DİN
Din, Allahu Teâlâ (c.c.) tarafından kurulmuş olup insanlara mutluluk
yollarını, yaradılışındaki gaye ve hedefi, Allah'a ne şekilde ibadet
yapılacağını gösterir. İnsanları (kendi arzularıyla dini kabul eden akıl
sahiplerini) hayırlı işlere sevkeder.
Peygamberler, bu İlâhî kanunu, vahiy suretiyle Cencb-ı Hak'dan alarak
insanlara tebliğ etmişlerdir.
Din, peygamberlerin İlâhî vahye dayanan tebliğleri olup, dinin hakiki
kurucusu Allahu Teâlâ'dır.
Peygamberler, din ve şeriat ortaya koyamazlar. Onların vazifeleri,
sadece dînî hükümleri tebliğ etmektir.
NİÇİN DİN?
Din, toplum düzenini şekillendirmesi bakımından insanlık âlemi için
lüzumlu bir müessesedir.
Dayandığı temellerin yüksekliği ve hikmetlerinin derinliği ölçüsünde
lüzumu artar, daha fazla ihtiyaç duyulur hale gelir.
İnsan denen varlık, yaratılış itibariyle hırs ve arzusunun esiri
durumundadır. Hırs ve arzularının esiri durumundaki insanlar arasında
sosyal hayatın kurulabilmesi, karşılıklı güven ve sevginin tesis
edilebilmesi mümkün değildir. Bunun sağlanabilmesi için her insanın
kendi arzularına, nefsanî ihtiraslarına hâkim olması icab eder. Medenî
bir toplum olmanın yolu da budur.
Her şeyi maddî olarak değerlendiren, hayatı yalnızca dünya hayatı ve
maddî hayat olarak kabul edenlerin hırs ve arzularına gem vurabilmek
mümkün değildir.
Yaratılış itibariyle ihtirasının sınırı olmayan insanlar, bu
ihtiraslarını ölçülü bir hale ancak din aracılığıyla getirebilir.
Din olmasaydı, insanlar arasında ahlâkî ve hukûkî yapının oluşması
mümkün olamazdı.
Din, ferdleri mukaddes duygu ve değerlerde birleştirerek hem millî
yapının oluşmasını, hem de toplumların gelişmesini ve yükselmesini
sağlayıcı zarurî bir kurumdur. Çünkü Hak Din; ahlâkî fazilet ve tam
adalettir.
Ne var ki; aslını kaybetmiş ve insan sözlerinin içine karıştırıldığı,
insanlara, yaratılmışlara ilahlık sıfatının şöyle veya böyle yüklendiği
toplumlarda; ahlâk ve adalet anlayışı değişmiş, herşey güçlünün
haklılığı üzerine bina edilmiş ve adalet, "her hâlukârda onun
haklılığı", ahlâk "onun hayat ve düşünce tarzı", fazilet "yalnızca onun
yaşadıkları, düşündükleri, etmek istedikleri"nden ibaret imiş gibi bir
seyir takip eder hale gelmiştir.
NİÇİN İSLÂM?
Din, insanların maddî ve manevî hayatını şekillendirip, hayatını tanzim
eder. Dinin; ferdin gönlüne, vicdanına yerleştirmiş bulunduğu, "kontrol
edici güç" insandan hiç bir zaman ayrılmayacağı için, insanı her yerde
ve her zaman kontrol altında tutan bir hâkimdir. Bu hâkim, vicdanlarda
ençok etki edebilen bir varlık ve güç olduğundan sebep olduğundan,
insanın gizli ve aşikâr yapmaya niyetlendiği her türlü kötülüklerden
alıkoyacağı gibi, her türlü iyiliklere de sevk eder. Din sayesinde,
Allah'ın ilminin gizli ve aşikar her şeyi kuşattığını bilen insanın
iradesi kuvvetli bir hal alır. Böyle kuvvetli bir irade ve karakter
sahibi olan dindar ferdlerden meydana gelmiş toplumlarda sürekli bir
düzen ve ahenk bulunur.
Bu sağlam yapı ise; ancak Hak olan ve bozulmamış bir din ile olabilir
ki, o da İslâm'dır.
Çünki, inanan insanlarda mevcud olan iman, ahlâk için çok kuvvetli ve
kıymetli bir dayanak ve sığınaktır.
Dinsizliğin hâkim olduğu toplumlarda ahlâkî yapının bozulduğu,
dinsizliğin ve her türlü kötülüğün yayıldığı, geliştiği görülmektedir.
Aynı zamanda hukuk fikri de yıkılacağı için adaletin varlığı ve
hâkimiyeti yok olur.
Dinsizlik, toplumların yıkılmasına, ferdler arasında ahlâki dayanışmanın
yok olmasına sebep olur. Toplumdaki ferdlerin inanç ve duygularının
ortaklığı birliği, dayanışmayı, güveni ve güçlü olmayı sağlar.
Dinsizliğin neticelerinin tehlikeleri dolayısıyla din, toplum hayatı
için bir zarurettir.
Araştırmalar ortaya koymaktadır ki; dinsiz ve dînî değerlerden
uzaklaşmış toplumlarda cinayet, zina, uyuşturucu, intihar vs. gibi her
türlü çirkin ve yasak fiillerin arttığı, toplumda huzurun ve güvenin
kalmadığı görülmektedir.
İnsanlık hayatı; dinsiz toplumların yaşayamadığını, hak dinden
uzaklaşanların dahi sapık dinlere yöneldiğini ve o aslını kaybetmiş dine
uygun yeni ve bozulmuş bir toplum yapısı meydana getirdikleri
göstermektedir.
Din; gerek ferdin, gerek ailenin ve gerekse toplumun mutluluğu
noktasında, insanlık için vazgeçilmez lüzumlu bir sosyal müessesedir.
İSLÂMİYET'İN BÜTÜN İNSANLIĞA HİTAB ETMESİ
İslâm Dini, İlahi dinlerin sonuncusudur. Tebliğ eden Muhammed Mustafa
Aleyhisselam da peygamberlerin son halkasıdır.
Peygamberliği yalnızca belli bir toplum ve millet için olmayıp, bütün
insanlık âlemi için gönderilmiştir.
Tebliğ ettiği İslâm Dini'nin hükümleri genel olup, her zaman ve mekânda
yaşayacak olan bütün milletlerin, insan topluluklarının ihtiyaçlarını
karşılamaya yetecek şekildedir.
İslâm Dini, kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberlerin tamamını ve
vahyolunmuş bütün mukaddes kitapları kabul eder. En son vahyedilmiş olan
Kur'ân-ı Kerîm, öncekilere göre mütekâmil ve kıyamete kadar insanlığın
ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde her şeyi kuşatmıştır.
Önceki dinler aslını kaybettiği için, tek doğru ve bozulmamış din
İslâmiyettir. Kıyamete kadar başka bir din olmayacaktır.
İSLÂMİYETİN HAYATA BAKIŞI
Bütün cihana hükmeden İslâmiyet; iman, ahlâk ve sosyal hükümlerinde
insan fıtrat ve tabiatına aykırılık arzetmez. Geçmiş bütün İlâhî dinleri
ve kitapları tasdik eder. İslâmın inanç ile alâkalı hükümleri; akla,
tabiat hükümlerine ters düşmediği gibi, insan gücü ve kuvvetinin üstünde
hayret uyandıracak harikulâde şeyler üzerine değil, akıl ve delili,
isbatı gerekmeyen şeyler üzerine kurulmuştur.
Pozitif ilimlerle ve zamana uygun fikirlerle aykırılık göstermez.
İslâmda akıl, ilim ve hikmetin mevkii çok yüksektir. Hürriyet ve hukukda
eşitliği sağlam bir şekilde tesbit etmiştir. Uydurma hikayelere,
mitolojiye, aslı esası olmayan şeylere, zanlara, şüphelere inanmayı
yasaklar.
Hayata intizam, fikre yükseklik verir. Bütün hükümleri kolaylık üzerine
kurulmuştur. İslâmın en büyük düşmanı cehalet, hurafeler, keyfi idare,
zulüm ve haksızlıktır.
İslâm, daima adaleti, ilim, irfan ve hüner sahibi olmayı emreder.
İSLÂM DİNİNİN GAYESİ
Ferdin aklî düşüncelerini, işini ve kalbini ıslah ederek, onları
temizleyip yükselterek önce dünyada ve devamı olarak da ahiretde saadete
kavuşturur.
Toplumdaki her bir ferdin ayrı ayrı mutluluk ve huzurunun temin
edilmesi, huzurlu ve mutlu bir toplumun ortaya çıkmasına sebep
olacaktır.
İslâmiyet, ferd ve toplumun huzur ve mutluluğunu sağlamak üzere bir
takım hükümler ortaya koymuştur. Bunlar dini ve şer'î hükümlerdir.
İslâm dininin, insanların dünya ve ahiret mutluluğu için koymuş olduğu
hükümler üç kısımdır:
1- İ'tikâdî hükümler: Bir şeye gönül ve kalp ile bağlanıp, onun
varlığına veya yokluğuna kalbi ile karar vermek.
2- Amelî hükümler: İnsanların işlerini ilgilendiren hükümler, emirler,
yasaklardır.
Bu işler ya Allah'a, ya biribirlerine, ya da Allah'ın kullarına
karşıdır. Dinin bu kısmına "şerîat" denir.
3- Ahlâkî hükümler: Kalp ve his ile alakalı insan duyularına hitab eden,
ahlâkın güzelleşmesine, vicdanın terbiyesine ait hükümlerdir.
İMAN
İmân, bir şeye tereddütsüz ve kesin olarak içten ve yürekten inanmak,
haber verilen bir şeyi, bir hükmü tasdik etmek, onun doğru olduğunu
kabul edip haber verenin doğru söylediğine inanmak, mutlak tasdik
etmekdir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) imanın ne demek olduğunu sorana
şöyle cevap vermiştir: "İman, Allah'dan başka ilah olmadığına,
Muhammed'in Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna, Allah'ın Meleklerine,
Kitablarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe, Kadere inanmaktır."
İmân:
Allah'a ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Allah tarafından haber verdiği kesin
olarak belli olan şeylerin doğru olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların
doğru olduğunu içinden (kalp ile) tasdik ve itiraf etmektir.
KELİME-İ TEVHİD
Tevhîd; yalnızca Allah'ın birliğine inanıp ifade etmekdir.
"Lâ ilâhe illallah Muhammedü'r-Resûlullah (Allah'dan başka Tanrı yoktur;
Muhammed, Allah'ın Peygamberidir). "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Rasûlühu" (Ben şehâdet ederim ki,
Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed
O'nun kulu ve peygamberidir.
Kelime-i Tevhîd ve Kelime-i Şehâdet, İslâm inancının temeli olup, iman
esaslarının tamamını içine almaktadır.
Müslüman olmak isteyen bir kişinin Kelim-i Tevhîd veya Kelime-i
Şehâdet'i bir defa söylemesi farzdır.
İMAN ESASLARI
İslâm dininin inanç temelleri yani iman esasları altıdır:
1- Allah'a
2- Allah'ın meleklerine,
3- Kitablarına
4- Peygamberlerine
5- Ahiret gününe
6- Kadere (hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi, takdiri ve
yaratmasıyla olduğuna) iman etmek, kalbiyle bunlara sarsılmaz bir
surette bağlanmak ve böylece Peygamber'e itaat eylemektir.
İSLÂM
İslâm, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz'in tebliğ
ettiği şeylerin hepsini kabul ve tasdik edip, fiilleri ile de onları
hayatında uygulamak, Allah'a ve Peygamberine itaat ederek, boyun
eğmektir. Buna göre her mü'min müslim ve her müslimde mü'mindir.
İMANINI GİZLEYENİN HALİ
İman, kalbin tasdikinden ibarettir. İnandığını dili ile söylemesi ve
şehadet imanın bir parçası olmayıp, dünyada İslâmi hükümlerin
uygulanması için şarttır.
Müslüman değil iken, Allah'ın birliğine ve Hz. Peygamber'in hak
peygamber olduğuna iman etmiş ve bunları kalbiyle tasdik eylemiş olan
bir kişi, bunu dili ile de ikrar ve itiraf ederek imanını açıklamamış da
olsa, yine o kimse Allah yanında mü'mindir.
Ancak, onun hali müslümanlarca belli olmayacağından hakkında İslâmî
hükümler uygulanamaz. Çünki bu durumda, Allah yanında gerçekten mü'min
olan bir kişi, insanlar yanında kafirdir. Bundan dolayı ona bir müslüman
kadın nikâh edilemez. Bir cemaate imam olamaz. Öldüğünde Müslüman
mezarlığına gömülemez.
İMAN EDENLER, İMAN ETMEYENLER
İslâmın imân ve i'tikad esaslarını kabul ve tasdik edenler, "mü'min" ve
"müslüman"dır. Bu esasları kabul etmeyenler, bunu söyleyenler, yani
Allah'ın birliğine ve Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in Peygamberliğine
inanmayanlara "kafir" denir.
Allah'ın birliğine ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Peygamberliğini kabul
ettiklerini söyleyerek gerçekten müslüman olanlar arasında göründükleri,
"müslümanız" dedikleri halde, kalbleriyle inanmayanlara "münâfık" denir
ki "içi başka, dışı başka, sözü özüne uygun değil" demektir. Bunlar,
kafirlerden de kötüdür. Allah'a ortak koşanlara ise "müşrik" denir.
İSLÂM DİNİNE GİRMENİN YOLU
Müslüman olmayan bir kişi müslüman olmayı arzu ederse Kelime-i Şehâdet
veya Kelime-i Tevhîd'i söylemesi (farzdır) "Allah'ın birliğine, O'ndan
başka tapılacak olmadığına ve Hz. Muhammed (s.a.v.)in Allah'ın kulu
Peygamberi olduğuna iman etmesi, bunu kabul ve tasdik eylemesi icab
eder. Bu iki esası kabul eden bir insan mü'mindir.
Bu iman ve tasdikini şöylece açıklarsa daha iyidir: "Ben İslâm Dininden
başka her dinden uzaklaştım. Ben Allah'ın birliğine, Meleklerine,
Kitablarına, Peygamberlerine, Hz. Muhammed (Aleyhi's-Selam) Allah'ın
kulu ve Peygamberi olup, O'nun Peygamberliğinin bütün insanlık için
olduğuna ve Hz. İsa'nın da diğer peygamberler gibi sadece Allah'ın kulu
ve peygamberi olduğuna, Ahiret Gününe, Kaza ve Kadere, Hayır ve Şer her
şeyin Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiğine inandım ve iman ettim."
Böylece müslüman olmuş bir kişi için başka bir merasime lüzum yoktur.
İslâm dairesine girmek için bu kadarı yeterlidir. Bundan sonra boy
abdesti alıp, İslâm'ı öğrenmeye ve yaşamaya başlar.
ALLAH'A İMAN
Mükellef olan her akıllıya ilk önce farz olan Allahu Teâlâ Hazretlerinin
varlığını, birliğini bilmek ve O'na iman etmektir.
Allah'ın varlığını, birliğini, ilim ve kudretini bilmenin yolu, sağlam,
sağlıklı ve doğru bir muhakeme ve düşünüştür.
Akıl sahibi bir insanın, önce kendi varlığından başlayarak, kainatın
bütününü, göklerde ve yerlerde mevcut şeylerden herbirini, bunların
nereden ve nasıl geldiklerini ibret ve dikkatle düşünmesi, bunları
yaratıp var eden Allahu Teâlâ'nın varlığını ve birliğini anlaması ve
bilmesi için yeterlidir. Çünkü gerek kainatın, bütünü, gerek onu
oluşturan zerrelerden her biri ve bunlar arasında cereyan eden nizam,
bunlar üzerinde ezeli bir yaratıcının hâkim olduğuna, Allah'ın varlığına
ve birliğine, ilim ve kudretine şahadet eden bir delildir. Kâinât; her
satırında, her kelimesinde Allah'ın varlığı ve birliği okunan açık bir
kitabdır. Kendi nefsini ve kainatı iyi düşünebilen her akıllı, kendi
varlığından başlıyarak görmekte olduğu bu muazzam ve akıllara hayret
verici olan şu varlığı yaratan, bir idare eden ve bütün bunlar üzerinde
takdir ettiği gibi hükmünü yürüten bir kudret sahibinin varlığını anlar
ve bilir. Bu, aklı başında olan her insan için farz olan bir görevdir.
Çünkü, Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetleri bununla emretmektedir.
Aklî bir muhakeme ile Allah'ın varlığını ve birliğini anlayabiliriz. Şu
kadar ki; Allahu Teâlâ'yı bu dünyada görmek nasıl mümkün değilse, O'nu
hakikatte bilmek de mümkün değildir. Aklımızla ve havas denilen duygu
vasıtalarımızla İlâhî hakikat idrak olunamaz. Buna beşer kuvveti yeterli
değildir. Bizim gibi madde alanında bile pek çok şeylerin hakikatını
anlamaktan aciz bulunan insanın, bütün maddiyat ve imkanlar dışında
kalan ve onlara hiçbir yönden benzemeyen Vacibü'l-vücud'un, Allah'ın
hakikatını, hüviyet ve mahiyetini anlayamıyacağı pek tabii bir şeydir.
Bunun içindir ki, Allahu Teâlâ bizi bununla mükellef tutmamıştır ve
hatta bundan men edilmişizdir.
Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın varlığını, birliğini anlamak için göklere bakın, yere bakın,
kendi nefsinize bakın ve bütün bunların yaratılışındaki, akıllara hayret
veren incelikleri, bunların kendiliğinden olup olamayacaklarını düşünün;
çünkü bunlar Allah'ın varlığını, birliğini gösteren belirtilerdir.
Lakin, Allah'ın zatını, mahiyetini düşünmeyin, Allah acaba şöyle midir?
böyle midir? O'nun görmesi, işitmesi nasıldır? diye düşünmeye
kalkışmayın. Zira buna kudretiniz yetmez; ne kadar özenseniz bunu
hakkiyle bilemezsiniz. Şaşırırsınız; bilgi ve görgü ölçüleriniz buna
yetmez".
ŞİRK VE ÇEŞİTLERİ
Allah'a eş ve ortak koşmak değişik şekillerde olur:
a- Allah'ın birliğine iman etmeyerek iki ilah kabul etmek. Mecûsîlerin
inancı böyledir. Onlar hayır ve şer için ayrı ayrı iki ilah kabul
ederler. Bundan dolayı müşrik sayılırlar.
b- Allah'ın, baba-oğul-Ruhü'l-Kudüs gibi unsurlardan bir araya gelmiş
olduğuna inanmak. Allah'ın üç unsurdan oluştuğuna inanmak da şirktir;
Allah'ın "bir" olduğunu kabul etmemektir.
c- Allah'ın bir olduğunu söyledikleri halde kendilerini Allah'a
yaklaştırmak maksadı ve O'nun yanında şefaatci olur inancıyla veya sırf
babalarına ve dedelerine uyarak putlara tapmak da şirktir; Allah'a bir
ortak kabul etmektir. Bu Allah'ın birliğine aykırıdır.
d- Tesiri yalnız görünen sebeplere vermek ve tabiatın hakiki bir
etkileyici yönlendirici, müessir olduğuna inanmak da Allah'ın birliğine
aykırıdır ve şirktir. Tesiri tabiata veren ve "tabiat yapıyor.. tabiat
yarattı..." diyenlerle onlara uyanlar da buna benzer müşriklerden
sayılırlar. Ancak her şeyin sebeplerine bağlı olduğuna, sebepsiz bir şey
olmamakla beraber sebebi de, müsebbibi de yaradanın Allah olduğuna
inanmak şirk değildir. Allah her şeye bir sebep göstermiştir. Her şeyin
sebebine iyi yapışmak "sebebine yapışmadan iş olmaz" demek tevhide
aykırı değildir. Tevhîde aykırı olan, her şeyi yalnız tabiata ve zahiri
sebeplere vermektir.
e- İbadeti; Allah'ın emri olduğu için değil, şahsî ve dünyevî maksatlar
için yapmak da bir çeşit şirktir. Her ne şekilde olursa olsun şirkden ve
hatta şirki andıran şeylerden kaçınmak ve Allah'ın birliğine, O'ndan
başka yaradan, O'ndan başka ibadete layık hiç bir Tanrı olmadığına iman
etmek farzdır. Hakiki Tevhid budur.
MELEKLERE İMAN
Meleklere iman etmek, müslümanlığın iman ve i'tikad esaslarındandır.
Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetlerinde meleklerden bahsedilmektedir.
Melekler, Allah'a asla asi olmazlar. Allah'ın her emrine itaat ve gece
gündüz Allah'a ibadet ederler. Melek, gözlerimiz ile göremediğimiz
nurdan yaratılmış varlıklardır. Onların yemesi, içmesi, yatıp uyuması,
erkekliği, dişiliği yoktur. Onlar yerde, gökte ve her tarafta
bulunurlar. İnsanlardan ayrılmayanlar da vardır. Her biri vazifesine
göre isim alır. Cebrâil, İsrâfil, Mikâil, Azrâil meleklerin
büyüklerindendir. Bir de, "Kirâmen Kâtibin" melekleri vardır ki, onlar
her insanın yanında bulunan ve daima onun yaptığı işleri yazan
meleklerdir. Meleklerin bazıları insana öldükten sonra sual sormaya
me'murdur. Bunlara "Münker, Nekir" denir. Meleklerin varlığı akıl ile
bilinir. Aklen câiz olduğu gibi, nakil yolu ile de sabit olmuştur.
Kur'an-ı Kerim, melekleri haber vermiştir. Kur'an da melek vasıtasiyle
gelmiştir.
Melekler her yerde bulundukları halde onları göremeyişimizin sebebi
şudur: Her şeyin vücudu kendine göre yaratılmıştır. Onların vücudu
nurânî ve ruhânîdir. Bizim gözümüz ise, meleklerin vücudunu görebilecek
şekilde yaratılmamıştır. Peygamberden başka hiçbir kimse melekleri
yaratıldıkları mahiyet üzere göremezler. Onları görmeye bizim kudretimiz
yeterli değildir. Ancak, Kur'an-ı Kerim Allahu Teâlâ'nın meleklerini
haber veriyor. Kur'an'ın her söylediği doğrudur. Bunun için meleklerin
varlığına iman ederiz. Sonra peygamberler melekleri görmüş ve bize haber
vermişlerdir. Peygamberler ise asla yalan söylemezler. Peygamberler ve
iman ettiğimiz bizim peygamberimiz meleklerin varlığını haber verdikleri
için bizim de onları kabul etmemiz gerekir. Çünkü böyle bir şeyin
olamayacağına aklımızla bir hüküm veremeyiz.
Gözümüzle göremediğimiz yalnız melekler midir? Kendi ruhumuzu, kendi
aklımızı bu gözlerimizle görüyor muyuz?
İşte melekler de ruhumuz, aklımız gibidir.
KİTAPLARA İMAN
Allahu Teâlâ'nın kitaplarına iman etmek, müslümanlığın esasını teşkil
eden temel direklerinden ve şartlardan biridir.
Cenab-ı Hak, kullarının dünya ve ahiret saadetleri için içlerinden
dilediğini peygamber olarak seçmiş ve bunlar vasıtasıyla insanlara
emirlerini, yasaklarını, hikmetlerini bildirmiştir. Onlar da Allah'dan
aldıklarını olduğu gibi insanlara ulaştırmışlardır.
Peygamberlerin Allah'dan vahiy yolula alarak insanlara tebliğ ettikleri
şeyler, İlâhî kitapları oluşturmuştur.
Bu kitapların bir kısmına sahîfeler (suhuf) denir ki, bu birkaç
sahîfelik ufak bir kitap demektir. Hz. Adem'e 10 sahîfe, Hz. Şit'e 50
sahîfe, Hz. İdris'e 30 sahîfe, Hz. İbrahim'e10 sahîfe kitab
indirilmiştir.
Büyük kitaplar dörttür.
Hz. Musa'ya Tevrat, Hz. Davud'a Zebur, Hz. İsa'ya İncil, Hz. Muhammed
aleyhi's-selam'a Kur'an-ı Kerim verilmiştir. Bu kitaplara, semavî ve
İlâhî kitaplar denir ki, Allahu Teâlâ tarafından nazil olmuş demektir.
Bu kitaplarda bulunan her türlü emirleri, yasakları, hikmetleri Allahu
Teâlâ Peygamberlerine, ya Cebrail vasıtasiyle, yahud başka bir suretle
vahy ve ilham etmiş, bildirmiş, onlar da Allah'dan aldıkları gibi
insanlara ulaştırmışlardır.
Allah tarafından vahy ve inzal olunmuş bulunan bu kitaplar, insanların
din ve dünyasını, i'tikad ve ibadete, güzel ahlâk ve adâba, insanların
maddeten ve ruhen yükselmelerine ait hükümleri bildirmiş, yolun
doğrusunu göstermiş ve bu yoldan sapmadan gidenleri dünya ve ahiret
saadeti ile müjdelemiş, sapıkları Allah'ın azabı ile korkutmuştur.
Müslümanlar Allah tarafından peygamberlerine indirilmiş olan kitapların
hepsine iman eder. Buna iman etmek farzdır. Ancak, iman edilecek
kitabların hiç bozulmamış ve güvenilir bir nakil yoluyla tasdik olması,
doğrulanması gerekir. Bu şarta uygun olan tek kitab Kur'ân-ı Kerîm'dir.
PEYGAMBERLERE İMAN
İslâm'ın şartlarından biride Peygamberlere iman etmektir. Peygamber;
Allah'ın emir ve yasaklarını kullarına bildirmek için, insanlar
arasından seçip görevlendirdiği kişilerdir.
Peygamberlerden, yeni bir şeriat ve kitab ile gelene "Resul"; daha
önceki peygamberin şeriatı ve kitabı ile hükmeden peygambere "Nebî"
denir.
İnsanların hakiki bir mürşid olan Peygamberlere ihtiyacı vardır.
İnsanlar, kendi akıllarıyla Allahu Teâlâ'nın varlığını ve birliğini
anlayabilirlerse de, O'na mahsus olan birtakım yüksek sıfatları tamamen
anlayamazlar. Ne şekilde ibadet edileceğini, dünyada nasıl bir hayat
tarzı takip edeceklerini, hayata nasıl bakacaklarını, ahiret işlerini,
ahiretteki sorumluluğunu, oradaki mükafatın ve cezanın şekillerini
dosdoğru bilemezler. İnsanların, en kısa ve pürüzsüz bir yoldan giderek
dünya ve ahiret saadetine kavuşması, fikrî ve ahlâkî yüksekliğe
ulaşabilmesi, ancak İlâhî ta'lim ve terbiye sayesinde mümkün olabilir.
İşte insanların, bu ihtiyaçlarını temin için Allahu Teâlâ Peygamberler
göndermiş ve onlara her şeyi bildirip, insanlara doğru yolu göstermeye,
onları görevlendirmiştir.
Peygamber, en iyi ve en sağlam bir şekilde insanlara Allah'ını
tanıtmışlar, Allah'dan aldıkları gibi, i'tikadi hükümleri ve ibadetin
şeklini ta'lim ve ta'yin ve birtakım şeylerde olan güzellik ve
çirkinliği ayırt etmişler, ahlâki faziletleri insanlara aşılamışlar,
medeni hükümleri te'sis etmişler, sosyal münasebet ve bağları
kuvvetlendirmişler, faydalı ve zararlı, hayır ve şer olan şeyleri
anlatmışlar, hayatta lazım olan şeyleri öğretmişler ve bunların
yollarını, esaslarını göstererek, maddi ve manevi sahada insanlar için
tam bir yol gösterici olmuşlardır.
Peygamberler, inanmayan inatçılara karşı, kimsenin yapamayacağı
mu'cizeler göstermişler, Allah'ın emirlerini tutanları cennetle
müjdelemişler, tutmayanları da, azab ve cehennemle korkutmuşlardır.
Allahu Teâlâ her ümmete, her kavme bir peygamber göndermiş ve hiçbir
kavmi bunlardan mahrum etmemiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu taraf çok
açıktır. Kur'an-ı Kerim'de, bu peygamberlerden 25'inin adı geçer.
Bunlardan Hz. Adem ilk peygamber, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) ise son
peygamberdir. Bu iki peygamberin arasında da peygamberler gelmiştir.
Bunların sayısı yüzyirmidörtbin, başka bir rivayette de ikiyüz
yirmidörtbin adet olarak rivayet edilmiştir. Bu rakamlar kesin
olmadığından o şekilde iman etmek vacib değildir.
İnsan çalışmakla dünyada herşey olur, en yüksek mertebeye çıkabilir;
fakat peygamber olamaz.
Peygamberlik Allah vergisidir.
PEYGAMBERLERİN SIFATLARI
Her peygamberde bulunması gereken beş sıfat vardır.
1- Sıdk: Bütün peygamberler doğru ve dürüsttürler.
2- Emânet: Bütün peygamberler emin ve güvenilirdirler.
3- Fetânet: Bütün peygamberler akıllı ve uyanıktırlar.
4- İsmet: Bütün peygamberler günah işlemezler.
5- Tebliğ: Bütün peygamberler Allah'dan aldıklarını insanlara aynı
şekilde bildirirler.
PEYGAMBERLİĞİN DELİLİ
Bir peygamberin peygamber olduğu, onun gösterdiği mucizelerle
(olağanüstü şeylerle) anlaşılır. Mucize, peygamberlik davasında bulunan
bir kişinin, bu iddiasında doğru olduğunu isbat için Allah'ın kudreti
ile göstermeye muvaffak olduğu harikulâde bir şeydir. Bunlar öyle harika
ve akıllara durgunluk verecek şeylerdir ki, böyle bir şeyi, hiçbir insan
yapamaz. Peygamberin mucizesi, bir çok insanların istemesi üzerine
ortaya çıkar, yaşanır. İnanmayanlara "Bu mucizenin bir mislini de siz
getirin" denildiği zaman, hiçbir kimse bunu başaramaz. Mucizeyi gösteren
zat, ahlâkî faziletlerle örnek bir kişidir. Peygamberin hedefi;
insanlara, Allah'ın bildirdiği doğru yolu göstermek, onları dünya ve
ahiret saadetine kavuşturmaktır.
Bütün peygamberler, mucizeler göstermişler ve kendi zamanlarındaki
inatçıları aciz bırakmışlardır. Peygamber Efendimiz de, birçok mucizeler
göstermiştir. Ancak, O'nun en büyük ve ebedî mucizesi, Kur'an-ı
Kerim'dir. Kur'an kıyamete kadar kalacak ve inanmayanlara karşı daima
meydan okuyacaktır. Bunun hem lâfzı hem mânâsı, en büyük mucizedir.
PEYGAMBERLERİN TEBLİĞ ETTİKLERİ DİNLERDE ORTAK
ESASLAR
Bütün peygamberlerin Allah'tan aldıkları vahiyleri insanlara tebliğ
ettikleri dinler Hak dinlerdir. Bunların hepsinde hiç değişmeyen ana
unsurlar vardır. Bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri dinlerde
değişmeyen esaslar şunlardır:
Allah'ın birliğine, ahiret gününe, Allah'ın meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, hayır ve şerrin Allah'ın yaratmasıyla olduğuna iman
etmek, ibadet ve ahlâk.
Peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerde şu esaslar da ortaktır:
a- Dini muhafaza (koruma): Peygamberler Allah'ın razı olduğu dini
anlatmışlar, sapık inançlara ve kendisi gibi varlıklara kul olmayı
yasaklamışlardır.
b- Aklı muhafaza: Hak dinlerde aklın kabul edemeyeceği hükümler yoktur.
Aklı bozacak düşünmeyi engelleyecek içki, uyuşturucu vb. yasaklanmıştır.
c- Canı muhafaza: Hak dinler, haksız yere insan öldürmeyi yasaklamıştır.
d- Nesli (Soyu) Muhafaza: İnsanların soysuz bir nesil meydana
getirmelerini önlemek için, her dinde muhakkak nikahla evlenme hükmü
vardır.
e- Malı Muhafaza: Hak dinler; hırsızlık, yol kesicilik, soygunculuk,
aldatma, rüşvet gibi haram yolları yasaklamıştır.
Bütün peygamberler; iman ve i'tikad konusu olan genel esasları ve
bunlara dayanan işleri, i'tikad ile fiil ve hareket arasındaki vicdanî
münasebetleri tasfiye ve terbiye edecek olan ahlâk esaslarını
ümmetlerine tebliğ etmişlerdir. Her dinde değişmeyen esaslar bunlardır.
İbadetin şekilleri ile zamanın, mekânın etkisi olan işlere ait hükümler,
bu esasların dışındadır. Bunun içindir ki, muhtelif zamanlarda, ayrı
ayrı mahallerde, başka başka kavimlere gelmiş olan peygamberlerin tebliğ
ettikleri işlere ait hükümlerin bir kısmı veya tamamında değişiklik
olması pek tabiidir. Bir dinin hak olabilmesi için bu esasları ihtiva
etmiş olması lazımdır. Bunlardan mahrum olan bir din, hak din özelliğine
sahip değildir.
AHİRET GÜNÜNE İMAN
İmanın beşinci esası, Ahiret Gününe inanmaktır. Ahiret gününe inanmak,
İslâm dininin inanç esaslarındandır. Ahiret gününe iman, Allah'a iman
demektir. Ahiret günü; İsrâfil (a.s.) tarafından "Sur"a üflenmesi ile
bütün canlıların düşüp ölmesi ve tekrar diriltilerek cennetliklerin
cennete, cehennemliklerin cehenneme girmesine kadar geçen zamana denir.
Ayrıca, İnsanların hesaba çekilmek üzere tekrar diriltilmelerinden
başlayarak sonsuza kadar devam edecek zamana "ahiret günü" veya "Kıyamet
Günü" denir.
Her mü'minin ahirete inanması şarttır. Ahireti inkâr eden, müslüman
değildir. Sonradan olan şeylerin hepsinin bir sonu, bir ölümü vardır.
Allah'dan başka bâkî yoktur. Her şey er geç ölecektir. Dünyanın da bir
ölümü vardır. Dünyanın ölümü, kıyamet ile olacaktır. Kıyametin ne zaman
kopacağını Allah'dan başka kimse bilemez. Çünkü Allah bildirmemiştir.
Yeryüzünde "La ilahe illallah" diyen, yani bir Allah'a, Allah'ın
birliğine iman eden bir ferd bulundukça kıyametin kopmayacağına dair
hadisler vardır. İnsanın kendi ölümüne "küçük kıyamet", dünyanın ölümüne
de "büyük kıyamet" denir.
Her şey gibi dünyanın da bir sonu vardır; bir gün gelip dünyanın nizamı
değişecek, kıyamet kopup alem başka bir alem olacak, her şey öldükten
sonra insanlar Allah'ın emriyle tekrar dirilecek, herkes, dünyada
işlediğinden sorguya çekilecek, yaptıkları iyiliği ve fenalığı görüp
anlayacak, haklı, haksız ayırd edilecek kimin kimde bir hakkı varsa
alınacak, iyiler cennete, kötüler cehenneme girecek, böylece her insan
dünyada yaptığının cezasını ve mükâfâtını görecek, o gün temiz kalbden,
dünyada yapılmış olan güzel ve iyi işlerden, hayır ve hasenâttan başka
bir şey fayda vermeyecektir.
Dünyada Allah'ın emirlerini tutmuş, peygamberlerini tanımış, hiç kimseye
kötülük etmemiş, elinden geldiği kadar iyilikte bulunmuş olanlar Cennete
girecek, Allah'ına, Allah'ın lutuflarına ve her türlü ni'metlerine
kavuşacak ve ebedi olarak orada kalacaklardır.
Ahirete inanmanın faydaları:
a) Dünya hayatı geçicidir. Ahiret hayatı ise devamlıdır. Devamlı olan
hayat için çalışmak lazımdır. b) Ahirete inanan üzüntü ve sıkıntılar
anında kendisini daha iyi teselli eder, sabırlı olur. c) Ahirete inanan
başkasının canına, malına ve namusuna göz dikmez, iyilikte bulunur.
KABİR HAYATI
"İnsanın ölmesinden başlayarak, tekrar dirilmesine kadar geçen zamana
"kabir hayatı" denir. İnsan kabre konulduktan sonra Münker ve Nekir
melekleri gelir. "Rabbin kim?" "Dinin nedir?" diye sorarlar ki; buna
"Kabir sualleri" denir.
Deliler ve çocuk yaşta ölenler için sual yoktur.
Kıyametin Alametleri:
1- Duman, 2- Deccal, 3- Dabbetü'l-arz, 4- Güneşin battığı yerden
doğması, 5- Hz. İsa'nın inişi, 6- Ye'cüc-Mecüc, 7- Doğuda, Batıda, Arap
yarımadasında büyük birer çöküntünün meydana gelmesi, 8- Yemen'de bir
ateşin çıkarak insanları sürüp götürmesi.
KADERE İMAN
İmanın esas temellerinden biri de "Kadere iman" dır. Allahu Teâlâ
Hazretlerinin, ezelden ebede kadar olacak şeylerin zaman ve mekanını,
vasıflarını, keyfiyetini ne şekil ve ne zamanda olacaklarsa onların
hepsini ezelde -daha onlar meydanda yok iken- bilip o suretle
sınırlandırmasına ve takdir etmesine "Kader" denir. Kader, Allah'ın ilim
sıfatı ile alakalıdır.
KAZA
Allah'ın ezelde irade ve takdir ettiği şeylerin zamanı gelince, her
birisinin Allah'ın ezeldeki ilim, irade ve takdirine uygun bir şekilde
meydana gelmesine "Kaza" denir. Kaza, Allah'ın , Tekvin sıfatı ile
alakalıdır. Kaza ve Kader'e iman demek; Allahu Teâlâ'nın ilim, irade,
kudret ve tekvin sıfatlarına, iman etmek demektir. Kaza ve Kadere iman
demek; hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız her ne
varsa onların hepsinin Allah'ın bilmesi, takdiri, dilemesi ve yaratması
ile olduğuna; bunların sonradan alacakları şekil ve özellikler ne ise
hepsini evvelden bilmiş ve öylece yaratmış olduğuna ve Allah'dan başka
yaratan olmadığına inanmak demektir. Allah'ın Kemâl sıfatlarına iman
eden her müslüman şüphe yok ki Kaza ve Kader'e de iman etmiş olur.
TEVEKKÜL
Tevekkül; "maksada erişmek için icab gelen maddî ve manevî sebeplerin
hepsine yapıştıktan, elden gelen her türlü gayreti gösterip her yolu
denedikten ve başka hiçbir şey kalmadıktan sonra Allah'a güvenerek
sonrasını Allah'a bırakmak" demektir.
İBADET
"Kulluk" demek olan ibadet; Allah'a saygı ve ta'zimdir. İbadet mü'mini
olgunlaştırır, kemâle erdirir. Allah rızası için yapılan her iş
ibadettir.
İnsan, varlığını devam ettirebilmek için Allah'ın nimetlerinden
faydalanır. Allah'ın verdiği nimetlere teşekkür ibadettir. Allah'a
verdiği nimetlerden dolayı teşekkür etmeyen nankördür.
İnsanın yaratılış gayesi Allah'a kulluktur, ibadet etmektir. Allahu
Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de "Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk
etsinler diye yarattım" (Zâriyât sûresi, ayet: 56),
"Amelce hanginiz daha güzel diye sizi imtihan etmek için hem ölümü hem
hayatı yaratan O'dur" (Mülk Suresi, ayet: 2) buyurmaktadır.
İnsanoğlu, dünya ve ahiret mutluluğunu yakalayabilmek için, yaratılış ve
gayesine uygun hareket etmek mecburiyetindedir.
İbadet; bedenî (namaz, oruç vd), mâlî (zekât, sadaka vd.), mâlî ve
bedenî (Hac vd.) olarak yapılır.
İSLÂM ESASLARI
Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde İslâm'ın esaslarını topluca şöyle
ifade etmişlerdir:
"Müslümanlık beş temel üzerine kurulmuştur. Allah'tan başka ilah
olmadığına ve Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet
etmek, Namaz kılmak, Zekat vermek, Haccetmek, Ramazan Orucunu tutmak".
Bu hadisten anlaşıldığı gibi İslâm'ın şartı beştir.
1- Kelime-i Şehadet: "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed (s.a.v.)
O'nun kulu ve resûlüdür" (Lâ ilâhe illallah Muhammedür-Resûlullah)
şeklinde kalb ile tasdik edip dil ile söylenmesi demektir. İslâm'ın
birinci esası budur. Müslüman olmak isteyen kimseden ilk istenen şart
budur.
2- Namaz kılmak: Dinin direği olan namaz, akıllı olan ve büluğ çağına
eren her müslüman kadın ve erkeğe farzdır. Farz olan namaz günde beş
vakittir. Şuurla kılınan namazın insanları kötülüklerden alıkoyacağı
Kur'an-ı Kerim'de ifade edilmektedir.
3- Zekat vermek: İslâm'ın esaslarından biri de zekattır. Dinimize göre
fakirin, zenginin malı üzerindeki hakkıdır. Zekat, sosyal adaletin
sağlanmasına yardımcı olur. Zekatın farziyetinden, şartlarını taşıyan
herkes sorumludur.
4- Hacca gitmek: Dinen zengin sayılan ve sıhhatli olanlara Allah'ın farz
kıldığı bir ibadettir. Dünyanın muhtelif yerlerinde yaşayan
müslümanların birbirleriyle tanışmalarına kaynaşmalarına vesile olur.
5- Ramazan orucu tutmak: Oruç nefsin terbiye edilmesinde en büyük
sebeptir. Her yıl Ramazan ayında tutulur. Ramazan ayı, senenin bütün
günlerine ve aylarına isabet edecek şekilde her sene on gün önce gelir.
MÜKELLEF
Mükellef sorumlu demektir. Akıllı, büluğ çağına eren ve Allah'ın emir ve
yasaklarıyla sorumlu olan müslümanlara "mükellef" denir. Allahu Teâlâ,
bazı şeylerin yapılmasını emr etmiş bazılarından da yasaklamıştır.
Mükellef olan kimse, emr olunanı yapmakla, yasaklanandan da kaçınmakla
yükümlüdür.
O halde bir kimsenin Allah'u Teâlâ'nın emir ve yasaklarından sorumlu
sayılması, yani mükellef olması için üç şart vardır:
1- Müslüman olmak: İnsanlar, önce Allah'a imanla mükelleftir. Müslüman
olmayanların ibadetleri Allah katında bir değer taşımadığı için, onlar
ibadetle mükellef değildir.
2- Akıllı olmak: Akıl hastaları, deliler mükellef değildir. Çünkü bu
kimseler, iyiyle kötüyü ayırt edemezler.
3- Büluğ (ergenlik) çağına gelmek: Ergenlik, kişinin kendi cinsiyetini,
şahsiyetini anlaması demektir. Bu devre erkeklerde oniki ile onbeş,
kızlarda ise dokuz ile onbeş yaş arasındadır. Onbeş yaşına girdiği halde
ergenlik çağına gelmeyen hanım ve erkekler, İslâm'ın emir ve
yasaklarından sorumludurlar.
MÜKELLEFLERİN YAPMALARI GEREKEN İŞLER
Farz: Allah'ın kesin olarak işlenmesini
emrettiği hükme denir. Namaz, oruç, zekât, hac, ana-babaya itaat vd.
gibi. Farzın terki haramdır. İşlenmesinde sevap, özürsüz terkedilmesinde
Allah'ın azabı vardır. Farzı inkar eden kimse dinden çıkar, kâfir olur.
Farz ikiye ayrılır:
a- Farz-ı Ayın: Mükelleflerden her birinin
yapması şart olan farzdır. Bir kimse diğerinin yerine namaz kılamaz,
oruç tutamaz. Bu tür farzları herkesin bizzat yapması gerekir.
b- Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bazılarının
yapmalarıyla diğerlerinden düşen, onlar için yapma mecburiyeti kalmayan
farzlardır. Cenaze namazı kılmak gibi. Müslüman bir kimsenin cenaze
namazının kılınması o beldede yaşayan müslümanlara farzdır. Bir kişi
dahî kılmış olsa farz yerine gelmiş olur. Kılınmazsa orada oturan
kimseler günahkâr olurlar. Kılan sevabını alır, kılmayan günahkâr olmaz.
Vacib: Yapılması şer'an kat'î bir delil ile
sabit olmamakla beraber, kuvvetli bir delil ile sabit olan şeydir.
Sadaka vermek, Bayram Namazı kılmak gibi.
Sünnet: Farz ve vacip olmayıp, peygamberimizin
ibadet maksadıyla yaptığı ve bize de emrettiği şeylerdir. Beş vakit
namazda kılınan sünnetler, teravih namazı ezan ve kâmet gibi...
Sünnetlerin işlenmesinde sevap, bile bile terkedilmesinde
peygamberimizin takdîri vardır. Sünnetleri terketmeyi alışkanlık haline
getirenler Peygamberimizin şefaatine nail olamazlar.
Müstehab: İşlenmesinde sevap olan, terkinde
günah olmayan şeylerdir. Nafile namaz kılmak, oruç tutmak gibi.
Mübah: Yapılmasında sevap olmadığı gibi
terkedilmesinde de günah olmayan fiillerdir. yemek içmek gibi.
Haram: Mükellefin yapmamasını isteyen ve kat'i
bir delil ile sabit bulunan şer'i bir hükümdür. "Adam öldürmeyiniz, içki
içmeyiniz, yer yüzünde fesat çıkarmayınız." gibi insan-ları bazı
fiillerden yasaklayan hükümlerdir.
Mekruh: Allah'ın, haram kadar kesin olmayan
yasaklarıdır. İki kısma ayrılır.
a) Tahrîmen (Harama yakın) Mekruh: Vaciplerin
terkedilmesi bu kısma girer. Özürsüz olarak ikindi namazını geciktirip
gün batarken kılmak gibi.
b) Tenzîhen (Helâle yakın) Mekruh: Sünnet ve
müstehabları yapmamak bu bölüme girer. Sağ eliyle sümkürmek gibi...
Müfsid: Başlanmış bir ibadeti bozan işe denir.
Namazda gülmek, konuşmak, oruçlu iken bile bile yemek içmek gibi...
Çünkü, gülmek ve konuşmak namazı, bilerek yemek içmek de orucu bozar.
İBADET
İbadet, Allahu Teâlâ'ya saygı ve ta'zim göstermektir. Allahu Teâlâ'ya
karşı yalvarıp kulluğunu göstermenin son derecesidir. İbadetle hem
kalbdeki iman kuvvet bulur, hem de Allah'a karşı borçlu olduğumuz kulluk
vazifesini yapmış oluruz.
İslâmda ibadet şu şekillerde olur.
a- Beden ile: Namaz ve Oruç gibi,
b- Mal İle: Zekât gibi.
c- Hem beden hem mal ile olan ibadet: Hacca gitmek gibi.
Beden ile yapılan ibadetlerde başka birini vekil yapmak caiz değildir.
Allah'ın emreylemiş olduğu namazı herkesin kendisi kılması lazımdır.
Oruç da böyledir. Başka birinin yerine namaz kılmak, oruç tutmak caiz
olmaz.
Ancak zekat ve hac için vekil tayin edilebilir.
TEMİZLİK (TAHARET)
Müslümanlığın esası temizlik üzerine kurulmuştur. Temiz olmayan bir
insanın imanı yarı yarıya eksiktir; imanı, kamil değildir. Müslümanın
her şeyi temiz olmak zorundadır. Yaşadığı yer, namaz kılacağı mahal,
bedeni, elbisesi temiz olacaktır.
Dinimiz iki türlü temizliği emretmektedir.
a- Hadesten temizlenmek: Yalnız bedene mahsus "hükmî pislik"tir.
Abdestsizlik ve gusülsüzlük gibi.
b- Dinde pis sayılan ve göze görülen şeylerden temizlenmek "hakîki
pislik"tir. Elbise ve namaz kılınacak yerin pisliği gibi.
ABDEST
Abdest; dirseklerle beraber elleri yıkamak, başın dörtte birini
meshetmek, topuklarıyla beraber ayakları yıkamaktır.
Abdestsizlik ve cünüplük haline dinimizde "hades" denilir. Hades, hükmen
pis sayılan şeyler demektir. Abdestsizlik hali, küçük hadestir. Cünüplük
hali ise, büyük hadestir. Abdestsizlikten abdest almakla, cünüplükten
ise, boy abdesti (Gusül) almakla temizlenilir.
Abdestin Alınışı: Kıbleye karşı oturulur, niyet edilir. Euzü besmele
çekilerek eller bileklere kadar üç defa güzelce yıkanır. Parmak araları
ve yüzük varsa altına suyun değmesi sağlanır. Sağ avuçla üç defa ağıza
su çekilip çalkalanır. Dişler, baş ve şehâdet parmağı ile oğuşturulur.
Üç defa sağ elle buruna su çekilir, sol elle burun temizlenir. Sonra
yüzümüzü yıkarız. Sağ koldan başlamak üzere kollarımızı üçer defa
dirseklerle beraber yıkarız. Sağ elimizi ıslatıp başımızın dörtte birini
mesheder, sonra küçük veya şahadet parmağını kulaklara sokar, baş
parmaklarla kulakların dışını, diğer parmakların üstüyle de boyun
arkasını meshederiz. Topuklarla beraber önce sağ ayak, sonra da sol
ayağı yıkarız.
Abdesti Bozan Şeyler: Büyük ve küçük tuvalet ihtiyacını gidermek ve
yellenmek, vücudumuzun herhangi bir yerinden kan, irin, su gibi bir
sıvının çıkması, ağız dolusu kusmak, tükürüldüğü zaman tükrüğün
yarısının veya daha fazlasının kan olması, yatarak veya dayanarak
düşecek derecede uyumak, bayılmak ve sarhoş olmak, büluğ çağına eren bir
kimsenin, rüku ve secdesi olan bir namazı kılarken yanındakinin
işiteceği kadar gülmesi, arada bir engel olmadan erkek ve kadın tenasül
uzvunun birbirine değmesi.
MESH ETMEK
"Ayakları topukları ile beraber örten ve adi yürüyüşle birbiri ardınca
oniki bin adım veya daha fazla yürüyebilen, içine kolayca su almayan ve
herbirinin topuklarından aşağısında ayak parmaklarının küçüğü ile üç
parmak kadar delik, sökük, yırtık bulunmayan, bağsız olarak ayakta
duracak kadar kalın olan ayakkabı"ya mest denir.
Abdestli iken ayağa giyilmiş bulunan bir meste tekrar abdest alınırken
mesh olunur. Yolcu olmayanlar yirmidört saat mest üzerine mesh
yapabilirler. Yolcu olanlar üç gün üç gece, yani yetmişiki saat
ayaklarını hiç çıkarmadan sade mest üstüne meshederler.
Mesh şöyle olur: Abdest azalarını yıkayıp sıra ayağa gelince, evvela sağ
elini su ile ıslatıp, sağ ayağının ucundan başlıyarak inciğine doğru
topukları aşmak üzere mestin üzeri ıslak üç parmakla, parmaklar açık
olarak ve el ayası dokunmayarak yukarı doğru sıvanır. Sonra sol el
ıslatılıp sol ayak da böyle mesholunur.
Meshin caiz olmasının şartları şunlardır:
a- Mestler abdestle giyilmiş olmalı,
b- Kundura gibi olmayıp, ayağın topukları görünmemeli,
c- Ayağa giyilen bu ayakkabı dayanıklı ve ayağın yürümeye tahammül
edebileceği şekilde rahat olmalı.
d- Her bir mestin topuklarından aşağıda ayak parmaklarının küçüğü ile üç
parmak kadar delik, yırtık ve sökük olmamalı. Birinde bir parmak,
diğerinde iki parmak olursa zarar vermez. Yırtıldığı halde açılmaz ve
ayak görünmezse yine zarar vermez.
e- Bağsız ayakta durabilecek kadar katı olmalı,
f- Ayağa su almamalı, suyu emerek ayağa ulaşmasına engel olmalı,
g- Her ayağın ön tarafında hiç olmazsa, elin küçük parmağıyla üç parmak
kadar aralık, yaratılıştan mevcut olmalıdır.
Sargı ve Yara Üzerine Meshetmek
Abdest azalarından birinde, kırık çıkık, yara ve çıban gibi bir şey
olduğu zaman su zarar verecek olursa mesh edilir. Zarar vermeyecekse
mesh edilmez. Sargı üzerine mesh edilecekse, el ıslatılır ve sargılı
olan yerin üzeri ıslak el ile sıvazlanır.
BOY ABDESTİ (GUSÜL)
Gusül; "hiç bir kuru yer kalmamak üzere tepeden tırnağa kadar bedenin
her tarafını yıkamak" demektir.
Alınışı: Önce besmele çekilir, niyet edilir. Eller bileklere kadar
yıkanır. Üzerinde bir pislik varsa, avret mahallinde de pislik olmasa
dahi yıkanır. Sağ avuca su alınıp ağza çekilir, boğaz ve dişlerin arası
üç kere çalkalanır. Oruçlu ise, boğazdan su kaçmamasına dikkat edilir.
Sonra sağ elle burna üç defa su çekilir. Her defasında sol elle
sümkürülür. Daha sonra namaz abdesti gibi abdest alınır. Ayakların
altında su toplanırsa ayakların yıkanması en sona bırakılır.
Abdestten sonra, önce başa sonra sağ ve sol omuzlara üç kere su dökülür
ve her seferinde vücut oğuşturulur. Hiç bir kuru yer kalmayıncaya kadar
bütün vücut yıkanır. Göbek çukuru, küpe delikleri, saç ve sakal dipleri
ve kulak kıvrımlarının ıslanmasına dikkat gösterilir. Vücutta yara var
ise yaranın durumuna göre işlem yapılır.
Farzları: Ağıza su alıp boğaza kadar çalkalamak, buruna su çekip
yıkamak, bütün vücudu yıkamak.
Sünnetleri: Gusle besmele ile başlamak, gusle niyet etmek, bedenin bir
tarafında pislik varsa onu önceden güzelce temizlemek, avret yerini
yıkamak, gusülden evvel abdest almak, bedenine üç defa su dökmek ve her
defasında su bedenini kaplamak, suyu bedenin her tarafına ulaştırmak, su
dökünmeye baştan başlamak, sonra sağ omuzuna, sonra sol omuzuna dökmek,
ilk defa döktüğü zaman bedeni oğmak ve suyu bedenin her tarafına
ulaştırmak, ayağının olduğu yere su birikirse, abdest aldığı zaman ayak
yıkamasını sonraya bırakmak.
Boy Abdestini Gerektiren Haller:
Cinsi münasebette bulunmak, cinsi münasebet olmadan şehvetle meninin
gelmesi, uykudan uyanan bir kimsenin üzerinde yahut elbisesinde ıslaklık
görmesi, Kadınların adet görmesi ve lohusa olması.
TEYEMMÜM
Teyemmüm; "temiz toprak veya toprak cinsinden bir şeye, teyemmüme
niyetle elleri vurup, yüzü ve kolları meshetmeye" denir. Suyun olmadığı
yahut kullanılması mümkün olmadığı zaman gusül ve abdest yerini tutar.
Farziyeti kitap ve sünnetle sabittir.
Farzları: 1- Niyet etmek, 2- Toprak veya toprak cinsinden bir şeye
elleri iki defa vurup birincide yüzü, ikincide kolları mesh etmektir.
Alınışı: Kollar sıvanır, ne için teyemmüm edeceksek ona niyet edilir.
Euzu besmele çekip parmaklar açık bir durumda eller toprağa vurulur.
Yüzün tamamı iki el ile mesh edilir, sıvazlanır. Tekrar eller toprağa
vurulup sol el ile sağ kol, sağ el ile sol kol dirseklerle beraber mesh
edilir, sıvazlanır.
Teyemmümü Bozan Şeyler: Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozar. Bir
özürden dolayı, abdest ve boy abdesti alınama-mışsa, özür ortadan
kalkınca teyemmüm bozulur. Teyemmüm eden kimse suyu gördüğü zaman veya
suyu kullanma engelleri ortadan kalkınca teyemmüm bozulur.
|
|