51-Zariyat
1- Esip savuranlara.
2- Yükünü
yüklenenlere.
3- Kolayca
süzülenlere.
4- İşi ayıranlara
and olsun.
5- Size va'dedilen,
mutlaka doğrudur.
6- Ceza muhakkak
olacaktır.
Bu kısacık ve hızlı etkilerin böylesine anlamı
kapalı ifadelerle gelmesi -giriş kısmında da belirtildiği gibi- insanın his
ve duygularına bambaşka ilhamlar ve belirli duygular vermekte ve kalbi
dikkate değer bir işe ve dikkat edilmesi gerekli bir duruma bağlamaktadır.
İlk nesiller arasında da birçok kişi ayette geçen "zariyat", "hamilat", "cariyat"
ve "mukassimat" kelimelerinin anlamını sormak zorunda kalmışlardır.
İbn-i Kesir tefsirinde derki: Haccac oğlu Şu'be, İbn-i
Ar'ananın oğlu Halid oğlu Semmak'tan, o da Hz. Ali'den şunu duyduğunu
belirtmiştir. Aynı şeyi Şu'be de Ebu Bezze oğlu Kasım'dan, Kasım Ebu
Tufeyl'den o da Hz. Ali'den rivayet etmiştir. Ayrıca birçok kanallardan
mü'minlerin halifesi Hz. Ali'nin aynı şeyleri söylediği nakledilmiştir. Buna
göre Hz. Ali, Kufe Camiinde minbere çıkarak der ki: "Bugün bana, Allah'ın
kitabından ve Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- hadisinden ne
sorarsanız size karşılığını vereceğim: ' Bunun üzerine İbn-i Keva ayağa
kalkar ve ey mü'minlerin halifesi, Kur'an'da geçen Zariyat (esip savurana)
kelimesinin anlamı nedir diye sorar. Hz. Ali "Rüzgardır" der. Ya, Hamilat
(yükünü yüklenenlere) ne demektir der. Hz. Ali "O da buluttur" karşılığını
verir. Sonra, Cariyat (kolayca süzülenler) ne demektir deyince, Hz. Ali "O
da gemilerdir" der. Mukassimat (işi ayıranlar) ne demektir deyince Hz. Ali "
Meleklerdir " der.
Temim kabilesinden Asel oğlu Sabiğ Hz. Ömer'e
gelerek, bu kelimelerin anlamlarını sorar. Hz. Ömer, Hz. Ali'nin rivayet
olunan görüşlerinin aynısı gibi cevap verir. Fakat Hz. Ömer; bu soruyu soran
adamın inad ve yanıltmak için sorduğunu anlayarak onu izlettirmiş ve tevbe
edip, önceki kanaatından artık içinde hiçbir fikir kalmadığına ağır
yeminlerle yemin edene dek halk ile bir araya gelmesini yasak etmiştir.
Bir rivayet de gösteriyor ki; bu kapalı ifade ve
tedbirleri birtakım yanıltıcılar, arkasına gizlendikleri paravana olarak
kullanıp onu her rastladıklarını soruyorlardı.
Bu ifadeleri, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, Mücahid,
Cübeyr oğlu Sait, El Hasen Katade, Süddi ve birçokları aynı şekilde tefsir
etmişlerdir. İbn-i Kesir'in de dediği gibi, İbn-i Cerir ve İbn-i Hatem de bu
yolda görüş belirtmişlerdir.
Allah Teala insanların gerek bildikleri gerekse
bilmedikleri bir çok taneleri, tozları, birçok bitkileri aşılayan aşıları ve
bulutları esip savuran "rüzgara", yine kendisinin dilediği yerlere sevk
ettiği yağmur yükünü taşıyan "bulutlara" kudreti ile gerek suya gerek
gemilere ve gerekse tüm kainata vermiş olduğu rahatça akıp süzülmeyi
sağlayan özellik sonucu suyun yüzünde rahatça akıp süzülen "gemilere", sonra
da Allah'ın emirlerini taşıyıp istediğine uygun olarak dağıtan, kendilerine
özel işleri ayırıp kainattaki olayları ona göre ayıran "meleklere" yemin
etmektedir.
Rüzgar da, bulut da, gemi de, melekler de Allah'ın
yarattıklarından birer yaratıktır dırlar. Yüce Allah onları kendi kudreti
için birer vasıta dileği için birer perde olarak kullanıyor. Ve onların
kanalı ile Allah'ın gerek kainatında gerekse kulları hakkındaki kaderi
gerçekleşiyor. Yüce Allah yöneltmeyi hedeflemektedir ki böylece kalpler
onların gerisindeki gerçekleri idrak etsinler. Onları yoktan var eden
kendilerini dilediği gibi kullanan ve belirlenmiş kaderi kendileri vasıtası
ile gerçekleştiren Allah'ın kudret elini görsünler diye... Bu yaratıklardan
özellikle bu biçimde söz edilmesi, kalbin dikkatini bunların gizli sırlarına
ekmekte, sonra da bunlardan böylesine ruhlara ilham verecek tarzda
sözedilmekte ardından insan kalbi bu yaratıkların yaratıcısı olan Allah a
bağlanmaktadır.
Sonra bir başka yönden bu yaratıkların her halde
rızık konusu ile de ilgisi olsa gerek. Nitekim surenin devamının hedefi
insanı rızkın esaretinden özgür kılmak ve onun ağırlığı altında ezilmekten
kurtarmaktır. Rüzgarların, bulutların, gemilerin rızık ile ve rızkın neden
ve araçları ile ilişkisi gayet açıktır. Meleklere ve onların işleri taksim
etmelerine gelince, şüphesiz ki meleklerin taksim ettikleri işler arasında
bu rızık konusu da vardır. Bundan dolayı surenin bu iri kısmı ile sure
içinde çeşitli yerlerde ele aldığı temel konu arasındaki ilgi apaçık ortaya
çıkmaktadır.
Allah Teala bu dört yaratık üstüne yemin ederek, bu
yemini ile "Şüphesiz ki size va'dolunan mutlaka doğrudur, ceza muhakkak
olacaktır" hükmünü güçlendirmektedir. Allah Teala, insanların iyiliklerine
iyilikle, kötülüklerine de kötülükle karşılık vereceğini va'detmiştir. Eğer
bu dünyada hesaplarını geciktirecek olursa, öteki dünyada geciktirip onlara
mühlet verecek değildir. O halde dünyada hesap mutlaka kaçınılmazdır. "Ceza
muhakkak olacaktır."
Allah'ın va'di doğrudur. Mutlaka ya burada ya orada
gerçekleşecektir. Allah'ın insanlara va'dettiği şeyler arasında onlara
vereceği rızık ve bu rızkı kendi kutsal dileği uyarınca geniş veya dar
olarak kendi üzerine alması da vardır. Allah'ın va'di her yerde doğru olduğu
gibi bu rızık konusunda da doğrudur, haktır.
Elbette Allah'ın insanlara va'dettiği şeyler O'nun
dilediği şekilde ve istediği zamanda gerçekleşecektir. Dolayısı ile bu
konunun Allah açısından üzerine yemin edilmeye ihtiyacı yoktur. Allah
Teala'nın bu dört yaratığın üstüne yemin etmekteki hedefi, -daha önce de
belirttiğimiz gibi- insanların dikkatlerini bu yaratıklara çekmektir. Ki
böylece kalpler bunların gerisindeki eşsiz yaratma sanatını Allah'ın
kudretini, planlayıcılığını, yöneticiliğini idrak edip anlasınlar çünkü bu
yaratma, bu kudret, bu idare, insanın ruhuna bu yaratıkların bu düzen ve bu
ölçü içinde yaratıcısı olan Allah'ın va'dinin mutlaka hak ve doğru olduğunu
ilham etmelerinin yanısıra, insanların hayırlı, şerli bozuk veya iyi
olmalarına göre, hesaba çekileceklerini ilham etmektedir. Çünkü üzerine
yemin edilen bu varlıkların benlikleri, bunların boşu boşuna, tesadüf eseri
ve hassasiyetten uzak rast-gele yaratılmadıklarını ima etmektedir... İşte
böylece, bu yaratıklar insanın dikkatini kendilerine çeken, duygularını
kendilerine yönelten yeminin yardımı ile, güçlü alametler ve bambaşka güçlü
ilham ve anlamlar içeren deliller haline gelmektedir. Bu da ilham ve terbiye
yollarından birisi ve kainatın dili ile doğrudan doğruya insan fıtratına
seslenmektir.
7- Yolları bulunan
göğe andolsun ki.
8- Ey inkarcılar,
siz, şüphesiz çeşitli görüştesiniz.
9- Çevrilen, ondan
çevriliyor.
Yüce Allah, halkaları içiçe girmiş sağlamca örülmüş
bir zırh gibi sağlam yapılı ve ahenkli gökyüzü üstüne yemin etmektedir.
Ayette geçen "Hubük" kelimesi gökyüzündeki
bulutların şekillerinden birisini ifade ediyor olabilir. Bulutların rüzgar
estiği zaman dalgalanan kum ve su gibi -zırh misali- süslü ve nakışlı
oldukları anı canlandırıyor olabilir. Veya bu yörüngelerin gökyüzüne
yerleştirilmesini ve gök cisimlerinin son derece girift ve son derece
ahenkli olan yörüngelerinin sürekli bulundukları durumlarını yansıtıyor da
olabilir.
İşte Allah Teala, hareli yollarda bezeli gökyüzü
üstüne yemin ederek onların görüşlerinin aynı olmadığını, görüşlerinin
dayanak, destek ve istikrardan uzak ve çelişik olduğunu istikrar ve
değişmezlikten yoksun olduğunu açıklıyor. Kimisinin o sözden döndüğünü
kimisinin de hâlâ kanaatini değiştirmediğini dolayısı ile taşıdıkları
fikirde ne bir istikrar ne ahenk ve ne de değişmezlik olmadığını aksine
şaşkınlığın sürekli endişenin sürdüğünü belirtiyor. İşte batıl da her zaman
böyledir. Sarsak ve kaypak toprak parçası gibidir. Işıksız ve işaretsiz bir
çölü andırır. Batıl, bir kararda durmaz değişmez bir temele bağlı değildir,
hassas bir ölçüsü yoktur. Batıla sapan insanlar bir araya gelir gelmez bir
müddet sonra hemen birbirlerine arkalarını dönerler, birbirlerine düşerler
ve aralarında bir çekişmedir başlar, bir boğuşmadır sürüp gider.
Onların kararsızlıkları, uyuşmazlıkları ve sıkıntılı
ve zor durumları, ahenkli düzgün ve hareli yollarla bezenmiş gök tablosu
karşısında daha da açığa çıkıyor.
KAHROLSUN YALANCILAR
Bundan sonra yüce Allah sözü değiştiriyor ve onların
ahiret günü konusunda tam bir vehim ve zan içinde olduklarını ve bu konudaki
görüşlerinin herhangi bir gerçeğe ve kesin bilgiye dayanmadığını belirtiyor.
Onların bu apaçık hak konusunda ayrı ayrı görüşler taşıdıklarını ifade
ediyor. Sonra da onlara ahiret gününü göz doyurucu canlı bir tablo içinde
canlandırıyor:
10- O çeşitli
görüşleri atan yalancılar kahrolsun.
11- Onlar aptallık
içinde ne yaptıklarını bilmezler.
12- "Ceza günü ne
zaman?" diye sorarlar.
13- O gün onların
ateşe sokulacakları gündür.
14- "Azabımızı
tadın! Acele gelmesini beklediğiniz şey budur işte " denir.
Ayette geçen "Hars" kelimesi, hassas bir ölçüye
dayanmayan tahmine dayalı takdir ve zan demektir. Allah Teala o ölçüye
dayanmayan tahmini yürütenlere ölüm bedduasında bulunmaktadır. Aman Allah'ım
ne kadar korkunç! Allah'ın onların hakkında ölüm istemesi (bedduası) onların
ölüm fermanı demektir. "O çeşitli görüşleri atan yalancılar kahrolsun". Az
sonra durumları daha da açıklık kazanıyor. "Onlar aptallık içinde ne
yaptıklarını bilmezler." Onlar, sapıklık ve vehimlere gömülmüşlerdir, uyanıp
bir türlü kendilerine gelmezler. Bu ifade, onların cehalet ve gaflet içinde
çevrelerinde olan hiçbir şeyi hissetmez ve düşünmez bir halde sanki
sarhoşlar gibi gaflet içinde gezinip durduklarını belirtirken bambaşka bir
izlenim uyandırmakta ve vermektedir.
Çünkü onlar aklı başında ve bilinçli her akıllının
görüp kabul edeceği apaçık bir konuyu düşünüp kavrayamıyorlar ve "Ceza günü
ne zaman? diye sorarlar". Bilmek ve öğrenmek için değil, fakat ayette
gösterildiği gibi özellikle "eyyane" kelimesini kullanarak sormalarından
anlaşılacağı üzere, yalanlamak ve o günün geleceğini uzak bir ihtimal ve
imkansız gördüklerini belirtmek için soruyorlar.
Bundan dolayı, Allah Teala onların imkansız ve tuhaf
gördükleri kıyamet günündeki tabloları ile yansıtıyor onları. Onlar bu
tabloda maden cevherinin özü cürufundan ayrılsın diye yıkılması gibi ateşte
yıkılıyorlar. "O gün onların ateşe sokulacakları gündür." Ve bunun yanısıra,
o sıkıntı dolu durumda bir de acı verici azarlama vardır: "Azabımızı tadın!
Acele gelmesini beklediğiniz budur işte."
Onların durumlarını canlandıran bu ifade sorularına
en güzel cevaptır. Tablodaki bu şiddet sahnesi ise o yalancıların içinde
yaşadıkları gaflet ve umursamazlık hallerine bir karşılıktır. Bu da yüce
Allah'ın onların ölümlerini istemesinin doğruluğuna bir delildir. Hem de
kendilerinin ateşe sokulacakları günde en şiddetli ve en katı biçimi ile...
MUTTAKİLERİN İBADETİ
Öbür tarafta, karşı sayfada başka bir tablo
canlanmaktadır. Bir başka grubun, kesin olarak inanan, kendini kuruntulara
kaptırmayan, sakınan, böbürlenmeyen uyanık olan, ibadet eden ve
bağışlanmasını dileyen ve ömrünü cehalet ve gaflet içinde geçirmeyen bir
grubun tablosu canlanmaktadır.
15- Doğrusu Allah a
karşı gelmekten sakınanlar, cennetlerde, pınar başlarındadırlar.
16- Rab'lerinin,
kendilerine verdiğini alırlar. Çünkü onlar bundan öncede güzel
davranırlardı.
17- Geceleri pek az
uyurlardı.
18- Seher vaktinde
de istiğfar ederlerdi.
19- Mallarında
dilenci ve yoksul için bir hak vardı.
Bu zümre... Uyanık müttakiler zümresi... Allah'ın
kendilerini gözetmesi ve onların kendi kendilerini gözetmeleri konusunda son
derece hassas olan bir zümredir. Bunlar "Cennetlerde, pınar
başlarındadırlar." Dünya hayatında sanki görüyormuşçasına Allah'a ibadet
etmelerine ve Allah'ın kendilerini gördüğüne kesin iman etmelerine bir ödül
olmak üzere Rab'lerinin kendilerine vermiş olduğu nimet ve ihsanı almış
olarak, cennetlerde ve pınar başlarındadırlar. "Çünkü onlar bundan önce
güzel davrananlardı."
Allah Teala onların iyi davranışlarını, huşu dolu,
incelik ve hassasiyet dolu bir tabloda canlandırıyor:
"Geceleri pek az uyurlardı. Seher vaktinde de
istiğfar ederlerdi." Herkesin uyuduğu gecenin karanlığında uyanıktır onlar.
Bağışlanma ve rahmet dileyerek Rab'lerine yönelirler. Uykuyu çok az tadarlar
ve geceleyin az uyurlar. Gecenin bağrında Rab'leri ile başbaşa olurlar.
Vücutları yataklarından uzaklaşır. Allah'ın rahmetini beklemek onları tüy
gibi hafifletmiş ve uyuyup da ağırlıklarına ağırlık katmamışlardır.
Hasenü'l Basrî: "Geceleri pek az uyurlardı" ayetini
tefsir ederken der ki: "Onlar gece namazının güçlüğüne göğüs gererler,
gecenin çok az bir kısmında uyurlar, ibadetlerine gayret ederler,
ibadetlerini seherlere kadar uzatırlar ki sonunda bağış dilekleri tam seher
vaktine tesadüf etsin: '
Katade der ki: "Onlar geceleri pek az uyurlardı"
ayetini Kays oğlu Ahnef "Onlar çok az uyurlardı" diye açıklar, sonra da "Ben
bu ayete konu olanlardan değilim" dermiş.
Hasanü'l Basrî anlatıyor: Kays oğlu Ahnef dermiş ki:
"Benim amelimle cennetliklerin amellerini karşılaştırdığımda bizim onlardan
çok uzakta olduğumuzu gördüm. Çünkü bizler onların amellerine ulaşamayız.
Onlar geceleyin çok az uyurlar. Sonra kendi amelimi cehennemliklerin ameli
ile karşılaştırdığımda gördüm ki onlar, hayırsız bir topluluktur, Allah'ın
kitabını yalanladıkları gibi O'nun Peygamberlerini ve öldükten sonra
dirilmeyi yalanlamışlardır, bizim içimizdeki en hayırlılarımızın ise, iyi
bir ameli başka bir kötü ile karıştırdıklarını gördüm " Eslem oğlu Zeyd'in
oğlu Abdurrahman der ki: Temim oğulları kabilesinden birisi babama der ki:
Ey Usamenin babası! Öyle bir nitelik ki kendimizde bulamıyorum hiç. Allah
Teala bir zümreden söz ediyor ve buyuruyor ki: "Geceleri pek az uyurlardı."
Biz ise vallahi gecenin az bir kısmında ibadet ediyoruz. O zaman babam
-Allah kendisinden razı olsun- ona: "Ne mutlu uyku basınca uyuklayan
uyanınca da Allah'tan korkana" diye karşılık verir.
Bu öyle bir haldir ki, tabiinden iman ve yakin
mertebesinde yol almış kalbur üstü kimseler bunu inceliyorlar ve kendilerini
bu mertebenin gerisinde buluyorlar ve Allah'ın özel olarak seçtiği
görevlerini tam yapmaya muvaffak ettiği ve bundan dolayı iyi kimselerden
yazdığı bazı kimselerin bu makamı elde ettiklerini görüyorlardı.
Onların Rab'leri ile olan durumları bu. İnsanlar ve
dünya malı ile olan durumlarına gelince bu da iyi davrananlara yaraşacak
şekildedir. "Mallarında yoksullar ve dilenciler için bir hak vardır."
Onlar isteyip de kendisine verilen dilenci ile,
susup haya eden ve dolayısı ile de mahrum kalan yoksulun paylarını
ayırırlar. Her ikisinin payı da mallarında farz kılınan bir hak olarak kabul
ederler. Ve sınırı belirtilmemiş olan bu hak görevini gönüllü olarak
yaparlar.
Bu işaret, surenin gönülleri ihtirasın esaretinden,
cimriliğin yükünden ve rızıkla meşgul olmanın kötü akıbetinden korumak için
rızık ve mülk konusunu ele almasına uygun düşmektedir. Öte yandan bu işaret,
müttakilerin niteliklerini ve iyi davrananların tablolarını canlandırıp
tamamlarken surenin ikinci kesimine geçiş için hazırlık mahiyetindedir.
20- Kesin inanacak
insanlar için yeryüzünde nice deliller vardır.
21- Kendi
canlarınızda da nice deliller vardır. Görmüyor musunuz?
22- Rızkınız da,
size va'dedilen azab da göktedir.
23- Göklerin ve
yerin Rabb'ine and olsun ki bu vaad, sizin konuşmanız kadar kesin ve
gerçektir.
Bu da yeryüzünde ve ruhlarda Allah'ın varlığını ve
kudretini gösteren delillere bir göz atış, takdir edilen nasip ve yazılmış
olan rızık konusunda dikkatleri gökyüzüne yöneltmektir. Bu göz atış büyük
bir yeminle son bulmaktadır. Ve Allah Teala kendi zatı ve bu bölümde sözünü
etmiş olduğu Göklerin ve yerin Rabbi niteliği (sıfatı) üstüne yemin ederek
kendi katından gelen bu va'din kesin gerçek olduğunu belirtmektedir.
"Kesin inanacak insanlar için yeryüzünde nice
deliller vardır." "Kendi canlarınızda da nice deliller vardır. Görmüyor
musunuz?" Üzerinde yaşadığımız şu gezegen Allah'ın zatına ve sanatının
harikalarına işaret eden delillerin sergilendiği muazzam bir fuardır. Öyle
bir fuar ki şu ana kadar o harikaların çok az bir kısmını görebildik. Ve
bizler bu fuarda her geçen gün yeni bir harika ile karşılaşıyor ve her gün
yeni bir şey öğreniyoruz. Tıpkı bu fuar gibi bir başka fuar da bizlerin
içimizde gizlidir. Bu fuar insan ruhudur. Yalnız içinde yaşadığımız yer
kürenin sırları değil bütün varlık aleminin sırlarını içinde saklayan sır
küpü insan ruhunun, fuarıdır bu fuar.
Bu iki ayet bu kısacık işareti ile akılları yerinden
oynatan şu iki fuara dikkat çekmektedir. Ama bu kısacık işaret, bu iki
fuarın kapılarını onları görmek isteyenlere, ruhunu tatmin etmek
isteyenlere, ardına kadar açmaktadır. Ve hayatın, nimet, sevinç, canlı
ibretlerle dolup taşacak kadar anlamlı hale getirmek isteyenlere ayrıca
hayatına kalpleri yücelten, ömürleri uzatan gerçek marifetin (bilginin) çok
değerli hazinelerini doldurmak isteyenlere kapılarını ardına kadar
açmaktadır!
Kur'an ayetleri her ortamda, her çevrede her hal ve
şartta kendisi ile amel edilsin diye hazırlanmıştır. Her ruha, her kafaya ve
her akla herbirinin alabileceği ve dayanabileceği kadar olmak üzere
hazinelerinden belirli kısmını açabilir.
İnsanlık bilgi basamaklarında yükseldikçe düşünce
ufukları genişledikçe, bilgisi artıp tecrübeleri çoğaldıkça, kainatın ve
ruhun sırlarını çözdükçe Kur'an-ı Kerim'den alacağı payı çoğalır, istifadesi
o derece büyük olur. Ve Kur'an ayetlerinden elde edeceği azık, öğüt çeşit
çeşit olur. Bu öyle bir Kitap'tır ki, onu Allah'tan alan, sırlarını tam
olarak anlayan ve o sırlarla birlikte yaşayan Peygamberin, ondan bahsederken
dediği gibi, "Bu kitabın harikaları bitmez tükenmez, tekrar tekrar okumakla
yeniliğini kaybetmez: ' Peygamber bu sözleri kendi ruhunda bulunan canlı
tecrübeye dayanarak söylemiş ve bu tecrübeyi bu ifade kalıplarına dökerek
dile getirmiştir.
Bu Kur'an'ı ilk defa duyanlar, yeryüzünde ve
ruhlarda Allah'ın varlığı ve kudretini gösteren delillerden kendi paylarına
düşeni aldılar. Ve kendi bilgi, tecrübe ve yetenekleri oranında hazinelerini
teslim aldılar. Aynen bunun gibi onlardan sonra gelen nesiller de kendi
bilgi, tecrübe ve marifetlerine uygun olarak nasiplerine, paylarına düşeni
aldılar. Bizler de kendi bilgi, marifet ve tecrübemizin genişliğine göre ve
bu koca kainattaki bitmez tükenmez sırlardan keşfedebildiklerimiz oranda
payımıza düşeni almaktayız. Bizden sonra gelecek nesiller de, henüz bizim
için yeryüzünde ve ruhlarda açıklık kazanmamış olan delillerden hazır
bekleyen nasiplerini alacaklardır. Ama bu kutsal ve görkemli olan iki fuar
(yeryüzü ve ruhumuz) yenilikler ve harikalarla dopdolu olarak zamanın sonuna
kadar devam edip gidecektir.
Şu yeryüzü, şu hayat için hazırlanmış, bütün
özellikleri ile hayatı karşılamak ve devam ettirmek için hazırlanmış olan şu
yeryüzü, akıllara durgunluk veren kainat okyanusunda nerde ise bizce bilinen
yegane gezegendir. Yıldızlar ve gezegenlerle dopdolu olan şu kainatta sadece
bilinen yıldızların sayısı -ki bilinenler kainatın gerçek yüzüne oranla söz
edilemeyecek kadar azdır- yüz milyonlarca galaksidir. Her bir galakside de
yüz milyonlarca sabit yıldız vardır. Gezegenler işte bu yıldızların
uydularıdır. İşte yerküre bu yıldız okyanusu içinde hayat için elverişli tek
gezegendir.
Sayılara sığmayan bunca yıldız ve gezegene rağmen
yeryüzü, bu çeşit bir hayatın oluşup devam etmesi için elverişli tek yerdir.
Şayet yeryüzünün gerçekten çok olan özelliklerinden en ufak birisi
zedelenecek olsa, üzerinde bu çeşit hayatın sürmesi imkansızlaşırdı. Şayet
dünyanın hacmi değişip büyüse veya küçülse, güneşin karşısındaki durumu
değişip güneşe yaklaşıp uzaklaşsa, güneşin hacmi ve ısı derecesi değişecek
olsa, yeryüzünün şuradan veya buradan ekseni üzerindeki eğimi değişecek
olsa, yeryüzünün kendi ekseni veya güneş çevresindeki hareketi değişip de
daha hızlı ya da daha ağır dönecek olsa, dünyamızın uydusu olan ayın hacmi
ya da dünyaya uzaklığı değişecek olsa, dünyamızdaki kara ve denizlerin
birbirine oranları değişip de, bunlardan herhangi biri artıp eksilecek olsa,
şayet, şayet, şayet... daha yeryüzünde hayatın oluşması ve devam etmesi için
kendisinin uygunluğuna etki eden bilinen ve bilinmeyen binlerce dengeye
kadar bu varsayım uzatılabilir.
Bütün bu sayılanlar şu kutsal fuarda sergilenen ve
Allah'ın varlığı ve kudretini gösteren deliller değil midir?
Sonra... Yeryüzünde barınan canlılar için saklanmış
ve depolanmış olan şu yiyecekler... Yerkürenin yüzeyinde barınan, havasında
süzülüp uçan, veya sularında yüzen veya mağara ve oyuklarında gizlenen veya
toprağın bağrında ve içinde gizlenen bunca canlılar... Bu basit ve bileşik
yapıda olan, hazır yiyecekler sayılara sığmaz bunca canlıların yine sayısız
gıdalarını temin etmek için çeşit çeşit şekil ve türlerde olabilen bu
yiyecekler... Toprağın bağrında gizlenen, suyunda akan, havasında esen,
yüzeyinde biten, yeryüzüne güneşten ve bazıları bilinen ve bazıları
bilinmeyen alemlerden gelen, bu azıklar ve yiyecekler... Bütün bunlar, bu
yeryüzünü hayat için elverişli bir yuva olarak kuran ve yeryüzünü sayılara
sığmayan türde canlılar için hazırlayan yüce iradenin planlaması uyarınca
fışkırıp, çıkmaktadır.
Yeryüzünün tablo ve manzaraları, hangi köşesinde göz
atılırsa atılsın, neresine adım atılırsa atılsın, çeşit çeşittir. Bitip
tükenmez harikalarla dopdolu bu manzaralar, bu ovalar, bu vadiler, bu alçak
sahalar ve dağlar, bu deniz ve göller, nehir ve sular, birbirine komşu kimi
verimli kimi verimsiz arazi parçaları, şu üzüm bahçeleri, tarlalar, şu tek
ve iki gövdeli hurma ağaçları.. Bu manzaralardan her birisini, bir an olsun
yaratma ve değiştirmeden geri durmayan sürekli yaratma ve değiştirmenin
kutsal eli durmadan değiştirip türlü türlü şekiller verir. İnsan kurak bir
yere varır bir başka manzara görür, otlarla bezeli bir yere rastlar bir
başka tablo görür. Yemyeşil bitkiler varken gördüğü ayrı bir tablodur. Hasat
zamanı gider karşılaştığı manzara sararmış solmuş bir başka haldir. Bir adım
bile değiştirmemiştir seyrettiği yeri ama karşılaştığı farklı farklı
manzaralardır.
Bu yeryüzünde yaşayan canlılar, bitkiler, hayvanlar,
kuşlar, balıklar, sürüngenler ve haşereler... İnsanı bir tarafa bırakalım.
Çünkü Kur'an insanlardan özel olarak söz etmekte, onları özel olarak ele
almaktadır... Sayılarının ne kadar olduğunu belirlemek bir yana -çünkü
imkansızdır- cins ve türlerinin sayısı, bile henüz keşfedilemeyen bunca
yaratıklar ve bunların içinden her bir yaratık başlı başına bir topluluktur.
Herbiri başlı başına bir harika... Her hayvan, her kuş, her sürüngen, her
haşere, her kurtçuk ve her bitki... Hatta ve hatta, bir kurtçuğun her
kanadı, bir çiçekteki her yaprak, bir yaprağın her damarı harikaları bitmez
tükenmez akıllara durgunluk veren bu kutsal fuarda sergilenmektedir.
İnsan, hatta insanların topyekün tümü böyle
düşünmeye devam etseler ve yeryüzündeki harikalara ve bu harikaların
gösterdiği delillere işaret etmeye çalışsalar, ne sözleri biterdi ne de
işaretleri... Kur'an ayetleri, düşünsün ve ibret alsın diye beşer kalbini
uyarmaktan bu gezegen üzerindeki seyahat boyunca bu dehşetli fuarda
harikaları sergilemekten ve yolculuk boyunca bu sergilemenin sağlayacağı
nimet. ve sevinci tattırmaktan başka bir şey yapmıyor. Fakat Kur'an insan
kalbi gözlere ve basiretlere sergilenmekte olan bu ilahi müze ile gaflet
uykusundan uyansın diye kalbine şöyle bir dokunup geçiyor. İnsan şu dünya
denen gezegende yolculuğunu düşünerek ibret alarak geçirsin diye şöyle bir
dokunup geçmektedir. Bu gezegende yolculuğunu, harikaları görerek, düşünerek
ve kendi benliğinde gizli olan şu akıllara durgunluk veren yaratmayı
düşünerek, büyük bir hazla sürdürsün diye şöyle bir dokunuyor. Ama insanoğlu
bundan habersizdir, dikkati başka şeylerdedir.
Doğrusunu söylemek gerekirse, insan yaratıkların
yüzlerini, özelliklerini, hareketlerini ve adetlerini en güzel yaratıcının
yarattığı bir müzede dolaşan gezgin bir kul gözü ile düşününce ve
yolculuğunu sürdürünce gerçekten de haz ve heyecan verici saniyeler geçirir.
Ya bütün hayatını bu yüce hazlarla dolu alemde geçiren insanların duyacağı
zevk ve sevinç nice olur?
İşte Kur'an-ı Kerim, bu tür dokunuşları ile insanı
yeniden yaratıyor. Yeni bir duygu ile yoktan var ediyor. İnsana yeni bir
hayat sunarak hak veriyor. Yeryüzünde düşünmesi imkansız ve eşi bulunmaz bir
zevk ve sürur veriyor, insana.
İşte Kur'an bu tür düşünce ve idrak yüceliği
istemektedir, insandan. Beşer kalbine bu hazineyi ancak iman verir. Bu yüce
hazzı henüz yeryüzünde çamur ve toprak dünyasında iken ancak iman hazırlar
insana.
İmdi... Birinci bakış yeryüzü sergisine idi. İkinci
gezinti ruhlardaki harikaların fuarında idi. Bunlardan sonra, perdelerle
örtülü yüce gaybın, görülmez alemin fuarı gelmektedir. Ki bu belirlenmiş
rızık ve yazılmış olan nasiplerin yer aldığı fuardır.
"Rızkınız da size va'dedilen azab da göklerdedir."
Bu hayret veren bir işarettir doğrusu. Rızkın gözle
görülen araçları yeryüzünde olmasına rağmen, insan yeryüzünde çalışıp
didinirken ve rızkını ve nasibini çalışma ve didinmesinden beklerken
Kur'an-ı Kerim, insanın bakışlarını ve ruhunu gökyüzüne, görünmeyen aleme
Allah'a çeviriyor. Ki insanoğlu belirlenen rızkını ve yazılan nasibini
oradan beklesin diye... Yeryüzü ve yeryüzündeki gözle görünen rızık araçları
ise inananlar için Allah'ın varlığı ve kudretine birer delildirler.
Gönülleri rızıklarını Allah'ın ihsanından beklesinler diye ve yeryüzünün
ağırlıklarından ve ihtirasın pençesinden kurtarmak için Allah'a döndüren
birer delildirler. Onun için Kur'an gözle görülen rızık araçlarına bu
araçları yaratan ilk kaynaktan rızkı beklemeye engel olma fırsatı tanımaz.
İman eden bir kalp bu işaretin iç yüzünü kavrar ve
olduğu gibi anlar. Bu işaretten maksadın yeryüzünü ve rızık araçlarını ihmal
etmek demek olmadığını ve kendisinin yeryüzünde halifelikle ve orayı
kalkındırmakla yükümlü olduğunu bilir. Bu işaretten hedefin, ruhun bu
araçlara bağlanmaması ve yeryüzünü kalkındırırken Allah'ı unutmamak demek
olduğunu bilir. Yeryüzünde çalışıp rızkı gökten beklemek gerektiğini, rızkın
araçlarına sarılıp fakat, kendisine rızık verenin bu araçlar olmadığına
kesin iman etmek gerektiğini, rızkının gökte planlanmış olduğunu ve Allah'ın
va'dettiği şeyin mutlaka olacağını bilir.
İşte böylece insanın kalbi yeryüzünde gözle görülen
araçlara esir olmaktan kurtulur. Aksine insan ruhu bu araçlarla göklerin
yüceliklerine doğru kanat çırpar. Rızık araçlarında onların yaratıcısını
gösteren deliller görüp kalbi gökyüzüne bağlı, ayakları yeryüzünde yaşarken
göklerin yüceliklerine kanat çırpar insanoğlu... İşte bunu istemektedir
Allah insanlar için... Çamurdan yaratıp, ruhundan bir soluk üflediği ve
alemlerde birçok yaratıklardan üstün kıldığı bu yaratık için bunları
istemektedir...
İnsanın en üstün durumda olduğu bu konumun
gerçekleşmesi için tek vasıta imandır. Çünkü insan ancak bu takdirde
Allah'ın kendisini yaratırken hedeflediği duruma, içine bozukluk ve sapıklık
nüfuz etmeden Allah'ın insanları yarattığı önceki orjinal ve saf duruma
gelebilir...
Yeryüzüne, ruhlara ve gökyüzüne bu kısa bakışlardan
sonra, yüce Allah yüce zatı üstüne yemin ederek, bütün bu sözlerin doğru
olduğunu belirtiyor:
Göklerin ve yerin Rabb'ine and olsun ki bu vaad,
sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir."
Onların kendi aralarında konuşması nasıl bir gerçek
ise, konuşup konuşmadıkları konusunda nasıl ki görüş ayrılığına düşüp
tartışmıyorlar, bu konuda kuşku duymuyorlar ve bundan nasıl emin iseler,
aynen bunun gibi bu kutsal sözlerin de tümü gerçektir, kuşkusuzdur. Ve Allah
söylenenlerin en doğrusudur.
Esmaî'den naklolunan ve Zemahşerî'nin Keşşaf'ında
zikrettiği güzel bir söz vardır. Biz rivayet bakımından ihtiyatlı olmakla
birlikte güzel olduğu için buraya almayı uygun görüyoruz:
"Basra camisinden çıkmıştım. Devesine binmiş bir
bedevi çıkageldi. Bedevi: - Hangi kabiledendir bu adam? dedi. Ben de:
- Asma oğulları kabilesinden dedim. Bedevi: -
Nereden gelirsin? diye sordu. Ben de:
- Rahman'ın sözünün okunduğu yerden dedim. Bedevi:
- O sözden oku bakalım dedi. Bunun üzerine Zariyat
suresini okumaya başladım. Baştan 22 nci ayete gelince, Bedevi:
- Yeter dedi. Kalktı devesini yatırdı ve boğazladı.
Etini gelene ve geçene dağıttı. Kılıcına ve yayına yöneldi, onları kırdı ve
gitti. Bir müddet sonra ben Harun er Raşit ile tavaf ediyordum. Bir de
baktım ki birisi ince bir ses ile beni çağırıyor. Döndüm ve gördüm ki o
bedevi. Sararmış solmuş ve incelmişti. Bana selam verdi ve aynı sureyi
okumamı istedi. Aynı ayete gelince bir çığlık attı ve dedi ki: "Biz
Rabb'imizin bize va'dinin gerçek olduğunu bulduk" (A'raf, 44). Sonra:
Başka var mı dedi. Ben de "Göğün ve yerin Rabb'ine
and olsun ki bu vaad, sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir" ayetini
okudum. Bir çığlık daha attı ve:
- Sübhaneallah dedi. Kim öfkelendirdi celal sahibini
ki yemin etmiş O? Sözünü kim tasdik etmemiş ki yemine başvurmuş dedi. Bu
sözü üç kere tekrar etti ve ruhunu teslim etti: '
Bu bir menkıbedir. Doğru olabilir de olmayabilir
de... Ama bu menkıbe bizlere Allah'ın yemininin ne kadar yüce olduğunu
hatırlatması bakımından önemlidir. Allah'ın zatına ve göğün ve yerin Rabbi
olması niteliğine yemininin yüceliğini hatırlatması bakımından önemlidir.
Çünkü bu yemin, yemin edilerek pekiştirilen gerçeğe de bir yücelik
katmaktadır. Ki bu gerçek kaseme ve yemine gerek kalmayacak kadar apaçık bir
gerçektir.
Buraya kadar anlatılanlar surenin birinci bölümü
idi. İkinci bölüm ise Hz. İbrahim, Lut, Musa'nın -selâm üzerlerine olsun-
hikayeleri ile, Hud Peygamberin kavmi olan Ad, Salih Peygamberin kavmi olan
Semud ve Nuh peygamberin kavmine dair hikayelere işaretleri içermektedir. Bu
bölümün önceki bölümle ve aynı zamanda surenin akışı içinde kendisini
izleyen bir sonraki bölümle yakın bir ilişkisi vardır.
24- İbrahim'in
şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?
25- Onlar,
İbrahim'in yanına girip "Selam sana" demişlerdi, İbrahim de: "Selam size"
demişti. İçinden de, onların "tanınmamış bir topluluk " olduklarını
geçirmişti.
26- Gizlice
ailesinin yanına gitti, semiz bir buzağı getirdi
27- Onu, önlerine
yaklaştırdı "Yemez misiniz?" dedi.
28- Yemediklerini
görünce içine bir korku düştü. "Korkma " dediler ve ona bilgin bir oğlan
çocuğu müjdelediler.
29- Karısı hayretle
çığlık içinde geldi. Yüzünü kapayarak "Ben kısır bir koca karıyım" dedi.
30- Dediler ki:
"Rabb'in böyle dedi. O, hüküm ve hikmet sahibidir bilendir."
31- İbrahim: "O
halde işiniz nedir ey elçiler?" dedi.
32- Dediler ki: "Biz
suçlu bir kavme gönderildik."
33- "Ki onların
üzerine çamurdan taşlar salalım; "
34- "Rabb 'inin
katında, haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar."
35- Orada
mü'minlerden kim varsa çıkardık.
36- Zaten orada bir
ev halkından başka müslüman da bulamadık.
37- Acı azabdan
korkanlar için orada bir ibret bıraktık.
Bunlar peygamberlerin tarihlerinde yer alan delil
veya delillerdir. Tıpkı yeryüzünde ve ruhlarda işaret olunan deliller
gibidir bunlar da... Bu sözler birinci bölümde gerçekleşeceği ifade olunan
va'dler gibi gerçekleşecek olan va'd veya tehditlerdir.
Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- hikayesi bir
soru ile başlıyor: "İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?"
Bu hikaye anlatılacak olan hikayeye dinleyenlerin dikkatlerini çekmek ve
zihinleri buna hazırlamak için böyle soru ile başlıyor. Hz. İbrahim -selâm
üzerine olsun- misafirlerinin şerefli olarak nitelenmelerinin nedeni ya
onların Allah katında böyle şerefli oluşlarından veya hikayede anlatıldığı
gibi Hz. İbrahim'in onlara yaptığı ikramdan dolayıdır.
Hz. İbrahim'in cömertliği ve dünya malına karşı önem
vermeyişi açıkça görülmektedir. Misafirleri içeri girer girmez "selam"
diyorlar. Kendilerini tanıyıp bilmediği halde salamlarını alıp karşılık
veriyor. Evet kendisine selam verilir verilmez onların selamlarına karşılık
verir vermez hemen onlara yemek hazırlamak üzere hızla hanımının yanına
koşuyor. O kadar bol yemek getiriyor ki değil üç kişiye onlarca kişiye bile
yeter. "Gizlice ailesinin yanına gitti semiz bir buzağı getirdi." Rivayete
göre gelen konuklar üç kişiymişler. Bu semiz buzağının bir omuzu bile onlara
yetecek kadarmış!
"Onu önlerine yaklaştırdı `yemez misiniz?' dedi."
Hz. İbrahim konukların yemeğe ellerini uzatmamaları
ve biraz sonra yiyeceklerini gösteren bir davranış içinde bulunmamaları
yüzünden soruyor bu soruyu. "Yemediklerini görünce içine bir korku düştü."
Bunun iki nedeni olabilir: Birincisi ev sahibinin sunduğu yemeği yemeyen bir
yabancı konuğun bu hareketi o konuğun içinde kötü niyet ve hıyanet beslediği
anlamına gelmesindendir. Ya da Hz. İbrahim onların davranışında tuhaf şeyler
görmüştür bundan dolayıdır. İşte bu esnada konuklar ona gerçek kimliklerini
açıklıyorlar veya onu yatıştırıyorlar ve kendisine müjde veriyorlar.
"Korkma' dediler. Ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler." Bu müjde
kısır eşinin Hz. İshak peygamberi doğuracağına dairdir.
Karısı hayretle çığlık içinde geldi. Yüzünü
kapayarak "Ben kısır bir koca karıyım' dedi." Hz. İbrahim'in -selâm üzerine
olsun- hanımı müjdeyi duymuş ve bu müjde karşısında birden şaşkına dönmüş,
dehşet içinde çığlık atmış ve kadınların adeti olduğu gibi, yanaklarını iki
avucu ile kapatmıştı. Bu nasıl olur? "Kısır bir kocakarıyım" diye bağırmaya
başlamıştı. Böylece kendisi yaşlı bir kocakarı olduğu için bu müjde
karşısında dehşetini dile getirmişti. Çünkü o aslında kısır birisiydi.
Hiçbir zaman beklemediği bu çarpıcı müjde karşısında kendisinden geçmiş ve
unutmuştu müjdeyi meleklerin getirdiğini. İşte o sırada melekler onu ilk
gerçeğe, kendisini hiçbir şeyin kayıtlayamıyacağı ve her işi hikmet ve ilim
ile idare eden kudret gerçeğine döndürürler.
"Dediler ki: `Rabb'in böyle dedi. O, hüküm ve hikmet
sahibidir, bilendir." Herşeye "Ol" deyince hemen oluverir. Yüce Allah ol
demiştir. O halde onun sözünden sonra neye gerek var bir şeyin olması için.
Ancak ne varki alışkanlık ve adetler beşerin kavramasını sınırlandırıyor,
düşüncelerini daraltıyor ve bu yüzden insan alışageldiği şeye aykırı bir
şeyin olduğunu görünce dehşete kapılıyor ve nasıl olacağına hayret ediyor.
Zaman zaman da şımarıklık ederek onun oluşunu inkara yelteniyor. Oysa
mutlaka dileme (yüce irade) yoluna devam etmektedir, beşerin küçük ve
sınırlı olan alışkanlıkları ile kayıtlı değildir. Dilediğini hiçbir kayıt ve
sınır tanımadan yoktan var eder.
Bu sırada Hz. İbrahim konuklarının kimler
olduklarını öğrendiği için hangi görevle gönderildiklerini sormaya
yöneliyor. "Ey elçiler işiniz nedir dedi..." "Dediler ki: `Biz suçlu bir
kavme gönderildik: Hz. Lut'un gönderildiği kimselerdi. "Rab'binin katında,
haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar."
Bu taşların, aşırı gidenler ve hakkın sınırını
aşanlar için Allah katında hazırlanıp damgalanmış olmaları; yerin
derinliklerinden kızgın lavlar püskürten azgın yanardağların fırlattığı
taşlar olmalarına engel değildir. Zaten Hz. Lut'un gönderildiği insanlar
fıtratın ve dinin sınırlarını aşarak aşırı gitmişlerdi. Bu taş bu itibarla
"Rabbinin katında" O'nun iradesi ve yasaları uyarınca azgınlardan dilemiş
olduğu kimselerin başlarına gelecektir. "Atılacaktır". Ne zaman ve nerede
atılacağı ise O'nun ilmi ve ezeli planı uyarınca takdir edilip
belirlenmiştir. Taşın atılışını yine kendi iradesi ve konumları uyarınca
melekler üstlenirler. Bizler meleklerin nasıl olduklarını biliyor muyuz?
Onların bu kainat ve içinde bulunan canlı ve cansız varlıklarla ilişki
tarzlarını kavrayabiliyor muyuz? Zaman zaman açığa vuran dış görünüşlerine
göre, kendimizden isimler verdiğimiz kainat güçlerinin asıl yüzlerini
kavrayabiliyor muyuz? O halde Allah'ın bu güçlerden bazılarına herhangi bir
zamanda görev verdiğini, bu güçlerden bir kısmını çeşitli şekillerde bazı
insanların üzerine dünyanın herhangi bir yerinde gönderdiğini bizlere haber
vermesine itiraz etmeye hakkımız yoktur. Bizlerin bilgi adına sahip
olduğumuz tek şey bu güçlerin görünüşlerine dair bir takım varsayımlar,
nazariyeler ve temelsiz yorumlardan ibaret iken, ve bu güçlerin gerçek
şekilleri hala bizlerden uzak iken Allah'ın bu konuda vermiş olduğu
haberlere itiraz etmeye de hakkımız yoktur. Bu yağan, ister volkanik bir taş
olsun, isterse başka bir taş olsun, Allah'ın elinden çıkıyor. Onun sanatının
ve dilemesinin eseridir. Sırrı O'nun yüce katındadır, bilinmez. Allah onu
dilediği zaman, somut olarak meydana çıkarır.
"Orada mü'minlerden kim varsa çıkardık."
Onları kurtarmak ve korumak için çıkardık. "Zaten
orada bir ev halkından başka müslüman da bulamadık". Başka yerlerden
anlaşıldığı gibi, bu ev halkı Lut Peygamberin evinin halkı idi. Sadece onlar
kurtulmuştu. Fakat karısı da helak olanlar arasında idi.
"Acı azaptan korkanlar için orada bir ibret
bıraktık." Korkanlar bu kanıtı görürler, kavrarlar ve ondan yararlanırlar.
Diğerleri ise, gözleri kör olduğundan ne yeryüzünde, ne benliklerinde ve ne
de tarih olaylarında Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren delilleri
göremezler.
Bir diğer delil de Hz. Musa'nın hikayesinde vardır.
Allah (c.c.) o delile Peygamberler tarihindeki kanıtlar sergilenirken kısaca
ve hızla işaret etmektedir.
38- Musa'nın
başından geçenlerde de ibretler vardır. Onu apaçık bir delille Fir'avn'a
gönderdik.
39- Fir'avn
ordusuyla birlikte yüz çevirmiş ve "Musa, ya bir büyücü ya da bir delidir"
dedi.
40- Sonunda onu ve
ordularını yakalayıp denize attık. O, kınanmayı haketmişti.
Allah Teala, Hz. Musa'yı Fir'avn'a gönderirken ona
heybeti ve kesin delili vermişti. Hz. Musa onları işitmekte ve görmektedir.
Ne varki, Fir'avn bütün adamları ile birlikte yüz çevirmiş ve apaçık
gerçekten ve kesin delillerden sapmıştı. Ve kendisine Allah'ın olağanüstü
mucizelerini gösteren Peygamberi Hz. Musa için o, "Ya bir büyücüdür ya da
bir delidir" demişti. Bu da kesin olarak gösteriyor ki, olağanüstü olaylar
ve mucizeler hidayete hazırlıklı olmayan kalpleri hidayete erdiremez,
batılda ısrar eden yalanlamaya yönelen dilleri kesip susturamaz.
Burada ifadenin akışı, hikayenin ayrıntılarını
sunarak sözü uzatmıyor.. Hemen tarihte anlatılan ve sözü edilen delilin
ortaya çıktığı hikayenin final kısmına geçiyor.
"Sonunda onu ve ordularını yakalayıp denize attık.
O, kınanmayı haketmişti".
Yani azgınlığı ve yalanlaması kınanmayı gerektirecek
seviyedeydi.
Ayetin Allah'ın Fir'avn'u ve adamlarını yakalayıp
denize attığı şeklindeki ifadesinde O'nun bu fiilleri direkt olarak
kendisinin yaptığı açıkça anlaşılmaktadır. Allah'ın yeryüzündeki ruhlardaki
ve peygamberler tarihindeki delilleri sunulurken Hz. Musa'ya değinilmesinde
güdülen hedef de budur zaten.
Bir başka delil de Ad kavmi ile ilgilidir.
41- Ad kavminde de
ibretler vardır. Onlara kasıp kavuran rüzgarı göndermiştik.
42- Üzerinden
geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.
Ad kavmine gönderilen rüzgara "Akim" denilmesinin
nedeni, onların umdukları gibi, bu rüzgarın su ve hayat değil de ölüm ve
felaket taşımasıydı. Üzerinden geçtiği herşeyi çürütüp dağıtması, ufalayıp
kırıntı haline çevirmesiydi.
Rüzgar bu evrendeki güçlerden birisi, Allah'ın
ordularından bir ordudur. "Rabb'inin ordularını ancak O bilir" (Zariyat, 31)
Ve Allah rüzgarı -kendi dilemesi ve kanunları çerçevesinde- herhangi bir
biçimi ile, belirlenen zamanda, öldürüp yok etmek ya da diriltip
canlandırmak için istediği kimseler üzerine gönderir. Burada basit ve
bireysel itirazda bulunmaya ve "rüzgar tabiat kanunlarına göre akar, tabii
faktörlere uyarak şuraya veya buraya eser" diyerek gülünç olmaya gerek
yoktur. Çünkü onu bu sistem uyarınca ve bu faktörlere uygun olarak akıtan
güç, takdir ve planlaması uyarınca dilediği zaman dilediği kimsenin başına
bela eden, güçtür. Bu güç, rüzgarı planladığı sistem ve yarattığı etmenler
çerçevesinde dilediği gibi bela etmeye yetenekli ve kadirdir. Bu noktada
hiçbir fikir ayrılığına, itiraza ve kuşkuya yer yoktur.
Üçüncü delil Semud kavmi hakkındadır.
43- Semud kavminin
başına gelende de ibretler vardır: Onlara, "Bir süreye kadar zevklenin"
denmişti.
44- Rab'lerinin
buyruğuna baş kaldırdılar, bu yüzden bakıp dururlarken onları yıldırım
yakaladı.
45- Ayağa kalkacak
güçleri kalmamış, yardım edenleri de olmamıştı.
"Bir süreye kadar zevklenin" sözü ile onların dişi
deveyi öldürmelerinden sonra kendilerine üç gün süre verilmesine işaret
ediliyor olabilir. Nitekim bu konu bir ayette şöyle ifade olunmaktadır:
"Salih onlara `yurdunuzda üç gün daha yaşayınız' dedi." (Hud, 65) Yahut da
bu işaretle, Salih Peygamberin gelişinden dişi deveyi öldürmelerine,
Rab'lerinin buyruğunu dinlemeyip ondan yüz çevirmelerine ve sonunda da helak
olmayı hak etmelerine kadar geçen nimetlenip faydalandıkları süre
kastedilmektedir.
Lut peygamberin kavmine gönderilen taş, Ad kavmine
gönderilen rüzgar hakkında söylediğimiz şeylerin aynısını Semud kavmine
gönderilen yıldırım hakkında da söyleyebiliriz. Bunların hepsi de kainat
kuvvetleri olup Allah'ın emri ile yöneltilmekte ve O'nun dilemesi ve koyduğu
kanunlara boyun eğmektedirler. Allah bunları bu kanunlar çerçevesinde
dilediği kimselerin başlarına bela olarak verir. Ve onlar da Allah'ın
kendilerine yüklediği fonksiyonu yerine getirirler. Tıpkı Allah'ın
ordularından herhangi bir ordu gibi.
Dördüncü delil ise Nuh kavmi hakkındadır:
46- Daha önce de Nuh
kavmini helak etmiştik. Çünkü onlar da yoldan çıkmış bir toplum idiler.
Bu ifade, Hz. Nuh'un hikayesine açıklama getirmeden
hızlıca dokunuşlar içeren kısa bir işaret niteliğindedir. Ve sanki Nuh
kavmini de hatırla denilmektedir. Bazı okunuş rivayetlerinde bu "kavm"
sözcüğü, "üzkur" (hatırla) fiilinin bağlacı olan "fi" olmadan üstün olarak
okunmuştur. Ve bundan sonra gelen ayet, "Göğü gücümüzle biz kurduk. Şüphesiz
biz onu genişleticiyiz: ' ayeti bağlaçla bağlanmıştır. Bu ayet, kainat
mucizesinden söz etmektedir. Bundan öncekiler tarihsel delillerle ilgilidir.
Ayetin akışı bu iki delil ve mucizeyi birbirine bağlıyor. Bu bölüm de her
iki delili surenin üçüncü kısmına bağlıyor...
47- Göğü gücümüzle
biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz.
48- Yeri biz döşedik
biz ne güzel döşeyiciyiz.
49- Her şeyden çift
çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız.
Bu ayetle yeniden surenin başlangıcını oluşturan
evrensel senfoniye yeniden dönülmektedir. Kur'an'ın kalplere cazip
gösterdiği değişik şekillerden birisini oluşturur bu ayet. Ve yine bu ayet,
hem burada ve hem de başta Allah'ın varlığını ve kuvvetini gösteren
delillere yeni bir giriştir. Bu giriş Hz. Nuh peygamberin mucizesini gökyüzü
ile yeryüzüne ve yaratıklarda bulunan delillere bağlamaktadır. Sonra da
bütün bunlardan, insanlar tevhid içinde soyutlanarak Allah a dönsünler ve
O'na yönelsinler diye onlara çağrı yinelenmektedir.
"Göğü gücümüzle biz kurduk; şüphesiz biz onu
genişleticiyiz."
Ayette geçen "Eyd" sözcüğü güç anlamındadır.
Allah'ın gücünün ne demek olduğunu en güzel gösteren de, akıllara durgunluk
verecek derecede birbirine bağlı ve görkemli gökyüzünün bina edilmesidir.
Gök kelimesi ile hangi anlam kastedilirse kastedilsin değişmez. İster
yıldızların ve gezegenlerin yörüngeleri kastedilsin isterse, milyonlarca
yıldız kümelerini içeren ve adına galaksi denilen yıldız toplulukları
kastedilmiş olsun, ister yıldızların ve gezegenlerin serpili bulunduğu şu
uzay boşluklarından herhangi biri kastedilsin, ister "sema" sözcüğünün ifade
ettiği anlamlarda diğerleri kastedilsin, farketmez... Genişlik sözcüğü de
bunun gibi apaçık gözler önündedir. Sayıları milyonu bulan ve akıl almaz
kütlelere sahip bulunan bu yıldızlar, engin uzay denizine serpiştirilmiş
birer zerre gibidirler.
Burada gökyüzünün genişliğine işaret edilmesinde
yüce Allah'ın daha önce "gökyüzünde" dediği rızık hazinelerine başka bir ima
daha vardır. Burada sema sözcüğü her ne kadar Allah'ın katında olan şeyler
için bir sembol olsa da, Kur'an ifadesi bu kelimeye belirli özellikler
vermektedir. Öyle görünüyor ki, beşerin duygularına ilham verici olan bu
seslenmeden hedef de bu özelliklerdir.
Daha sonra gelen "döşenen yeryüzü" deyimine
işaretten hedef de bunun gibidir.
"Yeri biz döşedik, biz ne güzel döşeyiciyiz."
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Allah Teala, bu
yeryüzünü hayata beşik olsun diye hazırlamıştır. Ayette geçen "döşeme"
sözcüğü, konfor rahatlık ve düzeni çağrıştırıyor. İşte yeryüzü de, insanoğlu
için aynen bir beşik gibi rahat ve huzur yatağı kılınmış, herşey orada en
ince ayrıntısı ile hayatın kolay olması ve sürmesi için takdir edilmiştir.
"Ne güzel döşeyiciyiz."
"Ve herşeyden de çift çift yarattık ki düşünüp öğüt
alasınız."
Bu ifade, şu yeryüzünde belki de şu evrende var olan
yaratma kuralını gösteren, akıllara durgunluk verecek bir gerçektir. Çünkü
ifade, yaratıklarda çift cinslilik kuralını sadece yeryüzüne özgü kılmıyor.
Yaratılışta çift olmak kuralı canlılarda apaçık ortadadır. Ancak ayette
geçen "şey" sözcüğü, cansızları da kapsamına alır. Yani bu ifade, canlı
varlıklar gibi eşyanın da "çift cinslilik" prensibine göre yaratıldığını
işaret etmektedir.
Bu ayetleri insanlığın ondört asırdan beri bildiğini
gözönüne alırsak ve yine herşeyde "çift" olma prensibi bir yana, canlılarda
bile çift yaratılma prensibinin o zamanlar bilinmediğini bir düşünürsek,
evet bütün bunları düşünürsek çok büyük ve hayret verecek bir durumla
yüzyüze buluruz kendimizi. İşte Kur'an-ı Kerim, kainata dair gerçekleri,
herkesten önce asırların ötesinden akıllara durgunluk verecek bir biçimde
bizlere haber vermektedir.
Ayrıca bu ayet bizlere, modern bilimsel
araştırmaların gerçeklere ulaşma yolunda oldukları izlenimini vermektedir.
Öte yandan bu modern bilimsel araştırmaların kainatın temel yapısının atom
olduğunu, atomun ise artı ve eksi yüklü çift kutuplu elektronlardan
oluştuğunu belirttiğini gözönüne alırsak, bu araştırmaların akılları
hayrette bırakan ayetin ışığı altında gerçeği yakalama yolunda olduğunu
söyleyebiliriz.
Bu kısa ifadeli fakat akılları yerinden söküp
oynatacak kadar geniş boyutlu, bu dokunuşların ışığı altında, göklerin
kucağına, yeryüzünün en sonuna ve yaratıkların iç dünyalarının
derinliklerine kadar yapılan bu gezintilerden sonra ayet insanlara
seslenerek göklerin ve yerin yaratıcısına koşmalarını istiyor. Ruhlarına
ağırlık veren ve sınırlayıcı her engelden sıyrılarak, eşsiz ve ortaksız
olarak bu kainatı yaratan Allah'ı birleyerek O'na koşmalarını istiyor.
50- O halde Allah'a
koşun. Çünkü ben, sizi O'ndan açık bir şekilde korkutuyorum.
51- Allah ile
beraber başka tanrılar uydurmuyorum. Ben size O'nun tarafından
görevlendirilmiş apaçık bir uyarıcıyım.
Burada "koşma" sözcüğünün yer alması gerçekten
hayret vericidir. Bu ifade insanın ruhunu şu yeryüzüne bağlayan, serbest
kalmaması için üzerine ağırlık gibi çöken, ruhu her yönden kuşatan, tutsak
eden ve kelepçeye vuran, ağırlıkları, kayıtları, bu ağları ve kementleri ima
etmektedir. Ve özellikle de rızık ve ihtiras ile va'dedilen payların
(rızkın) gözle görülen ağaçları ile oyalanma tuzaklarını ima etmektedir...
Bundan dolayı, silkinip harekete geçmek, bu yüklerden ve kayıtlardan
kurtularak Allah'a koşmak için yapılan sesleniş güçlü olmaktadır. Her türlü
şirkten uzaklaşarak sadece bir olan Allah'a koşmak için yapılan sesleniş
güçlü olmaktadır. İnsanlara delillerinin olmayacağı ve özürlerinin
kalmayacağı hatırlatılması için güçlü seslenişte bulunulmaktadır. "Ben size
O'nun tarafından görevlendirilmiş apaçık bir uyarıcıyım." Yanyana iki ayette
bu uyarının tekrar edilmesi uyarma ve sakındırmayı daha da artırmak içindir.
Ve sanki gökyüzündeki, yeryüzündeki ve
yaratıklardaki Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren delillere işaret,
peygamberlik ve peygamberlerin mucizeleri ile birbirinin uzantısı şeklinde
bir bütünlük gösteriyordu.
Şimdi bu işaretler son bulunca ayetin yukarısında
geçen Peygamber hikayelerine ilişkin değerlendirmeler geliyor.
52- İşte böyle,
onlardan önce de ne kadar elçi geldiyse mutlaka: "Büyücü veya cinlenmiş"
dediler.
53- Bunu
birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır onlar azgın bir topluluktur.
54- Onlardan yüz
çevir, sen kınanacak değilsin.
55- Ancak yine de
hatırlat, çünkü hatırlatmak, mü'minlere fayda verir. Yalancıların karekteri
ve mizaçları hep aynıdır. Sapıklar Hakkı ve Peygamberi hep aynı şekilde
karşılamışlardır.
"İşte böyle, onlardan önce de ne kadar elçi geldiyse
mutlaka: `Büyücü veya cinlenmiş' dediler."
Tıpkı şu müşriklerin dediği gibi. Ve sanki çağlar
boyu bu çeşit karşılamayı birbirlerine öğütlemişlerdir. Gerçekte onlar
birbirlerine birşey öğütlememişlerdir. Böyle bir şey yoktur. Ama azgınlığın
ve doğru yoldan sapmanın özelliği var ya bu hep aynıdır. İşte eskilerle
yenilerin ortak özellikleri budur.
Azgınların sanki birbirlerine öğüt vermiş gibi
çağlar boyu tekrarlayıp durdukları bu tutumlarının doğal sonucu
Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun-müşriklerin yalanlamalarına
aldırmamasıdır, önem vermemesidir. Peygamber onların sapıklığından dolayı
kınanacak değildir, hidayete ermemelerinde kusurlu sayılmayacaktır.
"Onlardan yüz çevir, sen kınanacak değilsin." O sadece bir hatırlatıcıdır.
Dönekler ne kadar yüz çevirirlerse çevirsinler, yalanlayanlar ne kadar
yalanlarsa yalanlasınlar o bir uyarıcıdır, görevi öğüt vermektir ve öğüt
vermeye de devam edecektir.
"Çünkü hatırlatmak mü'minlere fayda verir."
Mü'minlerin dışında inkarcılara fayda vermez. Peygamberin görevi öğüttür.
Bir kimsenin doğru yola ermesi veya sapık olarak kalması bu görevin
dışındadır. Her iki konu da yetki sadece, insanları dilediği duruma göre
yaratan, Allah'ın yetkisindedir.
Burada surenin son vurgulaması geliyor. Ve burada
Allah'a koşmanın anlamı ortaya çıkmakta ve insanın görevini yerine getirmek
için yüklerden ve tutsaklıktan kurtulmasının ne demek olduğu belli
olmaktadır. Bu öyle bir görev ki Allah kullarını o görevi yerine getirsinler
diye yaratmış ve onu yapsınlar diye onları bu varlık alemine göndermiştir.
56- Ben cinleri ve
insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
57- Ben onlardan
rızık istemiyorum, beni beslemelerini de istemiyorum.
58- Şüphesiz rızık
veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır.
Bu kısacık ayet muazzam ve korkunç bir gerçeği
kapsamaktadır ki bu gerçek iyice anlaşılmadan yeryüzünde beşer hayatı
düzenli olmaz. Yeryüzünde sözünü ettiğimiz hayat ister kişisel hayat olsun
ister toplum hayatı olsun isterse tüm devirler ve çağlar boyu bütün
insanlığın hayatı olsun farketmez.
Bu kısacık ayet birçok anlam ve gayelerin ufuklarını
açmaktadır ki bunların tümü hayatın üzerinde durduğu temel taşı sayılan bu
muazzam gerçeğin içinde yer alır.
Bu gerçeğin kapsadığı ufuklardan birincisi şudur:
Elbette ki cinlerin ve insanların var olmalarının, yaratılmalarının belirli
bir gayesi vardır. Bu gaye bir görevde simgelenmektedir ki, kim bu görevi
yerine getirirse varlık ve yaratılış gayesini gerçekleştirmiş olur. Yerine
getirmeyen ya da yan çizen ise yaratılış gayesini yıkmış ve yitirmiş olur.
Böyle birisi görevsiz, başı boş kalmış ve hayatı hedef ve değerini
yitirmiştir. Hayatı, kendisini değerli kılan asıl anlamını yitirmiş olur.
Böylece hayat yaratılış gayesinden sıyrılmış ve bunun sonucunda kişi dipsiz
bir boşluğa yuvarlanmıştır. Bu durum kendisini ana sisteme bağlayan, koruyan
ve ona ölümsüzlüğü sağlayan varlık kanunundan sıyrılıp kaçan herkesin başına
gelir.
İnsanları ve cinleri varlık kanununa bağlayan bu
belirli görev Allah'a ibadet veya O'na kulluktur. Ortada bir kul, bir de Rab
olacaktır. İbadet eden bir kul, tapılan bir Rab... İşte bir kulun hayatı
bütünü ile bu ilke üzerine olursa düzgün olur.
İşte bu göz kamaştırıcı gerçeğin bir diğer yönü de
burada ortaya çıkıyor. Ve buna göre ibadetin anlamı sırf, birtakım sembolik
davranışları yerine getirmekten çok daha geniş ve çok daha kapsamlı olduğu
gerçeği ortaya çıkıyor. Çünkü cinler ve insanlar bütün hayatlarını belirli
sembolik hareketleri yerine getirerek geçirmezler. Ve Allah Teala onlara
bunu yüklemiyor. Aksine yüce Allah onlara hayatlarının büyük bir kısmını
kuşatan ve meşgul eden başka birtakım faaliyetler yüklüyor. Bizler Allah'ın
cinlere yüklediği faaliyet şekillerini bilmiyoruz. Fakat insandan istenen
faaliyetlerin sınırını biliyoruz. Bunu Kur'an'dan yüce Allah'ın sözünden
öğreniyoruz. "Hani Rabb'in meleklere `ben yeryüzünde bir halife yaratacağım'
demişti." (Bakara, 30) Şu halde insan denen varlıktan yapması istenen amel,
yeryüzünde Allah'ın halifesi olmaktır. Bu görev içinde yeryüzünün imarı da
vardır. Bunun içinde yeryüzündeki güç ve enerji kaynaklarının, ham madde
rezervlerinin ve gizli cevherlerin keşfedilmesi ve bunları kullanarak
geliştirip yaşam düzeyinin yükseltilmesi gibi birtakım aktif faaliyetler
gerekmektedir. Ayrıca evrenin genel kanunları ile uyum içinde olan mutlak
sistemi gerçekleştirebilmek, yeryüzünde Allah'ın şeriatını hakim kılmak da
halifeliğin gerekleri arasındadır.
Buradan açıkça ortaya çıkıyor ki; insanın yaratılış
gayesi ve ilk görevi olan ibadetin anlamı sadece birtakım sembolik
davranışları yapmaktan çok daha geniş ve çok daha kapsamlıdır ve halifelik
görevi de ibadet kavramına kesinkes dahildir. O halde gerçek ibadet kavramı
iki ana unsurda somutlaşır:
1- Allah 'a ibadetin anlamını ruhlara yerleştirmek.
Yani, düşünceye şunu kesin olarak yerleştirmeli ki, ortada bir kul, bir de
Rab vardır. Kul kulluk eder, Rab'be ise ibadet edilir. Bunun ötesinde hiçbir
şey yoktur, ve ortada bu konumdan ve bu bakış açısından başka bir şey
yoktur. Ve şu varlık alemi tümü ile ikiye ayrılır: Bir ibadet eden ve bir de
ibadet edilen ma'bud. İbadet edilen Rab, birdir. Ve herkes O'nun kullarıdır.
2- İbadet, vicdandaki her harekette, organların her
işleyişinde, hayattaki her davranışta Allah'a yönelmektir. Bütün davranışlar
ile samimi olarak Allah'a yönelmek, başka her türlü duygudan ve Allah'a
ibadet etme motifi dışında her türlü motiften sıyrılmaktır.
İşte ibadet bu iki unsur ile birlikte anlam kazanır.
Ve yapılan ameller dini ibadet sembolleri yeryüzünü kalkındırmakla,
yeryüzünü kalkındırmak da Allah yolunda cihatla, Allah yolunda cihad ise
belalara sabretmek ve Allah'ın kaderine razı olmakla eşit hale gelir...
Bunların hepsi ibadet demektir. Hepsi Allah'ın insanları ve cinleri yerine
getirsinler diye yarattığı ilk görevi gerçekleştirmek demektir. Ve bunların
tümü, Allah'tan başkasına yönelmeyi bırakıp herşeyin, sadece O'na kulluğunda
somutlaşan genel kanunlara boyun eğmek demektir.
Ve işte o zaman, insan şu yeryüzünde yaşarken,
burada Allah'ın kendisine vermiş olduğu bir görevi yerine getirmek için var
olduğunu hissederek yaşar. Bu dünyaya o görevi yerine getirmek için belirli
bir süre ile sınırlı olarak geldiğini, hissederek yaşar... Bu görevin
ötesinde Allah'a itaattan başka dünyada hiçbir istek ve arzu, hiçbir gaye ve
hedef düşünmeden dünyaya gelmesinin sadece O'na kulluk ve itaat ederek bu
görevi yerine getirmek olduğunu hissederek yaşar. Bu görevin karşılığı ise
duyulan iç huzuru, kendi durumundan ve amelinden hoşnutluk, Allah'ın
kendisinden hoşnutluğu ve O'nun kendisini gözetmesi ile güven duymaktır.
Sonra da bu, ahirette karşısına şereflendirme, nimet, ihsan ve büyük bir
bağış olarak çıkacaktır.
Ve işte o zaman, insan gerçekten Allah'a tüm gücüyle
yönelmiş olur. O zaman, şu yeryüzünün tutsaklığından, engelleyici
cazibelerinden ve akılları çelen tuzaklarından sıyrılarak Allah'a koşmuş
olur. Gerçekten esaretten ve yüklerden kurtulmuş ve kendisini Allah'a adamış
olur. Kainatta bulunacağı yere, Allah'a kul olma yerine yerleşmiş olur.
Çünkü Allah onu kendisine ibadet etsin diye yaratmıştır. İşte o zaman
yaratılış gayesini yerine getirmiş, dünyaya geliş hedefini gerçekleştirmiş
olur. İbadet kavramının ruhlara yerleştirilmesinin gerekleri arasında
insanın yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmesi, o görevin
gereklerini omuzlaması, halifeliğin en son meyvelerini vermesini sağlaması
vardır. Bunun yanısıra insanın elini halifeliğin meyvelerine bulaştırmaması,
kalbini onların cazibelerinden ve tuzaklarından uzaklaştırıp kurtarması
gerekir. Çünkü o halifeliği ve halifeliğin sonuçlarını kendi şahsı için veya
kendi çıkarlarını elde etmek için yapmış değildir. Fakat, halifeliği yerine
getirerek gerçek ibadet (kulluk) kavramını gerçekleştirmek ve sonra da
ibadet (halifelik) aracılığı ile Allah'a yönelmek için yapmıştır.
Ve yine ibadet kavramının bir diğer gereği de,
yapılan amellerin ruhlarda yer eden değerlerinin o amellerin sonuçlarına
göre değil de nedenlerine göre olmasıdır. Sonuç ne olursa olsun insan hiçbir
zaman sonuçlara bağlı değildir. Çünkü o, bu amelleri yaparken ibadet
görevini yerine getirmek niyeti ile yapmaktadır. Ve çünkü ona verilecek ödül
o amellerin sonuçlarına göre değil, yerine getirdiği amellerin karşılığı
olacaktır.
Böyle olunca, insanın, görevler, yükümlülükler ve
ameller karşısındaki tutumu tümü ile değişir. Ve insan bütün bunlarda
içlerinde gizli olan ibadet kavramını dikkate alır. İnsan tüm
faaliyetlerinde bu espriyi gerçekleştirince, görevi sona ermiş ve gayesi
gerçekleşmiş olur. Varsın bundan sonra sonuç nasıl gelişirse gelişsin. Bu
sonuçlar onun görevleri arasında yoktur. Hesabını ona göre yapmaz ve onu
ilgilendirmez de... Çünkü bundan sonrası Allah'ın kaderine ve dilemesine
kalmıştır. Kulun kendisi, çabası, niyyeti, ameli de yüce Allah'ın kaderi ve
dilemesinin bir parçasıdır.
İnsan kalbini amel ve çabaların sonuçlarından çekip
çıkarınca, kendisini amel ve çabaya yönelten motifte ibadet kavramını
gerçekleştirir gerçekleştirmez payını aldığını ve mükafatını garanti
ettiğini hisseder. İşte o zaman kalbinde insanı dünya hayatındaki mallara
köpekler gibi üşüşmeye ve onun uğrunda boğuşmaya sevkeden hırsın kırıntısı
kalmaz. Bir yandan halifelik ve halifeliğin yükümlülüklerini omuzlamak
uğruna olanca gücünü ve çabasını sarfederken, bir yandan da elini ve gönlünü
şu dünyanın fani mallarına ve çabalarının sonucuna bağlamaktan çeker. Çünkü
o bu sonuçları elde etmek veya sonuçları kendine mal etmek için değil,
aksine onlarda ibadet kavramını hayata geçirmek için gerçekleştirmiştir.
Kur'an-ı Kerim, bu duyguyu insanın kafasını rızık
endişesi ile meşgul olmaktan ve ruhun cimriliklerinden kurtararak besleyip
güçlendiriyor. Rızık zaten garanti altındadır. Allah, kullara yönelik rızkı
kendisi üstlenmiştir. İnsanlara mallarını kendilerine muhtaçlara
harcamalarını ve yoksullara kendi mallarındaki haklarını vermelerini
emrederken, verdiği rızkın karşılığında doğal olarak onlardan kendisini
yedirmelerini veya rızıklandırmalarını istemiş değildir.
"Ben onlardan rızık istemiyorum, beni beslemelerini
de istemiyorum: ' "Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak
Allah'tır."
O halde bir mü'min amel ederken, halifelik görevinde
güç sarfederken onu itici gücü, rızık elde etme hırsı değildir. Aksine, onu
iten güç, insanın olanca enerji ve çabasını sarfetmesi ile gerçekleşen
ibadet kavramını hayata geçirmektir. Dolayısı ile insanın kalbi, çabalarının
sonuçlarına takılıp kalmaktan kurtularak, tüm amellerinde ibadet kavramını
hayata geçirmek noktasına eğilmiştir, yönelmiştir.
Bu şerefli ve yüce hisler ancak bu yüce islam
düşüncesinin gölgesi altında filizlenebilir.
Eğer bugün insanlık bu duyguları anlayamıyor ve
onlardaki tadı alamıyorsa, bu onların -ilk müslüman nesillerin yaşadığı
gibi- hayatlarını şu Kur'an'ın ışığı altında yaşamamalarından ve
hayatlarının prensiplerini bu büyük anayasadan almamalarından ileri
gelmektedir.
İnsan bu ufka, ibadet ya da kulluk ufkuna yükselir
ve orada yerleşirse, ruhu şerefli bir hedefi hayata geçirmek için basit
araçlara sarılmaktan tiksinir ve kaçınır. İsterse bu hedef Allah'ın
(çağrısına) davasına yardımcı olmak ve Allah'ın sözünü en üstün kılmak
olsun. Çünkü hakir ve önemsiz araçlar, ibadet gibi yüce ve temiz duyguyu
siler süpürür. Bir diğer yönden de kulu ilgilendiren, gayelere ulaşmak
değildir. Kulu ilgilendiren sadece, ibadetin anlamını gerçekleştirmek için
görevlerini yerine getirmektir. Hedeflere gelince bunlar Allah'a havale
edilmiştir. Amacı yüce Allah dilediği ölçü uyarınca gerçekleştirir. O halde,
gerçekleşmesi yüce Allah'a bağlı ve Allah'a ibadet eden mü'minin hesabında
yer almayan bir gayeye varmak için, hırs ile çeşitli araçlara başvurmaya ve
boşu boşuna yorulmaya gerek yoktur. Ayrıca ibadet eden kul, her zaman ve
durumda, vicdan rahatı, ruh huzuru ve zihin rahatlığı içinde olur. İster
yaptığının sonucunu görsün ister görmesin. Sonuç, ister umduğu gibi çıksın
isterse tahminlerinin aksine çıksın. İbadeti gerçek anlamıyla
gerçekleştirdiğine göre, amelini yapmış mükafatını garantilemiştir. Artık
rahattır. Bundan sonra olacaklar, onun görev sınırlarının dışındadır...
Çünkü bilmektedir ki kendisi bir kuldur. Dolayısı ile düşünce ve arzularında
kul olmanın sınırlarını aşmamalıdır. Ve yine bilmektedir ki Allah Teala
alemlerin Rab'bidir. Dolayısı ile Allah'ı ilgilendiren işlere burnunu
sokmamıştır. Tüm düşünceleri bu sınırda ve bu noktada yer alır, karar kılar.
Yüce Allah ondan hoşnut o da yüce Allah'tan hoşnut olur.
İşte böylece bir tek kısacık ayetin, "Ben cinleri ve
insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" ayetinin ortaya koyduğu
akıllara durgunluk verecek muazzam gerçeğin bir yönü ortaya çıkmış oluyor.
Doğrusu, vicdanlarda gerçek anlamda yer ettiği
takdirde bu biricik gerçeğin yeryüzünde hayatın çehresini bütünü ile
değiştirmesi mümkündür...
Bu büyük gerçeğin ışığı altında yüce Allah zulmedip
de inanmayanları, Allah'ın va'dinin çabucak gelmesini isteyip de bunu
yalanlayanları uyarıyor. Ve sure bu son uyarı ile birlikte son buluyor.
59- Muhakkak ki bu
zulmedenlerin de, geçmiş arkadaşlarının payı gibi bir azab payı vardır.
Acele etmesinler.
60- Söz verilen
günün azabından vay o kafirlerin haline!
ZARİYAT SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.