri
iyilik değildi!
Yüce Allah birinci ayette onlara demek istiyor ki;
Eğer Allah acele gelmesini istedikleri iyilik gibi, meydan okuyarak
gelmesini istedikleri kötülüğü onlara çabucak verseydi... Eğer yüce Allah
çarçabuk istedikleri her şeyi vermiş olsaydı, onların yok oluşlarına
hükmeder ve hemen kendilerini öldürürdü! Fakat yüce Allah onları,
kendilerini bekleyen işler için yaşatıyordu.
Sonra onları, kendilerine tanınan bu süreye
güvenerek bundan sonraki gelecekten habersizmiş gibi hareket etmekten
sakındırıyordu. Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarını sanmayanlar, kendileri
için belirlenen bu ecel gelinceye kadar, bilinçsizlikleri içinde debelenip
duracaklardı.
Kötülüğün çabucak gelmesini istemekten söz
edilmişken, insanın dara düştüğünde nasıl hareket ettiğini gösteren bir
tabloya yer verilmiştir. Bu tablo, herhangi bir zararın kendisine
dokunmasından korktuğu halde, kötülüğün hemencecik gelmesini istemenin,
insan tabiatında yeralan bir çelişki olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü
belanın geldiği an korkmakta, tehlike geçince sanki korkmamış gibi eski
haline dönmektedir:
"İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken,
otururken ayaktayken bize yalvarır. Fakat sıkıntısını giderdiğimizde başına
gelen sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi olur. İşte ölçüyü
aşanlara, işledikleri kötülükler böylesine güzel gösterildi."
Bu sürekli biçimde gözlemlenebilen bir insan tipinin
çok şahane bir örneğidir. İnsan, sağlığı yerindeyken, durumu müsait iken
hayatın akışına kendisini kaptırır; hata eder, günah işler, azar ve ölçüleri
çiğner. Allah'ın koruduğu ve rahmetiyle kuşattığı kimselerin dışında, hiç
kimse güçlü ve kuvvetli iken, ilerde güçsüz ve zayıf düşeceğini hatırına
getirmez. Bolluk zamanı insana çok şey unutturur. Kendini zengin görmek
insanı azdırır... Sonra kendisini kıskıvrak yakalayan bela ile bir de
bakarsınız ki, boynu bükük, korkak bir zavallı olmuştur. Birden bol bol dua
etmeye, uzun uzun niyazlarda bulunmaya başlar. Bu zor şartlar karşısında
bunalır, refahın çarçabuk gelmesini diler... Duası kabul edildiğinde,
felâketten kurtulduğunda artık bir daha geriye bakmaz, düşünmez, nereye
varacağını hesaplamaz. Tekrar, daha önceleri olduğu gibi dünya hayatına
dalar. Hiçbir şeye aldırmaz.
Kur'an'ın akışı ifade aşamalarını ve etkili
vurgularını, gözler önüne sermeye çalıştığı psikolojik durumla ve sunmaya
çalıştığı insan tipi ile paralel ve ahenkli biçimde ayarlamaktadır. Buna
bağlı olarak felaket manzarasını yavaş yavaş, üzerine basa basa ve uzun uzun
tasvir etmektedir:
"Yatarken, otururken ve ayaktayken bize yalvarır."
İnsanın bedeninin, malının ve kuvvetinin üzerine
yürüyen bir akıntının engele çarpınca, nasıl durduğunu veya geri döndüğünü
tasvir etmek için; o insanın her halini, her tutumunu ve her görünümünü net
bir biçimde canlandırıyor. Engel ortadan kalkınca, "geçip gider" tek bir
sözcük kullanılıyor. Bu tek sözcük boşalmayı, çözülmeyi, akıp gitmeyi ifade
eder. "Geçti gitti" durmaksızın.
Şükretmek için durmaz, düşünmek için bakmaz. İbret
almak için değerlendirmez; `geçip-gider.'
"Başına gelen sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış
gibi olur."
Fren tanımadan, engel tanımadan ve hiçbir şeye
aldırmadan hayatın akışına kaptırır kendisini!
İşte bunun gibi bir karakter ile, sadece felâket
sırasında bu felâketten kurtuluncaya kadar hatırladıktan hemen sonra yoluna
devam etme ve "geçip-gitme" karakteri... Evet işte bu tip bir karakterle
ölçüyü aşanlar azgınlıklarını sürdürürler ve bu tutumları ile sınırları
aştıklarını anlamazlar.
"İşte ölçüyü aşanlara işledikleri kötülükler,
böylesine güzel gösterildi."
Önceki asırlarda ölçüyü aşmanın sonu ne oldu?
"Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri
kendilerine açık gerçekler getirmişlerken zalimce davranarak iman etmeye
yanaşmadıkları için yokettik. İşte biz ağır suçlu toplumları böyle
cezalandırırız."
Ölçüyü çiğneme, haddini aşma ve şirk anlamına gelen
zulüm onları felâkete sürüklemiştir. İşte onların sonu buydu. Müşrik
Araplar, Arap Yarımadası'nda Ad'ın, Semud'un ve Lut kavminin yaşadıkları
bölgelerde, onların kalıntılarını gözleri ile görüyorlardı.
Size peygamber apaçık delillerle geldi%-i gibi,
önceki nesillere de peygamberleri gelmişlerdi.
"İman etmeye yanaşmadıkları için."
Çünkü onlar iman yoluna girmediler. İsyan yolunu
seçtiler. Ve bu yola dalıp gittiler. Artık tekrar imana hazır duruma
gelmediler. Dolayısı ile suçluların cezasına çarptırıldılar...
"İşte biz ağır suçlu toplumları böyle
cezalandırırız."
Kur'an-ı Kerim, peygamberleri apaçık delillerle
kendilerine geldikleri halde, iman etmeyen ve bu nedenle cezaya çarptırılan
suçluların sonunu müşriklere sunarken, bu yokedilen milletlerin yerine
kendilerinin geldiklerini, önceki milletlere varis kılınmakla, ayrılığa
düştükleri konularda sınanarak deneneceklerini hatırlatıyor:
"Sonra nasıl davranacağınızı görelim diye sizi
onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık."
Bu, insanın kalbi için kuvvetli bir dokunuştur.
Çünkü bu anlayışla insan, eski sahiplerinden kalma bir mülke varis
kılındığını, daha önceleri buraya yerleştirilenlerin oradan sürüldüklerini,
kendisinin de buradaki fonksiyonu ile bu mülke geçici olarak sahip olduğunu,
burada sayılı birkaç gün geçireceğini, yaptıkları ile burada sınandığını, bu
mülk ile denendiğini, burada az bir süre kaldıktan sonra yaptıklarından
hesaba çekileceğini kavramış olmaktadır!
İslâmın, insanın kalbine yerleştirdiği bu düşünce,
onun gerçeği görmesini ve ondan saptırmak isteyenlere aldanmamasını
sağlamasının yanında, insanın kalbinde bir uyanıklık, duyarlılık ve takvayı
harekete geçirir. İşte bu hem ferdin, hem de içinde yaşadığı toplumun
emniyet sibobudur.
İnsanın yeryüzünde geçirdiği günler ile, sahip
olduğu her şey ile ve kendisine verilen bütün imkânları ile sınandığının,
imtihan edildiğinin bilincine varması, duyarsızlığa, aldanmaya ve oyuna
gelmeye karşı bir kalkan bahşeder. Dünya hayatının nimetlerine dalıp
boğulmaktan, kendisinden sorumlu olduğu ve bu vesile ile sınandığı bu
nimetlerin peşine ihtirasla koşmaktan korur onu.
Yüce Allah'ın aşağıdaki cümlede tasvir ettiği gibi,
insanı kuşatan "Allah'ın gözetmesinin" bilincinde olması, kişiyi daha çok
korunmaya, daha çok sakınmaya iter. İyilik yapma arzusunu ve bu imtihandan
başarı ile çıkma arzusunu daha da arttırır:
"Nasıl davranacağınızı görelim diye."
İşte bu, islâmın bu gibi güçlü dokunuşlarla insanın
kalbinde harekete geçirdiği düşünce ile, ilahi kontrol ve ahirette hesap
verme düşüncesini çığırından çıkaran düşünceler arasındaki yol ayırımıdır!..
Biri, islâmi düşünceyi esas olarak yaşayan, diğeri ise, diğer kısır
düşünceleri esas olarak yaşayan iki insan ortak bir noktada buluşamaz... Ne
hayata, ne ahlâka, ne de harekete bakış açılarında buluşmaları mümkündür.
Aynı şekilde herbiri birbiriyle bağdaşmayan ve buluşmayan iki ana ilkeden
birine dayandırılan iki hayat düzenini de kaynaştırmak mümkün değildir!
İslâmda hayat bütün kuralları ve temel ilkeleri ile
eksiksiz bir hayattır. Burada, islâm düşüncesindeki bu temel gereklerden
birini, bu gerçeğin bireyin ve toplumun hareketinde meydana getirdiği
etkileri örnek olarak vermemiz yeterli olacaktı. Bu nedenle islâmi hayatı,
bu gerçeğin dışında başka temellere dayandırılan hayatlarla ve bu hayatın
ortaya çıkardığı sonuçlarla karıştırmak mümkün değildir!
İslâmi hayatın ve islâm düzeninin, başka yaşam
tarzları ve başka düzenlerle aşılanmasının mümkün olduğunu düşünenler,
islâmda hayatın kendisi üzerinde kurulduğu ilkeler ile, insanlar tarafından
kurulan beşeri düzenlerin hepsinde hayatın üzerinde kurulduğu ilkeler
arasındaki köklü, derin farkların tabiatını, yapısın kavramayan kimselerdi!
MÜŞRİK TABİATI
Bundan sonra Kur'an'ın akışı,onlara hitap etme
yöntemini bırakıyor. Önceki milletlere varis olduktan sonra, müşriklerin
yaptıkları işlerden örnekler vermeye geçiyor.
Müşrikler, suçlu olan millete varis oldular. Fakat
bundan sonra ne yaptılar?
15- Onlara açık
anlamlı ayetlerimiz okunduğunda, bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler
sana, "bundan başka bir Kur'an getir ya da onu değiştir" dediler. Onlara de
ki; "Onu kendiliğimden değiştirmem sözkonusu değildi: Ben sadece bana
vahyolunan mesaja uyarım. Eğer Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından
korkarım. "
16- De ki; "Eğer
Allah'ın dileği bu yolda olmasaydı, bu Kur'an'ı size okumazdım, hatta Allah
sizi ondan hiç haberdar etmezdi, bundan önce aranızda bir ömür yaşadım, hiç
düşünmüyor musunuz?"
17- Allah'a yalan
yakıştırmalar yapandan ya da O'nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim
kim olabilir? Hiç kuşkusuz ağır suçlular iflah olmazlar. "
18- Onlar Allah'ı
bırakarak kendilerine ne zarar ve ne de yarar dokunduramayan putlara
tapıyorlar ve "Bunlar Allah katında bizim aracılarımızdır" diyorlar. Onlara
de ki; "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber
veriyorsunuz? Allah onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir.
19- Tüm insanlar tek
bir ümmetten ibaretti, sonra görüş ayrılığına düştüler. Eğer Rabbinin daha
önce kesinleşmiş bir kararı olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri konularda
aralarında hemen hüküm verilirdi. 20- Onlar, "Muhammed'e, Rabbinden somut
bir mucize indirilse ya" derler. Onlara de ki; "Gayb aleminin bilgisi
Allah'ın tekelindedir, bekleyiniz, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.
"
Önceki milletlere varis olduktan sonra müşrikler
böyle yaptılar. Peygamber'e karşı tavırları da buydu işte!..
"Onlara açık anlamlı ayetlerimiz okunduğunda bizimle
karşılaşacaklarını beklemeyenler sana, "bundan başka bir Kur'an getir, ya da
onu değiştir" dediler.
Bu, gerçekten tuhaf bir istektir. Ciddiyetten
kaynaklanamaz. Ancak ciddiyetsizlikten, alaycılıktan, eğlenmekten
kaynaklanabilir. Bu, Kur'an'ın görevini ve indirilişindeki ciddiyeti
kavramamaktan kaynaklanabilir. Bu, ancak Allah'ın huzuruna çıkarılacağına
inanmayan bir kişinin ileri sürebileceği bir istektir!
Bu Kur'an, kuşatıcı bir hayat sistemidir. İnsanın
hem bireysel, hem de toplumsal hayatında gerekli olan bütün ihtiyaçlarını
karşılayabilecek biçimde düzenlenmişti. Bu dünya hayatında gücü yettiği
kadar onu ileriye götürecek yola iletir. İşin sonunda ise, onu ahiret
hayatına yöneltir. Kur'an'ı olduğu gibi bütün gerçekliği ile onaylayan
birinin, ondan başka bir şey istemek veya bazı bölümlerinin değiştirilmesini
taleb etmek diye bir problemi olmaz.
Büyük bir ihtimalle, Allah'ın huzuruna
çıkarılacaklarını beklemeyenler (ummayanlar) meseleyi bir maharet (ustalık)
işi olarak değerlendiriyorlardı. Meseleyi, cahiliye döneminde arap
panayırlarında ortaya atılan söz atışmalarından biri durumunda görüyorlardı.
Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ise, ne meydan okumayı kabul
edip başka bir Kur'an yazmak, ne de bir bölümünün yerine başka bir bölüm
yazmak durumundaydı?
"Onlara de ki; "Onu kendiliğimden değiştirmem
sözkonusu değildir. Ben sadece bana vahyolunan mesaja uyarım. Eğer Rabbime
karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım."
Kur'an ne herhangi bir oyuncunun oyuncağı, ne de bir
şairin maharetiydi. O, bütün evreni idare eden, insanı yaratan ve insan için
neyin yararlı olduğunu en iyi bilen Allah'tan gelen kuşatıcı bir sistemdir.
Peygamber kendiliğinden Kur'an'ı değiştiremez. O, ancak kendisine gelen
vahyi uygulayan ve başkalarına ileten bir kişidir. Her değiştirme, büyük bir
gün olan kıyamette acı bir azaba neden olur:
"De ki; "Eğer Allah'ın dileği bu yolda olmasaydı, bu
Knr'an'ı size okumazdım, hatta Allah sizi ondan hiç haberdar etmezdi, bundan
önce aranızda bir ömür yaşadım, hiç düşünmüyor musunuz?
O, Allah'tan gelen bir vahiydir. O'nun size
anlatılması da Allah'ın emridir. Eğer Allah, Kur'an'ı size-okumamı dilememiş
olsaydı, onu size okumazdım. Eğer Allah Kur'an'ı size bildirmemi
istemeseydi, bildirmezdim. Bu Kur'an'ın inişinde de insanlara anlatılmasında
da, yetki sahibi olan Allah'tır. Bunu onlara söyle. Onlara, Peygamberlikten
önce tam bir ömür boyunca, yani kırk sene aralarında yaşadığını, bu
Kur'an'dan hiçbir şekilde söz etmediğini söyle. Böyle bir iş yapmaya gücünün
yetmediğini ve o zamanlar vahyin sana gelmeye başlamadığını bildir. Buna
benzer bir işi veya onun bir bölümünü yapabilecek gücün olsa idi, tam bir
ömür boyunca beklemenin ne anlamı olabilirdi.
İyi bil ki, bu, insanlara anlatmaktan öte, üzerinde
hiçbir tasarrufa sahip olmadığın vahiydir.
Onlara de ki; ben Allah adına yalan uydurup, O'na
iftira edemem. Gerçeğin dışında hiçbir şekilde bana vahyedildi diyemem.
Allah adına yalan uydurmaktan veya Allah'ın ayetlerini yalan saymaktan daha
büyük zulüm olamaz:
"Allah'a yalan yakıştırmalar yapandan ya da O'nun
ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir?"
Ben sizi bu iki suçun ikincisinden sakındırıyorum.
Allah'ın ayetlerini yalan saymayın. Ben de birincisini işlemem. Allah adına
yalan uydurmam:
"Hiç kuşkusuz ağır suçlular iflah olmazlar."
Kur'an'ın akışı, müşriklerin yeryüzünde önceki
milletlerin yerini aldıktan sonra, ne söylediklerini ve ne yaptıklarını
sunmaya devam etmektedir. Tabii ki, yeni bir Kur'an isterken düştükleri
saçmalıktan başka olarak...
"Onlar Allah'ı bırakarak kendilerine ne zarar ve ne
de yarar dokunduramayan putlara tapıyorlar ve "Bunlar Allah katında bizim
aracılarımızdır" diyorlar. Onlara de ki; "Göklerde ve yerde Allah'ın
bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz? Allah onların koştukları
ortaklardan uzak ve yücedir."
Nefs bir sapmaya başladı mı, artık alçalışın hiçbir
sınırında durmaz. Müşriklerin taptıkları bu ilahların hepsi onlara ne bir
fayda, ne de bir zarar verebilirler. Fakat onlar bu ilahların Allah katında
kendilerine şefaat edeceklerini sanıyorlar:
"Ve bunlar Allah katında bizim aracılarımızdır'
diyorlar."
"Onlara de ki; "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği
bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz."
Yüce Allah sizin zannettiğiniz gibi, bazı kimselerin
kendi katında şefaat edeceklerini bilmiyor! Yoksa siz Allah'ın bilmediği
şeyi mi biliyorsunuz? Göklerde ve yerde varlığını bilmediği bir şeyi O"na
haber mi veriyorsunuz?
Bu, onların ısrarla direndikleri sözkonusu
alçalışlarına lâyık, alaylı bir üsluptur. Hemen ardından yüce Allah, onların
ileri sürdükleri şanına yakışmayan iddialardan tenzih ediliyor:
"Allah onların koştukları ortaklardan uzak ve
yücedir."
Kur'an akışının seyri, müşriklerin ne söylediklerine
ve ne yaptıklarına geçmeden önce, bu şirki değerlendiriyor ve onun geçici
olduğunu belirtiyor. Fıtrat temelde baştan tevhid üzere idi. Sonra ayrılık
başgösterdi ve zamanla derinleşti:
`Tüm insanlar bir tek ümmetten ibaretti, sonra görüş
ayrılığına düştüler."
Allah'ın iradesi, doldurmaları gereken bir zamana
kadar onlara zaman tanımayı uygun görmüştür. Daha önce buna söz vermiştir.
Dilediği bir hikmet gereği sözünü yerine getirmiştir:
"Eğer Rabbinin daha önce kesinleşmiş bir kararı
olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hemen hüküm
verilirdi."
Bu değerlendirmeden sonra önceki milletlere varis
olan müşriklerin neler söylediklerini sunmaya devam ediyor:
"Onlar, "Muhammed'e Rabbi'nden somut bir mucize
indirilse ya" derler. Onlara de ki; "Gayb aleminin bilgisi Allah'ın
tekelindedir, bekleyiniz, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim."
Bütün vecizliği ve yüceliğine rağmen, bu Kur'an'ın
içerdiği ayetlerin tamamı onlara yetmiyor. Evrenin her sayfasına
serpiştirilen Allah'ın bunca ayeti de yetmiyor onlara. Kalkıyorlar, önceki
ümmetlere gönderilen peygamberlerin harikaları gibi bir harika istiyorlar.
Muhammedi Risaletin ve mucizenin yasasını anlamıyorlar. Bu mucize herhangi
bir neslin görmesiyle fonksiyonunu yitiren geçici bir mucize değildir. Bu
mucize, bütün nesiller boyunca insanların kalplerine ve akıllarına hitap
eden sürekli bir mucizedir.
Yüce Allah, peygamberini yönlendirerek onları,
gaybın ne olduğunu bilen ve onlara bir harika gösterip göstermemeyi takdir
eden Allah'a havale etmesini istemektedir.
"Onlara de ki; "Gayb aleminin bilgisi Allah'ın
tekelindedir, bekleyiniz, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim."
Bu cevabın içinde süre tanıma ve tehdit etme vardır.
Ayrıca ilahlık karşısında kulluğun sınırlarını açıklama vardır. Nebilerin ve
Resullerin en büyüğü olan Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- gayb
konusunda bir yetkiye sahip değildir. Gaybın tamamı Allah'ındır. İnsanların
işlerine de hakim değildir. Onların işi Allah'a havale edilmiştir... Böylece
ilahlık makamı karşısında kulluk makamı da yerini buluyor. İki gerçek
arasında hiçbir şüphe ve kuşkuya yer bırakmayan ayırıcı ve kesin bir çizgi
çiziliyor.
NANKÖR İNSAN
Kur'an'ın akışı, önceki milletlere varis olan
müşriklerin neler söylediklerini ve neler yaptıklarını ortaya koyduktan
sonra, insanların felâketten sonra rahmeti tattıklarında gösterdikleri
tavırlara ilişkin bazı karakterlerinden söz ediyor. Nitekim daha önce de
insanın felâkete uğradığında ve ondan kurtulduktan sonra gösterdiği
tavırlara ilişkin, bazı karakterlerinden söz etmişti. Ayrıca bunu
desteklemek amacı ile hayatın gerçeklerinden birini de örnek olarak
gösteriyor. Hayatın bu gerçeğini, Kur'an'ın tasvire dayalı sahnelerinden
biri olarak ve etkili bir sahne şeklinde sunuyor:
20- Bir de "Ona
Rabbinden daha başka bir âyet indirilse ya!" diyorlar. De ki: "Gaybı bilmek
ancak Allah'a mahsustur, bekleyiniz bakalım, ben de sizinle beraber
bekleyeceğim şüphesiz."
21- İnsanların
başlarına gelen sıkıntılardan sonra kendilerine bir rahmet, bir rahatlık
tattırdığımızda bakarsın ki, ayetlerimize karşı hemen tuzak kurarlar. Onlara
de ki; "Allah sizden daha çabuk tuzak kurar, güvenlik elçilerimiz kurduğunuz
tuzakları yazıyorlar. "
22- Sizi karada
yürüten ve denizde yüzdüren Allah'tır. Bir gemide olduğunuzu, hoş bir
meltemin yolcuları götürdüğünü ve herkesin bunun hazzını yaşadığını
düşününüz. Tam o sırada geminin bir kasırga ile karşılaştığını yolcuların
her taraftan dalgalarla sarıldıklarını ve çepeçevre kuşatıldıklarını
sandıkları zaman, sırf Allah'ın dinine inanan samimi bir bağlılıkla O'na
şöyle yalvarırlar; "Eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan kesinlikle
şükredenlerden olacağız. "
23- Fakat Allah
kendilerini bu zor durumdan kurtarır kurtarmaz hemen yeryüzünde haksız yere
taşkınlıklara dalarlar. Ey insanlar, yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi
aleyhinizedir, bu yolla geçici dünyanın yararını elde edersiniz, ancak sonra
bize dönersiniz, biz de yaptıklarınızı size bir bir haber veririz. "
İnsan gerçekten tuhaf bir yaratıktır. Ancak dara
düşünce Allah'ı hatırlar. Ancak felâket anlarında fıtratına döner,
fıtratının etrafını kuşatan pisliklerden ve sapıklıklardan silkinir. Güvene
kavuştuğunda yapacağı şey; ya unutmak ya da isyan etmektir... İşte insanın
karakteri budur. Ancak, doğru yola girenin fıtratı; her an temiz, canlı,
müsbet ve sürekli olarak iman cilası ile pırıl pırıldır.
"İnsanların başlarına gelen sıkıntılardan sonra
kendilerine bir rahmet, bir rahatlık tattırdığımızda bakarsın ki,
ayetlerimize karşı hemen tuzak kurarlar."
Firavun'un kavmi de Hz. Musa'ya karşı böyle
yapmıştı. Ne zaman başlarına bir felâket gelmişse, O'ndan yardım dilemişler
ve içinde bulundukları sapıklıktan vazgeçeceklerine söz vermişler. Allah'ın
rahmeti ile bu felâketi atlattıklarında Allah'ın ayetlerine karşı
(mucizelerine) oyun oynamışlar ve onları olduğundan başka şekilde
yorumlamışlardır. "Ancak şu şu nedenlerden d olayı bu beladan kurtulduk"
demişlerdir. Kureyşliler de aynı şekilde davrandılar. Kıtlık geldiğinde
yokolmaktan korktular. Hz. Muhammed'e geldiler. Allah'a dua etmesi için
yalvardılar. O da, dua etti. Duası kabul oldu. Yağışlar imdada yetişti...
Fakat Kureyş yine de, Allah'ın ayetine karşı oyun oynadı. Eski halini
sürdürmeye devam etti! İman insanı korumadığı sürece, bu her zaman
görülebilecek bir olaydır.
"Onlara de ki; "Allah sizden daha çabuk tuzak kurar,
koruyucu elçilerimiz kurduğunuz tuzakları yazıyorlar."
Yüce Allah onların bu tutumlarına karşı önlem
alabilir ve onların oyunlarını boşa çıkarabilir. Onların oyunları Allah
tarafından bilinmekte ve deşifre edilmektedir. Deşifre edilen bir oyunun
bozulacağı ise garantilidir.
"Koruyucu elçilerimiz kurduğunuz tuzakları
yazıyorlar."
Sizin oyunlarınızın hiçbiri ondan gizli değildir. Ve
o hiçbir şeyi de unutmaz. Fakat bu elçiler kimlerdir? Nasıl yazarlar? İşte
bu, ele aldığımız ayetlerin açıklamaları dışında, hakkında hiçbir şey
bilmediğimiz gayb konularından biridir. Bu ayetlerde bize bildirilen apaçık
gerçeğe hiçbir şey ilave yapmadan ve onu başka şekilde yorumlamadan (tevil)
kabul etmeliyiz.
Sonra o canlı sahne geliyor. Bu sahne içinde
yaşıyor, gözlerimizle seyrediyor, izliyor ve kalbimiz onunla
çarpıyormuşcasına sunulmuştur. Sahne, harekete ve durgunluğa egemen olan ve
kontrol eden kudreti vurgulayarak başlıyor.
"Sizi karada yürüten ve denizde yüzdüren Allah'dır."
Zaten bu surenin tamamı evrenin bütün güçlerine
egemen olan bu kudreti vurgulamaya çalışmaktadır. Şimdi de kendimizi daha
yakın bir sahnenin önünde buluyoruz:
"Bir gemide olduğunu."
İşte önümüzde gemi. Ortalık rahat içinde.
"Hoş bir meltem yolcuları götürüyor."
İşte gemidekilerin duyguları! Biz onları anlıyoruz.
"Ve herkesin bunun hazzını yaşadığını düşününüz."
İşte tam bu güven ve rahat ortamında, bu sevincin
her tarafı kuşattığı bir sırada fırtına kopuyor. Refah, güven ve sevinç
içinde yolculuk yapanları kıskıvrak yakalayıveriyor:
"Tam o sırada gemi bir kasırga ile karşılaştı."
Aman Allah'ım ne dehşet şey!
"Yolcuları, her taraftan dalgalarla sarıldı."
Geminin içi birden matemle doluyor. İçindekileri
çalkalıyor, sarsıyor. Dalga, gemiyi sanki tokatlıyor; kaldırıyor, indiriyor.
Yerde sürüklenen bir tüy gibi, onu sürükleyip götürüyor... İşte gemideki
yolcular! Paniğe kapılmışlar, kurtulma ümitlerini yitirmişler!
"Ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları zaman."
Kurtuluş yolu yok!
İşte ancak o zaman ve insanı her taraftan kuşatan
korku ortamında fıtratları, kendisine bulaşan pisliklerden arınıyor,
kalpleri silkinerek etrafını karartan düşüncelerden kurtuluyor. Temiz ve
asil olan fıtratları, Tevhid ile yalnız Allah'a samimi bağlılık ile çarpmaya
başlıyor:
"Sırf Allah'ın dinine inanan samimi bir bağlılıkla
O'na şöyle yalvarırlar: "Eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan, kesinlikle
şükredenlerden olacağız." Fırtına diniyor. Dalga diniyor, deniz duruluyor.
Yürekleri ağızlarına gelen
insanlar sakinleşiyor. Hoplayan kalpler sükunete
kavuşuyor. Gemi güven içinde sahile yanaşıyor. İnsanlar artık hayata
kavuştuklarına, ayaklarının karaya bastığına inanıyorlar. Peki sonra ne
oluyor?
"Fakat Allah kendilerini bu zor durumdan kurtarır
kurtarmaz, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara dalarlar."
İşte bu şekilde aniden ve birden bire!
Bu gerçekten mükemmel bir sahnedir. Hiçbir
hareketini, hiçbir duygusunu kaçırmış değildir... Bu bir olayın
manzarasıdır... Fakat bütün nesiller boyunca insanların çoğunluğunu
oluşturan bir insan tipinin, bir karakterin ve bir ruh halinin
manzarasıdır... Bu nedenle arkasından gelen değerlendirmede, bütün insanlara
uyarıda bulunuluyor:
"Ey insanlar yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi
aleyhinizedir."
Bu zulüm, isterse kişinin kendisini tehlikeye
atarak, isterse günah, pişmanlık ve hüsrana uğrayan kafilenin içine
atılmakla gerçekleşen bir zulüm olsun veya isterse insanlara yönelik bir
zulüm olsun farketmez. Bütün insanlar bir tek kişi gibidir. Zalimler ve
onların zulümlerine isteyerek katlananlar, kendi kişiliklerinde cezalarını
çekeceklerdir.
Zalimliğin, taşkınlığın en çirkini ve iğrenci, yüce
Allah'ın uluhiyetine karşı yapılan taşkınlıkta, Rububiyet, otorite ve
hakimiyeti gasbetmekde ve insanlar içinde bunu uygulamaya sokmakda
somutlaşır.
İnsanlar bu taşkınlığı yaptıklarında, ahiret
yurdunda onun cezasını çekmeden önce dünya hayatında cezasını çekerler.
Onlar bu zalimliklerinin cezasını, hayatta her şeyin bozguna uğraması ve
herkesin O'ndan kötü yönde etkilenmesi şeklinde tadarlar. Öyle ki, ondan
zarar görmeyen hiçbir insanlık değeri, hiçbir onur, hiçbir özgürlük ve
hiçbir fazilet (değer) kalmaz.
İnsanlar ya samimiyet ile Allah'a boyun eğer, O'na
bağlanırlar ya da azgınlar onları kendilerine kul yaparlar. Yeryüzünde
yalnız Allah'ın rububiyetini yerleştirme uğrunda verilen mücadele; insanlık,
özgürlük, insanın onuru ve erdemi uğrunda verilen mücadelenin kendisidir.
İnsanın esaret zincirinden, ataklığın pisliğinden, onurunun kırılmasından,
toplumun bozgunculuğundan ve hayatın basitliğinden kurtulmasını sağlayacak
bütün kutsal değerler uğruna verilen bir mücadeledir!
"Ey insanlar, yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi
aleyhinizedir, bu yolla geçici dünyanın yararını elde edersiniz. Daha başka
bir şey yapamazsınız." "Ama sonra bize dönersiniz, biz de yaptıklarınızı
size bir bir haber veririz."
Demek ki, Allah'a bağlı olmamak, öncelikle dünya
hayatının bedbahtlığını ve azabını, aynı zamanda ahiretin faturasını ve
cezasını arttırmaktan başka işe yaramıyor.
DÜNYA HAYATININ
DEĞERİ
"Dünya hayatındaki nimetlerin" değeri nedir? Gerçek
mahiyeti nedir? Kur'an'ın akışı bu gerçeği, hareket ve hayat dolu tasvir
ağırlıklı bir sahnede gözönüne seriyor. Bununla beraber sözkonusu manzara
her gün gerçekleşen ve insanların dikkat etmeden yanından gelip geçtiği
manzaralardan biridir:
24- Dünya hayatı
şuna benzer: Biz gökten su yağdırdık, su sayesinde yörenin çeşitli bitkileri
birbirine karıştı, insanların yiyeceği bitkiler ile hayvanların yiyeceği
bitkiler içiçe girdi. Sonunda bu yöre süsünü takındı, alabildiğine
güzelleşti, yöre halkı da bu ürünleri artık ellerine geçirilmiş
sayıyorlardı.
Derken bir gece ya da gündüz sırasında, yoketmeye
ilişkin emrimiz o yöreye geldi de orayı biçilmiş, çıplak bir arazi parçasına
dönüştürdük. Sanki bir gün önceki yeşillikle-meyvalı yer arası değilmiş gibi
oldu. İşte biz düşünen kimselere ayetlerimizi böylesine ayrıntılı biçimde
açıklarız. "
İşte dünya hayatının örneği. İnsan ona gönül
bağladığında, ona takılıp kaldığında, oradan daha değerli, daha onurlu, daha
kalıcı bir hayatın perdesini aralamaya yönelmediğinde, bu hayatın yalnız
nimetlerine sahip olabilir, başka hiçbir şeyine sahip olamaz.
İşte bak, bu gökten iniyor. İşte bitki onu emiyor.
Onunla kaynaşıyor. Bereketleniyor ve gelişip güzelleşiyor. İşte yeryüzü!
Bütün güzelliklerini takınmış, bir gelin gibi, gelin olmaya süsleniyor ve
açılıp saçılıyor. Sahipleri onunla övünüyorlar. Sanıyorlar ki, yeryüzü kendi
çabaları ile böyle güzelleşiyor, iradeleri ile süsleniyor. Orada yetki
sahiplerinin kendileri olduklarını, bir başkasının yeryüzünü istemedikleri
biçimde değiştiremeyeceğini, hiç kimsenin bu konuda kendilerine karşı
gelemeyeceğini sànıyorlar!
Onlar, bu bereketlenmiş bolluk ve şatafatlı, rahatın
sevinci, güven verici huzurun sarhoşluğu içindeyken:
"Derken bir gece ya da gündüz sırasında yoketmeye
ilişkin emrimiz o yöreye geldi de orayı biçilmiş, çıplak bir arazi parçasına
dönüştürdük."
Bir anda, bir çırpıda ve toptan olarak... Süsler,
bereket ve bolluk sahnesinin uzun uzadıya sunuluşundan sonra, böyle bir
ifade kasıtlı olarak seçilmiştir. İşte bazı insanların içine dalıp
durdukları, onun bir nimetini elde etmek için ahiretlerinin tümünü feda
ettikleri dünya budur.
Dünya budur işte. Orada güven ve huzur yok. Yerinde
kalma (sebat) ve yerleşme (istikrar) yok. İnsanlar sınırlı şeylerin dışında
onun hiçbir nimetine sahip olamazlar. İşte budur dünya...
25- Allah insanları
esenlik-barış yurduna çağırır ve dilediği kimseleri doğru yola iletir.
Bütün güzelliklerini takınmış ve süslenmiş olduğu,
sahiplerinin ona hakim olduklarını sandıkları bir sırada, bir anda yerle bir
olabilecek ve düne kadar hiçbir şey değilmiş gibi kökten biçilebilecek bir
yurt ile darus-selam arasındaki mesafe o kadar uzaktır ki!.. Ki yüce Allah
insanları ona çağırıyor, dileyenleri ona ulaştıracak yola iletiyor. Yeter
ki, insanlar gözlerini açsınlar ve bakışlarını o darus-selama diksinler!..
İNSAN VİCDANINA
YÖNELİK İKAZLAR
Surenin önümüzdeki bölümü bir bütün olarak vicdana
yönelik peşpeşe gelen ikazlardır. Hepsi de tek bir hedefe varmaktadır.
İnsanın fıtratını, delillerle Allah'ın birliğine, peygamberin doğruluğuna,
ahiret gününün kesinliğine ve orada adaletin gerçekleşeceğine yöneltmek
istemektedir.
Bunlar vicdana yönelik dokunuşlardır. İnsanın
gönlünü kendi çerçevesinden alarak evrenin çeşitli bölgelerine götürür,
kapsamlı ve uzun bir seyahate çıkarır. Yerden göğe kadar varan evrenin
ufuklarından, insanın iç aleminin ufuklarına, geçmiş asırlardan yaşadığımız
yakın günlere, dünyadan ahirete varıncaya kadar uzanan bir seyahattir bu...
Ve bir ahenk içinde...
Bundan önceki dersimizde de, bu türden dokunuşla ve
bu türden seyahatler yeralmıştı... Fakat bu derste daha açık ve net olarak
ortaya konuyor bunlar... Mahşer meydanından evrenin sahnelerine, insanın iç
dünyasına Kur'an ile meydan okumaya, önceki milletlerden peygamberlik
misyonunu yalan sayanların akıbetlerinin hatırlatılmasına varıncaya kadar,
geniş bir alana yayılıyor. Bu nedenle Haşir'den seri bir işaret, yeni bir
sahnede canlandırılıyor. Oradan, azabın birden yakalayıvermesi; insanların
duygularını ürperten etkili bir tabloda korkunç bir şekilde sunulmaya,
Allah'ın hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan kapsamlı ilminin tasvirine,
evrendeki bazı ayetlerine, kıyamet gününde Allah adına yalan uydurmuşları
bekleyen azabı hatırlatmaya geçiliyor.
Bunlar köklü ve gerçek dokunuşlardı. Algılama gücü
sağlam, kabul etme yeteneği sağlıklı olan bir fıtrat onlara karşı koyamaz.
Realiteye dayalı gerçeklerden, evrenin doğasından, insanın fıtratından ve
kâinatın, varlıkların tabiatlarından akıp gelen bu ilahi feyiz karşısında
hiçbir set, hiçbir engel erimeden duramaz...
Kâfirler, Kur'an'ın kendi saflarında açtığı gediğe
karşı haklı idiler. Bu nedenle onu dinlemeyi engellemeye çalışıyorlardı.
Kur'an eşsiz etkisiyle onları titretebilir ve kalplerini sarsabilirdi.
Halbuki onlar, şirk dinine bağlılıkta kararlı bulunuyorlardı!
26- Dünyada iyi
işler yapanlara daha iyi bir karşılık ve fazlası vardır. Onların yüzlerini
ne kara leke ve ne de horlanmışlık kaplar. Onlar cennetliklerdir, orada
ebedi olarak kalacaklardır.
27- Dünyada kötülük
işleyenlere gelince, her kötülüklerine karşılığı kadar ceza verilir.
Yüzlerini horlanmışlık kaplar. Onları Allah'dan kurtaracak hiç kimseleri
yoktur. Yüzleri sanki gecenin kesitleri ile kaplıdır. Onlar
cehennemliklerdir, orada ebedi olarak kalacaklardır.
Önceki dersin son ayeti şuydu:
"Allah, insanları esenlik-barış yurduna çağırır ve
dilediği kimseleri doğru yola iletir."
Burada ise, doğru yolda olanlar ve doğru yolda
olmayanların ödüllendirilmeleri ve cezalandırılmalarının kuralları
açıklanıyor. Allah'ın rahmeti ve kereminin adaleti, her iki tarafın
cezalandırılması için de geçerli olduğu ortaya konuyor.
İyi davrananlar: İnanç sistemlerini, işlerini,
amellerini, doğru yola ilişkin bilgilerini, selâmet yurduna ileten evrensel
yasayı anlamayı da en güzel şekilde becerdiler... Bunlara her zaman iyilikle
beraber oldukları için iyilik vardır. Üstelik yüce Allah kendi katından
onların iyiliklerini arttıracaktır.
"Dünyada iyi işler yapanlara daha iyi bir karşılık
ve fazlası vardır." Onlar Mahşer gününün zorluklarından ve insanlar arasında
hüküm verilmeden önceki Mahşer'in korkunç bekleyiş azabından
kurtulmuşlardır:
"Onların yüzlerini, ne kara leke ve ne de
horlanmışlık kaplar."
Ayeti kerimenin metninde yeralan "Kater" kelimesi,
toz, siyahlık, üzüntü ve sıkıntıdan kaynaklanan renk bulanıklığı
anlamındadır. "Zillet" ise, hayal kırıklığı, horlanma ve acizlik demektir.
İyi davrananların yüzlerini toz vesaire kaplamayacak ve çehrelerine zillet
giysisi geçirilmeyecektir... Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Mahşer yerinde
kalabalık, dehşet, üzüntü, korku ve zillet hakim olacak ve bu hal onların
yüzlerinden okunacaktır. İşte bunların tamamından kurtulmak bir ganimettir.
Allah'ın bir lütfudur. Buna ilave olarak, Allah'ın fazladan verdiği
nimetlerini de hatırlatmalıyız.
"Onlar", geniş ufuklara açılan bu yüksek derecelerin
sahipleri, cennetliklerdir; oranın sahipleri ve sakinleridir.
"Orada ebedi olarak kalacaklardır."
"Dünyada kötülük işleyenlere gelince..."
Onların, hayat alışverişinde elde ettikleri kazanç
kötülük olmuştur! Buna rağmen onlar için de Allah'ın adaleti işler. Cezaları
katlanmaz. Kötülükleri arttırılmaz.
Sadece, "Her kötülüklerine karşılığı kadar ceza
verilir." "Yüzlerini horlanmışlık kaplar."
Onları kuşatır, katıştırır, üzüntüye boğar.
"Onları Allah'dan kurtaracak hiç kimseleri yoktur."
Doğru yoldan sapan ve değişmez yasaya aykırı hareket
edenlere ilişkin Allah'ın evrensel yasasının gereği olarak, onları bu
kaçınılmaz akıbetten koruyacak ve kurtaracak kimseleri olmaz.
Kur'an'ın akışı, bundan sonra psikolojik
karanlıkları, kıskıvrak yakalanmış, ürkek ve üzüntülü adamın yüzünü kaplayan
renk uçukluğunu somut bir tabloda çiziyor:
"Yüzleri sanki karanlık gecenin kesitleri ile
kaplıdır."
Sanki kapkaranlık geceden bir parça alınmış ve yama
halinde bu yüzlere geçirilmiştir. Aynı şekilde karanlık gecenin karanlıkları
ve bu karanlıktan kaynaklanan bir korku bütün etrafı kuşatır. İşte bu
ortamda gecenin zifiri karanlığından bir örtüye bürünen bu yüzler, gözükmeye
başlar.
"Onlar".... Bu karanlıklara ve toz bulutuna gömülen
insanlar, "cehennemliklerdir." Oranın sahipleri ve sakinleridir.
"Orada ebedi olarak kalacaklardır."
ORTAKLARINIZ VE
ARACILARINIZ NEREDE
28- O gün insanların
hepsini biraraya toplarız da sonra bize ortak koşanlara, "Siz ve koştuğunuz
ortaklar olduğunuz yerde kalınız " deriz. Sonra onları birbirinden ayırırız.
O zaman bize ortak koşulan putlar, ortak koşanlara şöyle derler: "Siz bize
tapmıyordunuz. "
29- Aramızda şahit
olarak Allah yeterlidir. Gerçekten sizin bize taptığınızdan haberimiz yoktu.
30- İşte orada
herkes geçmişteki her davranışının yararını ve zararını somut olarak görür,
insanların tümü gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler ve
yakıştırdıkları düzmece ilahlar yanlarından kayboluverir.
İşte kıyamet sahnelerinden birinde şefaatçıların ve
ortakların durumu böyle dile getirilmektedir. Bu canlı bir sahnedir. Ortak
koşulanların şefaatçıların, kendi kullarını Allah'ın azabından
koruyamayacaklarını, onları korumaya ve kurtarmaya güç yetiremeyeceklerini
soyut bir haber olarak vermekten çok daha etkilidir.
Bunların hepsi toptan Mahşer yerine gidecektir...
Kâfirler de ortak koşulanlar da... Onlar, bunların Allah'ın ortakları
olduklarına inanıyorlardı. Fakat Kur'an onlara, `kendi ortakları' adını
veriyor. Böylece bir taraftan bu düşünceyi küçümsüyor, bir taraftan da bu
ortakları kendilerinin icad ettikleri ve onların hiçbir zaman Allah'a ortak
olmadıklarına işaret ediyor.
Bunların hepsine, kâfirlere ve koştukları
ortaklarına birden şu ferman çıkıyor:
"Siz ve koştuğunuz ortaklar olduğunuz yerde
kalınız."
Olduğunuz yerde durun! Onların kendi yerlerinde
çakılıp kalmış olmaları gerekir! Çünkü bugün emir, uygulama içindir. Sonra
onlara ve ortak koştuklarını birbirinden ayırırlar ve aralarına bir engel
koyarlar.
"Sonra onları birbirlerinden ayırırız."
O zaman kâfirler konuşamazlar. Yalnız ortaklar
konuşurlar. Kendilerinin, bu cinayetten ve bu kâfirlerin Allah ile beraber
veya Allah'ı bir yana bırakarak kendilerine tapmış olma cinayetinden
habersiz olduklarını açıkça ortaya koymak için, kâfirlerin kendilerine
taptıklarını bilmediklerini ve anlamadıklarını, hissetmediklerini ilan etmek
için konuşurlar. Demek ki, onlar cinayete ortak değildir. Onlar bu
söylediklerine yalnız Allah'ı tanık olarak gösterirler.
"O zaman bize ortak koşulan putlar, ortak koşanlara
şöyle derler; "Siz bize tapmıyordunuz."
Aramızda şahit olarak Allah yeterlidir. Gerçekten
sizin bize taptığınızdan haberimiz yoktu.
İşte kendilerine ibadet edilen ortakların halı
budur!.. Onlar zayıf yaratıklardır. Kendilerine tâbi olanların günahından
sıyrılmak istiyorlar. Yalnız Allah'ı şahit olarak gösteriyorlar. İştirak
etmedikleri bir günahtan kurtulmayı talep ediyorlar!
İşte bu sırada, bu apaçık meydanda herkese dünyada
işledikleri amellerin hepsi bildirilir. Bilgi ve deneyim sahibi bir insan
gibi, bu amellerinin kendisini nereye götüreceğini herkes anlar.
"İşte orada herkes, geçmişteki her davranışının
yararını ve zararını somut olarak görür."
İşte orada herkesin kendisine dönüş yaptığı tek ve
gerçek olan Allah'a karşı durumu ortaya çıkar.
"İnsanların tümü gerçek sahipleri olan Allah'a
döndürülürler."
Burada müşrikler kendi iddialarından, inançlarından
ve ilahlarından gerçek hiçbir şey bulamazlar. Bunların hepsi kendilerinden
kaçmıştır. Artık bunların hepsi yokolmuştur.
"Ve yakıştırdıkları düzmece ilahlar yanlarından
kayboluverir."
İşte bu şekilde Mahşer meydanı ile ilgili bir sahne,
bütün gerçekliği, bütün realiteleri, olayları, bütün etkileri ve bütün
imajları ile gözler önüne serilmiş olmaktadır. Kur'an bu sahneyi birkaç
kelime ile ortaya koyuyor. Bunlar insanın gönlünde, kuru bir haber verme ve
uzun boylu diyalektik deliller ile elde edilmeyen etkiler bırakıyor.
GERÇEK RABBİNİZ
Saçma ve temelsiz iddiaların geçersiz olduğunu,
Mahşer yerine ve oradaki olaylara egemen olan Allah'ın gerçek dost olduğunu
ortaya koyan Mahşer gezisinden sonra, içinde yaşadıkları pratik hayatın
realitesine, yakından tanıdıkları iç dünyalarına, hayatta gördükleri
sahnelere, hatta onların kendilerinin bile bunların hepsinin Allah
tarafından yaratıldığını ve O'nun tarafından idare edildiğini kabul
etmelerine geçmektedir:
31- Onlara de ki;
"Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere işlerini
görme yeteneğini kim verdi? Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkaran kimdir?
Evrenin işlerini kim çekip çeviriyor? Sana, "Allah" diyeceklerdir. O zaman
onlara, "Allah'dan korkmuyor musunuz?" de.
32- İşte gerçek
Rabbiniz Allah budur. Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var ki? O halde
nasıl gerçekten saptırılıyorsunuz?
Daha önce Arap müşriklerinin Allah'ın varlığını,
O'nun yaratıcı, rızık verici, idare edici olduğunu inkâr etmediklerini
belirtmiştik. Onların ortaklar edinmeleri, Allah'a daha yakın olmak içindi.
Veya Allah'ın kudretinin yanında, onların da bir kudreti olduğuna
inanıyorlardı. İşte burada Kur'an, onları bizzat kendi inançları açısından
ele alıyor. Onların bilinçlerini, düşüncelerini ve fıtri olan mantıklarını
harekete geçirme yolu ile bu karma inancı ve sapıklığı düzeltmeye çalışıyor.
"Onlara de ki; "Gökten ve yerden size rızık veren
kimdir?"
Yeri dirilten, ekinleri bitiren kimdi? Yeryüzünün
bitkileri, yağmurları, kuşları, balıkları ve hayvanları ile yeryüzünün
besinlerinden kendilerini ve hayvanlarını yerden elde ettikleri ürünlerden
rızıklandıran kimdir? İçinde yaşadıkları şartlar nedeniyle o gün insanlar,
gök ve yerin rızkından bunları anlıyorlardı. Yer ve göğün rızkı elbette ki
bundan çok daha geniş kapsamlıdır. Bugün halâ insanlar evrenin yasalarını
keşfettikçe göklerin ve yerin rızıklarını daha iyi anlamaktadırlar. Allah'ın
bu rızkım, nimetini, inançlarının sağlıklı veya sakat oluşlarına göre bazen
iyilik yolunda, bazan kötülük yolunda kullanmaktadırlar. Bunların hepsi de,
insanların hizmetine verilen Allah'ın rızkıdır. Yeryüzünde rızıklar...
Yeraltında rızıklar var... Suyun üzerinde rızıklar... Suyun derinliklerinde
rızıklar var... Güneş ışınlarında, ay ışığında rızıklar var... Hattâ
kokuşmuş çürümüş toprakta bile birtakım ilaçlar ve panzehirler olduğu
keşfedilmiştir!
"Kulaklara ve gözlere işlerini görme yeteneğini kim
verdi?
Görevlerini yerine getirmeleri için göze ve kulağa
güç veren veya gücünü geri alan bu organları sağlığa kavuşturan veya hasta
eden, çalışmaya iten veya çalışmaz hale getiren, hoşlandığını veya
hoşlanmadığını onlara işittiren ve görmelerini sağlayan kimdir? İşte onların
o zamanlar, işitme ve görmeye sahip olmaktan anladıkları buydu. Bu kadarcık
bir anlama da, bu sorunun nereye vardırmak istendiğini, hangi tarafa
yöneltmek istendiğini kavramaları için yeterliydi... İnsanlar bugün halâ
işitme ve görmenin yapısını keşfetmeye devam ediyorlar. Yüce Allah'ın bu iki
organa yerleştirdiği ince gerçekleri ortaya koyarak bu sorunun kapsamını ve
alanını genişletiyorlar... Gözün yapısı, damarları, görülen varlıkları
algılama şekli veya kulağın yapısı, bölümleri ve ses dalgalarını ve
titreşimlerini algılama yöntemi başlı başına başdöndüren bir dünyadır.
Bunlar, modern çağda insanlar tarafından icad edilen bilimum mucizeleri ile
ortaya konan en hassas cihazlarla karşılaştırıldığında akılları
durdurmaktadır! İnsanlar, insan yapısı bu cihazlardan ürperse de, dehşete
kapılsa da, onlarla övünse de, bunlar Allah'ın yarattıkları ile
karşılaştırılabilecek cihazlar değildir. Allah'ın yarattığı varlıklarla
kıyaslanmayacak olan, insanlar tarafından icadedilen bu cihazlar karşısında
insan ürperiyor, irkiliyor, onlarla övünüyor. Oysa insanlar, Allah'ın
evrendeki ve iç dünyalarındaki ilahi, eşsiz cihazların yanından sanki hiç
görmüyorlarmış, anlamıyorlarmış gibi aldırmadan geçip gidiyorlar!
"Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkaran kimdir?"
Onlar duran şeyle. ı ölü, gelişen veya hareket eden
şeyleri canlı sayıyorlardı. Dolayısıyla onlar, tohumdan bitkinin, bitkiden
tohumun, civcivin yumurtadan, yumurtanın yavrudan meydana gelmesinden ve
buna benzer manzaralardan sorunun anlamını kavrıyorlardı. Bu onlara göre
gerçekten tuhaf bir şeydi. Gerçekten de bunlar, bugün tohumun, yumurtanın ve
benzeri varlıkların aslında ölü değil canlı oldukları öğrenildikten sonra
bile ilginçliğini korumaktadır. Çünkü bunlarda gizli bir hayat ve yetenek
vardır. Zira hayatın bütün yetenekleri, kalıtım yolu ile geçen genleri,
çehreleri, nakışları ve özellikleri ile böyle bir varlıkta gizlenmesi,
Allah'ın kudreti tarafından yaratılan oldukça ilginç ve hayret verici bir
olaydır.
Hiç şüphesiz tohumdan bitkinin, hurma çekirdeğinden
hurma ağacının çıkışını veya yumurtadan civcivin, hücreden insanın oluşumunu
bir an için seyretmek, koca bir hayatı, ürperti ve bilinçli bir düşünce
içinde geçirmeye yeterlidir!
Acaba başak tohumun neresinde gözlenebilir? Bitkinin
gövdesini neresinde saklayabilir? Kökler, filiz ve yapraklar neresine
girebilir?
Hurmanın meyvesi ve kabuğu, göklere yükselen
gövdesi, salkımları, dalları ve yaprakları hurma çekirdeğinin neresine
gizlenebilir? Tadı, mayhoşluğu, engin, kokusu, yaş hurması, kuru hurması,
koruk olanı, yumuşak olanı nereye gizlenebilir?..
Civciv yumurtanın neresindedir? Eti ve kemiği,
yumuşak ve sert olan tüyü, rengi, telekleri ve alametleri, kanat çırpması ve
ses çıkarması, bağırması yumurtanın neresinde gizlidir?
Bu insan denen ilginç varlık hücrenin neresindeydi?
Kaynakları ve bölgeleri açısından mazinin değişik alanlarına uzanan kalıtım
yolu ile kendisine geçmiş bulunan yüz hatları ve ayırıcı özellikleri nerede
gizliydi? Ses telleri, gözünün bakışları, boynunun sağa sola çevrilişi,
sinirlerin, damarların yetenekleri, erkeklik dişilik, aile ve anne-babanın
kahtım yolu ile geçen karakterleri neredeydi? Sıfatları, yüz hatları ve
belirgin işaretleri, alametleri neredeydi, nerede?
Değişik boyutları ile her tarafa uzanan bu dünyanın
tohumda, çekirdekte, yumurtada ve sperm hücresinde gizli olduğunu söylememiz
yeterli olacak mıdır? Bunu söylemek, Allah'ın kudreti ve Allah'ın idaresi
dışında hiçbir şekilde açıklanması ve yorumlanması mümkün olmayan
hayretleri, şaşkınlıkları sona erdirebilecek midir?
Bugün halâ insanlar, ölümün : ° hayatın, ölüden
diriyi, diriden ölüyü çıkarmanın sırlarını keşfetmeye, elementlerin ölüme
veya hayata dönüşme aşamalarında olduğunu tesbit etmeye çalışmaktadır... Bu
da her gün, her zaman yukardaki sorunun alamı, derinliğini ve kapsamlılığını
genişletmektedir. Pişirme ve ateşte kızartma ile ölen yemeğin canlı bedende,
canlı bir kana dönüşmesi bu canlı olan kanın içerdeki yanma neticesinde, ölü
artıklara dönüşmesi, gerçekten hayretengiz bir olaydır. Bu konuda bilim
ilerledikçe, insanın hayreti deha da artmaktadır. Bu olaylar gecenin her
saatinde ve gündüzün her anında durmadan devam etmektedir. Gerçekten hayat,
insanın bütün varlığına soru işaretleri yönelten, insanları etkisi altına
alan kapalı muammadır. Bu soruların hepsine ancak hayatı veren bir ilahın
varlığı kabul edildiğinde sağlıklı cevap verilebilir!
"Evrenin işlerini kim çekip çeviriyor?"
Buraya kadar sözü edilen ve edilmeyen evrenin
işlerini, hayatın işlerini düzenleyen ve idare eden kim? Evrenin içinde
yeralan gezegenlerin yörüngelerindeki hareketlerini bu kadar ince hesaplarla
düzenleyen, evrensel yasayı belirleyen ve idare eden kim? Kendisi için
belirlenen yolda, bu kadar ince ve derin boyutlara varan düzenle yoluna
devam eden bu hayatın hareketini idare eden kim? İnsanın hayatına hükmeden
ve bir kere olsun şaşmayan ve eğilip-bükülmeyen, toplumsal yasaları
belirleyen ve idare eden kim? Kim?.. Kim?..
"Sana, `Allah' diyeceklerdir."
Müşrikler, Allah'ın varlığını veya O'nun büyük
işlerde eli olduğunu inkâr etmiyorlardı! Yalnız fıtratları doğru yoldan
saptığı için, Allah'ın varlığını kabul etmelerine rağmen Allah'a ortak
koşuyorlardı. İbadet niteliği taşıyan eylemlerini (Şeâir) O'ndan başkasına
sunuyorlardı. Bunun yanında Allah'ın izninden kaynaklanmayan yasalara
uyuyorlardı!
"O zaman onlara, `Allah'dan korkmuyor musunuz'? de."
Size gökten ve yerden rızık gönderen, kulaklara ve
gözlere hükmeden, diriyi ölüden, ölüyü diriden çıkaran, bu işlerde ve
başkalarında bütün işleri düzenleyen, idare eden Allah'dan korkmaz mısınız?
Bunların hepsine sahip olan kesinlikle Allah'dır. İşte gerçek ilah sadece
O'dur. O'ndan başkası değil...
"İşte gerçek Rabbiniz Allah budur."
Gerçek sadece bir tanedir; birkaç tane olamaz.
Gerçeğin dışına çıkan batıla, yanlışa düşmüş ve ölçüyü kaybetmiştir:
"Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var ki? O
halde nasıl gerçekten saptırılıyorsunuz?"
Apaçık ve net bir halde gözler önünde duran
gerçekten, nasıl yüz çeviriyor ve ondan uzaklaşıyorsunuz?
Müşriklerin giriş mahiyetindeki ana ilkelerini kabul
edip, bunun kaçınılmaz sonuçlarını inkâr ettikleri ve zorunlu olan
şartlarını yerine getirmedikleri, apaçık gerçekten bu tür yüz çevirmeleri
yüzünden yüce Allah, değişmez yasalarında ve kanunlarında şu ilkeyi
belirlemiştir:
"Fıtratın sağlıklı, duyarlı olan mantığından ve
önceleri yaşamış milletlere hükmeden yasalardan yüz çeviren, kulak vermeyen
insanlar iman etmezler."
33- Böylece Rabbinin
yoldan çıkmışlara ilişkin, onların iman etmeyecekleri şeklindeki sözü
gerçekleşmiş oldu.
Bu ilke, Allah onları iman etmekten alıkoyuyor
anlamına gelmez. İşte imanın evrendeki delilleri apaçık ortada. İşte onların
inançlarında bile, imanın öncüleri, önşartları kesin biçimde yeralıyor.
Fakat onlar buna rağmen kendilerini imana ulaştıracak yoldan sapıyorlar.
Ellerindeki öncülleri inkâr ediyorlar. Gözleriyle gördükleri delillerden yüz
çeviriyorlar. Sahip oldukları fıtratın sağlam mantığını kullanmıyorlar.
Bundan sonra tekrar Allah'ın kudretini gösteren
olaylara dönülüyor. Ortakların bu olaylarla herhangi bir etkisi olup
olmadığı ortaya konuyor:
34- Onlara de ki;
"Allah'a ortak koştuğunuz putlar içinde, yaratma olayını ilk başta
gerçekleştiren ve sonra tekrarlayan var mı?" De ki; "Allah yaratma olayını
ilk başta gerçekleştirir, sonra da onu tekrarlar. Doğrudan nasıl
saptırılıyorsunuz?"
35- Onlara de ki; "Allah'a ortak koştuğunuz putlar
arasında gerçeğe ileten var mı?" De ki; "Allah, insanları gerçeğe iletir. "
Acaba insanları gerçeğe ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa başkasının
kılavuzluğundan yararlanmadıkça doğru yolu kendi kendine bulamayan mı? O
halde size ne oluyor da böyle yanlış hüküm veriyorsunuz?
Yine yaratma ve kendilerini doğruya iletme gibi
soruda yeralan konular, onların daha önce de gözlemledikleri ve önceki
inançlarının doğal sonuçlarından çıkacak normal meseleler değildi. Fakat
buna rağmen yüce Allah, onların önceki inançlarına dayanarak bu soruları
onlara yöneltiyordu. Zira, azıcık bir düşünme ve değerlendirme onların bu
meseleleri kavramalarına ve önceki inançlarının kaçınılmaz sonuçlarından
biri olduğunu anlamalarına neden olabilirdi. Ayrıca yöneltilen soruların
cevabını onlardan beklemiyor. İmana ilişkin ön şartların kabul edilişinden
sonra, varılacak sonuçların gayet açık olmalarına dayanarak soruları kendisi
cevaplıyor.
"Onlara de ki; "Allah'a, ortak koştuğunuz putlar
içinde yaratma olayını ilk başta gerçekleştiren ve sonra tekrarlayan var
mı?"
Onlar, Allah'ın başta her şeyi yarattığını kabul
ediyorlardı. Yalnız onları yeniden yaratacağını, ölümden sonra dirilmeyi,
kabirlerden kalkmayı, hesaba çekilmeyi ve amellerine göre cezalandırılmayı
kabul etmiyorlardı. Şu var ki: Yaratan ve idare eden Allah'ın hikmeti, sırf
başta her şeyi yaratması ile, sonra kendileri için hedef gösterilen
olgunluğa kavuşmadan, iyiliklerinin ve kendilerine gösterilen yolda
yürümelerinin mükâfatını almadan, kötülüklerinin ve doğru yoldan
sapmalarının cezasını çekmeden bu yeryüzündeki insanların hayatının sona
ermesi ile gerçekleşemez ve anlaşılamazdı. Hikmeti gözeten ve her şeyi en
güzel biçimde düzenleyen, idare eden bir yaratıcı için böyle bir hayat seyri
eksik olurdu. O'na yakışamazdı. Yaratıcı olan Allah'ın hikmeti, düzeni ve
idaresi, adaleti ve rahmeti açısından ahiret hayatı, hiç şüphesiz inanç
sisteminin kaçınılmaz şartlarından biriydi. Onlar Allah'ın yaratıcı olduğuna
inandıkları, ölüden diriyi çıkardığını kabul ettikleri için, bu gerçeği
onlara bildirmek gerekiyordu. Zaten ahiret hayatı, onların kabul ettikleri
ölüden diriyi çıkarmaya çok benziyordu:
"De ki; Allah, yaratma olayını ilk başta
gerçekleştirir, sonra da onu tekrarlar."
Ellerinde bu kadar öncüller bulunduğu halde bu
gerçeği anlamaktan yüz çevirmeleri gerçekten tuhaftır:
"Doğrudan nasıl saptırılıyorsunuz?"
Gerçekten uzaklaşır, uydurma şeylere yönelir ve
doğru yoldan saparsınız'?
"Onlara de ki; "Allah'a ortak koştuğunuz putlar
arasında gerçeği ileten var mı?"
Sizin ortaklarınızdan kitap indiren, peygamber
gönderen, bir hayat sistemi kuran, bir hukuk belirleyen, uyarıda bulunan,
iyiliğe yönelten, yüce Allah'ın evrendeki ve gönüllerdeki ayetlerini ortaya
koyan, bilinçsiz gönülleri uyandıran, fonksiyonunu yerine getiren ve
duyguları harekete geçiren birileri var mıdır? Bunların hepsinin Allah'dan
olduğunu biliyorsunuz. Ve bunların hepsini size getiren ve arzeden, gerçeğe
ulaşmanız için uğraşan peygamberin fonksiyonunu biliyorsunuz değil mi? Bu
konu da daha önce onların kabul ettikleri bir mesele değildi. Fakat bu da,
realiteleri gözönünde bulunan bir gerçekti. Peygamber'in -salât ve selâm
üzerine olsun- onlara açıklaması, onların da bunları olduğu gibi kabul
etmeleri gerekirdi:
"De ki; Allah insanları gerçeğe iletir."
İşte bu gerçekten yeni bir mesele çıkıyor. Onun da
cevabı ortadadır:
"Acaba insanları gerçeğe ileten mi uyulmaya daha
lâyıktır, yoksa başkasının kılavuzluğundan yararlanmadıkça doğru yolu kendi
kendine bulamayan mı?"
Cevap ortadadır. İnsanlara doğru yolu gösteren
uyulmaya daha lâyıktır. Başkasının yol göstermesi bir yana, kendisine bile
doğru yolu gösteremeyen değil!.. İlahlara ilişkin bu ilke taş olsun, ağaç
olsun, yıldız olsun veya Hz. İsa -selâm üzerine olsun- örneğinde olduğu gibi
bir insan olsun, bütün ibadet edilen varlıklar için geçerlidir. İnsanlara
doğru yolu göstermesi için Allah tarafından bir peygamber olarak
gönderilmesine rağmen, insan olması nedeniyle Allah'ın hidayetine muhtaç
olan Hz. İsa için durum böyle olduğuna göre, bu gerçek ilke başka ilahlar
için haydi haydi geçerli olur.
"O halde size ne oluyor da böyle yanlış hüküm
veriyorsunuz?"
Ne oldu size! Beyniniz dumura mı uğradı? Olayları
nasıl değerlendiriyorsunuz da, bütün çıplaklığı ile ortada olan gerçekten
uzaklaşıp gidiyorsunuz'?
Kur'an'ın akışı içinde onlara böyle bir soru sorulup
cevabı verildikten sonra... Kendilerine verilen bu cevabın, apaçık
gerçeklerin zorunlu sonucu ve daha önce kabul ettikleri öncüllerin
kaçınılmaz neticesi olduğu belirtildikten sonra, müşriklerin; görüş
belirtme, delil getirme, hüküm verme ve bir şeye inanmada pratiklerinin ve
realitelerinin ne olduğu dile getiriliyor. Görülüyor ki, onlar gerek
inandıkları ve hüküm verdikleri konularda ve gerekse taptıkları ilahlarda
kesin bir gerçeğe dayanmıyorlar. Aklı ve fıtratı huzur ve güvene
kavuşturacak etüdlerle elde edilmiş gerçeklere yaslanmıyorlar. Sadece
kuruntulara ve tahminlere bağlanıyorlar. Bu mitolojik anlayışa göre yaşıyor
ve onunla ayakta duruyorlar. Ne var ki, bunlar hiçbir gerçeği ifade
edemezler.
36- Onların çoğu
sadece zayıf bilgiye, zanna dayanıyor. Oysa zan, zayıf bilgi, gerçeğin bir
noktasının bile yerini tutamaz. Hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını
bilir.
Onlar Allah'ın ortakları olduğunu sanıyorlar. Fakat
bu zanlarını, incelemeleri, etüdlere tabi tutmuyorlar. Teori ve pratik
olarak onun, gerçek olup olmadığını araştırmıyorlar. Onlar sanıyorlar ki,
eğer bu putlar tapılmaya, ibadet edilmeye lâyık olmasaydı, ataları onlara
ibadet etmezlerdi. Evet böyle sanıyorlar ve bu saçma anlayışın doğru olup
olmadığını araştırmıyorlar. Akıllarını geleneksel ve tahmine dayalı
bağlılığın esaretinden kurtaramıyorlar... Yine onlar sanıyorlar ki,
kendilerinden bir adama Allah vahiy göndermez. Fakat bu işin Allah açısından
neden imkânsız olduğunu incelemiyorlar.. Onlar sanıyorlar ki, Kur'an,
Muhammed'in yazdığı bir kitaptır. Yalnız düşünmüyorlar ki; bir insan olan
Muhammed, bu Kur'an'ı yazabiliyorsa, kendileri de onun gibi insanlar
oldukları halde neden bir Kur'an yazamıyorlar'?.. İşte bu şekilde, gerçek
bir değer taşımayan bir yığın zan içinde yaşıyorlar. Onların neler
yaptıklarını ve ne işlerle uğraştıklarını kesin bir şekilde bilen yalnız
Allah'tır.
"Hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını bilir."
BU KUR'AN ALLAH'DAN
GELDİ
Yukarıdaki değerlendirmenin detaylı bir devamı
niteliğindeki bir açıklama ile Kur'an'ın akışı, onları Kur'an'a ilişkin yeni
bir geziye çıkarıyor. Kur'an'ın, Allah'dan başkası tarafından uydurulan bir
kitap olduğu şeklindeki bir yaklaşımı reddederek ve Kur'an'ın surelerine
benzer bir tek sure ortaya koyamayacaklarını vurgulayarak bir meydan
okuyuşla konuya giriyor. İkinci olarak, onların kesin olarak bilmedikleri ve
araştırmadıkları konularda çarçabuk hüküm verdiklerini dile getiriyor.
Üçüncü olarak, bu Kur'an'ı karşılamada nasıl bir tavır takındıklarını, nasıl
bir duruma düştüklerini ifade ediyor. Dördüncü olarak, Peygamber'in -salât
ve selâm üzerine olsun- müşrikler kabul etsin etmesin, kendi çizgisinde
sebat etmesi gerektiğini belirtiyor. Son olarak, bilinçli bir biçimde
sapıklığı tercih eden kesimin imanından ümit kesildiğine ve onları bekleyen
acı akıbete, böyle bir akıbete uğramalarında Allah'ın onlara zulmetmediğine,
bilinçli olarak sapıklığı seçmekle bu akıbete uğramayı hak ettiklerine
işaret ediliyor:
37- Bu Kur'an
Allah'dan geldi, başkası tarafından uydurulmuş değildir. O, kendisinden
önceki semavi kitapları onaylar ve ilahi kitabı ayrıntılı biçimde açıklar.
Onun alemlerin Rabbi tarafından gönderildiği kuşkusuzdur.
38- Yoksa, 'Onu
Muhammed uydurdu mu diyorlar? Onlara de ki; 'Eğer doğru söylüyorsanız,
Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri
yardıma çağırabilecekseniz, çağırınız.
39- Tersine onlar
bilgisini kavrayamadıkları ve henüz açıklamasına da muhatap olmadıkları bir
mesajı yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlanmışlardı. Gör
bakalım, o zalimlerin sonu nice oldu?
40- Onlardan kimi bu
Kur'an'a inanır, kimi de inanmaz. Rabbin, kimlerin bozguncu olduğunu
herkesten iyi bilir.
41- Eğer onlar seni
yalanlarsa de ki; "Benim işlediklerim bana, sizin işledikleriniz de sizedir.
Benim işlediklerim ile sizin bir ilginiz olmadığı gibi, sizin
işlediklerinizle de benim bir ilgim yoktur. "
42- Onların arasında
Kur'an okurken sana kulak verenler de vardır. Fakat üstelik düşünme
yeteneğinden de yoksun sağırlara, sen söz işittirebilir misin?
43- Onların arasında
sana bakanlar da vardır. Fakat görme yeteneğinden bütünü ile yoksun körleri,
sen doğru yola iletebilir misin?
44- Allah insanlara
hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.
"Bu Kur'an Allah tarafından geldi, başkası
tarafından uydurulmuş değildir."
Kur'an'ın gerçeğe dayalı konuları, ifade gücü,
sözleri arasındaki mükemmel ahengi, getirdiği inanç sistemindeki eşsizliği,
kurallarının içerdiği beşeri düzeni, ilahlık gerçeğini, insanlığın, hayatın
ve evrenin yapısını eşsiz bir şekilde tasvir edişi ile... Evet bütün bu
özellikleri ile Kur'an'ın, Allah'ın dışında başkaları tarafından uydurulmuş
olması mümkün değildir. Zira onu meydana getirebilecek tek güç, Allah'ın
gücüdür. Bütün varlıkları başlarından sonlarına, dışlarından içlerine
varıncaya kadar her yönü ile kuşatan, her çeşit yetersizlikten ve
eksiklikten, cahilliğin ve acizliğin etkilerinden arındırılmış bir sistemi
kuran kudret, ancak Kur'an'ı meydana getirebilir...
"Bu Kur'an Allah'dan geldi, başkası tarafından
uydurulmuş değildir."
Kur'an gerçekten uydurulabilecek bir kitap değildir.
Burada reddedilen Kur'an'ın uydurulmuş olması değil, uydurulmuş olmasını
mümkün görme anlayışıdır. Bu anlayışın reddedilişi daha anlamlı ve daha
etkilidir.
"O, kendisinden önceki semavi kitapları onaylar."
Daha önceki peygamberlere gönderilen kitapları,
inanç `sisteminin özü' ve `iyiliğe çağırma' açısından doğrular.
"İlahi Kitab'ı ayrıntılı biçimde açıklar."
Bütün peygamberlerin Allah'ın katından getirdikleri
ana ilkelerde bağdaşan, detaylarda farlılık gösteren tek Kitab'ın
açıklaması... Bu Kur'an Allah'ın kitabını detaylandırır, getirdiği iyiliğe
ulaştırıcı vasıtaları ve bu iyiliği gerçekleştirme ve korumanın çarelerini
gösterir. Allah ile ilgili inanç sistemi birdir. İyiliğe çağırma birdir.
Fakat bu iyiliğin şeklinde birtakım ayrılıklar olabilir. Bu iyiliği
gerçekleştirecek hukuk sisteminde ayrıntılara ilişkin farklılıklar olabilir.
Bunlar insanlığın o zamanki gelişmesiyle ve ondan sonraki ilerlemeleriyle
uyum sağlayacak biçimde belirlenmiştir. İnsanlık olgunluk çağına erişinceye
kadar böyle devam etti. Rüşdüne erişen insanlık, olgun insanlar gibi
Kur'an'la muhatap oldu. Aklın ve düşüncenin fazla bir fonksiyona sahip
olmadığı maddi somut harikalarla muhatap kılınmadı.
"Onun alemlerin Rabbi tarafından gönderildiği
kuşkusuzdur."
Burada Kur'an'ın asıl kaynağı ortaya konmak sureti
ile, onun uydurulmuş olmasını mümkün görme anlayışı, bir kere daha
reddediliyor ve pekiştiriliyor.
"O, alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiştir."
"Yoksa, `Onu Muhammed uydurdu' mu diyorlar?"
Bu reddediş ve açıklamadan sonra onlara halâ Kur'an,
Muhammed'in uydurduğu bir eserdir mi diyorlar? Halbuki Muhammed bir
insandır. Kendilerinin konuştuğu dili konuşmaktadır. Kendilerinin de sahip
olduğu harflerden başka bir şeye sahip değildir. "Elif, Lam, Mim..." "Elif,
Lam, Ra...", "Eli, Lam, Mim, Saad..." vesaire gibi. Madem ki bunda ısrar
ediyorlar, öyleyse hodri meydan! İşte harfler ve işte toplayabildikleri
kadar adam! Haydi uydursunlar, Muhammed'in uydurduğunu söylediklerini!
Üstelik de, tam bir Kur'an'ı değil, yalnız bir tek sureyi!
ALLAH'IN İCAZI
"Onlara de ki; "Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a
benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri yardıma
çağırabilecekseniz, çağırınız."
Bu meydan okuyuş ve bu meydan okuyuş karşısındaki
acizlik daha önce kesinleşmiştir. Bugün de devam etmektedir. Sonsuza kadar
da devam edecektir. Bu dilin güzel ve etkili ifade gücünü anlayanlar, sanat
güzelliğinin ve ses tonundaki ahenginin zevkine erenler, bir insanın ifade
sanatında bu kadar üstün bir ahenge ulaşamayacağını kavrayabilirler. Aynı
şekilde sosyal düzenleri ve yasama metodlarının etüdlerini yapanlar, bu
Kur'an'ın öngördüğü sosyal düzeni tedkik edenler, Kur'an'ın insan
topluluklarını düzenlemeye, toplum hayatının her alanına ilişkin
ihtiyaçlarına, gelişmeleri ve değişiklikleri rahatlıkla ve esnek bir biçimde
karşılamaya ilişkin saklı bulundurduğu fırsatlara getirdiği bakış açısını
anlayacaklardır. Yine kavrayacaklardır ki, bütün bunlar, bir tek insan aklı
tarafından kuşatılamayacağı gibi, bir kuşağın ya da bütün kuşakların
akılları tarafından da kuşatılamaz. İnsan psikolojisini, insanların üzerinde
etkili olmanın ve onları yönlendirmenin ana ilkelerini ve vasıtalarını
inceleyip sonra da, Kur'an'ın vasıtalarını ve yöntemlerini tedkik edenler,
bu üstünlüğü görebileceklerdir.
Kur'an'ın icazı, sadece sözleri, ifadeleri, söyleniş
tarzı ile sınırlı değildir. Bu konularda deneyimi, uzmanlığı bulunanların
somut biçimde görebilecekleri gibi, onun icazı sınırsız bir icazdır... Bu
vecizliği-icazı Kur'an'ın sistemlerinde, yasalarında, psikolojisinde ve her
alnında gözlemek mümkündür.
İfade sanatını kullananlar, sanatsal ifade konusunda
yetkinliği olanlar, Kur'an'ın bu alanla ilgili edebi icazını diğer
insanlardan daha iyi ve daha güzel kavrayacaklardır. Sosyal, hukukî,
psikolojik ve insani düşüncenin ana hatları ile uğraşanlar, bu Kur'an'da
yeralan konuların vecizliğini diğer insanlardan daha iyi kavrayacaklardır.
Bu vecizliği ve bu vecizliğin boyutlarını gerçekten
açıklamak ve beşeri bir üslub ile bunu tasvir etmeye çalışmak noktasında,
acizliğimi peşinen kabul ediyorum. Beşeri gücümüz ölçüsünde ele alınsa bile,
bu konuyu detaylı olarak açıklamak için, başlı başına bir kitap yazmak
gerektiğini de biliyorum... Bununla beraber burada bu vecizliğe kısaca
işaret etmeden geçemeyeceğim...
Kur'an'ın ifade tarzı gerçekten eşsizdir. İnsanın
ifade tarzından tamamen ayrıdır... Kur'an üslubunun kalpler üzerinde öyle
hayret verici bir etkisi vardır ki, buna insanın üslubunda rastlamak mümkün
değildir. Kur'an, üslubunun kalpler üzerindeki bu egemenliği bazen öyle
noktalara varır ki, Arapça'dan tek harf dahi bilmeyenlere Kur'an'ın sadece
okunuşu bile büyük etkiler yapar... Öyle hayret verici olaylar meydana
geliyor ki, bunları "hiç Arapça bilmeyenler de Kur'an'ın sırf okunmasından
etkilenirler" görüşü ile açıklamaktan başka çare yoktur. Tabii ki, bunu bir
kural olarak kabul etmek gerekmez. Fakat böyle olayların meydana gelişi bir
yorumlamayı, bir değerlendirmeyi gerektirir... Ben başkalarından işittiğim
birtakım örnekleri burada anlatacak değilim. Bizzat gözlerimle gördüğüm ve
benimle beraber altı kişinin de şahit olduğu bir olayı burada aktaracağım.
Yaklaşık onbeş sene önceydi. Biz altı müslümandık.
Bir Mısır gemisiyle Atlas Okyanusunun engin suları üzerinden New York'a
gidiyorduk. Kadınlı-erkekli yüzyirmi yabancı yolcunun içinde bizden başka
müslüman yoktu. Birden Okyanusun üzerinde gemide, Cuma namazı kılmak
aklımıza geldi! Allah biliyor ya, bizi burada Cuma namazını kılmaya iten
sebep de; gemide misyonerlik çalışmasına devam eden ve bunun bir uzantısı
olarak bize karşı da, bu görevini yerine getirmeye kalkışan bir misyonere
karşı dini duygularımızın harekete geçmesiydi! Bir İngiliz olan gemi
kaptanı, namazımızı kılmamıza izin verdi. Namaz esnasında, "görev" başında
bulunmayan geminin tayfalarına, aşçılarına ve hizmetçilerine bizimle namaz
kılmaları için izin verdi. Bunların hepsi Sudan'ın Nevbe bölgesinden olan
müslümanlardı. Müslüman personel buna çok sevinmişti. Çünkü gemide ilk
olarak Cuma namazı kılınıyordu. Cuma hutbesini ben okudum ve namazı da ben
kıldırdım. Yabancı yolcuların çoğu etrafımızda halkalanmış, namaz kılışımızı
seyrediyorlardı!.. Namazdan sonra yabancı yolcuların çoğu, "duanız kabul
olsun" diyerek bizi kutlamaya geldiler. Zira onların namazımızdan
anladıkları en ileri şey duaydı! Yalnız bu kalabalığın içinden, daha sonra
Tito'nun cehenneminden -komünizminden kaçan, Yugoslavyalı bir hristiyan
olduğunu öğrendiğimiz bir bayan, olaydan ciddi biçimde etkilenmiş ve eylemin
tesirinde kalmıştı. Duygularına hakim olamıyor, gözyaşlarını tutamıyordu.
Yanımıza gelerek, gönülden bir sıcaklıkla elimizi tuttu ve düzgün olmayan
bir İngilizce ile bizim namazımızın derin etkisiyle, namazdaki huşu, düzen
ve manevi hava ile kendinden geçtiğini ifade ediyordu!.. Fakat bu olayın
bizim için önemli olan yanı burası değildi. Asıl önemli olan bu bayanın şu
sözleriydi: "Papazınız hangi dille konuşuyordu?" Kadıncağız, namazı `din
adamının' dışında bir kimsenin kıldırabileceğini düşünemiyordu! Zira
inandığı kilise hristiyanlığında, uygulama böyleydi! Biz onun yanlış
düşüncesini düzelttik!.. Ve gereken cevabı verdik. Bunun üzerine kadın dedi
ki: "İbadeti idare eden görevlinin konuştuğu dilin hayret verici bir musiki
tonu vardı. Hiçbir şey anlamasam da, sesi bana çok hoş geliyordu." Sonra
beklenmedik bir olay daha oldu. Kadın şöyle diyordu: `Fakat benim asıl
sormak istediğim mesele bu değildi. Aslında beni duygulandıran şey, `imamın'
sözleri arasında kullandığı, cazip bir musiki tonu ile ifade ettiği
sözlerdi. Bu sözler, bu kişinin diğer konuştuğu sözlerden çok farklı
geliyordu bana! Arada kullanılan bu sözlerin musiki yönü daha ağırlıklıydı
ve daha derin etkileri vardı. Bu özel bölümler içinde, bir titreme ve
tüylerimi diken diken eden bir ürperti meydana getiriyordu. Bunlar bambaşka
bir şeydi! Sanki `imam' bunları söylerken Kutsal Ruh ile doluyordu! "Bununla
neden söz ettiğini bir süre düşündük. Sonra anladık ki, bayan Cuma
hutbesinde ve namazda geçen Kur'an ayetlerini kastediyor! Bununla beraber
bayanın bu halı, bizde gerçekten dehşete varan bir şok yarattı. Çünkü bu
bayan, aslında ne dediğimizi anlamıyordu!
Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu bir kural
değildir. Sadece bu olayın ve başkalarının da bana aktardıkları bir dizi
olayın meydana gelmesi gösteriyor ki, bu Kur'an'ın bir sırrı daha vardır.
Bazı kalpler onun bu sırrını, sırf okunması ile yakalayabilmektedir. Bu
bayanın, kendi dinine inanması, ülkesindeki komünizm cehenneminden kaçışı,
onu Allah'ın sözlerine karşı bu derece hassas hale getirmiş olabilir. Fakat
her şeyi bununla açıklayamayız. Mesela memleketimizde halktan Kur'an'a kulak
veren onbinlerce insan, ondan hiçbir şey anlamaz. Yalnız onların kalpleri
bundan hayli etkilenir. Bu sırrının etkisinde kalırlar. Bunlar Kur'an'ın
dilini anlamada Yugoslavyalı bayandan çok fazla ilerde de sayılmazlar!
Ben Kur'an'ın üstünlüğünden söz ederken, bu gizli ve
hayret verici etkisine her şeyden önce değinmeyi tercih ettim. Edebiyat,
düşünce ve bilinç alanında uzmanlaşan insanların, diğer insanlardan daha
güzel kavradıkları yönlerine bundan sonra temas etmeyi uygun gördüm!
Kur'an'ın sunuş metodu çok büyük meseleleri ve
konuları ele almakla eşsiz bir anlatıma sahiptir. İnsanın, bu tür önemli
meselelerden söz ederken, o kadar kapsamlı boyutlarda meseleyi ele alması
mümkün değildir. Kur'an'ın anlatımı, geniş anlamı, ifadedeki inceliği,
güzelliği ve canlılığı ile de eşsizleşir! Bunun yanında ne güzellik
inceliğini, ne de öncelik güzelliğini bastırmaz. Böylece öyle bir vecizlik
seviyesine ulaşır ki, hiçbir insanın ona ulaşması düşünülemez. Edebiyat ile
uğraşan insanlar bunu daha rahat kavrayabilirler. Zira, bu sahada insan
gücünün hangi sınırlara kadar varabileceğini en iyi anlayanlar onlardır. Bu
nedenle onlar, bu seviyenin kesinlikle insan gücünün çok üstünde olduğunu
net ve açık biçimde anlarlar.
Kur'an anlatımının bu özelliğinden başka, bir
özellik daha doğar. Kur'an'ın bir bölümü, bölümün içinde birbiri ile uyumlu
ve ahenkli değişik konuları ele alır. Her bir konuyu net ve açık bir biçimde
açıklığa kavuşturur. İfade esnasında bu konuları karıştırmadan ve çelişkiye
düşmeden anlatır. Her konu ve her gerçek, kendisine uygun olan seviyesine
ulaşır. Öyle ki, bir tek bölümü değişik yerlerde kullanır. Ve bu değişik
yerlerde kullanılan bölüm, kullanıldığı her yerde içindeki metinle
kenetlenir. Sanki bu bölüm, bu alanda ve bu konuda ilk olarak kullanılıyor!
Bu, Kur'an'ın apaçık özelliklerinden biridir. Onu daha fazla açıklamamıza
gerek yoktur.
Okuyucu bu surenin girişinde verilen pasajları
incelediğinde görecektir ki, burada bir ayetin, bir bölümün değişik amaçları
için kullanıldığını ve kullanıldığı her yerde tamamen vazgeçilmez bir
fonksiyona sahip olduğunu görecektir. Bu sadece bir örnektir:
Kur'an anlatımının, sahneleri canlandırmada ve
doğrudan hitap etmede gerçekten güçlü ve eşsiz bir özelliği vardır. Olayı
öyle sahneliyor ki, gözlerimiz önünde cereyan ettiğini zannederiz. Bu
kesinlikle insanların ifade yöntemlerinde kullandıkları bir metod değildir.
İnsanlar bu ifade üslubunu taklid bile edemezler. Zira böyle bir şeyi
yapmaya kalkışmak işi daha da bozacak, normal yazının üslubu ile bağdaşmaz
hale getirecektir! Mesela, insanın edebi ifadesi Kur'an'ın üslubunu
kullanarak aşağıdaki konuları nasıl işleyebilecektir?
"İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve
askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun
boğulmanın eşiğine geldiğinde, "İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka
ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan)
biriyim" dedi. Ayetin buraya kadar olan bölümünde bir hikâye anlatılıyor.
Hemen ardından gözler önündeki bir sahnede doğrudan hitaba geçiliyor."
"Şimdi mi aklın başına geldi? Daha önce Allah'a hep
karşı gelmiş ve bozgunculardan biri olmuştun."
"Bugün senden sonra geleceklere ibret olasın diye
cansız vücudunu bozulmaktan kurtaracak, onu sahilde bir tepeye atacağız."
Sonra gözler önüne serilen sahneye ilişkin bir değerlendirme yapılıyor.
"Gerçi insanların çoğu bizim ibret verici belgelerimizin farkına varmazlar."
(Yunus Suresi, 90-92)
"De ki; "En büyük şahitlik kimindir?" De ki;
"Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an gerek sizi, gerekse
unlaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi." (En'am Suresi, 19)
Buraya kadar peygambere yöneltilen bir emir var ve
peygamber onu alıyor. Sonra birden bakıyoruz ki, peygamber topluluğa
soruyor:
"Sizler Allah ile birlikte başka ilahlar olduğuna mı
şehadet ediyorsunuz?"
Bir de bakıyoruz ki, peygamber tekrar kavminin
sorduğu ve kendi görüşlerine göre cevaplandırdıkları bu soru için emir
almaya yöneliyor:
"De ki, "Ben buna şahitlik etmem. De ki; "O, tek bir
ilahtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."
Aşağıdaki ayetlerde tekrarlanan, şahıs zamiri
değişiklikleri de bunun gibidir!
"Allah insanlar ile cinleri biraraya topladığı gün,
"Ey cinler, çok sayıda insanı ayarttınız" der. Cinlerin insandan
yardakçıları da, "Ey Rabbimiz, birbirimizi kullanarak bizim için belirlemiş
olduğun süreyi doldurduk" derler. O da; "Barınağınız orada sürekli kalmak
üzere cehennem ateşidir. Yalnız, Allah'ın affetmeyi diledikleri müstesna'
der. Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilir..."
"İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü
kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız."
"Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi anlatan ve
bugünle karşılaşacağınıza ilişkin sizi uyaran içinizden peygamberler gelmedi
mi? Onlar da, "Kendi aleyhimize şahitlik ederiz" derler. Dünya hayatı onları
aldattı da, kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
"Bu şunu kanıtlar ki, Rabbin gerçeklerden habersiz
olan bir kentin halkını haksız yere asla helâk etmez." (En'am Suresi,
128-131)
Kur'an'da buna benzer örnekler pek çoktur ve bu
insanların üslubundan tamamen ayrı bir üsluptur. Yok, böyle değil diyen ve
dolayısıyla boyunun ölçüsünü almak isteyen varsa, buyursun bu şekilde bir
ifade kullansın. Ve kullandığı bu ifade hem anlaşılır ve doğru bir söz
olsun, hem de göz alıcı güzelliğin, gönüllerde ağırlığını hissettiren
etkinin ve mükemmel ahengin parmakla gösterilen örneği olsun!
KUR'AN'IN
KONULARINDAKİ İCAZI
Bunlar, Kur'an'ın anlatımında yeralan bazı veciz
yönlerdir. Biz özlü bir şekilde bunlara değinmiş oluyoruz. Şimdi de
Kur'an'ın konularındaki vecizliğine ve insanın karakterinden tamamen farklı
olan, Rabbanî eşsiz özelliğinden biraz söz edelim.
Kur'an-ı Kerim insanın yapısına bir bütün olarak
hitap eder. Bazen soyut zihnine, bazen duyarlı olan kalbine, bazen coşkun
duygularına mücerret bir şekilde hitap etmez. Kur'an bunların hepsine birden
hitap eder. En kısa yönden hitap eder onlara. Hitap ettiği zaman insanın
alıcı-verici bütün cihazlarını harekete geçirir. Kur'an bu hitap şekliyle,
insanın bünyesinde varlığın bütün gerçeklerine ilişkin düşünceler,
etkilenmeler ve izlenimler meydana getirir. İnsanların tarih boyunca
kullandıkları bütün vasıtalar biraraya getirilse yine de böylesine derin,
böylesine geniş, böylesine ince ve böylesine net bir biçimde, ve böyle bir
metod ve böyle bir üslupla insanı ele alamaz!
Ben burada sözkonusu gerçeğin açıklık kazanması
için, "İslâm Düşüncesinin Özellikleri ve İlkeleri" adını taşıyan eserimin
ikinci cildinden bazı bölümler aktaracağım. Bu alıntıların konusu "İslâm
Düşüncesinin İlkeleri Belirlemede Kur'an'ın izlediği Metod"dur. Bu alıntı,
Kur'an'ın bunları güzel, eksiksiz, kapsamlı, ahenkli ve dengeli biçimde
ortaya koyduğunu ve bu metodun ilkeleri belirlemede en önemli özelliklerinin
bunlar olduğunu açıklamaktadır:
Bu metod şüphesiz bütün metodlardan ayrı ve
üstündür.
1- Kur'an'ın sunuş metodu her şeyden önce, "hakikatı
gerçek alemde bütün açılarıyla, bütün yönleriyle ve bütün ilişkileri ve
bütün gereklilikleriyle takdim etmesi sebebiyle diğer metodlardan üstün ve
farklıdır. (insanın anlatım gücü ise, bu seviyeye varamaz. Çünkü her yazar
belli bir seviyedeki insanlara hitab eder. Bu seviyenin dışındakiler ise
hemen hemen onu anlayamazlar.) Metod, bu kapsamıyla hakikatı zorlaştırmaz ve
etrafını sis ile kapatmaz. Tam tersine onu insan varlığının bütün
düzeylerine anlatır. Allah Tealâ kullarına rahmet olsun diye, bu düşüncenin
esaslarını belli bir ilmi seviye kaydına bağlamamıştır. Çünkü inanç, insan
hayatının baş ihtiyacıdır. Akıl ve kalplerinde kurulacak düşünce, onların
varlık alemiyle ilgi alanını belirleyecektir. Aynı zamanda, herhangi bir
ilmi elde etmenin yolunu belirleyecektir. Bu sebeple Allah bu inancı
anlamayı, herhangi bir ön bilgiye veya başka bir sebebe bağlı kılmamıştır.
Allah, inançtan oluşacak düşüncenin, beşerin ilim ve bilgisini
desteklemesini ve kemale erdirmesini istemektedir. Bu inancın,
çevrelerindeki kâinatı düşünme ve açıklama rehberi olmasıyla birlikte;
ilimlerinin ve bilgilerinin kendisinden başka hak ve kesin bilginin
bulunmadığı gerçek kesin bilgi üzerine kurulmasını istemektedir. Bundan
dolayı yüce Allah, inançtan kaynaklanan düşüncenin, beşeriyetin ilim ve
bilgi kaynağı olmasını istemektedir.
İnsanın bu kaynağın dışında elde ettiği ve ulaştığı
her sonuç ve her şey zannî bir bilgi ve kesin olmayan ihtimalli sonuçlardır.
Hatta deneysel bilim de buna dahildir. Çünkü deneysel bilimin metodu
kıyastır. Araştırma ve inceleme tümdengelim (dedüksiyon) ve tümevarım
(endüksiyon) yöntemleri araştırması ve incelemesi kolay değildir. Beşerin
elde ettiği sonuç ve hükümlerin doğru kabul edilmesi halinde durum budur.
İlmin en yüksek mertebesi, birçok deneyden sonra elde edeceği neticeler
üzerinde kıyaslama yapmaktır. İlmin kendisi de, bunun gibi kıyaslardan elde
edilen bulguların kesin olmadığını ve zanni olduğunu kabul etmektedir.
Üstelik her deney başlı başına ihtimallerden birinin tercih edilmesi esasına
dayanır. Yani, kesin ve tartışmasız değildir. İnsanın elde edebileceği tek
kesin ilim, her şeyi çok iyi bilen ve her şeyden haberdar olan bilgi ve
haber; sahibinden gelen ilimdir. O'nun zikrettiği her şey haktır ve O, her
şeyde hüküm verenlerin en üstünüdür. (Bu edenle Kur'an metodunun sunduğu bu
gerçeği insanın bünyesi kabul eder, onun bir ayrılığı olduğunu hisseder.
Diğer kaynaklardan aldığı hiçbir anlatımda böylesine bir ağırlıkla
karşılaşmaz. Bu da, konuları ele alış yönünden de mucize olan Kur'an'ın
sırlarından biridir.)
2- Bütün ilmi araştırmalar, felsefi düşünceler ve
sanatsal ilhamlarda karşılaşılan kopukluk, dağınıklık ve bunlar
eksikliklerden münezzeh olmadığı için, Kur'an'î metod diğerlerinden farklı
ve üstündür. Beşeri metodların yaptığı gibi güzel ve uyumlu olan `bütününün
bir yönünü alıp, diğerlerinden ayırmaz. Dünya alemini ahiret alemine
bağlayan bir akış içinde, bütünün her yönünü birden gözler önüne serer. Bu
akış içinde kâinat, insan ve hayat gerçekleri, ilahi gerçek ile bütünleşir.
Yeryüzündeki insan hayatı, rakibi veya taklidi mümkün olmayan bir üslup
içinde yaşayarak yücelikler alemindeki hayatla birleşir. Beşeri metodlar bu
konuları taklid etmeye çabaladığında gerçekler karışık, meçhul, anlaşılmaz
ve dağınık olarak görünür. Bunlarda üslub, açık ve belirgin olmadığı gibi,
Kur'an'î metodda olduğu gibi düzenli de değildir.
Kur'an'ın akışı içinde sunulan çeşitli gerçeklerdeki
bütünlük ve ilişkilerin ağırlık merkezi, konudan konuya değişebilir. Fakat
bu bağlılık, sürekli olarak vardır. Kur'an içinde belli bir noktaya, mesela,
insanlara Rabblerini tanıtma noktasına ağırlık verildiğinde, bu büyük gerçek
ilahi kudretin kâinat, hayat ve insandaki eserlerinde tecelli eder. Bu
tecelli, hem zahirî alemde, hem de batınî alemde meydana gelir. Gözler başka
bir noktaya, evrenin gerçeğini tanıtmak konusuna ağırlık verildiğinde,
ilahlık ve evren arasındaki ilişki tecelli eder. Ve bu akış, çoğu kez hayat
ve can verme hakikatine ve Allah'ın kâinat ile hayata ilişkin kanunlara
temas eder. Dikkatler insanın hakikatine çevrildiğinde ise, onun uluhiyyet
hakikatiyle olan irtibatı, kâinat ve canlılarla olan irtibatı, görünür
görünmez alem ile olan irtibatı tecelli eder. Dikkatler ahiret yurduna
çevrildiğinde, dünya hayatı hatırlatılır ve ikisi birden Allah ile diğer
hakikatlerle irtibatlandırılır. Dünya problemlerine dikkat çekildiğinde de
durum aynıdır. Kur'an'da bütün özellikleri belirli olan diğer araştırma ve
sunma şekilleri de böyledir.
3- Hakikatın bütün yönlerinin birbirine sıkı sıkıya
bağlı olmasıyla beraber, her konuya uyum içindeki bir bütün halinde Allah
katındaki gerçek değerini vermesiyle de, bu metod diğerlerinden üstün ve
farklıdır. Bu yüzden de, uluhiyyetin hakikatı ve özellikleri; "uluhiyyet ve
ubudiyyet" meselesi olarak gayet açık, net, kapsamlı ve hakim vaziyette
görünür. Hatta bu hakikatı anlatmak ve bu bilinmezi açığa çıkarmak Kur'an'ın
temel konusu olarak görünür. (Daha önce bu surenin bir yerinde, bu hakikatın
gerçekleştirilmesine ve bu konunun aydınlatılmasına, yüce Allah'ın neden bu
kadar önem verdiğini açıklamıştık.) Kader ve ahiret yurduyla birlikte gayb
aleminin hakikatı belirgin bir yer kaplar. Sonra insanın hakikatı, kâinatın
hakikati ve hayatın hakikati, gerçek alemdeki oranlarına uygun bir yere
oturtulur. Ve işte bu sistem içinde hakikatler, ne örtülü kalır ve ne de
ihmal edilir. Her hakikatın özellikleri ve işaretleri bu hakikatlerin
sergilendiği vitrinde yerini alır, asla kaybolmaz. Aynı zamanda bu
hakikatler -islâmi düşüncede- birbirini örtmez ve birbirin kaybetmez.
Birinci cildin "Dengeli Bir Düşünce Sistemi" bölümünde izah ettiğimiz gibi,
maddi evrene onun yasalarının inceliğine, parçaları arasındaki uyuma yönelik
hayranlık duygusu bu maddi evreni ilahlaştırmaya yolaçmaz. Tabii ki,
varlıkları ilahlaştıran eski ve yeni putperestlerin sapıklığına da düşülmez.
Hayatın azametine, onun görevlerini yerine getirmesine ve kendi içinde ve
çevresiyle olan uyumuna ve doğrultusunun sapmazlığına karşı duyulan hayret
ve beğeni bizi, hayatı ilahlaştırmaya götüremez. Yani biyolojik doktrinlerin
ilahlaştırma sapıklıklarından uzak kalınır. Bunların yanısıra insana,
benzersiz özelliklerine, evrenle ilişkilerinde ortaya konan karakterlerine
ve başka canlılarda bulunmayan potansiyel yeteneklerine yönelik yani tüm
idealist akımların düştüğü hataya düşülmez, aklını herhangi bir şekilde
ilahlaştırmaz! İlahi hakikatın büyüklüğü ise, maddi alemlerin varlığını
inkâra veya hafife almaya veyahut da Budizm ve tahrif edilmiş hristiyanlıkta
olduğu gibi insan varlığını küçümsemeye götürmez! Bu denge islâmi düşüncenin
karakteristik özelliği olduğu gibi, aynı zamanda bu düşüncenin esaslarının
belirtildiği Kur'an'î metodun ve bu düşüncenin üzerine bina edildiği
gerçeklerin karakteristik kalıbıdır, iskeletidir. Öyle ki, bunların hepsi,
islâmi düşüncenin Kur'an'daki akışında bütünü çizen eşsiz tabloda gayet net
olarak görünür. Bu Kur'an'a ait bir özelliktir. Beşeri ifade metodların
hiçbiri bu özelliklere sahip değildir!
4- Bu metod diğerlerinden etkili olması ve hayat
fışkıran yönüyle de üstündür. Bu metoddaki dikkat, tekrar ve kesin çizgiler,
gerçeklere canlılık kazandırmakta, etkileyici bir özellikle onları
güzelleştirmektedir. Bu sunuş tarzı öyle yüce ve azizdir ki, beşeri
sergileme ve ifade açısından, beşeri üslup o mertebeye asla çıkamaz. Sonra
aynı zamanda gerçekler, hayret uyandırıcı bir incelik ve kesin çizgilerle
sergilenmesine rağmen; bu incelik, canlılık ve güzelliği asla bozmamış ve
kesin çizgiler onun uyumluluğuna ve hayret verici orijinalliğine engel
olmamıştır!
Bizler beşeri üslubumuzla, Kur'an'î metodun
özelliklerini ve onun vardığı dereceyi hakkıyla anlatamayız. Aynı şekilde bu
incelememizle, "İslâmi Düşüncenin Esasları" konusunda Kur'an'ın ulaştığı
gerçeklerden hiçbirine ulaşmamız mümkün olamaz. Bizim bu incelemeyi
sunmamızın nedeni, insanların Kur'an'ın indiği atmosferden uzaklaşmalarından
kaynaklanmaktadır. Bugünün insanları, o atmosferde yaşayanların hallerinden
uzak kalmışlardır. Kur'an'ın kendilerine indiği kimselerin katlandığı
ızdıraplardan uzaklaşmışlardır. Halbuki onlar, kendi zamanlarında ortada
bulunan bütün problemlere rağmen, müslüman toplumu inşa etmişlerdir. Bu
yüzden insanlar, bizzat Kur'an'î metodun zevkine varmak gücünden bugün
mahrumdurlar. Onun özelliklerinden ve lezzetlerinden direkt olarak istifade
etmekten acizdirler."
Kur'an bazen inanç sistemi ile ilgili gerçekleri
öyle açılardan ele alır ki, o şekilde onları ele almak insanın aklından bile
geçmez. Zira bu tür konular ve olanlar normalde insanın düşünebileceği veya
dikkatini çekebileceği sahalar değildir.
En'am süresinin şu ayetinde yer alan ilahi ilmin
gerçekliğini ve alanlarını tasvir eden ifadeler de bu türden konulardır.
"Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır, onu, yalnız
O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin
karanlık deliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir
kitaptadır." (En'am Suresi, 59)
İnsan düşüncesi, her tarafa dal budak saçan bu gizli
açık meselelere Kur'an'ın ortaya koyduğu geniş boyutları ile yönelemez.
Kapsamlılığını ortaya koymak istese de, bu ilmin kapsamlılığını tasvir
edemez. İlim ne kadar bu meseleleri tasvir etmeye çalışsa da, bu konular
ilmin tasvir kapsamına girse de, onları tasvir etmeyi beceremez. İnsan
düşüncesi bu ilmin kapsamını tasvir etmeye kalksa bile, kendi insani
arzularına ve düşüncelerinin yapısına uygun düşecek başka alanlara
yönelecektir... Daha önce yedinci cüzde bu ayetin yorumunu yaparken şöyle
demiştik:
"Ne yönden bakarsak bakalım şu kısacık ayete,
Kur'an'ın kaynağıyla konuşan bu mucizeyi göreceğiz.
Konusu açısından baktığımızda bu sözü bir insanın
söyleyemeyeceğini, üzerinde insan damgası bulunmadığını, daha karşılaşır
karşılaşmaz duyduğumuz o ürpertiden anlayıveririz. Çünkü insan düşüncesinin
böyle bir konuyu -ilmin kapsayıcılık ve kuşatıcılığı konusunu-
araştırmasının sonucu, böylesine geniş ufuklara ulaşamadığını görmek
olacaktır. Bu alanda ortaya konan insan fikrinin, ürünlerinin ve
çalışmalarının değişik bir özelliği ve belli bir sınırı vardır. İnsan, dile
getirdiği düşüncesini ilgi alanından çekip çıkarmaktadır. Yeryüzünün her
köşesindeki ağaçlardan kopan yaprakları gözetip saymak, insanın ilgi alanına
giren bir konu mudur? Bu nokta, ilk anda insanın aklına gelebilecek bir
sorun değildir. Yeryüzünün her köşesinde dalından kopmuş yaprakları izlemek
ve saymak, insanın aklına gelmez. Bu yüzden böyle bir yola başvurmaz da,
kapsamlı bir bilgiye dayanarak konuyu dile getirmesi de beklenemez. Çünkü
dalından kopmuş yaprağın sayısını bilmek ve bunu dile getirmek yüce
yaratıcının işidir.
İnsan düşüncesinin yerin karanlıklarında gizlenmiş
bir tohumla ne ilgisi vardır? Kuşkusuz insanoğlunun en fazla yapabildiği,
toprağın altında bizzat gizlediği tohumun gelişmesini gözetmektedir. Ancak
toprağın karanlığında gizlenmiş her taneyi izleme konusu, insan aklının
ilgilenebileceği, varlığını düşüneceği ve kapsamlı bir bilgiye dayanarak
sözünü edebileceği bir konu değildir. Toprağın karanlıklarında örtülü
tanenin sayısını ancak yaratan bilir, bundan söz etmek de O'na yakışır.
"Yaş-kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır" ifadesindeki bu kesinlikle,
insan fikrinin ilgisi nedir? Bu konuda insan fikrinin en fazla yapabildiği
elindeki yaş ve kuru şeylerden yararlanmaktır. Ancak kapsamlı bilgiye kanıt
olarak bundan söz etmek insanın yeltendiği bir şey olmadığı gibi, böyle bir
ifade tarzına başvurduğu da görülmemiştir. Yaş-kuru her şeyin sayısını bilen
ve bundan söz eden, ancak yüce yaratıcıdır.
İnsan, dalından kopmuş her yaprağın, gözlenmiş her
tohumun, yaş-kuru her şeyin açık bir kitapta, korunmuş bir kütükte
kaydedilmiş olmasını düşünmez. Neden böyle bir şey yapsın ki? Bundan yararı
ne olacaktır? Bir kütükte kaydetmeye neden önem versin? Ancak bunları sayan,
kaydeden mülkün sahibidir. Mülkündeki hiçbir şey, bilgisinin dışında
değildir. Bu konuda küçük de, büyük gibidir. Ve basit de önemli gibidir.
Örtülü olanla, açıkta olan farketmez. Bilinmezle bilinen, uzakla yakın hep
aynıdır.
Kuşkusuz bu kapsamlı, geniş, derin ve parlak
sahne... Bütün yeryüzünün ağaçlarından kopan yaprağın, yerin her katmanında
örtülü tohumun ve yeryüzünün her köşesindeki yaş-kuru her şeyin içinde
yeraldığı bir sahne... Evet insan düşüncesi nasıl bu sahneye yönelemiyor ve
onunla ilgilenemiyorsa, aynı şekilde insan gücü de bunu ne algılayabilir, ne
de kuşatabilir. Bu sahne bir bütün olarak sadece Allah'ın bilgisine açılır.
O'nun bilgisi her şeyi kapsamış ve kuşatmıştır. Her şey O'nun koruması
altındadır. Dilemesi ve takdiri, büyük-küçük, basit-önemli, örtülü-açık,
bilinmez-bilinen ve uzak-yakın her şeyle yakından ilgilidir.
Belli bir bilinç düzeyine ve ifade gücüne sahip
insanlar, insan düşüncesinin ve ifade etme yeteneğinin sınırını çok iyi
bilirler. İnsan olarak yaşadıkları deneyimlere dayanarak, buna benzer bir
sahnenin insanın hatırına gelemeyeceğini ve bu şekil bir ifadenin insandan
kaynaklanamayacağını bilirler. Bu konuda tartışmak isteyenler, tüm insan
sözlerine baksınlar. Bunun gibi bir yönelişle karşılaşacaklar mı bakalım?
Kur'an'da yeralan sadece bu ve benzeri ayetler bile,
bu yüce Kitab'ın kaynağını bilmek için yeterlidir.
İfadedeki sanatsal olağanüstülük açısından ayete
baktığımızda güzellik ve ahenk dolu ufuklar görürüz. İnsan ürünü sözlerde,
bu denli erişilmez düzeye hiçbir zaman ulaşılamamıştır.
"Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onu yalnız
O bilir."
Zaman ve mekânda, geçmişte, şimdiki zamanda ve
gelecekte, hayatta meydana gelen olaylarda ve iç düşüncelerdeki mutlak
"bilinmez"likteki uzaklık, ufuklar ve dipsizlik...
"Karada ve denizde olanı bilir."
Görülen alemdeki uzaklığı, ufukları ve derinlikleri,
aynı düzeyde, aynı genişlik ve kapsayıcılıkta bilir. Gözle görülen alemdeki
bu uzaklık, ufuklar ve derinlik, perdeli gayb alemine uygun düşmektedir.
"O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez."
Ölüm ve yokoluş olayı... Yücelerden aşağılara,
hayattan yokluğa düşüş hareketi...
"Yerin karanlıklarında olan tane..."
Dipten yüzeye, gizlilikten sessizlikten patlamaya ve
serpilmeye kadar olan doğuş ve gelişim hareketi...
"Yaş-kuru, her şey apaçık kitaptadır."
Kapsamlı bir genelleme... Genel anlamda bir canlıda
parlayıp solan hayat ve ölümü içine almaktadır.
Bu yöneliş ve hareketleri kim meydana getirmektedir?
Şu uyum ve güzelliği vareden kimdir? Bunun gibi kısacık bir ayette bütün
bunları ve şunları oluşturan kimdir? Allah'dan başka kim olabilir?
Allah'ın ilminin genişliğini şu ayeti kerime, aynı
şekilde ortaya koymaktadır:
"Yerin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve
oraya çıkanı bilir. O çok esirgeyen, çok bağışlayandır." (Sebe Suresi, 2)
Birkaç kelime ile insanın gözleri önüne serilen bu
tabloya baktığımızda akla hayale sığdırılamayacak kadar hayret verici
hareketler, hacimler, şekiller, tablolar, kavramlar, varlıklar ve
grafiklerle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz!
Şayet yeryüzünde yaşayan insanların hepsi, bütün
hayatlarını bir tek anda meydana gelen olayları izlemeye ve onları tesbit
etmeye çalışsalar ve ayetin işaret ettiği gerçekleri saymaya kalkışsalar,
kesinlikle bu olayların hepsini izleyemeyecekler ve onların sayısını tesbit
edemeyeceklerdir!
Bir anlık zaman içinde kaç varlık toprağın bağrına
giriyor? Yine bu kısa zaman süresi içinde kaç şey çıkıyor yerden? Bu kısacık
zaman diliminde kaç şey iniyor gökyüzünden?.. Yine kaç şey, bu bir anlık
zamanda gökyüzüne yükseliyor! ..
Yine kaç şey toprağın bağrına giriyor? Kaç tohum
toprağa düşüyor ve kaç tohum atılıyor dünyanın her tarafında! Yeryüzünün
uçsuz bucaksız bölgelerinde kaç kurtçuk, haşere, böcek, sürüngen toprağın
deliklerinde dolaşıyor! Kaç su damlacığı, gaz atomu, elektrik akımı,
yeryüzünün geniş sahalarına gömülüp gidiyor!.. Kaç?.. Kaç?.. Varlık giriyor
toprağın bağrına... Evet bütün bunları yüce Allah görüyor ve sürekli kontrol
ediyor.
Kaç şey çıkıyor yerden? Kaç bitki filizleniyor?
.'kaç pınar kaynıyor? Kaç volkan patlıyor? Kaç çeşit gaz havaya yükseliyor?
Kaç gizlenmiş şey ortaya çıkıyor? Kaç böcek gizli yuvasından dışarı çıkıyor?
Görülen ve görülmeyen insanın bildiği ve bilmediği -ki bilmedikleri daha
çoktur- kaç şey vardır?
Gökten neler iniyor? Kaç yağmur damlası iniyor? Kaç
yıldız kayıyor ve kaç şimşek çakıyor? Kaç yakıcı ışın geliyor gökten? Kaç
aydınlatıcı ışın gönderiliyor? Kaç uygulanacak kaza, kaç belirlenmiş kader
geliyor? Tüm varlıkları kuşatan ve özellikle bazı insanları saran kaç rahmet
iniyor? Allah'ın dilediği kullarına yaydığı ve miktarlarını belirlediği kaç
rızık gönderiliyor?.. Allah'tan başkasının sayamayacağı kaç şey iniyor
gökyüzünden, kaç?..
Ne kadar varlık yükseliyor semaya? Bitkilerin,
hayvanların, insanların veya insanın bilmediği diğer yaratıkların semaya
yükselen kaç nefesi var? Allah'tan başkasının yüksekliğini duymadığı,
işitmediği gizli-açık kaç dua, kaç niyaz var Allah'a yükselen?
Bildiğimiz veya bilmediğimiz ölmüş yaratıkların
ruhlarından kaç tanesi şu anda göğe yükseliyor. Yüce Allah'ın emri ile şu
anda kaç melek göğe çıkmaktadır? Allah'dan başkasının bilmediği kaç ruh, bu
uçsuz bucaksız evrende kanat çırpıp uçmaktadır?
Ne kadar buhar yükseliyor bir denizden.
Bir denizden ne kadar buhar yükselmekte, bir
bedenden kaç gaz atomu yukarı çıkmaktadır? Allah'dan başka kimsenin
bilmediği kaç şey yükselmektedir kaç, kaç şey?..
Sadece bir saniyede neler oluyor? Bir tek saniyede
meydana gelen bunca olayları kavrayabilmek için, insanların bilgisi ve
araştırmaları, hesaplamaları -bu hesap ve sayma işi için uzun ömürler
harcasalar bile- nereye kadar gidebilir ki? Halbuki yüce Allah'ın engin, her
şeye ulaşan, dehşet verici ve eksiksiz ilmi, bu olayların hepsini her yerde
ve her zaman kuşatmış bulunmaktadır... Her kalbi, içindeki niyeti ve
hayalleri ile, atışları ve duruşları ile kontrolü altında tutmaktadır. Buna
rağmen O, insanların hatalarını örter ve bağışlar...
"O, çok esirgeyen, çok bağışlayandır."
İşte Kur'an-ı Kerim'in bunun gibi tek bir ayeti
dahi, bu Kur'an'ın insan sözü olmadığını rahatlıkla ortaya koyar. Çünkü
böyle evrensel bir hayal gücü, pek tabii olarak insan aklının kârı değildir.
Böyle evrensel bir düşünce, insan düşüncesinin bünyesinde yeralmaz. Bir tek
dokunuşla, bu evrenin yaratıcısı olan yüce Allah'ın, kulların sanatına
benzemeyen sanatını kuşatıcı bir şekilde ortaya koymak hiçbir insanın harcı
değildir.
Bu Kur'an'ın ilahi olan damgası, dış görünüş itibarı
ile küçük olan fakat etkili varlıkları ve olayları, aslında delil getirdiği
önemli konuya denk düşecek büyük gerçekleri taşıdıkları için, delil gösterme
metodunda da ortaya çıkar... Aşağıdaki ayetler buna örnektir:
"Biz sizi yarattık, tasdik etmeniz gerekmez mi?
Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu yaratıyorsunuz? Yoksa yaratan biz
miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve bizim önümüze geçilmiş değildir!
Böyle yaptık ki, sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi
bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. Andolsun ilk yaratmayı biliyorsunuz.
Düşünüp ibret almanız gerekmez mi? (Vakıa Suresi, 57-62)
"İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan
indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık.
Şükretmeniz gerekmez mi?" "Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi
yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip
geçenlere bir fayda yaptık." "Öyleyse ulu Rabbinin adını yücelt." (Vakıa
Suresi, 57-62)
Gerçek odur ki, Kur'an-ı Kerim insanın alışageldiği
şeylerden ve sürekli gözlemlenebilecek olaylardan önemli evrensel yargılara
varır. Bu yargılarda, varlık alemindeki ilahi yasalar açığa çıkar. Ve bu
yasalarla varlık alemine ilişkin kapsamlı, büyük bir inanç sistemi ve
mükemmel bir düşünce meydana gelir. Ayrıca bu yasalardan bir düşünce ve
inceleme metodu, ruhlar ve kalpler için bir hayat, hisler ve duygular için
bir uyanıklık meydana getirir. Evet, sabah akşam gözleri önünde cereyan
ettiği halde, insanların kendisinden habersiz oldukları bu varlık aleminde
meydana gelen olaylara karşı bir uyanıklık, kendi iç dünyalarına ve orada
meydana gelen hayretengiz ve harika olaylara karşı bir uyanıklık...
Kur'an-ı Kerim insanları, eşsiz ve harika olaylara,
çok nadir olarak meydana gelen özel mucizelere havale etmez. Kendi iç
dünyalarında ve alıştıkları hayatta bilinmeyen, yakınlarında bulunan
evrensel olaylara uzak düşen harikalar, mucizeler, ayetler ve deliller
araştırmakla insanları yükümlü tutmaz. Kur'an insanları, karmaşık felsefi
düşüncelerle, anlaşılmaz, anlamsız zihinsel problemlerle, herkesin elde
edemeyeceği bilimsel deneyimlerle realiteden uzaklaştırmaz... Evet Kur'an,
insanların iç dünyalarında bir inanç sistemi, bu inanç sistemine dayalı
evren ve hayata ilişkin bir düşünce meydana getirmek için insanları böyle
uzaklara götürmez.
İnsanların kendileri Allah'ın sanatının eserleridir.
Çevrelerini kuşatan kâinatın gerçekleri ve olayları, O'nun kudreti
tarafından yaratılmıştır. Allah'ın elinden çıkan her şeyde mucize gizlidir.
Bu Kur'an da, O'nun Kuran'ıdır. Bu nedenle insanların dikkatlerini kendi
benliklerinde gizli olan ve çevrelerindeki evrene serpiştirilen bu mucizeler
üzerine çeker. Gördükleri, fakat onlardaki vecizliğin gerçek değerini
kavrayamadıkları alışılagelen bu harikalara dikkatleri çeker. Çünkü insan,
her zaman karşılaştığı gerçeklerdeki veciz yönlerden habersiz kalabilir.
Kur'an onların dikkatlerini bu harikaların üzerine çekiyor ve böylece
gözlerinin açılmasını, orada gizli olan dehşetli sırları görmelerini
sağlamaya çalışır. Kur'an, yoktan vareden kudretin sırrını, eşsiz olan
birliğin sırrını, çevrelerini kuşatan evrende işlediği gibi bizzat kendi
bünyelerinde de faaliyet gösteren imanın delillerini, inanç sisteminin kesin
gerçeklerini gözler önüne seren, bunları bünyelerine yerleştiren veya daha
doğru bir ifade ile fıtratlarında harekete geçiren ezeli yasanın sırrını
anlamalarını sağlamaya çalışıyor.
İşte Kur'an bu metodu izler. Yaratıcı kudretin
bizzat kendi bünyelerinde, kendi elleriyle ektikleri ekinlerinde, içtikleri
suda, yaktıkları ateşte, görülen ayetlerini, delillerini onların gözleri
önüne serer. Bunlar, insanların aynı zamanda alışageldikleri hayatta,
gözleri önünde meydana gelen en basit olaylardır. Kur'an aynı metoda bağlı
olarak varılacak son anı da, bu yöntemle açıklıyor. Bu yeryüzünde hayatın
sona erişini, başka bir dünyada hayatın tekrar başlamasını da bu yolla
tasvir ediyor. Herkesi-n mutlaka karşılaşacağı günü, her türlü çarenin sona
erdiği anı, bütün canlı varlıkların, hiçbir çırpınmanın ve hiçbir kurtuluş
yolunun kalmadığı, bütün maskelerin düştüğü ve bütün üstünlük taslamaların
iptal edildiği günde sınırsız güç, kudret ve yetki sahibi yüce Allah'ın
huzurunda onunla yüzyüze gelecekleri günü de aynı şekilde anlatmaktadır.
Kur'an'ın insanın fıtratına hitap metodu bile, O'nun
ana kaynağını gösteren bir delildir. Bu kaynak evrenin de kendisinden
meydana geldiği kaynaktır. Kur'an'ın diziliş metodu aynen evrenin kuruluş
metodudur. Evrenin en basit maddelerinden en girift şekiller ve en büyük
varlıklar meydana gelir. Kâinatın ana maddesinin atom olduğu, hayatın ana
maddesinin de hücre olduğu sanılmaktadır. Atom o kadar küçük olmasına
rağmen, aslında bir mucizedir. Hücre onca küçüklüğüne rağmen, aslında apaçık
bir mucizedir. Burada Kur'an, insanın gözlemlediği alışılagelen basit
olayları, dini inancın en önemli meselesini, evrenin en kapsamlı düşüncesini
açıklamanın ana maddesi olarak alıyor. Bunlar, her insanın deneyiminin
kapsamına giren gözlemlerdir... İnsanlık neslinin çoğalması! Ekin... Su...
Ateş... Ölüm... Yeryüzünde yaşayan hangi insanın deneyimleri arasına girmez
bu sahneler? Mağarada bile yaşayan hangi insan, bir ceninin (embriyonun)
hayatının ve bir bitkinin hayatının nasıl meydana geldiğini, suyun nasıl
düştüğünü, ateşin nasıl yandığını, ölüm anının nasıl olduğunu görmemiştir?
İşte Kur'an-ı Kerim, her insanın gözlemlediği bu olaylardan inanç sistemini
meydana getirir. Çünkü Kur'an her çevredeki, her insana hitap eder. Aslında
bu basit ve normal sahneler, kâinatın en önemli gerçeklerini, ilahi sırların
en büyüklerini oluşturur. Bu manzaralar basit olmalarına rağmen, her insanın
fıtratına hitap ederler. Aslında bunlar, en uzman bilginlerin sonsuza dek
üzerinde çalışmaları gereken gerçeklerdir.
Kur'an'ın kaynağını da gösteren bu açıklamayı bundan
daha ileriye götürecek güçte değiliz. Bu kadar açıklama da yeter zaten.
Şimdi tekrar surenin akış seyrine dönelim...
Ve yüce Allah gerçekten doğru söylüyor:
"Bu Kur'an Allah'dan geldi, başkası tarafından
uydurulmuş değildir."
"Yoksa, `onu Muhammed uydurdu' mu diyorlar? Onlara
de ki; "Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz,
bu konuda Allah dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz çağırınız."
Surenin akışı bu apaçık meydan okuyuştan sonra,
tartışmaya devam etmekten vazgeçiyor. Böylece onların zandan başka bir şeye
dayanmadıklarını belirtiyor. Onlar bilmedikleri şeyler hakkında hüküm
veriyorlar. Aslında hüküm vermeden önce, bilginin olması gerekir. Bu konuda
sırf arzu ve isteklere veya kuru zanna dayanılmaması lâzımdır. Burada
hakkında hüküm verdikleri şey, Kur'an'ın vahiy olup olmadığı vaadlerinin ve
tehditlerinin doğru olup olmadığıdır. Onlar bu gerçekleri yalan
saymışlardır. Fakat bunları yalan sayarken sağlıklı bir ilgiye
dayanmamışlardır. Onlar tüm boyutları ile kavramadıkları bu gerçekleri
yalanlamışlardır:
"Tersine onlar, bilgisini kavrayamadıkları ve henüz
açıklamasına da muhatap olmadıkları bir mesajı yalanladılar."
Onların bu konudaki durumu, kendilerinden önce
Rabblerini yalanlayan zalimlerin ve müşriklerin durumu gibidir. Düşünüp
ibret alacak olanlar, akıbetlerinin ne olacağını öğrenmek için, daha
öncekilerin sonlarının ne olduğunu düşünsünler.
"Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Gör
bakalım, o zalimlerin sonu nice oldu?"
Çoğunluğu zandan başka bir şeye uymamalarına rağmen
ve kesin bir bilgi sahibi olmadıkları halde gerçekleri yalanladıkları halde
onlardan bazıları bu Kitab'a iman ediyorlardı. Onların hepsi
yalanlayıcılardan değildi:
" Onlardan kimi bu Kur'an'a inanır, kimi de inanmaz.
Rabbin kimlerin bozguncu olduğunu herkesten iyi bilir.''
Bozguncular iman etmeyenlerdir. İnsanların gerçek
ilahlarına iman etmemeleri ve yalnız O'na kulluk yapmamaları kadar hiçbir
şey, yeryüzünde bozgunculuğun bu derece yaygınlaşmasına neden olmaz.
Yeryüzündeki bozgunculuk ancak ve ancak Allah'dan başkasına boyun eğmekten
kaynaklanır. Bunun peşinden de, insanın hayatın ı her yönden kuşatan bir
kötülük etrafı kuşatır. Kendi iç dünyasında ve başka alanlarda arzu ve
isteklere bağlılıktan doğan kötülük... Kendi sahte ilahlıklarının konumunu
sağlamlaştırmak için her şeyin düzenini bozan yeryüzü ilahlarının ortaya
çıkışından kaynaklanan kötülük... Bunlar insanların ahlâklarını, ruhlarını,
düşüncelerini ve kavrayışlarını... Sonra kendilerine yararlı olan şeylerini
ve mallarını harcayan kötülük önderleridir. Sırf kendi sahte ve desteksiz
varlıklarını korumak için böyle yaparlar. Klasik ve modern cahiliye tarihi
iman etmeyen bozguncuların ortaya çıkardığı bu tür bozgunculuklarla dolup
taşmaktadır.
Surenin akışı onların bu Kitab'a karşı tutumlarını
belirledikten sonra, hitabı Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
yöneltmektedir. Ondan yalanlayıcıların yalanlamalarından etkilenmemesini,
onlarla uğraşmaktan vazgeçmesini, onların işledikleri amellerden tamamen
uzak olduğunu açıklamasını, yanında bulunduğu gerçek ile beraber sarsılmaz
bir inanç, kesin ve net bir tavırla onlardan ayrılmasını istemektedir.
"Eğer onlar seni yalanlarsa de ki; "Benim
işlediklerim bana, sizin işledikleriniz de sizedir. Benim işlediklerim ile
sizin bir ilginiz olmadığı gibi, sizin işlediklerinizle de benim bir ilgim
yoktur."
Bu onların vicdanlarına yönelik bir dokunuştur.
Sözkonusu korkunç sonlarını kendilerine açıkladıktan sonra, onları
amelleriyle başbaşa bırakıyor. Kendi akıbetleri ile onları yüzyüze
getiriyor. Aynen babası ile beraber yürümemekte direten çocuğu, babasının
yalnız başına yolun ortasında bırakması, babasından bir destek almaksızın,
çocuğun yalnız olarak gitmek istediği yere gidebilmesi gibi. Çoğunlukla bu
tür tehdit metodu başarılı olur!..
Surenin akış seyri devam edip, müşriklerden
bazılarının Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- kulakları ile
dinlediklerini, ama kalplerinin kapalı olduğunu, gözleri ile ona
baktıklarını fakat basiretlerinin kapalı olduğunu, bu nedenle ne
dinlemekten, ne de bakmaktan bir şey elde etmediklerini, buna bağlı olarak
hidayetin yolunu alamadıklarını anlatıyor:
-Onların arasında Kur'an okùrken sana kulak verenler
de vardır. Fakat üstelik düşünme yeteneğinden de yoksun sağırlara sen söz
işittirebilir misin?
-Onların arasında sana bakanlar vardır. Fakat görme
yeteneğinden bütünü ile yoksun körleri, sen doğru yola iletebilir misin?
Bir sözü dinleyip de dinlediğini anlamayan,
baktıkları ha(de neye baktıklarını iyice ayırd edemeyen bu tür insanlar...
Evet bu tür insanlar, her zaman ve her yerde, pek çoktur. Bu durumdaki
insanlara Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir şey yapamaz. Zira
onların duyguları ve organları, akılları ve kalpleri ile sağlıklı bir
diyalog içinde değildir. Sanki bu organlar, gerçek görevlerini yapmayacak
biçimde dumura uğramışlardır. Görevlerini bu nedenle yapamamaktadır.
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- sağır olanı işittiremez! Kör olana
gösteremez! Bunu yalnız yüce Allah yapabilir. Yüce Allah da, değişmez bir
yasa koymuştur. Ve insanları da, bu yasa ile başbaşa bırakmıştır. Onlara
göz, kulak ve akıl vermiştir ki, onunla doğru yolu bulsunlar. Eğer onlar, bu
imkânlarını kullanmazlarsa, değişmeyen ve farklılık gözetmeyen Allah'ın
yasası onları yakalayacak, adaletin gereği olarak cezalarını çekeceklerdir.
Böylece Allah, onlara zulüm etmiş olmayacaktır:
"Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi
kendilerine zulmederler."
Bu son ayetler Peygamber'i -salât ve selâm üzerine
olsun- teselli etmektedir. Çünkü gerçeği sunduğu halde onlar kendisini
yalanladıkları, sürekli bir açıklamaya rağmen, yine de bu kadar inatla
direttikleri için, peygamber artık sıkılmıştır. Yani burada yüce Allah'ın,
müşriklerin doğru yolu reddedişlerinin peygamberin çabasındaki bir
eksiklikten kaynaklanmadığını, duyurduğu gerçekte hiçbir kusur olmadığını,
fakat muhataplarının kör ve sağır gibi davrandıklarını bildirmesi,
peygamberi rahatlatmıştır. Çünkü bundan ötesi, yani kulakları ve gözleri
açmak, ancak Allah'ın işidir. Onları harekete geçirmek, davetin ve
davetçinin görevleri kapsamına girmez. Bu, Allah'ın özel yetkisi
dahilindedir.
Yine bu son ayetlerde, peygamberin şahsında
somutlaşsa da, kulluğun yapısı ve sahası kesin çizgilerle belirlenmektedir.
Peygamber de, Allah'ın kullarından biridir. Kulluğun sahası dışında hiçbir
yetkisi yoktur. Bütün yetki Allah'ın elindedir.
ÇARPICI DOKUNUŞ
Bundan sonra surenin akışı kıyamet sahnelerinden
biriyle, seri bir biçimde onların vicdanlarına dokunuyor. Bu sahnede
insanların bütün duygularını harekete geçiren, akıllarını meşgul eden ve tüm
değerlerini yiyip bitiren dünya hayatı, çabucak gelip geçen bir yolculuk
olarak görülüyor. İnsanlar orada kısa bir süre kaldıktan sonra sürekli olan
yerlerine ve anayurtlarına dönüyorlar:
45- Allah insanları
biraraya topladığı gün, sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar
kalmışlar ve bu sureyi birbirleri ile tanışmak için harcamışlar gibidirler.
Allah ile karşılaşacaklarını yalanlayanlar gerçekten hüsrana uğramışlardır,
onlar doğru yolu bulamamışlardır.
Bu, bir göz açıp kapatacak kadar kısa sürede geçen
yolculukta bir de bakıyoruz ki, toparlanmış ve birden kıskıvrak yakalanmış
olan insanlar dünya yolculuklarının gerçekten çok kısa olduğunu
kavramışlardır. Sanki bütün dünya hayatı tanışmakla geçen birkaç saate
iniyor ve hemen ardından perde kapanıyor.
Yahut da bu dünya hayatının ve bu dünya hayatına
gelip-gidenlerin halinin, karşılaşma ve tanışmadan öte hiçbir şey yapmaya
fırsat bulamayan insanların haline benzetilmesidir!
Gerçekten de bu bir teşbihtir. Fakat bu, aynı
zamanda gerçeğin ta kendisidir. Yoksa insanlar bu yeryüzünde tanışma
faslının ötesine geçebiliyorlar mı? Onlar geliyorlar ve gidiyorlar. Fakat
bir kişi dahi diğerleriyle tam tanışma imkânı elde edemiyor. Bir topluluk
diğer toplulukları tanımadan, zaman doluyor ve gidiyorlar...
Acaba bu birbirleriyle boğuşanlar, savaşanlar, hep
yanlış anlamadan kaynaklanan aralarında çıkmış kavgalarla çatışanlar... Evet
bütün bu eylemleri yapan insanlar, olması gerektiği kadar birbirlerini
tanıyabilmiş midirler?
Şu birbirleri ile savaşan milletler, birbirine
düşmanlık yapan devletler gerçekten birbirlerini tanımışlar mıdır? Bu
milletler ve devletler evrensel bir hak için, sağlıklı bir sistem için
savaşmazlar. Sadece zenginlik kaynakları ve dünya malı için savaşırlar.
Bunlar daha bir savaştan kurtulmadan, başka bir savaşa girişmektedirler.
Bu ayet dünya hayatının kısalığını ortaya koymak
için verilen bir benzetmedir. Fakat bu, dünya hayatında insanlar arasında
meydana gelen daha köklü bir gerçeği tasvir etmektedir... Evet bundan sonra
insanlar göçüp gitmektedirler!
İşte bu manzaranın ışığı altında ortaya çıkıyor ki,
bütün güçlerini ve enerjilerini bu kısacık yolculuğa harcayanlar, Allah'ın
huzuruna çıkarılmayı yalanlayanlar, ahirete önem vermeyip bu kısacık
yolculuğa, dahası bir çırpıda başlayıp-biten hayata gömülenler, Allah'ın
huzuruna çıkarılmaya ve O'nu razı etmeye hazırlanmayanlar, sürekli olan
ahiret yurdunda uzun süre yaşamaları için bir çalışma yapmayanlar, kesin
biçimde hüsrana uğrayacaklardır:
"Allah ile karşılaşacaklarını yalanlayanlar,
gerçekten hüsrana uğramışlardır, onlar doğru yolu bulamamışlardır."
UYARI VE GELECEK GÜN
Mahşer gününü seri olarak gözler önüne seren bu
sahneden ve daha önce anlatılan dünya hayatına ilişkin manzaradan sonra,
yüce Allah'ın peygamberlerin mesajlarını yalanlayanlara ilişkin tehdidi
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- anlatılıyor. Yüce Allah'ın
onlara ilişkin tehdidi kapalı bir tehdittir. Onlar bu tehdidin yarın mı
başlarına geleceğini, yoksa kıyamete kadar onun gelmesini mi
bekleyeceklerini bilemiyorlardı! Böylece bu cezalandırma tehdidi, onların
belki Allah'dan korkmaları ve doğru yola gelmeleri için bir demoklesin
kılıcı gibi, başları üzerinde durmaktadır. Yavaş yavaş tehditten söz ederek
başlayan bu tehdit, yavaş yavaş sona doğru yaklaşıyor. Neticede öyle bir
güne geliniyor ki, insan yeryüzündeki bütün zenginlik kaynaklarını kurtuluş
fidyesi olarak vermek istese de, hiçbir yarar sağlamıyor. Bugünde yüce
Allah, şaşmaz bir adalet ile hükmediyor. Hiç kimseye zulmetmiyor. İşte bu
Kur'an'ın kendisine has metodudur. Birkaç kelimede, kısa bir sürede,
kalplere dokunan canlı bir tasvir ile dünyayı, ahirete bağlıyor. Aynı
zamanda iki yurt ve iki hayat arasındaki gerçek bağı, bir realite olarak
gösteriyor. Zaten sağlıklı islâmi düşüncenin de böyle olması gerekir:
46- Kâfirleri
çarptıracağımızı söz verdiğimiz cezanın bir bölümünü sana göstersek de ya da
daha önce senin canını alsak da, onların dönüşü bizedir. Sonra Allah onların
neler yaptıklarına tanıktır.
47- Her ümmete bir
peygamber gönderilmiştir. Peygamberler gelip de mesajlarını duyurduktan
sonra ümmetler hakkında adalet uyarınca hüküm verilir, onlara haksızlık
edilmez.
48- Onlar, "Eğer
doğru söylüyorsanız vadettiğiniz bu ceza ne zaman gerçekleşecek?" derler.
49- Onlara de ki;
"Allah'ın dileği dışında benim kendime bile zarar ya da yarar dokundurmaya
gücüm yetmez. Her ümmetin belirli bir yaşama süresi vardır. O süre dolunca,
ne bir an geri bırakılırlar ve ne de bir an önceye alınırlar. "
50- De ki; "Allah'ın
azabı diyelim ki; gündüz ya da gece başınıza geldi. .Suçlular bunun bir an
önce gerçekleşmesini niye isterler ki?
51- "Yoksa azap
başlarına geldikten sonra kendilerine, `Şimdi ona inandınız mı? Hani onun
bir an önce gerçekleşmesini istiyordunuz' densin diye mi?"
52- .Sonra
zulmedenlere denir ki; ' `Sürekli azabı tadınız bakalım, sadece dünyada
işlediklerinizin karşılıkları ile cezalandırılmıyor musunuz?
53- Sana, "O ceza
gerçek midir?" diye soruyorlar. Onlara de ki; "Rabbim hakkı için, evet. O,
gerçektir, siz Allah'ın yapacağını engelleyemezsiniz. "
54- Kendisine
zulmetmiş olan herkes, o gün yeryüzünün bütün servetine sahip olsa bunu
(azaptan kurtulmak için) fidye olarak verirdi. Onlar azabı gördükleri zaman
pişmanlıktan donakalırlar. Haklarında adalet uyarınca hüküm verilir,
kendilerine haksızlık edilmez.
Bu bölüm, bütün kâfirlerin Allah'a döneceğini
belirterek başlıyor. İsterse onların bu dönüşleri, Peygamberimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- kendilerine iletmekle yükümlü tutulduğu tehdit,
Peygamber'in hayatında veya vefatından sonra gerçekleşsin farketmez. Her iki
halde de, dönüş yalnız Allah'adır. Yüce Allah, onların ne yaptıklarını,
Peygamber'in hayatında da, Peygamber'in vefatından sonra da gözetlemektedir.
Onların yaptıkları işlerin hiçbiri kaybolmayacak ve Peygamberimizin -salât
ve selâm üzerine olsun- vefatı onlar tehdid edildikleri bu azaptan hiçbir
şekilde kurtaramaz.
"Kâfirleri çarptıracağımıza söz verdiğimiz cezanın
bir bölümünü sana göstersek ya da daha önce senin canını alsak da, onların
dönüşü bizedir. Sonra Allah onların neler yaptıklarına tanıktır."
Bütün işler planlanmıştır. Bu plana göre meydana
gelmektedir. Hiçbir şey bu plandan kıl kadar şaşmaz. Değişen şartlara ve
sürprizlere göre de değişiklik göstermez. Şu kadar var ki, her topluluğa
(her millete) peygamberi kendisine gelinceye kadar süre tanınır. Peygamber,
onları uyarıyor ve Allah'ın mesajını kendilerine açıklıyor. Böylece onlar da
Allah'ın kendisi için belirlediği yasadan yararlanma hakkını kullanmış
oluyorlar. Bu yasaya göre yüce Allah, peygamber göndermeden, mesajını açık
bir şekilde bildirip uyarmadan, hiçbir milleti cezalandırmaz. Bundan sonra
onların peygamberlerine karşı takındıkları tutumlarını esas alarak
aralarında adaletle hükmeder:
"Her ümmete bir peygamber gönderilmiştir.
Peygamberler gelip de mesajlarını duyurduktan sonra, ümmetler hakkında
adalet uyarınca hüküm verilir, onlara haksızlık edilmez."
Biz bu iki ayette kendimizi, "ilahlık gerçeği" ve
"kulluk gerçeği" karşısında buluyoruz. Bu iki temel gerçek, islâm
düşüncesinin bütün olarak ana temelini oluşturur. Kur'an'ın metodu da, bu
iki ana ilkeyi her vesile ile ve değişik açılardan ele alıp açıklamakta ve
aydınlatmaktadır.
Özet olarak Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- deniyor ki; Bu inanç sisteminin ve onunla muhatap olan milletin
dizgini bütünüyle Allah'ın elindedir. Senin elinde hiçbir şey yoktur. Bu
işte senin görevin sadece açıklamak, mesajı ulaştırmaktır. Onun ötesindeki
her şey Allah'ın elindedir. Sen icabında bütün ömrünü harcarsan da, seni
yalanlayan, sana karşı direnen ve sana eziyet edenlerin sonunu
görmeyebilirsin. Çünkü yüce Allah'ın, onların sonunu ve onlara göndereceği
cezayı sana göstermesi zorunlu değildir... Bu sadece yüce Allah'ın
elindedir! Sana ve bütün peygamberlere gelince, size düşen görev
açıklamaktır... Sonra peygamber yoluna devam eder. Ve işin tamamını Allah'a
havale eder... Böylece kullar kendi konumlarını bilecektir. Davetçiler kadar
işkenceye maruz kalsalar da zaman ne kadar uzasa da, dava yolunda Allah'ın
hükmünün acele gelmesini istemeyeceklerdir! ..
"Onlar "Eğer doğru söylüyorsanız va'dettiğiniz bu
ceza, ne zaman gerçekleşecek?" derler."
Onlar sürekli olarak meydan okuyarak ve
sabırsızlıkla, Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine haber
verdiği Allah'ın cezasının gelmesini, gerçekleşmesini istiyorlardı. Daha
önceleri peygamberleri kendilerine geldikleri halde, onların mesajlarını
yalanlayan milletleri cezalandırdığı gibi, kendilerini de cezalandırmasını
istiyorlardı. Cevap şuydu:
"Onlara de ki; `Allah'ın dileği dışında benim
kendime bile zarar ya da yarar dokundurmaya gücüm yetmez. Her ümmetin
belirli bir yaşama süresi vardır. O süre dolunca, ne bir an geri
bırakılırlar ve ne de bir an önceye alınırlar."
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- kendisine,
ne bir fayda, ne de bir zarar veremeyeceğine göre, doğal olarak onlara da
herhangi bir fayda ve zarar veremezdi. Burada peygamber kendisinden söz
etmekle memur olmasına rağmen, "zarar verme" eyleminin daha önce gelmesi;
onların zararın gelmesini istemelerinden kaynaklanmış olabilir. Burada,
metindeki uygunluk açısından zarar önce ifade edilmiştir. A'raf suresinde
yeralan bu konuya ilişkin başka bir ayette ise, `fayda verme' daha önce
yeralmıştır. Çünkü peygamberin, "Şayet ben gaybı bilseydim, iyiliğimi
arttırırdım ve bana kötülük dokunmazdı" dediği sırada, kendisi için "faydalı
olan şeyin" önce gelmesini istemesi daha uygun düşmektedir.
"Onlara de ki; Allah'ın dileği dışında benim kendime
bile zarar ya da yarar dokundurmaya gücüm yetmez."
Demek ki, yetki yalnız Allah'ın elindedir. Dilediği
anda tehdidini gerçekleştirir. Allah'ın yasasında gecikme olmaz. Allah'ın
belirlediği süre hiçbir şekilde öne alınamaz:
"Her ümmetin belirli bir yaşama süresi vardır. O
süre dolunca, ne bir an geri bırakılırlar ve ne de bir an önceye alınınlar."
Belirlenen bu süre bazen somut bir yokoluş ile
sonuçlanabilir. Yani onlar kökten yokedilebilir. Nitekim daha önceki bazı
milletler bu şekilde yokedilmişlerdir. Bu süre, manevi bir yokoluş ile de
sonuçlanabilir. Hezimete uğramak ve dağılıp gitmek şeklinde bir yokoluş. Bu
da, milletlerin başına gelen olağan bir gerçektir. Milletler ya bu
hezimetten sonra tekrar hayata kavuşurlar, ya da sürekli bu hezimetin
etkisinde kalarak çözülürler. Böylece de, kişiliklerini, kimliklerini
yitirirler. Sonuçta birer fert olarak varlıklarını sürdürebilseler de, bir
millet olarak varlıklarını yitirirler. Bütün bunlar, Allah'ın değişmeyen
yasalarına göre meydana gelir. Allah'ın bu yasalarında herhangi bir
tesadüfe, başıboşluğa, haksızlığa ve kayırmaya yer yoktur. Buna göre,
yaşamaları için gereken şartlara riayet eden, gereken sebeplere bağlılık
gösteren milletler yaşarlar. Bu şartlar ve sebeplerden ayrılanlar ve
sapanlar ise; zayıf düşerler, çözülürler veya sapmanın kaçınılmaz sonucu
olarak ölürler. İslâm ümmetinin hayatı ise, peygamberini izlemesine
bağlanmıştır. Peygamber, ümmeti diriltecek şeye çağırır. Doğal olarak
peygamberin bu diriltici çağrısı, sırf inanç sistemi ile sınırlı değildir.
İnanç sisteminin günlük hayatın değişik alanlarında öngördüğü eylemleri
gerçekleştirmek, Allah'ın belirlediği yaşam tarzına, indirdiği yasaya,
belirlediği değerlere uygun biçimde bir hayat yaşamak da, o diriltici
çağrının kapsamında yeralır. Yoksa islâm ümmeti de, Allah'ın yasaları
gereğince süresini tamamlayacaktır.
Daha sonra surenin akışı, onların vicdanlarına bir
nebze dokunuyor. Onları, meydan okuyan ve alaya alan sorgulayıcı bir
tavırdan, tehdit altında bulunan, gecenin veya gündüzün herhangi bir anında
felâkete uğraması beklenen bir insanın tavrına yöneltiyor:
"De ki; "Allah'ın azabı diyelim ki, gündüz ya da
gece başınıza geldi. Suçlular bunun bir an önce gerçekleşmesini niye
isterler ki?"
Gözle görünmeyen, nerede ve ne zaman meydana
geleceği bilinmeyen, insanlar geceleyin uyku halindeyken veya gündüzleyin
uyanık iken gelebilecek olan ceza geldiğinde uyanık ve ayık olmanın bir
fayda sağlamayacağı azap budur işte... Suçluların çarçabuk gelmesini
istediği o azap nedir? Bu öyle bir azaptır ki, çarçabuk gelmesinde onlar
için hiçbir şekilde hayır yoktur.
Onlar daha bu beklenmedik sorunun şokundan
kurtulmadan duygularını tehlikeyi tasavvur etmeye ve beklemeye sevkeden
sürprizin ardından gelen ayeti kerime, o tehlikenin bilfiil meydana
geldiğini haber veriyor. Aslında bu olay, henüz meydana gelmiş değildir.
Fakat böylece bu tehlikenin meydana gelişi onların duygularında
canlandırılıyor... Fakat Kur'an düşüncesi, bir realiteyi onlar için tasvir
ediyor, duygularını harekete geçiriyor ve onların vicdanlarına dokunuyor:
"Yoksa azap başlarına geldikten sonra kendilerine,
`Şimdi ona inandınız mı? Hani onun bir an önce gerçekleşmesini istiyordunuz'
densin diye mi?"
Sanki olay birden olup bitmiştir. Sanki onlar buna
iman etmişlerdir. Sanki onlar şu anda gözler önünde meydana gelen bir
sahnede bu susturucu gerçekle muhatap kılınmışlardır... Bu gözler önündeki
manzaranın devamı ise, şudur:
"Sonra zulmedenlere denir ki; "Sürekli azabı tadınız
bakalım, sadece dün yada işlediklerinizin karşılıkları ile cezalandırılmıyor
musunuz?"
Böylece biz, kendimizi surenin akışı ile birlikte
hesap ve azap alanı ortasında buluyoruz. Halbuki biraz önce, dünyada idik.
Birkaç ayet önce, yüce Allah'ın kendi peygamberine bu acı akıbetten söz
ettiğine tanık oluyorduk.
Bu kısa gezintinin sonunda müşrikler peygamberden
haber soruyorlar. Gerçekten bu tehdit, gerçek midir? Artık onlar, ona karşı
içten sarsılmışlardır. Bu konudaki habere kesin güvenmek istemektedirler.
Çünkü kesin bir inançları yoktur. Onlara verilen cevap hem olumlu, hem
kesindir, hem de yeminle pekiştirilmiştir:
"Sana "O ceza gerçek midir?" diye soruyorlar. Onlara
de ki; "Rabbim hakkı için, evet. O, gerçekti, siz Allah'ın yapacağını
engelleyemezsiniz."
"Rabbim hakkı için, evet."
İlahlığının değerini bildiğim ve dolayısıyla yalan
yere asla kendisine yemin etmeyi göze almadığım, ancak kesin bilgiden ve
ciddi bir durumdan sonra adına yemin edebildiğim Rabbımın hakkı için...
"O, gerçektir, siz Allah'ın yapacağını
engelleyemezsiniz."
O'nun sizi biraraya toplamasına engel olamazsınız.
O'nun sizi hesaba çekmesine ve sizi cezalandırmasına engel olamazsınız.
Biz daha bu dünyada bu insanlardan haber almaya,
cevap beklemeye çalışırken, Kur'an'ın tasvir edici üslubuna bağlı olarak bir
geçişten sonra kendimizi hesap ve ceza meydanında görüyoruz. Şu kadar var
ki, bu konudaki açıklama, ilke olarak varsayım şeklinde veriliyor:
"Kendisine zulmetmiş olan herkes, o gün, yeryüzünün
bütün servetine sahip olsa, bunu (azaptan kurtulmak için) fidye olarak
verirdi."
Bütün malların onların yanında olduğunu ve hepsini
vermek istediklerini varsaysak bile, bunlar onlardan kabul edilmez.
Daha bu ayet tamamlanmadan varsayılan bu şey
gerçekleşiyor ve iş olup bitiyor:
"Onlar azabı gördükleri zaman pişmanlıktan
donakalırlar."
Ansızın gelen azabın dehşeti birden onları
yakalayıvermiş ve birden karşılarına dikilmiştir. Ayetin ifadesi dudakları
kıpırdatmadan yüzleri kaplayan renk uçukluğu tablosunu zihnimizde
canlandırmaktadır!
"Haklarında adalet uyarınca hüküm verilir,
kendilerine haksızlık edilmez."
Ayetin ikinci yarısından itibaren başlayan ve
tamamen varsayıma dayalı olan manzara sona erdiğinde, olay da sona eriyor.
Kur'an'ın etkileyici, harekete geçirici tasvir metoduna bağlı olarak olay
böylece bağlanıyor.
İLAHİ KUDRET VE
HÜKÜMLER
Mahşer ve hesap ile ilgili bu pekiştirilmiş yorum,
ilahi kudretin yerdeki ve gökteki, hayattaki ve ölümdeki bazı alanları ile
ilgili bir başka geziyi gündeme getiriyor. İlahi sözün gerçekleşmesini
meydana gelmesini garanti eden kudretin anlamını pekiştiren kısa bir
yolculuk ve sonra da bütün insanların kendilerine öğüt veren, doğru yolu
gösteren ve gönüllerini rahatlatan bu Kur'an'dan yararlanması için bir çağrı
seslendiriliyor.
55- Haberiniz olsun
ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Haberiniz olsun ki,
Allah'ın vaadi gerçektir, fakat onların çoğu bunu bilmez.
56- Dirilten de
öldüren de O'dur. O'nun huzuruna döndürüleceksiniz.
57- Ey insanlar,
size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki hastalıklara bir şifa, inananlara yol
gösterici ve rahmet gelmiştir.
58- De ki; "Allah'ın
lütfu ile, rahmeti ile, sadece bunlarla sevinsinler. Bunlar onların
biriktirdikleri dünya malından daha hayırlıdır.
"Haberiniz olsun ki."
Bu yankılanan ilan ile...
"Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah'ındır."
Göklerde ve yerdeki her şeye sahip olan yüce Allah,
kendi vaadini de gerçekleştirebilir. Hiçbir güç O'nu vaadini
gerçekleştirmekten alıkoyamaz. Hiçbir engel bu vaadini doğru çıkarmasına
karşı koyamaz:
"Haberiniz olsun ki, Allah'ın vaadi gerçektir, fakat
onların çoğu bunu bilmez."
Onlar cahilliklerinden bu vaadden kuşkuya kapılırlar
ve yalan sayarlar.
"Dirilten de öldüren de O'dur."
Hayatı ve ölümü verebilen, elbette tekrar yaratmaya
ve hesaba çekmeye de gücü yeter.
"O"nun huzuruna döndürüleceksiniz."
Bu, harekete geçirici sunuştan sonra, hızlı bir
şekilde sunulan pekiştirmenin kısa biçimdeki yorumudur.
Bunun arkasından bütün insanlara yöneltilen kapsamlı
bir çağrı yer almaktadır:
"Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki
hastalıklara bir şifa, inananlara yol gösterici ve rahmet gelmiştir."
Kendisinden şüphe ettiğiniz bu Kitap'ta size,
"Rabbinizden" öğütler gelmiştir. Yani o Kitap uydurulmuş bir şey değildir.
Orada yeralan şeyler, herhangi bir insanın görüşleri değildir. Size bu Kitap
öğüt olarak geldi, kalplerinizi diriltmek için... Gönüllerinizi dolduran
saçma şeylerden temizlesin... Kalplerinize egemen olan kuşkudan kurtarsın.
Onları hasta eden pisliklerden, şaşkınlığa düşüren krizlerden uzaklaştırsın.
Bu öğüt geldi ki, kalplerinize iman ile beraber, şifa, afiyet, kesin inanç,
güven ve huzur versin. Bu öğüt, imandan nasibini almış olan insanlar için
hedefe ulaştırıcı yolun kılavuzudur. Sapıklık ve azaptan kurtaran bir
rahmettir:
"De ki; "Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece
bunlarla sevinsinler. Bunlar, onların biriktirdikleri dünya malından daha
hayırlıdır."
İşte yüce Allah'ın kullarına bağışladığı bu lütuf
ile, imanlarından dolayı kendilerine bahşedilen bu rahmet ile... Evet işte
yalnız bunlarla sevinsin onlar... Çünkü gerçekten sevinilmesi gereken nimet
budur. Bu dünya hayatının malları, eşyası değildir. Bu öyle yüce bir
sevinçtir ki, insanı yeryüzünün basit arzularından, geçici menfaatlerinden
kurtarır. Bu tür nimetleri, hayatın hizmetçisi kılar, hizmet edileni değil.
İnsanı onlardan yararlanan bir varlık düzeyine yükseltir, onlara boyun eğen
bir kul değil. Bununla beraber islâm, dünya hayatının nimetlerini horlamaz.
İnsanların onları terketmelerine ve onlardan yararlanmalarını öngörmez.
İslâm bu nimetlere ağırlıkları kadar değer verir. İnsanların, özgür bir
irade ile serbestçe kullanarak onlardan yararlanmalarını ister. İslâmın
öngördüğü şekilde bakıldığında, insanların bu nimetlerden daha üstün
idealleri vardır. Onların ufukları, yeryüzünden oluşan dünya ufuklarından
daha yücedir. Müslümanlara göre asıl nimet imandır. İmanın gereklerini
yerine getirmek amacın kendisidir. Bundan sonra dünya onların kölesidir,
onlar üzerinde hiçbir etkinliği yoktur.
Ukbe b. Velidy Safvan b. Amr'dan, o da Eyfa b.
Abdullah el-Kilai'den işittiğini belirterek der ki; "Irak'ın haracı Hz. Ömer
-Allah ondan razı olsun getirildiğinde, azadlı kölesi ile beraber malları
teslim aldı. Hz. Ömer develeri saydığında onların belirlenenden fazla
olduğunu gördü ve "Yüce Allah'a hamdolsun" demeye başladı. Azadlı köle ise,
"Allah'a yemin olsun ki, bu Allah'ın lütfu ve rahmetidir" demiş, Hz. Ömer;
"Sen bilemedin... Bu mallar yüce Allah'ın şu ayette belirttiği şeyler
değildir" demiştir:
"De ki; "Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece
bunlarla sevinsinler. Bunlar onların biriktirdikleri dünya malından daha
hayırlıdır."
İşte böyleydi, ilk müslüman kuşağın bu dünya
hayatının değerlerine bakış açısı. Onlar en birinci lütfu ve en büyük rahmet
olarak, Allah'ın kendilerine gönderdiği öğüdü ve hidayeti görüyorlardı.
Mala, servete, zafere verdikleri önem ise, ancak bundan sonra gelebilirdi.
Bu nedenle onlar, zafere kavuşuyorlardı. Mallar da üzerlerine yağıyordu.
Zenginlik ve servet peşlerinden koşuyordu... Evet bu ümmetin yolu açıktır.
"Bu ümmetin yolu, Kur'an'ın belirlediği yoldur.
Kur'an erlerinin, ilk müslüman kuşağın uyguladığı hayattır... İşte yol
budur.
Ahiret hayatında, dünya hayatında ve bu yeryüzünde
insanın değerini ortaya koyan maddi rızıklar ve maddi değerler değildir.
Maddi rızıklar, maddi kolaylıklar ve maddi değerler, daha sonradan gelecek
olan ahiret alemine kalmadan yaşanan bu dünya hayatında bile, insanlığın
mutsuzluk nedenlerinden biri olabilir. Nitekim bugün biz bu durumu maddeci
medeniyetin bütün olumsuzluklarında görebiliyoruz.
Hiç şüphesiz insanlığın hayatına hükmeden başka
değerler bulunmaktadır. İşte bu başka değerler, ancak insan hayatında maddi
rızıkların ve maddi kolaylıkların değerini belirleyebilir. Ancak bu
değerler, rızıklardan ve kolaylıklardan, insanoğlunun mutluluğu ve rahatı
için bir zemin hazırlayabilir.
"Herhangi bir insan topluluğuna hükmeden sistem,
onların hayatlarında yeralan maddi rızıkların değerini bilirler. Bunları,
mutluluğa götüren bir etken veya bedbahtlığa yolaçan bir faktör haline
getiren bu sistemdir."
Aynı şekilde bunları, insanlığın yükselişi için bir
etken veya gerilemesi için bir illet yapan da yine o sistemdir!
İşte bu nedenle islâm dininin, müslümanların
hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğu, özgün bir şekilde ifade
edilmiştir:
"Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki
hastalıklara bir şifa, inananlara yol gösterici ve rahmet gelmişti."
"De ki; "Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece
bunlarla sevinsinler. Bunlar onların biriktirdikleri dünya malından daha
hayırlıdır."
Bu nedenle Kur'an ile ilk muhatap olan nesil, bu
yüce değerin anlamını kavrıyordu. Hz. Ömer, bunun için mal ve hayvanlar
hakkında, yüce Allah'ın, "De ki; "Allah'ın lütfu ve rahmeti ile, sadece
bunlarla sevinsinler. Bunlar, onların biriktirdikleri dünya malından daha
hayırlıdır." ayetinde söz ettiği şeyler bunlar değildir" deme ihtiyacını
duymuştur.
Çünkü Hz. Ömer kendi dinini biliyordu. Allah'ın
lütfu ve rahmeti olarak birinci ve ilk planda Allah'ın kendilerine
gönderdiği şeylerde, Rabbleri tarafından gönderilen öğütte gönüllere şifa
veren mü'minler için doğru yol kılavuzu ve rahmet olan Kur'an'da
somutlaştığını, bunların insanların topladığı, mal, deve ve rızıklardan
farklı bir şey olduğunu biliyordu!
Onlar, bu dinin kendilerini nasıl köklü bir değişime
uğrattığını, içinde debelendikleri cahiliye bataklığından kendilerini
kurtardığını çok iyi anlıyorlardı. Her yerde ve her zaman rastlanan
cahiliyelerle kıyaslandığında, bu gerçekten köklü bir değişiklikti. Bu
cahiliyelerden biri de, yirminci yüzyılın cahiliyesidir.
Bu dinde somut olarak görülen en büyük değişik,
kulları kullara kulluktan kurtarması, onları bu kulluktan kurtarıp, yalnız
Allah'a kul yapması ve bütün hayatlarını bu özgürlük ilkesine
dayandırmasıdır. Düşüncelerini, değerlerini, ahlâklarını ve hayatlarını bir
bütün olarak kulluktan kurtarıp özgürlüğe kavuşturmasıdır...
Maddi rızıklar, maddi kolaylıklar ve maddi imkânlar,
bu özgürlükten ve bağımsızlıktan sonra gelir. Nitekim müslüman topluluğun
tarihinde meydana gelen de budur. İslâm toplumu bir taraftan etrafını
kuşatan cahiliyeleri silip süpürürken, yeryüzündeki egemenlik ve güç
odaklarının dizginine de hakim olur. İnsanlığı Allan yoluna yöneltir.
Böylece insanların da kendisi ile birlikte Allah'ın lütfundan yararlanmasını
sağlar.
Bütün güçleriyle maddi değerler ve maddi üretim
üzerinde yoğunlaşanlar, bu yüce ve köklü değerleri hesaba katmayanlar,
onlara boş verenler, insanlığın doğrudan düşmanlarıdır. İnsanlığın,
hayvanların düzeyinden ve hayvanların arzularından daha yüce bir düzeye
yükselmesini istemeyenlerdir.
Onlar bu tür görüşleri samimi, masum bir görüş
olarak ileri sürmüyorlar. Bu görüşlerle imani değerlere, insanların
kalplerini, onların zaruri olan ihtiyaçlarını gözardı etmeyen, hayvani
arzulardan daha yüksek değerlere bağlayan, hayvansal ihtiyaçlarını
oluşturan, yeme barınma ve cinsel ihtiyaçlarının yanında daha köklü
ihtiyaçlara yönelten inanç sistemine gölge düşürmek ve onu yoketmek
istiyorlar!
Sürekli olarak maddi değerlere, maddi üretime önem
vermeye yönelik bu çığırtkanlık insanın hayatını, düşüncesini,
değerlendirmesini her yönden kuşatmakta, onu bu maddi değerleri peşinde
sürüklenen bir makineye dönüştürmekte, bu maddi değerlerin hayatın en büyük
değerleri olarak görmesine neden olmakta ve dolayısıyla üretim
çığlıklarından oluşan fırtınada manevi ve ahlâki bütün değerlerini
unutmasına yolaçmaktadır. Bu yüce değerlerin hepsi maddi üretim uğrunda ayak
altına alınmaktadır... İşte insanları bu hale sokan böyle bir çığırtkanlık,
masum olamaz. Bu en azından, klasik cahiliye putları yerine kendisine
tapılan modern putlar yapmak için planlanmış bir plan-komplo olabilir. Bu
plan ile modern putlara, bütün değerlerin üstünde yüce bir egemenlik
sağlanmış olmaktadır!
Maddi üretim, putların kutsallığına büründüğünde,
insanlar onun için alın teri döktüğünde ve bu putun etrafında dört
döndüklerinde, artık onun uğrunda ahlâk, aile, namus, özgürlük, hak ve
güvence (teminat) gibi diğer değerler ve kutsal olgular bütünüyle feda
edilir ve ayak altına alınır... Bütün bunlar eğer üretimin arttırılmasına
engel oluyorlarsa, hemen ayak altına alınmalıdırlar!
Bu durumda üretim ilah ve put değilse, o zaman put
ve ilah nedir ki? Putun ille de bir taş ve odun parçası olması zorunlu
değildir. Bazen bir değer, bir dünya görüşü, bir arma, bir slogan, bir ünvan
bile put olabilir!
En yüce değerin Allah'ın lütfuna ve rahmetine
verilmesi gerekir. Allah'ın lütfu ve rahmeti, O'nun gönüllere şifa veren,
insanları özgür kılan, insanın insani değerlerini yücelten Allah'ın
gösterdiği doğru yolda somutlaşmaktadır. Ancak bu yüce değerin gölgesinde
insan, Allah'ın bu yeryüzünde insanlara bağışladığı rızkından yararlanma
imkânı elde eder. Böylece maddi üretimin sağladığı sanayileşmeden, uğrunda
verilen zahmetlerle gittikçe artan maddi kolaylıklardan, rahattan ve
cahiliyenin ve bu yeryüzünde etrafında çığlıklar kopardığı diğer değerlerden
yararlanma fırsatını bulabilir!
Bu yüce değerin varlığı ve egemenliği olmadan,
rızıklar, kolaylıklar ve üretim, insanlığı mutsuzluğa götüren lanetlik
nesnelere dönüşür. Çünkü bu durumda rızıklar, kolaylıklar ve üretim, insanî
yüce değerler aleyhine olarak, hayvani ve teknolojik değerlerin
yükseltilmesi için kullanılacaktır.
Yüce Allah ne kadar doğru söylüyor:
"Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki
hastalıklara bir şifa, inananlara yol gösterici ve rahmet gelmiştir."
"De ki; "Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece
bunlarla sevinsinler. Bunlar onların biriktirdikleri dünya malından daha
hayırlıdır."
KÂFİRLER
Surenin akışı içinde Allah'ın lütfundan ve
rahmetinden, insanlara gönderilen öğüt, hidayet ve gönüllere şifa veren
hakikatlerle somutlaşan lütfundan ve rahmetinden söz açılmışken, Allah'ın
belirlediğine uygun bir şekilde değil, kendi beşeri arzularına uygun biçimde
pratik hayatını yaşayan cahiliyeye değiniliyor. Onların, yüce Allah'ın
özelliklerine tecavüz etmelerine, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği
şeylerde, helâl ve haram kılma yetkisini kendilerinde görmelerine yer
veriliyor.
59- De ki;
`Baksanıza Allah'ın size gönderdiği rızıklara? Bunların bir bölümünü haram
ve bir bölümünü de helâl saydınız. "De ki; "Bu konuda Allah mı size izin
verdi, yoksa O'na iftira mı ediyorsunuz?"
60- Allah'a iftira
edenlerin kıyamet günü görecekleri işleme ilişkin görüşleri nedir acaba? Hiç
kuşkusuz Allah, insanlara karşı lütufkârdır, fakat onların çoğu
şükretmezler.
De ki; Allah'ın size gönderdiği rızıklar hakkındaki
görüşünüz nedir? Allah katından yüce değeri içinde insanlara gönderdiği
rızıklar hakkındaki görüşünüz nedir? Allah katından yüce değeri içinde
insanlara gönderilen her şey, bu yüce makamdan indirilmiş, gönderilmiş
demektir. Kendi izni ve yasasına uygun biçimde kullanmanız için Allah'ın
size verdiği bu rızık hakkında nasıl düşünüyorsunuz? Yüce Allah bu şartlarda
onu size vermişken siz kalkıyorsunuz, kendi arzularınıza göre ve Allah'ın
izni olmadan onun bir kısmını haram kılıyorsunuz, bir kısmını da helâl
sayıyorsunuz! Haram kılma ve helâl sayma ise, bir yasamadır. Yasama ise,
hakimiyettir. Hakimiyet ise, Rububiyettir, ilahlıktır. Halbuki siz kendi
kendinize bunları rahatlıkla yapıyorsunuz!..
De ki; "Bu konuda Allah mı size izin verdi, yoksa
O'na iftira mı ediyorsunuz?"
Bu Kur'an-ı Kerim'de sık sık gündeme getirilen bir
meseledir. Zaman zaman cahiliye sistemini bu mesele ile yüzyüze getirir.
Çünkü bu mesele, "Allah'dan başka ilah olmadığına şehadet getirme' ilkesini
hayatta bir realite olarak uyguladığımızda, kelime-î şehadetin kendisi olur.
Allah'ın yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul
etmenin hemen arkasından zorunlu olarak Allah'ın ibadet edilen varlık olması
ve insanların bütün işlerine hükmeden varlık olması gelir. O'nun hükmü
altında bulunan meselelerden sadece birisi, insanlara rızık vermesidir.
Onlara rızık vermek, Allah'ın yerde ve gökte verdiği bütün nimetleri kapsar.
Cahiliye döneminde Araplar, yüce Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. O'nun
yaratıcı ve rızık verici oldu unu da... `Müslüman olduklarını söyleyen
bugünkü insanlar da böyledir. Cahiliye Araplar'ı bunları kabul etmelerine
rağmen, Allah'ın kendilerine verdiği rızıklar konusunda helâl sayma ve haram
kılma yetkisini kendileri kullanıyorlardı. Nitekim bugün `müslüman'
olduklarını söyleyenler de böyle yapmaktadırlar. Kur'an onların bu
çelişkilerini yakalıyor. Çünkü onlar Allah'ın varlığını, yaratıcı ve rızık
verici olduğunu kabul ediyorlar. Bununla beraber, kendi hayatlarında
Rububiyet (ilahlık) yetkisini, yani yasama yetkisini kendilerinden birine
veriyorlar! Bu apaçık bir çelişkidir ve onları "şirk" ile damgaladığı gibi,
bugün, yarın ve kıyamete kadar bu çelişkiye düşecek olan herkesi de `şirk'le
damgalamaktadır. İsimler ve yaftalar ne kadar değişirse değişsin, farketmez.
Çünkü islâm, sırf bir etiket değildir, realiteye dayalı bir gerçekliktir!
Cahiliye dönemindeki Araplar, bugün `müslüman'
olduklarını zanneden insanlar gibi, helâl kılmalarının ve haram yapmalarının
ancak Allah'ın izniyle gerçekleşmekte olduğunu söylüyorlardı. Veya bu
yaptıklarına, `Allah'ın yasası budur diyorlardı!
En'am suresinde geçen ayette, bu haram yaptıklarının
ve helâl kıldıklarının Allah'ın yasası olduğu şeklindeki iddialarına yer
verilmişti. Sözkonusu o ayeti burada da veriyoruz:
"Onlar saçma inançları uyarınca, `Bu hayvanlar ve
ekinler dokunulmazdır. Bizim istediklerimizden başka hiç kimse onları
yiyemez, bunlar da sırtlarına yük vurulması, binilmesi yasak hayvanlardır',
dediler. Bazı hayvanları keserken de Allah'ın adını anmazlar, bunu yaparken,
`Allah'ın emri böyledir' diye O'na iftira ederler. Allah onları yaptıkları
bu iftiralardan ötürü cezalandıracaktır." (En'am Suresi, 138)
Onlar diyorlardı ki, Allah şunu istiyor, bunu
istemiyor... Tamamen iftira olarak... Nitekim bugün de `müslüman' olduğunu
iddia eden bazı insanlar, kendilerine göre hükümler belirlemekte ve sonra
da, `işte Allah'ın yasası"! demektedirler.
Yüce Allah, burada onlara iftira ettiklerini
belirterek karşılık vermektedir. Sonra da kendisi adına iftira düzdükleri
Rabblerinin, kıyamette haklarında nasıl hüküm vereceğini sormaktadır:
"Allah'a iftira edenlerin kıyamet günü görecekleri
işleme ilişkin görüşleri nedir acaba?"
Burada üçüncü şahıs zamirinin kullanılması, Allah
adına yalan iftira eden herkesi kapsamına alır. Ve onların hepsini aynı
hizaya getiriyor. Acaba onlar bunu ne sanıyorlar? Kıyamet gününde,
kendilerine ne yapılacağını düşünüyorlar! Bu öyle dehşet bir sorudur ki,
onun önünde kaskatı ve kupkuru karakterli insanlar bile erir giderler!
"Hiç kuşkusuz Allah, insanlara karşı lütufkârdır,
fakat onların çoğu şükretmezler."
Gerçekten de bu maddi rızkı ile yüce Allah,
insanlara lütuf etmektedir. O, bu rızık için evreni elverişli yaratmıştır.
Bunun kaynağını bulmaları için, onlara da güç ve kudret vermiştir. Bu
kaynaklara hükmeden yasaları görmelerine zemin hazırlamıştır. Onun
şekillerini çoğaltma ve bu şekilleri arttırmak için gereken tahlil ve
terkipleri yapabilme yeteneği vermiştir. Evrende ve kendilerinde bulunan bu
nimetlerin hepsi de Allah'ın rızkındandır.
Bundan ayrı olarak yüce Allah rızkı, fazileti ve
rahmeti ile de insanlara yardımcı olmaktadır. Kendi yolunu göstermişse,
onlara doğruyu, gönüllerini rahatlatan bir sistemi göstermiş bulunmaktadır.
Böylece onları doğru ve sağlam olan bir hayat sistemine iletmektedir.
İnsanlar bu hayat yolu ile, insanlıklarının en hayırlı nimetlerini elde
ederler. Güçlerini enerjilerini, duygularını ve yönelişlerini düzeltirler.
İnsanlar bu yolla, dünya mutluluğu ile ahiret mutluluğu arasında bir ahenk
kurarlar. Aynı şekilde kendi fıtratları ile, içinde yaşadıkları ve
kendileriyle ilişki içinde bulundukları evrenin doğası arasında uyum
sağlarlar.
Fakat insanların çoğu, ne bu rızka, ne ötesine
şükretmezler. Bir de bakarsınız ki, Allah'ın yolundan ve yasasından yüz
çeviriyorlar. Bir de bakarsınız ki, onlar, başkasını Allah'a ortak
koşuyorlar... Sonuçta bütün bunlarla mutsuz oluyorlar... Mutsuz oluyorlar,
çünkü onlar gönüllere şifa veren bu Kur'an'dan yararlanmıyorlar!
Bu, derin bir gerçeği vurgulayan hayret verici bir
ifadedir... Evet bu Kur'an, şifa kavramının kapsadığı bütün anlamları ile,
gönüllere şifadır... Kur'an, ilacın hastanın bedenine tesir etmesi gibi,
kalplerin içine yayılır! Hayret verici gizli gücü ile kalpler üzerinde
etkisini gösterir. Fıtratın alıcı cihazlarını uyarıp, yönlendirmeleri ile
kalplerin içine sızar. Böylece kalpler sarsılır, açılır, mesajları almaya ve
karşılık vermeye başlar. İnsan toplulukları arasında günlük hayatta meydana
gelen sürtüşmeleri mümkün mertebe asgariye indirmeyi garanti eden
düzenlemeleri ve yasamaları ile kalplere sirayet eder. Onları, yargıda adil
olmaya, iyiliğin üstün gelmesine çağırarak güzel bir sonuca doğru yönelten
huzur verici mesajları ile etkisi altına alır...
Bu öyle bir ifadedir ki, yığınlarca anlamı ve
yığınlarca delili bir anda harekete geçirmektedir. İnsan bunları ifade
etmekten bile acizdir... Halbuki bu kısacık ayeti kerime onlara, bu hayret
verici ifade ile rahat bir şekilde ışık tutuyor!
ALLAH'I BİRLEMEK
Şükretmiyorlar... Onların kalplerinden geçenleri
bilen, gizli-açık her şeyi kuşatan, yeryüzünde ve gökyüzünde zerre kadar
hiçbir şey denetimi dışında olmayan ve ilminden saklanmayan Allah'tır. İşte
surenin akışı içinde bu duygulara ve vicdanlara yönelik yeni bir dokunuştur.
Böylece Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla beraber olanlar,
yüce Allah'ın koruması ve emniyeti altında olduklarına, kuruntuya kapılarak
Allah ile birlikte ortaklar edinen yalanlayıcıların kendilerine zarar
veremeyeceklerine kesin kanaat getirirler:
61- Ne ile
uğraşırsan uğraş. Kur'an'dan hangi parçayı okursan oku, hangi işi yaparsanız
yapınız, işinize daldığınızda mutlaka davranışlarınızın tanığı,
gözeticisiyiz. Ne yerde ve ne de gökte bulunan zerre ağırlığınca bir şey
Rabbinizden saklı kalmaz. Gerek bundan daha küçüğü ve gerekse daha büyüğü
mutlaka apaçık bir Kitap'ta yeralır.
62- Haberiniz olsun
ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar hiç üzülmeyeceklerdir de.
63- Onlar Allah'a
inanmış ve kötülüklerden sakınmışlardır.
64- Onlar için dünya
hayatında da ahirette de müjde vardır. Allah'ın verdiği sözlerin değişmesi
sözkonusu değildir. Büyük kurtuluş, büyük başarı işte budur.
65- Kafirlerin
sözleri sakın seni üzmesin. Çünkü üstünlük tümü ile, Allah'ın tekelindedir.
O, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.
66- Haberiniz olsun
ki, göklerde ve yerde kimler varsa hepsi Allah'ındır. Allah'ı bir yana
bırakarak putlara tapanlar aslında bu düzmece ortaklara uymuyorlar; sadece
sanıya, dayanaksız bilgiye uyuyorlar, sırf asılsız hayallerin peşinden
gidiyorlar.
67- Geceyi
dinlenmenize elverişli ve gündüzü aydınlık yapan O'dur. Hiç şüphesiz bu
sözlerde, onlara kulak verenler için birçok ibret dersi vardır.
Bu bölümde yeralan birinci ayetin ortaya koyduğu
Allah bilinci:
"Ne ile uğraşırsan uğraş, Kur'an'dan hangi parçayı
okursan oku, hangi işi yaparsanız yapınız, işinize daldığınızda (Hızlı bir
şekilde çalışarak, meşgul olarak dalıp gittiğinizde.) mutlaka
davranışlarınızın tanı ı gözeticisiyiz."
Hem huzur verici, hem ürpertici, hem sevindirici ve
hem de korkutucu bir bilinçtir. Herhangi bir iş ile meşgul olurken Allah'ın
kendisi ile beraber işini gözettiğini, işinin başında hazır bulunduğunu...
Bütün büyüklüğü (azameti), bütün heybeti, bütün ihtişam ve bütün kuvveti ile
kendisini gözlemlediğini kavrayan bu insan denen yaratığın hali ne olur
acaba? Bu evrenin yaratıcısı olan Allah'ın kendisini gözetlemesi ona basit
mi gelir? Bütün evrenin dizginini elinde bulunduran Allah'tan ürpermez ve
O'nun karşısında erimez mi? Yüce Allah bu insan denen varlıkla beraberdir.
Allah'ın yardımı onu elinden tutmaz ve korumazsa, o şu feza boşluğuna
fırlatılmış bir zerreden öte bir değer ifade edemez! Evet bu gerçekten
ürpertici bir bilinçtir! Bununla beraber sevimli ve huzur veren bir
bilinçtir. Fezaya fırlatılan bu zerre korumasız, yardımsız ve desteksiz
olarak bırakılmış değildir... Allah onunla beraberdir:
"Ne ile uğraşırsan uğraş, Kur'an'dan hangi parçayı
okursan oku, hangi işi yaparsanız yapınız, işinize daldığınızda mutlaka
davranışlarınızın tanığı, gözeticisiyiz."
Bu sadece kuşatıcı bir bilgi değildir. Bilginin
yanında kuşatıcı bir korumanın ve kuşatıcı bir gözetmenin ifadesidir:
"Ne yerde ne de gökte bulunan zerre ağırlığında bir
şey Rabbinizden saklı kalmaz. Gerek bundan daha küçüğü ve gerekse daha
büyüğü mutlaka apaçık bir Kitap'ta yeralır."
İnsanın hayali, yerde ve gökte yüzmekte olan ve yüce
Allah'ın bilgisiyle beraber bulunan zerreciklerle genişleyip gidiyor. Bundan
daha küçük varlıklar da, daha büyükleri de, Allah'ın ilminde kontrol altında
bulunuyor... İnsanın hayatı daha fazla ürperiyor ve dehşete kapılıyor. Saygı
ve takvasından dolayı kalp teslimiyet gösteriyor. Korku ve ürperti içinde
iman devreye giriyor. Titremekte olan kalp, Allah'a yakın olmanın sevinciyle
huzura kavuşuyor.
İşte bu sevginin gölgesinde, bu yakınlığın huzur
ortamında apaçık ilan geliveriyor:
"Haberiniz olsun ki, Allah'ın dostlarına korku
yoktur, onlar hiç üzülmeyeceklerdir de."
"Onlar Allah'a inanmış ve kötülüklerden
sakınmışlardır."
"Onlar için dünya hayatında da, ahirette de müjde
vardır. Allah'ın verdiği sözlerin değişmesi sözkonusu değildir. Büyük
kurtuluş, büyük başarı işte budur."
Bu şekilde bütün işlerinde, eylemlerinde,
hareketlerinde ve duruşlarında Allah onlarla beraber olduğu halde, Allah'ın
dostları nasıl korkuya kapılır veya üzülürler? Çünkü onlar Allah'ın
dostlarıdırlar. O'na iman ederler, O'ndan korunurlar, gizli-açık her yerde
O'nun kontrolü altında olduklarını bilirler:
"Onlar Allah'a inanmış ve kötülüklerden
sakınmışlardı."
Onlar Allah'ın dostları oldukları için ve sürekli
olarak O'nunla ilişki içinde oldukları halde neden korksunlar, neden
üzülsünler? Neye üzülsünler? Neden korksunlar? Çünkü hem dünya hayatında,
hem de ahirette müjde onlarındır. Bu değişmeyecek olan Allah'ın gerçek sözü,
taahhüdüdür:
"Allah'ın verdiği sözlerin değişmesi sözkonusu
değildir." "Büyük kurtuluş, büyük başarı işte budur."
Burada kendilerinden söz edilen Allah'ın dostları,
gerçek anlamda iman eden mü'minler, gerçek anlamda takva sahibi
muttakilerdir. İman ise, kalpte iyice yerleşen ve eylemle desteklenen bir
gerçektir. Eylem ise, Allah'ın emrettiklerini yerine getirmek, Allah'ın
yasakladıklarından kaçınmaktır. Allah'ın dostu olmayı bu şekilde anlamamız
gerekir. Sıradan halkın anladığı şekilde değil! Çünkü halk deli-divane
kimselere, "veli" demektedir.
Allah'ın dostlarına ilişkin bu koruma ve himaye
etmeye bağlı olarak yüce Allah, Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun-
hitap etmektedir. Çünkü peygamber Allah, dostlarının en önde gelenidir.
Böylece O'nu yalanlayıcılar ve iftiracılara karşı huzura kavuşturmuş
olmaktadır. Zira o sırada iftiracılar ve yalanlayıcılar, güç ve mevki sahibi
idiler.
"Kâfirlerin sözleri sakın seni üzmesin. Çünkü
üstünlük tümü ile, Allah'ın tekelindedir. O, her şeyi işiten ve her şeyi
bilendir."
Burada, izzet ve şeref yalnız Allah'a tahsis
ediliyor. Başka yerlerde olduğu gibi, bu izzet ve şeref peygamberi ve
mü'minleri de kapsayacak kadar geniş tutulmuyor. Çünkü burada sözkonusu
olan, yüce Allah'ın dostlarını korumasıdır. Bu nedenle izzetin tamamı,
Allah'a tahsis ediliyor. Aslında gerçekten de izzet yalnız Allah'ındır.
Peygamber ve mü'minler de izzetlerini O'nun izzetinden alırlar. Geriye kalan
bütün insanlar ise bu izzetten yoksundurlar. Kureyş'in büyüklük taslayan
müşrikleri de bu konuda diğer insanlar gibidirler. Peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- ise, Allah'ın kendi dostlarına bahşettiği ilahi himaye
altındadır. Onların dediklerine üzülmez. Çünkü Allah onunla beraberdir. Ve
O, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. Onların sözlerini işiten,
tuzaklarını bilen, kendi dostlarını, düşmanın sözlerinden ve tuzaklarından
koruyandır. Göklerdeki ve yerdeki herkes; insan olsun, cin olsun, melek
olsun, göklerde ve yerde bulunan herkes günahkârları, isyankârları ve takva
sahipleriyle herkes O'nun elindedir. Yaratıkları içinde güç ve kudret sahibi
herkes, O'nun otoritesi ve hakimiyeti altındadır:
"Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde kimler varsa
hepsi Allah'ındır."
Burada bir hikmete bağlı olarak metinde, "Şey-nesbe"
anlamına gelen "mâ" kullanılmamış, "kim" anlamına gelen, "men"
kullanılmıştır. Çünkü burada amaç, güçlü varlıkların da diğer güçsüz
varlıklar gibi, yüce Allah'ın emrinde olduğunu ortaya koymaktır. Bu nedenle
anlatım aynı düzeyde sürmüştür:
"Allah'ı bir yana bırakarak putlara tapanlar,
aslında bu düzmece ortaklara uymuyorlar."
Bu ortak olarak kabul edilen varlıklar, aslında
hiçbir şeyde Allah'ın ortakları değillerdir. Onlara tapanlar da, onların
Allah'ın ortakları olduklarını sadece sanıyorlar, kesin bir bilgileri
yoktur:
"Sadece sanıya, dayanaksız bilgiye uyuyorlar, sırf
asılsız hayallerin peşinden gidiyorlar." (Ayetin aslında, "Yahrusun"
kavramı; "Sezgilerine ve tahminlere göre sanıyorlar. Kesin bilgi ve gözleme
dayanmıyorlar' demektir.)
Az ilerde sürekli tekrarlandıkları için insanların,
habersiz oldukları ilahi kudretin bu evrendeki manzaralarına ilişkin bazı
alanlarına, dikkati çekilmektedir:
"Geceyi dinlenmenize elverişli ve gündüzü aydınlık
yapan O'dur. Hiç şüphesiz bu sözlerde, onlara kulak verenler için birçok
ibret dersi vardır."
Geceyi insanların istirahat edeceği bir zaman dilimi
olarak yaratan ve gün düzü aydınlık kılan, durdurma ve harekete geçirme
gücüne sahip olan Allah'tır. İnsanları yönlendirerek harekete geçiren,
insanlara göz veren ve görmelerini sağlayan O'dur... Hareketin ve
durdurmanın dizginlerini elinde tutan O'dur. İnsanların hepsine gücü yeten,
insanlar içindeki dostlarını korumaya gücü yeten O'dur... Şüphesiz O'nun
elçisi olan Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla birlikte
olan müslümanlar, Allah dostlarının en önde gelenleridir:
"Hiç şüphesiz bu sözlerde, onlara kulak verenler
için birçok ibret dersi vardır."
Kulak verenler ve işittiklerini düşünenler için..
Kur'an-ı Kerim'in metodu, ilahlık (uluhiyet) ve
kulluk (ubudiyet) konularından söz ederken çoğu zaman kâinattan aldığı
manzaraları kullanır. Çünkü bu evren, varlığı ve manzaraları ile fıtrata
seslenen bir şahittir. Onun bu dile gelişini fıtrat reddedemez. Kur'an'ın
metodu insanlara, bu dünya hayatlarında ve gözleriyle gördükleri bu evrenle
ilişkilerinde görülen ahenk ve uyumla da hitab eder.
Gerek içinde rahata kavuştukları geceler, gerekse
etraflarını görmelerini sağlayan gündüz, insanların hayatları ile sıkı
ilişkileri bulunan evrensel iki realitedir. İki olaydır. Bu evrendeki dehşet
verici olayların insanların hayatları ile ahenk içinde bulunduğu;
araştırmada ve bilim'de derinleşenlerin rahatlıkla algılayabildikleri bir
gerçektir. Çünkü onların içlerinde bulunan fıtratları, bu evrenle gizli bir
diyalog içindedir! Onunla anlaşmaktadır!
Böylece anlaşılıyor ki, "Modern Bilimler" ortaya
çıkmadan önce insanlar bu evrenin dilinden habersiz değillerdi! Onlar
yapıları gereği olarak bu dili anlıyorlardı. Bu nedenle her şeyden haberi
olan, her şeyi bilen yüce Allah, bunca asır önce bu dille onlara
hitabetmiştir. Bu dil, bilginin yenilenmesiyle yenilenen bir dildir.
İnsanlar bilgide (marifet) ilerledikçe, onu daha iyi anlayacaklardır. Yeter
ki, kalplerini iman ile açmış ve bu ufuklara Allah'ın nuru ile bakmış
olsunlar!
Ortaklar koşmak suretiyle iftira etmek, yüce Allah'a
çocuk isnad etmek şeklinde gerçekleşebilir. Nitekim, müşrik Araplar
meleklerin Allah'ın kızları olduklarını sanıyorlardı.
Bu dersin sonunda, bu türden bir şirk ve iftiradan
söz eden bir halka yeralıyor. Bu halka, Kur'an'ın metoduna bağlı olarak
dünyada delil getirmekle başlıyor ve ahirette azap ile sona eriyor
ALLAH'A EVLAT İSNAD
ETME
68- Müşrikler `Allah
evlât edindi' dediler. Haşa! O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Göklerde ve
yerde ne varsa O'nundur. Bu konuda elinizde hiçbir kanıt yoktur. Nasıl
oluyor da Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi söyleyebiliyorsunuz!
69- De ki; "Allah
hakkında yalan uyduranlar kesinlikle iflah olmazlar.
70- Dünyada geçici
bir yarar sağlarlar, arkasından dönüşleri bizedir, sonra gerçekleri inkâr
etmelerinin karşılığı olarak onlara ağır bir azap tattırırız.
Yüce Allah'ın çocuğu olduğuna inanmak, gerçekten çok
saçma bir inançtır. Düşüncedeki bir aksaklıktan kaynaklanmaktadır. Bu
düşünce ezeli ve ebedi olan ilahi özellikler ile, fani bir yaratık olan
insanın özellikleri arasındaki korkunç farkı kavramaktan aciz kalmaktadır.
Bu düşünceye saplananlar ayrıca fani varlıkların doğum yolu ile varlıklarını
devam ettirmelerindeki yasanın hikmetini de anlamakta güçlük çekiyorlar.
Halbuki bu varlıklarda birtakım noksanlıklar ve yanlışlıklar bulunduğundan,
nesillerini devam ettirmek için doğal bir eksiği tamamlamaktadır ve böyle
eksiklikler Allah için sözkonusu olamaz.
İnsanlar ölürler, fakat hayat Allah'ın belirlediği
zamana kadar sürecektir. Bu zaman doluncaya kadar yaratıcı olan Allah'ın
hikmeti insanların varlıklarını devam ettirmelerini gerektirmektedir. Çocuk
ise, soyu sürdürmenin bir vasıtasıdır.
İnsanlar yaşlanırken, ihtiyarlar ve zayıf düşerler.
Çocuk, ihtiyar olan gücün genç bir güç ile değiştirilmesidir. Bu güç,
Allah'ın dilediği şekilde yeryüzünü bayındır hale getirmek, hayatın devamı
için zayıfların ve ihtiyarların yardımına koşmaya ilişkin fonksiyonunu icra
etmek için devreye girer.
İnsanlar kendilerini kuşatan şartlara karşı mücadele
ederler. İnsanlardan ve hayvanlardan oluşan düşmanlarına karşı savaşırlar.
Dolayısıyla onlar kendi aralarında dayanışmak zorundadırlar. Bu tür
durumlarda insana yardım etmeye en yakın olan kişi çocuğudur.
İnsanlar harcadıkları çabalarla kendileri için
kazandıkları mallarını çoğaltmaya çalışırlar. Çocuk da, mal kazanmak için
sarfedilen çabaya katkıda bulunur.
Ve buna benzer nice sahalarda bu yardım olayı, yüce
Allah'ın yeryüzünün bayındır hale getirilmesi için belirlediği hikmeti
gereği olarak gerçekleşmektedir. Belirlenen süre doluncaya ve Allah'ın
takdiri yerini buluncaya kadar, bu böyle devam eder.
Fakat ihtiyaçların hiçbiri Allah'ın kendisi için
sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın ne varlığını sürdürmeye, ne ihtiyarlığı
sırasında yardımcıya, ne destekçiye, ne mala, ne de Allah'ın yüce zatı ile
ilgili akla gelen ve gelmeyen başka bir şeye ihtiyacı vardır.
Bu nedenle çocuk sahibi olmasının hikmeti ortadan
kalkar. Zira ilahi yapı, kendi zatı dışında başka bir varlıkla bağımlı
değildir ki, çocukla bu amaç gerçekleşsin. Yüce Allah'ın insanların
varlığını devam ettirmeleri için onlara bir nesil vermesinin hikmeti,
onların yapılarının yetersiz olması ve bu türden tamamlayıcı bir yardımcıya
ihtiyaç duymasıdır. Onların yapıları zorunlu olarak çocuğa ihtiyaç duyar.
Yoksa mesele anlamsız bir şekilde düzenlenmiş değildir.
Bu nedenle, "Müşrikler, `Allah evlât edindi"
dediler" ayetindeki müşriklerin tavrı şu şekilde reddediliyor:
"Haşa! O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Göklerde
ve yerde ne varsa O'nundur."
"Haşa!.."
O'nun yüce zatı bu türden zanlardan, anlayışlardan
ve düşüncelerden münezzehtir.
"O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur."
Biraz önce sözünü ettiğimiz ve etmediğimiz, akla
gelen ve gelmeyen diğer ihtiyaçlardan tam anlamı ile münezzehtir. Çocuğun
varlığını gerektirecek her şeyden müstağnidir. Sebepleri oluşturan
ihtiyaçlardır. İhtiyaçsız, hikmetsiz ve amaçsız olarak hiçbir şey boş olarak
varedilmemiştir:
"Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur."
Her şey O'nun mülküdür. Dolayısıyla yüce Allah'ın
çocuk yardımı ile sahip olacağı hiçbir şey yoktur. Öyleyse O'nun için çocuk
sahibi olmak gereksizdir ve yüce Allah gereksiz şeylerden münezzehtir!
Kur'an-ı Kerim kendi metoduna bağlı olarak,
kelâmcılara ve diğer felsefecilere göre önemli bir konu oluşturan ilahın
yapısı ile insanın yapısı etrafında teorik tartışmalara girmez. Çünkü
Kur'an-ı Kerim'in metodu olayları fıtrata en yakın yerinden, realite
noktasından ele almaktır. Konunun bizzat kendisini ele alır. Bazen
önümüzdeki hazır konuları sonsuza kadar ihmal ederek, zamanla bizzat kendisi
bir amaç halini alabilecek diyalektik varsayımlara göre meseleleri ele
almaz!
Kur'an, burada bu kadarlık bir dokunuşla yetiniyor.
Böylece onların pratik hayatlarına, çocuğa olan ihtiyaçlarına, onların bu
ihtiyacı nasıl düşündüklerine, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, yerdeki ve
göklerdeki her şeye sahip olan yüce Allah için böyle bir şeyin sözkonusu
olmayacağına dokunuyor. Bu konularda kesin bir kanaata varabilmeleri veya
teorik bir tartışmaya girmeden onların bütün delillerinin çürütülmesi için,
böyle bir yola başvuruyor. Çünkü teorik tartışma fıtratın rahatlıkla ve
soğukkanlılıkla kabul edeceği psikolojik dokunuşun etkisini
azaltabilmektedir.
Sonra onları realite ile yüzyüze getiriyor. Bu
realite de onların, iddia ettiklerine kesin bir delil getiremeyecekleridir.
Burada kesin delil, `otorite' olarak adlandırılıyor. Çünkü kesin delil, bir
güçtür. Kesin delil sahibi güçlüdür, otorite sahibidir:
"Bu konuda elinizde hiçbir kanıt yoktur."
Bu söylediklerinizi doğrulayan bir belgeye, kesin
bir delile sahip değilsiniz.
"Nasıl oluyor da Allah hakkında bilmediğiniz bir
şeyi söyleyebiliyorsunuz?"
İnsanın bilmediği şeyi söylemesi yakışıksız ve küçük
düşürücü bir harekettir. Peki bu hiçbir bilgiye dayanmayan söz, yüce Allah
hakkında söylenmişse durum ne olur? O zaman bu, bütün suçlardan daha büyük
bir suç olur! Her şeyden önce bu, Allah'ın lâyık olduğu bir şekilde kullar
tarafından tenzih edilmesine ve saygı duyulmasına aykırıdır. Çünkü bu
durumda yüce Allah, sonradan olma, acizlik, noksanlık ve kusur gibi
durumlarla tanıtılmış olur. Yüce Allah bunların hepsinden çok yüce ve
münezzehtir... Sonra böyle bir anlayış, yaratan ve yaratılan arasındaki
ilişki bakımından da bir sapıklıktır. Bu aynı zamanda, yaratan ile yaratılan
arasındaki ilişkilerle ilgili düşüncede de bir sapıklıktır. Bu konudaki
sapıklık, hayatın, insanın ve günlük ilişkilerin hepsine yansıyacak bir
sapıklığa kaynaklık edecektir. Zira bu konuların hepsi de, bu ilişkilerin
belirlenmesiyle ilgili düşüncenin detaylarını oluşturur. Putperest
düzenlerde, kâhinlerin ve kilisenin kendileri için yakıştırdığı bütün
otorite ancak, ya yüce Allah ile kızları olan (!) melekler arasındaki
ilişkiye dayalı düşüncelerden veya yüce Allah ile Meryem'in oğlu Hz. İsa
arasındaki ilişkiye dayalı, `baba' ve `oğul' ilişkisinden ve ilk günah
efsanesinden kaynaklanmıştır. İlk günah efsanesinden de "günah çıkarma" (!)
meselesi kilisenin, insanları sözde İsa'nın babasına bağlama meseleleri
doğmuştur... Ve burada sayılamayacak onca mesele, hep bu birinci halkadan,
bozulmadan yani yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkiye ait saplantıdan
kaynaklanmıştır. Bunların bozulması ile hayatın her alanına uzanan bütün
diğer halkaları bozulur.
Demek ki, mesele sırf inanç sistemine ilişkin bir
düşünce bozukluğu değildir. Bu hayatın hepsini kuşatan bir meseledir. Kilise
ile bilim ve akıl arasındaki meydana gelen bütün çatışma, toplumun,
kilisenin otoritesinden kurtulması ile sonuçlanmıştır. Bu aynı zamanda
toplumun, dinin otoritesinden kurtulması anlamına gelmiştir! İşte kilise ile
dini eşdeğer tutma anlayışı da, bu birinci halkadaki yanlıştan
kaynaklanmıştır. Yani Allah ile kulları arasındaki ilişkilerle ilgili
düşünce bozukluğundan. Bunun arkasından bütün insanlığı etkisi altına alan
pek çok kötülük devreye girdi. İnsanlığı materyalist akımların peşinde
koşturdu. Bu akımların getirdiği belalar ve felâketler yüzünden, feryatlar
göklere yükseldi.
İşte bu nedenle islâmi inanç sistemi, bu ilişkiyi
hiçbir karışıklık ve kapalılığa meydan bırakmayacak biçimde net bir
açıklıkla ortaya koymaya özen göstermiştir... Yüce Allah ezeli ve ebedi
yaratıcıdır. Çocuğa ihtiyacı yoktur. O'nunla istisnasız bütün insanların
ilişkisi, yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişkiden öteye geçemez. Evren,
hayat ve canlılar değişmeyen ve ayırım yapmayan yasalara bağlıdır. Bu
yasalara uygun hareket eden kurtulur ve başarıya ulaşır. Bunları dikkate
almayan ise, sapıklığa düşür ve hüsrana uğrar. Bu konuda bütün insanlar
aynıdır. Hepsi de eninde sonunda Allah'ın huzuruna çıkarılacaktır. Orada
hiçbir şefaatçı ve hiçbir ortak bulunmayacaktır. Kıyamet gününde herkes tek
başına O'nun huzuruna varacaktır. Kim ne yapmışsa O'nun karşılığını
alacaktır. Ve yüce Allah, o gün hiç kimseye zerre kadar haksızlık
etmeyecektir.
İşte kolay ve sade bir inanç sistemi. Bu inanç
sisteminde bozuk yorumlara meydan verilmez. İnsanın kalbini köşelere,
bucaklara yöneltecek hiçbir sapık veya eğri tarafı yoktur. Gizli ve kapalı
bir meselesi yoktur!
Buna bağlı olarak bütün insanlar Allah'ın huzurunda
aynı seviyede dururlar. Hepsi de Allah'ın yasalarına muhataptır. Onlardan
sorumludur. Herkes onların muhafızıdır. İşte ancak bu anlayışla, yani
insanlar ile Allah arasındaki ilişkinin düzelmesinin bir sonucu olarak
insanların kendi aralarındaki ilişkileri de düzelebilir.
"De ki; Allah hakkında yalan uyduranlar kesinlikle
iflah olmazlar."
Hiçbir şekilde iflah olmazlar. Ne bir patikada, ne
de başka bir yolda yürümekle kurtulabilirler. Ne dünyada, ne de ahirette
kurtuluşa erebilirler. Gerçek kurtuluş, Allah'ın sağlam yasalarına uymakla
mümkündür. Allah'ın bu yasaları insanları iyiliğe iletir, insanlığın
ilerlemesini, toplumun düzelmesini, hayatın gelişmesini sağlar. O'nu ileriye
doğru iter. Gerçek kurtuluş, insani değerleri ayak altına alma, insanlığı
hayvanların seviyesine indirme pahasına da olsa sırf maddi üretimi arttırmak
değildir! Çünkü bu göstermelik ve geçici bir kurtuluştur. Bu, insanın
yapısının kaldırabileceği en mükemmel ve en üstün gelişme ve ilerleme
çizgisinden sapmaktır.
"Dünyada geçici bir yarar sağlarlar, arkasından
dönüşleri bizedir, sonra gerçekleri inkâr etmelerinin karşılığı olarak
onlara ağır bir azap tattırırız."
Sırf basit bir yararlanma. Hem de kısa süreli basit
bir yararlanma. Ayrıca bir devamlılığı olmayan kesik bir yararlanmadır.
Çünkü bu yararlanma, insanlığa lâyık olan ahiret yurdu ile bağlantılı
değildir. İnsanoğluna layık olan, üstün yararlanmaya ileten, Allah'u kâinata
yerleştirdiği yasalarından sapmanın bir ürünü olarak hemen arkasından, "ağır
bir azap" gelmektedir.
HZ. NUH VE KAVMİ,
HZ. MUSA VE FİRAVUN
Bu surede daha önce eskiden yaşamış milletlere,
onların kendi peygamberlerinin mesajlarını yalanlamalarının sonucu olarak
neye uğratıldıklarına ve onlara varis olanların da sınanmak için varis
kılındıklarına değinmiştik:
"Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri
kendilerine açık gerçekler getirmişlerken zalimce davranarak iman etmeye
yanaşmadıkları için yokettik. İşte biz ağır suçlu toplumları böyle
cezalandırırız."
"Sonra nasıl davranacağınızı görelim diye sizi
onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık." (Yunus Suresi, 13-14)
Ayrıca her millete bir peygamber gönderildiğine ve
ancak bu peygamberin gönderilişinden sonra aralarında adalet ile hüküm
verildiğine de işaret etmiştik: "Her ümmete bir peygamber gönderilmiştir.
Peygamberler gelip de mesajlarını duyurduktan sonra ümmetler hakkında adalet
uyarınca hüküm verilir, onlara haksızlık edilmez." (Yunus Suresi, 47)
Şimdi de surenin akışı bu iki meseleyi daha detaylı
olarak ele alıyor. Burada Hz. Nuh ile kavmi arasında geçen kıssanın bir
bölümü ve Hz. Musa ile Firavun ve kurmayları arasında geçen kıssanın bir
bölümü örnek olarak veriliyor. Bu iki örnekte de; peygamberi kendisine
geldikten, mesajını ilettikten, ilahi mesaja karşı gelmelerinin acı sonu
hakkında onları uyardıktan sonra, bir milletin peygamberin mesajını
yalanlaması halinde çarptırılacağı ceza ve o millet hakkındaki hükmün
kesinlik kazanması açıkça ortaya konuyor.
Aynı şekilde Hz. Yunus'un kıssasına da kısaca
değiniliyor. Hz. Yunus'un kavmi Allah'ın azabı gelmeden kısa bir süre önce
iman etmiş, böylece azap üzerlerinden kaldırılmış ve imanları sayesinde
ondan kurtulmuştur... Bu da bir başka açıdan onlara dokunmaktadır. İlahi
mesajın yalanlayıcılarına iman etmeyi cazip gösteren bir nitelik
taşımaktadır. Peygamberin mesajını yalanlayan insanlara, belki uyarıldıkları
azaptan sakınırlar ve sonları, daha önce Hz. Nuh'un ve Hz. Musa'nın
peygamber olarak gönderildiği milletlerin sonu gibi olmaz.
Bundan önceki bölüm; Allah adına yalan uyduranların
ve O'na ortak koşanların cezasını Allah'a havale etmesi için Peygamber'e
-salât ve selâm üzerine olsun- yönelik bir direktifle sona ermiştir:
"De ki; Allah hakkında yalan uyduranlar kesinlikle
iflah olmazlar." "Dünyada geçici bir yarar sağlarlar, arkasından dönüşleri
bizedir, sonra gerçekleri inkâr etmelerinin karşılığı olarak onlara ağır bir
azap tattırırız."
Bundan az önce de Peygamber'e tam bir güven
verilmişti:
"Kâfirlerin sözleri sakın seni üzmesin. Çünkü
üstünlük, tümü ile, Allah'ın tekelindedir." (Yunus Suresi, 65)
Yine orada belirtilmişti ki, Allah dostlarına hiçbir
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
Surenin akışı yeni bir direktif ile devam ediyor.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onlara, Hz. Nuh'un kıssasını
anlatıyor. Bu kıssada Hz. Nuh'un kavmine meydan okuyuşuna, onun ve onunla
birlikte iman edenlerin kurtuluşuna ve yeryüzünde onlara varis olmalarına,
sayı ve güç olarak kendilerinden çok daha ilerde olan mesajı yalanlayanların
ise, yokedilişine özellikle parmak basılıyor.
Bu kıssaların bu surenin akışı içinde ve biraz
önceki birbirine yakın kavramlar arasında yeralmasının nedeni ise açıktır.
Kur'an'daki kıssalar, bir surede yeralırken, oradaki bir fonksiyonu icra
etmek için yer alırlar. Aynı kıssalar değişik yerlerde farklı ifadelerle,
üslublarla surenin akışına uygun biçimde yeralabilirler. Kıssaların herhangi
bir yerde aktarılan bir bölümü, içinde yeraldığı anlatımın gerekli olan
ihtiyacını tam anlamı ile karşılar. Bazen kıssanın bir bölümü başka bir
yerde de sunulabilir. Zira burada kıssanın başka bir bölümünü aktarmak daha
uygun düşer. Burada Hz. Nuh, Hz. Musa ve Hz. Yunus'un kıssalarından
aktarılan bölümlerinden ve onların sunuş metodundan anlaşılıyor ki, bu
olaylar Mekke'deki müşriklerin Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun
ve onunla birlikte olan bir avuç mü'min topluluğa karşı nasıl tavır
takındıkları ve bu mü'min azınlığın çoğunluğa, kuvvete ve otoriteye rağmen
imanının onuru ile onlara nasıl karşı koyduğu ile yakından ilgilidir. Yine
bu kıssaların da kendi aralarında bir uyum sağladıklarını, orada ve ardından
gelen yorumlar ve değerlendirmelerle bir bütünlük sağladıklarını göreceğiz.
HZ. NUH'UN KISSASI
71- Onlara Nuh'un
hikâyesini anlat: Hani o soydaşlarına demişti ki; "Ey soydaşlarım, eğer
karşınıza çıkıp Allah'ın ayetlerini hatırlatmam ağırınıza gidiyorsa ben
Allah'a dayandım; siz de Allah'a ortak koştuğunuz putlarla birlikte ne
yapacağınızı kararlaştırınız, sonra vardığınız karardan dolayı başınız
ağrımasın; arkasından şahsıma ilişkin kararınızı, bana hiçbir mühlet
tanımaksızın uygulayınız.
72- Eğer çağrıma
sırt dönüyorsanız, ben sizden herhangi bir ücret istemiş değilim, benim
çabamın karşılığını verecek olan sadece Allah'dır; bana müslümanların,
Allah'ın buyruklarına teslim olanların ilki olmam emredildi.
73- Yine de onu
yalanladılar. Biz de onu ve gemideki arkadaşlarını boğulmaktan kurtararak,
boğulanların yerine geçirdik ve ayetlerimizi yalanlayanları boğduk. Gör
bakalım, uyarılıp da yola gelmeyenlerin sonu nice oldu?
Burada sunulan bölüm, Hz. Nuh'un kıssasının son
bölümüdür. Uzun uyarıdan, uzun boylu hatırlatmadan ve onların uzun bir süre
peygamberin mesajını yalanlamalarından sonra gelen en son meydan okuyuş
bölümüdür. Bu bölümde ne gemi konusuna, ne kimlerin ona bindiğine, ne
Tufan'a, ne de bölümle ilgili detaylara ilişkin açıklamalara yer veriliyor.
Çünkü burada önemli olan meydan okuyuşu ve yalnız Allah'dan yardım dilemeyi,
Peygamber'in ve onunla birlikte onların azınlıkta oldukları halde
kurtulmasını, çoğunluğa ve kuvveti ellerinde bulundurmalarına rağmen,
peygamberin mesajını yalanlayanların helâk oluşunu ön plana çıkarmaktır. Bu
nedenle surenin akışı kıssanın bütününe yayılmıyor, bir tek bölümde
yoğunlaşıyor. Bu bölümün de detaylarına girilmiyor, özellikle sonunda alınan
neticelere ağırlık veriyor. Zira kıssanın burada ele alınmasından amaç
budur.
"Onlara Nuh'un hikâyesini anlat, hani o soydaşlarına
demişti ki; "Ey soydaşlarım, eğer karşınıza çıkıp Allah'ın ayetlerini
hatırlatmam ağırınıza gidiyorsa, ben Allah'a dayandım; siz de Allah'a ortak
koştuğunuz putlarla birlikte ne yapacağınızı kararlaştırınız, sonra
vardığınız karardan dolayı başınız ağrımasın; arkasından şahsıma ilişkin
kararınızı bana hiçbir mühlet tanımaksızın uygulayınız."
Eğer benim yaptıklarım sizi zor durumda bıraktıysa
ve artık siz benim aranızda kalmama, sizi Allah yoluna çağırmama, Allah'ın
ayetlerini size hatırlatmama tahammül edemeyecek duruma geldiyseniz, işte
siz ve yapabilecekleriniz! İstediğinizi yapın!.. Bense kendi yolunda
yürümeye devam edeceğim. Ve bu konuda Allah'dan başkasına dayanmayacağım.
"Ben Allah'a dayandım."
Yalnız O'na dayandım. O, bana yeter. Başka dostlara
ve yardım edicilere ihtiyacım yoktur.
"Siz de Allah'a ortak koştuğunuz putlarla birlikte
ne yapacağınızı kararlaştırınız."
Yapacağınız işin girdisini-çıktısını belirleyiniz.
Dayanışma içinde bütün hazırlığınızı görün.
"Sonra vardığınız karardan dolayı başınız
ağrımasın."
Tam tersine, aldığınız tavır hakkındaki düşünceniz
net olsun. Yapmayı kararlaştırdığınız şeyde bir karışıklık, bir kapalılık,
bir kararsızlık ve vazgeçme olmasın!
"Arkasından şahsıma ilişkin kararınızı uygulayınız."
İyice düşünüp taşındıktan; meseleyi bütün boyutları
ile değerlendirdikten ve hiçbir tereddüde meydan bırakmayan kesin yargıdan
sonra, benim şahsımla ilgili planınızı ve kararınızı uygulayınız.
"Bana hiçbir mühlet tanımayınız."
Hazırlık yapmam ve önlem almam için bana zaman
tanımayınız. Benim bütün hazırlığım başkasına değil, yalnız Allah'a
dayanmamdır.
Bu gerçekten kışkırtıcı, apaçık bir meydan
okuyuştur. Bu sözü, elinde yeterli güç ve kuvveti bulunduran, kendi
hazırlığına tam anlamı ile güvenen kimseden başkası söyleyemez. Çünkü
buradaki ifade, düşmanın öfkesini kendi üzerine çekme, dokunaklı sözlerle
onların kendisine saldırmalarına yolaçan anlamına gelmektedir! Peki Hz.
Nuh'un sırtını dayadığı güç ve hazırlık neydi? Yeryüzünün bütün güçlerine
karşı ne vardı elinde?
İman onunla beraberdi. Bütün güçlerin önünde
küçüldüğü, çoğunluğun önünde dize geldiği bütün önlemlerin karşısında
çaresiz kaldığı kuvvetli bir iman. Hz. Nuh'un arkasında kendi dostlarını,
şeytanın dostlarının elinde bırakmayan yüce Allah vardı!
İşte bu yalnız Allah'a imandır ki, sahibini bu
evrende yeralan bütün canlı ve cansız varlıklara egemen olan büyük kuvvetin
kaynağına kavuşturur. Dolayısıyla bu meydan okuyuş bir aldanma, bir öfke,
bir intihar değildir! Bu gerçekten büyük olan kuvvetin, kesin iman sahipleri
karşısında sönükleşen, eriyip giden basit, geçici kuvvetlere meydan
okuyuşudur.
Allah yoluna çağrıda bulunan müslümanlar için
Allah'ın elçileri en güzel örneklerdir... Buna bağlı olarak, dava sahibi
müslümanların kalplerini dolup taşıncaya kadar bu güvenle doldurmaları
gerekir. Yeryüzünün gayrımeşru bütün otoritelerine karşı yalnız Allah'a
dayanmaları zorunludur.
Yeryüzünün gayrımeşru otoriteleri onlara işkenceden
ve eziyetten başka bir zarar veremezler. Bu eziyetin ise bir imtihan
vesilesi kabul edilmesi gerekir. Yoksa yüce Allah, dostlarına yardım
etmekten aciz değildir. Kendi dostlarını, düşmanlarının ellerine teslim
etmesi anlamına da gelmez bu. Bu sadece bir sınamadır. Kalpleri ve safları
belirleyen bir sınama. Bundan hemen sonra, atak sırası mü'minlere gelir. Ve
yüce Allah'ın onlara söz verdiği zafer ve egemenlik gerçekleşir.
Yüce Allah, kendi kullarından biri olan Hz. Nuh'un
kıssasını anlatıyor. Burada Hz. Nuh, zamanın gayrımeşru otoritesini elinde
bulunduran güçlere karşı apaçık ve net olarak meydan okuyor. Şimdi bu
kıssayı akışı içinde izleyelim ve sonunu hemen görelim:
"Eğer çağrıma sırt dönüyorsanız, ben sizden herhangi
bir ücret istemiş değilim, benim emeğimin karşılığını verecek olan sadece
Allah'dır."
Eğer siz benden yüz çevirecek ve uzaklaşacak
olursanız, ne haliniz varsa görün! Ben zaten sizi doğru yola iletmek için
yaptığım çalışma karşılığında bir ücret istemiyorum ki, sizin bana sırt
çevirmenizle benim ücretim azalsın!
"Benim çabamın karşılığını verecek olan sadece
Allah'dır."
Sizin böyle bir tavır takınmanız, benim inancıma
bağlılığımı sarsmaz. Ben kendimi bütünüyle Allah'a teslim etmekle
emrolundum:
"Bana müslümanların, Allah'ın buyruklarına teslim
olanların ilki olmam emredildi."
Madem ki bana böyle emir verildi, ben
müslümanlardanım. Peki sonuç ne oldu?
"Yine de onu yalanladılar. Biz de onu ve gemideki
arkadaşlarını boğulmaktan kurtararak boğulanların yerine geçirdik ve
ayetlerimizi yalanlayanları boğduk."
Kısaca böyle oldu işte. O ve onunla birlikte olanlar
yani mü'minler gemide kurtuldular. Bir avuç kadar bir azınlık olmalarına
rağmen yeryüzü onlara emanet edildi. Peygamberin mesajını yalanlayanlar
güçlerine ve çoğunluk olmalarına rağmen boğuldular.
"Gör bakalım, uyarılıp da, yola gelmeyenlerin sonu
nice oldu?" İsteyen, "uyarılıp da yola gelmeyen" yalanlayıcıların sonuna
baksın. Öğüt ve ibret almak isteyen, kurtuluşa eren mü'minlerin sonlarından
ibret alsın.
Surenin anlatım seyri, Hz. Nuh'un ve onunla birlikte
olanların kurtuluşunu hemencecik ilan ediyor. Çünkü Hz. Nuh ve onunla
birlikte olan mü'min azınlık, büyük çoğunluğu oluşturan kitleye meydan
okumuş ve büyük bir tehlike ile yüzyüze gelmişti. Dolayısıyla sonuç, sırf bu
çoğunluğun yokedilişi değildi. Bundan daha öncelikli bir öneme sahip olan,
mü'min azınlığın bütün tehlikelerden kurtulması, yeryüzünün onlara emanet
edilmesiydi. Zira yeryüzünü tekrar bayındır hale getirecek, diriltecek,
şenlendirecek ve belli bir süreden beri aksatılmış bulunan başlıca rollerini
tekrar üstlenecek bu bir avuç mü'min azınlıktı.
Bu yüce Allah'ın yeryüzündeki bir yasasıdır. Bu
konuda kendi dostlarına verdiği bir taahhüdüdür. Bir kere mü'min olan
topluluğun yolu uzadığında bilmelidir ki, gerçekten izlemesi gereken yol, bu
yoldur. Sonucun ve yeryüzünü emanet alacak kitlenin mü'minler olduğuna kesin
kanaat getirmelidir. Allah'ın taahhüdünün ve sözünün erken gerçekleşmesini
istememelidir. Allah'ın sözü gerçekleşinceye kadar yoluna devam etmelidir.
Yüce Allah, haşa, dostlarını aldatmaz. Kudreti ve kuvveti ile onlara destek
olmaktan aciz değildir. Yine yüce Allah, onları düşmanlarına teslim etmez...
Şu kadar var ki, yüce Allah sınamalarla mü'minlere pek çok şey öğretir,
onları eğitir ve donatır...
AYETLER-MUCİZELER
Surenin akışı içinde Hz. Nuh'tan sonraki
peygamberlere kısa ve özet olarak değiniliyor. Onların, insanlara
getirdikleri belgeleri, mesajları ve harikaları, ilahi mesajı yalanlayıcı
sapıkların nasıl karşıladıklarına işaret ediliyor:
74- Sonra Nuh'un
ardından birçok peygamberi soydaşlarına gönderdik. Peygamberler soydaşlarına
açık mesajlar getirdiler. Fakat soydaşları daha önce yalanladıkları
gerçeklere inanmaya yanaşmadılar. Biz de, ölçüyü aşanların kalplerini böyle
mühürleriz.
Bu peygamberler kendi milletlerine mucizeler
getirdiler. Ayeti kerime diyor ki:
"Fakat soydaşları daha önce yalanladıkları
gerçeklere inanmaya yanaşmadılar."
Burada, "onlar, kendilerine mucizeler geldikten
sonra da, tıpkı bu mucizeler gelmezden önce olduğu gibi, yalanlamalarına
devam ettiler, mucizeler onları bu inatlarından vazgeçirmedi" anlamı
çıkarılabilir. Bunun yanında aynı ifade, "Peygamberlerin mesajlarını
yalanlayanlar, kuşakları farklı da olsa, bir topluluktu. Çünkü onların
karakteri birdi. Bu nedenle onların, daha öncekilerin yalanladıklarına veya
kendilerinin bu önceki nesillerin şahıslarında yalanladıklarına iman
etmeleri mümkün değildi. Bunlar da onlardandı. Karakterleri birdi.
Mucizelere karşı tavırları ve tutumları birdi. Kalplerini bu mucizelere
açmıyorlardı. Akılları ile onları düşünüp değerlendirmiyorlardı. Ayrıca
onlar doğru yol üzerinde yürümek için zorunlu olan doğru istikamet ve
itidalin sınırlarını aşmış azgın ve saldırgan kimselerdi. Çünkü yüce
Allah'ın, kendisi ile düşünmeleri ve gerçeği araştırıp görmeleri için vermiş
olduğu kavrayış yeteneklerini kullanmıyorlardır. İşte buna benzer olumsuz
tavırları kalplerinin kararmasına, kapanmasına ve giriş-çıkışlarının
tıkanmasına neden oluyordu" anlamına gelebilir:
"Biz ölçüyü aşanların kalplerini böyle mühürleriz."
Allah'ın ezeli olan yasasına uygun olarak sahibi
tarafından kapatılan kalbe yüce Allah mühür vurur. Onu dondurur ve
taşlaştırır. Artık o hiçbir mesajı algılayamaz ve kabullenemez... Doğal
olarak bu işlem, yüce Allah'ın baştan bu kalplerin doğru yola ulaşmalarını
engellemek istediği anlamına gelmez. Bu Allah'ın bir yasasıdır. Şartlarının
gerçekleştiği her yerde yürürlüğe girer.
HZ. MUSA VE FİRAVUN
HANEDANI
Bu surenin konuları bağlamında ele alınan Hz.
Musa'nın kıssası ise, yalanlama ve meydan okuma aşamasından ele alınıyor.
Firavun ve askerlerinin boğulması ile de sona eriyor. Kapsamı Hz. Nuh'un
kıssasının çevresinden daha geniş tutuluyor. Burada Mekke'deki müşriklerin
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı tutumları ile, o zamanki
müşriklerin tutumu arasında ve Peygamberin etrafında bulunan mü'minler ile o
zamanki mü'min azınlığın tutumu arasındaki benzerliklere dikkat çekilmiştir.
Burada anlatılan Hz. Musa'nın kıssası beş bölüm
halindedir. Bundan hemen sonra gelen bir değerlendirme ise, bu surede
sözkonusu kıssanın neden bu şekilde yeraldığını ortaya koymaktadır. Bu beş
bölüm, surenin akışı içine şu şekilde birbirini izlemektedir
75- Bu
peygamberlerin ardından Musa ile Harun'u ayetlerimiz ile Firavun'a ve seçkin
yakınlarına gönderdik, ama burun kıvırdılar ve ağır suçlu bir toplum
oldular.
76- Bizim
tarafımızdan gönderilen gerçek onlara ulaşınca, "Bu apaçık bir büyüdür"
dediler.
77- Musa, onlara;
"Size gelen gerçek için böyle mi diyorsunuz? Bu bir büyü müdür? Oysa
büyücüler iflah olmazlar, kurtuluşa eremezler. "
78- Musa'nın
soydaşları dediler ki; "Siz ikiniz, bizi atalarımızdan miras aldığımız inanç
ve geleneklerden vazgeçiresiniz ve bu yörede egemenliği ele geçiresiniz diye
mi bize geldiniz? Biz size kesinlikle inanmayacağız. ". .
Hz. Musa'nın Firavun'a ve hanedanına getirmiş olduğu
mucizeler A'raf suresinde açıklanan dokuz mucizedir. Ne var ki, onlar burada
belirtilmiyor ve detaylarına inilmiyor. Çünkü burada konunun akışı bunlara
dalmayı gerektirmiyor. Bunların özet halinde verilmesi yeterli oluyor.
Burada önemli olan Firavun ve hanedanının Allah'ın ayetlerini (mucizelerini)
nasıl karşıladığıdır:
"Ama burun kıvırdılar ve ağır suçlu bir toplum
oldular." "Bizim tarafımızdan gönderilen gerçek onlara ulaşınca."
Evet... "Bizim tarafımızdan" sınırlandırması ile...
Böylece onlar, Allah katından gelen bu gerçek hakkındaki sözleriyle nedenli
iğrenç bir cinayet işlediklerini kavrayabilsinler:
"Bu apaçık bir büyüdür" dediler.
Bu derece şımarıkça ve pekiştirici ifade ile... hem
de hiçbir delile dayanmadan... "Bu apaçık bir büyüdür" dediler. Sanki bu
bütün asırlar boyunca yalanlayıcıların birbirinden öğrendikleri tek bir
cümledir. Surenin girişinde belirtildiği gibi yer ve zaman uzaklığına ve Hz.
Musa'nın getirdiği mucizeler ile Kur'an mucizesi arasındaki uzaklığa rağmen,
Kureyş müşrikleri de aynen onlar gibi davranmışlardı!
"Musa onlara, `Size gelen gerçek için böyle mi
diyorsunuz? Bu bir büyü müdür? Oysa büyücüler iflah olmazlar, kurtuluşa
eremezler" dedi.
Hz. Musa'nın olumsuzluk ifade eden birinci sorusunda
gizli kalan şey, ikinci sorusunda ortaya çıkmıştır. Sanki Hz. Musa onlara
şöyle demiştir: Size geldiği zaman gerçeğe: "Bir büyüdür" mü diyorsunuz? Bu
bir büyü müdür?" Birinci soruda gerçeğin büyü olarak nitelendirilmesi
yadırganıyor. İkinci soruda ise, herhangi bir insanın gerçek için, `bu
büyüdür' demesine hayret ediliyor. Çünkü büyü, insanlara doğru yolu
göstermeyi amaçlamaz. Bir inanç sistemi öngörmez. İlahlık ve yaratılanlar
ile yaratıcı arasındaki ilişkiler konusunda belli bir düşünce sistemi
getirmez. Hayat için sistemli-düzenli bir programı kapsamaz. Dolayısıyla
büyü ile gerçek karışmaz, karıştırılmaz. Büyücüler de bu tür amaçlara
varmak, buna benzer yönelişleri gerçekleştirmek için hiçbir eylemde
bulunmazlar! Onların bütün marifeti hokkabazlık ve göz boyamadır.
İşte burada Firavun'un ileri gelen adamları
kendilerini Allah'ın ayetlerine teslim olmaktan alıkoyan gerçek etkenleri
açıklıyorlar:
"Musa'nın soydaşları dediler ki; "Siz ikiniz, bizi
atalarımızdan miras aldığımız inanç ve geleneklerden vazgeçiresiniz ve
yörede egemenliği ele geçiresiniz diye mi bize geldiniz? Biz size kesinlikle
inanmayacağız."
Demek ki onların korkuları, atalarından miras
aldıkları geleneksel inançlarının sarsılmasıdır. Çünkü bu inançlar onların
ekonomik ve siyasal düzenlerinin altyapısını oluşturuyorlardı. Yani onların
korkusu yeryüzündeki iktidarlarının ellerinden alınmasıydı. Ki onların bu
iktidarları da, atalarından devraldıkları mitolojik inançlarına dayanıyordu.
Peygamberlerin çağrılarına karşı çıkmanın eskiden
olduğu gibi şimdi de temel nedeni budur. İşte bu nedenle mevcut statükoyu
ellerinde bulunduran azgınlar, ilahi mesajlara karşı direnmişler, onları
reddetmek için çeşitli mazeretler bulmuşlar, bu yola davet edenlere en
iğrenç ithamlarda bulunmuşlar, bu çağrılara ve davetçilere karşı koymak için
her türlü kötülük yoluna başvurmuşlardır. Onların karşı çıkış nedeni,
"yeryüzü egemenliğinin" ellerinden alınmasıdır. Bu egemenliğin alt yapısını
oluşturan tutarsız inançlardır. Diktatörler bu tutarsız inançları bütün
çelişkilerine, bütün bozukluklarına, bütün kuruntularına ve saçmalıklarına
rağmen kitlelerin kalplerinde muhafaza etmeye ve orada bu inançları
dondurup-taşlaştırmaya özen gösterirler. Zira kalplerin sağlıklı-tutarlı bir
inanç sistemine açılması, okulların yeni bir ışıkla aydınlanması, geleneksel
değerler karşısında büyük bir tehlike oluşturur. Bu diktatörlerin (Allah'ın
belirlediği yaşam tarzını tanımayan ve uygulamayanların) konumu ve
kitlelerin kalplerindeki korkuları karşısında büyük bir tehlikedir. Bu
korkunun zeminini hazırlayan ve ona destek sağlayan kurallara, ilkelere
karşı ciddi bir tehlike meydana getirir. Yani onlar, insanların Allah'tan
başka ilahlara kulluk yapmaları üzerinde kurulu egemenliklerinin,
iktidarlarının yitirilmesi endişesini taşıdıklarından, bu ilahi mesajlara
karşı koyuyorlar! Bütün peygamberlerin elleriyle gerçekleştirilen "İslâm
çağrısı", ilahlık yetkisini yalnız alemlerin Rabbi olan Allah'a vermeyi,
ilahlığın özelliklerini ve haklarını kendilerinde gören ve bu hakları
insanların hayatına uygulayan sahte ilahları temizlemeyi ana hedef olarak
kabul etmiştir. Halk kitlelerini kendilerine boyun eğdiren bu sahte ilahlar,
elbette ki gerçek ve doğru olan sözün, bu halk kitlelerine ulaşmasına izin
verecek değillerdi! İslâmın öngördüğü bir şekilde yalnız alemlerin Rabbi
olan Allah'ın ilahlık yetkisine sahip olduğunun genel bir ilke olarak ilan
edilmesine, kulların kullara kulluktan kurtarılmasına ve özgürlüğe
kavuşturulmasına katlanamazlardı. Böyle kapsamlı ve evrensel bir mesajın
halk kitlelerine ulaşmasına göz yumamazlardı. Çünkü onlar, bu mesajın kendi
ilahlıklarına karşı bir devrim, iktidarlarına karşı bir inkılâb ve
egemenliklerinin sonu anlamına geldiğini, bununla, insanların insana
yakışır, onurlu özgürlük atmosferine gireceklerini biliyorlardı!
Nerede ve ne zaman ki, alemlerin Rabbi olan Allah'a
davet eden insanlar çıkmış, eskiden olduğu gibi bugün de onlara karşı
çıkanlar iktidar endişesi ile karşı çıkmışlardır!
Kureyş'in zeki adamları Hz. Muhammed'in -salât ve
selâm üzerine olsun mesajındaki gerçekliği ve yüceliği kendi şirk
inançlarındaki tutarsızlığı ve bozukluğu görmekte yanılacak değillerdi.
Fakat onlar efsaneler ve geleneklerden oluşan bu inançlarına dayalı bulunan
geleneksel statükoyu ve konumlarını yitirme endişesi taşıyorlardı. Nitekim
daha önce de Firavun milletinin ileri gelenleri yeryüzü iktidarlarını
yitirme endişesine kapılmışlar ve şu sözlerde küstahlıklarını
göstermişlerdi:
"Biz size kesinlikle inanmayacağız."
FİRAVUN VE
BÜYÜCÜLERİ
Burada Firavun ve ileri gelen adamları büyü
hikâyesini tutturmaya çalışıyorlar. Büyük bir ihtimalle onlar, bu yolla
kitleleri aldatmayı planlıyorlar. Bu amaçla büyücülere imkânlar tanıyarak
ortaya koymuş oldukları büyülerle Hz. Musa'ya ve onun elinde bulunan dış
görünüş açısından da büyüye benzeyen mucizelerine meydan okumak istiyorlar.
Amaç olarak böyle bir girişimden, "Musa da mahir ve usta bir büyücüden başka
bir şey değildir" sonucunu çıkarmayı düşünüyorlar. Eğer bu oyunları tutarsa,
etkinliğini yitirmesinden korktukları geleneksel inançlarına ve daha
önemlisi yeryüzündeki iktidarlarına yönelik korku ve endişeleri sona
erecekti. Bizim tercihimize göre onların büyük bir tehlikenin varlığını
hissettikten sonra böyle bir büyü şenliğine başvurmalarının gerçek
etkenleri, Hz. Musa'yı bu yolla milletin gözünden düşürmeyi planlamalarıydı:
79- "Firavun, "Bana
bütün bilgili büyücüleri getiriniz " dedi. "
80- Büyücüler
gelince Musa onlara, `Atacağınızı atınız, hünerinizi gösteriniz' dedi.
81- Onlar
atacaklarını atıp, hünerlerini gösterince Musa, "Sizin gösterdiğiniz hüner
büyüdür; ama Allah onu kesinlikle boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah
bozguncuların işini amacına vardırmaz.
82- Suçluların
hoşuna gitmese de, Allah sözleri ile direktifleri ile gerçeği üstün getirir.
Biz burada atışma faslının kısaca geçiştirildiğini
görüyoruz. Çünkü burada amaç, işin vardığı son noktadır.
Hz. Musa'nın "Sizin gösterdiğiniz hüner büyüdür."
sözünde kendisine yöneltilen büyü ithamı reddedilmiştir. Çünkü büyü, şu
büyücülerin ortaya koyduğu hünerdir. Ve insanların gözlerini boyamaktan,
onların gözlemlerini yanıltmaktan öte bir anlam ifade etmez. İnsanların
akıllarıyla oynamaktan başka bir amacı yoktur. Büyü ile beraber bir mesaj
iletilemez.. Ve hiçbir hareket ona dayandırılamaz. İşte büyü budur... Allah
katından insanlara gerçeği getiren Allah'ın ayetleri ise böyle değildir.
Yine Hz. Musa'nın "Ama Allah onu kesinlikle boşa çıkaracaktır" sözünde
Rabbine gerçek anlamda güvenmiş bir mü'minin güveni açıkça ortaya
çıkmaktadır. O Rabbine gönülden güvenmiştir. Onun Rabbi ise, faydalı bir iş
olmayan büyünün başarıya ulaşmasına razı değildir.
"Çünkü Allah bozguncuların işini amacına vardırmaz."
İnsanları büyü ile saptıranların veya bozgunculuk ve
sapıklıkta diretme amacıyla büyücüleri biraraya getiren iktidar sahiplerinin
eylemini hedefine ulaştırmaz:
"Allah sözleri ile, direktifleri ile gerçeği üstün
getirir."
"Ol der, o da olur" şeklindeki yaratıcılık eylemini
gerçekleştiren sözler Allah'ın dilemesinin hangi yönden gerçekleşeceğini
dile getirmektedirler. (İrade ile ilgili ayetleri de bu kurallara göre
yorumlamaya çalıştık ve şu ana kadar Allah'ın yardımı ile herhangi bir
çıkmaza girmedik.)
"Suçluların hoşuna gitmese de!"
Çünkü onların hoşlanmamaları Allah'ın dilemesini,
iradesini değiştiremez. O'nun mucizeleri karşısında duramaz.
Zaten öyle de oldu. Büyü bozuldu ve gerçek üstün
geldi... Fakat burada sahneler, kısa ve özet şeklinde veriliyor. Çünkü
burada amaç, o sahneleri detaylı olarak dile getirmek değildir.
HZ. MUSA VE İNANAN
GENÇLER
Burada perde kapanıyor, yeni bir sahne açılıyor. Hz.
Musa ve onunla birlikte iman edenler bir azınlık oldukları halde
ihtiyarlardan değil, gençlerden oluşan bir topluluk olarak gözler önüne
getiriliyor! Bu da kıssanın dikkat çekilmek istenen ibretli noktalarından
biridir.
83- Musa'ya
soydaşlarının sadece bir bölüm gençleri inanmıştı. Bunlar da hem Firavun'dan
ve hem de ileri gelen soydaşlarından kaynaklanan işkence korkularına rağmen
inanmışlardı. Çünkü Firavun yeryüzünde koyu bir diktatörlük kurmuş, iyice
azıtmıştı.
84- Musa dedi ki;
"Ey soydaşlarım eğer Allah'a inandıysanız, eğer O'na teslim olmuşsanız, O'na
dayanınız.
85- Onlar da dediler
ki; "Biz Allah'a dayandık ey Rabbimiz, zalimler güruhunun bizi
sapıklıklarına gerekçe göstermelerine meydan verme.
86- "Rahmetinle bizi
kâfirler güruhundan kurtar. "
87- Biz Musa ile
kardeşine vahyettik ki; "Soydaşlarınıza Mısır'da evler hazırlayınız,
evlerinizi namazgâh haline getiriniz,namaz kılınız ve mü'minleri
müjdeleyiniz. "
Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri açıkça ifade ediyordu
ki, İsrailoğulları'ndan Hz. Musa'ya iman ettiklerini ve ona katıldıklarını
açıklayanlar, İsrailoğulları (Yahudi) milletinin tamamı değil, sadece bu
milletin küçük yaşta sayılabilecek gençliği idi. Bu gençler soydaşlarının
eziyetlerinden çekiniyor ve Hz. Musa'ya bağlılıktan alıkoyarlar diye endişe
ediyorlardı. Bir taraftan Firavun'dan, bir taraftan da iktidar sahipleri
katında çıkar sağlayan kendi büyüklerinin nüfuzlarından, ayrıca bütün
iktidar sahiplerine yaltaklık yapan ve özellikle İsrailoğulları'nın bu
özelliğini taşıyan ayak takımının ispiyonlamasından çekiniyorlardı. Firavun
ise, büyük ve geniş bir iktidara sahip otoriter bir diktatördü. Aynı zamanda
aşırı bir zorbaydı. Hiçbir sınırı tanımaz, hiçbir zulüm çeşidinden
çekinmezdi.
İşte burada bütün korkuları bastıran, kalpleri
huzura kavuşturan ve onları kendisine doğru gidilen gerçek üzerinde
direnmeye sevkedecek gerçek bir imana ihtiyaç vardır:
"Musa dedi ki; "Ey soydaşlarım, eğer Allah'a
inandıysanız, eğer O'na teslim olmuşsanız, O'na dayanınız."
Çünkü Allah'a dayanmak imanın göstergesi ve
gereğidir. Totaliter, dikta rejimine karşı azınlıkta bulunan zayıf kitlenin
direnme birikimine katkıda bulunacak böylece onların güçlerini ve
direnişlerini katlayacak olan bir etkendir. Hz. Musa onlara imanı ve islamı
hatırlatıyor. İman ve islâmın gereği olarak da tevekkülü, Allah'a dayanmayı
gösteriyor. Allah'a dayanmak, O'na iman etmenin, kendini O'na teslim etmenin
ve dilediğini yapmanın gereğidir.
İman edenler de peygamberlerinin diliyle gerçekleşen
iman çağrısına kulak verip kabul ettiler:
"Onlar da dediler ki; "Biz Allah'a dayandık." İşte
bu nedenle Allah'a yöneldiler ve dua ettiler:
"Ey Rabbimiz zalimler güruhunun bizi sapıklıklarına
gerekçe göstermelerine meydan verme."
Onların Allah'ın kendilerini zalim topluluğa imtihan
vesilesi kılmaması için dua etmelerinden amaç, zalim topluluğun
kendilerinden üstün kılınmaması ve dolayısıyla insanlar, zalimlerin Allah'a
iman edenlere üstün gelişlerine bakarak onların inançlarının da daha
sağlıklı olduğu, bu nedenle zalimlerin üstün geldiklerini, mü'minlerin ise
yenilgiye uğratıldıklarını zannetmesinler! Aslına bakılırsa üstün gelmeleri
halinde bile, bu Allah'ın onlara tanıdığı bir fırsat olabilir ve
sapıklıklarında diretmeleri için bir deneme niteliğini taşıyabilir. İşte
burada mü'minler, bu türden bir imkân tanıma dahi olsa, Allah'ın zalimlere
fırsat vermemesini ve kendilerini onların zulmünden korumasını
dilemektedirler. İkinci ayet istenen sonuç açısından daha açık bir ifadeye
yer vermektedir:
"Rahmetinle bizi kâfirler güruhundan kurtar."
Allah'ın, kendilerini zalim bir topluluk için deneme
vasıtası kılmamasına ve rahmetiyle kendilerini kâfir toplumun belasından
kurtarmasına ilişkin bu dilekleri, Allah'a dayanma ve O'ndan güç alma
eylemiyle çelişmez. Hatta bu onların Allah'a dayandıklarını ve O'na
güvendiklerini daha açık olarak gösterebilir. Mü'min, bela istemez, fakat
düşmanla karşılaştığında ciddi bir şekilde direnmesini bilir.
Kâfirler ile mü'minlerin birbirinden ayrıldığı bu
birinci çıkıştan ve Hz. Musa'ya iman edenlerin iman ettiği bu birinci
olaydan sonraki bekleyiş döneminde yüce Allah, Hz. Musa'ya ve Harun'a vahiy
ile direktiflerini gönderiyor. İsrailoğulları için özel evler yapmalarını
öneriyor. Allah'ın belirlediği zaman geldiğinde Mısır'dan göç etme hazırlığı
içinde teşkilâtlanmalarını ve örgütlenmelerini öngörüyor. Kendi evlerini
temizlemelerini, nefislerini tezkiye etmelerini ve Allah'ın yakında gelecek
olan zaferini birbirlerine müjdelemelerini bir yükümlülük olarak getiriyor:
"Biz Musa ve kardeşine vahyettik ki; "Soydaşlarınıza
Mısır'da evler hazırlayınız, evlerinizi namazgâh haline getiriniz, namaz
kılınız ve mü'minleri müjdeleyiniz."
İşte bu sistemli, sosyal düzenlemenin hazırlığı
yanında, manevi (ruhi) hazırlığın da, ta kendisidir. Bu iki hazırlık hem
bireyler, hem de topluluklar (cemaatler) için zorunludur. Özellikle
zorluklardan ve savaşlardan önce böyle bir hazırlık kaçınılmaz bir
zarurettir. Bazı insanlar bu manevi hazırlığı hafife alabilirler.
Şu kadar var ki, şu ana kadar elde edilen deneyimler
savaşlarda ilk ve en önemli silahın inanç olduğunu göstermektedir. İnancını
yitirmiş bir askerin elindeki savaş araç-gereçlerinin çarpışma esnasında
fazla bir önem taşımadıklarını göstermektedir.
Yüce Allah'ın örnek alsınlar diye mü'min topluluğa
sunmuş olduğu bu deneyim, sırf İsrailoğulları'na has değildir. İman
kafilesinin elde ettiği pürüzsüz iman deneylerinden biridir. Bir gün başka
mü'minler de cahili toplumda kendilerini dışlanmış bulabilirler. Başlarına
gelen musibet yaygınlık kazanabilir ve içinde bulundukları çevre
kokuşabilir. Zaten bu dönemde Firavun'un iktidarı sırasında durum bundan
ibaretti. İşte böyle bir durumla karşılaşan mü'min topluluğa yüce Allah, şu
şekilde yol göstermektedir:
1- Mümkün olduğu kadar bütün pislikleriyle,
bozukluklarıyla ve kötülükleriyle cahiliyeden ayrılmak. Bu tür pisliklerden
tertemiz olan seçkin mü'min grubun oluşturduğu kitleye katılmak. Böylece
kendisini arındırıp tezkiye etmek ve eğitip düzene koymak, Allah'ın va'di
gelip çatıncaya kadar sistemli bir düzene girmek.
2- Cahiliyenin ibadethanelerini terketmek, müslüman
topluluğun evlerini mescid (cami) edinmek. Böylece orada cahiliye
toplumundan ayrı olduğunu bütün atmosferi ile hissetmek ve orada sağlıklı
bir şekilde kendi Rabbine ibadet etmek. Bu tertemiz ibadet atmosferi içinde
bizzat bu ibadetle bir tür örgütlenmeyi gerçekleştirmek.
HZ. MUSA'NIN ALLAH'A
YÖNELİŞİ
Hz. Musa -selâm üzerine olsun- Rabbine yöneldi. O
Firavun'da ve ileri gelen yakınlarında herhangi bir iyiliğin
varolabileceğinden, iyiliğin bir kırıntısını bulundurabileceklerinden
umudunu kesmişti. Artık onların düzeleceklerini beklemiyordu. İşte bu sırada
Rabbine yönelen Hz. Musa, Firavun'a ve onun ileri gelen iktidar ortaklarına
beddua etti. Çünkü onlar pek çok insanın zaaf gösterdiği, kendisine
aldandığı, sonuçta mal ve makam karşısında eğilmelerine ve doğru yoldan
sapmalarına neden olan mala ve servete sahip bulunuyorlardı... Hz. Musa,
Rabbine yönelerek bu malları yok etmesini ve onların kalplerini de inanmanın
artık fayda veremeyeceği zamana kadar katılaştırmasını niyaz etti. Yüce
Allah da onun duasını kabul buyurdu:
88- Musa dedi ki;
"Ey Rabbimiz, sen dünya hayatında Firavun'a ve yakın adamlarına debdebe ve
bol servet verdin. Ey Rabbimiz, bunlar insanları senin yolundan saptırmak
için kullanılıyor. Ey Rabbimiz, onların servetlerini mahvet ve kalplerini
sıkıca mühürle ki, acıklı azabı görmedikçe iman etmesinler.
89- Allah dedi ki;
"İkinizin duası kabul edildi, doğrultunuzdan şaşmayınız, bilmezlerin yoluna
girmeyiniz.
"Ey Rabbimiz, sen dünya hayatında Firavun'a ve yakın
adamlarına debdebe ve bol servet verdin."
Onlar bu imkânlarla insanları senin yolundan
saptırıyorlar. Ve bu imkânların, bu nimetlerin başkalarında uyandırmış
olduğu imrenme yoluyla veya malın zenginlere sağlamış olduğu güçle onlar
insanları saptırıyorlar. Başkalarını kendilerine boyun eğdiriyor veya onları
aldatma gücünü elde ediyorlar. Hiç şüphesiz ki, nimetin bozguncuların elinde
bulunması; bu nimetlerin bir deneme ve imtihan için verildiğini, ayrıca bu
nimetlerin Allah'ın dünya ve ahirette mü'minler için hazırlamış olduğu
lütfunun yanında fazla bir değer taşımayacağını kesin bir şekilde
kavrayabilecek düzeye kavuşmamış kalpler üzerinde, hayli sarsıcı bir etki
yapacaktır. Burada Hz. Musa, tüm insanlar için sözkonusu olan realiteyi
gözönünde bulundurmaktadır ve bundan söz etmektedir. Onun için bu
saptırmanın durdurulması, azgın ve saptırıcı güç odaklarını azgınlık ve
saptırmaya yolaçan vasıtalardan mahrum etmesini talep etmektedir. Allah'ın
bu malları yokederek, silip süpürerek ortadan kaldırmasını istemektedir.
Sahiplerinin onlardan yararlanmayacağı hale getirmesini dilemektedir. Hz.
Musa'nın Allah'ın acıklı azabını görünceye kadar iman etmemeleri için
onların kalplerini katılaştırmasına ilişkin duası ise, sözkonusu kalplerin
düzeleceğinden, tövbe edip dönüş yapacağından ümidini kesmiş bir davetçinin
bedduasıdır. Beddua ediyor ki, yüce Allah azap gelinceye kadar onların
kalplerinin katılığını ve kapalılığını artırsın. Zaten azap geldikten sonra
inanmaları bir fayda vermeyecektir. Çünkü azabın gelip çattığı anda iman
etmek, bir anlam ifade etmez. Ve insanın kendi tercihine dayalı gerçek bir
tevbe ettiğini göstermez.
"Allah dedi ki; `İkinizin duası kabul edildi."
Sizin dileğiniz kabul edildi ve karar verildi.
"Doğrultunuzdan şaşmayız."
Belirtilen süre gelinceye kadar yolunuzda ve hidayet
üzerinde yürümeye devam edin.
"Bilmezlerin yoluna girmeyiniz."
Çünkü onlar bilinçsizce uğraşıp dururlar.
Planlarında ve önlemlerinde kesin bir kanaate varamazlar. Her zaman sonuçtan
endişelidirler. Kendilerinin doğru yolda mı yürüdüklerini, yoksa sapık bir
yolda mı yürüdüklerini anlayamazlar.
FİRAVUN İMANININ
KABUL EDİLMEYİŞİ
90-
İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve
düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eğişine
geldiğinde, "İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına
inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim " dedi.
91- Şimdi mi aklın
başına geldi? Daha önce Allah'a hep karşı gelmiş ve bozgunculardan biri
olmuştun. "
92- "Bugün senden
sonra geleceklere ibret osun diye cansız vücudunu bozulmaktan kurtaracak,
onu sahilde bir tümseğe atacağız. Gerçi insanların çoğu bizim ibret verici
belgelerimizin farkına varmazlar. "
Bu meydan okuyuş ve yalanlama kıssasında yeralan
kesin tavır ve son sahnedir. Surenin akışı içinde bunlara özet olarak
değinilmektedir.
Çünkü bu surede kıssanın bu bölümünün veriliş amacı,
bu sonucun açıklanmasıdır. Yüce Allah'ın kendi dostlarını koruduğu ve
kolladığı düşmanlarını ise cezalandırıp yok ettiğidir. Çünkü Allah'ın
düşmanları, geldikten sonra, pişmanlık ve tevbenin fayda vermediği, mucizesi
gelinceye kadar Allah'ın ne evrendeki ayetlerine, ne de peygamberleri ile
gönderdiği mucizelerine kulak asmamışlardır. Bu, daha önce bu surede geçen
yalanlayıcılara ilişkin tehdidin doğruluğunu gösteren bir delildir.
"Her ümmete bir peygamber gönderilmiştir.
Peygamberler gelip de mesajlarını duyurduktan sonra ümmetler hakkında adalet
uyarınca hüküm verilir, onlara haksızlık edilmez."
"Onlar, `Eğer doğru söylüyorsanız va'dettiğiniz bu
ceza ne zaman gerçekleşecek?' derler."
Onlara de ki; "Allah'ın dileği dışında benim kendime
bile zarar ya da yarar dokundurmaya gücüm yetmez. Her ümmetin belirli bir
yaşama süresi vardır. O süre dolunca, ne bir an geri bırakılırlar ve ne de
bir an önceye alınırlar."
De ki; "Allah'ın azabı diyelim ki, gündüz ya da gece
başınıza geldi. Suçlular bunun bir an önce gerçekleşmesini niye isterler
ki?"
"Yoksa azap başlarına geldikten sonra kendilerine,
`Şimdi ona inandınız mı? Hani onun bir an önce gerçekleşmesini istiyordunuz'
densin diye mi?" (Yunus Suresi, 47-51)
İşte burada kıssalar geliyor ki; o tehdit yerini
bulsun:
"İsrailoğulları'nı denizden geçirdik."
Önderliğimiz, rehberliğimiz ve korumamız altında...
Burada denizden geçirme eyleminin Allah'a izafe edilmesinin gerçekten çok
yüklü bir anlamı vardır:
"Firavun ve askerleri peşlerine düştüler."
Doğru yola ve imana gelmek için değil! Meşru bir
savunma için de değil Sadece:
"Saldırı ve düşmanlık amacı ile."
Sadece zorbalık ve haddini aşmanın bir sonucu
olarak! ..
Azgınlık ve düşmanlık sahnesinden birden ve aniden
boğulma sahnesine geçiliyor:
"Sonunda Firavun boğulmanın eşiğine geldiğinde."
Ölüm, gözle görünecek kadar yaklaştığında ve artık
kurtulma şansı kalmadığında:
"İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah
olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim"
dedi.
Diktatör, zorba, azgın ve taşkın olan Firavun'un
bütün maskeleri düştü. İçinde kurulduğu kendisine ve milletine karşı onu
heybetli, korkunç bir güce sahip biri gösteren bütün kılıkları indirildi.
Şimdi o sönükleşmiş, bayağılaşmış ve horlanmış biriydi. İsrailoğulları'nın
iman ettiği ilahtan başka ilah olmadığına inandığını açıklamakla yetinmiyor,
daha da ileri giderek tam bir teslimiyeti dile getiriyor:
"Ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan)
biriyim" dedi.
Tamamı ile teslim olanlardanım!
"Şimdi mi aklın başına geldi? Daha önce Allah'a hep
karşı gelmiş ve bozgunculardan biri olmuştun."
Hiçbir seçeneğin ve hiçbir kaçışın olmadığı şu anda
mı? Bundan önce hep karşı koymuş ve reddettiğin halde şimdi mi? Şimdi mi
anladın?
"Bugün cansız vücudunu bozulmaktan kurtaracak, onu
sahilde bir tümseğe atacağız."
Balıklar onu yemeyecek ve insanların bilmediği,
görmediği bir şekilde dalgalar onu alıp götürmeyecek... Böylece senin
arkandaki halk kitlelerinin, senin sonunun ne olduğunu görmelerini
sağlayacağız:
"İnsanların çoğu bizim ibret verici belgelerimizin
farkına varmazlar. Akılları ve kalpleri ile onlara yönelmezler. Gerek bu
dünyadaki ve gerekse iç dünyalarındaki ayetlerimizi düşünmezler.
Burada azgınlığın, bozgunculuğun, taşkınlığın ve
isyankârlığın son derece trajik olan sahnesinin perdesi indiriliyor...
Surenin akışı kısa işaretlerle, İsrailoğulları'nın bundan sonraki
hayatlarına değiniyor. Nesiller boyu meydana gelen olaylara kısa işaretlerde
bulunuyor.
93- Gerçekten biz
İsrailoğulları'nı güvenli bir yurda yerleştirdik, onlara temiz rızıklar
sunduk. Kendilerine bilgi gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmemişlerdi. Şüphe
yok ki, Rabbin kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri konularda haklarında
hüküm verecektir.
Ayeti Kerime'nin metninde yeralan, "Mübevve" kavramı
güven içinde ikamet edilen yer anlamına gelir. Bu kavramın "gerçek" kavramı
ile beraber verilmesi ise, oranın güvenli oluşunu kalıcılığını ve
kararlılığını daha da artırmaktadır. Nitekim yalan gibi kararsızlıkla
sarsılmayan, iftira gibi tutarsızlıkları içinde barındırmayan gerçeğin,
kararlılığı ve değişmezliği de böyledir. Uzun deneyimlerden sonra
İsrailoğulları'nın elde ettikleri bu imkânlar, gerçekten bir süre güzel bir
şekilde değerlendirildi. Fakat surenin akışı burada onlara değinmiyor. Çünkü
amaç onlar değildir. İsrailoğulları bir süre bu temiz ve helâl rızıklardan
yararlanmışlardı. Daha sonraları Allah'ın dininden saptıkları için bu
nimetlerden mahrum kılınmışlardı. Surenin akışı içinde bunlara da yer
verilmiyor. Sadece bir zamanlar beraber oldukları halde daha sonra ayrılığa
düştükleri, hem dinleri, hem dünyaları konusunda cahilliklerinden,
bilgisizliklerinden değil, kendilerine ilim geldikten sonra ve bu ilim
nedeni ile bu ilmi tutarsız, yanlış yorumlar için kullanmalarından ihtilafa
düştüklerine değiniliyor.
Burada ana konu imanın zaferi, zorbalığın,
azgınlığın mağlubiyeti olduğundan, surenin akışı içinde bundan sonra
İsrailoğulları'na ne gibi cezalar verildiği, başlarına nelerin geldiği uzun
uzadıya anlatılmıyor, ilim geldikten sonraki ayrılıklarının detaylarına
inilmiyor. Bu sayfayı olduğu gibi kapatıyor. Bütün içindekileri ile beraber
kıyamet gününe, hesabı görülmek üzere Allah'a havale ediliyor: "Şüphe yok
ki, Rabbin kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri konularda haklarında hüküm
verecektir."
Büyük kıssanın heybeti yine olduğu gibi duruyor ve
son sahnenin etkisi olduğu gibi korunmuş oluyor.
Böylece Kur'an kıssalarının neden aktarıldıklarını,
her kıssanın en uygun yerinde verildiğini daha iyi anlıyoruz. Bunlar sırf
anlatılıp geçilen hikâyeler değildir. Belirli bir plan doğrultusunda
ulaştırılan mesajlar ve dokunuşlardır.
UYARILAR VE HZ.
YUNUS
Bundan sonra Hz. Musa'nın kıssasının sonu ile daha
önce anlatılan Hz. Nuh'un kıssası üzerinde bir yoruma yer veriliyor. Bu
yorum Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltilen bir hitap ile
başlıyor. Burada daha önceki peygamberlerin başına gelenler iyice
belletiliyor. Peygamberlerin hitap ettiği toplumların onları yalanlamasının
nedeni açıklanıyor. Bu toplumların yalanlama nedeni, mucizelerin ve apaçık
delillerin eksikliği değildir. Yüce Allah'ın daha önceki yalancılara ilişkin
bir yasasıdır bu. Yüce Allah'ın insanın yaradılışında yürürlüğe koyduğu bir
yasadır. İnsan buna göre iyiliği ve kötülüğü, doğru yolu veya sapık yolu
tercih etme yeteneklerine sahiptir... Bu arada bir de Hz. Yunus'un kıssasına
ve tam Allah'ın cezasının gönderilmek üzere olduğu bir sırada iman eden
toplumun ve Allah'ın cezasının bu nedenle üzerlerinden kalktığı kıssasına
özet bir şekilde işaret ediliyor. Bu belki fırsat ellerinden alınmadıkları
bir sırada, yalanlayıcılara fırsatı değerlendirme imkânı verebilirdi... Bu
yorumda son olarak kıssaların hepsinden alınması gereken ders özet halinde
veriliyor: Yüce Allah'ın önceki milletler için geçerli olan yasası sonraki
milletler için de geçerlidir. İlahi mesajı yalanlayanlar için, Allah'ın
cezası ve yok oluş vardır. Peygamberlere ve onlarla birlikte olan mü'minlere
ise, kurtuluş ve mükafat vardır. Bu Allah'ın kendisi için belirlediği bir
gerçektir. Değişmeyen ve sapmayan sürekli geçerli bir yasadır:
94- Eğer sana
indirdiğimiz bilgilerden kuşku duyuyorsan, senden önceki kutsal kitap
okurlarına sor. Sana Rabbinden kesinlikle gerçek geldi, sakın
kuşkulananlardan olma.
95- Sakın Allah'ın
ayetlerini yalanlayanlardan olma, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursun.
96- Haklarında
Rabbinin hükmü kesinleşenler asla iman etmezler.
97- Onlara bütün
uyarıcı mesajlar gelse bile. Ancak acıklı azabı görünce iman ederler.
98- Keşke sözkonusu
yıkıma uğramış şehirlerden herhangi biri iman etseydi de, imanının yararını
görseydi! Yalnız Yunus'un soydaşları hariç. Onlar iman edince, dünya
hayatında burun buruna geldikleri perişan edici azabı başlarından kaldırdık
ve kendilerine belirli bir süre daha yaşama fırsatı tanıdık.
99- Eğer Rabbin
dileseydi, yeryüzünde yaşayanların hepsi tümü ile iman ederdi. O halde
insanları sen mi zorlayacaksın da iman edecekler?
100- Allah'ın izni
olmadıkça hiç kimsenin inanması sözkonusu değildir. Allah, aklını
kullanmayanları en yüz kızartıcı iğrençliğin kucağına atar.
101- Onlara de ki;
"Göklerde ve yerde neler olduğuna bakınız. " Fakat ibret verici belgelerin
ve uyarıların iman etmeyenlere hiçbir yararı olmaz.
102- Onlar
kendilerinden önce gelip geçen toplumların yaşadıkları acı günlerden başka
bir sonuç mu bekliyorlar? Onlara de ki; "Bekleyiniz bakalım, ben de sizinle
birlikte bekleyenlerdenim. "
103- Sözkonusu toplu
afetlerden sonra peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Mü'minleri
kurtarmak böylece üzerimize borçtur.
Geçen bölümde son olarak ehli kitabın bir kesimini
oluşturan ve Hz. Nuh ile toplumu arasında geçen kıssayı bildikleri gibi, Hz.
Musa ile toplumu arasında geçen kıssayı da bilen ve bunları kitaplarında
okuyan İsrailoğulları'ndan söz edilmişti. Burada ise hitap Peygamberimize
-salât ve selâm üzerine olsun- yöneltilmektedir. Eğer bu kıssalar ve başka
konularda kendisine gönderilen bilgilerden bir kuşkusu varsa, kendisinden
önceki kitapları okuyanlara sorsun, onlar okudukları kitaplardan bu
konularda bilgi sahibi olmuş kimselerdir:
"Eğer sana indirdiğimiz bilgilerden kuşku duyuyorsan
senden önceki kutsal kitap okurlarına sor. Sana Rabbinden kesinlikle gerçek
geldi, sakın kuşkulananlardan olma.
Fakat Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
Allah'ın kendisine göndermiş olduğu vahiyden şüphe etmiyordu. Nitekim bu
konuda ondan gelen rivayette deniyor ki: "Ne şüphe ederim, ne de sorarım!"
Öyleyse neden, "eğer şüphe ediyorsa sorsun" diye ona böyle direktif
verilmişti. Çünkü arkasında şöyle bir ifade yeralıyordu, "Sana Rabbinden
kesinlikle gerçek geldi." Bu ifade onun kesin inancı için yeterli değil
miydi?
Şu kadar var ki, böyle bir direktifin daha köklü
anlamları vardır. Çünkü miraç olayından sonra, "Mekke'de büyük sıkıntılar,
zorluklar ve krizlerle karşılaşılmıştı. Hatta bazı müslümanlar bu olayı
onaylamadıkları için dinden dönüş yapmışlardı. Hz. Hatice ve Ebu Talip de
vefat etmişti. Allah'ın elçisine -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla
birlikte olanlara karşı zulüm ve işkence daha da artmıştı. Kureyş'in inatçı
tutumu nedeniyle islâm çağrısı, Mekke'de yaklaşık olarak donmak üzere idi...
Doğal olarak bütün bu olumsuz gelişmeler Peygamber'in -salât ve selâm
üzerine olsun- kalbinde birtakım olumsuz etkiler bırakıyordu. İşte bu
nedenle yüklü mesajlarla dolu sözkonusu kıssalardan sonra yüce Allah, bu
kesin ve pekiştirici ifade ile onu teselli ediyordu:
Sonra bu aynı zamanda, şüpheci, kışkırtıcı ve
yalanlayıcıların eleştirildiği bir kınamadır:
"Sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olma,
yoksa hüsrana uğrayanlardan olursun."
Bu eleştiri onlardan geri dönmek isteyenlerin dönüş
yapabilmeleri için bir fırsat tanımaktadır. Çünkü burada Allah'ın elçisine
-salât ve selâm üzerine olsun bile, eğer şüphe ediyorsa şüphesini gidermesi
için izin verilmiştir. Fakat o, ne şüphe etmiş, ne de sormuştur. Demek ki o,
kendisine gelen gerçek hakkında tam bir inanç ve güvene sahiptir. Bu da
diğerlerinin şüphe etmemeleri için tereddütlü davrananlardan olmamaları için
bir mesaj niteliğindedir.
Ayrıca bu, yüce Allah'ın islâm ümmeti için
belirlediği bir metoddur. Onlar kesin güvenmedikleri konularda zikir (bilgi)
sahiplerine soracaklardır. İsterse bu konu inanç sisteminin en önemli, en
özel konularından biri olsun. Çünkü müslüman inanç sistemi ve bunun
uygulaması olan hukuk sistemi konusunda kesin bir inanç sahibi olmakla,
araştırma ve kesin bilgiye varmadan taklitçiliğe dayanmamakla yükümlüdür.
Sonra şüphe esnasında böyle bir soru sormanın normal
karşılanması ile, kuşkulananlardan olma emri arasında herhangi bir çelişki
var mıdır? Burada hiçbir çelişki yoktur. Çünkü burada yasak edilen şey,
kuşkulanmak ve bu kuşkulu hal üzere devam etmektir. Sürekli halde
"kuşkulananlardan olma" sıfatını üzerinde taşımaktır. Kesin bilgiye ulaşmak
için harekete geçmemektir. Böyle bir durumda olmak basitliktir. İnsanı kesin
bilgiye ulaştırmaz. Gerçeklerden yararlanmasına yol vermez ve kişiyi kesin
bilgiye ulaştırmaz.
Şu halde madem ki peygambere gönderilen vahiy hiçbir
kuşkuya yer vermeyen gerçeklerin ta kendisidir, öyleyse; bu kesimin
yalanlamada ısrar etmelerinin ve bu konuda halâ diretmelerinin nedeni
nedir'! Bunun sebebi açıktır. Allah'ın hükmü ve yasası gereğince kim doğru
yola ileten sebeplere, şartlara riayet etmezse, doğru yola ulaşamaz.
Aydınlığı görmek için gözünü açmayan onu göremez. Kim alıcı yeteneklerini
çalıştırmazsa onların işlevlerinden yararlanamaz. Allah'ın ayetlerine,
belgelerine ve mucizelerine rağmen sonuçta sapıklığa düşecektir. Çünkü o,
Allah'ın ayetlerinden ve belgelerinden yararlanmamıştır. Bu durumda Allah'ın
hükmü ve yasası onların aleyhine işleyecek ve hüküm onlara uygulanacaktır:
"Haklarında Rabbinin hükmü kesinleşenler asla iman
etmezler." "Onlara bütün uyarıcı mesajlar gelse bile. Ancak acıklı azabı
görünce iman ederler."
Acıklı azabın geldiği sırada iman etmeleri onlara
fayda vermez. Çünkü böyle bir inanç, bilinçli bir tercihten kaynaklanmış
olamaz. Sonra bu imanın gereğinin hayatta gerçekleşmesi için bir fırsat da
kalmamıştır. Zaten bundan az önce, bu realiteyi destekleyen bir sahne
gözlerimizin önüne getirilmişti: Firavun'un suda boğulmak üzere iken,
"İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım. Ben
de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim" demesi sahnesi... Orada
kendisine karşılık verilmişti:
"Şimdi mi aklın başına geldi? Daha önce Allah'a hep
karşı gelmiş ve bozgunculardan biri olmuştun."
İnsanın bilinçli tercihi sonucunda, Allah'ın genel
yasalarının kesin biçimde hareket ettiğini, kendileri için belirlenmiş olan
sonuca doğru sistemli bir şekilde işlediklerini ortaya koyan bu açıklamadan
sonra, son kurtuluş umutlarını,n kendisinden süzülüp geldiği bir pencere
açılıyor. Yeter ki, azabın ve cezanın gerçekleşmesinden az önce
yalanlayıcılar kendi yalanlamalarından vazgeçsinler:
"Keşke sözkonusu yıkıma uğramış şehirlerden herhangi
biri iman etseydi de, imanın yararını görseydi! Yalnız Yunus'un soydaşları
hariç. Onlar iman edince dünya hayatında burun buruna geldikleri perişan
edici azabı başlarından kaldırdık ve kendilerine belirli bir süre daha
yaşama fırsatı tanıdık."
Bu maziden sürüklenip gelen bir teşvik
niteliğindedir ve içeriğinin gerçekleşmediğini ifade eder:
"Keşke sözkonusu yıkıma uğramış şehirlerden herhangi
biri iman etseydi."
Biraz önce sözü edilen şehirlerden biri. Fakat
şehirler iman etmediler. Onlardan ancak çok küçük bir grup iman etmişti.
Dolayısıyla o şehirlerin onların egemen sıfatı, imansızlık sıfatıdır. Bu
kuralın dışına tek bir kasaba çıkabilmiştir. Burada kasabadan maksat,
toplumdur. Toplumun burada kasaba şeklinde adlandırılması gösteriyor ki,
peygamberlik misyonunu taşıyan peygamberler, göçebe hayatı yaşayan kitlelere
değil, uygar kentlerde yaşayan toplumlara gönderilmişlerdir. Surenin akışı
içinde Yunus ve toplumun kıssasına detaylı olarak yer verilmiyor. Sadece
sonucuna bu şekilde işaret ediliyor. Çünkü burada önemli olan ve gösterilmek
istenen, sadece onun sonucudur. Dolayısıyla biz de, bu olayın detayına
girmeyeceğiz. Bu konuda Yunus toplumunun Allah'ın horlayıcı azabı ile tehdit
edildiğini, fakat onların son anda azabın gerçekleşmesine ramak kala iman
etmelerinin Allah'ın cezasını başlarından savdığını, belirlenen süreye kadar
hayat nimetinden yararlandıklarını, şayet iman etmeyecek olsalardı, Allah'ın
insanların eylemleri üzerinde etkileri işleyen yasalarına uygun olarak
cezaya çarptırılacaklarını anlamamız yeterlidir. Allah'ın bu yasaları,
insanların eylemlerine göre etkisini gösterecek biçimde belirlenmiştir. İşte
bu anlayış iki önemli gerçeği anlamamıza yetecektir.
1- Yalanlayıcıları son anda da olsa kurtuluşun
iplerine sarılmaya yöneltmek için ürpertmek. Umulur ki, Hz. Yunus'un
milletinin son anda Allah'ın dünya hayatındaki horlayıcı azabından
kurtulduğu gibi kurtulurlar. İşte surenin bu bölümünde de, bu kıssaya yer
verilmesinin temel amacı budur.
2- Bu azabın kaldırılması ile Allah'ın yasası
durdurulmamış ve iptal edilmemiştir. Hz. Yunus'un kavmine bir süre daha
yaşam hakkı tanımıştır, ama ilahi yasalar aynen işlemiş ve uygulanmaya devam
etmiştir. Yüce Allah'ın işleyen yasasına göre eğer onlar Allah'ın azabı
gelinceye kadar yalanlamakta ısrar etselerdi, yok edileceklerdi. Fakat onlar
daha ceza gelmeden dönüş yaptıkları için, bu dönüşün bir sonucu olarak
yasalar onların kurtulması yönünde işlemiştir. Öyleyse insanın eylemlerinde
herhangi bir dış zorlama sözkonusu değildir. Sadece insanın bu eylemlerinin
sonuçlarına katlanması bir zorunluluktur.
İşte bunun için küfür ve imanla ilgili kapsamlı bir
kurala yer verilmektedir:
"Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde yaşayanların hepsi
tümü ile iman ederdi. O halde insanları sen mi zorlayacaksın da iman
edecekler?
"Allah'ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması
sözkonusu değildir. Allah aklını kullanmayanları da en yüz kızartıcı
iğrençliğin kucağına atar."
Şayet Rabbin dileseydi şu insanlık türünü başka
şekilde yaratırdı. Melekler gibi o da bir tek yoldan, iman yolundan
başkasını tanımazdı. Veya herkese aynı yetenekleri verirdi. Bu yetenekler
bütün insanları teker teker imana götürürdü.
Yine eğer Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek
noktaya zorlar ve onları zorla buraya sevkederdi. Onlara hiçbir seçme
yeteneği ve irade vermeyebilirdi. Fakat hikmetinin bazı yönlerini kavrayıp
bazılarını kavramadığımız yaratıcı olan yüce Allah'ın hikmeti, insan denen
şu varlığın hem iyiliği, hem de kötülüğü, hem doğru yolu, hem de sapıklığı
kabul edebilecek bir yeteneğe sahip olmasını gerektirmiştir. Şu veya bu yolu
tercih edebilme gücünü vermeyi uygun görmüştür. Bu hikmetin gereği olarak
insan, kendisine Allah tarafından verilmiş bulunan yetenekleri, duyguları ve
kavrayışları güzel şekilde kullanır ve onları evrendeki ve insanın
bünyesindeki hidayetin delillerini kavramaya ve peygamberlerin getirmiş
bulunduğu mucizeleri ve belgeleri anlamaya yönlendirebilse o kişi, neticede
iman eder. Ve bu iman ile kurtuluş yolunu bulur. Tam tersine kendisine
verilen duyguları kullanmadığında, kavrayışını kapattığında, imana götüren
delillere yönelmediğinde kalbi katılaşır, aklı donuklaşır, sonuçta ilahi
mesajı yalanlamaya veya onu inkâra kalkışır. Bunun sonucu olarak da,
Allah'ın yalanlayıcılar ve inkârcılar için belirlemiş olduğu cezaya
çarptırılır. Bizim kavrayamadığımız hikmetin olmadığı anlamına gelmez.
Öyleyse iman tamamen insanın tercihine
bırakılmıştır. Peygamber kimseyi imana zorlamaz. Çünkü kalbin eylemlerine,
vicdanın yönelişlerine baskı yapma imkânı yoktur.
"O halde insanları sen mi zorlayacaksın da iman
edecekler?"
Bu olumsuz bir sorudur. Çünkü böyle bir zorlama
sözkonusu olamaz.
"Allah'ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması
sözkonusu değildir."
Az önce açıkladığımız yasanın gereği olarak, imana
götürmeyen bir yolda yürüye yürüye insan imana ulaşamaz. Bu demek değildir
ki, insan iman etmek istediği ve imana ileten yolda yürüdüğü halde Allah
kendisini ondan alıkoyar. Ayeti kerimenin ifade ettiği bu değildir. Burada
ifade edilmek istenen şudur: İmana ulaşmanın yolu Allah'ın iznine ve
yasasına uygun bir şekilde onu elde etmeye çalışmak, genel yasasına uyarak,
belirlenen yolunu izleyerek ona varmaktır. Bu genel yasa ve izin gözönünde
bulundurularak gerçekleştirilen bir iman isteği sonucunda Allah yolunu
gösterir ve kendi izniyle imanın gerçekleşmesine izin verir. Çünkü meydana
gelen her şey ancak Allah'ın özel izniyle, belirlemesi ile gerçekleşebilir.
İnsanlar ancak yolda yürüyebilirler. Yüce Allah da onların yollarının
sonucunu bilir. Allah, yolunda doğruya ulaşmak için harcamış oldukları
çabanın karşılığını verir.
Ayeti kerimenin son kısmı bu gerçeği dile
getirmektedir.
"Allah aklını kullanmayanları en yüz kızartıcı
iğrençliğin kucağına atar."
Akıllarını düşünmekten alıkoyanlar pisliğe bulaşmış
kimselerdir. Ayeti kerimede geçen "rics" kavramı, soyut pisliklerin en
kötüsüdür. İşte onlar kendi duygularını düşünmekten ve muhakeme etmekten
alıkoydukları için, bu pisliğin kucağına atılacaklardır. Çünkü onlar, bu
eylemleri neticesinde yalanlamaya, nankörlüğe ve inkâra kalkışmışlardır.
Belgelerin ve uyarıların iman etmeyenlere hiçbir
fayda sağlamayacağı olgusu da, bu gerçeği daha açık olarak ortaya
koymaktadır. Göklerde ve yeryüzünde bu ayetler ve belgeler gözlerinin önüne
serilmiş bulunmalarına rağmen, onlar bunları düşünmemektedirler:
"Onlara de ki; "Göklerde ve yerde neler olduğuna
bakınız."
Fakat ibret verici belgelerin ve uyarıların iman
etmeyenlere hiçbir yararı olmaz.
Bu ayetin sonunda soru işareti ve noktanın yer
alması arasında fark yoktur. İkisi de aynı kapıya çıkar. Çünkü göklerde ve
yerde bulunan her şey ayetlerle dolup taşmaktadır. Ne var ki, ayetler ve
uyarılar iman etmeyenlere fayda vermez. Zira onlar her şeyden önce bu
ayetler üzerinde kafa yormuyorlar ve onlar üzerinde düşünmüyorlar. Bu
bölümün sonuna geçmeden önce yüce Allah'ın şu ayeti üzerinde biraz durmak
istiyoruz.
"Onlara de ki; "Göklerde ve yerde neler olduğuna
bakınız" fakat ibret verici belgelerin ve uyarıların iman etmeyenlere hiçbir
yararı olmaz."
Kur'an ile ilk defa muhatab olanlar, göklerde ve
yerde bulunan varlıklar hakkında bilimsel değer ifade eden çok az şey
biliyorlardı. Fakat defalarca işaret ettiğimiz gibi, insanın fıtratı ile
içinde yaşadığı bu evren arasında gizli, fakat yeterli bir anlaşma dili
vardır. Bu değişmeyen bir realitedir. İşte bu realiteye bağlı olarak insanın
fıtratı açılır ve uyanırsa, bu evrenin sesine kulak verir ve ondan çok şey
öğrenir
Kur'an-ı Kerim'in insanın zihninde islâm düşüncesini
oluşturmada kullandığı metod, göklerdeki ve yerdeki gerçeklere
dayanmaktadır. Evrenden birtakım mesajlar almaya çalışmaktadır. İnsanın
gözünü kulağını ve aklını ona yöneltmektedir. Fakat bunu yaparken ondaki
ahengin ve dengenin yapısını bozmaz. Bu evreni, insanda Allah'ın etkisini
yapacak bir ilah konumuna da sokmaz! Kırık kanatlarla uçmaya çalışan gözleri
kapalı materyalistlerin durumuna düşmez. Onlar bu kırık kanatla uçmayı
"bilimsel" bir görüş olarak adlandırıyor ve bunun üzerine sosyal bir düzen
kurmaya çalışıyorlar! Buna da, "Bilimsel Sosyalizm" adını veriyorlar! Doğal
olarak gerçek bilim bu tür yakıştırmaların hepsinden uzaktır!
Göklere ve yeryüzü üzerindeki varlıklara bakmak,
insanın kalbini ve aklını birtakım duygular ve düşüncelerle besler. Birtakım
kabullenmeler ve etkilenmeler başlar. Varlığı daha geniş bir şekilde
algılama ve bu varlıkla karşılıklı bir sevgi ve uyuma girmekle besler...
Bunların hepsi insanın bünyesini; Allah'ın varlığını, Allah'ın yüceliğini,
Allah'ın idaresini, Allah'ın otoritesini, Allah'ın hikmetini ve Allah'ın
ilmini, bilgisini aşılar, kâinatın etkili mesajları ile doldurur.
Zaman geçiyor. İnsanın bu evrene ilişkin bilimsel
kültürü de gelişiyor. Eğer insan bu bilimsel kültürün yanında, Allah'ın nuru
ile doğru yolu bulan birisi ise, bu bilgiler ve evrene ilişkin düşünceden,
onunla tanışmasından, yakınlık kurmasından, onunla beraber deneyimler
edinmesinden ve birlikte Allah'a hamdedip O'nu tenzih etmesinden, insan
bünyesinin elde ettiği ürüne bir azık ilave edecektir: "Kâinatta hiçbir
varlık yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Şu kadar var ki, siz onların
tesbihlerini anlamazsınız." (İsra Suresi, 44) Her şeyin Allah'ı övdüğünü ve
O'nu kutsadığını, kalbi Allah'a ulaşan insandan başkası anlayamaz. Yok eğer
bu bilimsel kültür imanın aydınlığı ve şenliği ile beraber değilse, o zaman
kötü-sapık olan insanların sapıklığını daha da arttırır. Onları daha fazla
Allah'tan uzaklaştırır. İmanın şenliğinden, aydınlığından, açık
yürekliliğinden, doyumundan mahrum eder!
"Onlara de ki; "Göklerde ve yerde neler olduğuna
bakınız." Fakat aklını kullanmayanları en yüz kızartıcı iğrençliğin kucağına
atar."
Kalpler kapandıktan, akıllar dondurulduktan,
alıcı-verici cihazların fonksiyonu sekteye uğratıldıktan, bir bütün olarak
insanın bünyesi bu varlık aleminden perdelendikten, O'nun övgüde bulunan ve
tesbih eden mesajlarına kulak vermedikten sonra, ayetlerin (belgelerin) ve
uyarıların ne yararı olacaktır?
"Kur'an-ı Kerim'in ilahlık gerçeğini tanıtmada
kullandığı metod evreni ve hayatı bir vitrin olarak kullanır. Burada
uluhiyet gerçeğini tüm algılama yönleriyle O'nun varlığı ve gözetimi ile
doldurur. Bu metod, yüce Allah'ın varlığını tartışılması gereken bir mesele
olarak ortaya koymaz. Çünkü Allah'ın varlığı, Kur'an'ın bakış açısı ve
realiteye dayalı gözlem ile üzerinde hiçbir zaman tartışmaya yer
bırakmayacak kadar insanın kalbini tümü ile kuşatır. Öyle ki, O'nu tartışmak
için hiçbir sebep kalmaz. Kur'an metodu bu nedenle, doğrudan doğruya
Allah'ın varlığı hakkında bütün evrende serpiştirilmiş bulunan izlerinden
söz etmeye başlar. Ve bu varlığın insanın vicdanında ve insanın hayatında
zorunlu olan gerekleri üzerinde durur.
Kur'an-ı Kerim'in metodu bu çizgiyi izlerken,
doğrudan doğruya insanın oluşumunda yeralan köklü bir gerçeğe dayanır. Bu
gerçek de şudur: Her şeyi yaratan Allah'tır ve O, yarattığı varlıkları en
iyi bilendir.
"Gerçekten insanı biz yarattık ve onun nefsinin
kendisine neler fısıldadığını biliriz." (Kehf Suresi, 16)
"İnsanın fıtratı, öz itibarı ile bir dine ve bir
ilahın varlığına inanmaya muhtaçtır. Hatta insanın fıtratı sağlıklı
çalıştığında ve doğru bir istikamete yöneldiğinde, içinin derinliklerinde bu
tek olan ilaha doğru bir yöneliş olduğunu ve yine bu tek ilahın varlığına
doğru güçlü bir duygunun kendisini çektiğini kavrayacaktır. Sağlıklı bir
inanç sisteminin görevi, insan fıtratının bir ilaha ihtiyacı olduğu ve O'na
yönelmesi gerektiği bilincini yaratmak değildir. Çünkü bu duygu, insanın
fıtratında zaten köklü bir şekilde yeralmaktadır. Böyle bir inanç sisteminin
görevi insanın ilahına ilişkin düşüncesini düzeltmek ve ona kendisinden
başka ilah bulunmayan gerçek ilahını tanıtmaktır. Onu bütün gerçekliği ve
sıfatları ile tanıtmaktır. Yoksa onun varlığını ve ispatını yapmak değildir.
Sonra bu ilahın ilahlığının gereklerini ve hayatta getirmiş olduğu
zorunlulukları tanıtmaktır. İlahlığın getirmiş olduğu bu temel zorunluluklar
O'nun Rububiyeti, üstünlüğü ve hakimiyetidir. Allah'ın varlığı gerçeğinden
şüpheye düşmek veya bu gerçeği inkâr etmek insanın bünyesinde apaçık bir
bozukluğun, doğuştan gelen alıcı-verici cihazların bozulduğunun kesin
delilidir. Bu tür bozukluklar ise tartışma ile tedavi edilip giderilemez. Bu
hastalıkları tedavi etme yolu bu değildir."
"Şüphesiz ki, bu evren mü'min ve müslüman bir
evrendir. Yaratıcısını bilir ve O'na boyun eğer. Evrendeki her şey ve bütün
canlılar O'na övgüde bulunur ve O'nun kutsallığını itiraf eder. Yalnız bazı
insanlar hariç! "İnsan" da, her tarafından insanın ve islâmın yankılarının,
Allah'ı kutsamanın ve O'na secde etmenin yankılarının çınlattığı bu evrenin
içinde yaşar. Hatta insanın bünyesinde yeralan bütün atomlar ve hücreler de,
yankılanan bu iman ve islâma katılırlar. Doğal olan fıtri hareketinde
Allah'ın belirlemiş olduğu yasalara boyun eğerler. Fıtratının bütün bu
yankılamaların bilincinde olmayan, bizzat kendi bünyesindeki bu ilahi
yasaların mesajlarını algılayamayan, fıtri olan cihazları ile evrendeki bu
dalgaları alamayan bir insan bünyesi, fıtri olan alıcı-verici cihazlarının
bozulduğu bir insan bünyesidir. Dolayısıyla onun kalbine ve aklına tartışma
ile ulaşmanın hiçbir yolu yoktur. Böyle bir bünyeyi tedavi etmenin tek yolu
orada alıcı ve verici cihazları harekete geçirmeye çalışmaktır. Onun
bünyesindeki yeralan fıtratın gizli yeteneklerini coşturmaya yönelmektir.
Belki bu yolla harekete geçer ve yeniden çalışmaya başlar."
Duyguların, kalbin ve aklın göklerdeki ve yerdeki
varlıkları incelemeye yöneltilmesi Kur'an metodunun insanın kalbini
diriltmek için başvurduğu vasıtalardan biridir. Belki bu yolla bu organların
nabzı atar ve harekete geçer. Kendilerine gönderilen mesajları almaya ve
karşılıklarını vermeye başlarlar!
Ne var ki, peygamberlerin mesajlarını yalan sayan şu
cahiliye Arapları ve benzerleri, ne düşünebilmekte, ne de verilen mesajlara
karşılık vermektedirler. Öyleyse onlar neyi bekliyorlar?
Allah'ın yasasında değişme ve gecikme olmaz.
Yalanlayıcıların sonu ise bellidir. Onların, Allah'ın yasasının gecikmesini
beklemeye hakları yoktur. Yüce Allah onlara bir süre tanıyabilir ve onları
kökten yokedecek cezasını göndermeyebilir. Fakat yalanlama da ısrar edenler
er-geç cezalandırılacaklardır. "Onlar kendilerinden önce gelip geçen
toplumların yaşadıkları acı günlerden başka bir sonuç mu bekliyorlar?"
"Bekleyiniz bakalım, hem de sizinle birlikte
bekleyenlerdenim."
İşte bu, bütün bu tartışmalara son veren bir
tehdittir ve aynı zamanda kalpleri de korkuyla ürpertmektedir.
Surenin bu bölümü de, tüm peygamberlik misyonlarının
ve bütün yalanlayıcıların varmış olduğu bir netice ile sonuçlanmaktadır. Bu
kıssalardan ve bu değerlendirmeden alınması gereken ibret ile sona
ermektedir.
"Sözkonusu toplu afetlerden sonra peygamberlerimizi
ve iman edenleri kurtarırız. Mü'minleri kurtarmak, böyle üzerimize borçtur.'
Bu yüce Allah'ın kendisi için belirlemiş olduğu bir
hükümdür. Böylece mü'min tohum muhafaza altına alınacak, filizlenecek, bütün
eziyetlere ve tehlikelere, yalanlamalara ve işkencelere rağmen, kurtuluşa
erecektir. Tarih boyunca böyle olmuştur. Nitekim surede aktarılan kıssalar
bunun en açık delilidir. Bundan sonra da böyle olacaktır. Mü'minler bu
konuda rahat olsunlar...
SURENİN SONU
İşte bu surenin sonudur. Değişik ufuklara açılan
gezintilerin de son durağıdır. Bu gezintilerle biz sanki evrenin ufuklarına
açılmış insan ruhunun çeşitli yönlerinde dolaşmış, düşünce, bilinç ve duygu
alanlarında uzun seyahatlere çıkıp geri dönmüş olduk. Uzun ziyaretlerden,
elde ettiğimiz büyük ürünlerden dağarcığımızın dolmasından dolayı öyle
yorgun argın hale düşmüş gibiyiz!
İnanç sisteminin en önemli meseleleri konusunda
birkaç gezintiyi kapsayan surenin sonu budur işte. Bu önemli meseleler
şunlardır: İlahlık birliği, üstünlük birliği, hakimiyet birliği, ortakların
ve şefaatçıların reddedilişi, bütün emir ve yetkinin yalnız Allah'a havale
edilmesi hiç kimsenin değiştirme veya başka tarafa çevirme yetkisinin
bulunmadığı, Allah'ın belirlenmiş yasaları vahiy ve vahyin gerçekliği,
vahyin ortaya koymuş olduğu arı-duru gerçek ahiret günü ölümden sonra
diriliş ceza ve mükafaat konusunda eşsiz adalet...
Bu surenin bir bütün olarak işleyip durduğu,
açıklamak için kıssalar aktardığı, netleştirmek için de örnekler verdiği
inanç sisteminin ana ilkeleri bunlardır.
Evet bütün bunların hepsi bu son bölümde
özetleniyor. Burada peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu inanç
sistemini bütün insanlara ilan etmekle yükümlü tutuluyor. Onların kesin ve
son sözünü söylemesini emrediyor: Hüküm verenlerin en iyisi olan Allah,
hükmünü verene kadar, Peygamber, bu çizgide ilerleyeceğini ve bu dosdoğru
yolunda yürüyeceğini açıkça ilan etmekle emrediliyor...
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.