39-Zümer
1- Bu Kitab'ın
indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah katındadır.
2- Ey Muhammed!
Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a
has kılarak ihlas ile kulluk et.
3- İyi bil ki, halis
din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka dostlar edinerek, "Onlar bizi Allah'a
yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz " derler. Doğrusu Allah, ayrılığa
düştükleri şeylerde hüküm verecektir. Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru
yola iletmez.
Sure şu kesin gerçeği kesin bir biçimde ortaya
koyarak başlıyor:
"Bu Kitab'ın indirilmesi aziz ve hikmet sahibi
Allah'ın katındandır."
Kur'an'ı indirmeye gücü yeten aziz (Allah);
Kur'an'ı nereye ve niçin indirdiğini çok iyi bilen
ve bunu bir hikmet, bir takdir ve plan gereği olarak gönderen hakim (Allah).
Surenin akışı içinde bu gerçek üzerinde uzun uzun
durulmuyor. Çünkü bu, surenin yaklaşık bütünü ile üzerinde durduğu,
yerleştirilmesi ve pekiştirilmesi için Kur'an-ı Kerim'in indiği ana konunun
bir girişi niteliğindedir. Bu ana konu; Allah'ın birliği, yalnız O'na
kulluk, dini sırf O'na tahsis etme; O'nu, şirkin, ortak koşmanın her
çeşidinden tenzih etme, aracısız ve vasıtasız olarak doğrudan doğruya O'na
yönelmedir:
"Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak
indirdik." Kitab'ın, kendisi ile indirildiği hakk'ın temeli, bütün bir
varlığın kendisiyle ayakta durduğu sınırsız birlik ilkesidir. Surenin
beşinci ayetinde ise şöyle buyrulmaktadır: "Allah, gökleri ve yeri hak ile
yarattı!" Demek ki, göklerin ve yerin kendisiyle indirildiği biricik hak
budur. Göklere ve yere hükmeden düzendeki birliğin tanıklık ettiği yegane
hak (gerçek) budur. Bu varlık aleminde, yaratıcı ve yoktan var edici, elden
çıkmış olan her şeyin üzerinde damgasını taşıdığı haktır bu.
"O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile
kulluk et."
Burada hitab, Kur'an-ı Kerim'in hak ile kendisine
gönderildiği Allah'ın elçisinedir. -salât ve selâm üzerine olsun- Bu,
Peygamberimizin bütün insanları kendisine çağırdığı yoludur: Yalnız Allah'a
kulluk. Dini sadece O'na tahsis etme bütün bir hayatı bu Tevhid ilkesi
üzerine kurma.
Allah'ı birleme ve dini yalnız O'na tahsis etme,
sadece dille bir çırpıda söyleniveren bir sözden ibaret değildir: Bu,
eksiksiz bir hayat programıdır: Vicdandaki, düşünce ve inançta meydana gelen
bir inkılab ile başlar. Bireyin ve toplumun hayatını kuşatan bütün bir düzen
ile sona erer.
Allah'ı birleyen bir kalp, yalnız O'na boyun eğer.
O'nun dışında kimseye başını eğmez. O'ndan başkasından bir şey istemez.
Yaratıklarından birine güvenip dayanmaz. O'na göre güçlü olan yalnız
Allah'dır. Tüm kulları üzerinde hâkim ve üstün olan yalnız O'dur. Bütün
kullar güçsüz ve zayıftır O'nun yanında. Kullar O'na ne bir fayda, ne de bir
zarar verebilirler. Bu nedenle insanların onlardan birine başını eğmesine
gerek yoktur. Onların hepsi de kendisi gibidir; ne bir fayda, ne de zarar
verebilirler kendisine. Veren de vermeyen de yalnız Allah'dır. Onun içindir
ki, Allah'dan başkasına yönelmeye gerek yoktur. Zira zengin olan yalnız
O'dur. O'nun dışındaki bütün yaratıklar ise fakirdir.
Allah'ı birleyen kalp, bütün bir evrene hükmeden
ilahi yasanın birliğine inanır. Yüce Allah'ın insanlar için belirleyip
seçtiği düzenin de bu bir olan ilahi yasanın bir bölümü olduğuna kesin
kanaat getirir. Bu yasaya uymadıkları takdirde insan hayatının
düzelmeyeceğine ve içinde yaşadığı evrenle uyum içine girmeyeceğine inanır.
İşte bundan dolayı Allah'ı birleyen bir kalp, O'nun belirleyip seçtiği
düzenlerin dışında bir düzen seçmez. Bütün evrenin düzeniyle olduğu kadar,
hayatın düzeniyle de uyum içinde bulunan Allah'ın şeriatından başkasına
uymaz.
Allah'ı birleyen kalp, kendisi ile yüce Allah'ın bu
evrende yaratmış olduğu bütün canlı ve cansız varlıklar arasında bir
yakınlık olduğunu kavrar. Kendisine şefkatle muamele eden, ihtiyaçlarına
cevap veren,'''dost bir evren içinde yaşar. Böylece yüce Allah ile ve
elleriyle dokunduğu, gözleriyle gördüğü, O'nun şaheserleriyle tam bir uyum
ve içtenlik içinde yaşar. Herhangi birine eziyet etmenin veya herhangi bir
şeyi tahrip etmenin sakıncalı bir eylem olduğunun bilincine varır. İnsanlar
ve diğer varlıklarla ilişkilerinde Allah'ın belirlediği sınırlar dışına
çıkmaz. Her şeyi yaratan, her canlıyı dirilten, kendisinin Rabb'i, her şeyin
ve her canlının Rabb'i olan Allah'ın koyduğu sınırları aşmaz.
Aynı şekilde Tevhid'in (Allah'ı birlemenin)
etkileri, insanın düşüncelerinde ve duygularında ortaya çıktığı gibi,
hayatında ve uygulamalarında da kendisini gösterir. Hayatın tümünü kuşatan
eksiksiz, açık ve bütünü ile farklı bir program belirler. Böylece Tevhid,
sırf dille söyleniveren bir söz olmaktan öte, bir anlam ifade etmektedir.
İşte bu nedenle Tevhid inancının yerleştirilmesine, açıklanmasına, yüce
Allah'ın gönderdiği Kur'an'da tekrar tekrar kendisinden söz edilmesine bunca
özen gösterilmiştir. Bu öyle önemli bir olgudur ki, her çağda ve her çevrede
yaşayan herkes onun üzerinde adamakıllı düşünmek zorundadır. Bu anlamı ile
Tevhid, anlaşılması ve kavranması zorunlu olan geniş kapsamlı, büyük bir
gerçekliği ifade etmektedir.
"İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır."
Bu sarsıcı ifade ile ve yüksek yankı yapacak bir
şekilde bu gerçeği dile getiriyor. Hem de sözün girişinde kullanılan "Elaa
(iyi bil ki!) edatına yer vererek ve yalnız bire indirgeme metodunu
kullanarak: "Halis din, yalnız Allah'ındır." Böylece ifadenin cümle yapısı
ile, bu gerçeğin anlamını daha da pekiştiriyor. Çünkü bu, bütün bir hayatın
üzerinde kurulduğu temel kaidedir. Hatta bütün bir varlığın kendisine
dayandığı ana ilkedir. Onun için sağlam biçimde kökleşmesi, netleşmesi ve
böyle kesin, kuşku götürmeyen bir üslupla açıklanması gerekmektedir: "İyi
bil ki, halis din, yalnız Allah'ındır."
Sonra sure, müşriklerin, Tevhid çağrısına karşı bir
kalkan olarak kullandıkları karmaşık efsaneyi ele alıyor:
"O'ndan başka dostlar edinerek, `Onlar bizi Allah'a
yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler. Doğrusu Allah, ayrılığa
düştükleri şeylerde hüküm verecektir."
Arap müşrikleri, kendilerinin, göklerin ve yerin
yaratıcısının yüce Allah olduğunu açıkça ifade ediyorlardı... Yalnız
yaratıcıyı birleme ve sadece O'na kulluk yapma, O'na ortak koşmadan, dini
yalnız O'na dayandırmak suretiyle arındırma konusunda fıtratın sağlam
mantığının gereğini yapmıyorlardı. Meleklerin yüce Allah'ın kızları olduğu
efsanesine inanıyorlardı. Ayrıca bu melekler adına birtakım heykeller
yaparak onlar vasıtasıyla meleklere tapıyorlardı. Sonra dönüp meleklerin
heykellerine tapmalarının aslında meleklere tapma anlamına gelmediğini,
bunların Allah'a yaklaştıran, O'nunla kullar arasında aracı olan vasıtalar
olduklarına inanıyorlardı. Bunların Allah katında kendilerine şefaat
edeceklerini ve kendilerini O'na yaklaştıracaklarını sanıyorlardı. İşte Lat,
Menat ve Uzza gibi ilahlar, melekler adına dikilen bu heykellerden
bazılarıydı.
Bu anlayış ise, fıtratın normal bakış açısından ve
doğru olan istikametinden sapıp, karmaşık ve aynı zamanda saçma bir inanca
yönelmesinden başka bir şey değildi. Çünkü ne melekler Allah'ın kızlarıydı;
ne de putlar ve heykeller melekleri temsil ediyorlardı. Yüce Allah böyle bir
sapmaya razı değildi. Ne müşrikler hakkında herhangi bir şefaat kabul
ediyordu, ne de onların bu yolla kendisine yaklaşmalarına izin veriyordu.
İnsanlık ne zaman islâm dininin ve ondan önceki tüm
peygamberlere gönderilen ilahi inanç sisteminin öngördüğü kolay anlaşılan,
arı-duru Tevhid'den sapmışsa, yaratılışın (fıtratın) doğal mantığından da
ayrılmıştır. Bugün insanların dünyanın her yerinde, eski Araplar'ın
meleklere -veya meleklerin heykellerine- yaptıkları ibadetlerine benzer bir
şekilde azizlere ve ermişlere ibadet ettiklerini görüyoruz. Doğal olarak bu
insanlar böylece Allah'a yaklaştıklarına veya Allah katında onların
şefaatlarını elde edeceklerine inanıyorlar. Halbuki yüce Allah kendisine
giden yolu belirlemiştir: Bu yol da, arı-duru biçimdeki Tevhid yoludur.
Tevhid yolunda böyle akıl almaz efsanelerin ürettiği aracıların ve
şefaatçıların yeri yoktur.
"Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez."
Onlar, Allah adına yalan söylüyorlar. Meleklerin
O'nun kızları olduklarını söylemekle O'na iftira ediyorlar. Bu meleklere
tapmanın, Allah katında kendilerine şefaatçı olacağını söylemekle de O'nun
adına yalan uydurmuş oluyorlardı. Halbuki onlar böyle ibadet etmekle küfre
giriyorlardı. Yüce Allah'ın apaçık ve kesin olan emrine karşı gelmiş
oluyorlardı.
Yüce Allah, kendisi adına yalan uyduran ve kendisini
inkâr edenlere doğru yolu (hidayeti) göstermez. Çünkü hidayet, Allah'a
yönelişin, samimiyetin, kötülüklerden sakınmanın, doğru yolu arzu etmenin ve
bu yolu araştırmanın bir karşılığıdır, mükafatıdır. İlahi mesajı yalan
sayanlar ve inkâr edenler ise yüce Allah'ın hidayetine ve himayesine lâyık
değillerdir. Zira onlar bu halleriyle kendileri için O'nun yolundan
uzaklaşmayı tercih etmiş olmaktadırlar.
Şimdi de ayette, bu düşüncenin basitliği ve
tutarsızlığı ortaya konuluyor:
4- Allah çocuk
edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O bundan
münezzehtir, yücedir. O, tek ve kahredici Allah'dır.
Bu, düşünceyi düzeltmek için, tartışma gereği olarak
kabul edilmiş bir varsayımdır. Buna göre, eğer yüce Allah bir evlat
edinseydi, yarattıklarından dilediği birini kendine evlat olarak seçerdi.
Zira O'nun iradesi sınırlı değil sınırsızdır. Ne var ki, yüce Allah
kendisini bir evlat edinmekten tenzih etmektedir. Öyleyse kimsenin O'na bir
evlat yakıştırmaya hakkı yoktur. İşte Allah'ın iradesi de, dilemesi de,
takdiri de budur. Bu da yüce Allah'ın, kendisini evlat ve ortaktan tenzih
etmesidir.
"O, bundan münezzehtir, yücedir. O, tek ve kahredici
Allah'dır."
Yüce Allah her şeyi yoktan var eden, her şeyi
yaratan ve her şeyi idare eden tek ilah olduğu halde, ne diye evlat edinsin
ki? Çünkü her şey ve herkes O'nun mülküdür. Onu dilediği şekilde kullanır.
5- Allah, gökleri ve
yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor; gündüzü de gecenin
üzerine sarıyor. Her biri belli bir süreye kadar yörüngelerinde akıp giden
güneş ve ayı buyruk altında tutar. İyi bil ki, O, aziz ve çok bağışlayandır.
Göklerin ve yerin çarkına, gece ve gündüz olayına,
güneş ve ayın dizgin altına alınışına dikkat çeken bu ayet, insanın
fıtratına, vicdanına; kendisine ne bir evlat ve ne de bir ortak yakışmayan
ilahlık gerçeğini aşılamaktadır. Bu varlığı yaratan ve onu yoktan var eden
yüce Allah, evlada ihtiyaç duymaz. O'nunla birlikte bir ortak da söz konusu
olamaz.
Allah'ın birliğine ilişkin deliller ise, göklerin ve
yerin yaratılışında izlenen metod olayında ve bu evrene hükmeden genel
yasada açıkça gözlenmektedir. Göklere ve yere yalın bir bakış dahi yaratan
ve idare eden iradenin birliğini ortaya koymaktadır. İnsanların bugüne kadar
evrende keşfettikleri birliğin delilleri de aslında yeterlidir. İnsanların
bugüne kadar -Allah'ın birliğini ortaya koyan keşfettikleri deliller de
yeterlidir. Bu keşiflerin ışığında ortaya çıkmıştır ki, insanların bildiği
evrenin tamamı, yapıları aynı olan atomlardan meydana gelmiştir. Bu
atomların hepsi de aynı karaktere, aynı özelliğe sahip olan ışınlardan
meydana gelmektedir. Yine bu keşiflerle açıklık kazanmıştır ki, bütün
atomlar ve bunlardan meydana gelen bütün kütleler sürekli bir hareket
içindedirler. Bu konuda üzerinde yaşadığımız ve gezegenlerin anası dünya ile
diğer yıldızların arasında hiçbir fark yoktur. Her şeyi kuşatan bu hareket,
değişmeyen bir yasadır. Ne küçücük atomda, ne de kocaman yıldızlarda bu
hareket bir değişiklik göstermektedir.
Ayrıca bu hareketin bir de değişmeyen bir düzeni
olduğu da açıklık kazanmıştır. Bu da ayrıca yaratma ve idare etmedeki
birliği göstermektedir... Her gün insanlar, bu varlığın özünde bulunan
birliğin delillerinden yeni birini keşfetmektedirler. Yine bu özde gizli
olan değişmez gerçeğin bir kısmını ortaya çıkarmaktadırlar. Bu gerçek,
insanın şeytani arzularına göre değişmez. Eğilimlerine göre sapma göstermez.
Bir an dahi geri kalmaz ve yönünü değiştirmez.
"Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı."
Kitab'ı da hak ile indiren O'dur. İşte bu, evren
kitabında ve Kur'an-ı Kerim'de bir olan hakkın, gerçeğin kendisidir. Hem
evren, hem de Kur'an, bu tek kaynaktan gelmiştir. Her ikisi de, yoktan var
eden, üstün güç sahibi ve her şeyi yerli yerince düzenleyen Allah'ın
birliğini gösteren birer belgedir.
"Geceyi gündüzün üzerine örtüyor; gündüzü de gecenin
üzerine sarıyor."
Bu ifade hayret vericidir. Bu söze dikkat edenleri,
son zamanlarda keşfedilen, dünyanın yuvarlaklığına ilişkin görüşü kabul
etmeye zorlamaktadır. Ben, bu "Fi-zilâl" kitabında insanların keşfettikleri,
ileri sürdükleri teorilerle Kur'an-ı Kerim'i açıklamamaya özen gösteriyorum.
Zira insanların ileri sürdükleri teoriler yanlış da olabilir, doğru da.
Bugün isbatı, yarın çürütülmesi mümkündür bunların. Kur'an ise değişmeyen
bir gerçektir. Doğruluğunun belgesini bizzat kendi bünyesinde taşımaktadır.
Basit ve zayıf insanların keşfettikleri şeylerin O'na uygun düşmesi veya
aykırı düşmesi Kur'an'ın bu gerçekliğini değiştiremez.
Evet, ben bu konuda onca özen göstermeme rağmen
Kur'an'ın bu ifadesi beni dünyanın yuvarlaklığı konusuna eğilmeye mecbur
etmiştir. Bu ifade, yeryüzünde gözler önünde bulunan somut bir gerçeği
tasvir etmektedir: Yuvarlak olan dünya kendi ekseni etrafında dönmekte ve
güneşe bakan yüzü sürekli değişmektedir. Dünyanın güneşe bakan yüzeyini
sürekli ışık kaplamakta ve orası gündüz olmaktadır. Yalnız, gündüz olan bu
bölüm sürekli yerinde kalmamaktadır. Çünkü dünya dönmektedir. Dünya
döndükçe, gece, daha önce gündüz olan yerlerin üzerini kaplamaya başlar.
Dünyanın yüzeyi yuvarlak olduğu için onun üzerindeki gündüz gecenin üzerine
yuvarlak bir aydınlık halinde düşer. İşte bu şekilde hareket sürekli devam
eder. "Geceyi gündüzün üzerine örtüyor; gündüzü de gecenin üzerine sarıyor."
Bu cümle, hareketin şeklini belirlemekte, konumunu sınırlandırmakta,
dünyanın yapısını ve hareketinin türünü tayin etmektedir. Dünyanın
yuvarlaklığı ve kendi ekseni etrafında dönüşü ile ilgili teori, Kur'an'daki
ifadeyi, bu teoriyi benimsemeyen diğer açıklamalardan daha sağlıklı biçimde
açıklamaktadır.
"Her biri belli bir süreye kadar yörüngelerinde akıp
giden güneş ve ayı buyruk altında tutar."
Güneş kendi yörüngesinde, ay da kendi yörüngesinde
akıp gidiyor. Her ikisi de yüce Allah'ın emrine bağlıdır. Hiç kimse onların
ikisine hükmettiğini iddia edemez. Sağlıklı bir mantık bu ikisinin, harekete
geçiren bir güç olmadığı halde hareket ettiklerini de kabul edemez.
Milyonlarca senede bir zerre kadar dahi şaşmayan böyle dakik bir düzenin
sahipsiz olması mümkün değildir. Güneş akıp gidecek, ay da akıp gitmeye
devam edecektir. "Belli bir süreye kadar." Bu sürenin ne zaman sona
ereceğini Allah'dan başka kimse bilemez.
"İyi bil ki, O, aziz ve çok bağışlayandır.
Gücü, kudreti ve üstünlüğü ile O, bol bol
bağışlayandır. Kendisi adına yalan uyduran, kendisini inkâr eden. O'nunla
birlikte başka ilahlar edinen, (daha önce kendilerinden söz edilen) O'na
evlat yakıştıranlardan tevbe edip kendisine yönelenleri bağışlar. Üstün güç
sahibi ve çok bağışlayıcı olan Allah'a dönüş yapmaları için önlerindeki yol
açıktır.
Koca evrenin ufuklarına bu şekilde dikkat
çekildikten sonra şimdi de insanların iç dünyasına bir dokunuşta bulunmaya
geçiyor. Kendilerinin ve hizmetlerine verilen hayvanların bünyesinde yer
alan ve en yakın mucize olan "hayat"a dikkatlerini çekmeye geçmektedir:
6- Sizi tek bir
candan yarattı; sonra ondan eşini yarattı ve sizin için hayvanlardan sekiz
çift meydana getirdi. Sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde
yaratılıştan yaratılışa (zigottan embriyoya embriyodan et giydirilmiş
kemiklere) geçirerek yaratmıştır. İşte Rabb'iniz olan Allah budur. Mülk
O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyse nasıl oluyor da O'na kulluktan
döndürülüyorsunuz?
İnsan, kendisinin yaratmadığı ve nasıl yaratıldığı
hakkında Allah'ın verdiği bilgiden başka bir şey bilmediği kendi bünyesini
düşündüğü zaman, onun değişiklik göstermeyen bir bünye olduğunu,
karakterinin ve özelliklerinin aynı olduğunu görür. Bu özellikler, onu diğer
varlıklardan ayıran özelliklerdir. İnsanların tüm bireyleri, bu özellikleri
taşımakla bir çerçevede buluşurlar. Bütün bir insanlığın yapısı aynıdır.
Yeryüzünde dağılmış milyonlarca bireyin bütün nesilleri ve bütün
bölgeleriyle bu yapı aynıdır, değişmemektedir. İnsanın eşi de
kendisindendir. Kadın, bu özelliklerin detaylarındaki ayrılıklara rağmen
erkeğin taşıdığı beşeri özelliklerin hepsini taşımaktadır. Bu da insan denen
bu varlığın ana özünün bir olduğunu ortaya koymaktadır. Erkek ve kadın öz
itibariyle birdir. Bu da, her iki yönü ile onu yoktan var eden iradenin
birliğini göstermektedir. İnsanın bünyesindeki bu çift özelliğe işaret
edilirken hayvanların bünyesinde de bulunan bu özelliğe dikkat
çekilmektedir. Bu da tüm canlılarda aynı yasanın geçerli olduğunu
göstermektedir.
"Sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana
getirmiştir."
Bu sekiz "çift" "eş" hayvan, bir ayette
açıklandığına göre koyun, keçi, sığır ve devedir. Her birinin erkeği ve
dişisi vardır. Erkek de, dişi de birleştikten sonra "eş" adını alırlar.
Toplam olarak bunlar sekiz tanedir. Ayet-i Kerime'nin ifadesi, bunların
Allah katından gönderildiğini söylemekle onların insanların hizmetine
verildiklerini belirtmiş oluyor. Yani insanın hizmetine verilme, Allah'ın
katından gelmiştir. Bu, Allah'ın yüce katından insanlık dünyasına
indirilmiştir. Yüce Allah'ın katından insanların onlara hükmetmelerine izin
verilmiştir.
İnsanlarda ve hayvanlarda bulunan bu çift olma
özelliğinin birliğine böylece işaret edildikten sonra bebeklerin,
annelerinin karınlarında geçirdikleri yaratılış aşamaları sırasıyla gözden
geçirilmektedir:
"Sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde
yaratılıştan yaratılışa (zigottan embriyoya, embriyodan et giydirilmiş
kemiklere) geçirerek yaratmıştır."
Bir damla sudan kan pıhtısına, bir çiğnem ete,
kemiklere... Bundan sonra da insanların tüm özelliklerini taşıyan her şeyi
belli olmuş bir organizmaya varıncaya kadar...
"Üç karanlık içinde..."
Bebeği çepeçevre kuşatan kesenin karanlığı, bu
kesenin içine yerleştiği rahmin karanlığı ve rahmin içine yerleştiği karnın
karanlığıdır bu üç karanlık. Yüce Allah'ın eli bu küçücük hücreyi aşamadan
aşamaya geçirerek şekillendirir. Yüce Allah'ın gözü bu nazik yaratığı koruma
altına alır ve ona çoğalma, gelişme ve ilerleme gücü verir. İnsan bünyesinin
izlediği adımları aşamaları takip etme gücü bağışlar. Böylece yaratıcısının
kendisi için belirlediği süreyi izleyerek insan haline gelir.
Kısa zamanda gerçekleşen, ancak çok geniş boyutları
bulunan bu dönüşümün seyrini izlemek, bu değişimleri ve gelişimleri
düşünmek, bu basit, güçsüz hücrenin söz konusu karanlıklarda hayret verici
seyrinde kendisine kılavuzluk yapan ilginç özellikler üzerinde kafa yormak,
insanın bilgisini, gücünü ve gözlerinin ulaşabileceği sınırlarını aşar.
Bütün bunların, insan kalbinin, kendisini yoktan var
eden ve yaratan yüce Allah'ın elini görmesini sağlaması gerekir. İnsan, bu
eli, canlı, apaçık ve somut halde bulunan eserleriyle görmelidir. Bu gerçek,
insanı, yaratma ve yoktan var etme yolundaki eserleriyle apaçık ortada
bulunan birlik gerçeğine inanmaya iletmelidir. Özelliklerini yitirmemiş bir
kalb nasıl olur da bu gerçeği görmezlikten gelebilir?
"İşte Rabb'iniz olan Allah budur. Mülk O'nundur.
O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyse nasıl oluyor da O'na kulluktan
döndürülüyorsunuz?"
Allah'ın kesin birliğini ve O'nun sınırsız kudretini
gösteren bu belgeyi apaçık olarak gösterdikten sonra onları vicdanları ile
baş başa bırakıyor. Küfür ile şükür arasındaki yol ayrımında, yolu tercih
etmenin bireysel sorumluluğuna doğrudan katlanma ile onları karşı karşıya
bırakıyor. Yolculuğun sonunu ve orada kendilerini bekleyen hesaba çekilmeyi
gözlerinin önüne seriyor. O günde, kendilerini üç karanlık içinde yaratan ve
kalblerin kendi içlerinde gizleyebileceği her tür gizliliği bilen Allah'ın
onları hesaba çekeceğini bildiriyor:
7- Eğer inkâr
ederseniz bilin ki, Allah sizin imanınıza muhtaç değildir. Fakat kulları
için küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizden hoşnut olur. Hiçbir
günahkâr, diğerinin günahını çekmez. Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir. O size,
yaptıklarınızı haber verir. O, kalblerde olanı bilir.
Annelerin karınlarında geçen bu yolculuk, uzun
yolculuğun bir aşamasıdır. Bundan sonra karınların dışında geçen hayat
aşaması gelmektedir. Bunun ardından ise son aşama, hesaba çekilme ve ceza
aşaması yer almaktadır. Bütün bu aşamalar, her şeyi yoktan var eden, her
şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah'ın düzenlenmesi ile
gerçekleşir.
Yüce Allah, güçsüz ve zavallı kulların hiçbir şeyine
muhtaç değildir. Yalnız O, rahmeti ve ihsanı gereği kullarına yardım etmekte
ve onları korumaktadır. Onlar ise alabildiğine güçsüz, alabildiğine
takatsızdırlar!
"Eğer inkâr ederseniz bilin ki, Allah sizin
imanınıza muhtaç değildir."
İman etmeniz O'nun mülkünde hiçbir şeyi arttırmaz;
inkâr etmeniz de O'ndan zerre kadar bir şey eksiltmez. Yalnız, Allah
kâfirlerin küfrüne razı değildir. Ve O, bu işi sevmez.
"Fakat kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer
şükrederseniz sizden hoşnut olur."
Şükretmeniz O'nun hoşuna gider. Bu eyleminizi sever.
Bunu yaptığınız için ayrıca sizi güzelce ödüllendirir.
Her insan yaptığından sorumludur; kazancından hesaba
çekilecektir. Kimse kimsenin yükünü taşımaz. Herkesin yükü, günahı kendi
boynunadır.
"Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez."
En sonunda dönüş, yüce Allah'adır; başkasına değil.
O'ndan kaçış yok. Başkasının yanında hiçbir sığınak yok.
"Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir. O size yaptıklarını
haber ver ir,"
Sizin hiçbir şeyiniz O'ndan gizli değildir.
"O, kalblerde olanı bilir."
İşte son budur. Şunlar da doğru yolun işaretidir. Ve
işte yol ayrımı. Herkes dilediğini seçebilir. Bilerek; düşünerek. Bildikten
ve düşündükten sonra...
Birinci gezintide insanlığın varoluş hikâyesi
sergilenerek onların kalblerine dokunulmuştu. Hepsinin tek bir canlıdan
yaratılışları, bu yaratığın hemcinsi ile evlendirilişi, annelerinin
karınlarında üç karanlık içinde yaratılmaları sergilenmişti. İlk etapta
kendilerine insan denen varlığın özelliklerini bağışlayan, bunun ardından da
süreklilik ve ilerleme, yükselme özelliklerini ihsan eden yüce Allah'ın
elinin kendilerine tanıtılması ile kalblerine dokunulmuştu.
Burada onların kalblerine bïr kere daha
dokunulmaktadır. Şimdi de sıkıntı içindeki halleri ve sevinç içindeki
durumları gözler önüne serilerek dokunuşta bulunulmaktadır.
İstikrarsızlıkları, güçsüzlükleri, kuru iddia peşinde sürüklenmeleri
herhangi bir yol üzerinde ne de az sebat ettikleri kendilerine
gösterilmektedir. Bu hallerinden ancak, Rabb'leri olan Allah ile bağlarını
sağlamlaştırdıkları, O'na yöneldikleri, O'na boyun eğip itaat ettikleri,
böylece yolu belirleyip gerçeği öğrendikleri ve yüce Allah'ın kendilerine
bağışladığı insani özelliklerinden yararlandıkları zaman kurtulabilecekleri
belirtilmektedir.
8- İnsanın başına
bir sıkıntı gelince Rabb'ine dönerek O'na yalvarır. Sonra Allah katından bir
nimet verince önceden kime yalvarmış olduğunu unutuverir. Allah'ın yolundan
saptırmak için O'na eşler koşar. Ey Muhammed! De ki: "İnkârınla az bir
müddet zevklen, sen cehennemliklerdensin. "
İnsanın fıtratı (karakteri), sıkıntıya düştüğünde
kendiliğinden ortaya çıkar. Bu sırada üzerindeki tortular dökülür.
Üzerindeki perde açılır. Etrafını kuşatan kuruntular, yanılgılar aydınlık
kazanır. O da Rabb'ine yönelir. Yalnız O'na döner. O'ndan başkasının
kendisini bu sıkıntıdan kurtaramayacağını kavrar. Kendilerine çağırdığı
ortakların ve şefaatçıların yalancı olduklarını öğrenir.
Sıkıntılar sona erip bolluk ve rahat geldiğinde
ise... Yüce Allah, katından bir nimetle onu şereflendirip başındaki belayı
bertaraf ettiğinde ise... Sıkıntının dokunması ile fıtratı yalın halde
ortaya çıkan bu insanın tekrar geriye döndüğü, fıtratının üzerini tortuların
kapladığı, Rabb'ine dönüşünü, O'na yalvarışını ve sınanma sırasında yalnız
O'na kulluk ettiğini, O'ndan başka kimsenin bu belayı başından savmaya
gücünün yetmediğini unuttuğu görülmektedir. İnsan bunların hepsini unutmakta
ve yüce Allah'a ortak koşmaya başlamaktadır. Ya eski cahili e döneminde
olduğu gibi taptığı bir takım ilahlar edinir, ya da bir takım değerleri,
kişileri ve makamları ilah edinir. Bunlara içinde öyle değer verir ki,
onları Allah'a ortak koşar. Nitekim cahiliyenin pek çok türünde bunlara
benzer ortak koşmalara rastlanmaktadır. Bir de bakmışsın ki, aynı insan,
cinsel arzularına, eğilimlerine, ihtiraslarına, korkularına, malına,
çocuklarına, yöneticilerine ve büyüklerine Allah'a taptığı gibi veya daha
samimi bir biçimde tapmaktadır. Bunları, Allah'ı sever gibi sevmekte veya
daha fazla sevmektedir: Şirkin pek çok çeşitleri vardır. Zira bunda şirkin
bilinen şeklini alma yoktur. Fakat işin özüne bakıldığında bunun koyu bir
şirk olduğu rahatlıkla kavranır.
Bu yolu izleyen insanın sonu, Allah'ın yolundan
sapmaktır. Allah'ın yolu birdir. Birkaç tane değil. İbadet, yöneliş ve
sevgide yalnız O'na yönelmek, O'na giden yegane yoldur. Allah inancı, kalbte
herhangi bir ortaklığa tahammül etmez. Mal, çocuk, vatan, toprak, dost ve
yakın gibi hiçbir şeyin ortaklığını kabul etmez. Bunlar ve benzerlerinin
kalbte yerleşen ortaklığı, Allah'a ortaklar koşmanın ta kendisidir. Allah'ın
yolundan sapmaktır. Bu, yeryüzünde kısa bir süre yararlandıktan,
oyalandıktan sonra cehennemle noktalanacak bir gidiştir.
"De ki: İnkârınla az bir müddet zevklen, sen
cehennemliklerdensin.
Ne kadar uzun ömürlü de olsa bu yeryüzünün her tür
nimeti kısa sürelidir. Ne kadar yaşarsa yaşasın, insanın bu yeryüzündeki
günleri sayılıdır. Hatta bütün insanların yeryüzündeki hayatları yüce
Allah'ın günleriyle karşılaştırıldığında kısa bir yararlanmadan öteye
gidemez.
İnsanın bu çirkin tipinin yanında başka bir tablosu
daha çiziliyor. Bu da, sürekli Allah korkusu ve ürpertisi ile dolu olan,
Allah'ı sürekli anan, sıkıntıda ve bollukta O'nu unutmayan, yeryüzündeki
hayatını ahiret endişesiyle yaşayan, Rabb'inin rahmetine ve ihsanına ulaşmak
isteyen insan tipidir. Varlığın gerçeklerini anlamayı sağlayacak ve sağlıklı
bir bilgiyi meydana getirecek olan Allah ile sürekli bağı bulunan kalb
sahibidir bu insan:
9- Geceleyin secde
ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabb'inin rahmetini
dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu? De ki: "Bilenlerle bilmeyenler
bir olur mu?" Doğrusu ancak aklı selim sahipleri öğüt alır.
Bu şeffaf ve derin hisleri harekete geçiren bir
tablodur. Secdede ve ayakta görülen bu boyun eğiş, itaat ve yöneliş...
Ahiret endişesi ve Rabb'inin rahmetini elde etme umudu ile birlikteki bu
derin hassasiyet... İnsanın uzbakışını aydınlatan; kalbe, görme, buluşma ve
sinyal alma nimetini bağışlayan bu arınma ve şeffaflık... Evet, işte
bunlar,n hepsi insanın şeffaf ve parlak bir tablosunu çizmektedir. Bu tablo,
önceki ayetin çizmiş olduğu çirkin, silik tabloyu karşılamaktadır. İster
istemez bu karşılaştırma gerçekleşmektedir:
"De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
Gerçek ilim, tanımaktır marifettir; gerçeği
kavramaktır. Bu ilim, insanın basiretini, uzbakışını açar. İnsanın bu
evrende var olan değişmez gerçeklerle bağ kurmasını sağlar. İlim, zihni
dolduran, fakat evrenin büyük gerçeklerine ulaştırmayan, açık ve somut olan
nesnelerin ötesine geçmeyen kopuk ve soyut bilgiler değildir.
İşte gerçek ilme ve aydınlatıcı marifete ulaşmanın
yolu budur. Bu yol, yüce Allah'a boyun eğip O`a ibadet etme, kalbin
hassasiyeti, ahiret endişesinin bilincine varma, Allah'ın rahmetine ve
ihsanına umut bağlama, bu korku ve ürperti içinde Allah'ın kendisini
gözettiğini hatırda tutmadır. İşte yol budur. Ancak bu yolla işin özü
kavranabilir ve tanınabilir. Bununla, görülen, duyulan ve denenen şeylerden
yararlanılır. Bu küçük gözlemlerin ve deneyimlerin ötesinde bulunan büyük,
değişmez gerçeklere ulaşılabilir. Yalın deneylerin ve yüzeysel gözlemlerin
sınırları önünde duranlar ise, malumat derleyicileridir; alım değildir
onlar...
"Doğrusu ancak aklı selim sahipleri öğüt alır."
Sadece duyarlı, bilinçli, açık, eşyanın dış
yüzeylerinin ötesinde bulunan gerçekleri kavrayan, gördüğü ve bildiği
şeylerden yararlanan, gördüğü ve dokunduğu her şeyde Allah'ı hatırlayan;
Allah'ı da, O'nun huzuruna çıkarılacağı günü de unutmayan kalblerin
sahipleri bilebilirler.
Bu iki tablonun sergilenmesinden sonra iman edenlere
dönülüyor. Kötülüklerden sakınmaları ve iyilik yapmaları için onlara çağrıda
bulunuluyor. Bu dünyadaki kısa hayatlarını, ahiret hayatının sürekli olan
kazancını elde etme için bir vasıta yapmaları telkin ediliyor:
10- Ey Muhammed! De
ki: "Ey inanan kullarım! Rabb'inize karşı gelmekten sakının; bu dünyada
iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Ancak
sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir. "
"De ki: Ey inanan kullarım! Rabb'inize karşı
gelmekten sakının." cümlesinde özel bir ilgi ve iltifat vardır. Aslında bu
cümle: "İman eden kullarıma de ki..." "Onlara de ki:" "Rabb'inizden korkun"
anlamındadır. Fakat ayetin hitap şekli seslenme biçiminde gerçekleşiyor.
Zira seslenmede açıklama ve uyarma vardır. Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- onlara Ey kullarım diye hitap etmez. Çünkü onlar, Allah'ın
kullarıdır. İşte burada özel bir iltifat vardır. Yani peygamber bu emri
onlara ulaştırmakla yükümlü olduğu sırada Allah adına onlara hitab
etmektedir. Aslında çağrı yüce Allah'dan gelmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s.)
ise bu çağrıyı ilgili kimselere ulaştıran bir haberciden başka bir şey
değildir.
"Ey Muhammed! De ki:" "Ey mü'min kullarım!
Rabb'inize karşı gelmekten sakının."
Takva, kalbteki hassasiyettir, duyarlılıktır.
Sakınma ve korku ile umut ve arzu içinde Allah'a yönelme; yufka bir yürek ve
ürperti ile Allah'ın rızasını ve gazabını gözleme duygusudur. İşte bu,
önceki ayetin kendisinden söz ettiği, isteyerek ve teslim olarak kulluğa
yönelen Allah erlerinin göz kamaştıran parlak tablosudur.
"Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır."
Bu ne güzel karşılıktır! Günleri kısa süreli, kalma
süresi basit olan dünyanın güzelliği karşısında, süreklilik ve devamlılık
yurdu olan cennet mükâfatı yer alıyor. Bu, yüce Allah'ın insana bir
lütfudur, ihsanıdır. İnsanın güçsüzlüğünü, zayıflığını, çabasının
yetersizliğini bilen, bu nedenle ona ikramda bulunup onu koruyan Allah'ın
ihsanı!
"Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir."
Toprak sevgisi, çevreye alışmışlık, soy, yakınlık ve
arkadaşlık bağları sizi dava için hicret (göç) etmekten alıkoymasın. Bunlar
dininizi yaşamayı zorlaştırdıklarında, orada Allah için çalışmanıza engel
olduklarında bu durumda yere çakılıp kalmak şeytanın tuzaklarından biridir;
insanın kendi içinde Allah'a ortak koşmasının bir başka şeklidir.
Bu da Allah'ın birliği ve O'ndan sakınmaktan söz
etmekte olan Kur'an'ın , insan kalbinde gizli şirk çeşitlerinden birine hoş
bir şekilde dikkat çekmesidir. İşte bu da Kur'an-ı Kerim'in ilahi kaynaklı
olduğunu gösteren bir belgedir. Yoksa insanın kalbini onu en iyi şekilde
gören yaratıcısından, en gizli taraflarını bilen Allah'dan başka kim bu
kadar ustalıkla tedavi edebilir?
İnsanların yaratıcısı olan yüce Allah, bir yerden
başka bir yere göç etmenin insanlara zor geldiğini bilir. İnsanın bu
bağlardan tamamen soyutlanmasının; alıştığı hayatı, rızık araçlarını terk
etmesinin ve yeni bir yerdeki hayat şartlarına uyum sağlamasının insanoğlu
açısından zor bir yükümlülük olduğunu pekala takdir eder. İşte bu nedenle
burada sabretmeye ve bu sabrın Allah katındaki hadsiz-hesapsız mükâfatına da
değinmektedir:
"Ancak sabredenlere, mükâfatları hesapsız
ödenecektir."
İşte Kur'an-ı Kerim bu dokunuşla onların kalblerini
en duyarlı yerinden yakalamaktadır. Bu güçsüz olan kalblere zor gelen
yükümlülüğü en güzel biçimde tedavi etmektedir. Sıkıntıda ve zor şartlarda
oldukları bir sırada bu kalblerin üzerlerine yakınlık ve rahmet meltemlerini
göndermektedir. Vatanlarını, topraklarını, ailelerini ve uyum içinde
bulundukları çevrelerini terk etmenin bir karşılığı olarak onlara bağışının,
ihsanının kapılarını açmaktadır... İnsanların kalblerini en iyi bilen,
onların girdisinden-çıktısından haberi olan, onlardaki gizli deprenişlere
varıncaya kadar her şeylerini gören yüce Allah her türlü noksanlıktan
münezzehtir.
Bu bölümün tamamını ahiret atmosferi kuşatmaktadır.
Ahiret azabının korkusu ve o günün mükâfatından umutlu olma her tarafı
gölgelemektedir.
Bu bölüm Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- yöneltilen bir direktifle başlamaktadır. Bu direktif, onun arı-duru
haldeki tevhid sözünü ilan etmesi, Allah tarafından görevlendirilen bir
peygamber olmasına rağmen bu tevhidden sapmanın akıbetinden korktuğunu
açıklaması, bütün içtenliği ile yoluna ve yaşam biçimlerine bağlılığını
ifade etmesi, karşı çıkanları kendi yolları ve yaşam biçimleri ile baş başa
bırakması, kendi yolu ile onların izledikleri yolun kıyamet günündeki
akıbetini açıklaması direktifidir.
11- De ki: "Dini
Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmekle emrolundum. "
12- "Ve
müslümanların ilki olmakla emrolundum. "
13- De ki: "Ben,
Rabb `ime isyan edersem, büyük günün azabından korkarım. "
Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun-
yalnız Allah'a kulluk yapmakla, dini yalnız O'na has kılmak ve bu eylemiyle
müslümanların ilki olmak Allah'a karşı geldiği takdirde dehşet verici günün
azabından korkmak durumunda olduğunu açıklaması... Evet, işte bu açıklamanın
da Tevhid inancının İslamın öngördüğü biçimde yalın halde kalması konusunda
gerçekten büyük önemi vardır. Bu konuda Hz. Peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- Allah'ın bir kuludur. O'nun konumu budur. Bunun sınırları
dışına taşamaz O. İbadet. konumunda bütün kullar sıra halindedir. Bir safta
yer alırlar. Yalnız Allah'ın zatı yücedir. Tüm kulların üstünde tek başına
yücelir O. İşte amaç da budur zaten.
Bu durumda ilahlığın anlamı ile kulluğun anlamı tam
mànasıyla belirlenmiş olmaktadır. Bu iki konum birbirinden tamamen ayrılır.
Artık ne birbirine karışırlar, ne de aralarında herhangi bir benzeşme söz
konusu olur. Yüce Allah'ın bir olma (vahdaniyet) sıfatı, ortaksız ve
benzersiz bir biçimde, yalın halde ortaya çıkar. Mademki Hz. Muhammed
(s.a.s.) yalnız Allah'a kulluk makamında bu kadar açıkça ve net bir tutum
içinde hareket edip O'na karşı gelmekten bu kadar korktuğuna göre putların
veya meleklerin şefaat etmelerinden söz edilebilir mi? Allah ile birlikte
veya Allah'ın dışında onlara kulluk etmenin yararından bahsedilebilir mi?
Şimdi Hz. Peygambere, bir kere daha yolunda
diretmesi; müşrikleri, yolları ve bu yollarının acıklı sonları ile baş başa
bırakmasını ilan etmesi emrediliyor:
14- De ki: "Ben,
dinimi Allah'a halis kılarak O'na kulluk ederim."
15- "Ey müşrikler,
siz de Allah'dan başka dilediğinize kulluk edin. " De ki: "Ziyana
uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini ziyana
sokanlardır. Dikkat edin, işte bu, apaçık bir ziyandır. "
Bir kere daha ilan ediyor. Ben yoluma devam
ediyorum. Yalnız Allah'a kulluk ediyorum. Yalnız O'na boyun eğiyorum. Siz
ise dilediğiniz yolda yürümeye devam edin. Allah'ın dışında dilediğinize
kulluk edin. Fakat bu gidişinizin sonu öyle bir hüsranla neticelenecektir
ki, ondan daha büyük bir hüsran düşünülmez. Cehenneme varıp dayanacak olan
canlarının hüsranı. Mü'min de olsalar, kâfir de olsalar ailelerini yitirme
hüsranı. Müşrikler iman eden ailelerinden mahrum kalırlar. Zira onlar bir
yola, kendileri başka bir yola gideceklerdir. Kendileri gibi müşrik olan
ailelerini de hepsi birlikte cehenneme yuvarlanarak yitirirler:
"İşte bu, apaçık bir ziyandır."
Şimdi de bu apaçık hüsranın manzarası sergileniyor:
16- Onların
üstlerinde ateşten gölgeler, altlarında da ateşten gölgeler vardır. İşte
Allah, kullarını bu azabıyla korkutuyor. Ey kullarım! Benden korkun.
Bu, gerçekten dehşet verici bir manzaradır.
Kendileri de bu karanlık ateş tabakaları arasında. Ateş kendilerini sarıyor
ve üzerlerine çöküyor. Her yerlerini ateş sarıyor.
Bu, gerçekten korkunç bir manzaradır. Yüce Allah bu
tabloyu, daha kulları bu yeryüzündeyken sunuyor kendilerine. Belki
kendilerini bu ateşin yolunda alıkoyacak işler yaparlar diye. O günün
azabıyla korkutuyor onları; umulur ki, bu yolla sakınırlar:
"İşte Allah kullarını bu azabıyla korkutuyor."
Ayrıca sakınmaları, korunmaları ve teslim olmaları
için onlara çağrıda bulunuyor:
"Ey kullarım! Benden korkun."
Tablonun öbür yanında kurtulanlar duruyor. Bu kötü
akıbetten korkup sakınanlar yer alıyor:
17- Tağuta kulluk
etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı.
18- Onlar ki, sözü
dinler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini doğru
yola ilettiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahipleridir.
Ayet-i kerimede geçen "Tağut" kavramı tıpkı melekût,
azamût ve rahamût gibidir. Tuğyan masdarının, çokluğu ve büyüklüğü ifade
eden bir kipidir bu. Tağut, taşkınlık yapan ve sınırını aşan her şeydir.
Tağuta ibadet yapmak-tan sakınanlar, herhangi bir şekilde Allah'ın dışındaki
nesnelere kulluk yapmaktan sakınanların kendileridir. Yalnız Rabb'lerine
yönelenler, yalnız O'na dönüş yapanlar, yalnız O'na karşı kulluk makamında
duranlar da onlardır.
İşte, "Bunlara müjde vardır." Bu müjde onlara
yüceler aleminden gelmektedir. Peygamber Allah'ın emri ile onu kendilerine
açıklamaktadır: "Müjdele kullarımı" Bu, gerçekten yüce bir müjdedir. Bu
müjdeyi kendilerine getiren de onurlandırılmış peygamberdir. Bu dahi tek
başına büyük bir nimettir!
Bu müjdelenen insanların en belirgin vasıfları kulak
verdikleri sözleri güzel dinleyip; kalplerinin bu sözlerin iyisini, güzel
olanlarını alıp geriye kalanlarını terk etmeleridir. Kalpleri ve ruhları
arındıran güzel sözlerden başkası onların içlerini açmaz ve ilgilerini
çekmez. Temiz olan gönül, temiz ve güzel söze açılır. Onu alır ve ona
karşılık verir. Kötü olan gönül ise ancak kötü sözden başkasına açılmaz ve
yalnız ona karşılık verir.
"İşte onlar, Allah'ın kendilerini doğru yola
ilettiği kimselerdir."
Yüce Allah onların kalplerinde iyilik olduğunu
bildiğinden onları, sözün güzeline kulak açmaya ve onu alıp kabul etmeye
yöneltmiştir. Zaten doğru yola iletmek yalnız Allah'a mahsustur.
"İşte onlar akıl sahipleridir."
Aklı selim, sahibini arınmaya ve kurtuluşa ileten
akıldır. Arınma ve kurtuluş yolunu izlemeyenin sanki aklı elinden
alınmıştır. Sanki o, Allah'ın kendisine verdiği bu nimetten mahrumdur.
Bunların ahirette nimet içerisinde oluş sahneleri
sergilenmeden önce tağuta kulluk yapanların cehenneme girdikleri
belirtiliyor. Ve hiç kimsenin onları bu ateşten kurtaramayacağı ifade
ediliyor:
19- Hakkında azab
hükmü kesinleşmiş, ateşte o!an kimseyi sen mi kurtaracaksın?
Burada hitap Peygamberimize yöneltilmektedir. Onları
içinde bulundukları ateşten Peygamber dahi kurtaramayacağına göre O'nun
dışında kim kurtarabilir?
Ateşe girecek olanlar, oranın azabını hak ettikleri
için sanki şimdi ateş içindedirler. Oraya girecek olanların bu sahnesinin
önüne Rabb'lerinden sakınan ve Allah'ın kendilerini korkuttuğu şeylerden
korkanların sahnesi yerleştiriliyor:
20- Fakat
Rabb'lerinden korkanlar için üst üste yapılmış, altlarından ırmaklar akan
köşkler vardır. Bu, Allah'ın verdiği sözdür. Allah verdiği sözden caymaz.
Üst üste bina edilen katlardan oluşan köşklerin ve
onların altından akan ırmakların sergilediği manzara, cehennem ehlinin
altlarını ve üstlerini kat kat saran ateş sahnesini karşılamaktadır.
Kur'an-ı Kerim'in ifade üslubu, sahneleri gözler önüne sererken bu
karşılıklı dengelemeye, bu simetrik ifade tarzına her zaman riayet
etmektedir.
Bu, Allah'ın vaadidir. Allah'ın vaadi mutlaka yerine
gelir. Yüce Allah, verdiği söze muhalefet etmez.
Kur'an-ı Kerim'le ilk olarak muhatap olan
müslümanlar bu sahneleri hayatlarında birer gerçek olarak yaşamışlardır.
Onların kalbleri bunları seyrediyor, hissediyor ve görüyordu. Gördükleri
manzaralardan etkileniyor, ürperiyor ve onlara karşılık veriyorlardı. İşte
bu nedenle iç alemleri bu kadar değişebildi; bu yeryüzünde hayatları ahiret
bilinci ve gerçeği ile şekillendi. Onlar, hayatta oldukları halde bu ahireti
yaşıyorlar ve onunla diriliyorlardı. İşte müslümanın, Allah'ın vaadini bu
şekilde anlaması, böyle kabullenmesi gerekmektedir.
Surenin bu bölümünde, gökten yağmurun indirilmesiyle
yerdeki bitkinin dirilmesine, canlanmasına ve kısa bir dönem sonra hayatının
sona ermesine dikkat çekilmektedir. Dünya hayatının geçici olan gerçekliğini
ortaya koyması için çoğu zaman bu örnek verilmektedir. Olayları güzel
biçimde algılayabilen ve düşünüp değerlendirebilen akıl sahiplerinin bu
örnek üzerinde düşünmeleri ve onu güzelce algılamaları için bir direktif de
veriliyor bu bölümde. Gökten indirilen yağmurdan söz edilmesi nedeniyle
kalpleri diriltmesi ve gönülleri ferahlatması için gökten indirilen Kitab'a
işaret edilmektedir. Hem de bu kitaba açık olan kalplerin korku ve
ürperişle, yumuşayarak ve huzura kavuşarak onu benimsediklerini tasvir
ederek. Allah'ın zikrine kulak verip kabul edenlerin akıbetleri ile Allah'ın
zikrine karşı kalpleri katılaşanların sonlarını tasvir ederek. Bu bölümün
sonunda sure, Tevhid gerçeğine yöneliyor. Tek ilaha kulluk eden adamla
değişik ilahlara kulluk yapan adamın halini bir örnekle ortaya koyuyor. Bu
iki adamın durumu bir olmadığı gibi örnekleri de bir değildir. Tıpkı
geçimsiz efendilerin emrinde çalışan adamın halı ile hiç kimseyle çekişmeyen
tek efendiye bağlı adamın durumunun aynı olmadığı gibi...
21- Allah'ın, gökten
su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli
renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmüyor musun? Sonra ekin kurur; onu
sararmış görürsün. Sonra Allah onu bir çöpe dönüştürür. Şüphesiz bunlarda
akıl sahipleri için öğüt vardır.
Kur'an-ı Kerim'in, üzerinde düşünülmesi ve
değerlendirme yapılması için dikkatleri çektiği bu olay, dünyanın her
tarafında gözler önünde bulunan bir realitedir. Bunlar öyle çok rastlanan
gerçeklerdir ki, bu çoklukları onları ciddiyetle ele almayı, her
aşamasındaki hayret verici olgulara dikkat etmeyi engelleyecek bir
alışkanlık meydana getirmektedirler. Kur'an-ı Kerim, hayatın her adımında,
her aşamasında işleyen Allah'ın elini görmek ve O'nun etkilerini izlemek
için sürekli olarak dikkatleri yönlendirmektedir.
İşte gökten inmekte olan su... Peki nedir o? Nasıl
iner? Biz bu harika olay karşısında irkilmeden geçer gideriz. Zaman içinde
ona alıştığımızdan ve sık sık tekrarlandığından... Suyun yaratılışı dahi
başlı başına bir harikadır. Suyun, iki hidrojen ve oksijen atomunun belli
şartlarda birleşmesinden oluştuğunu öğrenmemiz de bu harikanın değerini
düşürmez. Aksine bu bilginin, kalplerimizi uyarıp bu evrenin içinde hidrojen
ve oksijenin bulunmasına ve bunların birleşmesine müsait şartların
oluşmasına elverişli biçimde yaratan Allah'ın yüce elini görmemizi sağlaması
gerekir. Bu iki elementin birleşmesinden suyun oluşmasına ve bu suyun
bulunması nedeniyle yeryüzünde hayatın oluşum şartlarını meydana getiren
ilahi eli görmemize yol açması icab eder. Eğer su olmasaydı hayat da
olmazdı. Suya ve hayata ulaşana kadar bir dizi planlı-programlı oluşumla
karşılaşıyoruz. Bütün bu planların ardında yüce Allah vardır. Bunların hepsi
O'nun ellerinin ürünüdür. Ayrıca bu suyun varolduktan sonra yere inişi
bambaşka ve yepyeni bir harikadır. Bu harika, yerin ve evrenin, Allah'ın
planlamasına uygun biçimde suyun oluşmasına ve yere inmesine elverişli bir
düzene dayanmasından kaynaklanmaktadır.
Şimdi suyun indirilmesinin ikinci aşamasına
geçiliyor:
"Onu yerdeki kaynaklara akıttı."
Bu konuda yeryüzünde akan ırmaklar ile üstteki
suların sızması sonucu yerin tabakaları arasında meydana gelen yeraltı
ırmakları arasında fark yoktur. Yerin altına sızan bu sular daha sonra
kaynaklar ve pınarlar halinde kaynamaya başlar veya kuyular halinde ortaya
çıkar. Yüce Allah'ın elidir bu suyun bir daha geri dönmemek üzere yerin
dibine geçmemesine engel!
"Sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren
olduğunu görmüyor musun?"
Yağmurun yağmasından sonra ortaya çıkan bitkisel
hayat ve bu hayatın canlanması ise insanın tüm gücünü aciz bırakacak
nitelikte bir harikadır. Küçücük bir bitkinin, üzerindeki toprak
tabakalarını yara yara, üzerindeki tortuların ağırlıklarını ata ata havaya,
aydınlığa ve özgürlüğe doğru uzanması, yavaş yavaş havaya yükselmesi...
Evet, işte bu manzara, mesajlara açık olan kalpleri ibretle doldurmaya
yeterlidir. Bu kalpte, her şeyi yaratan ve sonra da yolunu gösteren yaratıcı
ve yoktan var edici Allah'ın kudretini hissetme duygusunu harekete geçirmeye
kâfidir. Bir tarlada yetişen rengarenk bir ekin, hatta bir tek bitki çeşidi
ve daha ötesi tek bir çiçek dahi eşsiz ilahi kudretin bir sergisinden başka
bir şey değildir. Bunların bir tanesi dahi insanın bu türden bir şeyi asla
yapamayacağını göstererek sınırsız acizliğini kavratmaya yeterlidir!
Ama bir gün, şu gelişen, taze, sere serpe yayılmış,
hayat dolu iken olgunlaşıyor, kıvamına geliyor ve günlerini dolduruyor:
"Sonra ekin kurur; onu sararmış görürsün."
Varlığın yaşamasında, evrenin düzeninde ve hayatın
aşamalarında kendisi için belirlenen en son aşamasına ulaşıyor; olgunlaşarak
biçime hazır hale geliyor.
"Sonra Allah onu bir çöpe dönüştürür."
Artık o, günlerini doldurmuş, fonksiyonunu icra
etmiş ve hayatı kendisine bağışlayan Allah'ın belirlediği biçimde görevini
tamamlamış oluyor.
"Şüphesiz bunlarda akıl sahipleri için öğüt vardır."
Olaylar üzerinde düşünüp onlardan dersler, ibretler
alanlar, yüce Allah'ın kendilerine verdiği akıl ve anlayıştan yararlanmasını
bilenler için dersler vardır.
22- Allah kimin
gönlünü İslam'a açmışsa o, Rabb'inden gelen bir nur üzere olmaz mı? Kalpleri
Allah'ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar
apaçık sapıklık içindedirler.
23- Allah, ayetleri
birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitab'ı, sözlerin en güzeli olarak
indirmiştir. Rabb'lerinden korkanların bu Kitap'dan derileri ürperir; sonra
hem derileri hem de kalpleri Allah'ın zikriyle yumuşar. İşte bu Kitap,
Allah'ın doğruluk rehberidir; O'nunla dilediğini doğru yola iletir. Allah
kimi de saptırırsa, onu doğru yola eriştirecek kimse bulunmaz.
Nasıl ki, gökten yağmur yağar ve onunla değişik
renklerdeki ekinler yeşerirse, aynı şekilde "zikir" de gökten iner. Diri
olan kalpler onu güzelce karşılar. Açılır, huzura kavuşur ve hayat dolu
olarak harekete geçerler. Katılaşmış kalpler ise onu, içinde hayattan ve
hareketten eser kalmayan yalçın kayalar gibi karşılarlar!
Yüce Allah, içinde hayır, iyilik bulunduğunu bildiği
kalpleri İslam'a açar. ,
Onları O'na, nuruyla ulaştırır, okşar. O kalp de
bununla parlar, aydınlanır. Bu niteliklere sahip olan kalpler ile diğer katı
kalpler arasındaki fark, köklü bir farktır: "Kalpleri Allah'ı anmak
hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık sapıklık
içindedirler."
Bu ayet-i kerimeler, İslam'ı kabul edip onunla
huzura kavuşan ve yeniden hayata dönen kalplerin gerçek durumlarını tasvir
ediyor. Onların Allah ile ilgili bağlarını, hallerini sergiliyor. Açılmış,
huzura kavuşmuş, dipdiri hale gelmiş, sevinçle dolmuş, parlamış ve
aydınlanmış kalplerin durumunu ortaya koyuyor. Bunun yanında bütün katılığı,
merhametsizliği, cansızlığı, kofluğu, kararmışlığı ve karanlığa boğulmuşluğu
ile diğer kalplerin gerçek hallerini de tasvir ediyor. Yüce Allah'ın,
kalbini İslam'a açıp, onu nuru ile desteklediği kimseler asla kalpleri
Allah'ın zikrinden habersizleşmiş, katılaşmış insanlar gibi değildir. Bunlar
ile onlar arasında büyük, çok büyük fark vardır.
İkinci ayet de, mü'minlerin Kur'an-ı Kerim'i nasıl
karşıladıklarını sergilemektedir. Onların, ne yapısında, ne
yönlendirmelerinde, ne özünde ve ne de özelliklerinde herhangi bir çelişki
bulunmayan, mükemmel bir uyuma sahip olan bu Kitab ı nasıl karşıladıklarını
sergilemektedir. Bu Kitab, "mütaşabih" dir, "mesani"dir. Yani bölümleri,
kıssaları, yönlendirmeleri ve sahneleri yer yer tekrar edilmektedir. Yalnız
bunlar hiçbir zaman aykırı düşmemekte ve çelişmemektedir. Yeniden
verilmesini, tekrarlanmasını gerektiren bir hikmet gereği olarak değişik
yerlerde yeniden verilmektedir. Tam bir uyum ve yerli yerince oturtma içinde
değişmeyen-benzer bir usule uygun olarak, hem de hiçbir çelişkiye ve
çatışmaya meydan vermeden.
Rabb'lerinden korkup sakınanlar, böyle korku ve
endişe, arzu ve umut içinde yaşayanlar, bu zikri saygı ve ürperti içinde ele
alırlar. Tüyleri diken diken olacak şekilde ondan derin biçimde
etkilenirler. Sonra korkuları yatışır, kalpleri bu zikir ile bir yakınlık
kurar. Böylece hem içleri hem de dışları ile onun karşısında erirler. .Ve
Allah'ın zikri ile huzura kavuşurlar.
Bu, hareketlerin hemen hemen somut hale geldikleri,
kelimelerle çizilmiş hassas niteliklerine varıncaya kadar her şeyi
canlandırılmış hayat dolu bir tablodur.
"İşte bu Kitab, Allah'ın doğruluk rehberidir;
O'nunla dilediğini doğru yola iletir."
Rahman'ın parmakları ile hidayete, kabul etmeye ve
aydınlanmaya doğru harekete geçirilme dışında kalpleri bu kadar ürpertmek,
titretmek mümkün değildir. Yüce Allah, kalplerin içyüzünü en iyi bilendir.
Artık onların hakettiklerine uygun olarak ya hidayeti veya sapıklığı verir
onlara.
"Allah kimi de saptırırsa, onu doğru yola
eriştirecek kimse bulunmaz: ' Yüce Allah onu sapıklığa düşürür; çünkü
sapıklık üzere karar kılan, doğru yolu (hidayeti) kabul etmeyen ve hiçbir
halde ona eğilim duymayan gerçek karakterini en iyi bilen O'dur.
Şimdi de sapıklıkta yürüyenleri kıyamet gününde
amellerini harman zamanında bekleyen akıbet çetin bir sahnede sergileniyor:
24- Kıyamet günü
kötü azaptan yüzüyle korunmaya çalışan kimse, güven içinde olan kimse gibi
midir? Ve zalimlere, ' `Kazandıklarınızın karşılığını tadın "denir.
İnsan, normalde yüzünü ve vücudunu elleri ile
korumaya çalışır. Fakat orada ne elleriyle, ne de ayakları ile ateşi
başından savmaya güç yetiremeyeceği için yüzü ile onu savmaya çalışacak,
onunla çetin azaptan korunmaya kalkışacaktır. Bu da oradaki korkunun,
sıkıntının, ızdırabın şiddetini göstermektedir. Bu azabın sıkıntısı
altındayken bir de azarla karşılaşıyorlar. Tam bu sırada hayatlarının ürünü
kendilerine veriliyor. Hem de nasıl bir ürün:
"Kazandıklarınızın karşılığını tadın" denir.
Bu sahneden sonra Hz. Muhammed'e karşı koyan
yalanlayıcılardan söz edilmeye geçiliyor. Önceleri ilahi mesajı yalanlamış
olanların başlarına gelenler onlara anlatılıyor ki, akıllarını başlarına
alsınlar:
25- Onlardan
öncekiler de peygamberi yalanlamışlardı da farkına varmadıkları yerden
onlara bir azab çattı.
26- Allah, dünya
hayatında da onlara rezillik taddırdı. Ahiret azabı, elbette daha büyüktür.
Keşke bilselerdi.
İşte ilahi mesajı yalan sayanların hem bu dünyadaki
hem de ahiretteki durumları budur. Dünyada yüce Allah onlara zilleti
taddırmıştır. Ahirette ise azabın en büyüğü onları beklemektedir. Allah'ın
yasası şimdi de geçerlidir; değişmez. Kendilerinden önceki milletlerin
akıbetleri en güzel tanıktır. Yüce Allah'ın ahiret azabına ilişkin sözü hâlâ
geçerlidir. Şimdi onların ellerinde bir fırsat bulunmaktadır. Bu zikir, öğüt
alan ve ders alanlar içindir. "Keşke bilselerdi."
27- Andolsun biz, bu
Kur'an'da insanlara, öğüt alsınlar diye her türlü misali verdik.
28- O, pürüzsüz
Arapça Kur'an'dır. Belki sakınırlar.
29- Allah şöyle bir
misal verdi: Birbiriyle çekişen bir çok ortakların sahip olduğu bir adam
(yani köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adam. Şimdi bu ikisinin
durumu bir oluyor mu? Hamd yalnız Allah'a mahsustur; fakat çokları bilmiyor.
Yüce Allah, mü'min bir kul ile müşrik bir kulun
durumlarını bir örnekle açıklıyor: Müşrik olan kulun durumu, birbiriyle
uyuşmayan, geçimsiz ortakların emrinde çalışan bir adamın durumu gibidir:
Ortakların her biri onu bir tarafa çekmekte, her biri ayrı görevler
vermekte, adam ise bu aykırı arzular, emirler arasında şaşırıp kalmakta,
gücü ve enerjisi dağılmakta, bir proğram üzerinde karar kılamamakta,
doğru-dürüst bir yola girememektedir. Efendilerinin birbirleriyle çelişen,
çatışan, boğuşan arzularını tatmin edememekte, onların hepsini razı
edememekte, güçleri ve enerjileri darmadağın olup gitmektedir. Mü'min olan
kulun durumu ise şöyledir: O, bir tek efendinin emrine bağlıdır. Efendisinin
kendisinden ne istediğini, ne ile yükümlü bulunduğunu bilmektedir. Onun için
o, huzur içinde, emin bir halde apaçık olan yolunda sağlıklı biçimde
ilerlemeye devam eder.
Bu iki adamın durumu bir değildir. Bir efendiye
bağlı olan adamın belli bir istikameti, bilgisi ve inancı vardır. Gücü bir
noktaya toplanır, yönü birdir. Yolu apaydınlıktır. Geçimsiz efendilere bağlı
adam ise, hep sıkıntı ve tereddüt içindedir. Bir işte karar kılamaz. Bırak
hepsini razı etmeyi, efendilerinin birini dahi razı edemez.
Bu örnek, tevhid gerçeği ile şirk gerçeğini bütün
yönleri ile tasvir etmektedir. Tevhid gerçeğine iman eden kalb, bu
yeryüzündeki yolculuğunu doğru yolda giderek tamamlar. Zira onun gözü
ufuktaki bir tek yıldıza bakar. Bu nedenle yolunu şaşırmaz. Hayatın,
kuvvetin ve rızkın bir tek kaynağını tanır. Zarar veya fayda vermenin
kaynağını bir bilir. Vermenin ve almanın tek kaynağına dayanır. Bu bir
kaynağın doğrultusunda adımlarını doğru-düzgün atar. Yalnız ondan destek
alır. Elini bir tek ipe atar. Onun halkasına sımsıkı yapışır. Yönünü bir tek
hedefe doğru ayarlar. Gözünü ondan ayırmaz. Bir tek efendiye hizmet eder.
Onun neye razı olduğunu bilir; bu işleri yapar. Neden hoşlanmadığını bilir;
ondan da sakınır... Böylece güçleri bir noktada toplanır ve aynı zamanda
birleşir. Bütün güçlerini ve çabalarını değerlendirir, verimli hale getirir,
yeryüzünde iki ayağı da sağlam şekilde yere bastığı halde gökte tek olan
ilah ile bağını sağlamlaştırır.
Dolu dolu mesajları ile konuşan bu örnekten sonra
kulları için rahat, güven, huzur, istikamet ve istikrarı seçen Allah'a hamd
etme yer almâktadır. Onlar bununla beraber hâlâ sapıklıkta direniyorlar.
Halbuki onların çoğu gerçeği bilmiyorlar.
Bu, Kur'an-ı Kerim'in ders almaları için insanlara
takdim ettiği örneklerden biridir. Kur'an, Arapça bir kitaptır. Dosdoğrudur,
apaçıktır. Orada ne karışıklık, ne eğrilik, ne de sapma türünden bir durum
söz konusudur. İnsanın fıtratına, en kolay, en anlaşılır bir dille hitab
eder.
24. CÜZÜN BAŞLANGICI
Şimdi ele alacağımız bölüm, önceki bölümün bir
değerlendirilmesi niteliğindedir. Gökten inen su mucizesi, bu su ile yeşeren
ekin mucizesi ve Allah katından inen Kitab mucizesi sergilendikten sonra
Kur'an'da verilen örneklere değinilmiştir. "Fakat çokları bilmiyor" Bunun
ardından Hz. Peygamberin işi ile kendilerinin işinin Allah'a havale
edildiği, öldükten sonrâ aralarında hüküm verecek olanın Allah olduğu,
yalancı ve yalanlayıcı olan kâfirleri hak ettikleri şekilde cezalandıracağı;
doğru sözlü olan ve ilahi mesajı doğrulayanları ise iyiliklerinin karşılığı
olarak ödüllendireceği dile getiriliyor.
30- Sen de öleceksin
onlar da ölecekler.
31- Sonra siz,
kıyamet günü, Rabb'inizin huzurunda muhakeme olacaksınız. ,
Hiç şüphesiz her canlının sonu ölümdür. Sonsuz olan
yalnız Allah dır. Ölüm konusunda bütün insanlar aynıdır. Allah'ın elçisi Hz.
Muhammed (s.a.s.) de aynıdır. Bu gerçeğin burada söz konusu edilmesi bütün
surenin açıklayıp pekiştirdiği tevhid gerçeğinin halkalarından biri
olmasındandır. Bundan sonra ölümün ötesi ele alınıyor. Ölüm, bütün
yolculukların sonu değildir. Bu, sadece bir aşamadır. Onun ötesinde,
belirlenmiş ve planlanmış yaradılışın daha nice aşamaları vardır. Takdirin
ve ilahi planın hiçbir şeyi gelişigüzel ve boşuna değildir. Kıyamet gününde
kullar, dünya hayatında aralarında çıkan anlaşmazlıklar için birbirinden
davacı olacaklardır. Sonra Hz. Muhammed (s.a.s.) Rabb inin huzuruna gelir.
İnsanlara, söyledikleri, yaptıkları ve yüce Allah'ın kendilerine gönderdiği
hidayet kılavuzunu nasıl karşıladıklarından sorguya çekilsin diye
durdurulurlar. ,
32- Allah hakkında
yalan uyduran ve kendisine gelen doğruya yalanlayandan daha zalim kim
vardır? Cehennemde kâfirlere yetecek kadar yer yok mudur?
Gerçeği açıklamak için sorulmuş bir sorudur bu.
Allah adına yalan uydurup; O'nun kızları olduğunu, ortakları bulunduğunu
ileri süren; O'nun elçisinin getirdiği doğruyu yalanlayan, Tevhid kelimesini
doğrulamayan adamdan daha zalim kimse yoktur. Bu, küfrün kendisidir;
cehennemde kâfirler için hazırlanmış bir karargah vardır. Bu sorulu anlatım
üslubu, olayı daha açık ortaya koymak ve pekiştirmek için seçilmiştir.
Bu, sorgunun bir yönüdür. Diğer yönünü ise, Allah
katından gerçeği getiren, onu doğrulayan, inanarak ve tam kanaat getirerek
onu insanlara bildiren adam oluşturmaktadır. Önceki bütün peygamberler bu
eylemde Hz. Peygamber ile birliktedirler. Bu gerçeğe, onun hak olduğuna
inanan ve buna kesin kanaat getiren dilinin yaptığı bu çağrıya kalbiyle
katılarak çağrıda bulunan herkes Hz. Peygamberin bu eylemine katılmış olur.
33- Gerçeği getirene
ve onu doğrulayanlara gelince; "İşte takva sahipleri onlardır. "
Bu takva sahiplerinin ve onlara hazırlanan mükâfatın
sahası biraz daha genişletiliyor:
34- Onlara,
Rabb'lerinin katında diledikleri şeyler vardır; bu, iyilerin mükâfatıdır.
Bu, geniş kapsamlı bir ifadedir. İmanlı olan bir
kalbin tüm isteklerini içine almaktadır. Ve tüm bu isteklerin Allah katında
"onlara" verileceğini bildirmektedir. Artık bu, onların eksilmeyecek ve
kaybolmayacak hakkıdır. "Bu, iyilerin mükâfatıdır"
Bu, yüce Allah'ın onlar için dilediği iyiliğin ve
ikramın gerçekleşmesi içindir. Hakettiklerini adalet gereği aldıktan sonra
Allah'ın bunun ötesinde onlara ihsanıyla muamele etmesi, lütfundan onlara
iyilik bağışlaması içindir.
35- Zira Allah,
onların yaptıkları kötülükleri örter; onlara, yaptıkları iyiliğin en güzel
karşılığı verilir.
Adalet, iyiliklerin toplanması, kötülüklerin de
toplanması; sonra bunlara göre kararın verilmesidir.
Lütuf ise, yüce Allah'ın bu takva sahibi kullarına
fazladan bağışladığı şeylerdir. Onların en kötü işlerini dahi bağışlayıp
kantarda bu kötülüklerini hiç hesaba katmaması; onlara, her şeyi, her işi
güzellik olan insanlar gibi muamele etmesi; böylece iyiliklerinin artmasına,
çoğalmasına ve terazide ağır basmasına garanti vermesidir.
Bu, hiç kuşkusuz Allah'ın lütfudur. Onu dilediği
kimseye verir. Yüce Allah bu lütufkârlığı kendiliğinden söz vermiş ve bunu
va'detmiştir. Bu söz mutlaka gerçekleşecektir. Takva sahiplerinin ve
iyilikte bulunan insanların bu konuda güvenleri tamdır.
Şimdi ele alacağımız bölüm, bu surenin en uzun
bölümüdür. Burada tevhid gerçeği değişik dokunuşlar içinde, değişik
açılardan ele alınmaktadır. Bölüm, mü'min kalbin gerçek durumunu, yeryüzü
güçlerine karşı tutumunu, kendisine dayandığı yegane gücü, yalnız bu güce
dayanıp O'nun dışında kalan basit-değersiz güçlere aldırmadığını tasvir
etmektedir. Bu kalbin, kuruntudan ibaret güçlerden elini eteğini çektiğini,
kendi durumunu ve kendisine karşı mücadele edenlerin yaptıklarını kıyamet
gününe, Allah'a havale ettiğini, geleceğinden emin olarak tam bir güven
içinde ve sarsılmadan yoluna devam ettiğini anlatmaktadır.
Bunun hemen ardından Hz. Peygamberin görevi
açıklanıyor. İnsanları doğru yola iletmede veya onları saptırmada
peygamberin, kulların başına buyruk olmadığı; insanlara egemen olanın sadece
Allah olduğu ve her an onların enselerinden tutabileceği belirtiliyor.
Allah'ın dışında kimsenin şefaatçısının olmadığı; zira şefaatin tamamının
Allah'ın elinde olduğu, göklerin ve yerin dizgininin O'nun elinde bulunduğu,
her şeyin eninde-sonunda gelip O'na dayanacağı, O'na döneceği anlatılıyor.
Sonra müşriklerin tasvirine geçiliyor. Kelime-i
Tevhid'in sözü olduğunda kalplerinin daraldığı, şirk kelimesinden söz
açıldığında ise kalplerinin ferahladığı anlatılıyor. Hemen bunun ardından
Hz. Peygambere net bir biçimde Kelime-i Tevhid'i ilan etmesi ve müşriklerin
işini Allah'a havale etmesi çağrısı yapılıyor. Onların kıyamet gününde dünya
dolusu ve bir o kadar daha malları olsa dahi ateşten kurtulmak için onları
fidye vermek isteyecekleri tasvir ediliyor. Çünkü artık Allah katından,
dehşet ve korku veren şeyler görünmeye başlamıştır.
İşte böyle. Halbuki onlar dara düştüklerinde yalnız
Allah'a dua edip yalvarırlar. Yüce Allah, katından onlara bir nimet
bağışladığında ise büyük iddialara girişirler. Kimileri şöyle demeye
kalkışır:
"Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir."
Bu sözü kendilerinden önce de birileri söylemiş,
şimdiki müşrikleri de cezalandırmaya kâdir olan yüce Allah onları
cezalandırmıştı. Onlar hiçbir zaman
Allah'ı acze düşüremeyeceklerdir. Rızkın bolluğu ve
darlığı ise O'nun yasalarından birinin gereğidir. Bu yasa, yüce Allah'ın
hikmetine ve takdirine uygun biçimde işler. Rızkı bollaştıran da, daraltan
da yalnızca O'dur. "Doğrusu bunda, inanan bir toplum için ibretler vardır."
'(Zümer suresi, 52)
36- Allah, kuluna
yetmez mi? Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. ,4llah kimi saptırırsa
onu artık doğru yo!a ileten olmaz.
37- Allah kime de
doğru yolu gösterirse; artık onu şaşırtan olmaz. Allah, galip ve öç alan
değil mi?
38- Ey Muhammed!
Andolsun ki, onlara, "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorsan;
"Allah'dır" derler. De ki: "Öyleyse bana bildirin; Allah bana zarar vermek
isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir
mi? Yahut bana bir rahmet di!erse, O'nun rahmetini önleyebilir mi? "Deki:
Allah bana yeter. Dayananlar O'na dayanır. "
39- De ki: "Ey
kavmim! Durumunuza göre bildiğinizi yapın: ben de bildiğimi yapıyorum.
Yakında bileceksiniz. "
40- "Kendisini rezil
edecek azap kime geliyor: Kime sürekli azab inecek?"
Bu ayetler, sağlıklı imanın mantığını bütün
sadeliği, zindeliği, açıklığı ve derinliğiyle ortaya koymaktadır. Tıpkı Hz.
Peygamberin kalbine yerleşen iman gibi. Bir mesaja iman eden herkesin ve bir
dava sahibi olan her insanın kalbinde yerleşmesi gereken iman da bu
özelliklere sahip olmalıdır. Bu imandır tek başına insana yeterli olan onu
başka şeylere muhtaç olmaktan kurtaran: hedefe ulaştırıcı, değişmez ve doğru
yolu önüne seren temel gerçek.
Bu ayetlerin iniş sebebi hakkında kaydedilen
rivayetlere göre Kureyş müşrikleri, Allah'ın elçisi olan Hz. Muhammed'i
(s.a.s.) ilahları ile korkutuyor ve onların gazabından (öfkesinden)
sakındırıyorlardı. İlahlarına aşağılayıcı sözler söylemekten vazgeçmediği
takdirde onların hışmına uğrayacağını söylüyorlardı.
Fakat bu ayetlerin anlamı daha kapsamlı ve daha
geniştir. Bu, hakkı çağıran davetçi ile yeryüzünün ona karşı koyan tüm
güçleri arasında meydana gelen savaşın gerçek yüzünü ortaya koymaktadır. Bu
güçleri sağlıklı terazide tarttıktan sonra mü'min kalbteki güveni, kesin
inancı ve huzuru da tasvir etmektedir.
"Allah, kuluna yetmez mi?"
Evet, yeterlidir. Öyleyse kim onu korkutabilir?
Hangi şey onu korkuya düşürebilir; Allah onunla beraber olduktan sonra...
Kendisi kulluk makamına yükselip, bu makamın hakkını ödedikten sonra. Bütün
kullarının üstünde egemen olan, yüce kudret sahibi Allah'ın kendi kuluna
kâfi olduğundan kim şüphe edebilir?
"Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar."
Nasıl korkar O? Allah'ın dışındakiler O'nun koruduğu
kimseyi korkutamazlar. Yeryüzünün tamamı Allah'ın dışındaki varlıklarla dolu
olmasına rağmen bunların hiçbir O'nu etkilemez.
Bu, rahat anlaşılabilecek, apaçık bir meseledir.
Kafa yormaya ve tartışmaya gerek yok bu konuyu. Bir tarafta yüce Allah,
diğer tarafta Allah'ın dışında kalan varlıklar. Bu konu üzerinde
düşündüğümüzde artık ne herhangi bir şüpheye ne de herhangi bir karışıklığa
neden olacak bir şey kalır.
Geçerli olan, Allah'ın iradesidir. Üstün olan, O'nun
dilemesidir. Kullar hakkında hükmü geçerli olan O'dur. Kulların kendilerine,
kalblerinin hareketlerine ve duygularına hükmeden O'dur.
"Allah kimi saptırırsa onu artık doğru yola ileten
olmaz. Allah kime de doğru yolu gösterirse artık onu şaşırtan olamaz.
Kimin sapıklığa müstehak olduğunu bilip onu
saptıran; kimin de doğru yola layık olduğunu bilip ona yol gösteren
Allah'dır. Şu veya bu şekilde biri hakkında karar verdiği zaman artık O'nun
dilediğini değiştirecek kimse olamaz.
"Allah, gâlip ve öç alan değil mi?"
Şüphesiz evet. Kuvvet ve üstünlük sahibi olan O'dur.
O, herkese hakettiği karşılığı verir. İntikâma müstehak olandan intikam
alır. Gerçekten Allah'a kulluk görevini yerine getiren bir insan nasıl bir
kişiden veya bir şeyden korkabilir? Hem de yüce Allah onun koruyucusu ve
kendisine yeterli olduğu halde!
Sonra bu gerçeği başka bir kalıpta ortaya
koymaktadır. Bu kalıp, onların kendi mantıklarından ve fıtratlarında mevcut
olan, Allah gerçeğine ilişkin realiteden kaynaklanmaktadır: "Ey Muhammed!
Andolsun ki, onlara "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorsan;
"Allah'dır" derler. De ki: "Öyleyse bana bildirin Allah bana zarar vermek
isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız,
O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir
rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?" De ki: "Allah bana yeter.
Dayananlar O'na dayanır.
Onlar, sorulduğu zaman gökleri ve yeri yaratanın
Allah olduğunu belirtiyorlardı. Hiçbir fıtrat bu sözün dışında başka bir şey
diyemez. Hiçbir akıl, göklerin ve yerin yaratılışını, yüce, üstün bir
iradenin varlığına bağlamadan açıklayamaz. İşte yüce Allah, müşrikleri ve
aklı başında herkesi bu apaçık fıtri gerçekle kıskıvrak yakalamaktadır. Yüce
Allah göklerin ve yerin yaratıcısı olduğuna göre, bu göklerde ve yerde
yaşayan bir kimse veya bir varlık, yüce Allah'ın, kullarından birine
dokundurmak istediği bir zararı önleyebilir mi? Yine bu göklerde ve yerde
yaşayan bir kimse veya bir varlık, yüce Allah'ın kullarından birine
dokundurmak istediği rahmetine engel olabilir mi .
Bu sorulara verilecek kesin cevap, hayırdan
ibarettir. Bu gerçek kesinleştikten sonra Allah'a çağıran davetçinin,
kendisinden korkacağı ne olabilir? Neden korkabilir? Neyi umabilir? Ona
dokunacak zararı kim önleyebilir? Kim ona gelen rahmeti engelleyebilir? Kim
onu endişeye düşürebilir veya korkutabilir, yahut yolundan alıkoyabilir?
Bu gerçek, inanmış bir kalbe yerleştiğinde onun
açısından mesele bitmiş olur. Tartışma sona erer. Korku, kökünden sökülür.
Bütün arzular sona erer; sadece yüce Allah'a bağlı olan umutlu kalır. O,
kuluna yeter. Yalnız O'na tevekkül edilir.
"De ki: "Allah bana yeter. Dayananlar O'na dayansın"
Ayrıca bu, iç huzurdur, güvendir. Kesin kanaattir.
Korkunun etkisinde kalmayan iç huzuru, sarsılmayan güven ve gevşemeyen kesin
kanaat. Yolun düze çıkacağına tam bir güvenle yoluna devam etmektedir.
"De ki: "Ey kavmim! Durumunuza göre bildiğinizi
yapın; ben de bildiğimi yapıyorum. Yakında bileceksiniz."
"Kendisini rezil edecek azap kime geliyor; kime
sürekli azab inecek?"
Ey milletim, kendi yolunuza ve durumunuza uygun olan
işleri yapmaya devam edin. Ben de sapmadan, korkmadan ve sarsılmadan yoluma
devam ediyorum. Siz ilerde kime dünyada kendisini rüsvay edecek bir azabın
geleceğini ve ahirette sürekli azabın kimin başına getirileceğini
öğreneceksiniz.
Fıtratın, kendisini dile getirdiği ve bütün bir
varlığın kendisine tanıklık ettiği, rahat anlaşılabilen gerçeğin
sergilenmesinden sonra karar veriliyor. Göklerin ve yerin yaratıcısı,
göklerin ve yerin üzerine egemen olan Allah'dır. Peygamberlerin insanlara
ulaştırdıkları ve davetçilerin, sorumluluğunu üstlendikleri davanın sahibi
de O'dur. Buna göre göklerde ve yerde olan varlıkların hangisi O'nun
elçilerine ve davetçilerine hükmedebilir? Kim onların başına gelen bir
zararı savabilir veya onlara gelen rahmeti engelleyebilir? Bunların hiçbiri
söz konusu olmadığına göre neden korkabilirler? Allah'dan başka kimden ne
bekleyebilirler?
Dikkat edin! Artık mesele aydınlanmıştır. Yol belli
olmuştur. Artık tartışmaya veya bahane aramaya gerekçe kalmamıştır.
Allah'ın elçileriyle onların yolunda duran diğer
yeryüzü güçlerinin konumu budur işte. Peki onların görevlerinin gerçek
mahiyeti nedir? İlahi mesajı yalan sayanların konumları nedir acaba?
41- Biz, insanlar
için bu Kitab'ı hak ile sana indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi
yararınadır; kim de saparsa kendi zararınadır. Sen onların üzerine vekil
değilsin.
42- Allah,
öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerinde uykuları esnasında ruhlarını
alır. Sonra ölümlerine hükmettiği kimselerinkini tutar; diğerlerini bir
süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda, düşünen bir toplum için ibretler
vardır.
43- Yoksa Allah'dan
başka şefaatçiler mi ediniyorlar? De ki: "Onlar, hiçbir şeye sahip
olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?"
44- De ki: "Bütün
şefaat Allah'ın iznine bağlıdır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur.
Sonra O'na döneceksiniz. "
"Biz, insanlar için bu Kitab'ı hak ile sana
indirdik."
Hak, O'nun yapısında. Hak, O'nun metodunda. Hak,
O'nun şeriatında. Gökleri ve yeri ayakta tutan Hak. Bu Kitap'da insanlığın
hayatı için gereken düzenin ve bütün bir evrenin düzeninin tam bir ahenkle
üzerinde buluştuğu Hak. Bu Hak, "insanlar" için inmiştir. Onunla yollarını
doğrultsunlar, onunla birlikte yaşasınlar ve ona dayanarak ayağa kalksınlar.
Sen ise sadece bir haberci. Onlar bu haberi duyduktan sonra dilediklerini
kendilerine seçsinler. İstersin doğru yolu, ister sapıklığı; ister
nimetleri, ister azabı. Herkes kendisini, dilediği tarafa götürür. Sen
onların başına bekçi değilsin. Onlardan sorumlu da de ilsin. "Artık kim
doğru yola gelirse kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararınadır. Sen
onların üzerine vekil değilsin."
Onların başında vekil olan sadece Allah'dır Onlar
hem uyanıkken hem de uyurken tüm hallerinde O'nun avucu içindedirler. O,
onlara dilediğini yapabilir: "Allah öleceklerin ölümleri anında,
ölmeyeceklerinde uykuları esnasında ruhlarını alır. Sonra ölümlerine
hükmetti i kimselerinkini tutar; diğerlerini bir süreye kadar salıverir.
Doğrusu bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır." Ölen insanların
ecellerini belirleyen Allah'dır. Uyuyan insanları belli bir zaman kadar u
utan da O'dur. İnsanlara, uyurken, ölmemekle beraber bir tür ölüm hali
yaşatan da O'dur. Uyku halindeki insanın eceli gelmişse, onun canım alır; O
da bir daha uyanamaz. Eceli gelmeyen insanın canını ise serbest bırakır: o
da yeniden uyanır. Yani bütün insanların canları hem uyanıklık hem de uyku
halinde O'nun elindedir.
"Doğrusu bunda, düşünen bir toplum için ibretler
vardır."
Onlar, bu şekilde sürekli olarak Allah'ın
avucundadırlar. Onların başına vekil olan da O'dur. Sen onların başına vekil
değilsin. Eğer onlar doğru yolu seçerlerse kendileri lehine olur. Sapıklığı
seçerlerse aleyhlerine olur. Yani onlar her halde hesaba çekilecekler. Kendi
hallerine bırakılmayacaklar. Öyleyse bağlarının çözülmesini ve kurtulmayı
nasıl bekleyebiliyorlar?
"Yoksa Allah'dan başka şefaatçılar mı ediniyorlar?
De ki: "Onlar hiçbir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi
şefaat edecekler."
"De ki: "Bütün şefaat Allah'ın iznine bağlıdır.
Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döneceksiniz."
Bu soru, onları aşağılama, hafife alma amacına
yöneliktir. Onların, kendilerini Allah'a yaklaştıran aracılar olsunlar diye
meleklerin heykellerine tapmaya yönelik anlayışlarını eleştirmektedir.
"De ki: "Onlar hiçbir şeye sahip olmadıkları, akıl
da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?"
Bu sorudan hemen sonra şefaatin tamamen Allah'ın
elinde olduğunu belirten hüküm yer alıyor. Dilediği kimse için "yine
kendisinin" dilediği kimseye şefaat izni verecek olan da O'dur. Onların
şefaate ehliyetli olarak gördüklerini, Allah'ın dışında ortaklar olarak
kabul etmelerine neden olacak bir şey mi?
"Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur."
Bu hükümranlık içinde O'nun iradesine karşı çıkacak
bir güç yoktur.
"Sonra O'na döneceksiniz."
Eninde sonunda O'na dönmekten başka çare ve kurtuluş
yoktur.
Yüce Allah'ın hükümranlık ve hakimiyet sıfatları ile
tek başına ön plana çıktığı bu konumda onların Tevhid anlayışından nasıl
nefret ettikleri ve etraflarını kuşatan bütün bir varlığın tiksindiği şirk
anlayışına zevkle nasıl daldıkları arz edilmektedir.
45- Allah, onların
tanrılarından ayrı olarak tek başına anıldığı zaman, Ahirete inanmayanların
kalbleri nefretle çarpar; ancak Allah'dan başka putlar anıldığı zaman hemen
yüzleri güler.
Bu ayet-i kerime her ne kadar Hz. Peygamberin
zamanında yaşanan somut bir olayı anlatmak, müşriklerin kendi ilahlarından
söz edildiğinde ferahladıklarını, keyiflerinden dört köşe olduklarını;
Tevhid anlayışından söz edildiğinde ise keyiflerinin kaçtığını ve nefret
ettiklerini ortaya koyuyorsa da işin aslına bakıldığında çeşitli ortamlarda
ve zamanlarda gözlemlenebilecek psikolojik bir durumu sergilediği
anlaşılmaktadır. Çünkü bazı insanlar ne zaman yalnız Allah'ı ilah, yalnız
O'nun şeriatını kanun, yalnız Allah'ın programını hayat düzeni olarak kabul
etmeye çağrılsınlar içleri burkulur, canları sıkılır. Yeryüzünün beşeri
programlarına, beşeri düzenlerine, beşeri yasalarına söz geldiğinde ise
neşelenir, keyifleri yerine gelir; bu sözle içleri açılır. Artık almak ve
vermek için gönüllerini açarlar. İşte bu ayette yüce Allah'ın, bir tip
olarak kendilerinden söz ettikleri de bunların kendileridir. Bunlar, her
yerde ve her zaman aynı tip insanlardır. Çevreleri ve çağları farklı da
olsa, renkleri ve milletleri ayrı da olsa bu insanlar, fıtratları bozulmuş,
karakterleri yozlaşmış kimselerdir.
Bu yozlaşmışlık, duyarsızlık ve sapıklık karşısında
en etkili cevap, yüce Allah'ın bu tür durumlarda Peygamberine -salât ve
selâm üzerine olsun- telkin ettiği cevapdır:
46- De ki: "Ey
gökleri ve yeri yoktan var eden, görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'ım!
Kullarının ayrılığa düştükleri konularda sen hükmedersin. "
Bu, bilinçli bir biçimde yere ve göğe bakan ve
bunlar için göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'dan başka bir yaratıcı
bulamadığı için O'nun varlığını itiraf ve kabul eden ve O'nu, göklerin ve
yerin yaratıcısına yakışacak nitelikleriyle tanıyan fıtratın niyazıdır,
yakarışıdır. Bu fıtrat, Allah'ı, "Görülen ve görülmeyeni bilen;" şu anda
burada olanı ve olmayanı, gizliyi ve açığı ile her şeyi yegane merci olarak
tanır. "Kullarının ayrılığa düştükleri konularda hükmedersin." Kendisine
dönüldüğü gün tek hakem O'dur. İnsanlar mutlaka O'na döneceklerdir.
Müşriklere bu gerçek bildirildikten sonra ayrılığa
düştükleri konuların hükme bağlanması için O'na dönecekleri günkü korkunç
halleri sergileniyor:
47- Eğer yeryüzünde
olanların hepsi ve onunla birlikte bir misli daha fazlası D zalimlerin
olsaydı; kıyamet günündeki kötü azabdan kurtulmak için onu fidye olarak
verirlerdi. Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler Allah tarafından karşılarına
çıkarılmıştır.
48- Yaptıkları
işlerin kötülükleri kendilerine görünmüştür ve alay ettikleri şeyler onları
kuşatmıştır.
Bu, korkunç ifade arasına serpiştirilen dehşet
verici bir durumdur. Eğer bu zalimlerin -En büyük zulüm olan Allah'a ortak
koşmak suretiyle zulmedenlerin-; evet, eğer zulmedenlerin "Yeryüzünde
olanların hepsi" kadar malları olsa, hatta "Onunla birlikte bir misli daha
fazlası" servetleri bulunsa, zamanında ihtirasla peşinde koştukları ve
onunla övünerek İslam'dan uzaklaştıkları bu servetlerinin hepsini kıyamet
gününde gördükleri kötü azaptan kurtulmak için fidye olarak verirlerdi.
Birbirine sarılmış olan bu ifadede dehşet verici bir
olay daha var:
"Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah
tarafından karşılarına çıkarılmıştır."
Allah tarafından kendilerine gösterilen ve onların
beklemedikleri şeyin ne olduğu açıklanmıyor. Öyle kapalı bırakılıyor. Ama
öyle bırakılması daha korkunç, daha akılları durduracak bir hal alıyor.
Allah'dır O. Bu zayıf, güçsüz yaratıklara beklemedikleri şeyleri gösteren
Allah! İşte bu kadar! Hiçbir tanıtma, hiçbir sınırlama getirmeden mesele
geçiştiriliyor.
"Yaptıkları işlerin kötülükleri kendilerine
görünmüştür ve alay ettikleri şeyler onları kuşatmıştır."
Bu da aynı şekilde durumu daha da fenalaştırıyor.
Yaptıklarının çirkin bir iş olduğu kendilerine açıklanıyor. Onlar bu acıklı
ve dehşet verici durumdayken tehditleri ve uyarıları alaya almalarının da
gelip kendilerini çepeçevre kuşattığı belirtiliyor.
Kendisine ortaklar koştukları, tek olarak anıldığı
zaman kalblerinin nefretle çarptığı, sahte ilahları ile birlikte sözü
edildiği zaman ise yüzlerinin güldüğü Allah'a dönecekleri günde müşriklerin
hallerini ortaya koyan bu ara sahneden sonra... Evet, bundan sonra onların
hayret verici hallerinin tasvirine tekrar dönülüyor.
Onlar Allah'ın birliğini inkâr ediyorlar. Fakat bir
zarara uğradıklarında, sıkıntıya düştüklerinde başkasına değil, yalnız O'na
yöneliyorlar. Yalvarıyor, yakarıyorlar O'na. Yüce Allah onlara lütufta
bulunup nimetler bağışlayınca şımarıyorlar ve inkâra kalkıyorlar:
49- İnsanın başına
bir sıkıntı geldiği zaman bize yalvarır. Sonra katımızdan ona bir nimet
verdiğimiz zaman: "Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir" der. Hayır, bir
imtihandır; fakat çokları bilmezler.
Bu ayet-i kerime her yerde ve her zaman
görülebilecek bir insan tipini tasvir ediyor. İnsanın fıtratı hakka
ulaşmadığı, tek olan Rabb'ine dönmediği, O'nun yoluna girip hem sevinçli,
hem sıkıntılı günlerinde sapmayacak düzeye çıkmadıkça bu tür hareketleri
devam edecektir.
Dara düşme ve sıkıntı, insanın fıtratını kuşatan
gayri meşru arzuların ve ihtirasların tortularını silip süpürür. Fıtratta ve
bütün bir varlığın özünde gizli olan gerçeği perdeleyen yapay faktörleri
ortadan kaldırır. İşte bu durumda fıtrat, Allah'ı görür ve yalnız O'na
yönelir. Bu sıkıntı dönemi bitip bolluk ve rahat dönemi başlayınca bu insan,
dar gününde söylediklerini unutur. Gayri meşru isteklerin etkisiyle fıtratı
özünden sapar. Elde etmiş olduğu nimet, rızık ve lütuf hakkında, "Bu bana
bilgimden dolayı verilmiştir" der. Bu sözü Kârun söylemişti.
Bilgisine, sanatına ve başka bir maharetine güvenip
elde ettiği malı ve makamı onunla izaha kalkışan: Nimetin asıl kaynağından,
ilmin ve kudretin bağışlayıcısından, sebeplerin sebebinden ve rızıkların
belirleyicisinden habersiz olan herkes de aynı sözü söyler.
"Hayır, o bir imtihandır; fakat çokları bilmezler."
Bu deneme ve sınama için bir fitnedir. Böylece
onların şükür mü edecekleri, yoksa nankörlük mü edecekleri belli olacaktır.
Hallerini düzeltiyorlar mı, yoksa daha da bozuyorlar mı görülecektir.
Yollarını öğrenip doğru yola mı girecekleri, yoksa sapıklığa mı
yanaşacakları ortaya çıkacaktır.
Kur'an-ı Kerim, insanlar için bir rahmettir.
Bilinmeyen, gizli şeyleri ortaya çıkarıyor; tehlikeye dikkatlerini çekiyor,
onları fitneden sakındırıyor. Bu açıklamadan sonra onların ne bir bahanesi,
ne de özrü kalmaktadır.
Bu arada Kur'an-ı Kerim kendilerinden önceki
milletlerin akıbetlerini onların gözleri önüne sererek kalblerine dokunuyor:
"Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir" gibi sapık sözleri söyleyenlerin
akıbetinin de tarihteki benzerlerinin akıbeti gibi olacağı
hatırlatılmaktadır:
50- Bunu onlardan
öncekiler de söylemişti; ancak kazandıkları şeyler onlara fayda vermedi.
51- Bunun için
işledikleri kötülükler başlarına geldi. Bunlardan zulmedenlerin de
kazandıkları kötülükler başlarına gelecektir. Bu hususta Allah'ı aciz
bırakamazlar.
Kendilerinden öncekiler bu sapık sözü söylemişler;
sonuçta bu kötü akıbete uğramışlar ve vebal altına girmişlerdir. Fakat
onların ne ilimleri, ne malları, ne de güçleri kendilerine bir fayda
vermemiştir. Öncekiler bu sözün aynısını kullanmışlardır. Bu sözü
söyleyenler de öncekilerin akıbetine uğrayacaklardır. Allah'ın yasası
değişmez çünkü. "Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar." Yani yüce Allah'ı,
O'nun zayıf ve güçsüz yaratıkları acze düşüremezler.
Yüce Allah'ın onlara verdiği nimetlere, bahşettiği
rızka gelince, bunlar yüce Allah'ın iradesine bağlıdır. Bunlar, rızıklarının
kısılmasında ve bollaştırılmasında Allah'ın takdirine ve hikmetine uygun
biçimde düzenlenir. İnsanları sınamak ve dilediği biçimde iradesini
uygulamak için.
52- Onlar
bilmiyorlar mı ki, Allah dilediği kimsenin rızkını bol bol verir; dilediğini
de kısar. Doğrusu bunda, inanan bir toplum için ibretler vardır.
Öyleyse yüce Allah'ın, doğru yola ve imana gelmeleri
için gönderdiği ayetlerini, inkâra ve sapıklığa alet etmesinler.
53- De ki: "Ey
kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden
umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O çok bağışlayan,
çok esirgeyendir. "
54- "Rabb'inize
yönelin. Azap size gelmeden önce O'na teslim olun sonra size yardım edilmez.
"
55- "Ansızın ve hiç
farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce Rabb'inizden size
indirilen en güzel söze, Kur'an'a uyun. "
56- Kişinin "Allah'a
karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay
edenlerdendim " diyeceği günden sakının.
57- Veya şöyle
demesinden: "Allah beni doğru yola ulaştırsaydı sakınanlardan olurdum. "
58- Yahut azabı
gördüğü zaman; "Keşke benim için bir kez daha dünyaya dönüş olsa da
iyilerden olsam" diyeceği günden sakının.
59- Allah şöyle
buyurur: "Evet, ayetlerim sana gelmişti de sen onları yalanlamış, büyüklük
taslamış ve inkârcılardan olmuştun. "
60- Allah'a karşı
yalan uyduranların yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Kibirlenenlere
yetecek kadar, cehennemde yer yok mudur?
61- Allah,
sakınanları, başarılarından ötürü kurtarır. Onlara hiçbir kötülük gelmez,
onlar üzülmezler.
Yüce Allah, zalimlerin kıyamet günündeki korkunç
hallerini, "Eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir misli
daha fazlası o zalimlerin olsaydı, kıyamet günündeki kötü azaptan kurtulmak
için onu fidye olarak verirlerdi. Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah
tarafından karşılarına çıkarılmıştır." (Zümer suresi, 47-48) ayetiyle tasvir
ettikten sonra rahmetinin kapılarını ardlarına kadar açmıştır. Yeter ki
tövbe etsinler. Günahkârlar ne kadar günahlara batmış da olsalar yeter ki
O'nun rahmetine ve bağışlamasına içtenlikle yönelsinler.
Yüce Allah, onları her şeye rağmen ümitsizliğe
kapılmadan ve karamsarlığa düşmeden kendisine yönelmeye çağırıyor. Bu rahmet
ve bağışlama çağrısı ile birlikte kendilerine verilen bu fırsat kaçmadan ve
iş işten geçmeden dönüş yapmadıkları, tövbe etmedikleri taktirde kendilerini
bekleyen azabın da bir tablosu sergilenmektedir.
De ki: "Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden
kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları
bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
Nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bu bütün günahları
içine alan, Allah'ın geniş rahmet deryasıdır. Bu, Allah'a dönüş çağrısıdır.
Bu, sapıklık çölünde kör, yalnız başına kalmış, uzaklara düşmüş savurgan
günahkâra bir çağrıdır. Arzu, umut ve Allah'ın bağışlamasına güvenme
çağrısıdır bu. Yüce Allah, kullarına merhametlidir. Onların acizliğini ve
zayıf olduklarını, içten ve dıştan bünyeleri üzerine etki eden faktörleri
çok iyi bilmektedir. Şeytanın her konuda onları avlamak için tetikte
beklediğini, bir açıklarını kolladığını, onları saptırmak için bütün yolları
kullandığını, piyade ve süvari askerleriyle onlar üzerine akınlar
düzenlediğini, bu iğrenç eyleminde çok ciddi olarak çalıştığını bilmektedir.
Bunun yanında insan denen varlığın zayıf bir bünyeye sahip, çok zavallı bir
yaratık olduğunu, kendisini bağlayan ipin elinden kaçması ve yapıştığı
kulpun kopmasıyla çabucak yere serileceğini de bilmektedir. Onun bünyesine
yerleştirilen görevlerin, eğilimlerin ve ihtirasların dengesinin çabucak
bozulabileceğini, onu sağa sola çarptırabileceğini, günaha sokabileceğini ve
buna karşı onun sağlıklı dengeyi koruma konusunda zayıf düştüğünü de
bilmektedir.
Yüce Allah, insan denen yaratığın bütün bu
durumlarım biliyor. Bunun için de ona yardım elini uzatıyor; rahmetinin
geniş kapılarını ona açıyor. Hemen günahlarının cezasını vermiyor; hatasını
düzeltmesi ve yolda doğru yürümesi için ona bütün şartları hazırlıyor.
İsyana daldığından, günaha battığında dolayı kovulduğu ve işinin bittiği,
tövbesinin kabul edilip yüzüne bakılacak halinin kalmadığı düşüncesine
kapıldığı bir sırada... Evet, işte bu umutsuzluk ve karamsarlığın egemen
olduğu bir sırada, rahmetin cazip tatlı çağrısını işitiyor:
"De ki: "Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden
kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları
bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
İsyânkarlıkta aşırı gittiği, günahlara daldığı,
korunmuş sahadan kaçtığı ve yoldan saptığı halde insan ile huzur veren,
tatlı rahmet ve O'nun diriltici, hoş görünümlü gölgeleri arasında hiçbir
engel yoktur. Onunla bunların hepsinin arasında tövbeden başka bir şey
yoktur. Tek engel, tövbedir. Girenlere engel olan hiçbir kapıcının
bulunmadığı ve oraya dalan kimsenin bir başkasından izin almaya mecbur
olmadığı açık kapıya dönüş yapmak yeterlidir.
"Rabb'inize yönelin, azap size gelmeden önce O'na
teslim olun; sonra size yardım edilmez."
"Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size
azap gelmeden önce, Rabb'inizden size indirilen en güzel söze, Kur'an'a
uyun."
Dönüş... Ve islâm. İtaatin bağışına ve teslim oluşun
gölgesine dönüş. İşte her şey bundan ibaret. Ayinsiz, merasimsiz, engelsiz.
Aracısız ve şefaatçısız olarak!
Bu, kul ile Rabb'i arasında doğrudan bir temastır.
Yaratan ile yaratılan arasında doğrudan bir ilişkidir. Yoldan çıkmış
olanlardan, dönüş yapmak isteyenler varsa dönsünler. Sapıklardan, Rabb'ine
yönelmek isteyenler yönelsinler. Günahkârlardan, teslim olmak isteyenler
teslim olsunlar. Gelmek isteyen durmasın gelsin. Gelsin ve içeri girsin.
Kapı açıktır. Bağış, gölge, feyiz, bolluk ve bereket... Bunların hepsi
kapının arkasındadır. Önünde ne kapıcı var, ne hesap soran!
Çabuk gelin! Çabuk gelin! Zaman geçmeden gelin!
Çabuk gelin! "Azap size gelmeden önce O'na teslim olun; sonra size yardım
edilmez." Orada hiçbir yardımcı yoktur. Çabuk gelin! Zamanın garantisi yok.
Gecenin veya gündüzün herhangi bir saniyesinde iş işten geçebilir ve kapılar
kapanabilir. Çabuk gelin! "Rabb'inizden size indirilen en güzel söze,
Kur'an'a uyun." İşte O da önünüzde durmaktadır. "Ansızın ve hiç farkına
varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce Rabb'inizden size indirilen
en güzel söze Kur'an'a uyun." Çabuk gelin! Fırsatı kaçırmadan, Allah
hakkında asılsız görüşlere saplanmadan ve Allah'ın sözüyle alay etmeden önce
gelin:
"Kişinin "Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana
yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim" diyeceği günden sakının."
Allah, kaderime sapıklığı yazmış, eğer kaderime
doğru yolu yazsaydı ben de doğru yola girer ve sakınırdım demeden önce
gelin!
"Veya şöyle demesinden: "Allah beni doğru yola
ulaştırsaydı, sakınanlardan olurdum."
Bu, meseleyi asılsız bir sebebe bağlamadır. Çünkü
işte fırsat şimdi elinde bulunuyor. Doğru yola götüren tüm vasıtalar da halâ
ortadadır. Tövbe kapısı da işte orada açık durmaktadır.
"Yahut azabı gördüğü zaman: "Keşke benim için bir
kez daha dünyaya dönüş olsa da iyilerden olsam" diyeceği günden sakının."
Bu, ulaşılmayacak bir ütopyadır. Bu dünya hayatı
sona erdikten sonra dönüş ve gidip-gelme olmaz. İşte şimdi çalışma
yurdundasınız. Bu ise biricik fırsattır. Bunu kaçırdınız mı artık dönüşü
olmaz. Hem siz bu fırsattan, aşağılayıcı ve azarlayıcı bir şekilde sorguya
çekileceksiniz.
Allah şöyle buyurur: "Evet, ayetlerim sana gelmişti
de sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve inkârcılardan olmuştun."
Surenin akışı, kalpleri ve duyguları ahiret sahasına
ulaştırdıktan sonra devam ediyor. Bu büyük divanda dururken, ilahi mesajı
yalanlayanlar ile takva sahiplerinin durumlarını tasvir eden bir sahneyi
sergilemeye geçiyor.
"Allah'a karşı yalan uyduranların yüzlerinin kapkara
olduğunu görürsün. Kibirlenenlere yetecek kadar cehennemde yer yok mudur?"
"Allah, sakınanları, başarılarından ötürü kurtarır.
Onlara hiçbir kötülük gelmez, onlar üzülmezler.'
İşte en son akıbet burasıdır. Burada bir grup
insanın yüzü rezillikten, üzüntüden ve cehennemin alevlerinden kararmıştır.
İşte bunlar, yeryüzünde büyüklük taslayanlardır. Bunlar, Allah'a
çağrıldıkları ve bu çağrı, onca günaha girdikten sonra bile aralarında
sürekli tekrar edildiği halde, kurtuluş çağrısına kulak asmayanlardır. Bugün
onlar, yüzleri kapkara eden bir rezillik içindedirler. Diğer grup ise,
kurtulmuştur. Başarıya ulaşmıştır. Onlara bir kötülük dokunmayacak ve onlar
acı, keder çekmeyecekler. Bu, takva sahiplerinin oluşturduğu gruptur.
Bunlar, ahiret endişesiyle yaşayanlardır. Allah'ın rahmetinden umudunu
kesmeyenlerdir. Bugün onlar kurtuluşa, başarıya, güvene ve huzura kavuşmuş
bulunuyorlar: "Onlara hiçbir kötülük gelmez, onlar üzülmezler."
Artık bundan sonra dileyen açık olan kapının
ardındaki feyizli, huzur verici rahmet çağrısına kulak versin; dileyen de
savurganlığında ve kötülükleri içinde kalsın; farkında olmadıkları bir halde
azabın gelip kendilerini kıskıvrak yakalamasına kadar yoluna devam etsin!
Şimdi surenin son bölümüne geliyoruz. Burada Tevhid
gerçeği, her şeyi yaratan ve her şeye hükmeden, mülkün sahibinin birliği
açısından ele alınıyor. Burada müşriklerin, Peygamberimize -salât ve selâm
üzerine olsun- yaptıkları teklifin tutarsızlığı sergileniyor. Müşrikler
O'na, sen bizim ilahlarımıza kulluk yap, biz de buna karşılık senin ilahına
kulluk edelim diyorlar. Doğa1 olarak bunun saçma bir teklif olduğu
belirtiliyor. Zira yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır. Göklerin ve yerin
çarkını ortaksız olarak döndüren yalnız O'dur. Bu durumda, yani göklerin ve
yerin dizginleri O'nun elinde olduğu halde nasıl onunla birlikte başka
ilahlara kulluk yapılabilir?
"Onlar, Allah'ı gereği gibi bilmediler."
O, kudret ve egemenlik sahibi yegâne mâbut iken,
onlar O'na 8rtak koşuyorlar. Halbuki, "Kıyamet günü yeryüzü bütünü ile O'nun
avucu içindedir; gökler de O'nun sağ elinde dürülmüştür."
Kıyamet günündeki bu gerçeğin bu şekilde tasvir
edilmesi nedeniyle eşsiz bir kıyamet sahnesi sergileniyor. Bu kıyamet
sahnesi, arş'ın çevresini saran ve Rabb'lerinin adını yücelten meleklerin
tutumu ve bütün bir varlığın O'na övgüde bulunması ile sona eriyor: "Övgü,
alemlerin Rabb'i olan Allah içindir." İşte bu da Tevhid gerçeği konusunda en
kesin ve net ifadeyi sergiliyor.
62- Allah her şeyin
yaratıcısıdır. O, her şeyin yöneticisidir.
63- Göklerin ve
yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler var ya, işte
onlar hüsrandadırlar.
Bu, her şeyin dile getirdiği bir gerçektir. Hiç
kimse bir şey yarattığını iddia edemez. Hiçbir akıl sahibi bu varlığın
hiçbir yaratıcı olmadan yaratıldığını ileri süremez. Zira bu varlığın içinde
yer alan her şey, belli bir amacı ve planlamayı dile getirmektedir. Burada,
küçüğünden büyüğüne kadar hiçbir iş kendi haline ve tesadüflere
bırakılmamıştır. "O, her şeyin yöneticisidir." Göklerin ve yerin dizgini
Allah'ın elindedir. O, dilediği şekilde onu evirip çevirir. Bütün bir
varlık, O'nun belirlediği düzene uygun biçimde hareket eder. Varlığın
idaresinde, O'nun iradesinden başka bir irade yetki sahibi değildir. Fıtrat
(yaratılış yasası) buna tanıklık etmekte, realite bu gerçeği dile
getirmekte, akıl ve vicdan bunu kabul etmektedir.
"Allah'ın ayetlerini inkâr edenler var ya, işte
onlar hüsrandadırlar." Bu yeryüzündeki hayatlarını bütün bir evrenin hayatı
ile uyumlu ve ahenkli hale getirecek kavrayıştan mahrum kalmışlardır. Doğru
yolun rahatlığını, kesin inancın huzurunu ve bütün imanın tadına ermeyi
yitirmişlerdir. Ahirette ise, hem kendilerini hem de ailelerini ziyana
uğratmışlardır. İşte bunlar gerçekten, "hüsrandadırlar" kavramının
kendilerine denk düştüğü kimselerdir!
Göklerin ve yerin dile getirdiği ve varlık
alemindeki her şeyin kendisine tanıklık yaptığı bu gerçeğin ışığında
Peygamberimize -selâm üzerine olsun- şu telkin yapılıyor: Müşriklerin
tekliflerini kabul etme! Senin onların ilahlarına kulluğun karşısında
onların da senin ilahına kulluk yapmaları şeklindeki önerilerini reddet.
Zira bu konu, çarşıda üzerinde pazarlık yapılarak tokalaşılıp
anlaşılabilecek bir mesele değildir.
64- De ki: "Ey
cahiller! Allah'dan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz?"
Şüphesiz ki bu, koyu, katmerleşmiş ve kör bir
cahillikten kaynaklanan akılsızca teklifin karşısında sağlıklı fıtratın
haykırışıdır, tepkisidir.
Bundan sonra şirkten sakındıran bir uyarı yer
almaktadır. Ve bu konuda öncelikle Nebilerden ve Resullerden başlanmaktadır.
Halbuki onların -Allah'ın
selâmı onların üzerlerine olsun- kalplerine şirkin
dalgaları asla ulaşamaz. Yalnız buradaki sakındırmanın hikmeti, onlardan
ziyade toplumlarını uyarmaktır. Sadece yüce Allah'ın zatını kulluk yapılmaya
lâyık görmeleri gerektiği, Nebiler ve Resuller de dahil, diğer tüm
varlıkların ve insanların kulluk makamında olduklarını zihinlerine
yerleştirmektir.
65- Ey Muhammed! Andolsun ki, sana ve senden önceki
peygamberlere şöyle vahy edildi: "Andolsun, eğer Allah'a ortak koşarsan
işlerin boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun. "
Şirkten sakındırmaya ilişkin bu direktif, Tevhid'i
emretmekle noktalanıyor. Kullukta Tevhid; doğru yolda bulunmaya, kesin inanç
nimetine, saymak-tan dahi aciz kaldıkları, Allah'ın kullarını çepeçevre
kuşatan ilahi nimetlere karşı şükretmeleri aşılanıyor.
66- Hayr, yalnız
Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol.
67- Onlar, Allah'ı
gereği gibi bilemediler. Oysa kıyamet günü yeryüzü, bütünü ile O'nun avucu
içindedir. Gökler de O'nun sağ elinde dürülmüştür. O, müşriklerin ortak
koşmalarından uzak ve yücedir.
Evet, onlar, yüce Allah'ı gereği gibi takdir
edemediler. Onlar, Allah'ın bazı kullarım, yarattıklarını O'na ortak
koştular. O'na gerçek anlamda kulluk yapmadılar, O'nun birliğini ve
büyüklüğünü, ululuğunu kavrayamadılar. O'nun yüceliğini ve kuvvetini
düşünemediler, anlayamadılar.
Sonra yüce Allah'ın büyüklüğü, ululuğu ve kuvvetinin
bir tarafı Kur'an'ın tasvir metoduna bağlı olarak açıklanıyor. Kur'an'ın
tasvir metodu, küllî ve kapsamlı olan gerçekleri, insanların sınırlı olan
kavrayışlarının tasarlayabileceği küçük kesitler halinde vererek meseleyi
rahat anlamalarını sağlıyor.
Oysa kıyamet günü yeryüzü, bütünü ile O'nun avucu
içindedir. Gökler de O'nun sağ elinde dürülmüştür. O, müşriklerin ortak
koşmalarından uzak ve yücedir.
Kur'an-ı Kerim'de ve hadisi şeriflerde bu tablolara
ve sahnelere ilişkin her şey, insanların anlayabilecekleri ifadeler şekline
sokulmadan ve düşünebilecekleri tablolar halinde sergilenmeden insanların
anlaması mümkün olmayan gerçeklerin anlaşılmasını kolaylaştırmak içindir.
İşte sınırsız kudret gerçeği de bu tür gerçeklerden biridir. Bu kudret,
hiçbir şekïlde sınırlandırılamaz. Hiçbir yere sığmaz. Hiçbir sınırla
sınırlandırılamaz.
Bundan sonra kıyamet sahnelerinden birine geçiliyor.
Bu sahne, her şeyin ölüm fermanı niteliğindeki birinci nefha ile başlıyor.
Duruşmanın sona ermesi; cehennemliklerin cehenneme, cennetliklerin cennete
sevk edilmeleri, şanı yüce Allah'ın tek başına her şeye hâkim oluşu ve bütün
bir varlığın hamd ve takdis ile yalnız O'na yönelişi ile sona eriyor.
Bu sahne, çok şahane ve kalabalık bir sahnedir.
Hareketli bir halde başlamaktadır. Çok sesli olarak sürmektedir. Nihayet,
tek başına her şeye egemen olan yüce Allah'ın huzurunda bütün bir hareket
hareketsizliğe ve bütün bir canlılık sessizliğe gömülüyor. Bütün mahşer
alanını sessizliğin görkemli halı ve Allah korkusunun ürpertisi kuşatıyor.
İşte şu anda, her şeyin ölüm fermanı niteliğindeki
birinci çığlık kopuyor. Bu çığlığı duyan, yeryüzünde kalmış olan bütün
canlılar düşüp kalıyor. Göktekiler de öyle. -Allah'ın, ölmesini
dilemedikleri hariç.- Bu arada ne kadar zaman geçiyor, bilemiyoruz. Bir süre
sonra ikinci çığlık kopuyor.
68- Sur'a üflenince,
göklerde ve yerde olanlar korkudan düşüp bayılırlar. Ancak Allah'ın dilediği
kalır. Sonra sur'a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar.
Burada üçüncü çığlıktan söz edilmiyor. Üçüncü
çığlık, mahşer ve toplanma çığlığıdır. Mahşerin gürültüsü ve kalabalığın
tozu-dumanı tasvir edilmiyor. Zira bu sahne yavaş yavaş çiziliyor ve sakin
bir biçimde hareket ediyor.
69- Yeryüzü,
Rabb'inin nuruyla aydınlanır. Kitap açılır. Peygamberler ve şahitler
getirilir. Ve onlara haksızlık yapılmadan, aralarında adaletle hüküm
verilir.
"Yeryüzü, Rabb'inin nuruyla aydınlanır." Bu yer,
duruşmanın yapılacağı mahşer alanıdır. Rabb'inin nuru ile, orada kendisinin
nurundan başka kimsenin nurunun olmadığı Allah'ın nuru ile aydınlanır.
"Kitap açılır" Kulların yaptıkları işleri kaydeden kütüktür bu.
"Peygamberler ve şahidler getirilir". Bildikleri gerçek sözü söylesinler
diye. Bu sahnede, bütün sürtüşmeler ve tartışmalar atlanmıştır. Böylece
mahşerin genel havasını kuşatan saygı ve heybet havası ile tam bir uyum
sağlanmıştır.
70- Herkese,
yaptığının karşılığı tam verilir. Allah, onların yaptıklarını en iyi
bilendir.
Burada söylenebilecek tek bir söze ve yükselebilecek
tek bir sese bile gerek yok. İşte bu nedenle başka sahnelerde söz konusu
edilen hesaba çekme, sorgulama ve cevap verme işlemleri öz bir ifade ile
verilip hemen defterler dürülüyor. Zira burada konum, saygı ve korkunun
egemen olduğu bir konumdur.
71 - İnkâr edenler
bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında kapılar açılır.
Bekçiler onlara, "Size, içinizden, Rabb'inizin
ayetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi
mi?" "Evet, geldi" derler. Lâkin azap sözü kâfirlerin üzerine hak olmuştur.
Cehennemin bekçileri onları karşılar. Cehenneme
girmeye müstehak olduklarını kaydeder ve oraya gelişlerinin nedenlerini
kendilerine hatırlatırlar. Burası, boyun eğmenin ve kabul etmenin yeridir.
Tartışma ve çekişme yeri değil... Onlar şimdi suçlarını kabul ediyor ve
teslim oluyorlar.
72- "O halde içinde
ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin durağı ne
kötüdür" denir.
Bu, cehennemlik olan kafiledir. Büyüklük taslayanlar
kafilesidir. Peki cennetlikler kervanı, takva sahipleri olan kervandakiler
nasıllar acaba?
73- Rabb'lerine
karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete götürülürler. Oraya varıp
kapılar açıldığında, bekçileri onlara, "Selâm size, hoş geldiniz! Temelli
olarak buraya girin " derler.
Bu, çok güzel bir karşılama, hoş bir övgüdür. Nedeni
de açıklanıyor: Siz arındınız; temizlendiniz. Siz tertemiz idiniz. Tertemiz
olarak geldiniz. Cennette ancak güzellik vardır. Oraya ancak güzel, tertemiz
olanlar girerler. Onlar, bu güzelim nimetler içinde sonsuza dek
kalacaklardır.
Tam bu sırada cennetliklerin, Allah'ı övgü ve takdis
ile yücelten terennümlerinin sesleri yükseliyor:
74- Onlar: "Bize
verdiği sözde duran ve bizi buraya yerleştiren Allah'a hamd olsun. Cennette
istediğiniz yerde oturabiliriz' derler. Yararlı iş işleyenlerin ücreti ne
güzelmiş" derler.
İşte sahiplenmeye, miras almaya değecek olan yer
burasıdır. Onlar oraya diledikleri şekilde yerleşiyorlar. Orada
dilediklerine kavuşuyorlar.
"Yararlı iş işleyenlerin ücreti ne güzelmiş" derler.
Sahne, insanın içini korku, ürperti ve saygı ile
dolduran bir telkinle sona eriyor. Bu sona eriş, sahnenin bütün havası ve
gölgesiyle uyum içine giriyor. Tevhid suresi şahane bir uyum ile sona
eriyor. Bütün bir varlık tam bir boyun eğiş ve teslimiyet içinde hamd ile
Rabb'ine yöneliyor. Her canlı ve her varlık tam bir teslimiyet içinde hamd
sözcüğünü dile getiriyor.
75- Melekleri,
arş'ın etrafını çevirmiş oldukları halde, Rabb'lerini hamd ile överken
görürsün. Artık insanların aralarında adaletle hükmedilmiştir. "Övgü,
alemlerin Rabb'i olan Allah içindir" denir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.