12-Yusuf
1- Elif, Lâm Ra;
bunlar, gerçeği açık açık anlatan kitabın ayetleridir.
2- Biz o kitabı
Arapça bir Kur'an olarak indirdik ki anlayabilesiniz.
3- Biz bu Kur'an'ı
vahyetmekle sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en
güzelini anlatıyoruz. Oysa daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun.
Elif, Lâm, Râ; bunlar gerçeği açık açık anlatan
kitabın ayetleridir..." Bu ve benzeri türden harfler, insanların hiç de
yabancısı olmadıkları, aralarında kullandıkları harflerdir. Beşeri yetenek
ve gücün, asla üretemeyeceği bu ayetlerde gerçeği açıklayan kitabın
ayetlerindeki harfler de aynı harflerdir. Yüce Allah, Arap alfabesinin
bilinen harflerinin kullanıldığı Arapça bir kitap indirmiştir:
"Anlayabilesiniz!"
Allah sizin tanış olduğunuz sıradan sözcükleri
kullanarak sözlere, mucizevî, olağanüstü bir kitap ortaya koymuştur!
Umuluyor ki bu somut gerçeğin farkına varır da bu kitabın bir insan ürünü
olamayacağını anlar, ancak ve ancak bir vahiy olduğunu kavrarsınız! Bu
ayetle akıl ve bilinç, sözkonusu olgunun ve bu olgunun gözkamaştırıcı
göstergelerinin farkına varmaya, bu gerçeği kavramaya çağrılmaktadır.
Surenin konusu bir kıssa olduğu içindir ki, burada
anlatılan kıssaların da bu kitabın materyallerinden birini oluşturduğu
özellikle belirtiliyor:
"Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle, sana kıssaların eski
milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz."
Sana Kur'an'ı vahyederek, tüm bu kıssaları, en güzel
kıssaları anlatıyoruz ki, bunlar vahyin bir parçası konumundadır.
"Oysa, daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun, sen
bunlardan habersizdin."
Daha önce sen de bulunduğun toplumun okuma-yazma
bilmeyen insanlarından biriydin. Tıpkı onlar gibi sen de, Kur'an'ın sözünü
ettiği türden konularla ve de böylesine ayrıntılı kıssalarla hiç
ilgilenmemiş biriydin.
YUSUF'UN RÜYASI
Surenin ilk ayetleriyle yapılan bu giriş, kıssanın
anlatımına başlanacağının sinyalidir.
Nitekim ilk perdenin birinci tablosunda, henüz çocuk
yaştaki Yusuf'un gördüğü rüyayı babasına anlattığını görüyoruz:
4- Hani Yusuf
babasına "Babacığım; ben rüyamda onbir yıldızın, güneşin ve ayın önümde
secde ettiklerini gördüm" dedi.
5- Babası ona dedi
ki; "Yavrum bu rüyanı kardeşlerine anlatma; sonra sana tuzak kurarlar. Çünkü
şeytan insanın açık bir düşmanıdır.
6- Tıpkı rüyanda
gördüğün gibi Rabbin seni peygamber olarak seçecek, sana olayları (ya da
rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek ve daha önce ataların
İbrahim ile İshak'a yönelik nimetini nasıl tamama erdirdi ise, sana ve
Yakub'un soyuna yönelik nimetini de tamama erdirecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin
herşeyi bilir ve her işi yerinde yapar.
Hz. Yusuf bu rüyayı gördüğünde, daha küçük bir çocuk
ya da ergenlik çağı öncesini yaşayan bir gençti. Ancak babasına anlattığı bu
rüya, bu yaştaki bir çocuğun rüyasına hiç benzemiyordu. Eğer bu sıradan
çocukluk rüyalarından biri olsaydı, yıldızları, güneşi ve ayı, yakalayıp
tutacak denli yakınında ya da kucağında görebilirdi. Oysa, yıldızları,
güneşi ve ayı kendisine "secde ederken", tıpkı bir saygı ve yüceltme ifadesi
olarak başlarını secdeye koyan akıllı varlıkların hareketlerini andırır
biçimde kendisine secde ederken görmüştü. Bu olayın aktarıldığı ayetin
üslubunda bir vurgunun yeraldığını görüyoruz:
"Hani Yusuf babasına "Babacığım ben rüyamda onbir
yıldızı, güneşi ve ayı gördüm..."
Ardından "görmek" sözcüğünü yerinde kullanarak,
ifadesini perçinleyecektir:
"Önümde secde ettiklerini gördüm."
Babası Hz. Yakub, ileri görüşlülüğü ve önsezisiyle
bu rüyanın, Hz. Yusuf için anlam yüklü bir rüya olduğunu kavramıştır. Ama,
ne Yakub, ne de kıssanın üslubu bu rüyanın tüm anlamını hemen açığa
vurmayacaktır. Bu noktadaki en önemli olaylar, ancak iki perde sonra ortaya
çıkacaktır. Rüyanın net biçimde anlaşılması ise son perdede, başlangıçtaki
meçhul geleceğin artık görülüp bilinmesiyle mümkün olacaktır. Bu sebeple Hz.
Yakub bu aşamada, Hz. Yusuf'a rüyasını kardeşlerine anlatmamasını
öğütleyecektir. Bunun nedeni de yüreğindeki korkudur: Küçük Yusuf'un üvey
ağabeyleri olan diğer çocukları, bu rüyayı duyduklarında, taşımakta olduğu
müjdeyi farkedebilirler... Şeytan buradan hareketle onların özbenliklerinde
bir gedik açabilir, onların yüreklerini kıskançlıkla doldurabilir. Onlar da
şeytana uyarak Hz. Yusuf'un başına kötü işler açabilirler! Bu sebeple Hz.
Yusuf'a;
"Yavrum, bu rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana
tuzak kurarlar!"
Ardından, bu sözünün gerekçesini de belirtecektir:
"Çünkü şeytan, insanın açık bir düşmanıdır."
Çünkü şeytan, insanların yüreklerine girerek onları
birbirlerine karşı bileyebilmekte, onlara hataları ve kötülükleri çekici
gösterebilmektedir.
Hz. İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub, bu rüyanın oğlu
Yusuf için bir müjdenin habercisi olduğunu hissetmişti. Yaşadığı
peygamberlik atmosferi, ayrıca atası İbrahim ve onun soyundan gelen
mü'minlerin Allah tarafından kutsandığını bilmesi hasebiyle, sözkonusu
müjdenin; din, kurtuluş ve bilgi bağlamında olabileceğini düşünmüştü. Onun
tahminine göre, Hz. İbrahim'in soyundan gelen oğulları arasından seçkin
kılınıp kutsanacak, böylece Hz. İbrahim'in soyundan gelen kutlular zincirine
eklenecek kişi, böylesi bir rüya görmesi sebebiyle Yusuf olmalıydı... Bu
yüzden ona şöyle dedi:
"Tıpkı rüyanda gördüğün gibi Rabbin seni peygamber
olarak seçecek, sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı
bilgiler öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ile İshak'a yönelik
nimetini nasıl tamama erdirdi ise, sana ve Yakub'un soyuna yönelik nimetini
de tamama erdirecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin her şeyi bilir ve her işi
yerinde yapar."
Böylesi bir rüyanın Hz. Yakub'a, yüce Allah'ın Hz.
Yusuf'u seçkin kılacağını, ataları Hz. İbrahim ve İshak'a nimetini
tamamladığı gibi, ona ve Yakub soyuna da tamamlayacağını düşündürmesi son
derece doğaldır. Yalnız, bunlarla kalmayıp, ayrıca şu sözü de söylemiş
olması ister istemez dikkatimizi çekmektedir:
"Sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin
bazı bilgiler öğretecek."
Bu ayetteki "te'vil" sözcüğünün anlamı, gelecekte
olacakları bilmektir. Ancak (olayları ve rüyaları diye çevirdiğimiz)
"el-ehâdîs"le gerçekten kastedilen nedir? Birinci sebep, Yakub bu sözüyle,
Allah'ın Yusuf'u seçkin kılacağını, ona gerekeni öğreteceğini, "olaylar"ın
daha baştan gelecekten nasıl sonuçlanacağını anlayabilecek denli sağlıklı
bir ileri görüşlülük ve keskin bir sezgi lütfedeceğini kastetmiştir. Bu,
ileri görüşlü, kavrama gücü keskin bir kula, Allah katından verilmiş bir
ilhamdır. Nitekim Hz. Yakub bu konudaki sözlerini, hikmet ve Allah katından
verilmiş bilgi atmosferi içinde, şöyle noktalamaktadır:
"Rabbin her şeyi bilir ve her işi yerinde yapar."
İkinci sebep ise "el-ehâdîs"le, -daha sonra Yusuf'un
yaşamında gerçekten gerçekleştiği biçimiyle- rüyaların ve düşlerin
kastolunmasıdır.
Sözünü ettiğimiz her iki sebep de mümkün ve de gerek
Yusuf'un, gerekse Yakub'un içinde bulundukları atmosfere uygun durumdadır.
Yeri gelmişken, bu surenin ve kıssamızın teması
durumundaki rüyalar ve düşler konusuna kısa da olsa değinmeye çalışalım.
Bizler kimi rüyaların, ama yakın ama uzak
gelecekteki kimi olayların habercisi olabildiğine inanmak durumundayız.
Neden inanmak durumundayız? Birincisi, Yusuf'un rüyası, onun zindan
arkadaşları olan iki delikanlının rüyası ve Mısır kralının rüyasının
gerçekten doğru çıktıklarını bu surede görmüş bulunuyoruz. İkincisi ise,
kimi kez kendi yaşamımızda bile, gördüğümüz bazı rüyaların gerçekten doğru
çıktığına tanık olabilmekteyiz. Öyle ki, bunun olabilirliğini inkâr etmemiz
adeta olanaksızlaşmaktadır... Zira, bunun gerçekliğine bizzat kendimiz tanık
olmuşuzdur!
Buna inanmamız için, aslında birinci neden
yeterlidir. Ancak, inatlaşma bir yana bırakılırsa, inkâr edilmesi olanaksız
bir reel gerçek olması hasebiyle ikinci nedenden de söz ettik...
Rüya dediğimiz olay nedir?
Psikanalizin verdiği yanıt: Bilincin devre dışı
kalmasıyla, bastırılmış arzular arasındaki kimi arzuların şekillenmesidir.
Bu, rüyaların sadece bir yönüne ilişkindir. Bir
başka deyişle, rüyaların tümü böyle değildir. Nitekim, bilimsellikten uzak
yargılarına ve teorisindeki tüm çarpıklıklarına karşın Freud bile,
gelecekten haber veren rüyaların varlığını itiraf etmektedir.
Öyleyse, bu tür rüyalar nasıl açıklanabilir?
Her şeyden önce, bu tür rüyaları bizim
kavrayabilmemiz ya da kavrayamamızla, böylesi rüyaların olabildiğini ya da
bazı rüyaların doğru çıktığını kanıtlama arasında hiçbir ilgi
kurulamayacağını belirtmeliyiz. Bizim burada yaptığımız, esrarengiz yaratık
insanın kimi niteliklerini ve Allah'ın varlık dünyası belirlediği kimi
yasalarını sadece kavrayabilmeye çabalamaktır.
Sözkonusu türden rüyalar konusunda bizim anlayışımız
şudur: Geçmiş, gelecek ya da görüş ötesi şimdiki zamandan insanı izole eden
engeller, zaman ve mekândır. Geçmiş ya da geleceği görmemizi engelleyen
faktör; zamandır. Görüş uzağımızdaki şimdiki zamanla aramızda perde çeken
faktör mekândır. Ancak, insanda özünü kavrayamadığımız bir duyum, kimi kez
harekete geçip çok güçlü bir hale gelerek, zaman engelini aşıp, bazı şeyleri
belli-belirsiz biçimde de olsa görebilmektedir. Bu bilgi değil, ama bir tür
sezgidir. Bazı kimselerde uyanık oldukları bir sırada, bazı kimselerde ise
rüyada, sözkonusu duyumun yoğunlaşmasıyla birlikte, zaman ya da mekân, kimi
kez de hem zaman, hem mekân engelinin aşıldığı görülebilmektedir. ( Bu
noktada anlatılan şeylere inanmayacak bile olsam, Amerika'dayken yaşadığım
bir olayı asla unutamam. Ailem Kahire'deydi. Bir gece rüyamda kız kardeşimin
oğlunu gördüm; gözü hiçbir şey göremeyecek denli kan içindeydi... Oturup
Kahire'ye aileme bir mektup yazdım. Mektupta, sözkonusu yeğenimin gözüne bir
şey olup olmadığını da bizzat sormaktaydım. Daha sonra bana gönderdikleri
cevabi mektupta yeğenimin, gözündeki iç kanama nedeniyle tedavi altında
olduğunu belirtiyorlardı. Çok ilginçtir, aslında iç kanama dışarıdan
farkedilemez. Bu nedenle yeğenimin gözüne sadece dışarıdan bakanlar, bu
kanamayı göremediklerinden, bir şey yok diye düşünmektedirler. oysa,
dışarıdan görülmemekle birlikte içeride bir kanama sözkonusudur. Neticede
gördüğüm rüya bu iç kanamayı bana göstermişti... Bu örneğin yeterli
olacağını düşünerek, daha başka örneklemelere geçmeye gerek görmüyorum.)
Aslına bakılırsa, insan olarak bizler, zaman ve mekânı da gerçek içyüzüyle
kavrayabilmiş değiliz. Bizim için maddi bağlamdan öteye geçmeyen zaman ve
mekân konusundaki bilgimizin bile, kesin olduğunu söyleyebilecek durumda
değiliz: "Size bilginin çok az bir bölümü verilmiştir." (İsra Suresi 85)
Bu olgu nasıl açıklanırsa açıklansın, Hz. Yusuf her
halukârda sözkonusu rüyayı görmüş bulunmaktadır. Bu rüyanın nelerin
habercisi olduğunu da daha sonra göreceğiz.
HZ. YUSUF'A
TERTİPLENEN KOMPLO
Hz. Yusuf ve Hz. Yakub'un yer aldıkları birinci
tablonun ardından, olacakların önemine dikkat çekilmesiyle birlikte yeni bir
tabloyla, Yusuf'a komplo hazırlayan kardeşlerinin bulunduğu tabloyla
karşılaşıyoruz:
7- "Yusuf ile
kardeşleri" olayında, bu olayın içyüzünü irdeleyenlerin alacağı birçok ibret
dersleri vardır.
8- Hani Yusuf'un
üvey kardeşleri dediler ki; "Babamız, Yusuf ile öz kardeşini bizden daha çok
seviyor. Oysa biz sayıca çok ve güçlü bir grubuz. Kuşku yok ki, babamız açık
biçimde hatalıdır. "
9- "Yusuf'u ya
öldürünüz, ya da ıssız bir yere bırakınız; o zaman babanızın rakipsiz
sevgilileri olursunuz, arkasından da tevbe eder iyi kimseler olursunuz. "
10- Üvey
kardeşlerden biri dedi ki; "Yusuf'u öldürmeyiniz; eğer mutlaka bir şey
yapmak istiyorsanız, onu bir kuyunun dibine atınız da yoldan geçecek
kervanlardan biri onu çıkarıp alsın. "
Ayetleri irdeleyen, arayan ve ilgilenen kimseler
için Yusuf ve kardeşleri olayında birçok gerçeğe ilişkin nice ibret, nice
ders bulunmaktadır. Böylesi bir ifade kullanılarak tüm dikkatler, olayın
üzerine çekiliyor. Deyim yerindeyse perde bu sözle açılmaktadır. Artık
olaylar başlayacaktır. Karşımızdaki tabloda, Yusuf'a karşı bir şeyler
yapabilme hazırlığı içerisinde olan kardeşlerini görmekteyiz.
"Eski Ahid" yazarlarının ileriye sürdükleri gibi,
Yusuf onlara rüyasını anlatmış mıydı acaba? Ayetlerin ifadesine . göre
hayır! Nitekim onların konuşmalarından, Yakub'un Yusuf ile onun öz
kardeşinin üzerine daha fazla düşmekte olduğunu anlıyoruz. Gerçekten onların
Yusuf'un rüyasından haberleri olsaydı,konuşmalarında bundan da söz etmeleri,
kıskançlıktan ötürü ona dil uzatmaları gerekirdi. Hz. Yakub'un, oğlu Hz.
Yusuf'un rüyasını kardeşlerine anlatması durumunda meydana gelmesinden
korktuğu şey, onların bambaşka bir noktadan hareket etmeleriyle gündeme
gelecekti. Onlar, babalarının Yusuf'un üzerine titremesini
çekememekteydiler. Yusuf'un kaderinde belirlenmiş olan, onu yeni bir yaşama
hazırlayacak, ailesinden ayrı düşürecek, babasının yaşlanmasıyla tekrar onu
ona kavuşturacak olan yeni koşulların ortaya çıkması için bu perdedeki
olayların meydana gelmesi gerekiyordu. Özellikle babanın yaşlı olması
durumunda en küçük çocuğun diğer çocuklardan daha çok sevgi görmesi aslında
normaldi. Nitekim Yusuf, onun öz ve üvey kardeşlerine baktığımızda bu
olguyla karşılaşıyoruz: Nitekim:
"Hani Yusuf'un üvey kardeşleri dediler ki; Bahamız
Yusuf ile öz kardeşini bizden daha çok seviyor. Oysa biz sayıca çok ve güçlü
bir grubuz."
Yani bizler, aslında tuttuklarını koparacak,ona daha
yararlı olabilecek denli güçte bir grubuz!
"Kuşku yok ki, babamız açık biçimde hatalıdır."
Zira,iki küçük oğluna olan sevgisinden, tuttuğunu
koparabilecek, ona daha yararlı olabilecek denli güçlü olan diğer oğullarını
adeta görmez hale gelmiştir!
Ardından içlerindeki çekemezlik duygusu kabarıyor.
Şeytan yüreklerine sızıveriyor. Böylece realiteyi görebilme yeteneklerini
kaybetmiş hale geliyorlar. Yüreklerindeki kıskançlığın baskısı altında o an
tüyler ürpertici eylemleri bile normalmiş gibi görüyorlar. Kendi kardeşleri
durumundaki birinin canına, kendini savunmaktan aciz masum bir çocuğun
canına kıymak gibi iğrenç bir eylem bile, onlara son derece basit
görünebiliyor. Peygamber olmasalar da en azından peygamber çocukları
olmalarına karşın yine de bu eylemi son derece sıradan bir iş biçiminde
düşünebiliyorlar. Babalarının Hz. Yusuf'a olan sevgisi ise gözlerinde
giderek büyüyor ve onları Yusuf'u öldürmeyi -Allah'a şirk koşmanın ardından
yeryüzündeki en büyük günah durumundaki bir eylemi gerçekleştirmeyi-
düşünmeye sevkediyor:
"Yusuf'u ya öldürünüz ya da ıssız bir yere
bırakınız."
Aslında iki öneride bir anlamda aynı kapıya
çıkmaktadır. Zira bir çocuğun ıssız ve yaşamdan eser bulunmayan bir yere
bırakılıvermesi de, büyük bir ihtimalle onun ölümüyle sonuçlanacaktır...
Gerekçesi nedir bu korkunç düşüncenin?
"O zaman babanızın rakipsiz sevgilileri olursunuz."
Ama onlar babalarının yüreklerindeki sevgiye
talipseler, Yusuf buna engel değil ki... Babaları sanki Yusuf'u artık
göremediğinde, yüreğinde ona karşı beslediği sevgi de uçup gidecek ve tüm
yüreğini böylelikle diğer oğullarına açacaktır! Ancak ya işleyecekleri bu
suç? Bu da önemli değildir! Tevbe ediverirler! Böylece bu suçtan ötürü
kendilerine yazılan günahları siliverip, yeniden iyi birer insan
oluverirler!
"Arkasından da tevbe eder, iyi kimseler olursunuz."
İşte şeytan insanları böyle kandırmaktadır. İnsanlar
öfkelendiklerinde, iradelerinin ipini kaçırdıklarında, olayları
değerlendirmedeki sağduyularını yitirdiklerinde şeytan, işte yüreklere
böylesine kolayca sızabilmeyi başarmaktadır. İşte onların yüreklerindeki
kıskançlık duygusunun giderek büyümesinin ardından şeytanın devreye girip
onların iç dünyalarına sızarak, onlara akıl verdiğini görüyoruz; Onu
öldürün! Bundan sonra tevbe ederek suçunuzu telafi edersiniz. Fakat tevbe bu
değildir. Tevbe kişinin bilmeden, anlayamadan, farkına varamadan işlediği
hatalar için pişmanlık duyup tüm yüreğiyle af dilemesidir. İslâmda sözkonusu
türden "hazır tevbeler" yoktur! Suçu işlemezden önce hazırlanan "Sonra tevbe
ediveririm!" kılıfı, asla tevbe olamaz! Bu sadece suçu örtbas etme çabası,
şeytanın suçu işletebilmek için allayıp bezediği bir kendini aklama
yöntemidir!
Hz. Yusuf konusunda bu öneriyi gündeme getiren
kardeşler arasından sadece birinin vicdanının, bu sözü duyar duymaz tir tir
titrediğini görüyoruz. Dolayısıyla da o, onları Yusuf'tan kurtaracak ve
Yakub'u onlara bırakacak olan birbaşka çözüm öneriyor. Buna göre Yusuf ne
öldürülmelidir ne de yok olmakla yüzyüze kalabileceği ıssız bir yere
bırakılmalıdır. En iyisi Yusuf, kervanların uğrak yolu üzerindeki bir kuyuya
bırakılmalıdır. Zira böyle yapılırsa büyük bir ihtimalle, kervancılar onu
bulup kurtaracak, sonra da yanlarına alıp götüreceklerdir.
"Üvey kardeşlerden biri dedi ki; "Yusuf'u
öldürmeyiniz; eğer mutlaka bir şey yapmak istiyorsanız, onu bir kuyunun
dibine atınız da yoldan geçecek kervanlardan biri onu çıkarıp alsın."
"Eğer mutlaka bir şey yapmak istiyorsanız"
ifadesinde, bir kuşku uyandırabilme ya da alıkoyabilme çabası
gözlenmektedir. O, bu ifadesiyle adeta, Yusuf'a kötülük etmek noktasında
kesin kararlı olan kardeşlerin yüreklerinde kuşkular uyandırıp onları
vazgeçirebilmeye çalışmaktadır. Bu bir tür oyalayıp alıkoyma taktiğidir.
Onun bu ifadesinden, Yusuf'a kötülük etme girişiminden rahatsız olduğu net
bir biçimde anlaşılmaktadır... Ancak diğerlerinin gözü dönmüş
kıskançlıklarını asgari zararla bertaraf edebilmek için, böyle değişik bir
öneri getirmek dışında, bir çare de bulamıyordu. Üstelik onların bu konuda
geri adım atmaya hiç de niyetli olmadıklarını anlamış bulunuyordu... Bir
sonraki tablomuzda bu olguyu somut bir biçimde zaten göreceğiz.
İKNA ETME VE ALDATMA
İşte hepsi karşımızdalar. Sabahtan beridir
babalarının çevresinde dört dönerek onu, Yusuf'u da kendileriyle birlikte
gezmeye göndermesi için ikna etmeye çalışıyorlar. İşte sonunda aldatmayı
başarıyorlar. İşte, babaları Yakub'un da, kardeşleri Yusuf'un da kuyusunu
kazan çocuklar! Burada hemen gözlerimizi tablomuza çevirip, neler olup
bittiğini onların kendi ağızlarından dinleyelim:
11- Bunun üzerine
üvey kardeşler, babalarına dediler ki; "Ey babamız, niçin Yusuf konusunda
bize güvenmiyorsun? Oysa biz onun sadece iyiliğini isteriz.
12- "Yarın onu
bizimle birlikte kıra gönder; yesin-içsin, eğlensin, biz ona kesinlikle
göz-kulak oluruz. "
13- Babaları dedi
ki; "Onu götürmeniz beni üzer, ayrılığına dayanamam; ayrıca korkarım ki, siz
farkında olmadan onu kurt kapar. "
14- Üvey kardeşler
dediler ki; "Bu kadar çok kişi olmamıza rağmen eğer onu kurt kaparsa yandık
demektir. "
Yüce Allah'ın Hz. İbrahim soyuna bağışladığı lütfun
gelecekteki mirasçısı, küçük bir çocuk durumundaki kardeşleri Yusuf'u
sözkonusu malûm amaçlarını gerçekleştirmek üzere, kendileriyle birlikte
götürebilmek için babalarından izin koparma noktasında ne denli ısrar edip
dil döktüklerini ayetlerdeki ifadelerden çok iyi anlıyoruz:
"Ey babamız!.."
Böyle diyerek önce, kendileri ile babaları
arasındaki maddi ve manevi bağı hatırlatıyorlar. Ardından ekliyorlar:
"Niçin Yusuf konusunda bize güvenmiyorsun?"
İğneli, gizli bir kınama yüklü bir soru! Hz.
Yakub'u, sorunun taşıdığı anlamını silmeye, yani isteklerinin tam tersine
Hz. Yusuf'u kendilerine teslim etmeye çağıran bir soru! Oysa Hz. Yakub,
Yusuf'un kendi yanında kalmasından yanaydı. Yusuf'unu sevdiğinden, onun
başına bir şey gelmesinden çekindiğinden, onu kardeşleriyle de olsa, diğer
oğullarının sürekli gittikleri çayırlara ve ıssız yerlere salmak
istemiyordu. Zira diğer oğullarının hepsi büyüktü. Oysa Hz. Yusuf oralarda
bir tehlike sözkonusu olursa, kendini koruyamayacak denli küçüktü. Yoksa Hz.
Yakub'un Yusuf'u salmak istemesinin nedeni, diğer oğullarına güvenmemesi
değildi. Ne var ki, oğulları bu tür bir soruyla kendisine, babaları olmasına
karşın kardeşleri Hz. Yusuf'u onlara emniyet etmek istemediğini ima
ediyorlardı. Onların bu kanaatleri doğru değilse, Hz. Yakub, Yusuf'u onlara
teslim ederek bunu kanıtlamalıydı. Nitekim Hz. Yakub, onların kendisine
bunca yüklenmeleri sonucunda, Hz. Yusuf'u kendi yanından hiç ayırmama
düşüncesinden ister istemez ödün verecektir. Gerçekte ise onların bu sorusu,
iğrenç bir tuzak girişiminden başka bir şey değildir:
"Niçin Yusuf konusunda bize güvenmiyorsun? Oysa biz
onun sadece iyiliğini istiyoruz."
Hz. Yusuf'a karşı yüreğimiz, en ufak bir kötülüğe
yer vermeyecek denli tertemizdir! Onların bu sözleri karşısında, hedef
seçilmiş, Yusuf'un bile neredeyse, "Ne olur beni de götürün" diye yalvarası
gelecek. İyi niyetin, içtenliğin ifadesi olan "iyiliğini istemek" sözcüğünü
kullanmalarındaki amaçları ise, Hz. Yusuf'u ortadan kaldırmak olan asıl
hedeflerini gizleyebilmektir:
"Yarın onu bizimle birlikte kıra gönder;
yesin-içsin, eğlensin, biz ona kesinlikle göz-kulak oluruz."
Babalarını, isteklerini kabul edip Hz. Yusuf'u
kendileriyle birlikte salmaya ikna için, kardeşlerinin de gezip oynamaya,
biraz spor yapmaya ihtiyacı olduğunu belirterek, ricalarının normal olduğunu
vurguluyorlar.
Onların, başlangıçtaki kınama yüklü sorularına
karşılık olarak Hz. Yakub, -dolaylı yoldan- onlara güvenmemesi diye bir
olgunun sözkonusu olmadığını belirtiyor. Onlara, Hz. Yusuf'u yanından
ayırmak istememesinin gerçek nedeninin, ondan ayrı kalmaya dayanamaması ve
de kurtların ona bir zarar vermesinden korkması olduğunu söylüyor:
"Babaları dedi ki; "Onu götürmeniz beni üzer,
ayrılığına dayanamam; ayrıca korkarım ki, siz farkında olmadan onu kurt
kapar."
"Onu götürmeniz beni üzer."
Onun ayrılığına dayanamam!.. Hz. Yakub'un -kendisine
söylenildiği üzere gezip oynamak üzere de olsa, Hz. Yusuf'un kendisinden
birkaç güncük bile olsa ayrı kalmasına dayanamayacağını; onu bu denli
sevdiğini söylemesi, onların yüreklerindeki kıskançlık duygularını daha da
körükleyecektir. Hz. Yakub, bu sözünün ardından eklemektedir:
"Siz farkında olmadan onu kurt kapar."
Babalarının bu sözünü duyar duymaz, aramakta
oldukları kılıf için bir ipucu yakalıyorlardı... Belki de yüreklerindeki o
şiddetli kıskançlığın etkisiyle hiçbir şeyi göremez olduklarından,
niyetlendikleri suçu işlediklerinden sonra babalarına nasıl bir gerekçe
uyduracaklarını bile bilemez durumdaydılar. Ancak babalarının bu sözüyle
birlikte kafalarında bir şimşek çakıyordu!
Babalarının yüreğindeki bu kaygıyı silebilmek için,
onu etkileyebilecek bir yöntemle sürdürüyorlardı konuşmalarını:
"Üvey kardeşleri dediler ki, "Bu kadar çok kişi
olmamıza rağmen, eğer onu kurt kaparsa yandık demektir."
Biz bu denli güçlü bir grupken, onu kurtlara yem
eder miyiz hiç? Böyle bir şeyin olabileceğini düşünmek, bizim kendimize bile
bir hayrımız yok; biz her şeyden aciziz, hiçbir işe yaramayız demektir!
Tüm sevecenliğine ve Hz. Yusuf'una düşkünlüğüne
karşın Hz. Yakub, oğullarının kendisini köşeye sıkıştırmaları ve bunca
taahhütleri karşısında, onların ricasını kabul etmek zorunda kalmaktadır...
Allah'ın kaderinin gerçekleşmesi, kıssanın diğer olaylarının yaşanabilmesi
için de böyle olması zaten kaçınılmazdı!
VE HZ. YUSUF KUYUDA
Şu an Hz. Yusuf'u yanlarına alıp götürmüş
bulunmaktalar. İşte, iğrenç komplolarını gerçekleştirmek üzereler. Allah,
tam bu sırada, korku içerisindeki küçük Yusuf'a, bunun geçici bir sıkıntı
olacağını, hayatına mal olmayacağını, daha sonra kardeşlerini bu tutumlarını
tanımayacakları bir anda hatırlatma olanağına kavuşacağını vahyediyor:
15- Kardeşleri
Yusuf'u kıra götürüp onu bir kuyunun dibine atmayı kararlaştırdıklarında,
kendisine "İlerde, hiç beklemedikleri bir sırada, sana yaptıkları bu işi
kardeşlerine hatırlatacaksın" diye vahyettik.
Hz. Yusuf'u kuyunun derinliklerine bırakma
noktasında hepsi görüş birliğine varmış bulunuyordu. Böylelikle, ondan
kurtulmuş olacaklardı. Bu ölümcül korkuyla burun buruna gelen Hz. Yusuf'un o
sıkıntılı, o çetin anda ne bir kurtarıcısı vardı, ne de bir destekçisi...
Güçlü olan on kişinin karşısında, küçük bir çocuk olarak tek başına ve
yapayalnızdı... İşte, korku ve karamsarlık içinde kalmış Yusuf'un imdadına,
tam bu sırada yüce Allah yetişiyor. Ona kurtulacağını, yaşayacağını ve bir
gün kendisine karşı bu iğrençliği yapan kardeşleriyle yüzyüze geleceğini
vahyediyor. Üstelik o an onlar, karşılarındaki kişinin bir zamanlar küçücük
bir çocukken kuyunun derinliklerine bırakıp gittikleri Yusuf olduğunun
farkına bile varamayacaklardır.
EVLÂT ACISIYLA YANAN
BABANIN HUZURUNDA
Hz. Yusuf'u şimdilik kuyunun derinliklerindeki
sıkıntısıyla başbaşa bırakalım. Kuşkusuz o orada o korkulu anları yaşarken,
kurtulacağı ana dek, Allah'ın vahyini bir an bile aklından çıkarmayarak,
gönlünü rahat tutacaktır. Biz şimdi Hz. Yusuf'u bırakalım, sözkonusu suçu
işleyen kardeşlerinin, yüreği evlât acısıyla yanan babalarıyla
karşılaştıklarında ne yaptıklarına bakalım:
16- Akşam olunca
ağlayarak babalarına geldiler.
17- Dediler ki; "Ey
babamız, Yusuf'u eşyalarımızın yanında bırakarak yarış yapmaya gitmiştik, o
sırada onu kurt kapıverdi; her ne kadar söylediğimiz doğru ise de, bize
inanmayacaksın. "
18- Yusuf'un
yalandan kana bulanmış gömleğini getirdiler. Babaları Yakub dedi ki;
"Anlaşılan nefsiniz sizi kötü bir işe sürükledi, bana düşen yaman bir
sabırdır, anlattıklarınız karşısında Allah'ın yardımına sığınıyorum. "
Yüreklerindeki o korkunç kıskançlıklarından başka
bir şey düşünemediklerinden, doğru düzgün bir yalan bile uyduramamışlardır.
Oysa, daha işin başında bulundukları sırada, Hz. Yakub'un Yusuf'u yanlarında
götürmelerine izin verdiği anda, içlerindeki o korkunç dürtüleri denetleyip
gemlemeyi başarabilselerdi, tüm bunları yapmamış olabilirlerdi. Ancak, bir
daha bu fırsatı ele geçiremeyiz korkusuyla, iki ayaklarını bir pabuca
sokmayı yeğleyerek hemen bu işi bitirmekten başka bir şey düşünmemişlerdi.
Onların ne denli acele ettikleri, kurt yalanından başka bir şey
uyduramamalarından da anlaşılıyor. Hz. Yakub onlara, Hz. Yusuf'u kurtların
yemesinden korktuğunu, bu konuda özellikle dikkatli olmalarını daha dün
söylemişti! Onlar da böyle bir şeyin asla olamayacağını belirtmişlerdi!
Böyle bir tasayı, akıldan bile geçirilemeyecek denli yersiz bulmuşlardı!
Babaları kendilerine daha dün tembihlemiş olmasına karşın, hemen ertesi gün
Yusuf'u kurtlara yem etmiş olmaları, hiç de akla yatkın bir kılıf değildi.
Yine aynı acelecilikle, Hz. Yusuf'un gömleğine -hiç
de inandırıcı olmayacak biçimde- biraz kan sürmüşlerdi. Yalanları bile
adeta, onların yalan söylediklerini bas bas bağırarak ele vermektedir...
Onların bu noktada ne yaptıklarını ayetlerdeki
biçimiyle görelim:
"Akşam olunca ağlayarak babalarına geldiler."
"Dediler ki; "Ey bahamız, Yusuf'u eşyalarımızın
yanına bırakarak yarış yapmaya gitmiştik, o sırada onu kurt kapıverdi."
Yalan söylediklerinin besbelli olduğunun kendileri
de farkındadırlar. Sanki söyledikleri yalanın kendisi dile gelerek "ben
uydurmayım" diyordu. Nitekim bu yüzden şöyle diyorlar:
"Her ne kadar söylediğimiz doğru ise de bize
inanmayacaksın."
Söylediğimiz doğru da olsa, sana hiç de inandırıcı
gelmeyecek. Bizden kuşkulandığından ötürü, söylediğimizi inandırıcı
bulmuyorsun."
Hz. Yakub, gerek izlenimlerinden, gerekse yüreğinin
kendisine fısıldadığı sözlerden Hz. Yusuf'u kurtların yemediğini anlamıştı.
Resmen oğullarının bir düzmecesiyle karşı karşıyaydı. Oğulları düzmece bir
öykü, olmadık bir hikâyeyle yaptıklarını örtbas etmeye çalışıyorlardı. Bu
sebeple onların sözlerine karşılık, onlara nefislerinin kötü bir işi
güzelmiş gibi gösterip, gözlerini göremez hale getirerek, böylesi bir işi
kolayca yaptırabildiğini söylüyor. Ardından da onların başvurdukları
aldatmaca ve yalanlar karşısında ancak yüce Allah'dan yardım umarak,
telaşlanmaksızın, kaygılanmaksızın, yakınmaksızın en güzel bir biçimde
sabretmek durumunda bulunduğunu belirtiyor:
"Yakub dedi ki; "Anlaşılan nefsiniz sizi kötü bir
işe sürükledi, bana düşen yaman bir sabırdır, anlattıklarınız karşısında
Allah'ın yardımına sığınıyorum."
İLK SIKINTIDAN
KURTULUŞ
Şimdi hemen, kıssamızın ilk perdesindeki son tabloyu
görmek üzere, kuyudaki Yusuf'a dönelim:
19- Bir kervan geldi, sucularını su almaya
gönderdiler. Adam kovasını kuyuya sarkıtınca "Müjde,
işte size bir oğlan çocuğu" dedi. Kervandakiler onu satmak üzere sakladılar.
Oysa Allah ne yaptıklarını biliyordu.
20- Yusuf'u ucuz bir
fiyatla, birkaç paraya sattılar. Çünkü onu bir an önce ellerinden çıkarmak
istiyorlardı.
Kuyu, kervanların yolu üzerindeydi. Kervancılar bu
tür kuyulara gelip su ararlardı. Yağan yağmur suları bu kuyularda birikip,
bir müddet kalırdı. Bu kuyuda görüldüğü üzere, kimi kez bir damla suyun
bulunmadığı da olurdu.
"Bir kervan geldi."
Kervan ya da kafile izcileri, gezgin tüccarları ve
korumalarıyla uzun yolculuklar yapmasından ötürü, ayette "seyyâra"
sözcüğüyle ifade ediliyor.
"Sucularını su almaya gönderdiler..."
Yani, onlara su bulma konusunda uzman olan, bölgeyi
iyi tanıyan kimseleri gönderdiler.
"Adam, kovasını kuyuya sarkıtınca."
Sucu, su bulunup bulunmadığını anlamak ya da
kovasını suyla doldurmak için kovayı kuyuya saldı. Okur için kıssanın
sürprizlerini korumak için ayet, Yusuf'un kovaya tutunup kuyudan çıkışını
anlatmaksızın, hemen sucunun sözüne geçiyor. Sucu:
"Müjde: `İşte size bir oğlan çocuğu' dedi."
Ayet yine, bu sürpriz karşısında onların aralarında
neler konuştuklarını, Yusuf'un o anki durumunu, kurtuluş anındaki heyecanını
anlatmaksızın, hemen onun, kervancıların elinde düştüğü duruma geçiyor:
"Kervandakiler onu satmak üzere sakladılar."
Onu kaçak bir mal olarak kabul edip, köle olarak
satmayı kararlaştırdılar. Kimsenin farkına varmaması için onu sakladılar.
Sonra da ucuz bir fiyata satıverdiler:
"Yusuf'u ucuz bir fiyatla, birkaç paraya sattılar."
O zamanlar fiyat düşük olduğunda paraları sayarak,
yüksek olduğunda ise, tartı yoluyla alışveriş yapıyorlardı.
"Çünkü onu bir an önce ellerinden çıkarmak
istiyorlardı."
Çünkü onlar, bir çocuğu köleleştirip satmak gibi bir
suçlamayla yüzyüze gelmek istemedikleri için, onu bir an önce ellerinden
çıkarmak istiyorlardı... Böylece, Hz. Yusuf'un yaşamındaki ilk sıkıntı son
bulmuş oluyordu. Kıssamızın ikinci perdesinde bir köle olarak satılan Yusuf,
Mısır'a varmış bulunmaktadır. Onu satın alan kişi, onun iyi bir karakter
taşıdığının farkına varmış ve hanımına da ona iyi bakmasını öğütlemiştir.
-Bu çocuğun iyi bir insan olacağı nurlu yüzünden, özellikle de erdemli
karakterinden zaten besbelliydi.- İşte bu olay,rüyanın gerçekleşmesindeki
olaylar örgüsünün ilk ilmeğini oluşturuyor.
Ancak Hz. Yusuf ergenlik çağına girdiğinde, kendini
bir başka sıkıntı, bir başka sınav beklemektedir. O, ancak Allah'ın
esirgemesiyle aşılabilecek olan bu sınavı, kendisine verilen hikmet ve
bilgiyle göğüsleyecektir. Saray ortamında, bir başka deyimle "sosyete
sınıfı" ortamında ve de bu ortamın içinde barındırdığı sapıklıklar ve
günahlar arasında, yolunu şaşırıp kaybedebilme tehlikesiyle burun buruna
gelme sınavıdır bu! Hz. Yusuf'un bu sıkıntıyla yüzyüze gelmesinin, sıkıntıyı
olanca şiddetiyle yaşamasının ardından, bu sınavdan, ahlâkını ve dinini
koruyarak tertemiz bir biçimde çıkabilmeyi başardığını göreceğiz...
ALLAH'IN VAADİ
KESİNDİR
21- Onu satın alan
Mısırlı, karısına "Bu çocuğa iyi bak, ilerde işimize yarayabilir, belki de
onu evlâd ediniriz " dedi. Böylece Yusuf'a güvenli bir barınak sağladık, ona
olayların (ya da rüyaların) yorumuna ilişkin bazı bilgiler öğrettik. Allah,
meramını kesinlikle yürütür. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
Hz. Yusuf'u kimin satın aldığı, bu aşamada bize
açıklanmıyor. Kıssanın daha sonraki bir aşamasında, onu satın alanın,
(Mısır'ın en büyük baş vezirlerinden olduğu söylenen) Aziz olduğunu
öğreneceğiz. Ancak daha şimdiden kesinkes bildiğimiz bir şey var ki, Yusuf
güvenceli bir yere gelmiş, o ilk sıkıntısı esenlikle noktalanmış, daha güzel
bir yaşama doğru ilk adımını atmış bulunmaktadır. Nitekim, onu satın alan
kişinin, hanımına söylediği söze kulak veriyoruz:
"Bu çocuğa iyi bak."
Ayetteki özgün sözcükleriyle: "Ekrimî mesvâhu!"...
Arap dilinde "mesvâ", uzun süre kalınan, konut edinilen, oturulan yer
demektir. Burada "ikram-u misvâh (onun kaldığı yere güzel bakmak)"tan amaç,
Yusuf'a iyi bakılmasıdır. Ancak, ayetteki özgün biçimiyle bu sözün anlamı
çok daha güçlüdür. Zira, "mesvâhu" denilerek, "güzel bakmak" eyleminin
tümlecine, Yusuf'un bizzat şahsının yanısıra, ikametgâhı da eklenmiş
olmaktadır. Daha kısa bir ifadeyle, hem Hz. Yusuf'a, hem de onun
ikâmetgâhına güzel bakılması istenmektedir.. Dolaysıyla Yusuf, -kuyuda
kaldığı yer ve yaşadığı korkuların, sıkıntıların tam tersine- ayı ilgi
gördüğü, kendisine her yönden çok güzel bakıldığı yeni bir ortama
kavuşmuştur.
Bu gencin iyi bir insan olacağının farkına varan,
ona ilişkin kimi umutlar besleyen adam, bu düşüncelerini hanımına da açıyor:
"İlerde işimize yarayabilir, belki de onu evlât
ediniriz."
Kimi belgelerde söz edildiği gibi, belki onların
çocukları da gerçekten olmamıştı. Nitekim adamın, önsezisinin doğru çıkması;
onun soyluluğunu, görüldüğü gibi gerçekten iyi bir karaktere sahip olduğunu
anlaması durumunda, onu evlât edinmeyi düşündüğünü görüyoruz.
Ayette bu aşamada durularak, sözkonusu olgunun
Allah'ın işi olduğu; bu ve benzeri olguları vesile kılarak Allah'ın Hz.
Yusuf'u Mısır'a yerleştirdiği belirtiliyor. İşte, Yusuf'u sözkonusu adamın
gönlüne ve evine yerleştiren Allah'ın müjdeleri bir bir gerçekleşmeye
başlayacaktır. Daha sonra Yusuf'un, Allah tarafından kendisine rüyaları
yorumlayabilme yeteneğiyle onurlandırıldığına değiniliyor. -Bu olgunun çift
boyutlu bir anlam taşıdığından, giriş bölümünde söz etmiştik.- Bu aşamaya
ilişkin ilk planda Hz. Yusuf un Mısır'a yerleşmesinde Allah'ın baskın ve
hiçbir engel tanımaz gücünün gözlendiğinden; Allah'ın işinde hakim
olduğundan; hüsrana uğramaması, yılmaması, sapmaması için Yusuf'un Allah
tarafından korunduğundan söz ediliyor:
"Böylece Yusuf'a güvenli bir barınak sağladık, ona
olayların (ya da rüyaların) yorumuna ilişkin bazı bilgiler öğrettik. Allah
meramını kesinlikle yürütür."
Nitekim Hz. Yusuf'un durumunu düşünüyoruz: Onun
hakkında, kardeşlerinin bir isteği vardı! Ama öte yanda Allah'ın da bir
iradesi vardı! Ama sonuçta, işinde hakim olmasından ötürüdür ki Allah'ın
iradesi gerçekleşmiştir. oysa, işinde hakim olmak Yusuf'un kardeşleri için
sözkonusu değildir. Onlar kendi elleriyle, iki ayaklarını bir pabuca
soktular ve sonuçta olaylar onların arzularının tam tersi bir biçimde
gelişecektir:
"Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."
İnsanların çoğu Allah'ın belirlediği kurallardaki
sürekliliğin, sonuçta salt onun iradesinin gerçekleşeceğinin farkında
değildir.
Ayet daha sonra Allah'ın Hz. Yusuf için neler murat
ettiğini aktarmaya geçiyor:
"Ona olayların (ya da rüyaların) yorumuna ilişkin
bazı bilgiler öğrettik." Yusuf, ergenlik çağına erdiğinde, Allah'ın yeni bir
nimeti daha:
22- Yusuf ergenlik
çağına erince kendisine hikmet ve bilgi bağışladık. Biz iyi davranışlıları
işte böyle ödüllendiririz.
Hz. Yusuf'a, her meselede sağlıklı bir hüküm
verebilme, olayların nasıl noktalanacağını kestirip bilebilme, rüyaları
yorumlayabilme yeteneği ya da daha kapsamlı bir deyimle yaşamı ve yaşam
süresince karşılaşılabilecek olayları gerçek yüzüyle kavrayabilme yeteneği
verilmişti. Bu noktada ayetin ifadesi, pek çok olguyu kapsayabilecek denli
geniştir. Bunlar, iyi davranan bir kimse olmasının, inancıyla ve ahlâkıyla
iyi bir kimse olmasının ödülüydü:
"Biz iyi davranışlıları işte böyle ödüllendiririz."
ÇİRKİN DAVET VE ALLAH'IN YARDIMI
Bu sırada Hz. Yusuf'un, yaşamındaki ikinci
sıkıntıyla, ikinci sınavla karşılaşmasına tanık oluyoruz. Birincisinden çok
daha çetin, çok daha yaman bir sınavdır bu! Bu sıkıntıyı göğüsleyebilmesi
için, Allah'ın -kendisini esirgeyerek sağlıklı yargılara varabilme yeteneği
ve bilgiyle donattığı Hz. Yusuf'un, bu sınavı da -Kur'an'ın kaydettiği
üzere- en iyi biçimde geçerek, kendisini kurtarabildiğini göreceğiz.
Şimdi, bu şiddetli, bu çetin, bu yaman tabloyu özgün
biçimiyle görmek üzere, Kur'an'a bakalım:
23- Kaldığı evin
hanımı onu yatağına çağırdı, kapıları kilitledikten sonra ona "Haydi,
gelsene!" dedi. Fakat Yusuf `Allah korusun! Rabbim bana güvenli bir barınak
sağladı; hiç kuşkusuz zalimler iflah olmazlar, kurtuluşa eremezler" dedi. '
24- Kadının canı
Yusuf'u istedi, Yusuf da ona karşı ilgi duydu. Eğer Rabbinin caydırıcı
direktifi, gözlerinin önünde somutlaşmasaydı, kendini tutamazdı. Böylece biz
Yusuf u kötülükten ve fuhuştan uzak tuttuk. O, hiç kuşkusuz, bize içten
bağlı, seçkin bir kulumuzdu.
25- Her ikisi de
-Yusuf önde, kadın peşinde olmak üzere- kapıya koştular. Kadın, Yusuf'un
gömleğini arkasından yırttı; kapıda kadının kocası ile karşılaştılar. O
sırada kadın, kocasına "Eşine kötülük etmek isteyenin cezası herhalde
hâpsedilmekten ya da ağır işkenceye çarpılmaktan başka bir şey olamaz" dedi.
26- Yusuf "Beni
yatağına çağıran odur" dedi. Kadının akrabalarından biri olaya ilişkin şöyle
bir çözüm önerdi, "Eğer Yusuf'un gömleği ön tarafından yırtılmış ise, kadın
doğru söylüyor, Yusuf ise bir yalancıdır. "
27- "Yok, eğer
Yusuf'un gömleği arka tarafından yırtılmış ise, kadın yalan söylüyor ve
Yusuf'un dediği doğrudur. "
28- Adam, gömleğin
arka tarafından yırtılmış olduğunu görünce karısına "Bu iş, siz kadınlara
özgü bir komplodur, sizin komplolarınız yamandır" dedi.
29- Adam, Yusuf'a
"Sen ona bakma, kapat bu olayı" dedikten sonra karısına dönerek "Sen de
günahından ötürü af dile, çünkü sen bir günahkârsın" dedi.
Ayetlerde Hz. Yusuf'un ve kadının bu olay sırasında
kaç yaşında olduklarından söz edilmiyor. Ama bu noktada biz yine de bir
tahmin yürütmeye çalışalım...
Hz. Yusuf, kafile tarafından bulunup Mısır'da köle
olarak satıldığı sırada henüz çocuktu. Bir başka deyişle en fazla ondört
yaşında olmalıydı. Bunu nereden çıkarıyoruz? Zira bu olaydan söz edilen
ayette Hz. Yusuf için "gulâm" (çocuk)" sözcüğü kullanılıyor. Arap dilinde
"gulâm" sözcüğü, ondört yaşını geçmemiş kimseler için kullanılır. Ondört
yaşını geçmiş kimseler için ise, "şâb (delikanlı)" ya da "racul (adam)"
sözcükleri kullanılır. Kaldı ki Yakub'un "Siz farkında olmadan onu kurt
kapar" demesinden de Hz. Yusuf'un o sırada ondört yaşını aşmamış olduğunu
çıkarabilmek mümkündür... Aynı sırada sözkonusu kadın ise, çoktan evlenmiş
durumdaydı. Kocasının Yusuf için hanımına "Belki de onu evlât ediniriz"
demesine bakılırsa, bir türlü çocukları da olmamıştı... Zira evlâtlık arama
eğilimi genelde, çocukları olmamış ve de çocuk yapabilme umutları tamamen ya
da kısmen sönmüş kimselerde ortaya çıkar. Dolayısıyla evliliklerinin
üzerinden en azından, çocuklarının olmayacağını anlayabilecekleri denli bir
zaman dilimi geçmiş olmalıdır. Bunun da ötesinde, Mısır'ın başveziri
konumundaki birinin en azından kırk yaşında olabileceğini düşünsek, onun
hanımı durumundaki sözkonusu kadın da otuz yaşları dolaylarında olmalıdır.
Buradan hareketle, olayın yaşandığı sırada -en
azından yaklaşık olarak- kadın kırkındaysa, Hz. Yusuf'un da yirmibeşinde
olabileceğini tahmin edebiliriz. Bizim tahminimiz bu doğrultudadır. Zira
kadının, gerek olay sırasındaki, gerekse daha sonraki tutumlarından,
yeterince deneyimli, atak, komplolarında son derece usta, kölesini
delicesine seven biri olduğunu görüyoruz... Sonradan sarayına çağırdığı
kadınların, "Başvezirin karısı kölesini yatağına çağırmış" biçimindeki
sözleri de bunu doğrulamaktadır... Bu cümle de "köle", Arapça'daki "abd"
sözcüğüyle değil, (aynı zamanda delikanlı anlamına da gelen) "fetâ"
sözcüğüyle ifade ediliyor. Kadınların cümlelerinde Hz. Yusuf için bu sözcüğü
(yani "fetâ"yı) kullanmalarından, aynı zamanda onun yaşını da ima ettikleri
son derece nettir. Bu bizim değil, Yusuf'u kendi gözleriyle görmüş olanların
yaptığı bir tesbittir.
Bu meselenin üzerinde böylesine durmaktaki amacımız,
bu gerçeği gözler önüne serebilmektir. Hz. Yusuf'un bu sıkıntıyla, bu
sınavla yüzyüze bulunması, sadece ayetin bize aktardığı kadının onu
kendisine çağırdığı sözkonusu andan ibaret değildir! Bunun dışında, Yusuf'un
tüm delikanlılık yıllarını saray ortamında ve de bu kadınla aynı sarayda
geçirdiğini unutmamak gerek. Bu uzun zaman dilimi kadının yaşamında,
-yaklaşık olarak otuzundan kırkına varana dek- hemen hemen on yıla tekabül
ediyordu. Başvezir, hanımını Hz. Yusuf'la birlikte bulmasının ardından
söylediği söz, bu saray havasının ve ortamının, ne tür özellikler taşıdığını
çok iyi ortaya koyuyor:
"Adam Yusuf'a "Sen ona bakma, kapat bu olayı."
Sonra, eşine dönüp ekleyecektir:
"Sen de günahından ötürü af dile, çünkü sen bir
günahkârsın."
Bu kadarı yeter!..
Bunu duyan diğer kadınların diline düşen başvezirin
eşi, onlara yanıt olarak, Hz. Yusuf'u göstereceği bir parti düzenleyecektir.
Yusuf'un huzura çıkmasıyla, büyülenecekler, onu görenin baştan çıkmamasının
imkânsız olduğunu söyleyeceklerdir. Tam o sırada başvezirin eşinin, herkesin
önünde şöyle dediğini göreceğiz:
"Kadın dedi ki; "İşte siz beni bu delikanlı yüzünden
kınadınız. Ben onu yatağıma çağırdım, fakat aşırı bir namusluluk tepkisi ile
isteğimi reddetti. Ama kendisine emrettiğim işi yapmaz ise, kesinlikle hapse
atılarak burnu yere sürtülecektir." (Yusuf Suresi 32)
Bu tür sahnelere artık bağışıklık kazanmış, çok özel
bir çevreyle karşı karşıyayız. Sürekli lüksün içinde yüzen bir çevredir bu.
Ve Yusuf, -yoldan çıkma noktasında en tehlikeli dönem olan- ergenlik çağını,
delikanlılığının en ateşli yıllarını sözkonusu çevrenin içinde geçirmişti...
Ama bu uzun sınav döneminde Hz. Yusuf direnmesini, olumsuzluklardan,
tahriklerden, taşkınlıklardan kendisini koruyabilmesini bilmişti. Sözkonusu
fitnenin boyutlarını, sınavın çetinliğini, bu uzun direnişin görkemliliğini
kavrayabilmek için, bu uzun dönemi aynı çatı altında geçiren Yusuf ve
kadının yaşlarını gözönüne almamız bile yeterlidir. Ancak ayetin bizlere
aktardığı üzere kadının yapayalnızken ve uzun dolambaçlı yollara
başvurmaksızın sürpriz bir biçimde doğrudan davetiye çıkardığı sırada,
Yusuf'un direnebilmesi çok daha güçtü. Çünkü burada Hz. Yusuf en ufak bir
girişimde bulunmamasına karşın, karşısındaki kadın onu bizzat istiyordu.
Karşısındaki kadının onun için deli olduğu apaçık meydandaydı. Her şeye
hazır bir kadın vardı karşısında.
Nitekim ayete baktığımızda da bunu görüyoruz:
"Kaldığı evin hanımı onu yatağına çağırdı, kapıları
kilitledikten sonra ona "Haydi, gelsene!" dedi."
Dolayısıyla bu kez, kadının onu kendisine çağırdığı
apaçık ortadaydı. Kadının ona resmen davetiye çıkardığı, tüm çıplaklığıyla
ortadaydı... Kadın son anda kapıyı bile kilitlemiş durumdadır. Kadın, gözle
görülür biçimde o bedensel dürtüsünün dayanılmazlık noktasına gelmiş
bulunmakta ve de bu bedensel arzusunu açıkça dile getirmektedir:
"Haydi gelsene!"
Tüm çıplaklığıyla, tüm netliğiyle ortada olan bu
çağrı, kadının Yusuf'a çıkarmış olduğu ilk davetiye değildir. Tam tersine
bu, kadının Yusuf'a çıkardığı son davetiyedir. Anlaşılan o ki, kadın ona
böylesine net bir davetiye çıkarmaktan başka bir çare bulamamıştı. Gücüyle,
gençliğiyle dört dörtlük bir insan olan bu delikanlı, dişiliği giderek
oturan ve olgunlaşan sözkonusu kadınla aynı çatı altında yaşamaktaydı.
Dolayısıyla kadın, son çare olarak onu açık bir biçimde kendisine
çağırmazdan önce de, dolaylı yollardan ona davetiye çıkarmış olmalıydı. Ama
biz Hz. Yusuf'un bu apaçık davetiye karşısında bile direnebildiğini
görüyoruz:
"Fakat Yusuf "Allah korusun! Rabbim bana güvenli bir
barınak sağladı; hiç kuşkusuz zalimler iflah olmazlar, kurtuluşa eremezler"
dedi."
"Allah korusun!"
Böyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırım.
"Rabbim bana güvenli bir barınak sağladı." Yüce
Allah ki, beni kuyudan kurtardı ve bu rahat, güvenli eve yerleşmemi
sağladı."
"Hiç kuşkusuz zalimler iflah olmazlar, kurtuluşa
eremezler."
Senin beni çağırmakta olduğun türden bir suç
işleyerek, Allah'ın belirlediği sınırların ötesine geçenler, başarıya
ulaşamazlar.
Kadının kendisine apaçık davetiye çıkarması
karşısında Yusuf'un hemen Allah'ın kendisine verdiği nimetleri hatırlayarak,
O'nun koyduğu sınırları, ayrıca bu sınırları hiçe sayanların akıbetini
hatırlayarak, bu çağrıya yanaşmadığı ayette çok net bir biçimde ifade
edilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, kadının kapıyı kilitlemesinin ardından
ona apaçık davetiye çıkarması, bunu sözlü olarak da net bir biçimde dile
getirmesi karşısında Yusuf'un, ayette bize anlatılanın dışında bir tavır
sergilediğini düşünebilmek olanaksızdır. Hikâyeyi bizlere en güzel biçimde
aktaran Kur'an'da o çetin ana ilişkin şu ifadeler yeralıyor:
"(Kadın Yusuf'a): "Haydi, gelsene' dedi."
"Kadının canı Yusuf'u istedi, Yusuf da ona karşı
ilgi duydu. Eğer Rabbinin caydırıcı direktifi, gözlerinin önünde
somutlaşmasaydı, kendini tutamazdı."
Gerek klasik, gerekse daha sonraki dönemde tüm
tefsircilerin, bu son ayete ilişkin kendi görüşlerine yer vermiş
bulunmaktadırlar. Tefsirlerine yahudi uydurmaları (isrâiliyâtı) da
karıştırmış olanların bu noktada, bir yığın efsane aktardıkları
gözlenmektedir. Bunların tasvirlerine göre; Yusuf, dürtülerine kapılarak
kendisini tutamayıp harekete geçmek istemiştir! Ne var ki, Allah gösterdiği
birçok delille onu engellediğinden harekete geçememiştir! Odanın tavanında,
parmağını ağzına götürmüş ısırır biçimde babası Yakub arz-ı endâm
eylemiştir! Böylesi bir eylemin yasaklandığını bildiren Kur'an ayetlerinin
"Evet... evet yanlış okumadınız Kur'an ayetlerinin" yazılı olduğu levhalar
gözünün önüne getirilmiştir. Tüm bunlara karşın Hz. Yusuf, halâ kendisini
toparlayamamaktadır! Sonuçta Allah, Cebrail'i göndererek, ona "Kulumun
imdadına yetiş" demek durumunda kalmıştır! Cebrail de gelip, onun göğsüne
göğsüne vurmaya başlamıştır!.. Kimi aktarımcıların kullandıkları bu türden
efsaneleri daha da uzatmak mümkün. Ancak tüm bunların bir yamalamadan, bir
uydurmacadan öteye geçmediği son derece nettir.
Tefsircilerin ezici çoğunluğu ise, kadının onu
istediğini ve bu arzusunu fiilen de sergilediğini, Hz. Yusuf'un da içinden
kadına bir istek duyduğunu, ancak Rabbinin işaretini görür görmez bundan
vazgeçtiğini belirtmiştir.
Rahmetli Reşid Rıza, "el-Menâr" adlı tefsirinde,
tefsircilerin ezici çoğunluğunca ileri sürülen sözkonusu görüşe karşı
çıkmaktadır. Ona göre, âmir konumunda biri olarak sözkonusu kadın, Yusuf'un
direnmesi, kendisini önemsememesi üzerine, onu dövmek istemiştir. Hz. Yusuf
da kadının bu eylemine karşı koymak istemiştir. Ancak Hz. Yusuf geri dönüp
kaçmayı yeğleyince, kadın da harekete geçip onu yakalamış ve böylece Hz.
Yusuf'un gömleği arkadan yırtılmıştır...
Ancak ayetin metnine baktığımızda, "isteme
(el-hemm)" sözcüğünü "dövmek isteme" biçiminde yorumlayabilmek için en küçük
bir dayanak bile bulunmadığını görüyoruz. Dolayısıyla bu, Hz. Yusuf'u fiili
bazda istek duyma ya da eğilim gösterme bazında istek duyma konumuna asla
sokmamaya yönelik salt bir görüşten öteye geçememektedir. Kaldı ki bu tür
bir yorumda, ayetin gerçek anlamından uzaklaşma sonucu doğuran bir
zorlamadır.
Burada, ayetleri tekrar gözden geçirirken; gerek
kendisine hikmet ve bilgi verilmesinden önce ve gerekse daha sonra Yusuf'un,
sarayın çatısı altında bu deneyimli kadınla birlikte geçirdiği uzun bir
zaman süreci içinde yaşamış bulunduğu tüm koşulları gözden geçirirken, bende
ise bu noktada daha farklı bir düşünce uyanıyor.
Bu düşüncenin temeli ise, Allah'ın şu sözü:
"Kadının canı Yusuf'u istedi, Yusuf da ona karşı
ilgi duydu. Eğer Rabbinin caydırıcı direktifi, gözlerinin önünde
somutlaşmasaydı kendini tutamazdı."
Hz. Yusuf un hemen karşı çıkıp ilkelerine
sarılmasının ardından gelen bu ayet, onun bu bağlamdaki tahrik karşısındaki
nice zamandır süren tavrının nasıl bir noktaya ulaştığının ifadesidir...
Direnme ve zaaf, ama sonuçta Allah'ın buyruklarına sarılıp kurtuluşa
erebilme konusunda, insanın öz doğasının nitelik ve niceliğine ilişkin
gerçekçi ve reel bir ifadedir bu... Ancak Kur'anî ifade, insandaki sözkonusu
türken karmaşık, çatışmalı ve baskın ayrıntılara girerek uzun uzadıya
anlatmıyor. Zira Kur'ana Kerim, olayın yaşandığı sözkonusu anı, kıssa
çerçevesinde, aynı zamanda mükemmel bir yaşam çerçevesinde, hakettiği normal
payı aşacak denli upuzun bir sahneye dönüştürmek istememektedir. Bu sebeple
de, gerçekçiliğin, dürüstlüğün ve atmosferdeki temizliğin hakkını verebilmek
için, gerek başlangıçtaki, gerekse sonuçtaki tedbirliliği aktarmasının
yanısıra, bu iki süreç arasındaki zaaf anına değinmekle yetiniyor.
Ayetleri ve o mevcut koşulları gözönüne aldığımızda,
bizde uyanan düşünce işte budur. Gerek insanın doğası, gerekse
peygamberlerin masumiyeti açısından, en makul olanı da budur. Hz. Yusuf da
neticede bir insandı. Allah'ın seçkin kıldığı biriydi ama, neticede insandı.
Onun duyduğu istek, psikolojik bazdaki eğilimden öteye geçmemiştir.
Vicdanından ve zaaf anının hemen ardından, vicdanından ve yüreğinden
yükselen Rabbinin işaretini görür görmez de doğruya yapışarak zaafını
yenebilmeyi başarmıştır. (Zemahşerî, "Keşşâf" tefsirinde şöyle diyor:
"Allah'ın peygamberi konumundaki birinin, bir günahı isteyebilmesi ve buna
eğilim gösterebilmesi nasıl mümkün olabilir?' biçiminde bir soru
yöneltilecek olursa, yanıtım şudur: Ayette anlatılmak istenen, gençlik
döneminde cinsel gücün ve arzunun yüksekliği sonucu Hz. Yusuf un da, kadının
kendisini arzulayıp istemesini andırır biçimde, sözkonusu kadına k arşı
içinden bir arzu ve istek olmasıdır. İnsanın neredeyse tüm sağduyusunu ve
direncini yitirmesine sebep olabilecek böylesi bir durumda, bu da son derece
doğaldır. Nitekim Hz. Yusuf, Allah'ın ergenlik ve sorumluluk çağına
girenleri yasaklardan kaçınmakla yükümlü kıldığını düşünerek, içinde uyanan
bu isteği bastırarak kontrol altına almıştır. Üstelik, şiddetinden ötürü
ayette "istek" olarak adlandırılan bu dayanılmaz eğilim Hz. Yusuf un içinde
hiç uyanmasaydı, onun Allah katında, çekinme noktasında övülen bir insan
olabilme nedeni de ortadan kalkardı. Zira direncin ve sabrın büyüklüğü,
belanın ve sınavın büyüklüğü ve şiddetiyle doğru orantılıdır"... Burada,
"Hz. Yusuf, Allah'ın ergenlik ve sorumluluk çağın: girenleri yasaklardan
kaçınmakla yükümlü kıldığını düşünerek, içinde uyanan bu isteği bastırarak
kon rol altına almıştır..." biçimindeki cümlede yatan mutezile mezhebine
yatkın ilmi görmezlikten gelirsek, Zemahşerï'nin bu analizi temelde son
derece isabetlidir. Bu cümlede, işaretin, yani burhânın rasyonelliğini iddia
eden Mutezile ekolünün izi görülmektedir. oysa işaret ya da burhân Allah'ın
kulları için şeriatında belirlediği ilkelerden başka bir şey değildir...
Burada, bu mezhebi ve tarihsel görüş ayrılığı konumuz dışındadır. Ancak, bu
türden bir düşünme tarzının temelde, İslâm anlayışına yabancı olduğunu da
belirtelim!)
"Böylece biz Yusuf'u kötülükten ve fuhuştan uzak
tuttuk. O, hiç kuşkusuz, bize içten bağlı, seçkin bir kulumuzdu."
"Her ikisi de -Yusuf önde, kadın peşinde olmak
üzere- kapıya koştular."
Sağduyusunu toplayan Hz. Yusuf, kaçıp kurtulmayı
yeğlemişti. Halâ o hayvani dürtüsünün depreşimlerini yaşayan kadın ise, onu
yakalayabilmek için yerinden fırlamış bulunuyordu.
"Kadın Yusuf'un gömleğini arkasından yırttı."
Hz. Yusuf'u kapıdan geriye içeriye çekebilmek için
tutup asıldığında, onun gömleğini yırtmıştı. Ve tam bu sırada bir sürpriz:
"Kapıda kadının kocası ile karşılaştılar."
Burada, kadının deneyimliliği tüm çıplaklığıyla
karşımızda. Bu dehşetengiz sahnenin beraberinde getirdiği soruya, anında bir
cevap bularak, Hz. Yusuf'u suçlamaya geçtiğini görüyoruz:
"Kadın, kocasına: `Eşine kötülük etmek isteyenin
cezası ne olmalıdır?' dedi."
Ama kadın Yusuf'a aşık ve onun adına korkmaktadır.
Bu nedenle de güvenceli bir ceza verilmesini istemektedir.
"Cezası, hapsedilmekten ya da ağır işkenceye
çarpılmaktan başka bir şey olamaz."
Bu haksız suçlama karşısında Yusuf, gerçeği açıkça
söylüyor: "Yusuf "Beni yatağına çağıran odur" dedi."
Bu noktada ayette bize, sözkonusu meselede kadının
ailesinden birinin tanıklık ettiği belirtiliyor:
"-Kadının akrabalarından biri olaya ilişkin şöyle
bir çözüm önerdi. "
"Eğer Yusuf'un gömleği ön tarafından yırtılmış ise
kadın doğru söylüyor, Yusuf ise bir yalancıdır:"
"Yok, eğer Yusuf'un gömleği arka tarafından
yırtılmış ise, kadın yalan söylüyor ve Yusuf'un dediği doğrudur."
Ancak sözkonusu kişi bu şahitliği nerede ve ne zaman
yapmıştır? Kadının kocasıyla (Mısırlılar'ın deyimiyle, "beyiyle")
birlikteydi de olaya bizzat tanık mı olmuştu? Yoksa, kadının kocası onu
çağırıp, meseleyi ona mı açmıştı? Nitekim, özellikle kanları soğuk ama
değerleri cıvık olan bu sınıf arasında, bu tür durumlarda kadının aile
büyüklerinden birisinin çağrılarak, onun ne düşündüğünün öğrenilmesi bir tür
gelenekti...
Bunların her ikisi de mümkündür. Her halukârda,
mesele değişmiyor. Ayette bu kişinin sözü "şahitlik" olarak nitelenmiştir.
Gerek kadının, gerekse Hz. Yusuf'un iddiası karşısında, taraflar arasındaki
çekişme ve izlenecek tutum noktasında kendi görüşüne başvurulmuş olması
nedeniyle sözkonusu kişinin yargısı, "şahitlik" olarak adlandırılmıştır.
Zira bu kişinin yargısı, anlaşmazlığı tahkik edip gerçeğin ortaya
çıkarılmasına yardımcı olacaktır... Evet Yusuf'un gömleği önden yırtılmışsa,
bu onun kadına saldırdığının ve kadının da kendisini ondan korumaya
çalışırken gömleği yırttığının göstergesidir. Dolayısıyla kadın doğru, Yusuf
ise yalan söylüyor demektir. Yok eğer gömlek arkadan yırtılmışsa, bu Yusuf
un onun elinden kurtulup kaçmaya çalıştığının, kadının da kapıya dek onun
ardını bırakmadığının göstergesidir. Dolayısıyla kadın yalan, Yusuf ise
doğru söylüyor demektir. Kadının efendi, Yusuf'un ise bir köle olmasından
ötürü ilk varsayım, birincisinin doğru, ikincisinin yalan söyleyebileceği
üzerine kurulmuştur. İlk önce bu varsayımın söylenmesi de dolayısıyla bir
nezaket gereğidir! Ancak sonuçta bu, varsayımın gerçeğin ortaya konabilmesi
için bir ipucu olmasına gölge düşürmüyor.
"Adam, gömleğin arka tarafından yırtılmış olduğunu
görünce."
Olayın mantığı üzerine oturtulan sözkonusu şahitlik
doğrultusunda, Yusuf'u kendisine çağıranın kadın olduğunu, ve yine kadının
Yusuf'a iftira attığını açıkça anlamıştı. Burada binlerce yıl öncesindeki
cahiliyenin sosyete sınıfına ilişkin bir kesit çıkıyor karşımıza. Bu kesit,
bugün bile adeta somut bir biçimde karşımızdadır. Bu kesitte, cinsel
skandallar karşısında rahatlığı, bunları toplumdan gizleyebilmek için örtbas
etme eğilimini gözlüyoruz. Zira onlar için en önemli Şey, bu skandalların
duyulmamasıdır.
Adam, gömleğin arka tarafından yırtılmış olduğunu
görünce karısına "Bu iş, siz kadınlara özgü bir komplodur, sizin
komplolarınız yamandır" dedi. Adam, Yusuf'a "Sen ona bakma, kapat bu olayı"
dedikten sonra karısına
dönerek, "Sen de günahından ötürü af dile, çünkü sen
bir günahkârsın" dedi."
İşte böyle... Doğrusu bu, o kadınların bir
hilesidir. O kadınların fendi büyüktür... Bu tavır, kam damarları zorlayacak
denli hiddetle doldurabilecek denli böylesi vahim bir olay karşısında ustaca
bir vurdumduymazlıktır. Suçu tüm kadınlara genelleyerek, -kadının bu tavrını
neredeyse överek- işi bir tür şakaya bağlamaktır.
"Sizin komplolarınız yamandır!" cümlesinde sözkonusu
kadına yönelik olumsuz bir dokundurma yapılmamaktadır. Tam tersine,
sözkonusu kadının davranışıyla, dişiliğiyle büyük fentler açabilecek denli
dört dörtlük, mükemmel bir dişiliğe sahip olduğu ima edilmektedir.
Adam, daha sonra masum olan Hz. Yusuf'a dönüp
eklemektedir.
"Sen ona bakma, kapat bu olayı."
Yani bu meseleyi kapat! Kendi kendine önemseyip
hatırlamaktan vazgeç! Kimseye de açma! .. Önemli olan da budur zaten!
Görüntüyü kurtarmak yeterlidir!
Ardından,
Yusuf'un olmak isteyen, onu yakalayıp suçuna ortak
etmek isterken gömleğini yırtan kadına dönerek öğüt veriyor:
"Sen de günahından ötürü af dile, çünkü sen bir
günahkârsın."
İşte, tüm cahiliye toplumlarında rastlanan,
hizmetçiler ve köleler karşısında aristokrat sınıfın konumunun, en yakından
erilmiş bir görüntüsüdür bu. Perdenin kapanmasıyla birlikte tüm sahnenin ve
olayların gözden kaybolduğunu görüyoruz... Ayetlerde o anın, tüm
görüntüleri, tüm tepkileri bize aktarılmış bulunuyor. Ancak o anın,
pornografik hayvani fantazilerden bir bölüme ya da iğrenç cinsel bataklıktan
bir gölete dönüştürülmesi yoluna asla gidilmiyor!
SKANDAL YAYILIYOR
Adam, hanımıyla kölesi arasına girmiyor. Mesele,
zamanın akışına bırakılıyor. Saraylarda bu tür meseleler, hep zamanın
akışına bırakılmaz mı zaten! Ama sarayda da olsa yerin kulağı vardır. Aynı
çatı altında hizmetçiler ve uşaklar var. Dolayısıyla saraylarda, olup
bitenleri örtbas edebilmek mümkün değildir. Özellikle de kadınların
çevrelerinde olup bitenlerin dedikodusunu yapmaktan başka bir şey
istemedikleri aristokrat ortamlarda, bu iş daha da güçtür. Bu sebeple
sözkonusu türden skandalların, sohbetlerde, partilerde ve ziyaretlerde,
kulaktan kulağa yayılıp herkesin diline düşmesi kaçınılmazdır:
30- Şehirdeki
birtakım kadınlar "Başbakanın karısı, kölesini yatağına çağırmış;
delikanlının aşkı iliklerine işlemiş; anlaşılan (gördüğümüz o ki), iyice
sapıtmış" dediler.
Bu söz, tüm cahili çevrelerde kadınların bu tür
meselelerde söyledikleri sözlere tıpatıp benzemektedir. Burada haberin
kentte yayılması sonucunda sözkonusu skandalın açıkça anlatılıp duyurulması
sırasında ilk kez, kadının başvezirin hanımı olduğunu, dolayısıyla Yusuf'u
Mısır`dan satın alan adamın da -Mısır'ın başveziri- Aziz olduğunu da
öğrenmiş bulunuyoruz. Kadınların sözlerine kulak veriyoruz:
"Başbakanın karısı, kölesini yatağına çağırmış."
Ardından, kadının Hz. Yusuf karşısındaki durumunu
açıklıyorlar: "Delikanlının aşkı iliklerine işlemiş."
Başvezirin eşi, kölesine vurulmuş. Sevgisinden kalbi
yanıp tutuşmakta, paramparça olmaktaymış. Bir köle karşısında kalbin
böylesine yanıp tutuşması! "Anlaşılan (gördüğümüz o ki) iyice sapıtmış."
Kendisi soylu bir kadın ve bir aristokratın hanımı
olmasına karşın, tutup satın aldıkları ibrânî bir köleye vurulmuş!.. Belki
de kadınlar bu sözleriyle başvezirin eşinin bu skandalla dillere düşmesini,
bu meselenin apaçık ortaya çıkıp herkesçe anlaşılmasına bozulduklarını
vurguluyorlar. Zira bu tür çevrelerin geleneğinde, kapalı kapılar ardında
kimseye sezdirmeden böyle işler yapmak değil, tam tersine sonuçta böylesi
bir manzara oluşturmak eleştirilir.
SOSYETE SINIFININ
KARAKTERİ
Burada yine, ancak bu tür ortamlarda görülebilecek
türden bir olayla karşılaşıyoruz. Kendi sınıfının kadınlarına, onların
tuzaklarından ve fentlerinden yola çıkarak nasıl bir karşılık vermesi
gerektiğini çok iyi bilen cüretkâr başvezir eşinin oynadığı bir oyuna tanık
oluyoruz. Ayetler, bu sahneyi bizlere tüm açıklığıyla aktarıyor.
31- Kadın,
hemcinslerinin bu kınayıcı dedikodularını duyunca haber salarak onları evine
çağırdı, onlar için konforlu sedirler hazırladı, herbirinin eline birer
yemek bıçağı verdi ve Yusuf'a "Çık şunların önüne" dedi. Kadınlar Yusuf'u
görünce güzelliği karşısında büyülendiler ve "Allah'ım, sen ne büyüksün! Bu
bir insan değil, olsa olsa saygın bir melektir" dediler.
32- Kadın dedi ki;
"İşte siz beni bu delikanlı yüzünden kınadınız. Ben onu yatağıma çağırdım,
fakat aşırı bir namusluluk tepkisi ile isteğimi reddetti. Ama kendisine
emrettiğim işi yapmaz ise, kesinlikle hapse atılarak burnu yere
sürtülecektir.
Başvezirin eşi onlar için, kendi sarayında bir parti
düzenledi. Bu nedenle onların, sosyete sınıfına mensup olan, saraylardaki
partilere davet edilen, son derece görkemli ve ihtişamlı bir biçimde
ağırlanan kadınlar olduklarını anlıyoruz. Yine onların o dönemde, doğu işi
şilte ve yastıklarla donatılmış koltuklar üzerine oturarak yemek yedikleri
görülüyor. Başvezirin eşi bu koltukları onlar için hazırladı. Yemekte
kullanmaları için herbirine de birer bıçak getirdi. Buradan, o dönemin
Mısır'ında maddi uygarlığın yüksek bir düzeye ulaştığı, saraylardaki
konforun da son derece görkemli olduğu anlaşılıyor. Binlerce yıl öncesindeki
bù dönemde, yemek sırasında etleri kesebilmek ve meyveleri soyabilmek için
bıçak kullanılması, konfor ve maddi uygarlık düzeyi açısından, son derece
anlamlıdır. Derken, Yusuf'un onların huzuruna çıktığını görüyoruz.
Başvezirin eşi Yusuf'a:
"Çık şunların önüne, dedi."
"Kadınlar Yusuf'u görünce güzelliği karşısında
büyülendiler." "Allah'ım sen ne büyüksün, dediler."
Bu bağlamda, "Allah'ım sen ne büyüksün" demeleri,
Allah'ın eseri olan bu harikulâde güzellik karşısında duydukları dehşetin
ifadesidir. Nitekim ardından, hemen eklediler:
"Bu bir insan değil, olsa olsa saygın bir melektir."
( Yusuf'un, gerek başvezirin eşini, gerekse diğer kadınları şaşkına çeviren
bu güzelliğini belirtme noktasında, rivayetçiler ve tefsirciler adeta
kendilerini yırtmaktadırlar. Kimilerinin tariflerinde, daha çok kadınlarda
gözlenebilecek nitelikler bile yeralıyor. Oysa, böylesi nitelikler taşıyan
birinin, kadınları şaşkına çevirmesi düşünülemez. Halbuki, erkekler için
erkekliğin ayırıcı niteliklerinin mükemmelliği oranında farklı bir güzellik
sözkonusudur... Böyle değilse, bir diğer ihtimalde, sözkonusu sınıfa mensup
kadınların, öz doğalarındaki çarpıklaşma sonucunda, aslında kadındayken
güzel olabilecek nitelik ve özelliklere sahip bir erkeğe hayranlık duyar,
dolayısıyla da erkekteki diğer erkeksi niteliklere bakmaz bir hale gelmiş
bulunmalarıdır.)
Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz üzere
kadınların bu sözü, o dönemde tevhid dininin kırıntılarının az da olsa
bulunduğunun göstergesidir.
Onların Hz. Yusuf'u görür görmez dehşete
düştüklerini, büyülendiklerini, kendilerinden geçtiklerini gözlemleyen
başvezirin eşi sonuç olarak, kendisiyle aynı sınıfa mensup bu kadınlara
karşı zaferi kazandığından emindir. Bunun üzerine zafer duygusuyla dolu
olan; kendisiyle aynı düzeye ve aynı sınıfa mensup sözkonusu kadınlardan
zerre kadar arlanmayan; Yusuf'un kendi avucunun içinde olmasını, kendisine
karşı bir kez direnmiş ve isteğini yapmadıysa da sonuçta onun ipinin halen
kendi elinde olmasını onlara karşı bir böbürlenme vesilesi biçiminde
algılayan bu kadın, onlara dönerek konuşmaya başlayacaktır:
"İşte siz beni bu delikanlı yüzünden kınadınız"
dedi.
"Gördünüz mü onun karşısında siz bile nasıl şaşkına
döndünüz, nasıl dehşete düşüp büyüleniverdiniz! Ben onu yatağıma çağırdım,
fakat aşırı bir namusluluk tepkisi ile karşılaştım."
İşte tıpkı sizler gibi beni de böylesine büyüleyip
şaşkına çevirdi. Sonuçta onun olmak istedim, fakat o çekinerek buna yanaşmak
istemedi. -Bir başka deyişle kadın,. Yusuf'un böyle bir iş yapmamak için
özenle direndiğini; yaptığı çağrıya ve tuzağına yanaşmamak için Yusuf'un
kendini özenle koruduğunu ifade ediyor.- Bunun ardından kadın, sözkonusu
ortamda kibirli bir edayla Yusuf'un iplerinin kendi elinde olduğunu
vurguluyor ve de dişilik kaprislerini tüm kadınların huzurunda apaçık bir
biçimde dile getirmekte zerre kadar bir sakınca görmüyor:
"Ama kendisine emrettiğim işi yapmaz ise, kesinlikle
hapse atılarak burnu yere sürtülecektir."
Bu ısrar, bir burnu büyüklük, bir şantaj, tehdit
yoluyla yeni bir ayartma ifadesidir.
Hz. Yusuf bu söz kendisine söylendiğinde,
güzelliğinden şaşkına-düşmüş olan ve -bu tür toplantılarda genelde
rastlandığı üzere- tüm çekiciliklerini ısrarla sergilemeye çabalayan
kadınların arasında bulunuyor. Ev sahibesinin yukarıdaki sözlerinde de ima
ettiği gibi sözkonusu kadınlar, karşılarındaki Hz. Yusuf için deli olmakta
ve onu ayartmaya çabalamaktadırlar. Bu durum karşısında Yusuf ise Rabbine
yönelmektedir:
33- Yusuf dedi ki;
"Ya Rabbi bana göre hapse girmek bunların benden istediklerini yapmamdan
daha iyidir. Eğer beni onların komplolarından uzak tutmazsan ağlarına düşer,
böylece cahillerden biri olurum.''
Yusuf, "bu kadının istediğini yapmaktan..." demiyor!
Tam tersine, "bunların istediklerini yapmaktan..." diyor! Demek ki bu
noktada ister sözleriyle, ister hareketleriyle, isterse bakışlarıyla olsun,
tüm kadınlar kendisine davetiye çıkarmaktadırlar. Yusuf ise, bu sürekli
tahrik karşısında bir an belki zaafa düşebilirim korkusuyla, sözkonusu
kadınların kendisini tuzaklarına düşürme girişimlerini bertaraf etmesi için
Allah'dan yardım istiyor. İçinde bu korkuyu duyar duymaz, ellerini Allah'a
açarak, kendisini kurtarmasını istiyor:
"Eğer beni onların komplolarından uzak tutmazsan
ağlarına düşer, böylece cahillerden biri olurum."
Masumiyetiyle gururlanmayan, neticede insan
olduğunun bilincinde olan bir kimsenin duasıdır bu! O, Rabbinin kendisine
daha fazla yardım etmesini, daha çok gözetmesini istemekte; yüzyüze
bulunduğu fitne, tuzak ve ayartma girişimlerine karşı sadece Allah'dan
yardım dilemektedir.
34- Allah, onun bu
duasını kabul ederek kendisini kadınlardan uzak tuttu. Hiç kuşkusuz O her
şeyi işitir, her şeyi bilir.
Ayette sözü edilen "uzak tutma", kadınların
yüreklerini Yusuf'un kendilerine yanaşabileceği olasılığı noktasında bunca
çabanın ardından karamsarlıkla doldurma; ya da ayartmalara kanmama
noktasında Yusuf'a daha da direnç aşılanarak, onu ayartmalardan hiç
etkilenmeyecek bir güce ulaştırma biçiminde olmalıdır. Yine her iki olgunun
birlikte sözkonusu olabileceğini düşünmek de mümkündür.
"O her şeyi işitir, her şeyi bilir."
Yüce Allah işiten ve bilendir. Tuzağın ayak
seslerini de, duayı da işitmektedir! Tuzağın da, duanın da arka
planındakileri en iyi biçimde bilmektedir!
Hz. Yusuf, yüce Allah'ın lütfu ve gözetimiyle,
ikinci sınavı da böylece atlatıyor. Onun bu başarı ve kurtuluşuyla, bu yaman
kıssanın ikinci perdesi de böylece sona eriyor...
Bu, Yusuf'un yaşamındaki çetin ve zorlu sınavlardan,
üçünçü aşama, üçüncü ve de son sınavdır. Tüm bunların ardından zenginlik ve
bolluk dönemi gelecektir. Güçlük ve zorluğa karşı direnci sınanan Yusuf'un,
bunun ardından zenginlik ve bolluğa karşı direnci sınanacaktır. Kıssamızın
bu bölümünde, suçsuzluğu anlaşılan Yusuf'un daha sonra hapse atılmakla
sınandığını göreceğiz. Zulme uğratılmış suçsuz bir insana, -yüreği her ne
kadar suçsuzluğun getirdiği, güvenceyle rahat dâ olsa- hapis cezası kuşkusuz
çok daha ağır gelecektir.
Bu sınav dönemi süresince, Allah'ın Yusuf üzerindeki
nimetleri somut bir biçimde ortaya çıkacaktır: Allah Yusuf'a rüyaları
yorumlayabilme, başlamış olayların yakın gelecekte nasıl noktalanacağını
önceden bilebilme gibi ilahi bir bilgi bahşedecektir. Yine Allah'ın nimeti
olarak sonuçta Yusuf, kralın huzurunda suçsuzluğunu resmen, açıkça ve mutlak
bir biçimde ilan edecek; gayp aleminde önceden yazıldığı üzere onun önemli
bir makam, mutlak bir güven ve olağanüstü bir yöneticilik elde etmesini
sağlayacak tüm yetenekleri ortaya çıkacaktır.
HZ. YUSUF VE ZİNDAN
SINAVI
35- Sonra adamlar,
Yusuf'u belirli bir süre için hapse atmayı gerekli gördüler. Oysa onun masum
olduğunu kanıtlayan bunca delil gözleri önünde duruyordu.
36- İki genç, onunla
birlikte hapse girmişlerdi. Bunlardan biri "Ben rüyamda şaraplık üzüm
sıktığımı gördüm"dedi. Öbürü de dedi ki; "Rüyamda başımın üzerinde bir somun
ekmek taşıdığımı gördüm, onu kuşlar yiyorlardı. Bu rüyalarımızın ne anlama
geldiklerini bize anlat. Çünkü biz senin iyiliksever bir adam olduğunu
görüyoruz. "
İşte saraylardaki atmosfer! İşte zorba sistemin
atmosferi! İşte aristokrat çevrelerdeki atmosfer! İşte cahiliye atmosferi!
Yusuf'un suçsuzluğuna ilişkin şüpheye en ufak yer bırakmayacak kanıtlar
bulunduğunu görmüşlerdi... Kibirinden kimseyi görmez hale gelen başvezirin
eşi, kendisi için yanıp tutuştuğu kölesini kadınlara göstermek üzere, onlara
bir parti düzenlemişti. Partide, bu köleye vurulduğunu açıkça söylemiş,
diğer kadınlar da bu köleye vurulup onu baştan çıkarmaya çalışmışlardı. O
ise tüm bunlar karşısında, kendisini kurtarıp koruması için Rabbinden yardım
istemişti. Üstelik başvezirin eşi, tüm kadınların huzurunda -utanmaksızın ve
arlanmaksızın- bu kölenin, ya emrini yerine getireceğini ya da hapse tıkılıp
kahra uğrayacağını açık açık söylemişti. Ama tüm bunlara karşı sonuçta
Yusuf, emrolunduğu üzere hapse atılıyor!
Tüm bunların ardından onlar yine de, onu bir süre
için hapse atmayı uygun görüyorlar!
Kadın, tehdit sonrası gösterdiği çabalardan da
umudunu kesmiş; bu mesele iyice dallanıp budaklanarak belki de sokaktaki
halkın bile diline düşmüş olmalıydı... Artık, "aristokratlığın" onurunu
korumak gerekiyordu! Aristokrat hatunların beyleri, ailelerine ve
hanımlarına sahip çıkamasalar da, "soylu sınıf (!)"a mensup, abayı yakmış,
aşkı ayyûka çıkmış, halk arasında bile dilden dile anlatılır olmuş bir
kadının isteğini yapmadı diye, hiçbir suçu bulunmayan bir genci hapse
tıkıvermekten de aciz değiller ya!
"İki genç, onunla birlikte hapse girmişlerdi."
Daha sonra bunların, bu iki mahkûmun kralın özel
uşaklarından olduklarını öğreneceğiz.
Buradaki ayetlerde, Yusuf'un hapiste ne işler
yaptığı, ne denli dürüst ve iyi bir insan olduğunun anlaşıldığı, herkesin
ona gıpta ettiği, tüm tutukluların sonsuz güvenini kazandığı, aralarında
kara talihin sarayda çalışmaya ya da hizmetçiliğe sürüklediği ve sırf yersiz
bir kaprisle kendilerine kızıldığı için hapse atılmış kimselerin de
bulunduğu vb. hususlara değinilmiyor. Tüm bu ayrıntılar bir yana bırakılarak
hemen, Yusuf hapisteyken onunla arkadaş olmuş iki delikanlının, gördükleri
rüyaları ona anlattıkları bir sahneye geçiliyor. Yusuf'un temiz, dindar,
sürekli Allah'ı hatırlayan iyi bir kul ve ahlâklı bir insan olduğunu anlayan
bu iki delikanlı, ondan rüyalarını yorumlamasını istemektedir:
"Bunlardan biri "Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı
gördüm" dedi. Öbürü de dedi ki; `Rüyamda başımın üzerinde bir somun ekmek
taşıdığımı gördüm, onu kuşlar yiyorlardı. Bu rüyalarımızın ne anlama
geldiklerini bize anlat. Çünkü biz senin iyiliksever bir adam olduğunu
görüyoruz."
Yusuf bunu, tutuklular arasında doğru inancını
yayabileceği bir fırsat olarak değerlendiriyor. Zira, yeryüzündeki
yöneticileri rabb konumuna yerleştirme, rabbliğin niteliklerini kendilerine
malederek Firavunlaşmış olan bu tür insanlara boyun eğme temeline dayalı
çarpık anlayışları ve bozuk inançları düzeltme noktasında, Yusuf'un tutuklu
oluşu, onun bu konudaki yükümlülüğünü kaldırmamaktadır!
Hz. Yusuf, bu iki hapishane arkadaşıyla yaptığı
konuşmaya, onların kafasını kurcalayan konudan başlıyor. Önce, rüyalarını
yorumlayacağını söyleyerek onları rahatlatıyor. Zira O, tıpkı kendisinden
önceki ataları gibi sadece ve sadece Allah'a kulluk ettiğinden, kulluk
noktasında O'na hiçbir şeyi ortak koşmadığından, Allah da mükâfat olarak
kendisine özel bir bilgi bahşetmiştir... Böylece daha ilk planda, onların
kendi dinine karşı güvenlerini kazandığı gibi, rüyalarını yorumlayabileceği
noktasında da güvenlerini kazanıyor:
37- Yusuf dedi ki;
"Payınıza ayrılan yemek, henüz önünüze gelmeden önce onun ne olduğunu size
bildirebilirim. Bu önsezi bana Allah'ın öğrettiği bilgilerdendir. Ben
Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden milletin dininden çıktım. "
38- "Onun yerine
atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un dinlerine bağlandım. Allah'a
herhangi bir şeyi ortak koşmak bize yakışmaz. Bu inanç Allah'ın, gerek bize
ve gerekse tüm insanlara yönelik bir lütfudur. Fakat insanların çoğu Allah'a
şükretmezler. "
Hz. Yusuf'un konuyu ele alış biçiminde izlediği
yöntemde, kişilerin gönüllerine girebilme noktasında bir incelik; konuşması
sırasında yaptığı geçişler ve kullandığı üslupta hoşgörülü bir nezaket göze
çarpıyor... Kıssanın baş kahramanı Yusuf'un, tüm olaylarda tanık olduğumuz
ayırıcı niteliğidir bu...
"Yusuf dedi ki; payınıza ayrılan yemek, henüz
önünüze gelmeden önce onun ne olduğunu size bildirebilirim."
Böylece, karşılarındaki adamın yenilecek yemeği daha
gelmeden görebilecek ve gördüğünü bildirebilecek denli özel bir bilgiye
sahip olduğuna güvenmeleri gerektiği vurgulanıyor: Bunun yanısıra bu sözde
-elbette ki Allah'ın, salih kulu Yusuf'a bahşettiği nimete ve de ayrıca-
geleceğe ilişkin haber verme ve rüya yorumlama gibi o dönemin karakteristik
yapısına işaret vardır. Yine Yusuf, onların gönüllerini kazanarak Rabbinin
yoluna davet edebilmek için onlara rüyalarını yorumlamada yararlanacağı özel
bilgisini açıklarken kullandığı "Bu önsezi bana Allah'ın öğrettiği
bilgilerdendir." biçimindeki ifadesini de psikolojik açıdan tam gediğe
yerleştirdiği gözleniyor.
"Ben, Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden
milletin dininden çıktım."
Hz. Yusuf bu sözüyle aralarında yetiştiği millete;
başvezirin ailesi, kralın kurmayları, milletin ileri gelenleri ve onlara
tâbî olan halka işaret ediyor. Aslında karşısındaki delikanlılar da o
milletin dinindendir. Ama Hz. Yusuf, onların kişiliklerini hedef seçmiyor.
Tam tersine, onları rencide etmemek, kendinden nefret ettirmemek için, genel
bazda sözkonusu milleti hedef seçiyor. Bu bir üsluptur, hikmettir,
nezakettir, kişilerin gönlüne güzellikle girebilme yöntemidir.
Yusuf'un burada ahiretten söz etmesi, -daha önce de
belirttiğimiz üzere insanlık var oldu olalı ahirete imanın, tüm
peygamberlerin öğrettiği biçimiyle inancın temel öğelerinden biri olduğunu
perçinlemektedir. Mukayeseli Dinler Bilimi'nde ileri sürüldüğü gibi, gerçi
ahiret inancı cahiliye inançlarına sonradan girdiği doğrudur, ama bu inanç
bozulmamış, semavi dinlerin sürekli temel unsuru olmuştur.
Kâfirlik inancının genel niteliklerini açıklamasının
ardından Yusuf, kendisinin ve atalarının tâbî olduğu imana dayalı inanç
sisteminin genel niteliklerini açıklamaya devam ediyor:
"Onun yerine atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve
Yakub'un dinlerine bağlandım. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmak bize
yakışmaz."
Bu, Allah'a asla hiçbir ortak koşmayan gerçek tevhid
dinidir... Tevhide erebilmek, doğru yola ulaşanlara Allah'ın bir lütfudur...
Çaba göstermeleri, istemeleri durumunda tüm insanların onurlanabilecekleri
bir lütuftur bu. Bunun kökleri ve ipuçları, insanın doğasındadır. Esprileri
ve kanıtları, insanların çevresindeki varlıklar alemindedir. Açıklaması ve
tanımı, peygamberlerin getirdikleri mesajlardadır. Ama insanlar bizzat
kendileri, bu lütfu anlamadıklarından, buna şükretmesini de
bilmemektedirler:
"Bu inanç; Allah'ın, gerek bize ve gerekse tüm
insanlara yönelik bir lütfudur. Fakat insanların çoğu Allah'a şükretmezler."
Tatlı mı tatlı bir giriş... Dikkatlice ve yumuşak
bir edayla adım adım ilerlemektedir Yusuf... Giderek, onların yüreklerinin
ta içine girecek; inancını ve çağrısını ayrıntısıyla ve bütünüyle açacak;
onların ve mensup oldukları milletin inançlarındaki bozukluğu, yaşadıkları
realitedeki bozukluğu gözler önüne serecektir... Nitekim şu ana dek yaptığı
uzun girişin ardından hemen ekliyor:
39- "Ey hapishane
arkadaşlarım, çok sayıda ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli tek Allah'a
inanmak mı daha iyidir?"
40- "Allah'ı bir
yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin ya da atalarınızın
taktığı birtakım boş, içeriksiz adlardan başka bir şey değildirler. Allah
onlara hiçbir güç vermiş değildir. Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O
yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur.
Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."
Yusuf -Allah'ın selâmı üzerine olsun- burada,
harikulâde, son derece net ve aydınlatıcı şu birkaç cümleyle, bu dinin genel
niteliklerini, bu inanç sisteminin temel prensiplerini mükemmel bir biçimde
çizmiş bulunuyor. Yine şirk, tağut ve cahiliye sisteminin temellerini de son
derece şiddetli bir biçimde sarsmış durumda:
"Ey hapishane arkadaşlarım, çok sayıda ilaha inanmak
mı, yoksa ezici iradeli tek Allah'a inanmak mı daha iyidir?"
Yusuf, karşısındaki iki genci kendine arkadaş
ediniyor. "Arkadaşlarım" diyerek, onların sevgisini kazanıyor. Buradan
hareketle de, çağrısının özüne, inancının temeline inmeye başlıyor. Onları
kendi inanç sistemine hemen doğrudan çağırmak yerine, önce onlara nesnel bir
soru yöneltiyor:
"Çok sayıda ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli
tek Allah'a inanmak mı daha iyidir."
İnsanın özbenliğini, merkezinden vuran, şiddetle
sarsan bir sorudur bu. İnsanın özbenliği tek bir ilah tanıdığı halde, birçok
rabblerle karşılaşılması neyin nesidir?.. Kulluk edilecek, buyruğuna boyun
eğilecek ve şeriatına uyulacak Rabb olmaya gerçek anlamıyla lâyık olan
sadece, her şeyden üstün tek Allah'dır. Tanrı birlenip, onun varlıklar
dünyasında her şeyden üstün bir otoriteye sahip olduğu benimsendiğinde, buna
bağlı olarak, rabbin de birlenmesi ve onun insanların yaşamında her şeyden
üstün bir otoriteye sahip olduğunun benimsenmesi gerekmektedir. Allah'ı bir
ve her şeyden üstün kabul eden insanların, onun dışında birinin buyruğuna
boyun eğmeleri ve Allah dışında bir rabb edinmeleri, bir an için bile olsa
asla mümkün değildir. Rabb olarak sadece ve sadece, evrendeki tüm yasaların
sahibi ve evrenin yöneticisi durumundaki Allah tanınmalıdır. Tüm evrene söz
geçirebilmekten aciz bir kimsenin, buyruklarıyla evrene üstünlük
sağlayamazken, otoritesiyle insanlar üzerinde üstünlük sağlayan bir rabb
konumuna geçmesi asla doğru değildir!
Burunların ötesini görmeyen bütünüyle kör, aciz,
bilgisiz, benmerkezci bir sürü uydurma rabblere boyun eğmek yerine,
insanların, her şeyden üstün tek Allah'ın Rabliğine boyun eğmeleri kuşkusuz
en doğru olanıdır. Burada belirttiğimiz eksiklikler, Allah dışındaki tüm
uydurma rabbler için geçerlidir. insanlığın yaşadığı korkunç perişanlığın
temelinde, bir sürü uydurma rabbler edinerek parçalanma ve kulların
sözkonusu uydurma rabblerin aralarındaki bencillikler ve çekişmeler
doğrultusunda darmadağın olmaları yatmaktadır... Tarih boyunca kimi zaman
yeryüzünün sahte rabbleri Allah'ın otoritesini ve rabbliğini kendilerine
yamamışlar; kimi zaman da cahil kimseler bilgisizlik, hurafe ve efsanelerin
etkisiyle ya da baskı, aldatmaca ve propaganda etkisiyle onlara böylesi bir
otorite sunmuşlardır. Yeryüzünün bu sahte rabbleri, ben merkezcilikten, salt
kendini ve koltuğunu düşünmekten; kendi otoritesini sürdürüp güçlendirme
noktasındaki o amansız hırstan kendilerini bir an için bile olsa
sıyıramamaktadırlar. Bu sebeple de otoriteleri için, ama yakın ama uzak
vadede, bir tehlike olarak gördükleri tüm güçleri, tüm potansiyelleri
ortadan kaldırabilmek; aldatmacaları gün yüzüne çıkıp sona ermemesi için tüm
güçleri, tüm olanakları kendilerine övgüler döktürmeye, kendilerinin
borazanlığını yapmaya seferber edebilmekten başka bir şey
düşünmemektedirler!
Her şeyden üstün olan tek Allah, evrendeki hiçbir
şeye en ufak bir gereksinim duymayacak denli güçlüdür. O kullarının,
erdemliliğinden, kurtuluşundan; çalışmasından ve belirlediği ilkeler
doğrultusunda ilerleme kaydetmelerinden başka hiçbir şey istememektedir.
Onların bu yoldaki tüm çabalarını, kendisine ibadet olarak saymaktadır.
Kullarını yükümlü kıldığı ibadetlerde bile amaç, onların yaşamlarını ve
durumlarını en iyi düzeye getirebilmek için, yüreklerini ve duygularını
ıslah edebilmektir... Yoksa Allah'ın kullara hiçbir ihtiyacı yoktur. "Ey
insanlar! Siz Allah'a muhtaçsızın, Allah ise müstağnîdir, övülmeye lâyık
olandır..." (Fâtır Suresi 15) İşte, her şeyden üstün tek Allah'a boyun eğmek
ile çeşitli uydurma rabblere boyun eğmek arasında böylesine büyük bir
farklılık vardır...
Daha sonra Hz. Yusuf, bir adım daha ilerleyerek,
cahiliye inancını ve cahiliyenin korkunç kuruntularını çürütmeye geçiyor:
"Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız düzmece
ilahlar, ya sizin ya da atalarınızın taktığı birtakım boş, içeriksiz
adlardan başka bir şey değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş
değildir."
İster beşer türünden olsun, isterse beşer dışındaki
ruhlar, şeytanlar, melekler, Allah'ın hakimi bulunduğu evrensel güçler
türünden olsun, sözkonusu sahte rabblerin tamamı, rabblik noktasında bir
hiçtir, rabblik gerçeğinin en ufak bir niteliğine bile haiz değildir.
Rabblik sadece ve sadece, her şeyden üstün ve tek olan, kulların yaratıcısı
ve onların tümünden üstün bir konumda bulunan Allah'a aittir... Gelgelelim
çeşitli cahili sistemlere ve ortamlara mensup kimi insanlar, sözkonusu sahte
rabblere, kendi kafalarından bazı isimler yamamakta, bazı sıfatlar takmakta
ve de kimi özellikler yakıştırmaktadır. Bunların başında da bu tür sahte
rabblere tanınan, hüküm koyma ve otorite yetkisi gelmektedir... Oysa Allah
onlara ne böylesi bir otorite tanımış, ne da onların doğru olduklarına
ilişkin bir delil indirmiştir...
Bu noktada Yusuf, bu çürük inanç sistemini yere
sermek üzere son darbesini indirerek, doğruyu açıklıyor: Otorite kimin
olmalıdır? Hüküm koyma yetkisi kimin olmalıdır?! Kime boyun eğilmelidir?!
Bir başka deyişle, kime "kulluk" edilmelidir?!
"Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız
kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat
insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."
Hüküm koyma yetkisi, sadece ve sadece Allah'ın
olmalıdır. İlahlığının her şeye egemen olması gereğince hüküm, sadece
Allah'a özgüdür. Zira egemenlik tanrılığın niteliklerindendir. Egemenliğin
kendisine ait olduğunu ileri süren, ister bir birey, bir sınıf, bir parti,
ister bir grup, bir ulus, isterse uluslararası bir örgüt şemsiyesi altında
tüm insanlar olsun- tanrılığın nitelikleri noktasından herkesten önce
Allah'a savaş açmış demektir. Tanrılığın baş niteliği durumundaki egemenlik
noktasında yüce Allah'a savaş açan ve egemenliğin kendisine ait olduğunu
ileri süren, yüce Allah'ı apaçık bir biçimde inkâr etmiştir. Böyle bir
kimsenin kâfir olduğu noktasında dinin kesin hükmü için, sadece bu ayetteki
ifade bile yeterlidir!
Kişiyi dosdoğru dinin çerçevesinin dışına çıkaran,
tanrılığın baş niteliği konusunda Allah'a savaş açmış bir konuma getiren
böylesi bir iddia için, sadece putperestlikte tek bir kalıp yoktur. Bir
başka deyişle böylesi bir iddiaya kalkışan kişinin ille de, "Sizin için,
kendimden başka bir tanrı tanımıyorum!" ya da -tıpkı Firavun gibi açıkça-
"Sizin en yüce rabbiniz benim!" demiş olması şart değildir. Sadece, Allah'ın
şeriatını egemen kılmayıp, bir kenara iterek, yasaları başka bir temele
dayandırmak ya da sadece Allah dışında egemen konuma gelmiş makamdakileri,
otoritenin kaynağı olarak görmek bile bu türden bir iddiaya kalkışmış bir
konuma sürüklenmeye yeterlidir. Bunu yapan, tüm uluslar ya da bir grup insan
bile olsa, durum değişmemektedir... İslâm sisteminde ümmet, kendisine bir
yönetici seçerek ona Allah'ın şeriatının hükümlerini uygulama yetkisini
verir. Ancak bu, yasalara meşruluk kazandıran egemenliğin temelinde ümmetin
bulunduğu anlamına gelmez. Tam tersine egemenliğin kaynağı sadece
Allah'ındır. Ne var ki, İslâm araştırmacılarından bile pek çok kimse,
hükümet eden yani yöneten ile otorite kaynağını birbirine karıştırmaktadır.
İnsanlar bir bütün olarak, egemenlik yani hüküm koyma hakkına sahip
değildirler. Bu hak sadece, bir olan Allah'a aittir. İnsanlar sadece,
Allah'ın şeriatında bildirdiği hükümleri uygulamak durumundadırlar. Allah'ın
şeriatında yer almamış bir hükmün ne doğruluğu sözkonusudur, ne de
meşruluğu! Doğru olan, sadece Allah'ın koyduğu hükümlerdir...
Hz. Yusuf, hüküm koyma hakkının sadece Allah'a ait
olduğunu açıklamasının ardından şöyle diyor:
"O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir."
Bu açıklamayı Arap insanının anladığı biçimiyle
anlayabilmemiz için öncelikle, sàdece bir olan Allah'a özgü kılınan
"tapmanın, kulluk etmenin" anlamını iyice kavramamız gerekmektedir...
Ayette bunu ifade için kullanılan "a-be-de" fiilinin
sözlük anlamı: itaat etmek, boyun eğmek, onurunu yenip alçakgönüllü
olmaktır... Başlangıçta bu fiilin, İslâmdaki terminolojik anlamıyla dinin
gereklerini yerine getirmeyi içermesi sözkonusu değildi. Sadece, sözlük
anlamıyla alınması söz konusuydu... Zaten bu ayet ilk indiği sırada, dinin
gerekleri tümüyle henüz bildirilmediğinden, sözkonusu fiilin o anda
terminolojik anlamını da içerebilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla bu fiille
ifade edilmek istenen, o an için sözlük anlamındaki kapsamdır. Ki bu aynı
zamanda, terminolojik anlamda da aynen yer alacaktır. Bununla anlatılmak
istenen; gerek kulluk noktasında, gerek yasalar ve ahlâki davranışlar
noktasında, sadece Allah'a itaat etmek, sadece O'na boyun eğmek, sadece
O'nun buyruklarını benimsemektir. Dolayısıyla kulluğun gerçek göstergesi,
tüm bu konularda sadece Allah'a boyun eğmektir. Zira Allah, yaratıklarından
herhangi bir kimseye değil, sadece kendisine kulluk edilmesini istemiştir.
Tapınmanın, kulluk etmenin anlamını bu şekilde
kavramamızın ardından Yusuf'un, hükmü sadece Allah'a özgü kılmayı, neden
sadece yüce Allah'a kul etmekle açıkladığını da daha iyi anlıyoruz. Zira,
hüküm yüce Allah'dan başkasına ait olması durumunda, O'na kulluk edebilmek,
O'na boyun eğebilmek gerçek anlamda mümkün değildir. Yüce Allah'ın, gerek
insanların yaşamı, gerekse varlıklar düzeni için kaderde belirlediği karşı
konulamaz hükümlerinde de; insanların yaşamlarına ilişkin belirlediği ve
seçimi onların iradesine bıraktığı şeriatındaki hükümlerinde de aynı olgu
geçerlidir. O'na boyun eğmek, ancak O'nun tüm hükümlerinin benimsenmesiyle
gerçekleştirilebilir.
Burada bir kez daha yineliyoruz: Hüküm noktasında
Allah'la çekişmeye kalkışmak, buna cüret edenin Allah'ın dininden çıkması
demektir. -Bu, dinin mutlak ve açık bir hükmüdür!- Çünkü. böylesi bir eylem
kişiyi, sadece Allah'a kulluk etme çizgisinin bütünüyle dışına
çıkarmaktadır... Hüküm noktasında Allah'la çekişmeye kalkışmak, buna cüret
edenlerin Allah'ın dininden kesinkes çıkmasına neden olan düpedüz bir
şirktir! Buna cüret edenin iddiasında haklı olduğunu düşünenler; böyle bir
kimseye itaat edenler; onun Allah'a ait otorite ve nitelikleri gaspetmesini
yüreklerinde de olsa kınamayanlar da, onunla aynı akıbete düşmüşlerdir!
Allah'ın tartısına vurulduklarında, sonuçta hepsinin durumu aynıdır!
Yusuf, gerçek dinin, hükmü Allah'a özgü kılarak
sadece O'na kulluk etmek olduğunu belirtiyor:
"Dosdoğru din, işte budur."
Bu sözle bir sınırlama ifade ediliyor: Hükmü Allah'a
özgü kılarak sadece O'na kulluk etmeye çağıran bu din dışında, dosdoğru olan
hiçbir din yoktur!
"Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."
Bilmediklerinden ötürüdür ki Allah'ın bu dosdoğru
dinine uymamaktadırlar. Bu noktada hiçbir şey bilmeyen bir kimsenin, ne
inanması beklenebilir, ne de gerekenleri yapması!.. Dinin özünü ve gerçeğini
bilmeyen birtakım kimseleri, onlar da bu dine mensup diye nitelemek ne akla
sığar, ne de realiteye! Bu tür kimseleri müslüman olarak niteleyip
eksikliklerinin faturasını da bilgisizliklerine çıkarmak geçerli bir mazeret
değildir. Zira bilgisizlik ya da bilmemek, sözkonusu niteliği taşıyabilmeyi
anında engellemektedir. Aslında bir şeye inanmak, o şeyi bilip öğrenmiş
olmanın sonucudur... Akla da mantığa da uygun olanı budur. Bunun böyle
olduğu zaten kendiliğinden apaçık ortadadır.
Hz. Yusuf, harikulâde, net mi net, aydınlatıcı
birkaç cümleyle bu dinin genel niteliklerini, bu inanç sisteminin temel
prensiplerini mükemmel bir biçimde çizmiş bulunuyor. Öte yandan cahiliye
sisteminin temellerini de şiddetli bir biçimde sarsmış durumda..
Tağut, ilahlığın en başta gelen niteliği durumundaki
"rabblik" iddiasında bulunmadıkça yeryüzündeki varlığını koruyamaz. Bu
amaçla o, insanları kendi buyruğu ve hükmüne köleleştirebilme; kendi
düşüncesine ve yasalarına boyun eğdirebilme peşindedir. Dolayısıyla,
sözkonusu iddiasını, gerçek düzlemde pratiğe dökebilme sevdasındadır. Bunu
diliyle açıkça söylememiş olabilir belki ama, uygulamaları bu noktada sözden
çok daha güçlü bir kanıt ve gösterge durumundadır.
Tağut ancak, insanların yüreklerinde dosdoğru din ve
gerçek inançtan eser kalmadığı sırada ortaya çıkıp varlığını sürdürebilir.
Hükmün sadece Allah'a ait olduğu; zira kulluğun sadece bir olan Allah'a
yapılması gerektiği; kulluğun hükme boyun eğmek anlamına geldiği; bunun
aslında kulluğun bir göstergesi olduğu vb. esaslar insanların inançlarında
gerçekten yer ettiği zaman tağutun varlığını sürdürebilmesi asla mümkün
değildir.
Yusuf, iki arkadaşının kafalarını kurcalayan konuyla
bağlantılı olarak konuşmaya başlayıp, onlara vermek istediği öğütü mükemmel
bir biçimde noktalıyor. Sonra da, tüm söz ve açıklamaları için onlara daha
da güven verebilmek için, öğüdünü bitirir bitirmez, rüyalarının yorumunu da
hemen yapıveriyor:
41- "Ey hapishane
arkadaşlarım, rüyalarınızın yorumuna gelince biriniz eskisi gibi efendisine
içki sunacak, öbürünüz ise idam edilecek ve başını kuşlar kemirecek. Benden
yorumlamamı istediğiniz rüyalara ilişkin hüküm bu şekilde kesinleşti. "
Nezaketinden, ayrıca böylesi bir şer ve kötülük
karşısında elinden bir şey gelmeyeceğinden ötürü, hangisini müjdeli
hangisini de karayazının beklediğini belirtmiyor. Ancak onlara, Allah'ın
kendisine lütfettiği bilgiye göre bu meselenin kesinliğini vurguluyor:
"Benden yorumlamamı istediğiniz rüyalara ilişkin
hüküm bu şekilde kesinleşti."
Bu iş, Allah'ın belirlediği gibi noktalanacaktır.
Yusuf, kralın araştırıp soruşturmaksızın verdiği bir
emirle suçsuz yere yatıyordu. Bu tür çevrelerde sık sık rastlandığı gibi,
kralın çevresindeki kimi jurnalciler, Yusuf'un başvezirin eşi ve diğer
kadınlarla olan meselesini bütünüyle çarpıtarak aktarmış ve böylece kralı
dolduruşa getirmiş olmalıydılar. Yusuf krala, davasının gerçekten
soruşturulması için meselesini iletebilmek istiyordu:'
42- Yusuf,
kurtulacağını tahmin ettiği arkadaşına "Efendinin yanında benden söz et"
dedi. Fakat şeytan, efendisine Yusuf'tan sözetmeyi adama unutturdu; bu
yüzden Yusuf, daha birkaç yıl hapiste kaldı.
Efendinin yanında, benim durumumu, halimi, meselemin
gerçek yüzünü ı! O ki, onun şeriatını benimsemen, onun hükümlerine boyun
eğmen nedeniyle senin hüküm koyucu yöneticin ve efendin; dolayısıyla rabbin
durumundadır! Nitekim ayette "efendi", "rabb" sözcüğüyle ifade ediliyor!
Rabb sözcüğü, efendi, yönetici, egemen ve yasa koyucu demektir... Buradaki
ayette, bir islâmi terim olarak "rabbliğin" anlamı noktasında bir pekiştirme
sözkonusudur. Burada dikkat çekici bir husus var: "Çoban" kralları,
Firavunlar gibi bizzat sözle rabbliklerini iddia etmiş değildirler. Yine,
Firavunlar gibi kendilerini tanrı ya da tanrılar olarak da nitelemiş
değildirler. Ama egemenlik ve hüküm belirleyicilik noktasında, bir rabb
görünümüne bürünmüşlerdir! Oysa bu da, rabblığın anlamına dahil
bulunmaktadır!
Ayette Hz. Yusuf'un yaptığı yorumun gerçekleştiği,
olayların Yusuf'un yorumladığı biçimde geliştiği aktarılmıyor. Bundan hiç
söz edilmeksizin geçilmesinden, tüm bunların gerçekleştiğini anlıyoruz.
Yusuf'un, kurtulacağını sanmış olduğu kimse kurtulmuştur. Gerçekten
kurtulmuş ama, Yusuf'un ricasını yerine getirmemiştir.. Zira Yusuf'un
kendisine söylediği sözleri unutmuştur. Yeniden kavuştuğu saray yaşamının
yoğunluğu ve şatafatı arasında, Yusuf'u efendisine hatırlatmayı unutmuştur.
Hapisten kurtulmasının ardından, bir daha ne Yusuf'u hatırlamıştır, ne de
Hz. Yusuf'un meselesini:
"Fakat şeytan, efendisine Yusuf'tan sözetmeyi
unutturdu." "Bu yüzden Yusuf daha birkaç yıl hapiste kaldı."
Ayetteki "le-bi-se (kalmak)" fiilinin öznesi
Yusuf'tur. Yüce Allah Yusuf'un sorununun, bir kulun yardımıyla ya da bir
kulun parmağının karıştığı bir vesileyle çözümlenmesine izin vermiyor.
Böylece Yusuf'a; O'nun dilerse tüm vesileleri işlemez hale getirebileceğini,
çözümün sadece O'nun elinde bulunduğunu öğretmek istiyor. Bu, Yusuf'un O'nun
seçkin kıldığı, nimetler bahşettiği bir kimse oluşundan ötürüydü.
Kuşkusuz yüce Allah'ın gerçek kulları, O'na tam bir
içtenlikle yönelmek, tüm meselelerinde bütünüyle sadece O'na teslim olmak,
attıkları her adımda O'nun denetimini arzulamak durumundadırlar. İnsanı
zaaflarından ötürü bu tutumlarını bir an için sergileyememe durumu ortaya
çıkınca, yüce Allah yine lütfederek onları, sözkonusu tutumlarını yine
koruyabilecek bir bilince kavuşturur. Bu bilinci kazandıktan, zevkini tadıp
kuşandıktan sonra onların yüce Allah'a karşı itaat, rıza, sevgi ve özlem
içerisinde olduklarını görürüz... Böylelikle, Allah'ın onlar üzerindeki
nimeti de tamamlanmış olur...
KRALIN RÜYASI
Şimdi, kralın meclisindeyiz. Kendisi için çok önemli
bulduğu bir rüya görmüştür. Çevresindeki ileri gelenlerden, kâhinlerden ve
geleceği okumayla ilgilenen kimselerden, rüyasının yorumunu istemektedir:
43- Bir gün kral
dedi ki; "Ben rüyamda yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini, ayrıca
yedi yeşil ve bir o kadar da kuru başak gördüm. Efendiler, eğer rüya
yorumlamayı biliyorsanız, bu rüyamın ne anlama geldiğini bana söyleyiniz. "
44- Kralın adamları
dediler ki; "Bu gördükleriniz birtakım karmaşık, birbirinden kopuk
hayallerdir. Biz karmaşık hayallerin yorumunu bilemeyiz. "
Kral, rüyasının yorumunu istiyor. Ancak çevresindeki
kimselerin ve kâhinlerin ileri gelenleri, bu rüyayı yorumlayamıyorlar. Ya da
rüyanın bir kötülüğe işaret olduğunu sezinlemelerine karşın, bunu kralın
yüzüne karşı açıkça söylemeye yanaşmıyorlar. Yöneticilere onları memnun
kılacak şeyleri söyleme, keyiflerini kaçıracak şeyleri ise örtbas etme ya da
anlatmaktan kaçınma; bu tür yardakçılar sınıfının hep kullandıkları bir
yöntem değil midir zaten! Anlattığın "birtakım karmaşık birbirinden kopuk
hayallerdir." diyorlar. Bu, bir anlam taşıyan bütün bir rüya değil, tam
tersine bir sürü rüyanın birbirine girdiği karmakarışık bir hayal yumağı
diyorlar. Sonra da, karışık rüyalar adeta hiçbir anlam ifade etmezmişçesine,
ekliyorlar:
"Biz karmaşık hayallerin yorumunu bilemeyiz."
Şu ana dek üç rüyayla karşılaştık. Hz. Yusuf'un
rüyası, onun iki hapishane arkadaşının rüyası ve kralın rüyası... Herbirinde
de rüyanın yorumu arandı. Bu rüyalara bu denli önem verilmesi, -daha önce de
belirttiğimiz üzere- gerek Mısır'da gerek Mısır dışında o dönemin
karakteristiğinden bizlere bir kesit sunmaktadır. Dolayısıyla Hz. Yusuf'a
bahşedilen bu ilahi yetenek, -peygamberlerin mucizelerinde de gördüğümüz
gibi, kendi çağının atmosferi ve karakteristiğiyle bütünüyle uyuşmaktadır.
Acaba Hz. Yusuf'un mucizesi de bu mudur? Ancak bu araştırmanın yeri, "Fï
Zılâl-il Kur'an" değil. Biz şimdi kralın rüyası meselesini tamamlamaya
bakalım.
Sözkonusu olay üzerine Hz. Yusuf'un hapishane
arkadaşlarından biri, hemen onu hatırlıyor... Bu kişi hapisten kurtulmuş,
ama şeytan ona, efendisine Yusuf'u hatırlatmayı unutturmuştu. Şeytan saray,
büyük adamlar, âlemler, şaraplar ve içkilerin girdabı içinde Yusuf'u
hatırlamayı, ona unutturuvermişti... Ama nihayet kralın rüyası üzerine bu
kişi, kendisinin ve arkadaşının rüyasını yorumlayan ve dediği de gerçekten
doğru çıkan kimseyi hatırlatıyor:
45- Yusuf'un
hapishaneden kurtulan ve kendisini ancak uzun bir süre sonra hatırlayan
arkadaşı krala "Ben bu rüyanın ne anlama geldiğini sizin için öğrenirim,
yalnız bana izin verin de bir yere kadar gideyim" dedi.
RÜYANIN YORUMU
Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin!
Perde, bu noktada bir an için kapanıyor. Tekrar açıldığında, sahnede yine
hapishane: Sözkonusu kişi arkadaşı Yusuf'a rüyanın yorumunu sormaktadır.
46- Hapishaneye
varınca dedi ki; "Ey özü-sözü dosdoğru Yusuf, yedi zayıf ineğin yediği yedi
semiz ineğe ve yedi yeşil başak ile bir o kadar sayıdaki kuru başağa ilişkin
ne anlama geldiğini bize anlat ki, ben de adamların yanına döneyim de
öğrensinler.
47- Yusuf dedi ki;
"Yedi yıl boyunca topraklarınızı nadasa bırakmaksızın ekip biçersiniz. Elde
edeceğiniz ürünü, yiyecek olarak ayıracağınız az bir bölümü dışında başak
halinde saklayınız. "
48- "Bunun
arkasından yedi kurak ve sıkıntılı yıl gelir. Bu süre içinde, ayıracağınız
az miktardaki tohumluklar dışında, bu yıllar için stok ettiğiniz ürünü
yersiniz. "
Sözkonusu aracı Yusuf'a "özü-sözü dosdoğru!" diye
sesleniyor. Yani Yusuf'u doğru mu doğru sözlü bir kişi olarak niteliyor. Bu,
daha önce kendi meselesinde Yusuf'la alan deneyiminin sonucudur...
"Yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz ineği."
Kralın sözleri aynen aktarılmaktadır. Zira aracı
bunun yorumunu istediğinden, aynen aktarmak için özen göstermektedir.
Böylece ayetlerin üslubu içerisinde bu sözler bir kez daha yinelenerek
perçinlenmektedir. Bununla bir yandan aktarımcının gösterdiği özene dikkat
çekilmekte, diğer yandan da yorumun hemen bu rüyanın peşinde yeralması
sağlanmaktadır.
Ancak Hz. Yusuf'un sözleri, sadece doğrudan bir
yorum değildir. Tam tersine hem yorum, hem de olacaklar karşısında ne
yapılması gerektiğini belirten bir öğüttür. Dolayısıyla da Yusuf'un sözleri
son derece mükemmeldir:
"Yusuf dedi ki; "Yedi yıl boyunca topraklarınızı
nadasa bırakmaksızın ekip biçersiniz" Devamlı yedi sene ekin ekiniz..."
Yani yedi yıl, ara vermeksizin, sürekli ekiniz. Bu,
semiz ineklerin işaret ettiği, bereket ve bolluğun yaşanacağı yedi yıldır.
"Elde edeceğiniz ürünü, yiyecek olarak ayıracağınız
az bir bölümü dışında başak halinde saklayınız."
Onları başaklarında bırakın! Böylece böceklerden ve
olumsuz hava koşullarından bir zarar görmeyeceklerdir...
"Yiyecek olarak ayıracağınız az bir bölümü dışında."
Biçtiğiniz ekinlerin birazını öğütüp yiyiniz. Geriye
kalanlarını ise, zayıf ineklerin simgelediği kıtlık yılları için depolayın.
"Bunun arkasından yedi kurak ve sıkıntılı yıl
gelir."
Dolayısıyla bu yıllarda ekin ekemeyeceksinizdir...
"Bu yıllar için stok ettiğiniz ürünü yersiniz."
Biriktirdiğinizin tümünü, dayanılmaz bir açlık ve
oburlukla bu yedi yıl, yiyip tüketiverecektir.
"Ayıracağınız az miktardaki tohumluklar dışında."
Bu yedi yılın elinden, biriktirdiklerinizin ancak
çok az bir miktarını kurtarıp saklayabilirsiniz
49- "Bunun
arkasından da halkın bol yağmura kavuşacağı, üzümlerini ve zeytinlerini
sıkıp şıra ve yağ elde edebilecekleri bereketli bir yıl gelir.
Sonra, bolluk yıllarındayken biriktirip
depoladıklarınızı tüketen bu kuraklık yılları sona erer. Ve ardından yine
bir bolluk yılı gelir. O zaman insanlar yine ekin ekebilme ve su olanağına
kavuşurlar. Bağları, susamları ve zeytinleri yine ürünle dolar. Böylece şıra
sıkmaları, yağ yapmaları mümkün olur...
Burada bu son bolluk yılına ilişkin kralın rüyasında
herhangi bir işaretin bulunmadığını görüyoruz. Öyleyse Yusuf bunu, Allah'ın
kendisine bahşettiği ilahi bilgiye dayanarak söylemiştir. Aracının kral ve
insanları açlık ve kıtlık döneminden böylesine verimli ve bereketli bir
yılın gelişiyle kurtulacaklarını müjdelemesi için, ona bu müjdeyi de
eklemiştir.
50- Kral "O adamı
bana getiriniz" dedi. Yusuf, yanına gelen kralın elçisine dedi ki;
"Efendinin yanına dön ve ellerini yemek bıçakları ile kesen kadınlara
ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor. Gerçi Rabbim, o kadınların bana
kurdukları tuzağı iyi bilir."
Bu ayetin ardından bir başka sahneye geçiliyor. İki
sahne arasında yine bir boşluk bırakılarak, bu arada olup bitenler okurun
kendi kendine tamamlanmasına terkediliyor. Perde açıldığında yine kralın
huzurundayız. Aracının rüyanın yorumunu krala aktarışına, rüyanın
yorumlayıcısı Yusuf'a, onun hapisliğine, tutukluluk nedenine ve yaşadığı
koşullara ilişkin sözlere ayetlerde yer verilmeksizin geçiliyor. Tüm
bunların yaşandığı sahneyi anlatmadan geçen ayetlerde doğrudan doğruya,
sonuçta kralın Yusuf'u görmek istediğini ve onun kendisine getirilmesini
emrettiğini görüyoruz:
"Kral: O adamı bana getiriniz, dedi."
Burada üçüncü kez yine ayetlerde, kralın bu
isteğinin nasıl uygulandığı gibi ayrıntılara yer verilmeksizin geçildiğine
tanık oluyoruz. Birden, kralın elçisine yanıt vermekte olan Yusuf çıkıyor
karşımıza. Bu elçi, daha önce gelip Yusuf'la görüşmüş olan aracı mı? Yoksa
bu tür durumlarla görevli yetkili bir başka elçi mi? Bunu bilemiyoruz.
Ancak, yıllardır hapiste olan Yusuf'un kurtulmak için hiç de acele
etmediğini görüyoruz. Tam tersine o öncelikle meselesini halletmek; kendi
durumuna ilişkin gerçeği tümüyle açığa çıkarmak; karanlık bir biçimdeki
dedikoduların, komploların ve jurnallerin hiç de doğru olmadığını -tanıklar
huzurunda- ortaya koyarak beraat etmek istemektedir... Zira O, Rabbince
eğitilip terbiye edilmiş durumdadır. Bu eğitim, bu terbiye sonucudur ki,
yüreği rahatlık, güven ve huzur doludur. Bu nedenle böylesi bir. olay
karşısında aceleciliğe ya da tezcanlılığa gerek yoktur!
Yusuf'un iki tutumu arasındaki farklılık, sözkonusu
ilahi terbiyenin izini somut bir biçimde ortaya koymaktadır. Daha önce
hapishane arkadaşına, "Efendinin yanında benden söz et." demiş olan Yusuf..
Şimdi ise, "Efendinin yanına dön ve ellerini yemek bıçakları ile kesen
kadınlara ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor!" diyen Yusuf... Bu iki
tutum arasında, dağlar kadar fark vardır...
"Yusuf dedi ki; `Efendinin yanına dön ve ellerini
yemek bıçakları ile kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü kendisine sor.
Gerçi Rabbim, o kadınların bana kurdukları tuzağı iyi bilir..."
Hz. Yusuf, kralın kendisini huzura çağıran buyruğunu
reddetmişti! Reddetmişti, çünkü bir şartı vardı! Öncelikle kral, meselesini
gerçek yüzüyle bilmeli; kadınların ellerini neden kestiklerini soruşturup
öğrenmeliydi... Bu sözüyle aynı zamanda olayı ve görünümlerini, kadınların
birbirlerinin kuyusunu kazdıklarını, sonuçta da bir hileyle kendisinin
kuyusunu kazdıklarını hatırlatıyordu... Dolayısıyla bu davanın
soruşturulması, Hz. Yusuf'un bulunmadığı ve tartışmalara girişmediği bir
ortamda yapılmalıydı ki, gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıksın! .. Zira
Yusuf kendine güveniyordu, suçsuzluğundan emindi. Gerçeğin ve hakkın uzun
süre örtbas edilemeyeceğinden, gerçeğin ve hakkın uzun süre
çarpıtılamayacağından kesinkes emindi o!
Hz. Yusuf'un gerek kendisiyle, gerekse kralın
elçisiyle ilgili olarak kullandığı "rabb/efendi" kelimesiyle, bu sözcüğün
içeriğini Kur'an bütünüyle bize aktarmış bulunuyor. Kral, sözkonusu elçinin
rabbidir. Zira bu kimse kralı, otoritesine boyun eğdiği bir hüküm koyucu
olarak benimsemiş durumdadır. Yüce
Allah da Yusuf un Rabbidir. Zira O, otoritesine
boyun eğilecek hüküm koyucu olarak yüce Allah'ı benimsemiş durumdadır.
Elçi dönüp gitti ve durumu krala aktardı. Kral da
bunun üzerine kadınları, huzuruna çağırarak sorguya çeker. Bunlardan söz
edilmemesine karşın, olayların bu şekilde geliştiğini bir sonraki ayetten
anlıyoruz:
51- Kral, kadınlara
"Yusuf'tan yatak yoldaşınız olmasını istediğinizde neler oldu?" dedi.
Kadınlar "Haşa Allah'a! O'nun hiçbir kötü davranışını görmedik"dediler.
Bunun üzerine başbakanın eşi dedi ki; "Şimdi gerçek meydana çıktı, Yusuf'u
yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği doğrudur."
Ayetteki özgün sözcüğüyle "el-hatb": Başa gelen
önemli bir iş demektir. Bu sözüne bakılırsa kral, kadınlarla yüzyüze
konuşmazdan önce gerekli tahkikatı yapmış ve onların ne yapmış olduklarını
anlamış durumdadır. Böylesi durumlarda bu, son derece olağandır. Bunun
sonucunda kral, olaya ilişkin ipuçlarını toplamış ve olayı suçlularla
tartışmazdan önce bunun hangi koşullar altında yaşandığını anlamış
bulunmaktadır. Bu sebeple onların önemli ve etkili bir durumla karşı karşıya
geldiklerini işaret ediyor.
"Yusuf'tan yatak yoldaşınız olmasını istediğinizde
neler oldu?"
Bu bağlamda bizler, başvezirin evindeki tanışma
partisinde olup bitenler; kadınların Yusuf'a söyledikleri sözler, attıkları
anlamlı bakışlar, davetiye çıkartırcasına yaptıkları hareketler; onun olmayı
arzulamaya dek varan ayartma çabalan hakkında az çok da olsa bir şeyler
biliyoruz. Buradan hareketle, tarihin derinliklerine gömülüp giden sözkonusu
dönemin panoramasını ve kadınların karakterini çıkartabiliyoruz. Cahiliye
nerede ve ne zaman olursa olsun, sürekli aynı cahiliyedir. Nerede bir
konforlu yaşam varsa, nerede saraylar ve yardakçılar varsa orada
aristokratlık yaftası altında bir çözülme, bir kokuşma ve cinsellik
rezaletleriyle karşılaşıyoruz!
Kralın huzurunda böylesi bir suçlamayla yüzyüze
gelme karşısında anlaşılan o ki, bunu inkâr etmek olanaksızdır:
"Kadınlar: "Haşa Allah'a O'nun hiçbir kötü
davranışını görmedik" dediler."
Bu, sözkonusu türden kadınlar tarafından bile
reddedilemeyecek bir gerçektir. Zira Hz. Yusuf'un suçsuzluğu, en ufak bir
tartışmaya bile mahal bırakmayacak denli apaçık ve gün gibi ortadaydı.
Bu noktada, Hz. Yusuf'a aşık olan kadın devreye
giriyor. Hz. Yusuf'tan ümidini kesmiştir artık, ama ona bağlanmaktan kendini
bir türlü kurtaramamaktadır. Kadın bu noktada söz alarak, her şeyi açık açık
söylemektedir:
"Başbakanın eşi dedi ki; "Şimdi gerçek meydana
çıktı, Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği doğrudur."
Artık, gerçek ortaya çıktı. Gizlenmesi olanaksız bir
biçimde her şey apaçık meydana çıktı.
"Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği
doğrudur."
Tüm bu bekleyiş dönemi süresince Hz. Yusuf'un bir an
için bile olsa kalbinden çıkmadığını; onun takdirini kazanabilme, dikkatini
çekebilme beklentisini halen koruduğunu açıkça belirtiyor. Bunun da
ötesinde, Yusuf'un inanç sisteminin, artık onun kalbine de girdiği, onun da
iman ettiği anlaşılıyor:
52- "Böylece Yusuf
bilsin ki, ona yokluğunda kalleşlik etmedim ve Allah, kalleşlerin kurdukları
tuzakları başarıya erdirmez. "
Bu itirafı ve daha sonrakileri Kur'an bizlere
anlatırken, anlam yüklü sözcükler kullanıyor. Böylece, bu itirafların arka
planındaki tepkiler ve duygular da adeta bize fısıldanmaktadır. Yine o
hassas sahnenin anlatımındaki güzellik ve ifade gücünde de aynı olguyu
gözlüyoruz:
"Yusuf'u yatağıma ben çağırmıştım, onun söylediği
doğrudur."
Arılığıyla, aklığıyla, dürüstlüğüyle dört dörtlük
bir tanıklık. Bu ifadeden hareketle kendisi hakkında birtakım söylentiler
çıkarabileceğini kadın zerre kadar umursamıyor... Onu, kralın ve ileri gelen
kimselerin huzurunda böylesine açık bir itirafa iten, sadece ve sadece
gerçeğin ta kendisi midir?
Bu noktada ayetlerde, bir başka faktöre daha işaret
ediliyor. Kadın artık, kendisinin cinsel fitnesine kapılmamış bu imanlı
adamın, kendisine saygı göstermesini arzulamaktadır. Kadın artık, imanı,
dürüstlüğü ve ona gıyabında ihanet etmemiş olması nedeniyle, Yusuf'un
kendisini takdir ederek, saygı göstermesini istemektedir:
"Böylece Yusuf bilsin ki, ona yokluğunda kalleşlik
etmedim."
Kadın, bu sözünün ardından, Yusuf'un sevip takdir
ettiği bir erdeme geçiyor:
"Allah kalleşlerin kurdukları tuzakları başarıya
erdirmez."
Bu temiz duygular içindeki kadın, ardından bir adım
daha ileri geçerek şöyle diyor:
53- "Bununla
birlikte nefsimi aklamak, onu masum göstermek istemiyorum. Çünkü Rabbimin
rahmeti ile korudukları dışındaki tüm nefisler, insanı ısrarla kötülüğe
kışkırtırlar. Hiç şüphesiz Rabbim affedicidir, merhametlidir."
Seven bir kadındır bu! İlgilendiği erkeği, cahiliye
döneminde de, İslâmı kabul ettikten sonraki dönemde de yücelten bir kadın!
Artık Yusuf'tan beklediği, onun ağzından çıkacak bir söz ya da kendisinin
onun rahatladığını görebilmekten öte bir şey değildir! Sadece sanat olsun
diye değil, aynı zamanda ibret ve öğüt için; inanç ve çağrı meselesinde bir
yöntem için aktarılan kıssada, böylece beşeri boyut da somutlaşmış durumda.
Duyguların tüm derinlikleri, vicdandaki tüm titreşimler, kıssanın sanatsal
ifadesinde, özenle, büyük bir dikkat ve incelikle resmedilmiş bulunuyor. Bu
noktada tam bir gerçekçilik gözleniyor. Bu tür kişilerin iç dünyalarındaki
çevrelerindeki ve bu çevrelerde hakim faktörlerdeki, tüm etkiler ve tüm
olabilirlikler mükemmel' bir uyum içerisinde aktarılıyor.
Burada Yusuf'un hapisle, ithamla sınanması da
noktalanıyor. Artık Yusuf'un hayatında konforlu bir dönem başlayacak ve
kendisi bu kez de sıkıntıyla değil bollukla sınanacaktır.
ONÜÇÜNCÜ CÜZ'E GİRİŞ
Bu cüz, Mekke'de inen Yusuf suresinin kalan
bölümünden ve yine Mekke'de inmiş olan Ra'd ve İbrahim surelerinden
oluşmaktadır. Kısacası Kur'an'ın Mekke'de inmiş bölümlerinde gözlemlediğimiz
tüm özellikleriyle, bütün ayetleri Mekke döneminde inen bir cüzdür bu.
(Yedinci cüzdeki En'am, onbirinci cüzdeki Yunus, onikinci cüzdeki Hud
surelerinin giriş bölümlerine bakınız.)
Ra'd ve İbrahim surelerinin tanıtımını, Allah'ın
izniyle bu surelere geldiğimiz zaman yapacağız. Yusuf suresinin bu cüze
kalmış olan bölümüne gelince... Sizden ricamız, bu cüzü okumaya başlamazdan
önce, bir önceki cüzde Yusuf suresini tanıtmak amacıyla kaleme aldığımız
giriş bölümüne yeniden bir kez daha göz atmanızdır.
Bu yeni cüzümüzün ilk sayfalarında, Yusuf kıssasının
kalan bölümü ve hemen peşinden gelen, kıssanın değerlendirme ve yorum
ayetleri, sonra da surenin bitiminde yeralan son değerlendirme ayetleriyle
karşılaşıyoruz. Kıssanın baş kahramanı konumundaki Yusuf'un yaşamındaki
aşamalardan yepyeni bir bölüm çıkıyor karşımıza. Kahramanımızın kişiliğinin,
kendi temel özelliklerine uygun bir biçimde, giderek yücelip olgunlaştığına
tanık oluyoruz. Baş kahramanımızın bu temel özelliklerinden, daha önce
suremizin giriş bölümünde kıssadaki kahramanların tanıtımı sırasında söz
etmiştik. (Yusuf suresinin başında kaleme alınmış giriş bölümüne bakınız.)
Kahramanımızın yaşamındaki bu yeni aşamada, onun yepyeni ayırıcı nitelikleri
çıkıyor ortaya. Gerçi bunlar, Yusuf'taki kişilik gelişmesinin ve yaşamındaki
geçmiş dönemin doğal ve reel bir uzantısı niteliğindedir, ama yine de apayrı
bir karakteristik taşımaktadırlar.
Yusuf'un kişiliğinin, başından geçen olaylar ve
başarıyla verdiği sınavlar sonrasında giderek mükemmelleşmiş olduğunu
görüyoruz. Kuşkusuz bu mükemmelleşme ve olgunlaşma, Allah'ın bu salih kuluna
verdiği rabbânî eğitimin gölgesi altında gerçekleşmiştir.
Bu eğitimin amacı; Onu yeryüzünde sağlam bir yer
sahibi yapmak, sağlam yerleşmiş biçimdeki çağrıyı yaparken Ortadoğu'nun o
günlerdeki en önemli başkentinde yönetimin iplerini avucunun içinde
tutacaktı.
Bu yeni dönemde onda gözlemlediğimiz özellikler;
onur noktasında Allah'a dayanması, mutmain olması, gönlünün O'nun huzuruyla
dolması, O'na güvenmesi, sadece O'na bağlanması, ayrıca yeryüzü kökenli tüm
değer ölçütlerini bırakması, bu ölçütlerin tüm kösteklerinden kendini
kurtarması, yeryüzünde hüküm süren güçleri umursamaması ve yine Allah'ın
sebepler zincirine tüm yüreğiyle bağlanmasından ötürüdür ki, yeryüzü kökenli
güç ve ölçütlere zerre kadar aldırmamasıdır.
Nitekim bu olguyu, racının gelerek ona kralın
kendisiyle görüşmek istediğini söylediğinde, Yusuf'un takındığı tavırda
apaçık bir biçimde görüyoruz.
Kralın bu isteği, Yusuf için zerre kadar bir önem
arzetmiyor. Bu istek karşısında Yusuf, hemen hapishanenin karanlığından
kurtulup bir an önce kendini, bir zamanlar görüşebilmek için çırpındığı
kralın huzuruna atabilmek üzere zerre kadar heyecanlanmıyor. Artık onun
için, serbest bırakılarak bu sıkıntıdan kurtuluvermek hiç de deliye
dönülecek bir olay değildir. Oysa daha önceki yıllara doğru şöyle bir
uzanırsak Yusuf'un, şu an kendisine gelmiş bulunan ar acıdan, o zamanlar
-belki beni kurtarabilir diye düşünerekten- kendisini ve içine düştüğü
durumu krala hatırlatmasını istediğini görüyoruz... İman elbette ki yine
aynı imandır... Fakat Yusuf imanın perçinleştiğini, gönül huzuruyla
dolduğunu görüyoruz. Mutmainlik tüm yüreğini doldurmuş, tüm benliğiyle
Allah'ın güven duygusunu kuşanmıştır... Şimdi, Allah'ın takdirinin akışına
bırakmaktan başka şey düşünmüyordu, O erişilmesi güç güven duygusu ki, atası
İbrahim bile bunun peşindeydi. Nitekim İbrahim, Rabbine; "Rabbim! Ölüleri
nasıl dirilttiğini bana göster" demişti. Allah ise, onun imanlı olduğunu çok
iyi bilmesine karşın soruyordu: "Yoksa inanmıyor musun?" Neler hissettiğini,
neden böyle dediğini çok iyi bilen Rabbinin bu sorusuna karşılık İbrahim ise
şu cevabı veriyordu:
"Tabii inanıyorum, fakat kalbim kesin kanaat
getirsin diye bunu istiyorum." (Bakara Suresi 260)
İşte burada da Yusuf'un, sınanmalar, güçlükler,
gördükleri, izlenimleri, bilgisi, tattıkları, duyduğu güven ve huzur
sonucunda, Allah'ın rabbânï eğitim yoluyla seçkin kullarına lütfettiği
mutmainlik noktasına vardığını görüyoruz.
Nitekim bu noktadan itibaren Yusuf'un, yaşamının
sonuna dek sergileyeceği tüm davranışlarında hep aynı olgunun sürdüğünü
göreceğiz. Gerçekten de onun sergilediği en son tavrına baktığımızda,
yeryüzündeki insanlarca hep hoşlanılan şeylerin tümünü onun bir yana iterek,
kurtuluşu sadece Rabbinde aradığına tanık oluyoruz:
"Rabbim, sen bana egemenlikten pay verdin, beni
olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın. Ey
göklerin ve yerin yaradanı! Gerek dünyada, gerek ahirette tek dayanağım
sensin; canımı müslüman olarak al ve beni iyi kulların arasına kat."
Gerek surenin sonundaki değerlendirme ayetleri ve
gerekse surenin genel değerlendirme ayetlerine gelince, geçen cüzde yeralan
sureyi tanıtma kısmında bunlardan bahsetmiştik.
Allah'ın izniyle, yeri geldiğinde tüm bu ayetleri
ayrıntısıyla açıklayacağız. Burada sadece, kıssamızın baş kahramanı Yusuf'un
kişiliğinde gözlemlenen sözkonusu yeni olguya dikkat çekmeye çalıştık. Bu
yeni olguyla Yusuf'un kişiliği, sözcüğün tam anlamıyla olgunlaşmış
durumdadır. Ayrıca, Kur'anî yöntemin dinamizmi ve eğiticiliği açısından da
kıssamız ve suremiz baştan sona sözkonusu temel olgunun görünümleriyle
doludur.
Okuyacağımız derste Yusuf kıssasının yeni bir
bölümüne, birbaşka deyişle, dördüncü bölümüne gelmiş bulunuyoruz. Daha
önceki dersimizi, hatırlanacağı üzere, kıssamızın üçüncü bölümünün bitimiyle
noktalamış durumdaydık. Yusuf hapisten çıkarılmıştı. Kral, kendisini huzura
çağırmıştı. Neden çağırdığını ise, kıssamızın bu yeni bölümünde öğreneceğiz.
Bu ders daha önceki sahnenin son bölümüyle başlıyor.
Sözkonusu sahnede kral, -Yusuf'un isteği üzerine- ellerini kesmiş olan
kadınları sorguluyor. Yusuf böylece, yaşamında yeni bir döneme başlamazdan
önce, kendisinin hapse girmesine neden olan komploların tüm olumsuzluklarını
silecek ve de yöneticilerin ileri gelenlerine suçsuzluğunu açıkça
kanıtlayacaktı. Dolayısıyla yaşamının yeni dönemine, özbenliği rahat ve
yüreği huzur içerisinde, kendisine mutlak bir güven duygusuyla başlayacaktı.
O, devlet arenasında rol alacağı, tabii ki, aynı zamanda da inanç sistemini
açıklama noktasında yepyeni bir yaşama başlayacağını sezinlemişti. Bu yeni
yaşama adım atarken en doğru olanı da, kendisine ilişkin her şeyin
netleşmesi ve de suçsuz olduğu halde geçmişte kendi üzerine atılmış çamurdan
tek bir iz bile bırakmamaktı.
Bununla birlikte o, büyük bir nezaket göstererek,
başvezirin eşinden hiçbir biçimde söz etmedi, özellikle o kadını ele vermek
yoluna başvurmadı. Tam tersine kraldan sadece, ellerini yemek bıçaklarıyla
kesen kadınlara ilişkin olayın içyüzünü araştırmasını istemekle yetindi Buna
karşın, başvezirin esiri ise, kendi isteğiyle söz alarak, gerçeği bütünüyle
açıkladı.
"Şimdi gerçek meydana çıktı. Yusuf'u yatağıma ben
çağırmıştım, onun söylediği doğrudur."
"Böylece Yusuf bilsin ki, ona yokluğunda kalleşlik
etmedim ve Allah, kalleşlerin kurdukları tuzakları başarıya erdirmez."
"Bununla birlikte nefsimi aklamak, onu masum
göstermek istemiyorum. Çünkü Rabbimin rahmeti ile korudukları dışındaki tüm
nefisler, insanı ısrarla kötülüğe kışkırtırlar. Hiç şüphesiz, Rabbim,
bağışlayıcı ve esirgeyicidir."
Kadının son bölümdeki bu sözlerinden artık, iman
etmiş ve gözüpek bir kimse olduğu anlaşılıyor. Kendisinin, Yusuf'a
yokluğunda kalleşlik etmediğini söylüyor. Bununla birlikte ölçülü
davranarak, mutlak anlamda suçsuz olduğunu da iddia etmiyor. Zira -"Rabbimin
rahmeti ile korudukları dışındaki" biçiminde bir ayrım yaparak- tüm
nefislerin insanı kötülüğe kışkırttığını belirtiyor. Ardından, -Yusuf'a
bağlılığını kanıtlamak olsa gerek- artık Allah'a iman ettiğinin göstergesi
niteliğinde şu sözünü de ekliyor:
"Hiç şüphesiz Rabbim, bağışlayıcı ve esirgeyicidir."
Böylece, doğru sözlü Yusuf'un acılarla dolu yaşamı
bir mazi olup perde kapanıyor. Artık Yusuf'un konfor içerisinde, yüksek ve
yetkili bir makamda olacağı yeni bir dönem başlıyor...
HZ. YUSUF YÜKSEK
MEVKİLİ BİR MAKAMDA
54- Kral "Getirin o
adamı bana, onu yakın çevreme alayım " dedi. Yusuf ile konuşunca da ona
"Bugün sen artık bizim yüksek mevkili ve güvenilir bir adamımızsın" dedi.
55- Yusuf, krala
"Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle görevlendir. Çünkü ben hazinelerinizi
titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim.
56- Böylece Yusuf`un
o ülkedeki konumunu sağlamlaştırdık, artık o ülkenin dilediği yerinde
oturabilirdi. Biz rahmetimizi dilediğimiz kimselere sunarız ve iyi
davranışlıları ödülsüz bırakmayız.
57- Ama iman edip
kötülükten sakınanlar için ahiret ödülü daha hayırlıdır.
Hz. Yusuf un suçsuzluğunu, rüyaları yorumlama
bilgisini, kadınlarla ilgili meselenin içyüzünü araştırma noktasındaki
isteğinin hikmetini, onun onurluluğunu ve kimseye minnet etmezliğini, kral
kesinkes anlamış bulunuyordu. O ki hapisten kurtulmak için ya da koskoca
Mısır kralı gibi bir kralla görüşebilmek için can atmamıştı! Tam tersine,
söylentilere dayanarak suçlanmış ve haksızca tutuklanmış onurlu bir insana
yaraşır biçimde, bedeninin çektiği hapis cezasının kaldırılmasını istemekten
önce, söylentilere dayalı bir suçlamanın kaldırılmasını istemişti. Yine
kralın huzuruna varmayı istemekten önce, kendi kişiliğine ve savunduğu dine
saygı gösterilmesini istemişti.
Tüm bunlar kralın yüreğinde, Yusuf'a karşı bir saygı
ve bir sevgi duymasına yolaçmıştı. Bu nedenledir ki kral şöyle diyordu:
"Getirin o adamı bana, onu yakın çevreme alayım."
Kralın, Yusuf'u hapisten kendi huzuruna
getirmesindeki amacı, ne onu serbest bırakmak içindi; ne de "kral
hazretlerinin memnuniyeti"ni ifade ederek onu sevinçten uçurabilmek için!..
Kralın amacı bunların hiçbiri değildi. Yusuf'u huzuruna getirtmesindeki tek
amacı, onu yakın çevresine alabilmek; onu kendisi için bir danışman, bir
kurtarıcı, bir dost olacağı bir mevkiye getirmekti.
Öte yanda bizler ise, yöneticiler karşısında
onurlarını beş paralık eden insanlar görürüz! Üstelik ne suçlulukları
sözkonusudur ne de tutuklulukları! Boyunlarına kendi elleriyle boyunduruk
geçirirler! Yöneticilerin dikkatlerini kendi üzerlerine çekebilmek ya da
onlardan bir övgü sözcüğü koparâbilmek için adeta yırtınırcasına deli
olurlar! Üstelik seçkin bir dost konumunda bile değildirler, sadece
yardakçılık ve borazanlık peşindedirler. Bu tür kişileri görünce, ister
istemez keşke diyor insan. Keşke bu Kur'an'ı, şu Yusuf kıssasını okusàlardı
da onurluluğun, minnet etmezliğin ve haysiyetin -maddi açıdan bile-
gösterişten, yaranmadan ve sevgi gösterileri yapmaktan çok daha yarar
sağlayıcı olduğunu anlayabilselerdi!
"Kral: `Getirin o adamı bana, onu yakın çevreme
alayım' dedi."
Anlatımda bu buyruğun nasıl uygulandığına ilişkin
ayrıntılara yer verilmiyor. Bu kral fermanının ardından hemen Yusuf'un
kralın huzurunda olduğunu görüyoruz:
"Kral, Yusuf ile konuşunca da ona: `Bugün sen artık
bizim yüksek mevkili ve güvenilir bir adamımızsın' dedi."
Kral, Yusuf la konuştuğunda, tahmininde hiç de
yanılmadığını anladı. Kralın bu denli güvenini kazanan Yusuf, onun için son
derece önemli ve güvenilir bir kimseydi artık. Alnında köle damgası taşıyan
ibrânî kökenli bir delikanlı değildi. Oturmuş bir kişiliği vardı. Suçlanan,
hapse tıkılan biri değildi artık! Tam tersine, güvenilir bir kişiydi artık!
Yusuf ne söylemişti de kral ona kanat gererek, böylesine önemli bir yere
getirmiş ve bu denli güvenmişti?
Tağutlara yaltaklanan üst düzey yetkililerinin
yaptığı gibi, krala taparcasına şükran gösterisinde bulunmamıştı. Tağutların
çevresindeki yaltakçılar gibi; "Çok sağolasınız, var olasınız efendim!
Bendeniz her konuda emrinize amade olacağım! Size hizmette hiçbir kusurum
olmayacağını bilmelisiniz!.." vb. türden yağ çekmemişti. O, bu türden hiçbir
davranışta bulunmamıştı! Tam tersine o sadece, yorumunu yaptığı kralın
rüyasının haber verdiği kriz döneminin getireceği sorumlulukları
kaldırabilecek birkimse olduğunu söylüyordu. Ülkede, bu işin üstesinden
gelebilecek bir kimse olduğunu söylüyordu. Ülkede, bu işin üstesinden
gelebilecek en iyi kişinin kendisi olduğunu ifade ediyordu. Pek çok insanı
ölümden, ülkeyi mahvolmaktan, toplumu büyük bir felâketten -açlık
felâketinden- koruyabileceğine inanıyordu. O dönemde, kendi deneyimliliğine,
yetkinliğine, güvenilirliğine, onurunu ve gözü tokluğunu yitirmeme
noktasındaki gücüne ihtiyaç olacağını çok iyi biliyordu:
"Yusuf krala: `Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle
görevlendir. Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl
yönetileceğini iyi bilirim."
Gelecek kriz döneminde ve bunun öncesindeki bolluk
yıllarında, önlemlere, korumaya, işleri özenle idare edebilme yeteneğine ve
de tarımı, ürünleri denetleyip korumaya ihtiyaç vardı. Gerek bolluk
yıllarında, gerekse kuraklık yıllarında bu misyonun yerine getirilebilmesi
için, gerekli tüm ayrıntıları içerebilen bir bilgiye, iyi bir yöneticiliğe
ve bir deneyime ihtiyaç vardı. Buradan hareketle Yusuf, sözkonusu misyonun
gerektirdiği tüm nitelikleri üzerinde taşıdığını söylüyordu. Bu misyonu en
iyi yerine getirebilecek kişinin kendisi olduğunu, bunda Mısır halkı ve
komşu halklar için büyük bir hayır bulunduğunu düşünü yordu:
"Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve
onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim..."
Yusuf kralın kendisiyle ilgilendiğini görünce ondan
kendisini ülke hazinelerinin yöneticiliğine getirmesini istemişti. Ama
Yusuf, bununla kendi şahsı için bir şey istemiyordu. Tam tersine o sadece,
en şiddetli kriz döneminde geniş kitlelere karşı bu zorlu ve ağır görevi
üstlenebilmesi; yedi yıl süresince Mısır halkının tümünü ve çevredeki komşu
halklarına gıda sağlama görevine getirilebilmesi için bu isteğini harika bir
zamanlamayla dile getiriyordu. Üstelik bu süreç içinde ne tarımdan bir ürün
elde edebilecekti, ne de hayvancılıktan! Dolayısıyla Yusuf'un kendisi için
talip olduğu bu görev, bulunmaz bir ganimet olarak nitelenemez. Yedi yıl
aralıksız bir biçimde bir halkın gıdasını sağlama sorumluluğunu yüklenmenin,
bulunmaz bir altın fırsat olduğunu kimse söyleyemez. Bu, insanların normalde
kabul etmeye yanaşmayacakları bir sorumluluktur! Zira bu görev, sonuçta
kelleyi yitirmeye götürebilecek denli risklidir! Açlık, insanları
nankörleştirir! Aç kalan kitleler, küfür ve delilik noktasına gelerek,
kendilerini bile parçalayacak denli zıvanadan çıkarlar...
Burada ister istemez bir soru işareti ortaya
çıkıyor. Yusuf'un: "Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle görevlendir. Çünkü
ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi
bilirim" biçimindeki sözü, İslâm düzeni
açısından şu iki mahsuru taşımaz mı?
Birincisi, görev istemek noktasında.
Peygamberimizin: "Allah'a ant olsun ki bu işe, talip olan bir kimseyi (ya da
aşırı istekli bir kimseyi) görevlendirmeyiz" buyurması nedeniyle, bu
sakıncalı bir davranış değil midir?
İkincisi ise, nefsi arıtma noktasında. Allah'ın:
"Nefsi arıtmada kendi propagandanızı yapmayın!' buyurması nedeniyle de bu,
sakıncalı bir davranış değil midir?
Bu soruları yanıtlamak istemiyoruz. Çünkü bu
kurallar İslâm sistemi ne -Yusuf'un yaşadığı dönem de değil!- bizim
Peygamberimiz zamanında girmiştir. Çünkü "sosyal ve yasal düzenlemeler inanç
ilkeleri gibi bütün peygamberlerin uygulamalarında aynı ve ortak değildir."
İslâm hukuku, hayali ya da salt kurgusal bazda
yaşanıp kavranmış olmadığı gibi, hayali ya da salt kurgusal bazda doğmuş da
değildir! Tam tersine, müslüman bir toplumda ve de bu toplumun, reel bir
islâmi yaşamın gereksinimleri karşısında takındıkları tavırlar sonucunda
doğmuştur. İslâm toplumunu doğuran İslâm hukuku değildir! Aksine, İslâm
hukukunu ortaya çıkarıp geliştiren İslâm toplumunun, islâmi bir yaşamın
ihtiyaçlarını karşısında benimsemiş olduğu gerçekçi tavırlardır..
Sözkonusu bu iki tarihsel reel gerçek, son derece
anlam yüklüdür. Yine İslâm hukukunun doğasını anlayabilmek ve İslâm
hukukundaki hükümlerin dinamik yapısını kavrayabilmek için de bu iki gerçeği
gözönünde bulundurmak zorunludur.
Bugün bazı kimselerin nassları ve kayda geçmiş
hükümleri ele alırken, sözkonusu iki gerçeği kavrayamadıkları; nassların
indiği ve hükümlerin doğduğu koşulları ve görünümleri hiç gözönüne
almadıkları; nassların bir karşılık, bir çözüm olarak indiği, hükümlerin
biçimlendiği, bir yanıt olarak yaşama geçirildiği atmosfer, ortam ve durumun
niteliğini özümseyemedikleri gözleniyor. Bu sebeple de sözkonusu türden
kimseler bu hükümleri, adeta boşlukta doğmuşçasına, adeta boşlukta
yaşayabilirlermişcesine, uygulamaya çabalıyorlar. Bu tür kimseler, "fıkıhçı"
ya da "İslâm hukukçusu" falan değildirler! Zira gerçekte ne İslâm hukukunun
yapısını kavrayabilmişlerdir, ne de bu dinin doğasını!
"Dinamik İslâm hukuku", temelde "kâğıt üzerindeki
İslâm hukuku"nun yaslandığı nasslara dayanmakla birlikte, "kâğıt üzerindeki
İslâm hukuku"ndan büsbütün farklıdır!
"Dinamik İslâm hukuku", nassların indiği, hükümlerin
biçimlendiği "realite"yi esas almaktadır. Sözkonusu realiteyi, nasslar ve
hükümlerle birlikte elementleri parçalanamaz bir birleşim olarak
algılamaktadır. Bu birleşimin elementlerine ayrılması durumunda, doğasını
yitireceğini, oluşumunun bozulacağını düşünmektedir!
Aslında bunun da ötesinde, başlıbaşına bağımsız
olan; ilk kez ortaya çıktığı konum, atmosfer, çevre ve olgularla hiçbir
ilintisi bulunmuyormuşçasına adeta boşlukta asılı duran tek bir fıkhî hüküm
bile yoktur... Dolayısıyla bu hükümler boşlukta doğmadığı gibi, öyle
boşlukta ve sallantıda yaşayamaz!
Bu genel belirlemeyi dilerseniz, Allah'ın
"Nefsinizi/kendinizi temize çıkarmayın!" biçimindeki buyruğundan ve
Peygamberimizin de "Allah'a ant olsun ki, bu işe, talip olan kimseyi
görevlendirmeyiz!" biçimindeki sözünden hareketle ortaya konan, İslâmın
"kendini temize çıkarmama ve de herhangi bir makama aday göstermeme"
yolundaki fıkhî hükmünü örnek seçerek açıklamaya çalışalım.
Tıpkı ilgili nasslar gibi bu hüküm bizzat kendisi de
müslüman bir toplumda doğmuştur. Bu hüküm, bu toplumda uygulanmak, bu
ortamda yaşanmak, bu toplumun ihtiyacını karşılamak üzere ortaya çıkmıştır.
Sözkonusu toplumun tarihsel oluşumu, gelişimi, organik bileşimi ve kendine
özgü pratiğiyle de tamamen uyum halindedir. Bundan dolayı bu hüküm İslâm
toplumunda uygulanmadıkça ne beklenen randımana erebilir ve ne de olumlu
sonuçlarını ortaya koyabilir. Onun uygulanacağı toplum, gerek doğuşunda,
gerek organik yapısında ve gerekse İslâm şeriatına kesinkes bağlılığında
"İslâmi olmak" zorundadır. Bütün bu temel özellikleri yapısında
bulundurmayan her toplum, bu hükme göre temelsiz bir "boşluk" ortamı
sayılır. Bu hüküm orada yaşayamaz. O ortamda bağdaşamaz ve o ortamı
düzeltemez.
İslâm toplumunda insanlar kendilerini neden temize
çıkarmazlar? Neden kendilerini bir göreve aday göstermezler? Millet
Meclisi'ne girebilmek, devlet başkanlığına ya da önemli görevlere
seçilebilmek için neden kendi propagandalarını yapmaya kalkışmazlar?
İsterseniz bunu anlamaya çalışalım.
İslâm toplumundaki insanlar bu bağlamda,
üstünlüklerini ya da daha lâyık olduklarını herkese gösterme ihtiyacını
duymazlar. Üstelik bu toplumdaki makamlar ve görevlerdeki ağır bir
yükümlülük bulunmasından ötürü de, hiç kimse bunlara soyunmayı özendirmeye
kalkışmaz. -Sevap kazanmayı isteme, yükümlülüğü hakkıyla yerine getirme;
böylesi ağır bir hizmeti üstlenme de sadece Allah'ın hoşnutluğunu
arzulamakla olur.- Bunun da ötesinde, makam ve görevlere talip olanlar, bunu
bireysel çıkarları için arzulayanlardan başkaları değildir!
Ancak bu gerçeği iyice anlayabilmenin yolu, İslâm
toplumunun doğal gelişimini ve organik yapısını irdeleyip kavramaktan geçer.
Bu toplumu oluşturan faktör, sürekli harekettir,
dinamizmdir. İslâm toplumu, İslâm inancıyla başbaşa giden bir hareketin ve
dinamizmin ürünüdür. Önce belirtelim ki bu inanç, -peygamberler döneminde-
peygamberin anlattıklarında ve uygulamalarında, daha sonraki dönemlerde ise,
davetçilerin Allah katından gelmiş ve peygamberce açıklanmış çağrılarında
simgelenen ilahi bir kaynağa dayanmaktadır. İnsanların bir grubu, bu çağrıyı
benimsemelerinin ardından, bulundukları ortamda hakim durumdaki cahiliye
yanlılarından baskıya ve fitneye uğratma girişimlerine maruz kalırlar.
Sonuçta bunların bir bölümü yoldan çıkıp, döneklik gösterebilir. Kimileri
ise Allah'a verdikleri sözden asla caymaz ve ruhunu şehit olarak teslim
eder. Hayatlarını sürdürebilenleri de, kendileri ile ulusları arasında Allah
hak olan hükmünü verene dek sabredip direnirler...
İşte Allah onlara yardım ediyor ve onları yürürlüğe
koyduğu kaderine perde yapıyor. Kendisine yardım edene zafer vereceğine ve
onu yeryüzüne hükümran kılacağına ilişkin vadini gerçekleştirmek üzere
onları yeryüzüne egemen kılıyor. Amaç, yeryüzünde Allah'ın egemenliğini
kurmaktır. Yani yeryüzünde Allah'ın hükmünü geçerli kılmaktır. Bu zafer ve
hükümranlıkta O'nun hiçbir çıkarı olamaz. Her şey Allah'ın dininin zaferi
içindir. Kullar üzerinde Allah'ın Rabblığını geçerli kılmak içindir.
Bunlar Allah'ın dinini belli bir bölgede, belli bir
ırkın sınırında durdurmazlar. Bu dini bir toplumla, bir rengle ya da
yeryüzünün basit, değersiz beşeri özelliklerinden biri ile
sınırlandırmazlar. Onlar "insanları" tüm insanları... "Yeryüzünde" ... tüm
yeryüzünde... Allah'tan başkasına kul olmaktan kurtarmak için bu ilahi inanç
sistemi ile harekete geçerler. İnsanları, hangisi olursa olsun bütün zorba
tağutların kulluğundan çıkarıp yücelere ulaştırmak için hareket ederler.
Bu dine göre harekete geçildiği sırada -ki biz, bu
hareketin yeryüzünün herhangi bir bölgesinde müslüman bir devletin kurulması
ile sona ermeyeceğine, herhangi bir bölgenin, ırkın ya da toplumun sınırının
yanında durmayacağına işaret etmiştik- insanların değerleri belirginleşir,
toplum içindeki yerleri belirlenir. Bu belirginleşme ve belirlenme hiç
kuşkusuz imani ölçü ve değerlere dayanır. Herkes, cihad meydanında
katlanılan imtihanlardan, takva, iyi amel, ibadet, ahlâk, güç ve yeterlilik
açısından birbirini tanır. Bütün bunlar realitenin belirlediği değerlerdir.
Hareketin ortaya çıkardığı özelliklerdir. Toplum bunları bilir, bu
niteliklere sahip olanlar da, kendi kendilerini temize çıkarma gereğini
duymazlar. Şura ve yönlendirme yetkisine sahip kurumlardan bu temize
çıkarmaya dayanarak görev istemezler.
Bu şekilde ortaya çıkan ve organik bileşimi imani
değerler doğrultusunda hareket esnasında belirginleşen özelliklere
dayandıran müslüman toplumda... (Nitekim müslüman toplumda muhacir ve
ensardan, Bedir savaşına katılanlardan, Rıdvan biatında bulunanlardan, Mekke
fethinden önce maddi yardımda bulunan ve savaşanlardan her zaman önde
bulunanlar toplum içinde seçkin bir yere sahiptirler.)
Bundan sonra da insanlar imtihanları başarıyla
atlattıkları, İslâmı en güzel şekilde yaşadıkları sürece seçkin bir yere
sahip olmuşlardır... İşte böyle bir toplumda insanlar birbirlerini
kandırmazlar. Zaman zaman insanın yapısındaki zaaflara yenik düşseler de,
kimi zaman hırsa kapılsalar da seçkin kişilerin üstünlüklerini inkâr
etmezler. Bu durumda seçkin kimselerin kendilerini propaganda yapmalarına,
şura ve yönlendirme kurumlarında-ı bu propagandaya dayalı olarak görev
istemelerine gerek kalmaz.
Günümüzde insanlar, ilk müslüman toplumun sahip
olduğu bu eşsiz özelliklerin o toplumun tarihsel doğuşundan kaynaklandığını
sanıyorlar. Ne var ki, onlar herhangi bir müslüman toplumun ancak bu şekilde
doğabileceğini unutuyorlar. İnsanlar yeniden bu dine girmeye çağırılmadan,
içinde yüzdükleri cahiliye hayatından çıkmaya davet edilmeden bugün de yarın
da böyle bir toplum oluşamaz. İşte islâmi hareketin başlangıç noktası
burasıdır... Arkasından baskılar, imtihanlar gelir -Nitekim İslâm toplumu
ilk defa oluştuğunda da böyle olmuştu.- Kimi insanlar baskılara dayanamaz,
dinden döner. Kimisi Allah'a verdikleri söze sadık kalır, sıralarını savıp,
şehit olarak can verirler. Kimi insan sabreder, sabrı tavsiye eder, İslâmı
yaşamakta kararlı olur. onlardan biri yeniden cahiliyeye dönmekten ateşe
atılmak kadar nefret eder. Yüce Allah onlarla milletleri arasındaki meseleyi
hak ilkesine göre çözümleyince, -İlk müslümanları yeryüzüne egemenliği gibi-
kendilerini de yeryüzüne egemen kılınca, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde
islâmi nizam kurulunca, hiç kuşkusuz islâmi hareket, başlangıç noktasından
İslâm düzeninin kuruluşuna kadar harekete katılan mücahitlerin imani
sınıflarını imani ölçü ve değerlere göre ortaya çıkaracaktır... Böyle bir
günde o insanlar, kendi propagandalarını yapma, herhangi bir görev için aday
gösterme gereğini duymazlar. Çünkü birlikte cihad ettikleri toplum onları
biliyordur, onları tanıtıp herhangi bir görev için aday gösterecektir.
Bundan sonra şöyle denebilir; bu söyledikleriniz ilk
aşama için geçerlidir. Toplum oturduktan sonra durum ne olacaktır? Bu soruyu
bu dinin tabiatını bilmeyenler sorar. Çünkü bu din, her zaman hareket
halindedir ve hiçbir zaman hareketten geri kalmaz, insanı bütün insanları...
Yeryüzünde... tüm yeryüzünde Allah'dan başkasına kulluk yapmaktan kurtarmak,
tağutlara kul olmaktan çıkarmak için hareket eder. Bu bölgenin bir ırkın,
bir milletin ya da yeryüzünde herhangi basit, değersiz bir beşeri ilkenin
sınırında durması mümkün değildir.
Şu halde bu dinin değişmez özelliği olan hareket,
imtihanları başarı ile geçenleri, doğuştan bazı üstün yeteneklere sahip
kimseleri, ortaya çıkarmaya devam edecektir. İslâmdan sapmadığı sürece
toplumu donuklaştıracak, bozacak bir durağanlık sözkonusu olamaz. Propaganda
yapma ve buna dayanarak görev istemenin haramlığına ilişkin özel fıkhi kural
da kendine uygun ortamda işlevini yerine getirecek, yürürlükte olacaktır.
Tıpkı ilk defa ortaya çıktığı ve işlevini gördüğü ilk toplumun oluşturduğu
ortam gibi.
Sonra şöyle de denebilir: Fakat toplum büyüdükçe
insanlar birbirlerini tanımaz olurlar. Bu yüzden yetenek sahipleri
kendilerini duyurmak ve tanıtma gereğini duyarlar. Buna dayalı olarak da
sorumluluk isterler.
Bu söz de çağdaş cahiliye toplumlarının
realitesinden kaynaklanan bir kuruntudur. Çünkü müslüman toplumu oluşturan
her bölgede insanlar birbirlerini tanırlar, aralarında sıkı bir bağlılık
vardır, karşılıklı dayanışma içindedirler. -Nitekim müslüman toplumun
eğitimi, organik yapısı, yönetimi ve sorumluluk bilinci bunu gerektirir.- Bu
yüzden her bölgenin insanları aralarındaki yetenekli, nitelikli kişileri
tanırlar. Bu yetenek ve nitelikleri kuşkusuz imanın terazisinde
değerlendirirler, ölçerler. Gerek şura meclisi, gerek yerel yönetim için
içlerinde zorlukları sabırla aşabilen, Allah'dan korkan yetenekli kimseleri
seçmeleri zor bir iş değildir. Kamu yöneticilerine gelince, onları da
"yüksek danışmanlar kurulu (ehl-i hal ve akd) olanların üyelerinin aday
göstermesinden sonra halk tarafından seçilen devlet başkanı tayin eder.
Hareketin ortaya çıkardığı yetenekli kişiler arasından seçer. Daha önce de
söylediğimiz gibi müslüman toplum içinde hareket süreklidir. Cihad kıyamete
kadar bakidir.
Günümüzde İslâm düzeni ve devlet yapısı üzerinde
düşünenler -ya da kitaplar yazanlar- bir çıkmaz içindedirler. Çünkü onlar
İslâm düzeninin kurallarım, düzenlenmiş fıkıh hükümlerini boşlukta
uygulamaya çalışıyorlar. Bu hüküm ve kuralları şu andaki organik bileşimi
ile varlığını sürdüren cahiliye toplumunda uygulamaya kalkışıyorlar. Oysa
İslâm düzeninin ve fıkhi hükümlerinin tabiatına göre bugünkü cahiliye
toplumu bir boşluk niteliğindedir. Bu toplumda İslâm düzeninin kurulması,
İslâm fıkhının hükümlerinin uygulanması imkânsızdır. Çünkü bu toplumun
organik yapısı, müslüman toplumun organik yapısı müslüman toplumun organik
yapısına tamamen terstir. Çünkü müslüman toplum -daha önce de söylediğimiz
gibi- organik yapısını, İslâm düzeninin, pratikte uygulanmasını ve
insanların İslâma gelmesini sağlamak için cahiliye ile girişilen cihad
hareketinin belirlediği şekliyle kişilerin ve grupların ortaya çıkan
yeteneklerine dayandırır. Bu arada cahiliyeden gelen baskılara, onun islâmi
harekete karşı başlattığı işkencelere, sıkıntılara ve savaşlara katlanma,
sınavları başarıyla geçme, musibetleri en güzel şekilde savma, hareketin
başından sonuna kadar her türlü zorluğu göğüsleme, müslüman toplumun organik
yapısı içinde yer almak için bir ölçüdür. Ama günümüzün cahiliye toplumu
donuklaşmış bir toplumdur. İslâmla, imani değerlerle ilgisi bulunmayan
değerlere dayanmaktadır. İşte bu yüzden, İslâm nizamı ve fıkhi kuralları
açısından bu toplum, boşluk niteliğindedir. İslâm düzeni ve fıkhi hükümleri
bu toplumda yaşayamaz.
İslâm düzeni kurallarının, devlet yapısının ve fıkhi
hükümlerinin uygulanması için çözüm yollarını araştıran bu yazarları en
başta yânılgıya düşüren şey, yüksek danışmanlar kurulu ehl-i hal ve'l akd'ın
üyelerinin -ya da şura ehlinin kendilerini aday göstermeden, propaganda
yapmadan seçilme yöntemleridir. İnsanların birbirini tanımadığı, yeterlilik,
dürüstlük ve güvenirlilik terazisi ile ölçme imkânına sahip bulunmadığı
içinde yaşadığımız bu toplumda nasıl olacak bu durum? Yine devlet başkanının
seçilme yöntemi de onları şaşırtmaktadır. Devlet başkanını bütün halk mı
seçecek, yoksa ehl-i hal ve akd (yüksek danışmanlar kurul) mu aday
gösterecek? Devlet başkam, -kendi propagandalarını yapmayacakları ve
kendilerini aday göstermeyecekleri için- ehl-i hal velakd, seçeceğine göre,
bu adamlar nasıl tekrar dönüp devlet başkanını seçecekler? Bu durum
değerlendirme yaparken etkisini göstermeyecek midir? Bunlar dönüp imamı
sereceklerine, birini aday göstereceklerine göre, en büyük sorumluluk sahibi
devlet başkanı üzerinde etkinlikleri olmayacak mı? Bu durum devlet başkanını
kendisine taraf olanları seçmeye, bu seçimi yaparken öncelikle bunu
gözönünde bulundurmaya zorlamayacak mı?..
Bu çıkmaz içinde cevabını bulamadıkları daha bir
yığın soru...
Ben, içine düştükleri bu çıkmazın başlangıç
noktasını biliyorum.
Bu çıkmazın başlangıç noktası, içinde yaşadığımız
cahiliye toplumunu müslüman toplum sanmalarıdır. İslâm düzeninin ve fıkhi
kurallarının, bugünkü organik yapısı ile, sahip olduğu ahlâk ve değer
yargıları ve bu cahiliye toplumunda uygulanabileceğini sanmalarıdır!
İşte içine düştükleri çıkmazın başlangıç noktası
burasıdır... Araştırmacı araştırmasına buradan başladı mi, bir boşluğa
düşüyor demektir. Gittikçe boşlukta kaybolacaktır. Gitgide bir girdaba
yakalanacak, debelenip duracaktır.
İçinde yaşadığımız şu cahiliye toplumu müslüman bir
toplum değildir. Bu yüzden İslâm düzeni ve bu düzene özgü fıkhi hükümler bu
toplumda uygulanamaz. İslâm düzeninin kuralları ve fıkhi hükümleri boşlukta
hareket etmedikleri için bu uygulama imkânsızdır. Çünkü bu kurallar ve
hükümler tabiatları gereği boşlukta meydana gelmezler. Bunun için boşlukta
da işlemezler.
Hiç kuşkusuz müslüman toplum, cahiliye toplumunun
organik yapısından farklı yepyeni bir organik yapı tarafından oluşturulur.
Müslüman bir toplum oluşturmak için cahiliyeye karşı cihad eden kişiler,
topluluklar, gruplar tarafından oluşturulur. Bu hareket esnasında kişilerin,
toplulukların, grupların değerleri belirlenir, düzeyleri ortaya çıkar.
Bu yepyeni bir toplumdur... Yeni doğmuştur...
"İnsanın" özgürlüğünü sağlamak için kendi yolunda sürekli hareket eden bir
toplum.. Bütün insanların... yeryüzünde... tüm yeryüzünde Allah'dan
başkasına kul olmaktan kurtulması için hareket eder... İnsanı kim olursa
olsun, tağutlara kul olma zilletinden kurtarmak için mücadele eder...
Propaganda, kendi kendini temize çıkarma, görev
isteme, devlet başkanı seçimi, şura ehlinin seçimi gibi meseleleri İslâm
adına boşlukta... Yani içinde yaşadığımız cahiliye toplumunda... Müslüman
toplumun organik yapısından tamamen farklı organik yapısı ile, müslüman
toplumun organik yapısı ile, müslüman toplumun sahip olduğu değerlerden,
ölçülerden, ahlâk kurallarından, armalardan, düşüncelerden bütünüyle farklı
değerleri, ölçüleri, ahlâk kuralları, armaları ve düşünceleri ile cahiliye
toplumunda araştırma yapanlar çıkmazda hareket etmektedirler.
Faize dayalı banka işlemleri, faize göre belirlenen
kuralları ile sigorta şirketleri... Nüfus planlaması ve daha bilmem neler?..
Araştırmacılar bu ve benzeri "problemlerle" uğraşıp durmaktadırlar, bu
"problemler"e ilişkin karşılaştıkları fetva istemlerine cevap yetiştirmeye
çalışmaktadırlar.
Ama ne yazık ki,- hepsi de bir çıkmazda yeralan
noktadan işe başlamaktadırlar. İslâm düzeni kurallarının ve fıkhi
hükümlerinin, bugünkü organik yapısı ile günümüz cahiliye toplumunda
uygulanabileceği noktasından başlıyorlar. Şu halde onlara göre -içinde İslâm
hükümlerinin uygulanması ile birlikte- bu cahiliye toplumları müslüman (!)
olacaklardır.
Üzücü olması bir yana, aynı zamanda komik düşünceler
bunlar... Müslüman toplumu meydana getiren İslâm fıkhi değildir. Tersine,
müslüman toplum öncelikle cahiliyeye karşı giriştiği harekette, sonra gerçek
hayatın ihtiyaçlarına cevap verme amacı ile giriştiği harekette, şeriatın
temel kurallarından yola çıkarak İslâm fıkhını oluşturmuştur. Bunun aksi
kesinlikle mümkün değildir.
İslâm fıkhı boşlukta oluşmaz. Boşlukta yaşayamaz da.
Beyinlerde, sayfalâr arasında oluşmaz. Hayatın realitesinde oluşur. Bu,
herhangi bir hayat değildir kuşkusuz.
Müslüman toplumun yaşadığı hayattır kesinlikle...
Bunun için en başta tabii organik yapısı ile müslüman bir toplum meydana
gelmelidir. İslâm fıkhının oluştuğu ve uygulandığı ortam burasıdır işte. O
zaman işler bütünüyle değişecektir kuşkusuz.
Günü gelince bu özel toplum -cahiliye karşısında
oluşumunu gerçekleştirdikten, hayat içinde harekete geçtikten sonra-
bankalar, sigorta şirketlerine, nüfus planlamasına ihtiyaç duyabilir de
duymayabilir de... Çünkü biz daha şimdiden bu toplumun ihtiyacının aslını,
boyutunu ve şeklini belirleyemeyiz. Bu yüzden bu ihtiyaçlara göre kurallar
da koyamayız. Aynı şekilde bu dinin elimizde bulunan hükümleri cahiliye
toplumlarının ihtiyaçlarına uymazlar, onlara cevap verecek nitelikte
değildirler. Çünkü bu din daha baştan bu toplumların varlığını meşru
saymıyor, onların varlıklarını sürdürmelerinden hoşnut değildir. Bu yüzden
cahiliye toplumu oluşundan kaynaklanan ihtiyaçlarını tanımak zorunlu
değildir. Bunlara cevap vermek gereğini de duymaz.
Bu araştırmacıların gerçek sıkıntıları, bu cahili
realiteyi temel kabul etmelerinden ve İslâmın bu temele uyması gerektiğini
düşünmelerinden kaynaklanmaktadır. Ama durum bunun tamamen tersidir.
Aslolan, Allah'ın dinidir. İnsanlık kendini bu temele uydurmak zorundadır.
Cahili pratiğinden vazgeçip bu uygunluk gerçekleşene kadar değişkinliğe
uğramalıdır. Ne var ki, bu vazgeçme, bu değişiklik, ancak bir yolla
gerçekleşebilir... Yeryüzünde Allah'ın ilahlığını, kullar üzerindeki
Rabblığını gerçekleştirmek, hayatlarına tek başına Allah'ın şeriatını egemen
kılmak suretiyle insanları tağutlara kul yapmaktan kurtarmak amacıyla
cahiliyeye karşı harekete geçmektir bu yol... Bu hareketin baskılarla,
işkencelerle, sınamalarla karşı karşıya kalması kaçınılmazdır. Baskılara
boyun eğenler, dinden dönenler olacak, Allah'a verdikleri söze bağlı kalıp
ecelleri dolana kadar şehitlik derecesine ulaşana kadar direnenler olacak.
Sabredenler olacak. Yüce Allah, kendileri ile toplumları arasındaki sorunu
lehlerine çözümleyene ve kendilerini yeryüzüne egemen kılana kadar
mücadeleyi sürdürenler olacak... İşte ancak o zaman İslâm düzeni
kurulabilir. Bu durumda İslâmı gerçekleştirmek için harekete geçenler,
islâmi nitelikler kazanmış olurlar. İslâmın kendilerine kazandırdığı
değerlerle belirginleşirler. O zaman hayatları bazı şeyler ister. Birtakım
ihtiyaçlar ortaya çıkar. Bu ihtiyaçların özellikleri ve karşılama yolları
cahiliye toplumlarının isteklerinden, ihtiyaçlarından ve bunları karşılama
yollarından farklılık arzeder. Müslüman toplumun pratik hayatının ışığında o
gün için hükümler belirlenir. İslâmın canlı ve hareketli fıkhı oluşmuş olur
böylece... Boşlukta değil kuşkusuz istekleri, ihtiyaçları ve problemleri
bilinen pratik bir ortamda oluşur.
Zekâtın toplanıp ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığı,
her bölgede yaşayan insanların tüm toplumu oluşturan fertlerin arasında
karşılıklı sevgi ve dayanışmanın sağlandığı, insanların hayatlarında lüks ve
israfa, kibir ve gösterişe yer olmadığı, islâmi bir hayatın gerektirdiği tüm
prensiplerin geçerli olduğu müslüman bir toplumda... Evet böyle bir toplumda
insanların, bu güvencelerin, bu garantilerin yanında, bu koşullarda, bu
değer yargıları ve düşüncelerin geçerli olduğu bir yerde sigorta
şirketlerine ihtiyaç duyacaklarını şimdiden kim kanıtlayabilir ki? Diyelim
ki o gün bir tür güvenceye ihtiyaç duyulacaksa, onun da cahiliye toplumunda
bilinen onun cahili koşullarından, ihtiyaçlarından, değer yargısı ve
düşüncelerinden kaynaklanan kurumların olacağını kim, nereden bilecektir?
Aynı şekilde sürekli hareket eden, mücahid müslüman
toplumun nüfus planlamasına ihtiyaç duyacağını kim, nereden bilebilir?.. Bu
durum diğer hususlar için de geçerlidir.
Toplum müslüman olduğu zaman organik yapısı,
düşüncesi, armaları, değer ve ölçüleri cahiliye toplumlarınkinden tamamen
farklı olacağından, doğacak ihtiyaçların mahiyetini, hacmini ve şeklini
şimdiden kestirebilme imkânına sahip olmadığımıza göre, önceden düzenlenmiş
fıkhi kuralları gaybın kapsamında yeralan ve bizzat müslüman toplumun
vàrlığı ile ilgili bulunan ihtiyaçlara uydurmak için bu hükümleri
değiştirme, geliştirme ve yeni kalıplara dökme uğruna hastalık derecesine
gelmiş tüm girişimler gereksizdirler.
Daha önce de söylediğimiz gibi, bu çıkmazın
başlangıç noktası; bugünkü toplumların müslüman toplumlar olduklarının ve bu
organik yapıya bu düşüncelere, bu armalara, bu değer ve ölçülere sahip
oldukları halde, sayfalar arasındaki İslâm fıkhının bu toplumlarda
uygulanacağının sanılmasıdır.
Problemin aslı, bu cahiliye toplumlarının pratik
hayatlarının ve bugünkü organik yapılarının temel kabul edilmesi ve Allah'ın
dininin bu temele uydurulmaya çalışılmasında yatmaktadır. Bu toplumların
ihtiyaçlarını ve problemlerini karşılamak için İslâmın hükümlerini yeni
kalıplara dökme, geliştirme ve değiştirme çabaları oluşturmaktadır sorunun
özünü... Oysa bu toplumların ihtiyaçları, karşı karşıya kaldıkları
problemler, onların İslâma karşı oluşlarından, yaşayışları itibariyle
İslâmın çerçevesinden çıkmış olmalarından kaynaklanmaktadır.
Sanırım, İslâmın davetçilerin katında üstün
tutulmasının zamanı gelmiştir. Onu cahiliye rejimlerine, cahiliye
toplumlarına, cahiliyenin ihtiyaçlarına hizmet eden bir araç konumuna
düşürmemelidirler. İnsanlara -özellikle de kendilerinden bu tür konularda
fetva isteyenlere- şöyle demelidirler: Önce siz İslâma gelin, daha baştan
itibaren İslâmın hükümlerine boyun eğdiğinizi açıkça duyurun. "Diğer bir
ifade ile" Önce siz Allah'ın dinine giriniz, sadece O'na kulluk edeceğinizi
açıkça duyurunuz. İmanın ve İslâmın geçerli olabilmesi için zorunlu olan tüm
anlamları ile "Allah'dan başka ilah olmadığına şahitlik ediniz."
Bu da gökte olduğu gibi, yüce Allah'ın yerde de tek
ilah olduğuna inanılması tüm insanların hayatlarında -her yönüyle- sadece
O'nun Rabblığının, yani hakimiyetinin ve otoritesinin geçerli kılınması,
kulların kullara Rabblık yapmasının, kulların kullar üzerinde hakimiyet
kurmasının, kulların kullar için kanun koymasının ortadan kaldırılması
demektir.
İnsanlar -ya da insanların bir bölümü- bu çağrıya
olumlu cevap verdiği zaman müslüman toplum varlık sahnesine ilk adımını
atmış olur. O zaman toplum, canlı İslâm fıkhının fiilen Allah'ın şeriatına
teslim olmuş, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak üzere doğup geliştiği pratik
ve canlı bir ortam niteliğini kazanır.
Bu toplum meydana gelmeden önce fıkıh ve yönetim
biçimi ile ilgili hükümler alanında çalışma yapmak, havaya tohum serpmek
gibi insanın kendini aldatmasıdır. Tohum havada yeşermediği gibi, İslâm
fıkhı da boşlukta gelişmez.
Düşünsel planda İslâm fıkhı ile ilgili çalışmalar
yapmak kolay bir iştir. Çünkü tehlikesizdir. Ama bu, İslâm için çalışmak
değildir. İslâmın hareket metodunda ve tabiatında böyle bir çalışmaya yer
yoktur! Rahat ve tehlikesiz bir iş yapmak isteyenlerin edebiyatla, sanatla
ya da ticaretle uğraşmaları daha yararlı olacaktır. Ama şu anda,
belirttiğimiz tarzda, hem de böyle bir dönemde İslâm için çalışma adı
altında fıkıhla uğraşmak -sanrım Allah en iyisini bilir- hem ömrü, hem de
sevabı boşu boşuna heder etmektir.
Allah'ın dini, sürü gibi güdülmeyi kabul etmez.
Kendisinden kaçan, kendisinden kopup ayrılan, Allah'ın şeriatına ve
otoritesine boyun eğmediği halde, zaman zaman ortaya çıkan ihtiyaçları ve
problemleri için kendisinden fetva isteminde bulunmak suretiyle alay eden
cahiliye toplumunun èmrine girecek itaatkâr bir hizmetçi olmayı kabul etmez.
Bu dinin fıkhı ve hükümleri boşlukta meydana
gelmezler, boşlukta iş görmezler. Daha baştan itibaren Allah'ın otoritesine
boyun eğmiş bulunan müslüman toplum bu fıkhı meydana getirmişti. Fıkıh bu
toplumu meydana getirmiş değildir. Bunun aksini gösteren bir gelişme
kesinlikle yaşanmamıştır.
İslâmı oluşumun adımları ve aşamaları her zaman
birdir. Cahiliyeden İslâma geçiş, bir gün olsun kolay ve rahat olmamıştır.
İslâm toplumu ve İslâm düzeni kurulduğu gün kullanıma hazır olsun diye
hiçbir zaman fıkhi hükümlerin boşlukta düzenlenmesi ile işe başlanmamıştır.
Hazır hale getirilmiş ve boşlukta oluşturulmuş bu ayrıntılı hükümlerin
varlığı kesinlikle cahiliyeden İslâma geçişin başlangıç noktası değildir. Şu
cahiliye toplumlarının müslüman toplumlara dönüşmesini engelleyen unsur
"hazır" fıkhi hükümlerin bulunmayışı değildir. Cahiliyeden İslâma dönüşümün
zorluğu şu anda elde bulunan İslâm fıkhının hükümlerinin gelişmiş
toplumların ihtiyaçlarına cevap vermek için yetersiz oluşundan
kaynaklanmıyor... Kimilerinin aldanmasına, kimilerinin de aldatılmasına
neden olan daha bir sürü lâf...
Kesinlikle hayır! Cahiliye toplumlarının İslâm
nizamına dönüşmelerini engelleyen hakimiyetin Allah'a ait olmasını
istemeyen, dolayısıyla insanlık hayatında Rabblığın, yeryüzünde ilahlığın
Allah'a ait olmasını istemeyen, böylece İslâmdan tamamen çıkan zorba
tağutların varlığıdır. Dince bilinmesi zorunlu olan hükümler uygulanır
bunlara. Ayrıca bu toplumların, İslâma dönüşlerini engelleyen bir diğer
unsur da, Allah'ı bir yana bırakıp, bu zorba tağutlara ibadet eden, yani
onlara itaat eden, boyun eğen, emirlerine uyan, böylece onları ibadet
edilen, itaat edilen, değişik rabbler konumuna getiren kitlelerin
varlığıdır. Bu kitleler, tağutlara sundukları bu kullukla tevhidden çıkıp,
şirke sapmaktadırlar. Çünkü İslâma göre şirkin en başta gelen anlamlarından
birisi budur.
Bu iki etken, dolayısıyla cahiliye, yeryüzünde bir
düzen olarak varlığını sürdürür. Bu düzen, maddi güç odaklarına dayandığı
kadar, düşünce sapıklıklarından oluşan odaklara da dayanır.
Şu halde cahiliyeye karşı zorunlu olarak
başvurulacak yöntem, fıkhi hükümleri düzenlemek değildir. Cahiliye
karşısında gerekli olan yöntem, insanları yeniden İslâma girmeye davet
etmektir.' Tüm odak noktaları ile birlikte cahiliyeyi karşısına alan bir
hareket başlatmaktır. Sonra cahiliyeye karşı başlatılan İslâma davet
hareketleri neyi gerektiriyorsa,o olur. Sonra yüce Allah, kendisine teslim
olanlarla, toplumları arasındaki problemi müslümanların lehine çözümler.
İşte yalnızca o zaman, bu pratik ve canlı ortamda tabii olarak oluşan fıkhi
hükümlere sıra gelir. Yeni doğmuş bu toplumun, sürekli yenilenen pratik
hayatının ihtiyaçları karşılanır. O gün ortaya çıkan bu ihtiyaçların
boyutlarına ve koşullarına uygun kurallar belirlenir. Ama daha önce de
söylediğimiz gibi, bunlar gaybın kapsamında olan meselelerdir. Şimdiden
kehanette bulunmak mümkün değildir. Bu dinin tabiatına uygun düşen
ciddiyetin gereği olarak bugünden o tür meselelerle uğraşmak yersizdir.
Bu, hiçbir zaman kitap ve sünnette yeralan
hükümlerin şeri açıdan günümüzde artık geçersiz oldukları anlamına gelmez.
Bu sadece bu hükümlerin konulmasını gerektiren toplumun mevcut olmadığı
anlamına gelmektedir. Çünkü bu hükümler, ancak o toplumda uygulanabilir.
Daha doğrusu, bu hükümler ancak o toplum içinde yaşayabilirler. Bu yüzden
fıkhi hükümlerin fiili varlıkları bu toplumun varlığına bağlıdır.
Dolayısıyla bunların fiilen varlıklarını sağlamak, cahiliye toplumundan
ayrılıp müslüman olan ve İslâm düzenini kurmak için cahiliyeye karşı
harekete geçen cahiliyeye, onun ilahlık taslayan tağutlarına, Rabblık
noktasında Allah'a ortak koşmayı benimseyerek, bu tağutlara boyun eğen
kitlelere, bu dinin ilkeleri doğrultusunda karşı koyan her müslümanın başına
gelen problemlerin aynısını yaşayanların boynunun borcudur.
Cahiliye varolduğu zaman, karşısına da islâmi
hareket dikilmelidir. Bu yüzden islâmi doğuşun bu değişmez yönteminin
tabiatını iyice kavramak gerekir. Bu dinin fiili varlığını yeniden
gerçekleştirmek için yapılacak gerçek çalışmanın başlangıç noktası
burasıdır. Son ikiyüz yıl içerisinde insanların koyduğu kanunların ilahi
şeriatın yerini almasından bu yana, Allah'ın dininin fiili varlığı sona
ermiştir. Minareler, mescitler, dualar ve sembolik ibadetler yerinde
kalıyor, ama yeryüzü İslâmın gerçek varlığından yoksun kalmıştır. Duygusal
olarak bu dine sempati ile bakanlar, ona sevgi besleyenler, bu minarelere,
mescidlere, dua ve ibadetlere bakıp kendilerinden geçmektedirler. İslâmın
iyi durumda olduğu vehmine kapılmaktadırlar. Oysa İslâm varlık sahnesinden
tamamen silinmiş gitmiştir.
Daha sembolik ibadetler yokken, daha mescidler
yokken, müslüman toplum vardı. İnsanlara "Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan
başka ilahınız yoktur, O'na ibadet edin" dendiği gün, müslüman toplum
varolmuştu. Onların Allah'a yönelik ibadetleri sembolik davranışlarda henüz
somutlaşmamıştı. Çünkü sembolik ibadet daha sonraları farz kılınmıştı.
Onların Allah'a yönelik ibadetleri -başlangıç noktası itibariyle ve henüz
şeri hükümler inmemişken- sadece Allah'a boyun eğmelerinde somutlaşmıştı.
Tek başına Allah'a boyun eğmeye karar veren bu insanlar, yeryüzünde maddi
bir egemenlik sağlayınca şeri hükümler inmeye başlamıştı. Hayatlarında
birtakım gerçek ihtiyaçlarla karşı karşıya kaldıklarında, kitap ve sünnette
hüküm olarak yer alan kuralların yanında fıkhi hükümler çıkarmışlardı.
İşte tek yol budur. Bunun dışında herhangi bir yol
yoktur.
Keşke, dil ile davetin ilk aşamasından itibaren,
islâmi hükümlerin açıklanması sırasında kitleleri topyekün İslâma
dönüştürmenin daha kolay bir yolu olsaydı! Ne yazık ki, bu, sadece bir
"temenni"dir. Çünkü kitleler İslâma davet hareketinin her defasında geçtiği
bu uzun ve meşakkatli yolun dışında hiçbir zaman cahiliyeden, tağutların
kulluğundan çıkıp İslâma girmezler, sadece Allah'a kulluk etme onuruna
erişmezler. Bu hareketi önce bir kişi başlatır. Onu bir öncü grup izler, bu
grup birtakım olaylar yaşamak, çeşitli aşamalardan geçmek üzere cahiliyeye
karşı harekete geçer. Yüce Allah kendileri ile toplumları arasındaki sorunu
hak ilkesine göre çözümleyene ve kendilerini yeryüzüne egemen kılana kadar
mücadele devam eder... Sonra... İnsanlar akın, akın Allah'ın dinine
girerler. Allah'ın dinine girerler. Allah'ın dini; onun hayat sistemi,
şeriatı ve düzenidir. Yüce Allah insanların bu dinden başkasına bağlanmasını
istemez.
"Kim İslâmdan başka bir din ararsa, O din ondan
kabul edilmez ve ahirette hüsran^ uğrayanlardan olur.
Umarım bu açıklama Hz. Yusuf'un (a.s) tutumuna
ilişkin verilecek gerçek hükmü ortaya koymuştu.
Hz. Yusuf (a.s) müslüman bir toplumda yaşamıyordu.
Bu yüzden insanlar arasında propaganda yapmamaya ve bu propagandaya
dayanarak görev istememeye ilişkin kural onun hakkında uygulanamaz. Ayrıca
Hz. Yusuf (a.s) şartların kendisine itaat edilen bir yönetici olma fırsatını
doğurduğunu cahiliye rejiminde bir memur olmayacağını görmüştü. Durum da
tahmin ettiği gibi çıkmıştı. Kurduğu bu yönetim sayesinde dinine davet etme
imkânını bulmuş, yönetimi sırasında dinini Mısır'ın her tarafına yaymıştı.
Gerek başvezir ve gerekse kral, tamamen sahneden çekilmişlerdi.
YERYÜZÜNDE SAĞLAM BİR YER
Bu ara açıklamadan sonra tekrar hikâyenin özüne, bu
hikâyeyi anlatan ayetlere dönelim. Ayet, Hz. Yusuf'un teklifinin kral
tarafından kabul edildiğini açıkça belirtmiyor. Sanki denmek isteniyor ki,
Hz. Yusuf'un itibarı o kadar yüksektir ki, kralın katındaki prestiji o kadar
ileri boyuttadır ki, ondan bir şey isteyince reddedilmesi sözkonusu
değildir. Yeter ki, istesin. Ne isterse kabul edilir. Hatta bir şey istemek
için söyleyeceği söz, alacağı olumlu cevapla özdeştir. İşte bu zengin
çağrışımlara imkân doğsun diye kralın cevabından söz edilmiyor, Hz. Yusuf'un
istediği mevkiye getirildiğini anlamak, okuyucunun idrakine bırakılıyor.
Hz. Yusuf'un suçsuzluğu ortaya çıktı. Bu arada
kralın hoşuna gitti, gözüne girdi. Bunun sonucu olarak istediği göreve
getirildi. İşte böylece Yusuf'u o "yer"e sağlamca yerleştirdik. Ayaklarının
sağlam zemine basmasını sağladık. Ona belirli ve itibarlı bir konum
bağışladık. Sözü edilen "yer"den maksat, Mısır da olabilir, bütün "yeryüzü"
de olabilir. Çünkü Mısır, o günlerde yeryüzünün en önemli ülkesi idi. Ayetin
cümlelerini inceleyelim:
"Artık o ülkenin dilediği yerinde oturabilirdi."
O, ülkenin dilediği yerinde oturabilir, dilediği
yöresinde ev-bark edinebilir, dilediği mevkiini elde edebilirdi. Hz. Yusuf,
kuyuya atılmanın, orada yaşadığı korkulu anların, zindana atılmanın ve orada
uğradığı özgürlük kısıtlamalarının arkasından bu parlak konuma kavuşuyordu.
Devam ediyoruz:
"Biz rahmetimizi dilediğimiz kimselere sunarız."
Rahmetimizi sunarız da onun zorluklarını
kolaylıklara, sıkıntılarını ferahlıklara, korkularını güvene,
kısıtlılıklarını özgürlüğe, itibarsızlığını prestije ve yüksek mevkilere
dönüştürürüz. Devam edelim:
"Biz iyi davranışlıları ödülsüz bırakmayız."
Bu dünyada Allah'a inanarak, O'na dayanarak, O'na
yönelerek iyiliği seçenleri, iyi davranışlar, iyi işler ortaya koyarak
insanlar ile iyi ilişkiler kuranları ödülsüz bırakmayız. Bir sonraki ayeti
okuyalım:
"Ama iman edip kötülükten sakınanlar için ahiret
ödülü daha hayırlıdır."
Eğer insan iman edip kötülüklerden sakınırsa,
ahirette ödüllendirilmeyi de hakeder. Gerçi ahiret ödülü, dünyada elde
edeceği ödülden daha hayırlıdır, ama bu ödül, dünya o kimse Rabbine inanıp
güvensin, gizli-açık her davranışında, her tutumunda O'nun korkusunu
kalbinden hiç çıkarmasın.
İşte yüce Allah, Hz. Yusuf'un o sıkıntılı günlerini
dünyada böylesine parlak bir mevki ve ahirette böylesine imrendirici bir
müjde ile değiştirdi. Bu sonuçlar, O'nun sağlam imanının, sabırlılığının ve
iyiliğe bağlılığının uygun bir karşılığı idi.
HZ. YUSUF
KARDEŞLERİYLE
Zaman çarkı dönüşünü sürdürdü. Ayetler bu dönüşlerin
bir bölümünün üzerinden aşıyor. Aşılan bu zaman bölümünün içinde Mısır ve
dolaylarında yaşanan "bolluk yılları" da vardır. Bu bolluk döneminin
niteliği, bu dönemde tarımsal verimin nasıl olduğu ve Hz. Yusuf'un bu sırada
devlet mekanizmasını nasıl işlettiği konularında bize bilgi verilmiyor...
Acaba Hz. Yusuf nasıl bir yönetim düzeni kurdu, ne gibi önlemler aldı ve
kıtlık yıllarında harcanacak olan tarım ürünlerini nasıl biriktirebildi? Bu
soruların cevapları sanki onun krala verdiği "Çünkü ben hazinelerinizi
titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim" şeklindeki
cevapta yeterince açıklanmış gibi kabul ediliyor.
Kıtlık yılları nasıl gelip çattı? İnsanların bu
olaya karşı tepkileri nasıl Oldu? Çekilen besin maddesi sıkıntısının
boyutları nedir? Ayetlerde bu soruların da açık cevapları yoktur. "Bu
soruların cevapları kralın rüyası ile, Hz. Yusuf'un bu rüyaya ilişkin
yorumunda saklıdır" gibi bir ifade yöntemi izleniyor gibidir. Bilindiği gibi
Yusuf, kralın rüyasını yorumlarken, şöyle demişti:
"Bunun arkasından yedi kurak ve sıkıntılı yıl gelir.
Bu süre içinde ayıracağınız az miktardaki tohumluklar dışında bu yıllar için
stok ettiğiniz ürünü yersiniz."
Ayrıca surenin bundan sonraki hiçbir ayetinde ne
kraldan ve ne de onun herhangi bir devlet adamından da söz edilmiyor. Sanki
devletin bütün yetkileri bu korkunç, bu dayanılmaz kriz döneminin tüm
sorumluluklarını cesaretle üstlenmiş olan Hz. Yusuf'un eline geçmiş gibidir.
Artık olayların sahnesinde sadece Hz. Yusuf vardır, bütün projektörler O'nun
üzerine çevrilmiştir. Aslında gerçek budur. Ayetler bu pratik gerçeği büyük
bir sanatsal ustalıkla satırlara tam olarak yansıtmaktadırlar.
Kuraklığın etkisine gelince, bunun çapını "Hz.
Yusuf'un kardeşleri" sahnesinde açıkça görebiliyoruz. Hz. Yusuf'un
kardeşleri Mısır'ın hayli uzağındaki bir çöl bölgesinden, Kenan ilinden
kalkıp geliyorlar. Aradıkları şey yiyecektir. Bundan anlıyoruz ki, açlığın
çapı son derece geniştir. Yine bu olay bize gösteriyor ki, o günkü Mısır, bu
afet karşısında Hz. Yusuf'un ileri görüşlülüğü sayesinde gereken önlemleri
almış, bu yüzden komşularının bakışları bu merkeze çevrilmiş, tüm yörenin
besin ürünleri deposu olma konumunu kazanmıştır. Bu arada hikâye, asıl
yatağındaki akışını, yani Hz. Yusuf ile kardeşlerine ilişkin serüveni
anlatmayı sürdürüyor. Bu akış, dini amacı gerçekleştiren sanatsal bir
özellik olarak karşımıza çıkar. Ayetleri okuyoruz:
58- Bir gün Yusuf'un
kardeşleri gelip yanına girdiler. Yusuf onları hemen tanıdı, fakat onlar onu
tanımamışlardı.
59- Yusuf,
kardeşlerinin zahire yüklerini hazırlatınca onlara dedi ki; "Babadan
kardeşinizi bana getiriniz. Görüyorsunuz ya, zahirenizi tastamam ölçerek
veriyorum ve konukseverlerin de en iyisiyim. "
60- "Ama eğer
babadan kardeşinizi bana getirmezseniz, artık size erzak yok, bir daha
semtime yaklaşmayınız. "
61- Yusuf'un
kardeşleri "Babasından onun için izin koparmaya çalışacağız, herhalde bunu
başarırız" dediler.
62- Yusuf yanında
çalışan işçilere dedi ki; "Bunların verdikleri zahire bedelini yüklerine
koyunuz, evlerine varınca herhalde onu farkederler de bir daha gelirler. "
Kuraklık ve kıtlık baştan başa bütün Kenan ili ile
çevresini sarmıştır. Bunun sonucu olarak Hz. Yusuf'un kardeşleri, başka
birçokları gibi Mısır'a doğru yola çıkmışlardır. Çünkü halk, Mısır'da bolluk
yıllarında stok edilmiş tarım ürünü fazlası olduğunu işitmiştir.
İşte şimdi Hz. Yusuf'un kardeşlerini O'nun huzuruna
girerken görüyoruz. Onlar onu tanımıyorlar. Fakat Hz. Yusuf onları
tanımıştır. Çünkü pek değişmemişler. Ama Hz. Yusuf öyle mi? Nerede! O kadar
değişmiş ki, o olduğunu hayallerine asla sığdıramazlar. Bundan yirmi ya da
daha fazla yıl önce kuyuya atmış oldukları, İbrani soyundan gelme küçük
nerede, şimdiki neredeyse başı taçlı, yaşlı-başlı, düzgün kıyafetli, koruma
polisli, heybetli,hizmetçili, kelli-felli, yetkili ve otoriteli, yüce
mevkili Yusuf nerede?
Hz. Yusuf, onlara kimliğini açıklamadı. Çünkü
mutlaka almaları gereken bazı dersler vardır. Okuyoruz:
"Bir gün Yusuf'un kardeşleri gelip yanına girdiler.
Yusuf onları hemen tanıdı, fakat onlar onu tanımamışlardı."
Fakat ayetlerin akışından anlıyoruz ki, Hz. Yusuf,
kardeşlerini son derece iyi ağırlamış, onlara büyük bir konukseverlik
göstermiştir. Arkasından onlara vereceği ilk dersin hazırlığına giriştiğini
görüyoruz. Ayeti okuyalım:
"Yusuf, kardeşlerinin zahire yüklerini hazırlatınca
onlara dedi ki `Babadan kardeşinizi bana getiriniz."
Bu ayetten anlıyoruz ki, Hz. Yusuf, kardeşlerinin
kendisine yaklaşmalarını, alışmalarını sağlıyor, böylece yavaş yavaş kim
olduklarını kendisine ayrıntılı biçimde anlatabilecekleri bir rahatlık elde
etmelerine zemin hazırlıyor. Bunun üzerine onlar da kendilerinden sözetmeye
girişiyorlar: Şimdi beraberlerinde olmayan babadan bir kardeşleri vardır. Bu
kardeşleri kendileri ile birlikte gelmemiştir. Çünkü babaları bu oğlunu çok
sevmektedir, ondan ayrı kalmaya dayanamamaktadır.
Hz. Yusuf, kardeşlerini hazırlatınca yola
çıkacakları sırada onlara sözünü ettikleri kardeşlerini görmek istediğini
söylüyor. Ayetin ilgili bölümünü tekrar okuyoruz:
"Onlara de ki; `Babadan kardeşinizi bana getiriniz."
Müşterilere zahire verirken ölçüyü tastamam
tuttuğumu kendi gözlerinizle gördünüz. O kardeşiniz ile birlikte tekrar
geldiğinizde size de payınızı tam olarak vereceğim. Ayrıca konuklarımı iyi
ağırladığımı da gördünüz. Buna göre o kardeşiniz için endişe duymanız
yersizdir. Tersine benim, örneğini gördüğünüz konukseverliğimle
karşılaşacaktır. Okuyalım:
"Görüyorsunuz ya, zahirenizi tastamam ölçerek
veriyorum ve konukseverlerin de en iyisiyim."
Fakat babalarının -özellikle Hz. Yusuf'u
kaybettikten sonra- küçük kardeşleri üzerine ne kadar titrediğini bildikleri
için, onu getirmenin kolay bir iş olmayacağını, bu yolun üzerinde
babalarının karşı çıkışından kaynaklanacak birçok engellerin olduğunu Hz.
Yusuf'a açık açık anlattılar. Fakat babalarını buna ikna etmeye
çalışacaklarına, bütün bu engellere rağmen tekrar geldiklerinde onu
yanlarında getireceklerine, bunun için ellerinden ne gelirse yapacaklarına
söz verdiler. Okuyoruz:
"Yusuf'un kardeşleri `Babasından onun için izin
koparmaya çalışacağız, herhalde bunu başarırız' dediler."
Ayette geçen "Onun için izin koparmaya çalışacağız"
deyimi, Yusuf'un kardeşlerinin harcamak zorunda kalacaklarını bildikleri
"çaba"nın yoğunluğunu somut biçimde tasvir ediyor.
Bu arada Hz. Yusuf, kardeşlerinin zahire ve hayvan
yemine karşılık olarak ödemek üzere yanlarında getirdikleri bedel nitelikli
malların yükleri arasına saklanması yolunda àdamlarına emir veriyor. Bu
bedel nitelikli mallar, bir miktar paranın yanısıra, çöle özgü tarım
ürünleri, çöl ağaçlarından elde edilmiş çeşitli meyvalar, deriler, yünler
gibi, o günün pazarlarında takas usulü ticaret yaparken bedel olarak
kullanılması adet olan çeşitli mallar olabilir. Hz. Yusuf, bu malları
kardeşlerinin yüklerine, saklı biçimde yerleştiriyor ki, evlerine
döndüklerinde ödedikleri bedellerin kendilerine geri verilmiş olduğunu
anlasınlar ve bu cömertlik karşısında içlerinde geri dönme arzusu uyansın.
Okuyoruz:
"Yusuf, yanında çalışan işçilere dedi ki; `Bunların
verdikleri zahire bedelini yüklerine koyunuz, evlerine varınca herhalde onu
farkederler de bir daha gelirler."
HZ. YAKUB'UN
HUZURUNDA
Şimdi Hz. Yusuf'u Mısır'da bırakarak gözlerimizi
Kenan iline çeviriyoruz. Karşımızda Hz. Yakub ile oğulları var. Geri dönüş
yolculukları ve bu yolculukta olup bitenler hakkında bize hiçbir bilgi
verilmiyor. Ayetleri okuyalım:
63- Yusuf'un
kardeşleri babalarının yanına dönünce dediler ki; "Ey babamız, erzak almamız
yasaklandı, kardeşimizi bizimle birlikte gönder ki, erzak alabilelim, biz
onu kesinlikle koruruz. "
64- Babaları Yakub
dedi ki; "Daha önce kardeşi konusunda size duyduğum güvenin aynısını şimdi
de onun hakkında mı size duyayım? En iyi koruyucu Allah'dır. O
merhametlilerin merhametlisidir. "
65- Zahire yüklerini
açıp da ödemiş oldukları bedelin kendilerine geri verildiğini gördüklerinde
dediler ki; "Ey babamız, senden yanlış birşey istemiyoruz. İşte ödemiş
olduğumuz bedel bize geri verilmiş. Ailemize erzak getiririz, kardeşimizi
koruruz, böylece bir deve yükü daha fazla zahiremiz olur. Bunu sağlamak
kolay bir iştir artık. "
66- Babaları "Hep
birlikte ölüm çemberine düşmeniz ihtimali dışında, onu kesinlikle geri
getireceğinize ilişkin bana Allah adına sağlam bir güvence, bağlayıcı bir
söz vermedikçe onu sizinle birlikte göndermem " dedi. Oğullarının istediği
güvenceyi vermeleri üzerine dedi ki; "Bu söylediklerimize Allah vekildir. "
Anlaşılan Hz. Yakub'un oğulları, babalarının yanına
varır varmaz, daha yüklerini çözmeden erzak almalarının yasaklandığını,
küçük kardeşlerini beraberlerinde götürmedikçe Mısırlı bakanın, (yani
aslında Hz. Yusuf'un) kendilerine zahire vermeyeceğini söylediler.
Arkasından babalarından kardeşlerini yanlarına vermesini ve böylece zahire
almalarının yolunun açılabilmesini istediler. Bu arada kardeşlerini iyi
koruyacaklarına söz verdiler. Okuyalım:
"Yusuf'un kardeşleri, babalarının yanına dönünce
dediler ki; `Ey babamız, erzak almamız yasaklandı, kardeşimizi bizimle
birlikte gönder ki, erzak alabilelim; biz onu koruruz."
Oğullarının bu vaadi, Hz. Yakub'un yarasını
tazelemiş olmalıdır. Çünkü onlar Hz. Yusuf'u kır gezintisine götürürken de
aynı sözü vermişlerdi! Zaten tazelenen bu eski yarasının acısını açıkça dile
getirdiğini, oğullarının bu sözünün içinde uyandırdığı fırtınalı
çağrışımları kelimelere dökmekten kaçınmadığını görüyoruz. Okuyalım:
"Babaları Yakub dedi ki; `Daha önce kardeşi
konusunda size duyduğum güvenin aynısını şimdi de onun hakkında mı duyayım?"
Sizin vereceğiniz sözler sizin olsun,
koruyuculuğunuz da sizin olsun. Ben oğlumun korunmasını ve ona merhamet
edilmesini istediğimde başvuracağım güvenilir kapı vardır. Okuyoruz:
"En iyi koruyucu Allah'dır. O merhametlilerin
merhametlisidir."
Biraz dinlenip yol yorgunluklarını geçirdikten sonra
getirdiklerini sandıkları zahireyi çıkarmak için yüklerini çözdüler. Bir de
baktılar ki, zahire bedeli olsun diye giderken yanlarında götürdükleri
mallar çuvallarında duruyor. Buna karşılık yüklerinde hiç zahire yok!
Meğer Hz. Yusuf, onlara zahire vermemiş. Zahire
bedeli olsun diye getirdikleri malları da yüklerine geri koymuş. Babalarının
yanma dönüp de "ey babamız bize zahire verilmek istenmedi" dedikten sonra
açtıkları yüklerinde giderken götürdükleri zahire bedelleri ile
karşılaştılar. Hz. Yusuf, küçük kardeşlerini yanlarına alarak geri gelmeye
mecbur olsunlar diye böyle yapmıştı. Bu, onların almak zorunda oldukları
derslerden biri idi.
Her neyse. Hz. Yusuf'un kardeşleri, zahire
bedellerinin geri çevrilmiş olmasını, kardeşlerinin yanlarına verilmesine
ilişkin isteklerinin yerinde bir istek olduğunun, babalarından haksız bir
istekte bulunmadıklarının delili olarak kullandılar. Okuyoruz:
"Dediler ki; `Ey babamız, senden yanlış bir şey
istemiyoruz. İşte ödemiş olduğumuz bedel bize geri verilmiş."
Arkasından ailelerinin erzak sağlamaya ilişkin
hayati çıkarını özendirme unsuru olarak kullanıp babalarına baskı yapmaya
girişiyorlar. Okuyoruz:
"Ailemize erzak getiririz."
"Erzak" "yiyecek maddeleri" demektir. Bu arada
kardeşlerine göz kulak olacaklarını, bunda kesin kararlı olduklarını, tekrar
vurguluyorlar. Okuyoruz:
"Kardeşimizi koruruz."
Ayrıca eğer kardeşleri yanlarında olursa bir deve
yükü daha fazla zahire alacaklarını söyleyerek babalarını özendirmeye
çalışıyorlar. Okuyoruz:
"Böylece bir deve yükü daha fazla zahiremiz olur."
Kardeşleri yanlarında olduğu takdirde bunu elde
etmeleri kolaydır. Okuyoruz:
"Bunu sağlamak kolay bir iştir."
Hz. Yakub'un oğullarının "Böylece bir deve yükü daha
fazla zahiremiz olur" şeklindeki sözlerinden anlıyoruz ki, Hz. Yusuf, adam
başına -belli ağırlığı olan bir deve yükü erzak veriyordu, her müşteriye
istediği kadar zahire satmıyordu. Bu da kıtlık yıllarının şartlarına uygun,
yerinde bir politika idi. Böylece herkese erzak yetiştirebiliyordu.
Hz. Yakub, oğullarının teklifine istemeyerek "evet"
dedi. Fakat oğlunu, kardeşlerinin ellerine teslim etmek için şöyle bir şart
koştu:
"Babaları `Hep birlikte ölüm çemberine düşmeniz
ihtimali dışında onu kesinlikle geri getireceğinize ilişkin bana Allah adına
sağlam bir güvence, bağlayıcı bir söz vermedikçe onu sizinle birlikte
göndermem."
Yani Allah adına bağlayıcı bir yemin edeceksiniz ki,
küçük kardeşinizi mutlaka bana geri getireceksiniz. Bu yemininizin geçersiz
sayılabilmesi için hep birlikte bir çıkmazın ağına düşmeniz, oradan çıkmanın
hiçbir yolunu bulamamanız, kardeşinizi savunmanızın hiçbir yarar
sağlamayacağı bir belaya uğramanız gerekir. Ayetin o bölümünü bir kez daha
okuyalım:
"Hep birlikte ölüm çemberine düşmedikçe..."
Bu cümlecik, "bütün çıkış yollarının yüzlerine
kapanması" anlamına gelen kinayeli bir ifadedir. Hz. Yakub'un oğulları
babalarının koştuğu bu yemin etme şartını yerine getiriyorlar. Devam
ediyoruz:
"Oğullarının, istediği güvenceyi vermeleri üzerine
dedi ki; `Bu söylediklerimize Allah vekildir."
Böylece vurgulamayı ve pekiştirmeyi güçlendirmiş,
katmerlendirmiş oluyordu.
Hz. Yakub istediği güvenceyi aldıktan sonra
oğullarına, sevgili yavrusu ile birlikte çıkacakları bu yolculuk hakkında
aklına gelen, içine doğan bazı öğütler vermeye girişiyor. Okuyoruz:
67- "Yavrularım,
şehre aynı kapıdan girmeyiniz, değişik kapılardan giriniz. Gerçi ben
Allah'ın size ilişkin hiçbir ön kararını başınızdan savamam. Egemenlik
sadece Allah'ın tekelindedir. Ben yalnız O'na güveniyorum. Tüm dayanak
arayanlar da yalnız O'na güvenmelidirler. "
Burada Hz. Yakub'un "Egemenlik sadece Allah'ın
tekelindedir" şeklindeki sözü üzerinde birazcık durmak istiyoruz.
Sözün gelişinden açıkca anlıyoruz ki, bu cümlede
yüce Allah'ın kaçınılmaz ve karşı konulmaz nitelikteki ezici takdiri ile bu
takdirini yürürlüğe koyan ve insanlara hiçbir müdahale yetkisi tanımayan
ilahi hükmü kasdediliyor.
İşte "hayır ve şerr" yönleri ile "kader"e inanmak,
budur.
Yüce Allah'ın bu "kader"ine ilişkin hükmü insanlar
üzerinde işler, yürür. Bu işlerlik ve yürürlük konusunda onların
iradelerinin ve tercihlerinin hiçbir rolü olamaz. Bu ilahi hükmün yanısıra
bir başka ilahi hüküm türü daha vardır ki, insanlar onu kendi rızaları ile,
kendi tercihleri ile yürütürler. Bu hükümler, yüce Allah'ın emirleri ile
yasaklarında somutlaşan, şeriat kaynaklı ilahi hükümlerdir. Bu hükümler de
tıpkı "kader"e bağlı ilahi hükümler gibi yüce Allah'ın tekelindedirler,
O'nun iradesinden kaynaklanırlar. Yalnız birinci kategoriye giren hükümleri
ile aralarında şu fark vardır. Bu hükümleri, insanlar özgür tercihleri ile
yürürlüğe koyabilecekleri gibi, yürürlüğe koymayabilirler de. Bu tercihin
olumlu ya da olumsuz olması insanlara birtakım sonuçlar ve akıbetler
getirir, onların gerek dünyadaki hayatları ve gerekse ahirette görecekleri
karşılık üzerinde belirleyici rol oynar. Fakat insanlar, yüce Allah'ın bu
kategoriye giren hükümlerini benimseyip kendi istekleri ile yürürlüğe
koymadıkça müslüman olamazlar.
Hz. Yakub'un oğullarının oluşturduğu kafile yola
çıktı. Kafiledekiler, babalarının bu yolculuğa ilişkin öğütlerine aynen
uydular. Okuyoruz:
68- Yusuf'un
kardeşleri babalarının direktifi uyarınca şehre girdiler. Gerçi bu önlem,
Allah'ın onlara ilişkin hiçbir ön kararını başlarından savacak değildi.
Sadece Yakub, içinden gelen bir görev duygusunun gereğini yerine getirmişti.
Onun bu meseleye ilişkin, tarafımızdan kendisine öğretilmiş bilgisi vardı.
Fakat insanların çoğu bu meseleye ilişkin gerçeği bilmezler.
Hz. Yakub'un bu öğüdünde kasdettiği şehir, acaba
hangi şehirdir? Niçin oğullarına "Aynı kapıdan girmeyiniz, değişik
kapılardan giriniz" diyor?
Bu konuda ileri geri ve gereksiz birçok görüşler ve
yorumlar ileri sürülmüştür. Hatta bu yorumlar, ayetlerin akışı ile
bağdaşmayan zorlamalardır. Eğer Kur'an, bu öğüdün sebebini açıklamak
isteseydi, bunu açıklardı. Fakat buna gerek görmediği için sadece "Yakub,
içinden gelen bir görev duygusunun gereğini yerine getirmişti" demekle
yetindi. Bu durumda tefsir bilginlerinin Kur'an'ın amacının önünde
hurmaları, onun yansıtmak istediği atmosfere bağlı kalmaları gerekir.
Kur'an'ın burada yansıtmak istediği atmosfer şudur: Hz. Yakub'un çocukları
hesabına çekindiği bir "şey" vardı ve eğer ayrı kapılardan şehre girerlerse,
bu tehlikeden sakınmış, ona karşı önlem almış olacaklarını düşünüyordu.
Böyle düşünürken yüce Allah'ın takdirini evlâtlarının başından hiçbir
önlemin savamayacağının da bilincindeydi. Hüküm yetkisi tümü ile yüce
Allah'ın tekelinde idi. Güvenilecek tek dayanak O'ydu. O sadece içinde doğan
bir duyguyu, dile getiriyor,kalbinde beliren bir önlem alma gereğini yerine
getiriyordu. Yüce Allah'ın iradesinin eninde sonunda gerçekleşeceğinden
kuşkusu yoktu. Bunu ona öğreten yüce Allah'dı ve o da bunu iyi öğrenmişti.
Devam ediyoruz:
"Fakat insanların çoğu bu meseleye ilişkin gerçeği
bilmezler."
Hz. Yakub'un evlâtlarının karşılaşabileceklerden
korktuğu tehlike göz değmesi olabilir, delikanlılık çağlarını yaşayan
oğullarının kalabalık bir halde şehre girmelerinin, kralın kıskançlık
duygularını depreştirmesi olabilir, yol kesicilerin oğullarının peşine
düşmeleri olabilir, ya da başka herhangi bir şey olabilir. Bu tehlike ne
olursa olsun konumuza hiçbir katkıda bulunmaz. Sadece tefsir bilginlerine ve
belge aktarıcılarına (ravilere) Kur'an-ı Kerim'in etkileyici atmosferinden
ayrılıp dedikoduya dalmanın açık kapısını sağlar. Oysa bu sapma, çoğu kez,
Kur'an'ın atmosferini tümü ile yokeder.
Şimdi biz de ayetlerin akış temposuna uyarak gerek
bu öğüdün ve gerekse bu yolculuğun üzerinden hızla geçelim ve yolculuğun
bittiği yerde Hz. Yusuf'un kardeşleri ile aşağıdaki sahnede buluşalım:
HZ. YUSUF'UN PLANI
69- Yakub'un
oğulları, Yusuf'un yanına girdiklerinde o öz kardeşini bağrına basarak "Ben
senin öz kardeşinim, onların yaptıkları kötülüklerden ötürü sakın tasalanma"
dedi.
Ayetlerin bu noktada da akış temposunu
hızlandırdığını görüyoruz. Amaç Hz. Yusuf'u öz kardeşi ile tenha bir köşede
buluşturmaktır. Buluşmada Hz. Yusuf, kardeşine ağabeysi olduğunu haber
veriyor ve onu vaktiyle öbür kardeşlerinden gördüğü kötülüklerin anılarını
kalbinden silmeye çağırıyor. Bu acı anılar mutlaka küçük çocuğun kalbinde
olumsuz duygu birikimine yolaçmıştır, içinde yaşadığı aileden öğrenmiş
olduğu bu anılar, mutlaka küçük kardeşin kalbinde kardeşlerine yönelik
düşmanca tepkiler doğurmuştur. Üstelik bu acı olayları, Kenan ilindeki
çevresinde hiç duymamış olması, bu üzücü geçmişin kendisinden saklanmış
olabileceği de düşünülemezdi.
Dediğimiz gibi ayetler, akış temposunu hızlandırarak
sözü hemen bu buluşmaya getiriyorlar. Oysa doğal olarak anlıyoruz ki, kafile
Hz. Yusuf'un yanına varır varmaz, hemen arkasından meydana gelen olay, bu
konuşma değildi. Daha önce Hz. Yusuf, mutlaka küçük kardeşi ile tanışmış,
samimiyet kurmuş olmalı idi. Fakat kuşku yok ki, kafile kahramanımızın
yanına girdiğinde ve Hz.
Yusuf, uzun yıllardır ayrı kaldığı öz kardeşini
gördüğünde aklına gelen ilk iş, ona bu çağrıyı yöneltmekti.
İşte Kur'an-ı Kerim, bu yüzden bu çağrıyı, yapılmış
ilk iş olarak sunuyor. Çünkü akla ilk gelen iş oydu. İşte bu nükte, bu
harikulâde kitabın, yani Kur'an'ın anlatım inceliklerinden biridir!
Ayetlerin akışı, kafilenin konukluk dönemini de
atlıyor. Bu süre içinde Hz. Yusuf ile kardeşleri arasında neler geçtiğinden
de söz etmiyor. Bunları bir yana bırakarak kafilenin son geriye dönüş
sahnesini gözlerimizin önüne getiriyor. Bu sahnede bize Hz. Yusuf'un öz
kardeşini yanında alıkoymak için başvurduğu önlem anlatılıyor. Amaç, hem
kardeşlere son derece önemli olan bir ders vermek, hem de her zaman ve her
yerde bütün insanların ibret alacakları bir örnek sunmaktır. Önce ayetleri
okuyoruz:
70- Yusuf,
kardeşlerinin zahire yüklerini hazırlatırken, ölçü kabı olarak kullanılan su
tasını öz kardeşinin yüküne koydurdu. Arkasından bir görevli: "Ey yolcular
kafilesi, sizler hırsızsınız" diye seslendi.
71- Yusuf'un
kardeşleri, görevlilere dönerek "Ne kaybettiniz?" dediler.
72- Görevlilerden
biri dedi ki; "Ölçü kabı olarak kullanılan kralın su tasını kaybettik. Onu
geri getirene ödül olarak bir deve yükü zahire verilecek buna ben kefilim. "
73- Yusuf'un
kardeşleri "Allah aşkına, siz de biliyorsunuz ki, biz bu ülkeye kargaşa
çıkarmak için gelmedik, biz hırsız değiliz" dediler.
74- Görevliler;
"Peki eğer yalan söylüyorsanız, size göre hırsızlığın cezası nedir?"
dediler.
75- Yusuf'un
kardeşleri "Hırsızlığın cezası, tası yükünde bulduğunuz kimsenin karşılık
olarak tutulmasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız" dediler.
76- Yusuf, öz
kardeşinin valizinden önce üvey kardeşlerinin valizlerini aradı, sonra tası
öz kardeşinin valizinden çıkardı. Biz Yusuf'a böyle bir plana başvurmayı
ilham ettik. Çünkü kralın yasalarına göre kardeşini alıkoyamazdı. Meğer ki,
Allah bu alıkonmayı dilemiş olsun. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini
yükseltiriz. Her bilenden daha üstün bir bilgin vardır.
77- Yakub'un
oğulları; "Bu kardeşimiz hırsızlık yaptı ise daha önce de onun öz kardeşi
hırsızlık yapmıştı" dediler. Yusuf kardeşlerinin bu iftirasını duymazlıktan
geldi, onu yüzlerine vurmadı. İçinden "Asıl kötü durumda olan sizlersiniz,
Allah sizin uydurma sözlerinizin içyüzünü herkesten iyi bilir" dedi.
78- Yakub'un
oğulları dediler ki; "Ey vezir, bu kardeşimizin ileri derecede yaşlanmış,
ihtiyar bir babası var. Onun yerine içimizden birini alıkoy. Görüyoruz ki,
sen iyiliksever bir adamsın. "
79- Yusuf "Çalınan
eşyamızı valizinde bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a
sığınırız. Yoksa zalimlik etmiş oluruz " dedi.
Burada hareketlerle, tepkilerle ve sürprizlerle dolu
dehşetli bir sahne karşısındayız. Öyle ki, bundan daha hareketli, daha canlı
ve daha yoğun tepkili bir sahne düşünülemez. Yalnız bu sahne, pratik gerçeği
somutlaştıran bir realiteler yumağıdır. Kur'an, bu realiteler yumağını son
derece canlı ve çekici bir anlatımla gözlerimizin önüne getiriyor.
Perde arkasında Hz. Yusuf, kralın tasını,
maşrabasını bir çuvala koyduruyor. Bu tas, normal olarak altından olmalıdır.
Kimi rivayetlere göre o bir içecek kabı olarak kullanılmaktadır. Fakat öte
yandan geniş ve derin bir hacme sahip olduğu için o günlerde buğday ölçeği
olarak kullanılıyor. Çünkü o açlık yıllarında buğday son derece az bulunur,
değerli bir nesnedir. İşte Hz. Yusuf, perde gerisinde bu tası öz kardeşinin
payına düşen hayvanın yüküne gizlice koyduruyor. Maksadı yüce Allah'ın
kalbine ilham ettiği bir planı yürütmektir. Bu planın ne olduğunu az sonra
öğreneceğiz.
Arkasından görevlilerden birinin yüksek sesle
bağırdığını işitiyoruz. Adam bir genel duyuruyu seslendiriyor. Bu sırada Hz.
Yusuf'un kardeşleri geri dönüş yolculuğunun başlangıcındadırlar. Okuyoruz:
"Ey yolcular kafilesi, sizler hırsızsınız."
Hz. Yusuf'un kardeşleri kendilerini hırsızlıkla
suçlayan bu duyuruyu işitince irkilirler. Çünkü onlar Hz. İbrahim oğlu Hz.
İshak oğlu Hz. Yakub'un oğullarıdırlar. Durum aydınlığa kavuşsun diye geri
dönerler. Okuyoruz:
"Yusuf'un kardeşleri görevlilere dönerek `ne
kaybettiniz?' dediler."
Hayvan yüklerini hazırlayan görevliler ya da
aralarından biri yukarıdaki duyuruyu seslendiren muhafızlar bu soruya, şöyle
karşılık verdiler:
"Ölçü kabı olarak kullanılan kralın su tasını
kaybettik."
Arkasından duyuruyu seslendiren görevli, kayıp tası
kendiliğinden geri getiren kimsenin ödüllendirileceğini açıklıyor. Yaşanan
kıtlık şartları gözönüne alınınca sözkonusu ödülün değerli bir teşvik unsuru
olduğu da meydana çıkıyor.
"Onu geri getirene ödül olarak bir deve yükü zahire
verilecek, buna ben kefilim."
Fakat Hz. Yusuf'un kardeşleri suçsuz olduklarından
emindirler. Çünkü hırsızlık yapmamışlardır. Onlar hırsızlık yapmaya,
toplumsal ilişkilerin dayanağı olan güveni sarsan bu kargaşa çıkarıcı çirkin
eylemi gerçekleştirmeye gelmemişlerdir. Bu güven duygusunun rahatlığı içinde
şöyle yemin ediyorlar:
"Yusuf'un kardeşleri `Allah aşkına, siz de
biliyorsunuz ki, biz bu ülkeye kargaşa çıkarmak için gelmedik, biz hırsız
değiliz' dediler."
Durumumuz, görünüşümüz, soyumuz-sopumuz ortaya
koyuyor, size kanıtlıyor ki, biz bu çirkin eylemi yapacak adamlar değiliz.
"Biz hırsız değiliz." Böylesine iğrenç bir suç işlemek bizden asla
beklenemez.
Bunun üzerine yüklerin hazırlayıcıları ya da
güvenlik görevlileri diyorlar ki:
"Peki eğer yalan söylüyorsanız, size göre
hırsızlığın cezası nedir?"
İşte bu noktada yüce Allah'ın Hz. Yusuf'a ilham
etmiş olduğu planın ucu görünüyor. Çünkü Hz. Yakub'un şeriatine göre hırsız,
çaldığı mala karşılık rehin, tutsak ya da köle olarak alıkonabiliyordu. Hz.
Yusuf'un kardeşleri suçsuzluklarından emin oldukları için yakalanacak olan
hırsızın kendi şeriatlerinin hükümlerine göre cezalandırılmasını kabul
ediyorlardı. Böylece yüce Allah'ın Hz. Yusuf'a ve öz kardeşine ilişkin planı
gerçekleşme yoluna giriyordu. Okuyoruz:
"Yusuf'un kardeşleri `Hırsızlığın cezası, tası
yükünde bulduğunuz kimsenin karşılık olarak tutulmasıdır. Biz zalimleri
böyle cezalandırırız."
Bizim hırsıza uyguladığımız şeri hüküm bu yoldadır.
Hırsız bizim şeriatımıza göre bir tür zalimdir.
Hz. Yusuf, bu tartışmaları bizzat izlemekte ve
dinlemekteydi. Sonuçta onların aranmasını emretti. Kesin zekâsıyla,
kardeşinin yükünü aramazdan önce diğerlerinin yüklerini aramanın daha uygun
olacağını düşünmüştü. Böylece onlar bu aramaya ilişkin en küçük bir kuşkuya
bile kapılmamış olacaklardı:
"Yusuf, öz kardeşinin valizlerinden önce üvey
kardeşlerinin valizlerini aradı, sonra tası öz kardeşinin valizinden
çıkardı."
Ayetlerde bu olayın bu kadarı anlatılmakla
yetiniliyor. Suçsuzluklarından emin olan, bu konuda yeminler eden, asla
olamaz diyen Yakub'un oğullarının bu korkunç sürprizle ne denli şaşkına
düştüklerini düşlemek ise, bizim hayal gücümüze bırakılıyor. Bu noktada
hiçbir şey aktarılmıyor. Bu sahnedeki tabloyu tüm tepkileriyle tamamlamak
bizim hayal gücümüze havale ediliyor. Ardından hemen, Yakub'un oğulları da
dahil, herkes kendine gelene dek, kıssadaki bir başka noktaya geçiliyor:
"Biz Yusuf'a böyle bir plana başvurmayı ilham
ettik."
Yani onun böylesine ince bir plan hazırlamasını
sağladık.
"Çünkü kralın yasalarına göre, kardeşini
alıkoyamazdı."
Eğer kardeşini kralın yasalarına göre yargılayacak
olsaydı, onu alıkoyabilmesi mümkün değildi. Hırsıza çaldığı eşyaya uygun
düşecek bir ceza verebilirdi ama, bu gerekçeyle onu alıkoyamazdı. Ancak
Yusuf onu, kardeşlerinin mensup olduğu dinin hükümlerine göre yargılamış ve
sonuçta alıkoyabilmişti. Bu yüce Allah'ın Hz. Yusuf'a nâsıl uygulayacağını
ve ne yapacağını ilham ettiği bir plandı. Yüce Allah'ın onun için
hazırladığı bir plandı. Ayetin orijinalinde "plan", Arapça'daki "keyd"
sözcüğüyle ifade ediliyor. Bu sözcük Arapça'da, ister iyilik, ister kötülük
için hazırlanmış gizli bir planı ifade etmek için kullanılır. Genelde
olumsuz anlamı daha baskındır. Burada olayı dıştan gözlemlediğimizde, bu
planda bir kötülük göze çarpmaktadır. Zira bu işin ucu, hem yanında
alıkoyduğu kardeşine, hem de döndüklerinde babalarının karşısında güç duruma
düşecek diğer kardeşlerine zararı dokunmaktadır. Yine bu iş, babası Yakub
için de -geçici bir süre de olsa- kötü bir durumdur. Bu nedenle ayette de
pek çok şeyi tek bir sözcükle ifade edebilmek ve olayın dış görünümüne
işaret edebilmek için, özellikle "keyd" sözcüğü kullanılmıştır. Bu,
Kur'an'daki ifade inceliğine bir örnektir.
"Çünkü kralın yasalarına göre, kardeşini
alıkoyamazdı." "Meğer ki Allah bu alıkonmayı dilemiş olsun.."
Meğer ki Allah bu alıkonmayı dilediğinden ötürü,
Yusuf'a yukarıda gördüğümüz biçimde bir plan hazırlamış olsun.
Ayette bunun ardından, Hz. Yusuf'un yüksek bir
dereceye ulaşmış olduğuna işaret ediliyor:
"Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz."
Sonra, en yüce, en geniş bilginin Allah'a ait
olduğuna dikkat çekilerek, Yusuf'un bilgi açısından ulaştığı düzeye
değiniliyor:
"Her bilenden daha üstün bir bilgin vardır." İncelik
yüklü, güzel bir vurgulamadır bu!
Kur'an'ın kılı kırk yaran şu derin ifadesi üzerinde
de ayrıca durmamız gerek:
"Biz Yusuf'a böyle bir plana başvurmayı ilham ettik.
Çünkü kralın yasalarına göre, kardeşini alıkoyamazdı..."
Burada, kralın yasaları denilirken "yasalar", ayetin
orijinalinde "din" sözcüğüyle ifade ediliyor. Böylece bu ayette, "din"in
hangi anlamları içerdiği özenle ve kesinkes belirlenmiş bulunuyor. Bu ayette
"din" sözcüğü, kralın koyduğu sistem ve yasaları ifade etmek için
kullanılıyor. Bu sistem ve yasalara göre hırsızı, hırsızlığının cezası
olarak alıkoymak mümkün değildir. Ancak Hz. Yakub'un dininin sistem ve
yasalarına göre, alıkoyma cezası mümkündü. Nitekim Hz. Yusuf'un kardeşleri
bu olayda daha baştan, kendi dinlerinin yasalarına göre yargılanmayı kabul
etmişlerdi. Yusuf da tası kardeşinin yükleri arasında bulduğunda, onların
kendi dinlerinin yasalarına göre hüküm vermişti... Görülüyor ki Kur'an'da
"din" sözcüğü, sistem, şeriat ve yasaları ifade etmek için kullanılıyor.
"Din" sözcüğünün Kur'an'daki bu apaçık anlamını,
yirminci yüzyılın cahiliye ortamında tüm insanlar unutmuş görünmektedir.
Cahiliye yanlıları da kendilerini müslüman olarak niteleyen bazı kimseler de
bu gerçekten tümüyle habersiz durumdadırlar!
Bu tipler "din" dediklerinde, sadece inanç ve ibadet
esaslarını anlıyorlar... Ve bir kimse Allah'ın birliğine, peygamberi Hz.
Muhammed'e, meleklerine, kitaplarına, diğer peygamberlerine, ahiret gününe,
kadere, iyiliğin de kötülüğün de Allah'dan olduğuna inandığını söyleyip
belirli ibadetleri de yerine getiriyorsa, onu hemen "Allah'ın dini"ne girmiş
bir kimse olarak kabul ediyorlar! .. Bu tipler için bir kimsenin, -her ne
kadar yukarıda sözü edilenleri yapsa da- yeryüzünde Allah dışında başka
rabbler edinip onların otoritesini kabullenmesi, onlara itaat edip boyun
eğmesinin zerre kadar önemi yoktur! .. oysa buradaki ayette kralın koyduğu
sistem ve yasalar, "dinu'l-melik (kralın dini)" biçiminde ifade edilerek,
"din"in anlamı kesinkes belirlenmiş bulunuyor. Dolayısıyla "Allah'ın dini"
denildiğinde de, yüce Allah'ın koyduğu sistem, şeriat ve yasalar
anlaşılmalıdır...
Bu sözcüğün anlamı o denli yozlaştırılıp daraltılmış
ki, cahiliye sistemi altındaki kitleler artık "din" denildiğinde, inanç ve
ibadet esasları dışında hiçbir şey anlamıyor!.. Oysa Hz. Adem'den, Hz.
Nuh'dan tutun da Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- varana dek
"din"in hiçbir zaman için böylesine güdük bir anlam ifade etmesi asla
sözkonusu olmamıştır...
Tarih boyunca "din", hep şu anlamda kullanılmıştır:
Allah'ın koyduğu hükümleri benimseyip, O'nun dışındaki kimselerin koydukları
hükümleri reddederek sadece yüce Allah'a boyun eğmek! Yeryüzünde de göklerde
de O'nun ilahlığını birlemek! O'nun insanların biricik ve tek rabbi olduğunu
kabul etmek! Yani sadece O'nun egemenliğini, hükümlerini, otoritesini ve
buyruklarını benimsemek! Nitekim "Allah'ın dini"nde olanlar ile "kralın
dini"nde olanlar arasındaki yolların ayrılış noktası da bu konuydu. Birinci
gruptaki insanlar, sadece Allah'ın sistemine, şeriatına ve yasalarına boyun
eğiyorlardı. İkinci gruptakiler ise, kralın koyduğu sistem ve yasalara boyun
eğiyorlardı. Ya da inanç ve ibadet konularında yüce Allah'a boyun eğmiş
olsalar da, sistem ve yasalar noktasında yüce Allah'dan başka kimselere
boyun eğdiklerinden, sonuçta yüce Allah'a ortak koşmakla müşrik konumuna
düşüyorlardı!
Bu, dinin son derece açık, İslâm inancının son
derece net olan bir hükmüdür.
Bugün insanlarla iyi geçinme peşinde olan bazı
kimseler, onlar "Allah'ın dini"nin hangi anlamları içerdiğini bilmiyorlar
diyerek, insanları mazur göstermeye çabalıyorlar. Ancak bu tipler, "din"in
Allah'ın şeriatı demek olduğunu öğretme ve sadece Allah'ın şeriatını hakim
kılma noktasında da ne çaba gösteriyorlar ne de didiniyorlar! İnsanlar dinin
ne anlama geldiğini bilmiyorlar ya sanki bu cehaletlerinden ötürü sonuçta
onlar cahili ya da müşrik kimseler konumuna düşmekten kurtuluvereceklerdir!
Daha işin başı demek olan dinin bu gerçeğinden
habersiz insanları, bu dinin sınırları içerisinde değerlendirebilmek nasıl
mümkün olabilir, bunu bir türlü anlayamıyorum!
Bir gerçeğe inanmak, o gerçeği bilip tanımış olmanın
bir ifadesidir. İnanç sisteminin gerçeğinden bile habersiz insanlar, nasıl
bu inanç sistemini kabullenmiş kimseler olarak değerlendirilebilirler? Daha
baştan dinin ne anlama geldiğinden bile haberleri yoksa, nasıl bu dine
mensup olarak nitelenebilirler? Bunu bir türlü havsalam almıyor!
İnsanların bu konudaki bilgisizlikleri onları
ahiretteki hesaptan kurtarabilir ya da orada görecekleri azabı
hafifletebilir ve günahlarının faturası orada, dünyadayken bilen bir kimse
sıfatıyla bu dini onlara öğretmiş olanlara yüklenebilir... Ancak bu,
Allah'ın bileceği, gayba ait bir meseledir. Ahirette verilecek ceza ve
mükafatlar konusunda tartışmak, genelde cahiliye insanlarının yaptığı bir
iştir. Bunu tartışmanın bize kazandıracağı bir şey yoktur. Üstelik bu,
yeryüzünde insanları İslâma davet eden bizleri de ilgilendirmemektedir!
Bizi ilgilendiren, bugün insanların genelde
benimsedikleri biçimdeki dinin gerçek yüzünü ortaya koymaktır. Bu biçimdeki
bir din, kesinlikle Allah'ın dini değildir. Zira "Allah'ın dini", O'nun
Kur'an'daki apaçık ayetlerle belirlemiş olduğu sistem, şeriat ve kuralları
demektir. Allah'ın belirlediği sistem ve kurallar çerçevesinde hareket eden
kimse, "Allah'ın dini"ne mensup demektir. Kralın koyduğu sistem ve kurallar
çerçevesinde hareket eden kimse ise, "kralın dini"ne mensup demektir! Bu
nokta, en ufak bir tartışma götürmeyecek denli nettir!
Dinin hangi anlamları içerdiğinden habersiz
kimselerin, bu dine inanmış olabilmeleri mümkün değildir. Çünkü bu noktada
gözlemlenen bilgisizlik, bu dinin temel gerçeğine ilişkindir. Bu dinin temel
gerçeğinden bile habersiz bir kimseyi, bu dine inanmış olarak kabul
edebilmek ne gerçekte mümkündür, ne mantığa uygundur. Zira inanmak, kavramış
ve bilmiş olmanın ifadesidir... Bu, gün gibi ortadadır...
Ne dersiniz? Bu tür insanları -Allah'ın dini dışında
olmalarına karşın- yine de savunmamız, onların bu durumlarına mazeretler
bulmamız, onlara karşı dininin anlamını ve sınırlarını kesinkes belirlemiş-
Allah'dan bile merhametli olmamız, daha mı iyi sizce?
Doğrusu yapabileceğimiz en iyi iş, "Allah'ın
dini"nin gerçekten ne anlama geldiğini bugünden itibaren hemen diğer
insanlara anlatmaya başlamaktır. Onlara anlatalım ki ya bu dine girsinler,
ya da bu dini reddetsinler!
Böylesi bizim için de, onlar için de daha hayırlı ve
daha iyidir. Böyle yaparsak bizler, bu dini bilmemelerinden ötürü gerçeğe
yapışmayan, dolayısıyla da bu dinden aslında habersiz olan cahillerin
sapıklıklarının sonucundan kendimizi sıyırmış oluruz. Yine böyle yaparsak
onlar da içinde bulundukları konumun gerçek yüzünü görecekler; "Allah'ın
dini"ne değil de aslında "kralın dini"ne mensup olduklarını anlayacaklardır!
Ola ki bunu öğrendiklerinde yaşayabilecekleri muhtemel bir sarsıntı onların
da cahiliyeyi bırakıp İslâma, "kralın dini"ni bırakıp Allah'ın dinine
girmelerine vesile olur!
Tüm peygamberler hep bu yolu izlediler. Hangi zaman
ve hangi mekânda olursa olsun, cahiliye karşısında insanları Allah'ın yoluna
çağıran davetçiler de hep aynı yolu izlemek durumundadırlar...
Bu kısa değerlendirmenin ardından biz yine Hz.
Yusuf'un kardeşlerine dönelim. İçine düştükleri bu güç durum karşısında
onların, kardeşleri Yusuf'a ve onun öz kardeşine karşı çekemezlik
duygularının yine iyiden iyiye depreştiğini görüyoruz. Hırsızlık gibi bir
kusuru kendilerinden kesinkes bertaraf ederek, bu kusuru babaları Hz.
Yakub'un başka bir hanımından doğmuş olan Hz. Yusuf ve onun öz kardeşine
yamamaya çalıştıklarını gözlemliyoruz:
."Yakub'un oğulları: `Bu kardeşimiz hırsızlık yaptı
ise, daha önce de onun öz kardeşi hırsızlık yapmıştı' dediler."
Eğer o hırsızlık yaptıysa zaten daha önce onun
kardeşi de hırsızlık yapmıştı.. Kimi rivayetçilerin ve tefsircilerin, hemen
efsanelere ve hikâyelere yapışarak, onların söylediği bu sözü
doğrulayabilecek veriler bulabilmek için çırpındıklarını gözlemledim! Oysa,
daha önce babalarına Yusuf konusunda resmen yalan söyleyenler yine bunların
ta kendileri değil miydi?! Dolayısıyla burada da, kendilerini güç duruma
sokan suçlamayı bertaraf etmek, Yusuf ve onun öz kardeşini kendilerinden
dışlayabilmek, Yusuf ve onun öz kardeşine ilişkin eski kinlerini yeniden
kusabilmek için, Mısır'ın başveziri önünde bir yalan uyduramayacaklar
mıydı?!
Nitekim görüldüğü üzere, suçu hemen Yusuf'a ve onun
öz kardeşine yıkıverdiler!
"Yusuf, kardeşlerinin bu iftirasını duymazlıktan
geldi, onu yüzlerine vurmadı."
Onların böyle davranmalarına üzüldü. Ama bunu kendi
içine gömdü. Onlara bu söylediklerinden dolayı üzüldüğünü belli etmedi.
Elbette ki kendisinin de öz kardeşinin de suçsuz olduğunu çok iyi biliyordu.
Nitekim onların bu sözlerine sadece şöyle demekle yetindi.
"Asıl kötü durumda olan sizlersiniz."
Yani bu iftiranızla, Allah katında asıl kötü duruma
düşen bizzat kendinizsiniz. Bu bir hakaret değil, gerçeğin ta kendisidir.
Sonra ekledi:
"Allah sizin uydurma sözlerinizin iç yüzünü
herkesten iyi bilir."
Yani söylediğiniz sözlerin ne denli doğru olduğunu
Allah herkesten iyi bilir. Bu sözüyle Yusuf, onların yaptıkları suçlama
konusunda tartışmayı kısa yoldan noktalıyordu. Zaten bu suçlamanın, o andaki
meseleyle zerre kadar bir ilgisi de yoktu!
Bu durumda çaresiz, içinde bulundukları güç durumu,
babalarının kendilerinden almış olduğu sözü düşünmeye başladılar yine.
Babaları bu kardeşlerini onlara teslim etmezden önce; "Hep birlikte ölüm
çemberine düşmeniz ihtimali dışında onu kesinlikle geri getireceğinize
ilişkin bana Allah adına sağlam bir güvence, bağlayıcı bir söz vermedikçe,
onu sizinle birlikte göndermem!" diyerek söz almamış mıydı kendilerinden?..
Bunun üzerine, alıkonulan delikanlının, babasının çok yaşlı olduğunu
söyleyerek Yusuf'u kendilerine acındırmaya çabaladılar. Sözkonusu yaşlı
babanın hatırı için, onu serbest bırakmasa bile, hiç olmazsa onu değil de
onun yerine aralarından başka birini alıkoymasını istediler. İsteklerini
geri çevirmemesi için, onun iyiliksever ve temiz bir insan olduğunu
hatırlatmayı da unutmadılar. Öyle ya, belki böylece yumuşatabilirlerdi
karşılarındaki Yusuf'u:
"Yakub'un oğulları dediler ki; `Ey vezir, bu
kardeşimizin ileri derecede yaşlanmış, ihtiyar bir babası var. Onun yerine
içimizden birini alıkoy. Görüyoruz ki sen iyiliksever bir adamsın."
Ancak Yusuf'un amacı, onlara iyi bir ders vermekti.
Onları, kendileri, babası, kısacası herkes için kafasında tasarladığı
sürprize hazırlamak istiyordu. Böylece bunun yaratacağı etki, onların
hafızalarından asla silinmeyecekti. Bunun üzerine, onların bu sözlerine
karşılık:
"Yusuf; `Çalınan eşyamızı valizinde bulduğumuz
kimseden başkasını alı koymaktan Allah'a sığınırız. Yoksa, zalimlik etmiş
oluruz' dedi."
Dikkat edilirse Yusuf, "Hırsızlık suçu işlememiş bir
masumu alıkoymaktan Allah'a sığınırız" demiyor. Zira alıkoyduğu öz
kardeşinin hırsız olmadığını bilmektedir. Bu nedenle de kullandığı
sözcükleri ustaca seçiyor. Ayette de Yusuf'un söylediği bu söz, bizlere
Arapça olarak aynı özenle aktarılıyor: (Yusuf anadili İbranice'yi de o anda
içinde bulunduğu ortamda konuşulan eski Mısır dilini de bilmekteydi.
Anlaşılan o ki burada kardeşleriyle eski Mısır dilince konuşmaktadır. Demek
ki kardeşleri de eski Mısır dilini biliyorlar ya da konuşmalar bir mütercim
aracılığıyle kendilerine çevriliyordu.)
"Çalınan eşyamızı valizinde bulduğumuz kimseden
başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız."
Böylece Yusuf, suçlamayı ne onaylıyor, ne de
reddediyor. Hiçbir lâf kalabalığına başvurmaksızın, sadece gerçeği dile
getirmekle yetiniyor. Bunun ardından da ekliyor:
"Yoksa, zalimlik etmiş oluruz."
Yani biz, kimseye zalimlik etmek istemeyiz...
Bu olayda, Yusuf'un ağzından çıkan son söz bu
olmuştu. Kardeşleri anladılar ki, isteklerinde direnmenin hiçbir yararı
olmayacak. Bunun üzerine, döndüklerinde babalarının yüzüne nasıl
bakacaklarının düşüncesine dalarak, çekilip gittiler.
Yusuf'un kardeşleri, küçük kardeşlerini kurtarma
girişimlerinden ümitlerini kesince, Yusuf'un huzurundan çekip gitmişlerdi.
Ardından toplanarak, şimdi ne yapacaklarını karşılıklı olarak tartıştılar.
Şu an karşımıza çıkan sahnede, onların bu meseleye bir çare bulma uğraşısı
içinde olduklarını görüyoruz. Ayette bizlere onların herbirinin neler dediği
aktarılmıyor. Bizlere sadece onların sonuçta neye karar verdikleri
aktarılmakla yetiniliyor:
80- Yakub'un
oğulları Yusuf'tan umut kesince, aralarında konuşmak üzere bir kenara
çekildiler. En büyükleri dedi ki; "Babanızın Allah adına sizden bağlayıcı
bir güvence aldığını ve daha önceki Yusuf'a ilişkin ihmalinizi bilmiyor
musunuz? Bu yüzden babam bana izin vermedikçe ya da hüküm verenlerin en
hayırlısı olan Allah, hakkımda bir hüküm vermedikçe buradan ileriye adım
atmam!"
81- "Varınız
babanıza deyiniz ki; `Ey babamız! Oğlun hırsızlık yaptı, biz sadece
bildiklerimizi söylüyoruz, yoksa bilinmez sırlara ilişkin bir haberimiz
yoktur!"
82- "İçinde
bulunduğumuz şehrin halkına ve birlikte yola çıktığımız kervana sor,
söylediklerimiz kesinlikle doğrudur. "
Hz. Yakub'un oğullarının en büyüğü diğer
kardeşlerine, babalarının kendilerinden aldığı sözü, ayrıca daha önce aynı
zamanda Yusuf meselesinde de ihmalkâr davrandıklarını kendilerine
hatırlatıyor. Bu iki olay arasında bir bağ kuruyor. Ardandan da kesin
kararını açıklıyor: Babası kendisine izin vermedikçe ya da hükmüne razı olup
boyun eğeceği Allah kendisi hakkında bir hüküm vermedikçe Mısır'dan ayrılıp
babasının karşısına kesinlikle çıkmayacaktır.
Diğer kardeşlerine gelince... Onlardan, dönüp
babalarına giderek her şeyi açıkça anlatmalarını istiyor: Oğlu hırsızlık
yapmıştır! Bu sebeple de tutuklanmıştır. Kendilerinin görüp bilebildikleri
budur. Aslında oğlu masumdu da işin içinde başka bir iş mi vardı, bunu
bilememektedirler. Kendileri bilinmez sırları, gaybı çözebilecek durumda
değildirler. Nitekim tüm bunların başlarına geleceği önceden akıllarından
bile geçmemişti. Çünkü o sırada tüm bunlar kendileri için sözcüğün tam
anlamıyla bir gayb, bir bilinmezlikti. Bilinmez sırlara, gayba ilişkin en
ufak bir bilgileri sözkonusu değildi... Babaları sözlerine inanmayacak
olursa, dilerse olayı yaşadıkları şehirdeki -yani Mısır'ın başkentindeki-
halka sorsun! -Kur'an-ı Kerim'deki "karye" sözcüğü, büyük şehir
anlamındadır.- Ve yine dilerse, birlikte yolculuk ettikleri kafiledeki
insanlara sorsun... Gerçekten de onlar bu yolculuklarında yalnız değildiler.
O kıtlık yıllarında zahire alabilmek için pek çok kafile durmadan Mısır'a
gidip geliyordu...
BİTMEYEN ÜMİT
Ayetlerde, Hz. Yakub'un oğullarının bunun ardından
yola çıktıklarına değinilmiyor. Bir sonraki ayette hemen, onların dertli
babalarının huzuruna çıkmış oldukları sahneyle karşılaşıyoruz. Babalarına
korkunç haberi vermiş durumdadırlar. Biz sadece Hz. Yakub'un buruk, kederli,
apar topar ve kısaca verdiği cevabı işitiyoruz. Ama bu cevapta Hz. Yakub'un,
Allah'ın Hz. Yusuf ve öz kardeşini ya da Allah kendisi için bir hüküm
vermedikçe bulunduğu yerden bir adım bile atmamaya azmetmiş oğlu da dahil
olmak üzere, her üçünü de geri getirebileceği noktasında ümit l:esmediğini
görüyoruz. Onca dert yüklü bir yüreğin, halâ böylesi bir umut
taşıyabilmesine şaşırmamak elde değildir:
83- Hz. Yakub dedi
ki; `Herhalde nefsinizin kışkırtması ile bir komplo düzenlediniz. Bana yaman
bir sabır düşüyor. Belki de Allah bana tüm oğullarımı birlikte
kavuşturacaktı. Hiç şüphesiz O, her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir. "
"Herhalde nefsinizin kışkırtması ile bir komplo
düzenlediniz. Bana yaman bir sabır düşüyor." Hz. Yakub, Yusuf'unu
yitirdiğinde de aynı sözü söylemişti. Ancak bu kez, Allah'ın, Hz. Yusuf ve
öz kardeşini, ayrıca ettiği yeminden ötürü huzuruna gelmemiş oğlunu, hepsini
birden kendisine geri getirebileceğini umduğunu da ekliyor. "Hiç şüphesiz O,
her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir." Allah, onun yaşadığı durumu,
ayrıca tüm bu olayların ve sınamaların ardındaki hikmeti kuşkusuz çok iyi
bilmektedir. Ve yine kuşkusuz ki O, olaylar ve sonuçları sıralamasındaki
hikmet gerçekleştiğinde, her işi en uygun zamana ayarlayabilecek güçtedir.
Bu yaşlı adamın yüreğine böylesine bir ışık, nasıl
ve nereden doğuyor? Kuşkusuz ki, bu Allah'a bel bağlamanın, O'nunla güçlü
bir iletişimin, O'nun varlığını ve merhametini gerçekten hissedebilmenin
sonucudur. Bu türden seçkin ve tertemiz yüreklerde doğan duygular, bundan
ötürüdür ki, ellerin uzanabildiği, gözlerin görebildiği algılanabilir
realiteden daha derinlikli ve daha doğrudur.
84- "Hz. Yakub,
yüzünü başka tarafa çevirerek; `Vah Yusuf'um vah!' diye inledi. Gözleri
hüzünden ağarmıştı, buna rağmen acısını içine gömüyor, belli etmiyordu. "
Dertli babaya ilişkin, tüyler ürpertici bir
tasvirdir bu. Kederiyle ve başına gelenlerle tek başına ve yapayalnız
bırakıldığını hissediyor. Çevresindekiler onun acısını paylaşmaya
yanaşmıyor. Dolayısıyla o da yalnızlığa gömülüyor. Sevgili oğluna, Yusuf una
ilişkin yarası yine depreşiyor. Onu halâ unutamamıştır. Aradan geçen onca
yıl, bu acıyı onun yüreğinden söküp atamamıştır. Şimdi de onun öz kardeşine
ilişkin bu yeni acı haberle yine onu hatırlâmış; sürdürdüğü güzelim sabrına
dayanamamıştır:
"Vah Yusuf'um vah!"...
Hüznünü içine atıp gizlemektedir. Ancak bu içine
atmasından ötürü sinirleri yıpranmış ve sonuçta gözlerine üzüntüden ve
yıkımdan aklar düşmüştür:
"Gözleri hüzünden ağarmıştı, buna rağmen acısını
içine gömüyor, belli etmiyordu. "
Oğullarının yüreklerindeki çekemezlik öyle bir
noktaya varmıştı ki, babalarının bu durumuna bile acımıyorlardı. Babalarının
Hz. Yusuf özlemi, onun gizliden gizliye halâ üzülmesi bile onların
yüreklerini sızlatmıyordu. Ne onunla konuşup rahatlatmaya çalışıyorlar, ne
teselli ediyorlar, ne de ona umut veriyorlardı! Tam tersine, Hz. Yakub'un
yüreğiyle yakaladığı son umut ışığını bile silmek istiyorlardı:
85- "Oğulları;
`Vallahi, Yusuf Yusuf diye diye ya yatağa düşeceksin, ya da helâk olacaksın"
dediler..."
Kınayıcı, kin dolu bir sözdür bu. Vallahi, halâ Hz.
Yusuf'u sayıklayıp duruyorsun. Ona üzülmekten yatağa düşeceksin artık.
Üzüntüden eriyip bittin. Boş yere kendini üzmekten, artık mahvolacaksın.
Yusuf'tan artık ümit yok sana! O gitti! Artık asla geri gelmeyecek!
Bu sözlere karşılık Hz. Yakub onlardan, kendisini
Rabbiyle başbaşa bırakmalarını istiyor. O, Allah dışında kimseye derdini
açmak istememektedir. O, onlardan farklı olarak Rabbiyle iletişim içindedir.
Bu nedenle de onların bilmediği Allah gerçeği hakkında onlardan farklı bir
bilgiye sahiptir.
86- "Hz. Yakub,
oğullarına dedi ki; "Ben acımı ve ızdırabımı yalnız Allah'a şikayet ediyorum
ve ben Allah hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum. "
Bu sözlerde, Allah'la bağlantılı bir yürekte,
ilahlık gerçeğini kavramış olmanın verdiği duygu; ayrıca bizzat bu
gerçekteki engin yücelik ve bu noktadaki pırıl pırıl inciler gözleniyor.
Bir yanda, Hz. Yusuf'tan artık ümit kesmeyi
gerektiren görünürdeki olgu; bırakınız Hz. Yusuf'un dönmesini, onun
yaşamından bile ümit kestirebilecek denli onca zaman geçmiş olması... Diğer
yandan da bunca ağır bir olgu karşısında aradan geçen onca sürenin ardından
Hz. Yakub'un yine de umuda kapılışının, oğullarınca acımasızca kınanması...
Ama tüm bunlar, rabbine bağlı bu yaşlı adamın duygularının zerre kadar
etkilememektedir. Çünkü O, Rabbi hakkında, O'nun işleri hakkında oğullarının
bilemediklerini bilmektedir. Bu noktada oğullarının gözleri ise, görünürdeki
sıradan bir realiteyle sözkonusu hakikati göremeyecek denli perdelenmiştir!
Burada Allah'a imanın; Hz. Yakub'un Allah'ı bu denli
tanımasının; gözle görüyorcasına bilmesinin; O'nun gücünü ve yazgısını,
merhametini ve görüp gözeticiliğini yaşamasının; ilah olarak, O'nun salih
kullarıyla nasıl bir ilişki içinde olduğunu kavramasının ne denli paha
biçilmez bir değer ifade ettiğini görüyoruz.
Hz. Yakub; "Ben Allah hakkında sizin
bilmediklerinizi biliyorum" diyor. Bu gerçeği daha iyi ifade edebilecek,
başka bir söz bulamıyoruz. Bu sözlerdeki, ancak onu tadanın, dolayısıyla da
bu salih kul Hz. Yakub'un yüreğinde bu sözün neler çağrıştırdığını
kavrayabilenin tadacağı zevki aktarabilme noktasında bizim sözcüklerimiz
yetersiz kalıyor.
Bu zevki tatmış bir kalbe, sıkıntılar -hangi boyuta
ulaşırsa ulaşsın-, ondaki gözle görürcesine imanın verdiği duygu ve zevki
arttırmaktan başka bir şey yapamaz.
Daha fazla söyleyebilecek bir şey bulamıyoruz.
Sadece Allah'ın bu noktadaki lütuflarına şükretmekle yetiniyoruz. Bizlerle
Allah arasındaki ilişkiyi ise O'nun bilgisine ve görüp gözeticiliğine
bırakıyoruz...
Ardından Hz. Yakub, oğullarına dönerek, onlardan Hz.
Yusuf'u ve kardeşini aramalarını; onları arayıp bulma konusunda Allah'ın
rahmetinden ümit kesmemelerini istiyor. Zira Allah'ın rahmet ve lütfu son
derece geniştir. O'nun, imdada yetişivermesi, her an için sözkonusu
olabilir:
87- "Ey oğullarım,
gidiniz Hz. Yusuf'u ve kardeşini arayınız, Allah'ın lütfundan ümit
kesmeyiniz. Çünkü Allah'ın lütfundan, sadece kafirler ümitsiz olur. "
Allah'la bağlantısı ne kadar güçlü bir kalptir bu!
"Ey oğullarım, gidiniz Yusuf'u ve kardeşini
arayınız."
Bu noktada tüm gücünüzü kullanarak, bıkmadan,
yılmadan, aramaktan usanmaksızın arayınız. Allah'ın rahmetinden, lütfundan,
imdadınıza yetişeceğinden ümit kesmeksizin arayınız! Ayetin orijinalinde,
Allah'ın lütfundan söz edilirken "lütuf", "ravh" sözcüğüyle ifade ediliyor.
"Ravh", birçok inceliği ve anlamı kapsayan bir sözcüktür. Dolayısıyla bu
sözcük, ruhları kuşatıveren Allah'ın rahmetinin ve lütfunun serinliğiyle, en
boğucu keder ve üzüntülerden bile kurtulup iyice dinlenebilmeyi de
çağrıştırmaktadır.
"Çünkü Allah'ın lütfundan, sadece kâfirler ümitsiz
olur.."
Allah'a yürekten bağlanmış mü'minlere gelince...
Onlar, Allah'ın rahmet ve lütfunun serinliğini yaşarlar. İçlerinde, Allah'ın
rahmet ve lütfunun tatlı mı tatlı püfür püfür estiğini hissederler.
Kendileri büyük kederler içinde bile olsalar, iyice sıkıntıya bile düşseler,
Allah'ın rahmet ve lütfundan asla ümitlerini kesmezler. Mü'min en şiddetli
sıkıntılar, en çaresiz dertler içinde bile bulunsa, kendisini sürekli,
imanının gölgesi altındaki serinlik, Rabbiyle bağının verdiği bir cana
yakınlık, O'na güvenmesinden doğan bir iç huzur içerisinde hisseder...
GERÇEK ORTAYA
ÇIKIYOR
Hz. Yusuf'un kardeşleri, üçüncü kez yine
Mısır'dalar. Açlıktan perişan olmuş, parasız pulsuz durumdalar. Ellerindeki
son birkaç işe yaramaz eşyayı da vererek, bunun karşılığında biraz zahire
alabilmek üzere Mısır'a gelmişlerdir. Bu defa ki konuşmalarına baktığımızda,
daha öncekilerden bütünüyle farklı bir biçimde, artık bitip tükendiklerini
sezinliyoruz. Günlerdir yollarda olmanın beraberinde getirdiği perişanlık ve
açlıktan yakınmaktadırlar:
88- Yakub'un
oğulları, Yusuf'un yanına girdiklerinde dediler ki; `Ey vezir, biz ve
ailemiz sıkıntıya düştük, yanımızda düşük değerli bir bedel getirdik, fakat
sen erzağımızı eksiltmeden ver, bize bağışta bulun. Çünkü Allah
hayırseverleri ödüllendirir... "
Onların bu denli sıkıntıya düştüklerini, bitip
tükendiklerini, acınacak hale geldiklerini gören Hz. Yusuf, artık Mısır
başveziri rolünü oynamayı sürdürememekte ve onlara gerçek kimliğini
açmaktadır. Zaten onlar, gerekli dersi de almış durumdadırlar. Onların
akıllarının ucundan bile geçmeyecek olan o büyük sürprizi yapmanın tam
zamanıdır artık. Gerçek kimliğini nazik bir biçimde açıklarken, onlara
sadece kendilerinin bildiği ve gerçek anlamda sadece Allah'ın vâkıf
olabildiği ta geçmişteki bir olayı hatırlattı:
89- Hz. Yusuf
kardeşlerine; `Cahillik döneminde Yusuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı
hatırlıyor musunuz'? dedi. "
90- Kardeşleri
"Yoksa sen Yusuf musun?" dediler. O da dedi ki; "Evet, ben Yusuf'um, bu da
kardeşimdir. Allah bize lütufta bulundu. Kuşku yok ki, kim kötülükten
sakınır ve sabrederse, Allah iyilik edenleri asla ödülsüz bırakmaz. "
Kulaklarında çın çın çınladı bu ses. "Evet,
tanıdıkları birinin sesiydi bu! Evet, onun yüzü olmalıydı bu yüz! Ama o ana
dek, onu hep Mısır başveziri diye düşündüklerinden, bu yüzü böylesine
dikkatle incelememiş olmalıydılar. İşte nazik bir biçimde kendi kimliğini de
açıklıyordu nitekim. Gözlerinin önünde ta geçmişte yaşanmış bir olayın anısı
canlandı:
"Kardeşleri; `Yoksa sen Yusuf musun?' dediler."
Ne diyorsun?! Sen o Yusuf musun?! Yürekleri,
kulakları, kısacası tepeden tırnağa etkilenmiş bir biçimde, o küçük Yusuf'a
ait hayalı, büyüyüp kocaman bir adam haline geliverdiğini gördüler...
"O da dedi ki; `Evet, ben Yusuf'um, bu da
kardeşimdir. Allah bize lütufta bulundu: Kuşku yok ki, kim kötülükten
kaçınır ve sabrederse, Allah iyilik edenleri asla ödülsüz bırakmaz'.."
Tam bir sürprizdi bu! Hem de hiç beklenmedik bir
sürpriz! Kendisine ve kardeşine karşı bir cahillik ederek yaptıkları işi
güzellikle ve sadece hatırlatmakla yetiniveren Hz. Yusuf'un yaptığı bir
sürpriz! Hz. Yusuf, onlara başka hiçbir şey dememişti. Sadece bunların
kendisine ve kardeşine Allah'ın bir lütfu olduğunu; bu lütfun da sakınarak
iyilik etmenin, sabrın ve Allah'ın adaletinin bir sonucu olduğunu
belirtmekle yetinmişti.
Bu durumda ister istemez, bir zamanlar Hz. Yusuf'a
yaptıkları geldi gözlerinin önüne. Onlar kötülük etmişlerdi, O ise
kendilerine iyilikte bulunuyordu. Onlar bir cahillik etmişlerdi, O ise
kendilerine son derece yumuşak davranıyordu. Onlar insanlık onuruna
yakışmayacak bir iş yapmışlardı, O ise kendilerine karşı onurluca
davranıyordu. Bu durumda o anda, ister istemez tüm bunların ezikliği ve
utangaçlığını duyuyorlardı:
91- Kardeşleri;
"Vallahi, Allah seni bize üstün kıldı, biz hep suçlu idik dediler...
Yanlışlıklarını açıkça söyleyerek, günah işlemiş
olduklarını kabul ediyorlar. Derece, nezaket, sakınma ve iyilik etme gibi
konularda Allah'ın Hz. Yusuf u kendilerinden üstün kıldığını gördüklerini
açıkça söylüyorlar. Buna karşılık Hz. Yusuf da onlara kucak açarak, onları
bağışlayarak, içine düştükleri utanılası konuma son veriyor. Değerli bir
insanın göstereceği bir erdemdir bu! Daha önce darlık sınanmasından alnının
akıyla çıkmış olan Hz. Yusuf, böylece bollukla sınanmasını da başarıyla
atlatıyor. Kuşkusuz ki O, iyilik eden kimselerdendi.
92- Yusuf dedi ki;
"Bugün size kınama yok, Allah günahlarınızı bağışlar, O merhametlilerin en
merhametlisidir. "
Size kusur bulmuyorum, sizi kınamıyorum! Bu mesele
benim için bitmiştir. Bu meseleyi ben kendi adıma bütünüyle unutuyorum.
Allah, sizlerin günahlarınızı bağışlasın. O ki merhametlilerin en
merhametlisidir. Ardından söz, başka bir konuya geliyor. Sıra, üzüntüsünden
gözleri ağarmış babasına geliyor. Hz. Yusuf bir an önce, babasına müjdeyi
yetiştirebilmek, onu görebilmek, onun yüreğindeki hüznü dindirebilmek,
hastalıktan bedeninin çektiği acılara son verebilmek, artık görmez olan
gözlerini yeniden sağlığına kavuşturabilmek için yanıp tutuşmaktadır. Bu
sebeple de kardeşlerine şöyle diyor:
93- "Şimdi şu benim
gömleğimi götürüp yüzüne sürün de gözleri açılsın. Sonra bütün ailenizle
birlikte bana geliniz. "
Hz. Yusuf, gömleğine sinmiş kokusunun, babasının
körelmiş gözlerini tekrar sağlığına kavuşturabileceğini nereden bilmişti?
Bu, Allah'ın kendisine öğrettiği bilgilerdendir. Pek çok durumda, şok etkisi
yaratabilecek bir sürpriz, olağanüstü şeylerin gerçekleşmesine neden olur...
Hem Hz. Yusuf da Hz. Yakub da birer peygamber olduklarına göre, böylesi bir
mucizenin gerçekleşmesi de son derece normal değil midir?
SÜRPRİZLER ZİNCİRİ
Kıssanın bu bölümünde sürpriz üstüne sürprizle
karşılaşıyoruz. Bu heyecanlı sahneler Hz. Yusuf'un küçük bir çocukken görmüş
olduğu rüyanın yorumlanmasına dek sürecek...
94- Kervan yola
çıkınca, babaları yanındakilere; "Eğer bana bunak demeyecekseniz, söyleyeyim
ki, burnuma Yusuf'un kokusu geliyor" dedi...
Hz. Yusuf'un kokusu! Her şey akla gelebilir, ama
böyle bir şey asla! Aradan geçen onca uzun bir zamandan sonra Hz. Yusuf'un
halâ hayatta olabileceği kimin aklından geçer ki! Durum böyle olduğu halde,
artık gözleri bile görmeyen bu yaşlı adam Hz. Yusuf'un kokusunu alıyor!
Ne diyor? Bu ihtiyar da iyice sapıttı demeyecekseniz
doğrusu ben, Yusuf'un kokusunu alıyorum. "Eğer bana bunak demeyecekseniz",
dediğime inanacaksanız, size bir şey söyleyeyim mi, ta uzaklardan Yusuf'un
kokusu geliyor burnuma!
Kervan yola çıkar çıkmaz Hz. Yakub, Hz. Yusuf'un
kokusunu nasıl olmuş da alabilmiştir? Ayrıca, kervanın bu ayette sözü edilen
anlamıyla yola çıkış noktası neresidir? Kimi tefsirciler, kervanın yola
çıkış noktasının Mısır olduğu; Hz. Yakub'un da Hz. Yusuf'un kokusunu bu
denli uzak bir mesafeden aldığı görüşündedir. Ancak meselenin gerçekten
böyle olduğuna ilişkin bir gösterge yoktur. Kim bilir? "Kervan yola çıkınca"
derken belki de, Kenan diyarındaki ana yolların kesiştiği nokta ve de
kafilenin bu noktadan Hz. Yakub'un biraz ötedeki mahallesine doğru yola
çıkması kastedilmektedir.
Burada, bir peygamber durumundaki Hz. Yakub'un ve
yine bir peygamber durumundaki Hz. Yusuf'un pekalâ gösterebilecekleri bir
mucizeyi reddetmeye çalıştığımız düşünülmesin. Bizim yaptığımız, Kur'an'daki
bu ayetin içerdiği anlamın ya da kesin bir kanıtın ötesine geçmemeye
çabalamaktan ibarettir. Nitekim burada sözünü ettiğimiz mesafenin ne kadar
olduğu konusunda, kesinkes doğru kabul edilen bir hadis bulunmamaktadır.
Ayrıca kimi müfessirlerin bu mesafe konusunda ileri sürdükleri görüşün doğru
olduğuna ilişkin de ayetin orijinalinde en ufak bir işaret yoktur!
Ancak Hz. Yakub'un çevresindeki kimseler, onun kadar
üstün bir dereceye ulaşamamış olduklarından, onun duyduğunu belirttiği Hz.
Yusuf'un kokusunu da alamamaktadırlar:
95- Yanındakiler,
Hz. Yakub'a; "Vallahi, sen halâ o eski şaşkınlığının pençesindesin"
dediler..
Halâ Hz. Yusuf'u kaybetmenin şaşkınlığı
içerisindesin. Nice zaman önce bilinmezliklere karışıp gitmiş ve artık asla
gelmeyecek olan Yusuf'u halâ bekleyip durmaktan aklını bozmuşsun sen!
Ama bu beklenmedik sürpriz gerçekleşecektir. Üstüne
üstlük, bununla birlikte bir sürpriz, bir mucize daha yaşanacaktır:
96- Hz. Yakub'un
müjdeli haberi taşıyan oğlu gelip de gömleği babasının yüzüne sürünce,
gözleri açılıverdi ve oğullarına "ben size Allah hakkında sizin
bilmediklerinizi biliyorum demedim mi?" dedi.
Gömlek sürprizi! Bu, Hz. Yusuf'un yaşadığının,
yakında ona kavuşacağının kanıtıydı. Ardında ise, Hz. Yakub'un ağarmış
gözlerinin yeniden tümüyle sağlığına kavuşuvermesinin yarattığı sürpriz...
Bunun üzerine Hz. Yakub hemen Rabbi katından öğrenmiş olduğu, nitekim bu
olaydan çok daha önce de oğullarına söylemiş bulunduğu, ancak kimsenin bir
şey anlamadığı gerçeği hatırlatıyor:
"Oğullarına; `Ben size Allah hakkında sizin
bilmediklerinizi biliyorum demedim mi dedi."
97- Oğulları; `Ey
babamız! Bizim adımıza Allah dan günahlarımızı affetmesini dile, biz
kesinlikle suçluyuz" dediler.
Ancak Hz. Yakub'un, açıkça söylemese de bu
oğullarına karşı kalbinin az da olsa halâ kırgın olduğu anlaşılıyor. Onlara
Allah'dan günahlarını affetmesini dileyeceğine ilişkin söz veriyor ama bu
işi, içindeki kırgınlık iyice geçtikten, iyice sakinleşip kendine geldikten
sonra yapacağını belirtiyor:
98- Hz. Yakub,
oğullarına; "Sizin için daha sonra af dileyeceğim. Hiç kuşkusuz Allah
affedicidir, merhametlidir" dedi.
Nitekim ayetin orijinaline baktığımızda Hz.
Yakub'un, "af dileyeceğim" derken, fiili -Arapça'da uzak gelecek zaman ifade
eden- "sevfe" edatıyla kullanarak, bu işi "daha sonra" yapacağını özellikle
belirttiğini görüyoruz. Bu olgu, Hz. Yakub'un kalbinin o an için bile halâ
sızladığı biçiminde pekalâ yorumlanabilir...
GÖZ YAŞARTICI
SAHNELER
Ayetlerde, kıssadaki sürprizlerin aktarılmasına
devam ediliyor. Ancak, zamandan ve mekândan bir atlama yapılarak hemen
kıssamızın büyüleyici ve göz yaşartıcı nitelikteki son sahnesine geçiliyor:
99- Hz. Yakub
ailesi, Hz. Yusuf un yanına vardığında O, ana-babasını bağrına bastı ve
"Allah'ın izni ile Mısır'a güven içinde giriniz" dedi.
100- Ana-babasını
makam koltuğuna oturttu, bu arada hep birlikte
önünde secdeye kapandılar. Bunun üzerine Hz. Yusuf,
babasına dedi ki; "Babacığım, bu olay, bir zamanlar gördüğüm rüyanın somut
yorumudur, Rabbim o rüyayı gerçeğe dönüştürdü. Ayrıca beni hapisten
çıkararak ve şeytanın kışkırtması sonucunda kardeşlerimle aramın
açılmasından sonra sizleri çöl ortasından kaldırıp yanıma getirerek bana
lütufta bulundu. Hiç kuşkusuz Rabbim dilediklerine karşı lütufkâr davranır.
O her şeyi bilen ve her yaptığını yerinde yapandır. "
Aman Allah'ım! Ne kadar güzel bir sahnedir bu! Onca
yılların ve nice günlerin ardından, karamsarlıkların ve düş kırıklıklarının
ardından, acıların ve sıkıntıların ardından, sınavlara ve belalara maruz
bırakılmanın ardından, dayanılmaz özlemlerin, bitmeyen üzüntülerin ve sızım
sızım sızlatan dertlerin ardından geliveren ne görkemli bir sahnedir bu!
Hıncahınç heyecan, duygu, sevinç ve gözyaşı dolu bir
sahnedir bu!
Bu son sahneyle, ilk sahne arasında da öylesine
güzel bir uyum var ki! Başlangıçta bütünüyle bir gayb, geleceğe ilişkin bir
bilinmezlik durumundaydı tüm bunlar. Son sahnedeyse bir bakıyoruz, tüm
bunlar bizzat yaşanıyor! Ve tüm bunlar yaşanırken bakıyoruz ki, Hz. Yakub
yine hiçbir zaman unutmadığı Allah'ını anıyor:
"Hz. Yakub ailesi, Hz. Yusuf'un yanına vardığında O,
ana-babasını bağrına bastı ve `Allah'ın izni ile Mısır'a güven içinde
giriniz' dedi."
101- Rabbim, sen
bana egemenlikten pay verdin, beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya
ilişkin bazı bilgiler ile donattın. Ey göklerin ve yerin yaradanı! Gerek
dünyada, gerek ahirette tek dayanağım sensin; canımı müslüman olarak al ve
beni iyi kulların arasına kat. "
"Rabbim, sen bana egemenlikten pay verdin.."
Bu anlamda sen beni yönetici kıldın,belirli bir
makam ve mevki, mal sahibi yaptın. Bunlar dünya nimetlerinden bana
lûtfettiklerindi.
"Beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin
bazı bilgiler ile donattın."
Bana olayların nasıl noktalanacağını kestirebilmemi,
rüyaları yorumlayabilmemi sağladın. Bu ise, bilgi noktasında bana
lûtfettiklerindendi. Tüm bunlar senin nimetlerin, senin lütuflarındı Rabbim!
Onları bir bir hatırlıyor, sayıyorum...
"Ey göklerin ve yerin yaradanı!"
Yeri de gökleri de tek bir sözünle yaratıverdin. Bu
noktada her şey de senin elindedir. Yer de, gökler de, oralarda yaşayanlar
da senin gücüne hiçbir biçimde karşı koyamaz...
"Gerek dünyada, gerek ahirette tek dayanağım
sensin.." Tek destekçim, tek yardımcım sensin...
Rabbim, senin lütuflarının, senin gücünün
göstergesidir tüm bunlar. Rabbim senden ne yöneticilik, ne sağlık, ne de mal
mülk istiyorum! Benim senden istediğim, tüm bunlardan daha kalıcı, daha
özenilesi bir şeydir:
"Canımı müslüman olarak al ve beni iyi kulların
arasına kat.."
Böylece makam ve mevki de, yöneticilik de, yeniden
buluşma sevinci de, ailenin biraraya gelişi de, kardeşlerinin kaynaşması da
hepsi geride kalıp gözden kayboluyor. Tüm görüntü sadece son sahneyle
kaplanıyor: Bir kul sade bir birey olarak Rabbine el açmış; O'ndan
müslümanlığını ölene dek korumasını, canının müslüman olarak alınmasını;
ahirette iyi kullar arasına katılmasını dilemektedir.
Hz. Yusuf son sınavda da mutlak başarısının
göstergesidir bu!..
Hz. Yusuf kıssasının bitiminin ardından burada
kıssanın değerlendirilmesine ilişkin ayetler başlıyor. Sözkonusu
değerlendirmelere, giriş bölümünde surenin tanıtma yazısı sırasında da
değinmiştik. Bu değerlendirmelerin yanısıra bilinen bugünün ardındaki
bilinmeyen gayba, geçmiştekilerin izlerine, yüreklerin en derindeki
köşelerine, evrenin sayfalarına ilişkin esin yüklü turlara, değişik
değinilere ve çeşitli yaklaşımlara da yer veriliyor. Bunları suredeki
sıralarına göre gözden geçirelim. Bu sıralamanın belirli bir amacı olduğunu
da vurgulamamız gerekir.
SONUÇ
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- doğup
büyüdüğü, ardından da peygamber olarak görevlendirildiği toplumda bu kıssa
bilinmiyordu. Üstelik, ancak olayı yaşamış kahramanlarca bilinebilecek
sırlarla yüklü bir kıssaydı bu. Tüm bu sırlar, tarihin derinliklerine
gömülüp gitmiş durumdaydı. Nitekim Allah da surenin başında peygamberine
şöyle buyurmuyor muydu?
"Biz bu Kur'an'ı sana vahyetmekle sana kıssaların,
eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz. Oysa daha
önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun."
İşte yine kıssanın tamamlanmasının ardından gelen ve
de kıssayı noktalayan ayetle, başlangıçtaki sözkonusu ayete gönderme
yapılıyor:
102- Ey Muhammed! Bu
anlatılanlar, gayba ilişkin haberlerdir, onları sana vahiy yolu ile
bildiriyoruz. Yoksa Hz. Yakub'un oğulları, biraraya gelerek kardeşlerinin
tuzak kurmayı kararlaştırdıkları sırada sen yanlarında değildin.
Sana anlatılan sözkonusu kıssalar, senin bilemediğin
gayba ilişkin haberlerdir. Ancak biz bunları sana vahiy yolu ile
bildiriyoruz. Bunların vahiy oluşunun kanıtı, bunların senin için
başlangıçta bir gayb, yani bilinmedik bir olay durumunda bulunmasıdır.
Nitekim Hz. Yakub'un oğulları biraraya gelip toplandıklarında,
anlaştıklarında, kıssada yer yer sözü edilen tuzakları kurduklarında, sen
onların yanında değildin. Onlar, kardeşleri Yusuf'un da babaları Hz.
Yakub'un da başına çorap örmüşlerdi. Daha sonra diğer kardeşleri de
ellerinden alındığında, sadece kendi başlarının çaresine bakarak, yine
yapacaklarını yapmışlardı. Zira bu noktada da, kendi başlarının çaresine
bakma adı altında, örülen yeni bir çorap sözkonusuydu. Ayrıca gerek
kadınlar, gerekse Hz. Yusuf'u hapse tıkan saray erkânı da Hz. Yusuf'un
başına çorap örmüşlerdi. Evet, tüm bunlar olup bitmişti, ama sen bunları
onların arasında yaşayıp bizzat görmüş değildin ki, bu denli ayrıntısıyla
anlatabilsin! Dolayısıyla bu anlatılanlar, ancak ve ancak bir vahiydir!
Nitekim bu sure, kıssanın çeşitli aşamalarında İslâm inancının ve dininin
kimi meselelerini açıklığa kavuşturmanın yanısıra, sözkonusu gerçeği
kesinkes ortaya koymak üzere indirilmiştir.
İNKÂR VE AZAB
Kıssaların vahyedilmesi, bunların ancak bir vahiy
ürünü olabileceği gerçeğinin kesinkes ortaya konması, ayetlerde insanı
yürekten etkileyen değiniler ve dikkat çekmeler karşısında insanların bu
Kur'an'a iman etmeleri gerekirdi. Zira o insanlar ki Peygamberimizi bizzat
görmekte, onu her yönüyle tanımakta ve onu bizzat dinlemekteydiler. Ne var
ki, insanların çoğu, inanıp imana gelmezler. Onlar, içinde yaşadıkları
evrenin dört bir yanını sarmış bulunan Allah'ın ayetleri karşısında da yine
tam bir vurdumduymazlık içindedirler! Allah'ın evrendeki ayetleri karşısında
bile, ne dikkat etme gereği duyarlar ne de bunların yüklü olduğu,taşıdıkları
anlamları kavramaya çalışırlar! Onlar, karşısında açık duran bir sayfadan
yüz çeviren, dolayısıyla da önünde ne bulunduğunu göremeyen bir kimseden
farksızdırlar. Bekledikleri nedir acaba? Hiç farkında olmadıkları bir anda,
Allah'ın azabının hepsini birden çarpıp götürüvermesini mi bekliyorlar.
103- "Sen insanların
iman etmesini ne kadar ısrarla istersen iste, onların çoğu iman
etmeyecektir. "
104- "Oysa sen bu
çabama karşılık onlardan herhangi bir ücret istemiyorsun. Kur'an, tüm
insanlara seslenèn bir hatırlatmadır sadece. "
105- "Göklerde ve
yerde nice ayetler, nice ibret içerikli belgeler vardır, yanlarından
geçtikleri halde onları umursamazlar. "
106- "Onların çoğu,
Allah'a ortak koşmaksızın O'na inanmazlar. "
107- "Acaba onlar,
hepsini birlikte çarpacak, yaygın bir ilahi azaba uğramayacaklarından ya da
hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın kıyametin başlarına
kopmayacağından emin midirler?"
Peygamberimiz, -salât ve selâm üzerine olsun-
yaşadığı toplumdaki herkesin imana gelmesi için ısrarla çabalayan bir
kimseydi. O, kendileri için getirmiş bulunduğu gerçek, hayır ve iyiliği
onların herbirine benimsetebilme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Onlara duyduğu
merhametten ötürü hiç kimsenin, dünyada perişanlıktan, ahirette de azaptan
kurtulamayacak olan müşriklerin akıbetine uğramasını istemiyordu. Ancak
Allah, insanların yüreklerini en iyi bildiği gibi, onların doğalarından, iç
dünyalarından da en iyi biçimde haberdardır. Bu nedenle de Peygamberimizi,
ne kadar uğraşıp çabalarsa çabalasın, çoğunluk durumundaki müşriklerin imana
yanaşmayacakları noktasında uyarıyor. Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerinden yüz
çeviren ve bunları zerre kadar umursamayan kimselerdir. Bu yüz
çevirmelerinden ötürüdür ki, bir türlü iman edecek bir düzeye gelemezler.
Yine bundan ötürüdür ki bir türlü kendilerini çepeçevre kuşatmış Allah'ın
ayetlerinden yararlanarak gerçeği yakalamasını bilemezler!
Ey Muhammed! Senin, onların imanına ihtiyacın
yoktur. Doğru yola iletme noktasında onlardan bir ücret. de istemiyorsun.
Doğru yol onlara, hiçbir ücret, hiçbir karşılık beklenmeksizin apaçık
sunulmasına karşın, onların böylesine yüz çevirmekte direnmelerine
şaşırmamak elde değildir.
"Oysa sen bu çabana karşılık onlardan herhangi bir
ücret istemiyorsun. Kur'an, tüm insanlara seslenen bir hatırlatmadır
sadece."
Onlara Allah'ın ayetlerini söylüyorsun. Onların
gözlerini, algılama güçlerini Allah'ın ayetlerinin üzerine çekmeye
çabalıyorsun. O ayetler ki, tüm insanlara sunulmuş bulunmaktadır. O ayetler
ki hiçbir ulusun, hiçbir ırkın, hiçbir oymağın tekelinde değildir! O ayetler
ki bir ücret karşılığında değildir! Dolayısıyla bu. noktada herhangi bir
kimsenin gücünün yetmemesi ya da zenginlerin yoksullara oranla ayrıcalıklı
olması sözkonusu değildir! O ayetler ki hiçbir önkoşula bağlanmamıştır!
Dolayısıyla bu noktada da herhangi bir kimsenin gücünün yetmemesi ya da
güçlülerin güçsüzlere oranla ayrıcalıklı olması sözkonusu değildir! Tam
tersine Allah'ın ayetleri, tüm insanlara seslenen bir hatırlatma bir
öğüttür; isteyen herkesin buyurabileceği, tüm insanlara açık bir ziyafet
sofrasıdır.
"Göklerde ve yerde nice ayetler, nice ibret içerikli
belgeler vardır, yanlarından geçtikleri halde onları umursamazlar."
Allah'ı, O'nun birliğini ve gücünü gösteren nice
ayetler, evrenin her köşesine serpiştirilmiş; göklerde ve yerde insanların
gözleri ve algılama güçleri önüne açıkça serilmiş durumdadır. İnsanlar gece
gündüz demeden, sabah akşam her an Allah'ın ayetleriyle karşılaşmaktadırlar.
O ayetler ki neredeyse dile gelmiş ve insanları açıkça çağırmaktadırlar.
İnsanların gözleri ve duyuları karşısında apaçık durmaktadırlar. İnsanların
yüreklerine ve akıllarına durmadan esinler fısıldamaktadırlar. Ne var ki,
insanlar tüm bu ayetleri görememekte, ayetlerin çağrısını işitememekte ve
onlardaki derin çağrışımları sezinleyememektedirler.
Bir an için güneşin doğuşunu ve batışını düşünün!
Bir an için yavaşça uzayan ya da kısalan gölgeyi düşünün! Bir an için engin
denizleri, gürül gürül akan pınarları, insanların susuzluğunu gideren
kaynakları düşünün! Bir an için büyüyen bitkiyi, güzelim tomurcuğu, açılan
çiçeği ve nazlı nazlı sallanan ekinleri düşünün! Bir an için
yüzüyormuşçasına havada uçan kuşu, suda yüzen balığı, sürünerek yürüyen
kurtçuğu, harıl harıl çalışan karıncayı, diğer hayvan, haşarat ve böcekleri
düşünün! Bir an için, sabahın ve akşamın nasıl olduğunu, gecenin
sessizliğini, gündüzün kalabalıklığını ibret gözüyle bir düşünün!.. İnsanın
yüreği bir an için bile, şaşılası varlıklar dünyasındaki ritimleri
yakalayabilir. O korkunç anlama ve etkilenim sürecinin ürpertisiyle insanın
yüreğinin titremesi için bir anlık bir zaman dilimi bile yeterlidir. Ama
insanlar, Allah'ın tüm bu ayetlerinin "yanlarından geçtikleri halde, onları
umursamazlar." Bu sebeple de onların çoğu iman etmezler!
İman edenlerden bile pek çoğunun yüreğine, -şu ya da
bu biçimde- şirk sızabilmektedir. Dolayısıyla saf ve katışıksız imanın, her
şeyden önce tüm şeytani sızmaları ve yeryüzü kökenli anlayışları kalpten
uzak tutabilmek için sürekli uyanık durmaya ihtiyacı vardır. Her
hareketin,her davranışın Allah için olması, sadece ve sadece O'na özgü
kılınması gerekir. Saf ve katışıksız imanın, kalp, davranış ve hareketler
üzerindeki otoritenin kime tanınacağı noktasında kesinkes ve bütüncül bir
tavra ihtiyacı vardır. Kalp, sadece ve sadece Allah'a boyun eğmelidir.
Yaşamda, dilediğini dilediği biçimde isteyen ve bir olan Allah dışında, hiç
kimseye kulluğa yer verilmemelidir. Ama insanların ne kadarı bunu
başarabilir?
"Onların çoğu Allah'a ortak koşmaksızın O'na
inanmazlar."
Olayları, olguları ya da kişileri değerlendirirken,
yeryüzü kökenli değer ölçütlerini benimseyerek Allah'a ortak koşarlar! Yarar
da zarar da Allah'ın elinde olmasına karşın, bunları sadece nedenlere
bağlayarak bir tür determinizmle O'na, Allah'a ortak koşarlar! Tek bir olan
Allah'ın şeriatını temel almamış bir yönetici ya da yönlendiriciye itaat
ederek; Allah'ın gücü dışında bir güce boyun eğmek suretiyle O'na ortak
koşarlar! Allah'ın dışında, O'nun kullarından birine umut bağlamakla Allah'a
ortak koşarlar! Aslında diğer insanların bir tür beğenisini kazanabilmek
amacıyla kendilerini feda ederek Allah'a ortak koşarlar! Bir yarar sağlamak
ya da bir zararı bertaraf etmek için cihada katıldıklarında, Allah'dan
başkasının rızasını gözeterek Allah'a ortak koşarlar! İbadet sırasında
Allah'ın yanısıra, başkalarının da hoşnutluğunu kazanmaya çalışarak Allah'a
ortak koşarlar! .. Bu nedenledir ki Peygamberimiz: "İçinizdeki şirk,
karıncanın ayak seslerinden bile sessizdir!"
Hadislerde bu gizli şirke ilişkin, başka örnekler de
yeralmaktadır: Tirmîzî'nin, İbn Ömer'den aktardığına göre, Peygamberimiz
şöyle buyurmuştur:
"Allah'dan başkasının adına üstüne yemin eden,
Allah'a ortak koşmuştur!"
İmam Ahmed, Ebu Davud ve diğer hadis imamlarının,
İbn Mesud'dan aktardıklarına göre Peygamberimiz: "Büyücülük ve muskacılık,
şirktir!" buyurmuştur.
İmam Ahmed'in Müsned adlı eserinde, Ukbe bin
Amir'den aktardığına göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Muska ya da nazarlık taşıyan, Allah'a ortak
koşmuştur!".
Ebu Hureyre'den de şu şekilde bir hadis aktarılır:
"Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dedi: "Allah buyuruyor ki:
"Ben ortaklara en muhtar olmayan en uluyum. Kim işlediği herhangi bir amelde
başkasını bana ortak koşarsa, onun bana koştuğu ortakla başbaşa bırakırım."
İmam Ahmed, Ebu Said bin Ebı Fedale'den şu hadisi
aktarır: "Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dediğini
duydum:
"Hakkında en ufak bir kuşkuya yer bulunmayan kıyamet
gününde Allah, ilk insandan son insana varana dek herkesi biraraya
topladığında bir münâdî; `Allah için yaptığı bir işte O'na ortak koşmuş
kimse varsa, yaptığının karşılığını gitsin o ortak koştuğundan istesin!
Çünkü Allah, ortaklara en muhtaç olmayan en uludur..." diye seslenecektir.
Yine İmam Ahmed, Mahmud bin Lebid'den şöyle bir
hadis aktarmaktadır:
"Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- "Sizin
adınıza en çok korktuğum, küçük şirktir" buyurdular. Çevresindekiler bunun
üzerine: "Ey Allah'ın elçisi! Küçük şirk nedir?" diye sordular. O da buna
cevap olarak dedi ki: "Riyâdır! Kıyamet gününde insanlar yaptıklarıyla
birlikte huzura geldikleride Allah onlara: `Hadi şimdi dünyadayken
kendilerine riya yapıp gösterişte bulunduğunuz kimselerin yanına gidin!
Bakalım onlar size yaptıklarınızın mükafatını verebilecekler mi!'
buyuracaktır."
İnananların kendilerini kollayıp imanlarını
koruyabilmeleri için sürekli dikkatli olmaları gereken gizli şirk işte
budur.
Bir de gözle görülür apaçık şirk vardır. Bu da
yaşama ilişkin herhangi bir meselede Allah dışında herhangi bir kimseye
boyun eğilmesidir! Allah'ın şeriatı dışında bir şeriatla yargılanmayı kabul
etmektir! -Bunun şirk olduğu tartışma götürmeyecek denli kesindir!- Allah'ın
belirlemediği bütünüyle insanların çıkardığı bayramları ya da törenleri
benimsemek vb. biçimde herhangi bir geleneği kabullenmektir! Allah'ın
bırakacak, Allah'ın buyruğuyla çelişecek bir kıyafet modelini
benimsemektir!..
Bu tür konularda, kulların Rabbinin apaçık buyruğunu
bir yana bırakarak, kulların çıkardıkları yaygın sosyal bir geleneği
benimseme ve kabullenme sözkonusu olduğundan, yanlış hareket etme suretiyle
işlenen günah sınırlarının da ötesine geçmektedir... Zira böyle bir durumda
sözkonusu eylem, günah değil, düpedüz şirktir! Neden diye sorulacak olursa,
bu tür bir eylem, Allah'ın buyruğunun tam tersine, Allah dışında bir
otoriteye boyun eğmenin göstergesidir! Bu açıdan sözkonusu türden bir eylem,
oldukça korkunç ve tehlikeli bir iştir...
Nitekim bu noktada Allah'ın sözü de açıktır:
"Onların çoğu Allah'a ortak koşmaksızın O'na
inanmazlar."
Bu ayet, Arap Yarımadası'nda Peygamberimizle bizzat
karşılaşmış bulunan kimseler için geçerli olduğu gibi, daha sonraki
zamanlarda yaşayan ve dünyanın neresinde olursa olsunlar, tüm insanları
kapsamı içine alan bir tespittir.
Varlıklar dünyasının dört bir yanında
karşılaştıkları Allah'ın ayetlerini umursamayan; hiçbir ücret
istenilmeksizin kendilerine sunulmuş bulunan Kur'an ayetlerinden yüz çeviren
bu insanlar, daha neyi beklemektedirler acaba?
Evet, neyi beklemektedirler?
Acaba onlar, hepsini birlikte çarpacak, yaygın bir
ilahi azaba uğramayacaklarından ya da hiç farkında olmadıkları bir sırada
ansızın kıyametin başlarına kopmayacağından emin midirler?"
Bu, onları aymazlıklarından (gafletlerinden)
uyandırıp kendilerine getirebilmek, bu aymazlıklarının beraberinde
taşıyacağı kötü sondan onları sakındırabilmek için, sözkonusu kimselerin
duygularına yönelik güçlü bir dokundurmadır. Hiç kimsenin ne zaman
gerçekleşeceğini bilemediği Allah'ın azabı, bir anda başlarında kopu
verebilecek kıyametle, onların tümünü birden kasıp kavurabilir elbet.
Kimbilir, belki de gelip kapıya dayanmış durumdadır kıyamet. O dehşetengiz,
o korkunç gün belki de gelip ansızın kapılarına dayanmıştır, ama onlar bunun
farkında bile değildirler. Gayb, bir başka deyişle, yarının neye gebe
olduğu, sözcüğün tam anlamıyla kapalı bir kutudur! Bu bağlamda ne göz işe
yarar, ne de kulak! Bir anda neler olup biteceğini hiç kimse bilemez!
Dolayısıyla o aymazların, böyle bir konuda nasıl güven içindedirler!
Bir yanda Kur'an'da Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- peygamberliğini açıkça kanıtlayan ayetler ve de insanlar
görsün diye evrenin dört bir köşesine serpiştirilmiş durumdaki Allah'ın
diğer ayetleri... Bir yanda da, yanlarından geçip durdukları halde tüm bu
ayetleri umursamayarak yüz çeviren; Allah'a ama gizli, ama açık bir biçimde
ortak koşan kimseler... Varsın bu tür kimseler çoğunlukta olsunlar!
Peygamberimiz ve onun gösterdiği doğru yolun yolcuları, yollarına devam
etmektedirler! Onlar sapıtmadıkları gibi, sapıklardan da zerre kadar
etkilenmemektedirler:
108- Ey Muhammed, de
ki; "İşte benim yolum budur, ben inandırıcı kanıtlar göstererek insanları
Allah'a çağırırım. Bana uyanlar da öyle yaparlar. Allah'ı her türlü
noksanlıktan uzak tutarım. Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim. "
Evet ey Muhammed, sen onlara de ki:
"İşte benim yolum budur!"
En ufak bir eğrilik, bir kuşku ya da şüphenin asla
sözkonusu olmadığı, dosdoğru biricik yoldur benim yolum.
"Ben inandırıcı kanıtlar göstererek insanları
Allah'a çağırırım. Bana uyanlar da öyle yaparlar."
Bizler Allah ve O'nun ışığı sayesinde doğru
yoldayızdır. Yolumuzu iyi biliriz. Bu yolda her adımımızı görerek,
anlayarak, bilerek atarız. Ne kösteklenir, ne düşer, ne de sendeleriz! Bizim
için net mi net apaydınlık bir yoldur bu. Allah'ı, O'nun ilahlığına
yaraşmayacak niteliklerden uzak tutarız. Kendimizi, Allah'a ortak
koşanlardan ayırır ve uzak tutarız:
"Ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim."
Şirkin, Allah'a ortak koşmanın açığına da gizlisine
de yer yoktur bende! İşte benim yolum budur! Dileyen gelsin katılsın! Gelip
katılmayanlara gelince, arzuları bilir! Onlar katılmasa da ben, dosdoğru
yolumda yürümeye devam ediyorum..:
Allah yolunun davetçisi konumundaki insanlar, işte
bu ayrımı mutlaka yapmak durumundadırlar. Kendilerinin tek bir ümmet
olduklarını; inançlarını kabullenmeyenlerden, kendileri gibi hareket
etmeyenlerden, liderlerinin buyruklarını yerine getirmeyenlerden ayrı
olduklarını mutlaka açıkça duyurmak durumundadırlar! Kısacası kendilerini
net bir biçimde ayırmak, kendileri dışındaki kimselerle içiçe bulunmamak
durumundadırlar. Bu dine mensup insanların, cahili toplum içerisinde eriyip
gitmiş bir biçimdeyken, başkalarını kendi dinlerine davet etmeleri yeterli
değildir! Zira böylesi bir davetle, kıyamet-i harbiyesi olan hiçbir sonuç
elde edilemez! Bu insanların daha ilk günden itibaren yapacakları birinci
iş, kendilerinin cahiliyeden bütünüyle farklı apayrı bir grup olduklarını
açıkça söylemek; kendilerini başkalarından ayırıp İslâm inancının
kaynaştırdığı ve İslâmcı liderlerin yönettiği özel bir topluluk haline
getirmektir... Özetle Allah yolunun davetçileri, kendilerini cahiliye
toplumundan ayırmak zorunda oldukları gibi, yöneticilerini de cahiliye
toplumunun yöneticilerinden ayırmak zorundadırlar!
Aksi taktirde, onların cahiliye toplumu arasına
karışmaları, bu toplumla kaynaşmaları, cahiliye yönetiminin şemsiyesi
altında kalmaları durumunda sonuçta, inanç sistemlerinin tüm gücü,
çağrılarının yaratabileceği tüm etki, bu yeni çağrı için sözkonusu
olabilecek tüm çekicilik korkunç bir erozyona uğrayarak silinip gidecektir.
Bu gerçek, sadece müşrikler arasında çağrıda bulunan
Peygamberimizin durumuyla sınırlı değildir. Cahiliye hortladığı ve
insanların hayatına egemen olduğu her dönemde ve her durumda geçerlidir...
Üstelik yirminci yüzyıl cahiliyesinin, temel öğeler ve ayırıcı nitelikler
açısından, İslâm çağrısının tarih boyunca yüzyüze geldiği diğer cahiliye
sistemlerinden farklı olduğu da söylenemez!
Kimileri cahiliye toplumuna ve cahiliye çevrelerine
karışarak; bu tür toplumlara ya da çevrelere yavaşça sızarak sonuçta İslâma
davet noktasında birşeyler yapabileceklerini sanıyorlar... Bu biçimde
düşünenler, İslâm inancının özünü kavrayamadıkları gibi, insanların
yüreklerine nasıl girilebileceğinden de habersizdirler!.. Tanrıtanımaz
(ateist) hareketler bile kendi kimliklerini, düşüncelerini ve yaklaşımlarını
bizzat ortaya koymaktadırlar! Yani, İslâmın davetçisi müslümanlar mı kendi
gerçek kimliklerini ortaya koymayacaklar? Müslümanlar mı kendi yollarını;
cahiliye yöntemlerinden büsbütün farklı kendi sistemlerini açıkça ortaya
koymayacaklar?
PEYGAMBERLER
HAKKINDA ALLAH'IN YASASI
Daha sonra peygamberler noktasında Allah'ın yasasına
ve de kimi geçmiş toplumların sonlarına ilişkin Allah'ın yeryüzündeki
kanıtlarına dikkat çekiliyor. Hz. Muhammed, -salât ve selâm üzerine olsun-
peygamberlerin ilki değildir. Onun getirdiği şeriat da, şeriatların ilki
değildir. İşte, daha önceleri Allah'ın peygamberini ve şeriatını yalanlamış
olanların sonlarına ilişkin kanıtlar yeryüzünde halâ apaçık durmaktadır:
109- Senden önce
gönderdiğimiz tüm peygamberler de, çeşitli şehirlerin halklarından seçerek
kendilerine vahiy indirdiğimiz erkekler idi. Onlar yeryüzünde gezerek;
kendilerinden önceki inkârcı milletlerin sonunun nasıl olduğunu görmüyorlar
mı? Kötülükten kaçınanlar için ahiret yurdu, dünyadan daha hayırlıdır. Bunu
düşünemiyor musunuz?
Geçmişteki bu insanların bıraktıkları izleri
gözlemlemek, yürekleri tir tir titretecek, en katı insanların yüreklerini
bile ürpertecek bir iştir. Geçmişteki bu insanların hareketlerini,
barınaklarını ve telaşlarını bir film şeridi gibi gözünüzün önüne getirin!
Düşünün onlar da bir zamanlar hayattaydılar! Bu yerlerde gidip gelip
dolaşıyorlardı. Korkuyorlardı, umutlar taşıyorlardı. Onlar da hırs
doluydular. Kendilerince bir yerlere varabilmek için didiniyorlardı... Ama
derken, derin bir sessizliğe gömülüp gidiverdiler. Ne duyguları kaldı, ne de
hareketleri! Bakın, onlardan kalan şu harabelerde, in-cin top oynuyor şimdi!
Yokluğa karışıp gidiverdiler! Kendileriyle birlikte duyguları, kafalarında
çizdikleri dünyaları, düşünceleri, hareketleri ve barınakları da yok olup
gidiverdi! Gözlerde büyüyen, gönüllerde ve duygularda taht kuran dünyaları,
kendileriyle birlikte yokluğa karışıverdi!.. İnsan gaddarın, aymazın,
acımasızın teki bile olsa, tüm bunları ibret gözüyle düşündüğünde, yüreği
ister istemez ürperip titreyecektir. Bu nedenledir ki, Kur'an yer yer
insanları ellerinden tutarak, onları geçmiş toplumların akıbetlerini ibret
gözüyle seyrederek şöyle bir düşünmeye özendirmektedir:
"Senden önce gönderdiğimiz tüm peygamberler de,
çeşitli şehirlerin halklarından seçerek kendilerine vahiy indirdiğimiz
erkekler idi."
Daha önceki peygamberler de, ne melektiler, ne de
bambaşka bir yaratık! Onlar da tıpkı senin gibi bir insandılar! Daha olgun,
daha görgülü, daha nazik olabilmeleri için tıpkı senin gibi onlar da,
Bedeviler arasından değil, şehirliler arasından seçilmiş birer insandılar!..
Çağrı ve doğru yola eriştirme noktasında sana verilen misyonun güçlüklerine
karşı dayan! Kendilerine vahiy indirilmemiş erkeklere ilişkin Allah'ın
yasası gereğince, senin mesajın da sürüp gidecektir...
"Onlar yeryüzünde gezerek kendilerinden önceki
inkârcı milletlerin sonunun nasıl olduğunu görmüyorlar mı?"
Kendi sonlarının da onların sonlarından farksız
olacağını kafalarına yerleştirsinler! Daha önceki toplumların bıraktıkları
izlerde apaçık görülen Allah'ın yasası, onlar için de aynen geçerli
olacaktır. Onların da yeryüzündeki akıbetleri, bir gün buradan çekip giderek
tarihe gömülmek olacaktır:
"Kötülükten kaçınanlar için ahiret yurdu, dünyadan
daha hayırlıdır." Onlar için ahiret yurdu, sonsuz bir yaşamın sözkonusu
olamayacağı bu dünyadan daha hayırlıdır.
"Bunu düşünemiyor musunuz?"
Allah'ın geçmiş toplumlara ilişkin yasasını hiç
düşünmüyor musunuz? Bunu bir türlü anlayamıyor musunuz ki, halâ üçbeş günlük
dünyanın sınırlı güzelliklerini, ahiret yurdunun bitimsiz güzelliklerine
yeğlemekte direniyorsunuz?
Ardından peygamberlerin yaşamında, hiçbir gecikme
hiçbir görmezlikten gelme olmaksızın Allah'ın yasasının işleyeceği, Allah'ın
vaadinin gerçekleşeceği o belirleyici anın öncesindeki, o çetin ve sıkıntılı
sürecin anlatımına geçiliyor:
110- Gönderdiğimiz
peygamberler, ümmetlerinden iyice ümit kestiklerinde ve kesinlikle yalancı
sayıldıkları sonucuna vardıklarında, kendilerine yardımımız erişiverdi de
dilediklerimiz ortak azaptan kurtarıldı, fakat hiç kimse ağır suçlulardan
şiddetli azabımızı savamaz. "
Peygamberlerin yaşamındaki dayanılmazlığın,
üzüntüleri ve sıkıntının dozu canlı olarak gözlerimizin önüne seren korkunç
bir tablodur bu. O peygamberler ki inkârcılıkla, bağnazlıkla, inatçılıkta
direnmekle yüzyüze gelirler. Onlar çağrılarını sürdürürken günler gelip
geçmekte ve çağrılarına çok az bir insan topluluğu dışında hiç kimse olumlu
bir cevap vermemektedir. Yıllar gelip geçmektedir ama batıl halâ güçlüdür,
batıl yanlıları halâ çoğunluktadır. Mü'minler ise, sayıca az oldukları gibi,
güç açısından da halâ zayıftırlar.
Zor mu zor bir dönemdir bu. Batıl azıtmakta,
azgınlaşmakta, kudurmakta ve acımasızlaşmaktadır. Peygamberlerse, yeryüzünde
kendileri için henüz gerçekleşmemiş Allah'ın vaadinin bekleyişi içindedir.
Yüreklerinde kuşkular kımıldamaya başlamıştır. Bir yalancı konumuna mı
düşecekler ne? Bu dünya hayatında zafer umma noktasında hiç bir ümit kalmadı
mı ne?
Üzüntü, darlık ve sıkıntılar bir insanın asla güç
yetiremeyeceği bir noktaya ulaşmadıkça peygamberlerin böylesi bir tutum
içine düşmeleri düşlenemez! Bu noktada, bir başka ayeti daha hatırlıyorum
ister istemez: "Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden
cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla birlikte mü'minler:
"Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve
sarsılmışlardı"... Gerek bu ayeti, gerekse şu an açıklamasını yaptığımız
ayeti ne zaman okumuşsam, hep aynı ürpertiyi yaşamışımdır. Peygamber de bu
denli bir noktaya varan o dehşetengiz korkuyu; ayette sözü edilen türden
duyguların satır aralarında gizli o korkuyu; peygamberi bile bu denli
sarsabilen o çökertici üzüntüyü; peygamberin o andaki psikolojik durumunu;
yaşadığı dayanılmaz acıları düşlemek tüylerimi diken diken etmiştir hep...
Karamsarlığın ve üzüntünün iyiden iyiye
çöreklendiği, peygamberlerin bütünüyle dara düştükleri, tüm enerjilerini son
damlasına dek tükettikleri bir andır bu! İşte tam o anda Allah'ın yardımı
tümüyle, kesinkes ve belirleyici bir biçimde geliverecektir! Evet, işte tam
böylesi bir anda:
"Kendilerine yardımımız erişiverdi de,
dilediklerimiz orta azaptan kurtarıldı, fakat hiç kimse ağır suçlulardan
azabımızı savamaz."
İşte davet konusunda Allah'ın yasası budur.
Sıkıntılar mutlaka olacaktır. Üzüntüler sonucunda ümitlerin yitirildiği
anlar mutlaka olacaktır. Çabaların, enerjilerin son damlasına varana dek
harcandığı, artık takatin hiç kalmadığı bir noktaya mutlaka gelinecektir.
İnsanların ilgisini çeken tüm görünürdeki nedenlerden ümit kesildiği anda
Allah'ın yardımı yetişiverecektir. Allah'ın yardımı gelecek ve kurtuluşu hak
edenleri kurtaracaktır. Onlar, artık yalanlayanların başına musallat olan
mahvolma tehlikesinden kurtulacaklardır. Zorbaların onlara yönelik baskı ve
sindirme girişimlerinden kurtulacaklardır. O ağır suçluları, Allah'ın
şiddetli azabı yakıp kavuruverecektir. Allah'ın şiddetli azabı karşısında
ellerinden hiçbir şey gelmeyecektir. Bu sayede yerle bir olacaklar ve
kökleri kazınacaktır. Hiç kimse, hiçbir yardımcı onları Allah'ın azabına
uğramaktan kurtaramayacaktır.
Bu, zaferin öyle son derece ucuz olmaması içindir.
Zafer böylesine ucuz olsaydı, dava için çalışmak da bir çocuk oyuncağı
olurdu. Zafer bu denli ucuz olsaydı, her gün bir yığın sahte dava adamı
türerdi. Mahiyet sıfır ya da çok az olacağı için, bir yığın insan dava adamı
kesiliverirdi! Oysa İslâm davasının bu denli anlamsız ya da çocuk oyuncağı
olabileceği düşünülemez. Zira İslâm davasının içeriğinde, insanlık yaşamı
için kurallar ve bir sistem vardır. Bu davanın sahte dava adamlarından
özenle korunması gerekir. Zira sahte dava adamları, bu davanın sıkıntılarını
omuzlayamazlar. Bu sebepledir ki, onlar dava için çalışma noktasında son
derece çıtkırıldım tiplerdir. Biraz çalışıp bu işi göremeyeceğini
anladıklarında, davayı falan bir kenara bırakıverirler. Dolayısıyla kimin
haktan, kimin batıldan yana olduğunu ayırdetme noktasında, ayetlerde sözü
edilen sıkıntılar sözcüğün tam anlamıyla bir mihenk taşıdır. Zira bu
sıkıntılara, ancak davalarına gerçekten yapışmış, gerçekten samimi insanlar
katlanabilirler. O insanlar ki, İslâm davası için mücadele etmekten, her ne
olursa olsun geri kalmazlar. Bu dünyada zafere ulaşamayacaklarını bile
düşünseler, mücadelelerini yılmaksızın sürdürürler!
İslâm davası, "Bakarsınız şu yeryüzünde belirli de
olsa biraz bir şeyler kazanabiliriz! Ama baktık ki olmadı, bu işten
vazgeçer, daha çabuk ve daha iyi kazanabileceğimiz başka bir işe atılırız!"
vb. türden hesaplar yapmaya elverişli, kısa vadeli bir ticaret değildir!
Hangi zaman ve hangi mekânda olursa olsun, Allah'ın dışında bir otoriteye
boyun eğip tabi olmayı yeğlemiş cahiliye toplumlarında insanları Allah
yoluna davet etmeye soyunan bir kimse, daha işin başındayken kendisini hiç
de rahat bir yolculuğun beklemediğini kafasına koymalıdır. Kısa vadeli maddi
bir ticaret peşinde olmadığını da kafasına yerleştirmelidir! Gücü ve parayı
ellerinde bulunduran tağutlarla mutlaka karşı karşıya geleceğini bilmelidir!
O tağutlar ki, kitleleri dolduruşa getirmeyi, onlara karayı ak, akı da kara
göstermeyi çok iyi becerirler. Onlar ki, kitlelerin cinsellikleriyle
oynayarak; kitleleri bu İslâmcıların amaçları sizi tüm bu cinsel zevklerden
yoksun bırakmaktır diyerek korkutarak, İslâm davetçilerine karşı herkesi
doldurmakta son derece ustadırlar!.. Yine İslâm davetçileri, İslâma davetin
pek çok zorluğu omuzlamayı gerektirdiğini, cahili direnişe karşı böyle bir
misyon üstlenmenin birçok sıkıntıya katlanmayı gerektirdiğini bilmek
durumundadırlar. Her kuşakta gözlendiği üzere, başlangıçta bu davaya
ezilenlerin kitlelerin değil, ancak ve ancak bu dinin gerçeklerini kendi
rahatlarına ve bu dünyanın tüm nimetlerine yeğleyen bir avuç seçkin insanın
gireceği de unutulmamalıdır. Başlangıçta bu davayı üstlenen sözkonusu seçkin
grubun sayısı ise, öteden beri hep azdır. Ancak, ama uzun ama kısa süren bir
cihadın ardından Allah, onlar ile toplumları arasında hak olarak kendi
hükmünü verecektir. İşte o gün kitleler de akın akın Allah'ın dinine
gireceklerdir.
Yusuf kıssasında, -kuyuda, başvezirin evinde,
hapiste- binbir türlü sıkıntıyla karşılaştık. İnsanların yardımından umut
kesilmesine de değişik biçimleriyle tanık olduk. Neticede ise, -Allah'ın
gerçek vaadine uygun bir biçimde- mutlu sonun ancak sakınanlar için
sözkonusu olduğunu gördük. Yusuf kıssası, peygamberlere ilişkin kıssaların
bir örneğidir. Bu kıssa, düşünenler için ibret doludur. Yine bu kıssada
Kur'an'dan önceki kutsal kitaplardaki bilgileri -Hz. Muhammed ile bu
kitaplar arasında doğrudan bir bağ bulunmamasına karşın onaylama
sözkonusudur. Muhammed'in bu sözleri, düzmece bir sözler dizisi değildir.
Zira uydurmaca sözlerin ne birbirleriyle tutarlılık göstermesine olanak
vardır, ne insanları doğru yola ulaştırmasına, ne de inanan yürekleri
rahatlatıp merhametle doldurmasına!
111- Sağduyuluların,
peygamberlere ilişkin hikâyelerden alacakları ibret dersleri vardır. Bu
Kur'an bir düzmece sözler dizisi değildir. Tersine O, kendisinden önceki
kutsal kitapları onaylayan, her şeyi ayrıntılı biçimde anlatan, mü'minler
için doğru yol kılavuzu ve rahmet olan gerçek bir ilahi kitaptır.
Böylece, kıssanın başlangıç ve bitiminde bir uyum
gözlendiği gibi, surenin başlangıç ve bitiminde de bir uyum gözleniyor.
Kıssanın gerek başına, gerek sonuna, gerekse ara bölümlerine yerleştirilmiş
değerlendirme ayetleri de kıssanın konusu, anlatım tarzı ve ifadeleriyle
tamamen uyum içerisindedir. Böylece dini amaç tümüyle gerçekleştirilmiş
bulunuyor. Yine anlatımdaki dürüstlük ve konuyu gerçekle özdeşleştirmeyle
sanatsal nitelikler de bütünüyle gerçekleştirilmiş durumdadır.
Kıssa bu surede başladı ve yine bu surede bitti.
Çünkü kıssanın yapısı, bu tarz bir üslubun seçilmesini zorunlu kılıyor.
Görülen bir rüyanın yavaş yavaş, günbe gün, aşama aşama aynen gerçekleşmesi
sözkonusu. Dolayısıyla, sanatsal uyumun mükemmelliği açsından 'olduğu gibi,
kıssanın taşımış olduğu ibretin tamamıyla verilebilmesi açısından da,
aktarımda baştan sonuna dek kıssadaki olaylar zincirinin izlenmesinden başka
bir yol düşünülemezdi. Kıssanın bir bölümü başka bir yerde başlıbaşına
anltılsaydı, saydığımız amaçların gerçekleştirilmesi açısından bu pek bir
şey ifade etmezdi. Süleyman'ın Belkıs'la olan öyküsü, Meryem'in doğum
öyküsü, İsa'nın doğum öyküsü, Nuh ve Tufan öyküsü vb. türden diğer
peygamberlere ilişkin kıssalarda, kıssanın sadece bir bölümünü başlı başına
aktarmak, istenen amacı gerçekleştirebilmek için yeterlidir. Bu bölümlerin
aktarıldıkları yerlere bakılırsa, anlatılmak isteneni ifade için, kıssadan
sadece ilgili bölümün tamamen yeterli olduğu gözlenir. Ancak Yusuf kıssası
buna elverişli değildir. Yapısı gereği, aşamalar ve sahnelerin sırası
gözlenerek kıssanın baştan sona dek anlatılmasını zorunlu kılmaktadır. Hiç
kuşkusuz Allah, doğru söylemiştir:
"Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle sana kıssaların, eski
milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz. Oysa daha önce bu
hikâyeleri hiç bilmiyordun.''
YUSUF SURESİNİN SONU
Anne ve babasını kendi makam koltuğuna oturttuğu
sırada, kardeşlerinin onun önünde secde etmeleriyle rüyasının yorumunu somut
bir biç,imde kendi gözleriyle görerek, rüyasını hatırlatıyor. Onbir yıldız,
güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini görmüştü rüyasında. İşte şu an
kardeşleri önünde secdeye kapanmışlardı:
"Ana-babasını makam koltuğuna oturttu, bu arada hep
birlikte önünde secdeye kapandılar. Bunun üzerine Hz. Yusuf, bahasına dedi
ki; `Babacığım, bu olay, bir zamanlar gördüğüm rüyamın somut yorumudur,
Rabbim o rüyayı gerçeğe dönüştürdü.'.."
Ardından Allah'ın kendisine göstermiş olduğu
lütufları anlatıyor:
"Ayrıca beni hapisten çıkararak ve şeytanın
kışkırtması sonucunda kardeşlerimle aramın açılmasından sonra sizleri çöl
ortasından kaldırıp yanıma getirerek, bana lütufta bulundu."
Dilediğini gerçekleştirmek için yaptığı plan
noktasında da Allah'ın lütufkâr olduğunu belirtiyor:
"Hiç kuşkusuz Rabbim, dilediklerine karşı lütufkâr
davranır."
O, istediği her şeyi lütufkâr bir biçimde, insanlar
anlamayacağı ve sezemeyecek denli sessizce ve dikkatlice gerçekleştiriverir:
"O her şeyi bilen ve her yaptığını yerinde
yapandır."
"Kıssanın başında Hz. Yusuf rüyasını anlattığında,
Hz. Yakub da aynı şeyi söylemişti:
"Hiç kuşkusuz Rabbin, her şeyi bilen ve her
yaptığını yerinde yapandır." Kıssanın başıyla sonu arasında, sözlerde bile
özdeşlik olduğu gözleniyor...
ALLAH'A YÖNELİŞ VE
DUA
Bu çarpıcı son sahnenin perdesi kapanmazdan önce Hz.
Yusuf'un, buluşmanın verdiği heyecan, onlarla sarılıp kucaklaşma, neşelenme,
sevinç, makam, otorite, güvence ve konforu, kısacası her şeyi bir kenara
bırakarak Rabbine yöneldiğini, O'na şükürler ettiğini, O'nu andığını
görüyoruz! Yönetimde zirveye ulaşmış ve tüm düşlerinin gerçekleşmesinin
sevincini tatmış olduğu bir sırada bile, O Rabbine yönelerek, O'ndan sadece,
canının müslüman olarak alınmasını ve iyiler arasına katılmasını
istemektedir:
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
|