Mukaddime. 2
Temizlik Bölümü. 5
Abdest
(Vudû') İn Farzları 5
Abdestin
Sünnetleri 9
Abdestin
Müstehabları 10
Abdestin
Edeblerı 10
Abdestin
Mekruhları: 10
Abdesti
Bozan Ve Bozmayan Şeyler 11
Abdestsiz
Caiz Olan Ve Olmayan Şeyler : 13
Guslün Farzları 14
Guslün
Sünnetleri : 14
Guslü
Gerektiren Durumlar : 15
Vâcib
Olan Gusl: 16
Sünnet
Olan Gusl: 16
Mendûb
Olan Gusl : 16
Cünub
Ve Hayızlıya Haram Olan İşler : 16
Kendileriyle
Abdest Ve Gusl Caiz Olan Sular : 17
Kuyular Faslı 20
Teyemmüm Babı 23
Teyemmümün
Farzları: 24
Teyemmüm
Caiz Olan Maddeler : 24
Teyemmümü
Bozan Şeyler : 25
İki
Mest Üzerine Mesh Babı 25
Mest
Üzerine Meshin Farziyyeti : 27
Meshi
Bozan Şeyler : 28
Sargı
Üzerine Mesh : 29
Kadınlara
Mahsûs Olan Kanlar (Demler) Babı 30
Hayz
Kanı: 30
Nîfâs
Kanı: 31
İstihâza
Kanı : 32
İstihazanın
Hükmü : 33
Pislikleri
Temizleme Babı 34
İstincâ
Ve Istibrâ Hakkında Bîr Fasıl 36
Kitâb'ının muhkemi
(ma'nâsı açık olan âyeti) ile, doğru olan şeriatın ahkâmını sağlam kılan ve
yüce hitabı (Kur'ân-ı Kerîm'i) ile dosdoğru olan dînin alemlerini yükselten
Allah' (C.C.) a hamd olsun.
Salât ve selâm,
Efendimiz Muhammed (S.A.V.) ve âli üzerine ve O'nun kapısının toprağına
yüzlerini sürmekle eksikliklerden temizlenip kurtulan Ashabı üzerine olsun.
İrridi; Şüphesiz,
idrâk sahipleri katında sabit olan mukaddimelerden ve
basiret sahipleri yanında yazılı makbul olan şeylerdendir ki,
dünyâ ve âhîrette insanın şerefi ve onun iki âlemde kemâl derecelerine nail
olması; ancak İslâmî kesin akidelerle içi (bâtını) temizledikten sonra, dînî
sâlih âmellerle de dışı (zahiri) donatmakla olur.
Üstün ve değerli
olanın ta'rîfini, beyânını üzerine almış olan ilim; ilimier arasında hâline
ihtimam gösterilmek suretiyle seçkinleşmiş bulunan ilimlerin uğraşmaya en
uygunu, onların azmetmeye ve gönül vermeye en yaraşır olanıdır.
Bu ilim, temiz ve pâk
olan ümmetin âlimlerinin, hâline itinâ gösterdikleri ve doğru dînin
büyüklerinin, esâslarını bağlayıp sağlamlaş-tırmakda çaba harcadıkları Fıkıh
ilmidir.
Şüphesiz Yüce Allah
(C.C.), Peygamberimiz Aleyhisselâmı Nebilerin, Resullerin sonuncusu ve
yolların en doğrusunu açıklayıcı kılınca; günlerin olayları sayısız ve o
olayların hükümlerini bilmek de kıyamet gününe kadar lâzım gelince, nasslarm
zahirleri onları açıklamaya yetmedi. Hattâ o olayların hâline yeten bir yol
lâzım geldi. İlâhî hikmet, âlimleriyle beraber bu ümmeti, Peygamberleriyle
beraber İsrâiloğullarınm benzen gibi kılmayı gerektirdi de,
Yüce Allah (C.C.) bu ümmetin geçmişleri içinde, dağlar gibi âlimler yarattı.
Onlar vâ-sıtasıyle şeriatın kaidelerini açıkladı ve kolaylaştırdı. İslâm
binasını sağlamlaştırdı ve kıyamet gününe kadar, onlara tâbi olanların felaha
kavuşmaları için, ahkâmın güç meselelerini onların görüşleriyle aydınlığa
kavuşturdu.
Onların ittifakı kesin
bir delildir ve ihtilâfları ise geniş bir rahmettir ki kalbler onların
fikirlerinin nurlarıyle aydınlanır ve nefisler onların izlerine tâbi olmakla
mutlu olur.
Allah (C.C.) onların
derecelerini ve mevkilerini yükseltmeye, namlarım ve mezheblerini sürekli
kılmaya, onlar arasından bir zümreyi (Dört İmâmı) seçip görevlendirdi. Çünkü
ahkâmın esâsı onların sözleri. üzerine kurulmuştur ve Fukahây-ı İslâm onların
Mezheplerine göre fetva verirler.
Yüce Allah (C.C.)
onlardan, en büyük imâm ve en ileri himmet sahibi, milletin ve sabit dînin
kandili, İmâm Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sabit' (Rh.A.) i seçti. Allâh-u Teâlâ,
O'nun Mezhebine sarılan Mücte-hidlerirvçokluğu ve vaz'ettiği cüz'î hükümlerin
bolluğu ve meşrebinin tatlılığı sebebiyle O'nu cennetlerin en yüksek odalarına
yerleştirsin ve kabri üzerine gufran kovalarını akıtsın.
Şüphesiz, ahkâma âid
O'nun ifâde ettiği şeyler, dalgalan birbirine çarpan bir deniz, hattâ
sapıklığın karanlığını gidermek için alevli parlak bir kandildir.
İşin başlangıcından ve
ömrün evvelinden (yâni gençliğimden) be--ri bu denizden ve O'nun vaz'ettiği
esâslardan avuçlamakda, O'na nıen-sûb olanlardan faydalanmakla ve O'na yönelen
tâliblere anlatmakla bu ilmin bâblannın ve fasıllarının meselelerini
araştırmakda idim.
Hu sırada, isteksiz ve
nzâsız olarak, Kadılık belâsına tutuldum. Kadilıkda geçen ömrümü oyalanmak;
halkın içine karışmayı, Müslüman olmayan kimselerle konuşmayı da değersiz bir
şey sayardım. Hattâ, bunun hâlime uygun olmadığı dâima zihnimde dolaşırdı.
Yüce Allah (C.C) dan ömrümün sonunu hayra çıkarmasını istiyordum. Bunun-' la
beraber, bu ibtilâ hikmetten hâiî, fayda ve maslahattan uzak da olmadı. Çünkü,
ufak tefek vak'a ve olayların hükümlerini araştırmaya ve meselelerin takririnde
metinleri açıklamaya sebeb ve vesile oldu. Yine benim, faydalı şeyleri içine
alan, fazla şeyleri bırakan bir metin yazmama da sebeb oldu. Bu metin
hitabesinde (girişinde) anılan özelliklerle mevsufdur. Bu metinde, en üstün
metod ve uslûb ile en güzel şekilde olan fen kitaplarının tertibi ele
alınmıştır.
Meşguliyetler arasından
fırsatlar yakaladım ve zihin dağınıklığı ile beraber bu fırsatlardan
faydalandım. Kitabın tamamlanması yaklaştığı ve sonunu ihtimamla bitirme
zamanı geldiği vakit, Yüce Allah (C.C.) beni Kadılık belâsından kurtardı. Çünkü
ibtilâ ile murâd hâsıl olduktan sonra, belâdan kurtulmak mümkün olur. Bundan
dolayı, benim üzerime iki nimetin; yâni Allah' (C.C.) in metni tamamlama ve belâdan
kurtarma ihsan ve in'âmmın şükrü vâcib oldu. Sahibini iki devlete ulaştıran
iki nimete şükrederek «Gurer» in şerhine başladım ve Yüce Allah (C.C.) dan onu
tamamlamaya beni muvaffak kılmasını ve onu bitirme yolunu selâmetle, benim
için kolaylaştırmasını dilerim. Tamamladıktan sonra onu : «Düreru'I-Hukkâm fî
Şerhi Gureril-Ahkâm» diye adlandırmaya karar verdim. Şüphesiz, Allah (C.C.)
Karîb (yakın) ve Mu-cîb (isteneni veren) dir. O'na güvendim ve O'na dönüp
dayandım.
Besmeledeki (bâ) mülâbese
(münâsebet ve yakınlık) içindir ve zarf (câr ve mecrûr) müstekardır.
(Ebtediü'I kitabe)
yâni «Kitaba başlıyorum» sözünün zamirinden hâldir. Nitekim, (Dehaltü aleyhi
bi siyâbi's seferi) «Onun huzuruna sefer elbisesiyle girdim» cümlesinde olduğu
gibi.
Veya (bâ) istiâne
(yardım dileme) içindir ve zarf lağvdır. Nitekim (Ketebtü bil kalemi) «Kalem
ile yazdım.» sözünde olduğu gibi.
Birinciyi seçen, onun
ta'zimde en uygun olduğuna bakar. İkinciyi seçen onun, Allah' (C.C.) in adiyle
başlatılmadıkça işin tamâm olmadığını, bildirdiğine bakar.
«İsim» lafzının
«Allah»a izafesi (eğer izafet tümüyle ihtisas için ise) Allah' (C.C.) 'm bütün
adlarını ihtiva eder. Eğer izafet, Yüce Allah' (C.C.) m güzel sıfatlarla
muttasıf olan zâtı için konulması itibariyle ihtisas için ise, «Allah»
lafzından başkası bir takım mânâlara ve sıfatlara delâlet ettiği için, Allah
(C.C.) lafzı tercih edilmiştir.
İsim ile feyizlenmede
ve onunla istiânede (yardım istenmesinde), adlandırılan (yâni müsemmâ) için
kemâl-i ta'zîm vardır ki bu, ikisinin (yâni Allah (C.C.) ile isim lafızlarının)
birleşmesine delâlet etmez. Belki çok kere, izafet ile bu ikisinin birbirinden
ayrıldığı ve başkalığı üzere^stîdlâl olunur.
(Er Rahman Er Rahîm) (Ğadıbe)
den gelen (Ğadbânü) ve (Alime) den
gelen (Alîm) gibi; (Rahîme)
(Rahîm) den mübalağa için bina edilmiş iki
isimdir.
Birincisi, yâni Rahman
daha mübalağalıdır. Zira lafzın ziyâde olması, mânânın ziyâde olmasına delâlet
eder.. Rahman, Allah Te-âlâ'ya mahsûs kılınmıştır. Çünkü O, gâlib sıfatlardan
değildir. Zira O, konulusuna göre, Allah Teâlâ'dan başkası hakkında kullanılmasının
.cevazını gerektirir. Halbuki böyle değildir. Belki, Rahmân'ın mâ nâsı rahmette
son derecesine ulaşan hakîki mün'im (nimet verici) demektir. Rahmân'ın Rahîm
ile ta'kîb edilmesi, tamamlamak kabîlinden-dir. Çünkü Rahman nimetlerin
büyüklerine ve onların asıllarına delâlet edince, Rahîm onlardan dışarıda
kalanları içine almak için zikredilmiştir. Şöyle derler: «Rahman» dünyada
bütün kullarına rahmet eden; «Rahîm» ise; âhirette yalnız mü'min kullarına
acıyan ma'nâsı-nadır. Yâni «Rahman» daha umûmî; «Rahîm» ise husûsî ma'nâ ifâde
eder.
(Elhamdülillâhi) ; «Hamd Allah'a mahsûsdur.»
(Küllü emrin zîbâlin...) e yâni «Şerefli ve
önemli olan her işin» başlangıcında Besmele ve hamd zikredilmesi hakkındaki
hadislerin hükmüne
uyarak, musannif başlangıçta,
Besmele ile
tahmidi bir arada zikretmiştir.
Çünkü başlangıç, örfe
göre, tasnife başlama, zamanından konuya başlamaya kadar uzanır da ona Besmele
ve tahmıd ve bu ikisinin benzeri şeyler yakın (beraber) olur.
Bundan dolayı, gerek
zarf müstekar olsun veya lağv olsun, kitapların başlangıçlarına, mahzûf
yâni «başlarım» fiili takdir
edilir. Çünkü bu takdirde, lâfzan ve ma'nen, hadîs-i şerife uymak vardır.
«Eblediii — başlarım» fiilinden
başkasını takdir etmekde sâdece
ma'nen uymak vardır.
Musannif, kitabın
söylediğine ve akıl sahiplerinin üzerinde ittifak ettikleri şeye uyaraktan
Besmeleyi başta zikretmiştir.
H a m d : İn'âm veya
in'âmdan başka olan ihtiyarî lütûfdan dolayı dil ile övmektir.
M e d h : Mutlaka,
lütûfdan dolayı dil ile Övmektir. -
Şükr: Söz veya fiil
veya itîkâd ile nimete mukabele etmektir.
Şükr, mevridi
itibariyle hamd ve medhden daha umûmidir ve mü-tealîakma (âid olduğu şeye) göre
de daha özeldir, (Çünkü yalnız nimet karşılığında olur.)
Şükr ile hamd ve medh
arasında, bir bakımdan da umumîlik ve özellik farkı vardır. Kitapların
başlangıçlarında vâki olan, çok kere nimet karşılığında olur.
(El hamdü) de ki (lâm), cinsin tarifi içindir ve
bulunduğu yerin karînesiyle istiğrak
üzere hami
olunup fertlere inhisarın mevcudiyetini ifâde eder.
(Lillâhi) m (lâın)ı onu ifâde etmez. Çünkü bu
(lâm) istihkak içindir, hasr
için değildir. Bunu, İbn-i Hişâm (Rh.A.), Muğ-ni'1-Lebîb de zikretmiştir.
Tahsis, bulunduğu
yerin karinesi ile, (Elhamdü) nün
(lâm)'inin istiğrak
üzere hamlinden elde edilmiştir.
(Ellezî fekkahe) yâni : «Fakih kılan Allah'a
hamfTolsun.» (Fekuhe) : öt üre ile (Fekuhe'r-racülü
fekâheten) dendir. Yâni »anladı» demektir.
(El Mücellîne ve'1-Müsallîne fî halbetin) :
Mücellî; yarışa giren yarış atlarmdandır.
Musallî, mücellîyi takib
edendir. Çünkü musallînin başı, mücellînin saleveyni yâni kuyruğun iki tarafı
yanındadır. Bu ikisi ile murâd, mümârese ve müzâvelenin çokluğudur.
Halbe : (Hâ) nın
fethiyle ve (lâm) m sükûnuyle her taraf dan yarış için toplanan at
topluluğudur. Burada halbe ile mizmâr yâni at meydanı kastedilmiştir.
(Hılyeti'l-âlemîne'I-Müttakîyn)
Hılye : Zahiri, sâîih
amellerle, bâtını da ilmî'hükümlerle ve nazarî hikmetlerle süslemektir. Yâni
kim kendisi için şer'î hükümleri istinbât melekesi ye bu hükümlerin gereğince
amel hâsıl oluncaya kadar, bu iki şeyi elde etmeye girişir ve çalışırsa,
şüphesiz Yüce Allah (C.C.) onu, amel ile beraber mezkûr hükümleri bilmekten
ibaret olan fakîhlik mertebesiyle rızıklandırır. Nitekim bu tarifi, İmânı
Fahru'l-İslâm (Rh.A) kabul etmiştir. Biz de bunu, O'nun usûlünün şerhinde
yeteri kadar açıkladık.
«Zillet toprağına
burun ve alnı sürmekle yâni yalvarıp boyun eğmekle, fıkha yönelen kimse,
azgınların mutsuzluklarının pisliklerinden temizlenip pâk olur.»
Burnun (yâni enf'in)
Arabca ibaresinde ibtihâle izafesi, münâsebetin en aşağı derecesinden
dolayıdır. Şüphesiz, tazarru' için secde hâlinde yere ilk ulaşan burun ve
alındır.
«Zillet toprağına»; bu
izafet de zikredilen gibidir.
İşte o kimse,
mâridlerin (âsîlerin) yâni Yüce Allah' (CC.) a itaatten çıkan azgın ve
sapıkların, bedbahtlıklarının pisliklerinden temizlenir.
Nahs (yâni
bedbahtlık), sa'd'in (yâni seâdetin) zıddıdır. Nitekim nuhuset, seâdetin zıddı
olduğu gibi. Nuhuset (bedbahtlık) ile murâd, kötü fiiller, yeriîen sıfatlar ve
bâtıl akidelerdir. Bunların pislikleri (en-câs) ile murâd da bunlardan helak
edenlerdir.
Şöyleki, şayet bunlar
devam etseler yâni zail olmasalar, insanı Cehennem ateşinde dâim kalmaya
vardırırlar.
Salât ve Selâm,
İslâm'dan başka dîne yönelmekten kalbini uzak tutan ve temizleyen Efendimiz
Muhammed (S.A.V.) üzerine olsun.
Musannif, Yüce Allah'
(CC.) m :
«Peygambere salât
ediniz ve tam bir teslimiyetle de selâm veriniz.»
âyetine uyarak, salât ve selâmın ikisini bir arada zikretmiştir. Yine salât ve
selâm, O'nun âline ve hakk-ı mübînin hakîkatlannın
dekâikimn âyâtının râyâtını (parlak
şeriatının ince hakîkatlarını ve mucize sancaklarını) yükseltmek hususunda
cihâd eden Ashabı üzerine olsun.
Hakk-ı mübîn :
Şerîat-i Muhammediyye'dir. O şeriatın hakîkatla-n; ameliyyât, itîkâdiyyât ve
vicdâniyyât (Bâtınî ahlâk) tan ona nisbet edilen ahkâmdır.
Şeriatın hakîkatlannın
dekâiki: Onu ifâde eden tafsili deliller (ki-tab, sünnet, icmâ, kıyas) dir.
^-"aekâikın
âyâti: İbare, işaret, delâlet ve iktizâdan onun ile istidlal yollandır.
Onun râyâtını (yâni
bayraklarını) yükseltmek: İstidlalde bulunanlar için bu yolların izhârı ve
onlardan zahir olmayanı istihraca kadir oluncaya kadar müstenbıt (hüküm
çıkaran) lar arasında onlann ifşası
(yayılması) dır.
Musannifin, (Fekuha ve
musallîne ve teyemmemehû) sözünde ve bunun benzerinde, beş çeşit ibâdete
(Namaz, Oruç, Zekât, Hac, Cihâd) işaret edildiği ve güzel bir başlangıç
(Beraat'ül-İstihlâl)
yapıldığı gizli değildir.
Bundan sonra ma'lum
olsun ki: şüphesiz Fıkıh ilmi;
başında ve sonunda Müslümanların ömürlerini harcamaları gereken yüksek ihtiyaçların
en tam olanından ve yüce gayelerin en önemülerindendir.
Fıkıh ilmi, kazanç
yeri (yâni dünyâ) nizâmı için ve âhîret kurtuIuşu için ve kıyamet gününde
murada nail olmakla kulların felah bulması için bir sebebdir.
«Tenâdâ» nida kökünden
olup tefâül bâbındandir. Nida ile adlandırılmıştır. Çünkü kıyamet günü, Cennet
Ashabı Cehennem Ashabına seslenir (nida eder), ve Cehennem Ashabı da Cennet
Ashabına seslenir.
Fıkhın hizmetçisi
olmak için düşünmeye ve onun hakkındaki kitapları ve bâbları mütâleaya,
gençliğin evvelinden bir kısmım harcamış idim. (Bu söz, tasnife girişme
sebebini açıklamaya dâir ilk izahtır.)
Nihayet,
«Mirkâtu'l-Vusûl ilâ ilnıi'1-Usûl» de olduğu gibi, fıkıh hakkında bir metin
yazmak aklıma geldi. Ancak zamanın engelleri, met-, nin yazılması işini önledi.
Hattâ zamanım, bana yapacağını yaptığı zaman (Bu söz, 872ıde büyük veba
sermesinde, O'na isabet eden tâûn hastalığına işarettir ve fiilin zamana
isnadı, mecazî isnâd kabîlinden-dir.) Beni şu işe .azmetmeye şevketti : Şanı
yüce ve gücü büyük olan Allah (C.C.) eğer beni, O'nun maârif ve ulûm
çöllerinde, idrâk ve fe-him sahralarında mesafe katetmeye kadir olacağım
şekilde, bu âfetten kurtarırsa, ihsan edilmiş ömrümün kalan kısmını, mendıib
bir yol ile, kalbimdeki şu şeyi ortaya koymaya harcıyacağım. Şöyleki : Fıkıh
hakkında, sağlam, tertibi hoş bir metin tasnif etmeye ve muhkem, intizâmı
güzel, zayıf rivayetlerden salim; metinlerin ıtlâkâtı için fetvalarda,
şerhlerde zikredilmiş kayıtlarla ve metinlerde vâki olan müsamahalar,
kolaylıklar, devşirip bağlama kabilinden şerif ve lâtif işaretlerle donatılmış;
meşhur metinlerin terkettikleri önemli meseleleri muhtevi; bu meşhur
metinlerde yazılı olmayan olayların hüküm--lerini dürüp devşiren, fasih edib,
yâni Arapça ilminde mahir olup nazmı beğenilen, ve fakîh erîb yâni âkil (aklî)
olup mânâ ve hulâsası temiz olan (ki burada, fasîh'in edîb ile ve fakîh'in erib
ile ifâde edilmesinin güzelliği gizli değildir.) bir metin tertib edeceğim,
diye azmettim.
Yüce Allah, (C.C.)
bendeki hastalığı gidermekle bana ihsanda bulununca ve bana şefkat ve merhamet
hazînelerinden selâmet elbisesi giydirince, arzu ettiğim işe giriştim,
kasdettiğim şeye başladım ve bu husûsda el-Melikü'I-Mennân'dan (Allah' (C.C.)
dan) yardım isteyerek imkân ölçüsünde, zikrettiğim özelliklerle metnin
vasıflanmasına riâyet ettim.
Bu eseri, Vech-i
Kerîm'ine hâlis, yâni rızâsına uygun kılmasını ve onu bitirmeye beni muvaffak
eylemesini Yüce Allah' (C.C.) dan niyaz ederek,
Allah Teâlâ tamamlamayı benim için kolaylaştırdıktan sonra onu «Gureru'l-Ahkâm»
diye adlandırmaya niyet ettim. Şüphesiz ki O, el-Berru'r-Rahîm'dir.
Metni bitirmeye beni
muvaffak kılan; bir çok sıkı iş, meşgaleler, bana güçlük veren engeller ve
meşguliyetlere tutulmuş iken, onu tamamlamaya manî olan engelleri benden
gideren AHah' (C.C.) a hamd olsun. Yüce Allah' {C.C.) in lütfûndan istenen, bu
şerhi de tamamlamaya beni muvaffak kılmasıdır. Şüphesiz, eğer benim için kolay
olursa, bu, ancak sırf O'nun beni bu engellerden kurtarmasının eserlerindendir.
O'na; fazjîyle duamı
kabul etmesini ve kalbimdeki ateşi lütfûnun soğuk su kovaları ile söndürmesini
niyaz ederim. Şüphesiz O, dilediği şeye kadirdir ve dilek sahihlerinin
dileklerine cevap vermeye en lâyık olandır.
Temizlik Bölümü
Kitâb, lügat yönünden
cem' (toplamak) mânâsında masdardır. Mübalağa için bu masdarla mef'ûl (mecmu)
adlandırılmıştır. Veya f i â I ölçüsünde, libâs gibi nıefiîl (melbûs) için
konulmuştur. Her iki takdirde de mecmu' (toplanmış) mânâsında olur.
Istılah yönünden kitâb;
nevîlere şâmil olsun veya olmasın, müstakil sayılan bir takım meselelere
denir.
Taharet, masdardır.
(he) nin fethiyle ve zammiyle (Tahare'ş-şey'u) denir. Birincisi yâni fethiyle olan
daha faşındır.
Şer'an taharet: Özel
bir temizlik (paklık) dir ki; abdest, gusttl, teyemmüm, beden ve libâsı
yıkamak ve bunlara benzer şeylerdir.
Çoğul sîgasıyle
kullanılmayışının sebebi şudur : Taharet aslında masdardır. Azı da çoğu da
içine(alır. Çoğul sîgasıyle kullanan kimse, açıklama yapmak istemiştir.
Vudû', lügat yönünden
temizlik (paklık) nıânâsmdadır. Şer'ân yüzü,
kollarla beraber iki elleri ve iki ayakları yıkamak ve başın dörtte birini
mesh etmektir.
Farz, Iûgat yönünden
kesmek (kat') ve takdir etmek manasınadır Şer'an, kesin delil ile lâzım gelen
hükümdür.
Farzın hükmü; Özürsüz
onu terk edenin azaba müstehâk olması, inkâr edenin kâfir olmasıdır.
Yine, Onun fevt olması
(kaçması) ile cevazı fevt olan şeye de farz denir. Vitr Namazının fevtini
hatırlayan kimseye Sabah Namazının cevazının fevt olması gibi.
Birincf^kısma itikadı
farz ,
ikinci kısma amelî farz adı
verilir. Burada murâd olan, tevatür ile
sabit olduğu için itikadı farzdır.
Eğer, abdest âyeti
ittifakla Medenîdir. Namaz ise Mekke'de farz olmuştur . Şu
halde, âyetin inmesine kadar, namazın abdestsiz olması lâzım gelir diye
sorulursa, cevâbında biz deriz ki: Sahîh-i Müslim ve başka yerde Câbir' (R.A.)
dan sabit olan hadîs-i şerîfden dolayı namazın abdestsiz olması düşünülemez.
Nitekim Câbir (R.A.) abdest alıp iki mestleri üzerine mesh etmişti. Câbir'
(R.A.) e;
— Niçin böyle yaptın? denildi. Câbir (R.A.) de;
— Beni mesh eylemekden ne meneder ki, ben
Resûlüllah (S.A.V.)'-in mesh eylediğini gördüm, dedi. Câbir' (R.A.) e;
— O ancak Mâide sûresinin nüzulünden önce idi, dediler.
Câ-bir (R.A.) de :
— Ben
İslâm'a ancak Mâide sûresinin
nazil olmasından sonra girdim,
cevâbını verdi.
Yine Mecmau'I-Beyân
adlı eserde rivayet edilmiştir ki: Resûlüllah (S.A.V.) bu âyet ininceye kadar
namaz için abdest almadıkça amellerin hepsinden kaçınırdı. Hattâ sorulan
soruya cevâb bile vermezdi.
Şu halde abdestin,
vahyi gayri metlüv ile
veya eski şeriatlardan alınmış olmakla sabit olması caizdir. Nitekim
Resûlullâh (S.A.V.) '-den rivayet edilen şu hadis-i şerif de buna delâlet eder.
Resûlullâh (S.A.V.), mübarek yüzü ve ellerini üçer üçer yıkayıp abdest
aldıkları zaman, «İşte bu abdest benim abdestimdir ve benden önce gelen Peygamberlerin
abdestleridir», buyurdular.
Eğer, abdest bu yol
ile sabit olunca âyetin nüzulüne fayda nedir? denilirse, cevâbında deriz ki :
Âyetin nüzulünde fayda; abdest emrini sabit ve mukarrer kılmaktır. Çünkü abdest
müstakil bir ibâdet olmayıp da namaza tâbi olunca, vahy zamanından müddetin
uzamasıyle ve nakledenlerin de
günden güne azalmasıyle, Ümmet-i
Muhammed'in abdest
işine önem vermeyip, şartlarına ve rükünlerine riâyette gevşeklik göstermeleri
muhtemeldir. Mütevâtir nass ile
sabit olan onun gibi değildir. O, her zamanda ve her lisanda bakîdir. Yine onun
hakkında vahyi metlüv vârid olunca aynı rahmet (bizzat rahmet) olan ulemânın
ihtilâfı hâsıl olur. Bu meselenin bu şekilde açıklanması yalnız benim yaptığım
bîr iştir.
1-
Abdestte yüzü bir
defa yıkamak farzdır.
Çünkü âyette (Fağsilû) emri tekrara delâlet etmez.
Yüz, ekseriyetle saç
biten yerler arasında kalan kısımdır. Bu, ekseriyetle (gâliben) kaydı, iki
zülüfleri yüzün tarifinden çıkarır. İki zülüf, cephenin iki yanıdır ki saç
onlardan sarkar. Şüphesiz bu iki zülfü abdestte yıkamak vâcib değildir, Çünkü
saç biten yer (menbit-i şa'r) ile murâd, ekseriyetle saçın bittiği yerdir.
İster saç bitsin, isterse bitmesin. Yâni yüz, ekseriya saçın bittiği yer ile
çenenin en altı ve iki kulakların arasıdır. Bu söz ile uzunluk ve genişliğine
göre yüzün tarifi tamam olmuş olur.
Musannifin, «abdestha
farzı yüzü yıkamaktır.» sözünden sonra bu ta'rîf, sakalı olan abdest alıcı
(mütevaddf) üzerine; sakal başının, bıyığın, kaş ve çene altına varıncaya
kadar sakalın altlarını yıkamak vâcib
olmasını gerektirir. Halbuki bunların altlarının yıkanmasının vâcib
olmamasıyle Fıkıh Kitapları doludur. Bu sebeble, mu-
sannif bunun defini
murâd edip (vel izâr) (yâni sakal başı...)
demiştir. Sakalın izan, sakalın iki yanlarıdır. Bunlar binek hayvanının iki
izârından istiare
olundular. Bu ikisi, binek hayvanının iki yanları üzerinde olan (gemden) bir
şeydir.
Izar, onun ötesinde
kalan yerin hükmünü düşürmez. îzârm arkasında kalan yer, izâr (sakal başı) ile
iki kulakların arasında olan beyazdır ki buna ânz adı verilir. Sakal başının
arkasında kalan yerin hükmü, yıkanmasının vâcib olmasıdır. Çünkü sakal başı
(izâr) o hükmü düşürmez. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.
Bilâkis izâr, altında
olan şeyin hükmünü (ki o yıkamanın vucûbudur) ieâra nakleder. Böylece izârm
yıkanması vâcib olur. Nitekim bıyık ile kaş da altlarında olanın hükmünü
kendilerine nakl ederler ve bıyık ile kaşı yıkamak vâcib olur. Fakat altlarına
suyun ulaştırılması vâcib olmaz.
Sakal da, altında olan
şeyin hükmünü, derinin yüzünde, ona bitişen kısma nakleder. Bu, İmâm A'zam'
(Rh.A.) dan gelen rivayetlerin en zahiridir .
Muhît ve Bedâyi' sahipleri de bunu seçtiler. Mi'râc'-üd-Dirâye'de de, esah (en
sıhhatli) kavi budur, denmiştir. Fetâvâyı Za-hiriyyede, «Bununla fetva
verilmiştir» denmiştir.
Veya sakal, altında
olanın hükmünü -ki o yıkamanın vucûbudur-deri yüzüne bitişen sakala nakletmez.
Bilâkis deriye mülâki olanın mes-hine tebdil eder. Kâdîhân (Rh.A.) demiştir ki:
Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den gelen iki rivayetin en meşhurunda, deriyi örten şeyin
meshi farz-dır. Bu, muhtar olan (tercih edilen) esah kavidir.
Veya sakal, altında
olanın hükmünü deriye bitişenin (mülâkinin) dörtte birini meshe tebdil eder.
Bu, Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den İmam Hasan' (Rh.A.) in rivayetidir.
«Muhît»' te, yüzün
ta'rifinden sonra, eğer abdest alan tüysüz (em-red) ise, yüzün hepsini yıkar,
eğer abdest alan sakallı ise, sakalın altında olanı yıkaması vâcib olmaz,
denmiştir. İmâm Şafiî (Rh.A.), eğer hafif sakallı ise vâcib olur, demiştir.
Bıyık ve kaşın
altlarına suyu ulaştırmak vâcib değildir. İmâm Şafiî (Rh.A.), vâcib olur,
demiştir. Sahîh olan bizim sözümüzdür. Çünkü farz olan yer, engel ile örtülmüş
ve gizlenmiştir. Ona karşıdan bakanın altını göremiyeceği bir hal almıştır.
Binâenaleyh ondan farz düşer ve başın derisi gibi onu perdeliy^ne tehavvül
eder.
Bundan sonra,
«El-Muhît» te denmiştir ki: Sakal başı (izâr) ile kulak arasında olan beyazın,
İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed'-(Rh.A.) e göre, yıkanması vâcibdir. İmâm
Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, vâcib değildir. Sakal başının yeri böyle değildir.
Çünkü o, üzerinde biten kıl ile örtülüdür. Böyle olunca izârın yerine kâim
olur.
2- Yine
abdestin farzı, iki elleri teker teker yıkamaktır. El-Kâfî
ve başkasında zikredildiği üzere, iki
elleri yıkamanın keyfiyeti, sol eliyle çanağı alıp sağ eli üzerine üç kere
dökmektir. Ondan sonra çanağı sağ eli ile alıp yine böyle sol eline dökmektir.
Eğer çanak büyük olup
ve büyük ile beraber küçük çanak da olursa, iki eli yıkama keyfiyeti yine
yazıldığı şekildedir. Eğer çanak büyük olup küçük çanak bulunmazsa, sol elinin
parmaklarını yumarak çanağa sokup sağ elinin avucu üzerine dökmektir ve
parmakları birbirleriyle, temizleninceye kadar ovmaktır. Ondan sonra sağ elini
çanağa sokup sol eli yıkamaktır.
Bunun şekli,
Tâc'uş-Şerîa şerhinde zikredilen şu sözlerdir: Şüphesiz iki elin veya iki
ayağın birinden diğerine yaşlığın nakli abdestte caiz değildir. Fakat gusülde
ise caizdir. Çünkü abdestin azası hakîkaten ve örfen muhtelifdir. Hakîkaten
muhtelif olması açıktır, açıklamaya ihtiyâç yoktur. Örfen muhtelif olması ise
şudur: Çünkü abdest uzuvları bir defada yıkanmaz ve bir hitâb altında dâhil
olduğuna bakılınca hükmen bir tek uzuvdur. Böyle olunca ihtilâf-ı haTcikî,
ittihâd-ı hükmî ile beraber çatışmış, örfle hakiki ihtilâf tercih edilmiş olur.
Gusl bunun gibi değildir. Çünkü onda bütün uzuvlar hükmen ve örfen
müttehiddir. Şu halde örfle olan ittihâd-ı hükmî tercih edilmiştir. Bununla şu
sözün fesadı meydana çıkar ki, iki avucun her biri üzerine kuvvetle suyu
dökmeye hacet yoktur. Çünkü iki avucun yıkanması sağ elin avucu üzerine dökülen
su ile mümkündür. Nitekim âdet budur. Zira onda avamın âdetini şeriatın örfüne
tercih vardır. Artık, sen gerisini düşün!
YSne abdestin farzı,
iki kolu dirsekleriyle beraber bir kere yıkamaktır. Çünkü (Fağsîlû)
yâni «yıkayınız» emri
tekrara delâlet etmez.
Dirsek (mirfâk) : Pazu ile kolun
kemiklerinin kavuştuğu yerdir.
3- Yine
abdestin farzı, iki ayaklan topuklanyle beraber yıkamaktır.
Topuk (kâ'b) : Ayağın
iki tarafından incik kemiğine
bitişen yüksek kemiktir. İmâm Hişâm' (Rh.A.) m tmâm Muhammed' (Rh.A.) den
rivayet ettiği: «Kâ'b na'lin üzerine bağlanan na'lin tasması yanında ayağın
ortasında olan mafsal kemiğidir» değildir. Çünkü o mafsal, kolda olan dirsek
gibi, her bir ayakta bir kemiktir. Halbuki âyet-i kerîmede (kâ'b) tesniye (iki
olarak) zikredilmiştir. Şu halde, burada murâd'm, bizim zikrettiğimiz olduğu
belli olmuştur. Eğer böyle olmasa tesniyeye meyletmekde fayda görülmezdi. Eğer
âyet-i kerîmede, cem'in cemi' ile mukabelesi, efrâd-ı cem'den her biri üzerine
bir kolun ve bir ayağın yıkanmasının vâcib olmasını gerektirir denirse,
cevâbında biz deriz ki: Nass-ı kerîmin delaletiyle diğerlerinin yıkanmasının
sabit olması caizdir. Veya diğerlerinin yıkanması, tevatür ile nakledilen
Resûlüllah' (S.A.V.) m fiili ile caiz olur, icmâ' ile olmaz. Çünkü fiil
Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) in zamanında sabittir. İcmâ' ise
Re-sûl-i Ekrem' (S.A.V.) in. zamanından sonradır.
Eğer denilirse ki: Cer
(esre) ile (Ercüliküm) okunması
nasb (üstün) ile okunması gibi, mütevâtirdir. İki kıraatin arasını bulmanın
iktizâsı, ya yıkamak ile mesh'in arasında muhayyer kılmaktır. Nitekim bazısı
bunu kabul etmiştir. Veya nasbla okunmasını, ayağın çıplak olan hâline ve cer
(esre) ile okunmasını mestli olan hâline hami etmektir. Nitekim bazısı bunu
kabul etmiştir. Cevâbında biz deriz ki; cer ile okumanın zahiri bil' icmâ terk
edilmiştir. Çünkü meshi kabul eden, onu kâ'beyne mugayyâ kılmadı.
(nihayetle sınırlandırmadı) Şüphesiz meşhur
hadîsler , yıkamanın
vucûbuna ve terketmenin de azaba sebeb olacağına delâlet
etmiştir. Şu halde yıkamak, fukahânın çoğunun kabul ettikleri gibi daha uygun
olduğu abdestle maksûd olan temizliğin elde edilmesine de daha uygun olmuştur.
Yıkamakda bulunan fayda sebebiyle de ihtiyata, meshden daha yakın olmuştur. Şu
halde meshden yıkamaya dönmek aletta'yin lâzımdır. İmdi cer ile okumak, cerr-i
bi'1-civâr (yâni yakınlık sebebiyle cer)
olmuştur.
Nitekim âyet-i kerîmesinde ve şâirin (Cuhru dabbin
haribin veya haribün) ve «zurahmin mahremin» sözünde olduğu gibi. Bu cerr-i
civâ-rînin Kur'ân-ı Kerîm'de ve şâirlerin şiirinde benzeri çoktur. Ma'nâ itibariyle
bu kelime yıkanan uzuv üzerine atfedilmiştir.
Cerr şeklinin faydası;
Uygun olanın suyu iki ayakların üzerine dökmeyi kasd edip meshe benzer hafîf
yıkamak ile yıkama olduğuna dâir bir uyarmadır. Cerr-i civârî iltibas 41e
beraber gelmez, burada işe mültebistir, dendiğinde biz deriz ki, gayenin
(ilel Kâ'beyni) sözüyle getirilmesi
iltibası (karışmayı) kaldırır. Nitekim
biz böylece zikrettik. Bu hususun böyle bilinmesi gerekir.
Abdest uzuvlarında
hâsıl olan kir, sinek veya pireden çıkan şey, kına bitkisinin rengi - (kınanın
maddesi ise çamur gibi olduğu için mânı olur.) - gerek abdest olsun, gerek gusl
olsun, temizliğe manî olmazlar. Nitekim dişlerin aralığında kalan yemek de
manî olmaz. Çünkü bunlar suyun girmesini engellemezler.
Suyun girmesini
engellemek ve engellememekdeki ihtilâfa binâen, hamur ve çamur gibi olan
şeylerde ihtilâf edilmiştir.
Yüzük halkasının
altındaki yere suyun ulaşması için, sıkı olan yüzük, parmaklardan çıkarılır
veya hareket ettirilir.
4 - Yine ab
d estin farzı, yeni su veya bir uzvun yıkanmasından arta kalan su ile, - tmâm
A'zam' (Rh.A.) dan Tahâvî (Rh.A.) ve Kerhî' (Rh.A.) nin rivayetinde - başın dörtte birini bir
kere mesh etmektir.
Veya İmâm A'zam'
(Rh.A.) dan Hişâm' (Rh.A.) m rivayetinde, el parmaklarının üçü miktarı mesh
etmektir.
Uzvun meshinden arta
kalan su ile mesh caiz değildir. Ancak uzvun meshinden arta kalan su, elden
damla damla dökülürse, mesh caiz olur. O damlayan su bir uzuvdan alınmış ise, o
uzuv gerek mes-hedilmiş olsun ve gerek yıkanmış olsun, onunla mesh caiz
değildir.
Başı tıraş etmekle
mesh iade edilmez. Nitekim abdestten sonra kaşı tıraş etmekle ve bıyığı
kırkmakla ve tırnak kesmekle de tekrar yıkamak gerekmediği gibi.
Abdestin sünneti;
nevîlerinin farklılığı ile beraber yapılması hâlinde mükâfatlandırılan ve
terki hâlinde kınanılan şeydir. Müstehâb ise, yapılması hâlinde
mükâfatlandırılıp terki hâlinde kınanılmayan şeydir.
1- Niyetle başlamaktır.
Yâni abdeste kalb ile kasd (niyyet) etmektir. Veya abdestin başlangıcında,
hadesin giderilmesine ve emre sarılmasına kasd etmektir.
2- Abdestten
önce Besmele çekmektir. Yani:
(Bismillâhilazim velhamdülillâhi ala dînil İslâmi) demektir. Her ne kadar
Hidâye'de, esah olan kavi Besmelenin müstehâb olmasıdır, denmiş ise de, bu
Besmelenin, sünnet olması tercih edilmiştir.
Çünkü sünnet olması, Kudûrî'nin, Tahâvî'nin ve Kâfî sahibinin tercihleridir.
İhtiyaten, istincâdan yâni pislikden temizlenmeden önce ve ondan sonra niyetle
ve Besmele ile başlamaktır. Çünkü bazı Meşâyihe göre, Besmele çekmek istincâdan
sonradır. İmdi en ihtiyatlı olan, ikisini birden yapmaktır. Fakat avretin
açılması hâlinde değil.
3- Abdest
alan kimsenin, gerek uykudan uyanmış olsun, gerekse olmasın, iki elleri
bileklere kadar yıkamakla başlamasıdır. Bu iki eli
yıkamak, iki dirsekler ile beraber olursa
farz yerine gelmiş olup iadesi lâzım gelmez.
4- Mis vâki
anmaktır. Sivâk, misvâklanılan ağaç mânâsına gelir. Masdar mânâsına'da gelir.
Burada murâd, masdar mânâsıdır. Sivâ-km isti'mâlini (kullanılmasını) takdire
hacet yoktur.
Misvak sağ elle
kullanılır. Çünkü tevarüs yoluyla bize nakledilen, sağ elle kullanmaktır.
Abdest alan, misvakı dilediği gibi yâni, ya üst, ya alt dişlerinden^ ya sağ
tarafından veya sol tarafından başlayıp boyuna veya enine, veya hem boyuna hem
enine dilediği gibi kullanır. Misvak bulunmadığı vakitte, parmaklarla oğar.
Bunun hükmü misvâkda geçen hüküm gibidir.
5 - Ağzı
yıkamaktır. Yâni suyu ağzının tamamına ulaştırmaktır.
6- Burnu
yıkamaktır. Yâni suyu burnun yumuşak yerine ulaştırmaktır. Kullanılmamış sular ile yıkamaktır. Şafiî
(Rh.A.) bunun aksi görüştedir.
7- Ağzı ve
burnu yıkamada mübalağa etmektir. Ağzı yıkamakta mübalağa, suyu boğazın başlangıcına
kadar ulaştırmaktır. Burnu yıkamakta mübalağa ise, burnun yumuşak yerine suyun
geçmesidir. Hulâsa'da böyle zikredilmiştir.
Ancak, eğer abdest
alan oruçlu olursa, orucu bozulmak ihtimâli olduğu için mübalağa yapmaz.
8- Sakalı
hilâllamakdır. Bu sakalı hilâllama (tahlil), sakal ile beraber yüzü üç kere
yıkadıktan sonra, elin parmaklarını sakalın altından üstüne doğru sokmaktır.
9-
Parmaklan hilâllamakdır. Yâni iki elinin ve
iki ayağının parmaklarını üçer kere yıkadıktan sonra hilâllamakdır. İki
ellerde hi-lâllamanın keyfiyeti, ikisinin parmaklannı birbirine kenetlemektir.
İki ayakta hilâllamanın (tahlilin) keyfiyeti; sol elinin küçük parmağı ile sağ
ayağının altından ve küçük parmağından başlayıp sıra ile sol ayağının küçük
parmağında hilâllemeyi bitirmektir.
10- Abdest
uzuvlarını üçer defa yıkamaktır.
11- Başının
hepsini bir kere mesh etmektir. Bunun yapılışı şöyledir : İki elinin ayalarını
ve parmaklarım başın önü üzerine koyup, başın tamamını kaplayacak şekilde
kafasına (ense) varıncaya kadar çekmektir. Sonra iki kulakları, kullanılmamış
su ile mesh etmektir. Çünkü başı bir tek su ile kaplamak, ancak bu yol ile
olur.
Fukahâdan bazısının;
isti'malden kaçınarak iki avuç içini boş bırakır, demesi fayda sağlamaz. Çünkü
ellerin ayalarını koymak ve çekmek lâzımdır. Eğer su, ilk koyuş ile müsta'mel
(yâni kullanılmış) olursa, ikinci koyuş ile de müsta'mel olur. Geeiktirilnıesi
fayda vermez. Nitekim Zeylaî (Rh.A.) de böyle demiştir.
Ben derim ki: Fukahâ,
suyun uzuvda kaldığı müddetçe müsta'mel olmadığında da ittifak etmişlerdir.
12- İki
kulakların iç taraflarım baştan artan su ile şehâdet parmaklan dışarılarını da
baş parmaklan ile mesh etmektir.
13- Abdest
âyetinde belirtilen tertibe riâyet etmektir.
14- Vilâ da
abdestin sünnetidir. Vilâ : Vâv'ın kesriyle uzuvları birbiri ardınca yıkamak
demektir. Öyleki: Mutedil bir havada, ilk yıkanan uzuv, abdest tamamlanmadan
önce kurumamalıdır.
1- Sağ
tarafdan başlamaktır.
2- Boynunu
mesh etmek, hulkûmu ise mesh etmemektir. Hul-kûm çene altında olan çıkıntıdır
(gırtlaktır). Çünkü hulkûmun meshi bid'attır.
Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir.
Musannif, abdestin
edeblerinden bazıları demiştir. Çünkü abdestin, mufassal kitaplarda zikredilmiş
daha nice edebleri vardır.
Abdestin edebleri
şunlardır:
1- Abdest
alırken kıbleye yönelmek.
2- Abdest
uzuvlarım oğmak.
3 - Küçük
parmağını kulaklarının deliklerine sokmak.
4- Özürlü
olmayan kimsenin, abdesti vakitten önce almasıdır.
Çünkü özürlünün
vakitten önce aldığı abdest, İmâm Züfer' (Rh.A.) e göre, vaktin girmesiyle
bozulur. Şu halde, özürlü için evlâ olan, bundan kaçınmaktır.
5- Abdest
alan kimsenin, parmağındaki geniş yüzüğü hareket ettirmesidir.
6-
Başkasından, abdest için yardım istememektir.
7- Abdest
alırken dünya'kelâmı konuşmamaktır.
8-
Kullanılmış sudan sakınmak için, abdest alırken yüksek bir yerde oturmaktır.
9-
Kalbindeki niyetle dilindeki niyeti bir arada yapmaktır.
10- er bir
uzvun yıkanması sırasında
(Bismillâhilazim
velhamdülillâhi alâ dînil İslâm) demektir.
Nitekim daha önce geçmişti.
11- Her
uzvun yıkanması sırasında şu me'sûr (selefden nakledilen makbul) duaları
okumaktır: Mazmaza sırasında :
«Allahümme eınnî.alâ
tilâvetil Kur'âni ve zikrikc ve şükrike ve hüsn-i ıbâdetike.»
İstinşâk sırasında :
«Allahümme erihnî
râyihate'lcenneti ve'r-züknî mih neîmihâ.» Yüzü yıkama sırasında:
«Allahümme İbeyyu
vechî binûrike yevme tebyezzu vücûhün ve tes-veddü vücûh.»
Sağ eli (kolu ) yıkarken :
«Allahümme a'tınî
kitabî biyemin! ve hâsibnî hısâbcn yesîra.» Sol eli (kolu) yıkarken :
«Allâhümme lâ tu'tınî
kitabî bişimâlî velâ min verâi zahri.» Başı mesh ederken :
«Allâhümme ezıllenî
tahte zilli arşike yevme lâ zille illâ zıllük.» İki kulağı mesh ederken :
«AUâhümmec'alnî *
minellezîne yestemiûnel kavle feyettebiûne ah-seneh.»
Boynu mesh ederken :
«Allâhümme a'tik unukî
(yahut rakabetî) mine'n-nâri.» İki ayakları yıkamada:
«Allâhümme sebbit
kademeyye ale's-sirâtı yevme tezillu fîhi'I-ak-dâm.»
Abdestten sonra Nebi
aleyhissalâtu ve's-selâm için salevât duasını okumaktır.
Şu duayı da
okumalıdır:
«Allâhümme'c-alnî
mine'ttevvâbîne vec'alnî minel mütetahhlrîn.»
12- Abdestten
sonra, abdest suyundan arta kalan sudan kıbleye yönelerek bir miktar içmektir.
Vâv'm fethıyle ( v e d.û ') abdest alman suya derler. Fukahâ, «Ayakta su
içmek caiz değildir. Ancak abdestten sonra fazla kalan su ve zemzem suyu için
caizdir» demişlerdir.
Abdestin mekruhları
şunlardır :
1 - Suyu
yüzüne çarpmak,
2 - Suda
israf eylemek,
3- Meshi,
yeni su ile üçerlemektir. Yâni üç kere yapmaktır. Bunu Zeylaî (Rh.A.)
zikretmiştir. Mi'râc'ud-Dirâye'de Ebû Bekr (Rh.A.) in Mebsût'undan nakledilerek, bir su
ile meshi üçerlemekde mahzur yoktur, kullanılmamış sular ile mesh ise
bid'attir, denilmiştir.
1- Abdestli
olan kimseden pislik (neces) çıkması abdesti bozar.
Cîm'in fethiyle (neces),
ayn-ı necasettir. Cîm'in kesriyle
(n e -c i s) ise, pâk olmayan şeye
denir.
2- Pisliğin,
abdestte veya guslde kendisine temizleme hükmü Iâ-hık (dahil) olan yere
çıkmasıdır. Pislik çıkması sözü, iki yoldan (yâni önden ve arkadan) ve bu
ikisinden başka yerden pisliğin çıkmasını kapsar. Nitekim Muhît'de; çıknıafnın haddi, içeriden dışarıya
intikâldir, denmiştir. Bu intikâl ise, pisliğin yerinden akmasıyle bilinir. Bu
durumda çıkmak, akıntı yerine kullanılmıştır. Eğer pislik, iki yolun
(sebîley-nin) başı üzerinde görünürse, hüküm bunun tersinedir. Çünkü o, her ne
kadar akmasa da, abdesti bozar. Çünkü iki yolun başı, pisliğin yeri değildir.
Pislik (necaset); ancak yerinden iki
yolun başına intikâl ile bulunur.
İntikâl, görünme ile bilinir. Bu durumda, görünme çıkma yerine geçer.
Akmanın haddi,
yükselip yaranın başından aşağı inmesidir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) böyle açıklamıştır.
Çünkü kan yaranın başından aşağı kaymadıkca yerinden intikâl etmiş olmaz. Zira,
yaranın yukarısından kana müvâzî olan şey onun yeridir. Bundan, iki yoldan başkasından
çıkmanın, akmanın aynı olduğu malum olur ve Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.) nın «İlâ mâ yutahharu»
sözü sale'ye değil harace'ye taalluk etmesi icâbeder.» sözünün zayıf olduğu
meydana çıkar. Çünkü ab-destli kimse kan aldırsa ye çok kan çıkıp yaranın
başına bulaşmadan aksa, bize göre, abdest şüphesiz bozulur. Bununla beraber
kan, temizlemenin hükmü İâhik olan yere akmamıştır. Bilâkis temizlemenin hükmü
lâhık olan yere çıkıp ondan sonra akmıştır. Çünkü kanın temizleme hükmü lâhık
olan yere akması bu şekilde mevcut olur. Her ne kadar o yere akmak bulunmadı
ise de. Artık gerisini sen düşün!
Yine Sadru'ş-Şerîa'
(Rh.A.) nın; «İbareyi hasene (yâni güzel ibare) şöyle demekle olur : İki
yoldan veya iki yoldan başkasından çıkan pislik, temizleme hükmü lâhık olan
yere varmaktır, eğer pis ise akar»
sözünün zayıflığı
açıktır. Çünkü bu sözün temeli, dışarı çıkmanın, akmaya aykırı olmasıdır. Bu
durumda onun fesadı belli olmuştur. Çünkü «dışarı çıktı» sözünden sonra, «aktı»
sözü fazla ve gereksiz olur. Şu halde, ibareyi hasene Yüce Allah' (C.C.) in
yardımı ile bizim seçtiği-mizdir.
«Pisliğin çıkması»
sözü, şundan ayırdetmedir: Şayet abdestliye bir iğne batsa ve kan yaranın başı
üzerine yükselip fakat akmasa, ab-desti bozmaz. Çünkü o, dökülüp akıtılmamış
olduğu için pis değildir. Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın (İlâ mâ yutahharu) sözü şu
hususlardan korunmak içindir.
a - Sidik
zekerin kamışına, ulaşsa da meydana çıkmasa abdesti bozmaz.
b- Yine
,abdestlinin gözünde kabarcık, yâni çıban olsa ve kanı gözünün diğer tarafına
ulaşsa abdesti bozmaz. Yine kan burnun yumuşağından yukarısına aksa, abdesti
bozmaz. Ama burunun yumuşak yerine aksa abdesti bozuctfdur. Çünkü istinşâk
(burna su çekmek) cenabette farzdır.
3- Yelin
veya kurdun veya küçük taşın arkadan çıkması abdesti bozar. Musannifin yeli
zikretmesinin sebebi şudur: Çünkü yel arkadan çıkar, halbuki pis değildir. Bununla
beraber o, pisliğe komşu olmakla abdesti bozucudur. Kurdu ve küçük taşı
zikretmesinin sebebi şudur ; Çünkü onlar ile beraber olan pislik, her ne kadar
az ise de, ön ve arka yolda (sebîleynde) hadestir.
4 - Yelin
önden ve zekerden çıkanı abdesti bozmaz. Çünkü o pisliğin yerinden çıkîmaz.
5- Yaradan
çıkan kurd abdesti bozmaz. Çünkü yaradan çıkan kurdun üzerinde olan pislik az
bir şeydir. Bu ise, ön ve arka yollardan başkasında hades değildir.
6 - Yaradan
düşen et parçası da abdesti bozmaz.
7- Ağız dolusu
safra kusmak abdesti bozucudur. Ağız dolmak, güçlükle tutmaktır. Hattâ, eğer
güçlükle tutmasa çıkıverirdi. Bir kavide, «Ağızın dolması, konuşmaktan
menetmesidir» denmiştir.
8 - Ağız
dolusu aiâk kusmak da abdesti bozar. Alâk, lügat yönünden, donmuş kana derler.
Fakat burada murâd, sevdadır. Bundan
dolayı, onda ağızın dolmasına itibâr edilmiştir.
9- Ağız
dolusu, yemek veya su kusmak da abdesti bozar.
Musannifin buna itibâr
etmesi; Hidâye'de söylenen şu sözden dolayıdır. Orada : şüphesiz hurûc yâni
iki yoldan başkasından pisliğin çıkması temizleme hükmü lâhık olan yere
akmakla tahakkuk eder. Kusmakda ise ağzın dolmasıyla gerçekleşir, deyip ondan
sonra : Ağzın dolması, zabtı ancak güçlükle olur bir halde olmasıdır. Çünkü
zahiren çıkmış olur. O hâlde çıkmış sayılmıştır, denmiştir,
Hidâye'nin; «Çünkü o,
zahiren çıkar, o halde, çıkmış sayılır.» sözüne itiraz edilmiştir. Şu bakımdan
ki; gâlib olan zahiri tahakkuk etmiş gibi kılmak ancak zaptedilmeyen şeyde
olur. Seferin güçlük yerine geçmesi gibi. Veya üzerine ıttıla hâsıl olmayan
şeyde olur. Erkeğin uzvunu kadının uzvu içine girdirmesinin inzal (boşalma)
yerine geçmesi gibi. Fakat zahir hulunan munzabıtta, gâlib olan zahir tahakkuk
etmiş gibi kılınmaz. Nitekim bizim bahsimizde olduğu gibi. Çünkü kusmuğun
ağızdan çıkmasını görmek güç olmaz. Şu halde ağız dolusunu, dışarı çıkmak
(hurûc) yerine nasıl koyar? Bilhassa, kusma ağız dolusu olup ondan sonra
güçlükle dışarı çıkmaktan menedilmesi suretinde çıkmaması katidir. Ona nasıl
bozar hükmü verilir? Kusmuk ağız dolusundan az, fakat ağızdan çıkarsa, çıkmak
yüzde yüz malumdur. Bozulmadığını söylemek illeti nakzdır.
Ben derim ki: Bunun
esâsı (Liennehû) nun zamirini kusma (kay') lafzına râci kılmasıdır. Halbuki
öyle değildir. Bilâkis zamir, pisliğe (necese) râcidir. (Liennehû); (Ve bi
mil'H femî fil kay' i) sözü için delildir. İmdi mânâ şudur : Pisliğin çıkması
kusmada ağız dolusu ile tahakkuk eder. Çünkü bu takdirde neces (pislik) zahiren
çıkar. Zira bu kusma ancak midenin dibindendir. Bu durumda zahir olan şudur:
Kusmak pisliğe uğramıştır, (onunla birlikde bulunmuştur.) Az kusmak ise bunun
hilafıdır. Çünkü o, midenin' yukarısındandır. Şu halde necese (pisliğe)
uğramamıştır. Bu hususun böylece bilinmesi gerekir. Zira Hidâye sarihleri bu
hususun halline girişmemişlerdir. Halbuki bu hususun halli gerekir.
10-
Zikredilen şeylerin, kusmada ağız dolusu olması, abdesti bozucu olduğu gibi,
kan (dem) kusmak da abdesti bozucudur. Lâkin onun, sıvı olduğu için pisliği
meydanda olduğundan, ağız dolusu olması şartı yoktur. İrin kusmak da abdesti
bozucudur.
Her ne kadar, kan ve
irin tükürük ile karışık olsalar da, abdesti bozucudurlar. Fakat kan ve irin
tükürüğe gâlib olurlarsa veya eşit olurlarsa abdesti bozarlar. Eğer tükürük
onlara gâlib olursa abdesti bozmazlar.
11- Balgam
kusmak, abdesti mutlak surette bozmaz. Yâni o balgam, gerek başdan-insin ve
gerek mideden çıksın, gerek ağız dolusu olsun ve gerekse olmasın abdesti
bozmaz. Çünkü kayganlığı olduğu için pislik onun içine giremez. Ancak İmâm Ebû
Yûsuf (Rh.A.) a gÖ-re, karından çıkıp ağız dolusu olan balgam, pisliğe
yakınlığı sebebiyle, pislendiği için abdesti bozar.
Eğer balgam, yesmekle
karışık olursa, galibe itibar edilir ve kusmak ağız dolusu olursa abdesti
bozar. Eğer balgam yemeğe gâlib (daha çok) olursa bozmaz. Ancak, İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.) a göre, ağız dolusu olursa bozar.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
a göre, ayrı yerlerde olan kusmalar birbirine eklenir. İmâm Muhammed' (Rh.A.)
e göre ise, kusmanın ayrı ayrı olan sebebi toplanır. Yâni abdestli kimse, toplandığı
takdirde ağız dolusu olacak şekilde ayrı ayrı kussa, abdesti bozulur.
İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.),1 yerin (meclisin) birliğine itibâr eder. Bu durumda eğer kusma, bir
yerde ağız dolusu hâsıl olursa, her ne kadar gaseyan (bulantı, kusma sebebi)
çeşitli olsa da, ona göre, abdesti bozar. İmâm Muhammed (Rh.A.), sebebin bir
olmasına itibâr eder. O da gaseyandır. Eğer ağız dolusu hâsıl olursa, her ne
kadar ayrı ayrı olsa da, ona göre abdesti bozar.
12- Kusmuk
ve kusmuğun benzerinden hades
olmayan şey pislik değildir. O hades olmayan şey, ya kusmuktur, nitekim
bilirsin ki, kusmuğun azı midenin yukarısından çıkar ve midenin yukarısı necaset
yeri değildir, veya o p.is olmayan şey kandır. Kanın azı mes-fûh (akıtılmış)
olmamakla âyet-i kerîme
ile haram kılınmamıştır. Şu halde pis de olmaz. Amma,
mesfûh olmayan kanın insanda haram olması, etinin haram olmasına binâendir.
Öyleyse pis olmasını gerektir-, mez. Çünkü bu haram olma, insanın kerameti
(kıymeti) içindir. Yoksa pis (necîs)
olduğu için değildir. Öyleyse, insanda mesfûh olan kan, haram kılınmış
olmasıyle beraber, aslen temizdir.
13-
Abdestlinin şuur gücünü yokeden uyku da zikredilenler gibi, abdesti bozar. Bu
uyku, oturağı yerden ayrılmış şekilde uyumaktır. Bu da yanı üstüne yatıp uyumak
yâni iki yanının birini yer üzerine koyarak uyumak veya iki oturağı (kaba
eti)nm birisi üzere uyumak, veya kafası üzere yattığı halde uyumak, veya yüzü
üzere kapanıp uyumaktır.
Şüphesiz şuur gücü yok
olduğu zaman âdeten, uyuyan kimse kendisinden çıkan bir şeyin farkına varmaz.
Âdet ile sabit olan şey ise, teyakkun (kesin bilgi) gibidir.
Ayakta veya oturma
hâlinde ya da rükû veya secde hâlinde karnını iki uyluğundan kaldırıp,
pazularım iki yanlarından uzaklaştırıp uyuşa, bu şekillerde olan uyku, eğer
şuur gücü gitmezse, mutlaka abdesti bozmaz. İmâm Şafiî (Rh.A.) bunun aksi
görüştedir.
Velev ki bir kimse
namazda kasden uyumuş olsun. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) bunu benimsememiştir.
Uyuyan abdestli
kimsenin dayandığı şey alınınca düşerse, onun uykusunda ihtilâf edilmiştir.
Hidâfe sahibi, abdesti bozan şeyleri sayarken : «Abdestli kimse bir şeye
dayanarak uyur da, o şey alınınca düşerse, o uyku onun abdestini bozar.»
demiştir.
Hidâye sarihleri; «Bu
mesele İmâm Tahâvî' (Rh.A.) nin ihtiyar eylediği şeylerdendir, Mebsût'un
rivayetinin aslından değildir,» demişlerdir.
Muhît'de «Eğer o şeye
dayanıp uyuyan kimsenin oturağı yer üzerine yerleşmiş değil ise, hades vâki
olur. Eğer yer üzerine yerleşmiş ise, hades vâki olmaz. Esah olan söz budur»
denmiştir.
Yine Muhît'de «Eğer
abdestli olan, ayakta olduğu halde veya oturduğu halde uyurken düşse, eğer
düşmezden veya düşerken veya düştüğü anda uyanırsa abdesti bozulmaz. Uyurken
düşüp karar kıldıktan sonra uyanırsa, abdesti bozulur. Eğer abdestli, bir
çıplak hayvan üzerinde uyuyorsa, eğer hayvan yokuş yukan ve düz yerde giderken
uyumuş ise hades vâki olmaz. Yokuş aşağı yerde giderken uyumuş ise hadesdir,»
denmiştir, ,
14-
Bayılmak.ve yürümede sallantı meydana getiren sarhoşluk abdesti bozar.
15- Delirmek
de abdesti bozar.
Bayılmak ve
sarhoşluğun abdesti bozucu olmalarına sebeb, bunlar ile şuur gücünün yok
olmasıdır. Delirmenin abdesti bozmasının sebebi, başkasından hadesi
ayırdedejnediğinden dolayıdır.
16- Baliğ
olup namaz için aldığı abdest (mübaşereti vudû') ile uyanık olarak kâmil bir
namaz kılan kimsenin kahkahası abdesti bozar.
Kahkaha : Sahibinin ve
yanında bulunan kimsenin işittiğidir.
Dıhk (gülmek) ise :
Ancak kendisinin işittiğidir. Bu, abdesti bozmaz, ancak namazı bozar.
Tebessüm (gülümsemek)
ikisini de bozmaz.
Namaz için aldığı
abdest (mübâşeret-i vudû') demek, gusül (boy abdesti) sırasında alman abdeatten
ayırdetmek içindir. Çünkü bu abdest, kahkaha ile bozulmaz. Kâmil namaz ile
murâd, rükû ve sücûd" sahibi olan namazdır. Çünkü bu konuda vârid olan
nass, Resûlüllah' (S.A.V.) in şu sözüdür: . '
«Haberiniz olsun ki,
sizden biriniz kahkaha ile gülerse, abdesti ve namazı iade etsin.» Bu,
mutlak olarak namaz hakkında vârid olmuştur. Şu halde onun üzerine
hasrolunmuştur.
Kahkahadan başkası,
yâni gülmek ve tebessüm abdesti bozmaz. Sabî'nin, uyuyanın, gusletmiş olanın
kahkahası ve namazın dışındaki kahkaha abdesti bozmaz. Cenaze Namazında ve
tilâvet secdesinde kahkaha ile gülmek, her ne kadar Cenaze Namazı ile tilâvet
secdesini if-sâd ederse de abdesti bozmaz.
Kâmil najmazda olan
kahkaha, her ne kadar teşehhüdden sonra ve selâmdan Önce olsa da abdesti bozar.
Çünkü bu takdirde kahkaha, namaz içinde olmuş olur. Ancak, eğer musallî
kahkahayı kasden yapmış olursa bozmaz, Zira bu surette kahkaha, kendi sun'iyle
(fiiliyle) namazdan çıkış olur. Nasıl olursa olsun, şüphesiz namaz kendi sun'u
ile çıkmakla tamâm olur. Bunun
açıklaması yakında gelecektir.
Şayet İmâm namazdan
ka&den kahkaha ile çıksa, İmâjma uyan kimsenin kahkahası abdestini bozmaz.
Çünkü imâmın kendi sun'iyle çıkması, imâma uyan kimse için de kendi sun'iyle
çıkmak sayılır. Yok, eğer o imâma uyan kimse mesbûk (sonradan uyan) olursa,
onun kahkahası abdestini bozar. Çünkü bu takdirde onun kahkahası kendi namazı
esnasında olur.
17-
Mübâşeret-i fahişe de abdesti bozar. Mübâşeret-i fahişe : Erkek ile kadın
çıplak oldukları halde, erkeğin zekeri kabarıp kadının tercine dokunmasıdır.
Bu takdirde, erkeğin ve kadının ikisinin de abdest-leri bozulur.
Erkeğin, kendi
zekerine ve kadına dokunması abdesti bozmaz. Çünkü zekere dokunmak (mess) ve
kadına dokunmak, bize göre, abdesti bozucu değildir. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye
göre, abdesti bozucudur.
18 -
Abdestlinin bedeninde bir kabarcık deşilip su veya suya benzer san su veya kan
aksa, onun abdesti bozulur.
Eğer su akmayıp
yaranın başına yükselse de o yükselen su gideril-se -öylekî, şayet o su
giderilmeyîp bırakılsa akacaktır- o kimsenin abdesti bozulmuş olur. Eğer terk
olunduğu zaman akmazsa, bozulmuş olmaz,
19-
Abdestlinin kulağından irin çıksa, eğer ağrı ile çıktıysa onun abdesti bozulur.
Çünkü yaradan çıkmıştır. Eğer ağrısız çıktıysa bozulmaz.
20-
Abdestlinin gözünde ağrı veya zayıflık olsa,
(Ameş : mîm'in fethiyle, çok vakit, gözün yaşı akmasıyle beraber görme
zayıflığına derler — Eğer o gözden yaş çıkarsa abdesti bozar. O
yaşın çıkması devamlı olursa, o kimse
özür sahibi olur. Bunun açıklaması ileride gelecektir. Nitekim gözde garb
(gözyaşı kanalı) denen bir damar vardırki gözü sulandırır ve asla kesilmez.
1- Baliğ
olup abdestsiz olan kimsenin, her ne kadar yazısız olan beyazı da olsa,
Mushaf-i Şerifi elle tutması caiz olmaz. Ancak kılıfı ile tutarsa, kılıf
Mushafa bitişik de olsa caiz olur.
«Kılıfı ayrı olursa caiz olur.» diyenler de vardır. Çanta ve çantanın
benzeri gibi. Esah olan kavi, birincisidir.
Muhit'de ve Kâfî'de böyle açıklanmıştır. Hidâye'de ikinci kavi
seçilmiştir.
2- Mushaf-ı
Şerifi, yen (yâni elbisenin kolu) ile tutmak mekruh değildir. Mekruhtur,
diyenler de vardır.
Muhît'de denmiştir ki:
Bizim üstadlanmızdan bazıları, cünûb ile hayızlmm Mushafı yen'i ile tutmasını
kerih gördüler. Âmmeyi fukahâ ise, mekruh olmaz, dediler. Çünkü haram olan
tutmak, Mushafa eliyle yapışmaktır. Yâni hâilsiz (vasıtasız) tutmaktır. Kâfî sahibi
de, yen ile tutmanın mekruh olmadığını tercih etmiştir. Hidâye sahibi ise
mekruh olmasını tercih etmiştir.
3 -
Şer'i kitapları, abdestsiz
olan kimsenin eliyle
tutmasına (veya
dokunmasına) izin verilmiştir. Ancak tefsir kitaplarım tutmasına izin
verilmemiştir. Bunu Mecmau'l Fetâvâ sahibi ve diğerleri söylemişlerdir.
4 - Yine
abdestli olmayan kimse için, üzerinde sûre olan parayı
(akçayı) elle tutmak
caiz olmaz. Fukahâ, sûreden maksat âyettir, demişlerdir. Ancak, eğer kese ile
tutarsa caiz olur. Her ne kadar abdestsiz olarak âyetin okunması caiz olmuş
-ise de, abdestsiz olan kimsede, tutmak ile okumak arasında fark vardır. Çünkü
hades eli meneder, ağzı menetmez. Hattâ eli yıkamak vâcib olur, ağzı yıkamak
vâcib olmaz. Cünüb ile hayızlıda el ile ağız müsavidir. Çünkü cenabet ile hayz,
ele ve ağıza girmişlerdir. Hattâ cenabet ile hayzda, ikisinin de yıkanması
vâcib olur. Göz için suâl vârid olmaz. Çünkü cünübün okumaksi-zın Mushaf'a
bakması helâldir. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
5- Abdestî
olmayan kimsenin herhangi bir mescide girmesi ve Kâ'be'yi tavaf etmesi de
mekruhdur. Tatârhâniyye'de böyle zikredilmiştir.
Mescide girmenin ve
Kâ'be'yi tavafın abdestsiz kimseye haram olmamasının sebebi, bu ikisinin
hürmetinin (haramiliğinin) hayz ve cenabet gibi hades~i ekber ahkâmından
olmasındandır.
Burada farz ile murâd,
itikadı ve amelî farzı kapsayan şeydir. Amelî farz, fevt olmasıyle cevaz fevt
olan şeydir.
Guslün farzı: Ağızı,
burnu ve bütün bedeni yıkamaktır. Rattâ esah kavide, kulfe'nin içini, yâni
sünnet derisinin içini de yıkamaktır.
Yine göbeği, kaşı,
bıyığı ve sakalın hepsini yıkamak da gerekir.
Yâni sakalın aralığına
suyu eriştirmek vâcibdir. Nitekim sakalın diplerine ulaştırmak vacip olduğu
gibi. Çünkü bunda sıkıntı ve güçlük yoktur. Muhit'de böyle zikredilmiştir.
Fercin dışını da
yıkamak gerekir. Hulâsa'da böyle zikredilmiştir.
Bunun açıklaması
şöyledir; Yüce Allah' (CC.) in (
(Fetahharû «Tertemiz
yıkanın.» emri, mübalağa sîgası ile bedenin zahirinde olan şeyin -her ne kadar
bu bir bakımdan zikredilen şeyler gibi ise de- yıkanmasının vâcib olmasını
gerektirir.
Göz gibi ve kapanmış
delik gibi, yıkanmasında güçlük olan şeyin yıkanması farz değildir. Çünkü
sıkıntı ve güçlük veren şey, Yüce AHah' (CC.) in, «(Allah) dinde sizin için bir
güçlük kılmamıştır.»
kavli şerifi ile hâriç bırakılmıştır.
Muhît'de zikredildi
ki: Eğer küpenin deliğine su ulaşmayıp ancak güçlük ile girse ve yine küpeyi
çıkardıktan sonra deliği, küpe ona güçlükle girecek şekilde kapanmış olsa,
bunda sıkıntı ve güçlük olduğu için yıkanması farz olmaz.
Yine gözü yıkamadaki
güçlük gibi, kadının saç örgüsünü çözüp ıs-latmakda da güçlük vardır. Bunda,
şayet örgü çözülmüş olursa, yıkanmasının vâcib olduğuna işaret vardır.
Güçlüğü gidermek için
örgünün diplerini ıslatmak yeter. Fakat erkeğe; örgüsünü çözmesinde güçlük
olmadığından, ihtiyaten yıkaması vâcib olur. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Guslün sünneti:
Abdestin sünnetinde zikredilen; niyet, Besmele ve iki eli yıkamakla
başlamaktır.
Yine guslün sünneti,
ferci ve eğer bedende pislik varsa onu yıkamak; Suyu abdest uzuvlarının
hepsine kullanmaktır. Anca>: ayakları kullanılmış su toplanan yerde ise, iki
ayaklan müstesnadır. Bu ifâde bazılarının, «İki ayakları müstesna, bütün abdest
uzuvları yıkanır» sözünden daha güzeldir. Çünkü abdest uzuvlarının hepsi yıkanmış
değildir. Belki bazısı meshedilmiştir. Abdest almak (tevaddî) lafzında, namaz
abdestinde olduğu gibi, gusülde de başına mesh edeceğine işaret vardır. Bu,
zahir rivayettir.
Eğer gusleden kimsenin
ayaklan kullanılmış su toplanan yerde ise yıkamaz. Eğer satıh üzerinde yâni
yüksekçe bir yerde ise ayaklarını da yıkar.
Ondan sonra suyu
dökmeyi üçerlemektir. Yâni her ne kadar pislik, giderilse de, döktüğü su bütün
bedenini kaplayacak şekilde üçer kere dökmezse, gusl, mesnûn (yâni sünnet
üzere) olmaz.
Esah kavilde, sağ
omuzundan başlayarak, ondan sonra sol omuzu-na, ondan sonra .başına döküp
üçerlemektir.
Musannifin «esah
kavide» demesi, Mi'râc'ud-Dirâye'de; bazılarının sağ omuza üç kere döküp
başlar, sonra başına, sonra sol omuzuna döker. Bazılarının da, başdan başlayıp
üçerler, dediği sözden ayırdetmek içindir.
Bundan sonra bedenin
geri kalanına su dökmektir. Sonra abdes-ti tamamlamak için ve kullanılmış sudan
temizlemek için ayaklarını yıkar.
Yine guslün sünneti,
bedeni ovmaktır. Çünkü sünnetten murâd, farzı yerinde kâmil (tam) kılmaktır.
Bedeni ovmak ise, tamamlamaktır.
Gusülde bir uzvun
yaşlığını diğer uzva nakl, su damladığı zaman :sahîh olur. Yukarıda açıklanan sebebden
dolayı bu, abdestte sahîh olma-imıştır.
Her ne kadar meninin
çıkması uykuda da olsa, yerinden şehvet ile ayrılmış olan meninin çıkmasıyle
gusül farz olur. Şehvet iîe kaydına sebeb şudur .: Eğer o ağır bir şey yüklenmek
ve buna benzer bir şey sebebiyle çıkarsa gusül farz olmaz. İmâm Şafiî (Rh.A.)
aksini kabul edip «Farz olur» demiştir.
Yerinden şehvet ile
ayrılmış olan meni, her ne kadar, bedenin dışına şehvet ile çıkmamış olsa da
gusül farz olur. Musannifin defk'ı yâni fışkırtmayı zikretmemesinin sebebi İmâm
A'zâm (Rh.A.) ve İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, fışkırtma şart olmadığı
içindir.
Yine gusül âdeminin
(yâni insanın) uzvunu diğer bir insanın uzvuna girdirmesiyle (idhâliyle) farz
olur. Âdemi kaydı, cinnî (yâni cin) nin idhâlinden ayırdetmek içindir. (Cinleri
bu hükümden hariç kılmak içindir.)
Muhît'de şöyle
zikredilmiştir : Şayet bir kadın; «Benimle beraber bir cin vardır ki bana
gelir, kocam ile cinsî münasebette bulunduğum zaman bulduğum şeyi nefsimde
bulurum» dese, guslün sebebi olan gir- > dirme veya ihtilâm bulunmadığı
için, o kadına gusül vâcib olmaz.
Haşefeyi (sünnet yeri,
kertik) veya haşefenin kesilen yerinden haşefe miktarını, diri olan insanın
iki yolundan birine sokmakla gusül farz olur. Musannifin, insanın (âdeminin)
iki yolu (sebîleyni) demesi, diğer hayvanlardan onu ayırmak içindir. Çünkü
haşefeyi veya haşefenin kesilen yerinden haşefe miktarını hayvanâtın iki
yolundan birine soksa, istek az olduğu için gusül gerekmez.
Musannifin, diri
(hayy) kaydı, ölünün iki yolundan birine girdir-mekden ayırdetmek içindir.
-Çünkü (inzal olmadıkça) hayvanda gusül vâcib olmadığı gibi, ölüde de vâcib
olmaz.
Her ne kadar meninin
inzali olmasa da, âdemîden mükellef olan fail ve nıef'ûl üzerine girdirmekle
gusül vâcib olur. Çünkü bunun benzerinde gâlib olan inzaldir. Şu halde
ihtiyaten gusül vâcib olur.
Eğer uykudan uyanan
kimse, menî veya mezî görürse yine gusül farz olur,
Mezî, ince bir suya
derler ki, erkek, karısı ile oynaştığı zaman çıkar.
Her ne kadar, o uykudan
uyanan kimse, ihtiiâmı hatırhyamasa da, gusül farz olur. Çünkü zahir olan şudur
ki; o gördüğü şey menidir. Ona hava isabet etmekle incelmiştir. Şayet ihtiiâmı
hatırlar ve lezzetini de hatırına getirir, fakat yaşlık görmezse, gusül farz
olmaz. Çünkü o hatırlama, inzâlsiz uyanıklıkdaki (tefekkür) gibi uyurken
tefekkürdür.
Zahîre'de zikredildi
ki; şayet bir kimse uykudan uyanıp uyluğunda veya döşeğinde yaşlık bulsa, eğer
ihtiiâmı hatırlarsa ve o yaşlığın menî veya mezî olduğunu kesinlikle bilirse,
gusül vâcib olur. Eğer o yaşlığın vedî olduğuna kesin bilgi hâs i ederse, gun\
vâcib olmaz. Eğer ihtiiâmı hatırlamayıp o yaşlığın vedî olduğunu kesinlikle
bilirse, gusl vâcib olmaz. Bu durumda, o yaşlığın menî olduğunu kesin olarak
bilirse, gusl vâcib olur. Eğer, o yaşlığın menî veya vedî olduğunda şüphe
ederse, yine böylece İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, gusl
vâcib olur. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); «İhtiiâmı hatırlamadıkça vâcib olmaz. Çünkü
aslolan zimmetini berî etmektir. Zimmeti berî etmek de ancak yakın ile vâcib
olur» demiştir. Kıyâs da budur.
İmâm A'zam (Rh.A.) ile
İmâm Muhammed (Rh.A.) meseleyi ihtiyatla almışlardır. Çünkü uyuyan kimse
gafildir. Menî ise bazan hava ile incelip mezî gibi olur. Şu halde ihtiyaten o
kimseye gusl vâcib olur.
Keza, erkekde
zikredilen ahkâm ne îse, kadın dahî esah kavide, erkek gibidir. «Esah kavi»
denmesi, söylenen şu sözden ayırdetmektir: Şayet kadın ihtilâm olup ondan, menî
çıkmaz da inzalin lezzetini bulur ise, o kadına gusl vâcib olur. Çünkü kadının
suyu, sadrından (göğüs bölgesi) rahmine iner. Erkek bunun tersi olup gusl hakkında
meninin görünmesi şarttır. Zeylaî' (Rh.A.) de böyle söylemiştir.
Erkek, zekerinin
ucunu, bîr bez ile sarılı olduğu halde soksa, eğer o adam cima lezzetini bulur
ise/gusl vâcib olur.
Gusl, hayzın ve
nifâsın kanı kesildiği vakitte farzdır. Mezî ve vedî-nin çıkmasıyle farz
olmamıştır. Vedy : Dâl-ı mühmelenin sukûniyle sidiğin ardından çıkan galîz
(koyu) sudur.
Hukne yâni makattan
ilâç şırıngası, dübüre parmak, taş ve ağaçtan parmak gibi bir şeyin
sokulmasıyle de gusl vâcib olmaz.
İnzâlsiz, hayvanı vat*
(temas) etmekle, istek az olduğu için, gusl vâcib olmaz. Nitekim daha önce
anlatılmıştı.
Bir adamın,
arsalık bir
karısı olup cinsî münâsebette bulunduğu zaman bekâretini izâle edemese, inzal
olmadıkça ikisinin de üze; xine gusl vâcib olmaz. Çünkü bakirelik, erkek ve
kadının sünnet yerlerinin kavuşmasına (iltikâ-ı hitâneyne) engel olur.
El-Mübtegâ' de böyle zikredilmiştir.
Ölüyü yıkamak, diri
olan kimseye, kifâye yoluyla vücûben lâzım olur. Hattâ bazı kimseler ölüyü
yıkasa, hepsinden vücûb düşer. Eğer bazısı yıkamazsa, hiçbirinden vucûb
düşmeyip hepsi günahkâr olur.
Cünub iken Müslüman
olan adama ve hayızli olduğu halde Müslüman olan kadına gusl vâcib olur. Bazıları
«İslâm'a giren cünûb ve hayızhnın guslleri mendubtur» demişlerdir.
înzâl ile baliğ olan
kimseye de gusl vâcib olur. Bulûğuna yaş ile hükmedilen kimse için gusl vâcib
olmamıştır.
Bir kavle göre :
«Gusl, bulûğ ile vâcib olmaz. Vucûb, bulûğdan sonradır ve bulûğ ise inzalden
sonradır. Bu durumda eğer bulûğ ile gusl vâcib olsa, hükmün sebebe takdim
edilmiş olması gerekir.»
Biz deriz ki: înzâl,
kuvvetlerin olgunlaşmasına delildir. Öyleyse vucûbu izhâr edici olur. Yoksa
gusl lâzım gelmesi için vucûbu ispat edici olmaz.
Bir kadın çocuk
doğurup kan gormese, gusl vâcib olur. Çünkü o kadın, eğer kan' görse gusl,
vâcib değil farz olur. Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir.
Sahîh olan kavle göre,
Cuma Namazı için gusl sünnettir. «Cuma günü için», denilen sahîh değildir.
Bayram için, Hac
yolunda ihram için, ve Arefe için gusl sünnettir.
Musannif, Bayram (id)
lafzında, (için) mânâsına gelen (lam) ı, gusIün, Bayram Namazı için sünnet
olduğu anlaşılmasın diye tekrarlamıştır.
Gusl, temiz olduğu
halde İslâm'a giren kimse için veya yaş ile bulûğuna hükmedilen kimse için
mendûbdur. Yakında (Kitâbu'1-Hıcr) da açıklaması gelecektir ki, fetva, küçük
oğlan ve kızda bulûğ yaşının 15 yıl olduğu husûsundadır.
Delirmek (cünûn)
hastalığından iyileşen kimse için de gusl men-dûbdur.
Mekke'ye girmek için,
Müzdelife için, Küsûf Namazı ve İstiskâ Namazı için gusl rnendâb olmuştur.
Kadın ister zengin
olsun, ister fakîr olsun, kadının gusl ettiği suyun parasının kocası üzerine
vâcib olmasında ihtilâf edilmiştir.
Mescide ginıiek,
içinden geçmek için de olsa, cünub olan kimseye haramdır. İmâm Şâfü (Rh.A.)
bunu benimsememiştir.
Cünub olarak mescide
girmek, ResûlüUah' (S.A.V.) in,
«Şüphesiz ben, bayızh
ve Cünub için mescide girmeyi helâl görmem.»
buyurmasından dolayı haram olmuştur. Ancak zaruretten dolayı haram olmaz.
Meselâ evin kapısının mescid hareminde olması
gibi.
Cünub veya hayızlı
kimsenin, Kâ'be'yi tavaf etmesi de haramdır.
Çünkü tavaf mescidde
olmaktadır. Vukuf, Haccın rükünlerinin
en kuvvetlisi iken, cünüb için caiz olunca, tavafın da cünub kimse için en
uygun yol olarak caiz olması anlaşılmasın diye, Musannif, cünub ve hayızlmm
mescide girmesi haramdır, dedikden sonra tavafı zikre ihtiyâç duymuştur.
Kâfî'de böyle zikredilmiştir. Çünkü Mescid-i Haram, emr-i ânzdır (sonradan
meydana gelmiştir.) Malûmdur ki: İbrahim Aleyhîsselâm zamanında Mescid-i Haram
yoktu. Eğer mescidin olmadığı kabul edilse, cünub ve hayızlı için tavaf caiz
olmaz. Müstasfâ'da böyle zikredilmiştir.
İmâm Serûcî' (Rh.A.)
nin, Gâyet'ül-Beyân'mda zikredilen: «Bu sebeble, tavafa ahdi bozmak girdiği
için, cünub ve hayızlı olanlar üzerine dem (kurban) icâb etti, yoksa dem,
cünub ve hayızlımn mescide girmelerinden dolayı icâb etmedi.» sözü bunu teyid
eder,
Cünub ve hayızlımn
Kur'ân okuması haramdır. Kur'ân okumanın miktarında ihtilâf edilmiştir. Bu
hususta, «Bir âyet miktarı okumak haramdır» ve «Bir âyetten eksik okusa da
haramdır» diyenler vardır.
Kur'ân okumak kâsdıyle
okursa haramdır. Fakat cünubun zikr ve sena kâsdıyle okuması, meselâ,
(Bismillâhirrahmanirrahim;
Elhamdülillah! rabbll âlemin) demesi ve Kur'ân'ı harf harf ta'lîm etmesi gibi
ki, bu surette ittifâkan mahzur yoktur. Muhît'de böyle zikredilmiştir.
İçinde Kur'ân olan
levha ve evrak gibi şeyleri elle tutmak ve taşımak da harâmdîr. Cünub ve
hayızlımn, duaları okumasında, onları elle tutmasında ve taşımasında, Yüce
Allah' (C.C.) m adını anmasında ve tesbihde, ellerini ve ağzını yıkadıktan
sonra yiyip içmesinde mahzur yoktur. Uyurken duaları okumasında da mahzur
yoktur.
Cünub olan kimsenin,
gusl etmezden önce kansıyle tekrar cinsî münâsebette bulunmasında mahzur
yoktur. Ancak eğer ihtilâm olmuş ise bu surette, yıkanmazdan (yâni guslden)
Önce kansıyle cinsî münâsebette bulunması caiz değildir. EI-Mübteğâ'da böyle
zikredilmiştir.
Cünubun, Kur'ân'ı
yazması da mekruhtur. El-İzâh'da zikredilmiştir ki: İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a
göre, şayet sayfa veya levha ya da (sahîfenin üzerine konduğu) destek yer
üzerinde olursa,
cünubun Kur'ân-ı yazmasında mahzur yoktur. Çünkü yazan, Kur'ân'ı taşıyıcı
değildir ve yazmak da harf harf olmuştur.
İmâm Muhammed (Rh.A.)
: «Cünub için uygun olan harf harf de olsa, Kur'ân'ı yazmamaktır. Çünkü
harfleri yazmak okumak yerine geçer» demiştir.
Cünubun, Tevrâti,
Zebûru ve İncili okuması da mekruhdur. Kunut duasını okuması mekruh değildir.
Çünkü o diğer dualar gibidir.
Yukarıda geçtiği
üzere, cünubun, Kur'ân'ı yen (yâni kol ağızı) ile tutması mekruh değildir.
MushaSı, çocuklara
vermek mekruh değildir. Çünkü çocukların ab-dest ile tekliflerinde güçlük
vardır. Bulûğ çağına kadar ertelenmesinde ise Kur'ân'm hıfzını azaltmak vardır.
Şu halde zaruretten dolayı çocuklara Kur'ân'ı vermeye izin verilmiştir.
Musannif, abdest ve
guslün hükümlerini açıklamayı bitirince, ab-dest ve guslün yapıldığı şeyleri
açıklamaya başladı ve dedi ki :
Abdest ve gfusl; deniz
suyuyla, pınar, kuyu, yağmur ve eriyen kar sulan ile ve güneşin sıcaklığı ile
kasden ısıtılmış su ile câîz olur.
Bu hususta, «Güneşde
ısınan su ile abdest ve gusl mekruh olur» diyenler de vardır. Bunu söyleyen;
İmâm Şafiî (Rh.A.) ve Ebu'I-Hasen et-Temîmî' (Rh.A.) dir.
Musannifin (kasden)
öemesinde şuna işaret vardır: Şayet ısıtmak kasd olunmasa, ittifakla mekruh
olmaz.
Kendisinden tuz
çıkarılan su ile abdest ve gusl caiz olur. Uyûn'ul-Mezâhib de böyle
zikredilmiştir. Tuzun suyu ile caiz olmaz. Hulâsa'da böyle zikredilmiştir.
İkisinin arasındaki
fark şudur : Birinci sudan tuz meydana gelir bu, asli tabiatı üzere kalır.
İkincisi, yâni tuzdan hâsıl olan su, başka bir tabiata dönüşür.
Yukarıda zikredilen
suların her birinde; arı, akreb, bit, sinek ve bunların benzeri gibi, akıcı
kanı olmayan hayvan düşüp ölmüş olsa da, bu sular ile abdest ve gusİ caiz olur.
Yine suda meydana
gelen; balık, yengeç, kurbağa ve bunların benzeri hayvanlar, suda ölmüş
olsalar, suyu bozmazlar. Kara kurbağası, deniz kurbağası ile hükümde aynıdır.
Bu hususta «Kara kurbağası suyu bozucudur» diyenler de vardır.
Bu hayvanlar, suyun
dışında ölüp suya atılmış olurlarsa, yine bozmazlar. Yâni sahih kavide, suyun
içinde ölmeleriyle suyun dışında ölüp suya atılmaları arasında fark yoktur.
Karada doğup suda
yaşayan' kaz ve ördek gibi hayvanlar, suyun içinde ölseler, o su ile abdest ve
gusl caiz olmaz. Çürikü bunlara benzeyenlerin suda, Ölmesi o suyu bozar. Sıvı
olan diğer şeyler de, mezkûr
hükümdeki, su gibidir.
.
Zikredilen sulardan
birinin vasıfları yâni ; rengi) tadı ve kokusu, beklemekten dolayı değişse
veya onu temiz, bir katı (câmid) madde değiştirse, o su ile abdest ve gusl caiz
olur. Câmid kaydı, sıvı (mayi') dan ayırdetmek içindir. Yakında açıklaması
gelecektir. Bir çok ulemânın ibaresi, «Yahut onun vasıflarından birini temiz
bir şey değiştirse» diye vâki olmuştur.
Hidâye sarihlerinden
bir kısmı, geçen ehad (bir) lafzını, ehad'm yukansındaki şeyden ihtiraz
sanıp hattâ bunlar Şayet suyun iki vasfı
değişmiş ve bozulmuş olsa, onunla abdest caiz olmaz, demişlerdir. Halbuki ehad
lafzı, ehad'm mafevkinden (yukarısından) ayırdetmek için değildir.
Nitekim El-Yenâbî'de
zikredilmiştir ki: Şayet suya nohut veya bakla ıslatsa da suyun rengi, tadı ve
kokusu değişse onun ile abdest caiz olur.
Nihâye'de denmiştir
ki: Üstadlardan nakledilen, onunla abdestin caiz olmasıdır. Hatta sonbaharda
ağaçların yapraklan havuzlara düşüp havuzların suyunu renk, tad ve koku
bakımından değiştirir. Sonra halk onlardan abdest alırlar. Fakîhler bunu inkâr
etmemişlerdir. Buna, Ta-hâvî (Rh.A.) şerhinde işaret etmiştir. Lâkin bunun
şartı, o değişen suyun berraklığının aynı kalmasıdır. Fakat, eğer sudan başka
şey suya gâlib olup o galebe sebebiyle su koyulaşsa, onunla abdest caiz olmaz.
Nitekim yakında açıklaması gelecektir. Esah kavide, o
suyu değiştiren temiz câmid; çöğen, za'ferân, meyve ve ağaç yaprağı gibi temiz
şeydir.
Esah kavide
(fi'I-esah) sözü, Yenâbî ve Nihâye'den nakledilen söze işarettir.
Ancak, suyun
vasıflarından birini pislik (necîs) değiştirirse, onunla abdest caiz değildir.
Çünkü Resûlüllah' (S.A.V.) in ;
«Su temizdir, suyu
ancak onun rengini veya tadını veya kokusunu değiştiren şey pisletir.» kavli
şerifinde «mevsfil mâ» sı ile murâd, pislik (necîş) dir. Çünkü temiz temizi
pisletmez.
Gusl, akar su ile caiz
olur. Akar suyun tefsirinde ihtilâf edilmiştir. Burada Hidâye ve Kâfî'nin kabul
ettikleri ihtiyar
edilmiştir.
Hidâye ve Kâfî'nin
seçmiş oldukları kavi; saman çöpünü götüren ve ona pislik düşüp o pisliğin
eseri, yâni renk, tad ve kokusundan birini değiştirdiği anlaşılmayan sudur ki
onunla abdest ve gusl caiz olur. Hattâ eğer eseri görülse caiz olmaz.
Abdest ve gusl, akarsu
hükmünde olan su ile de caiz olur. Yâni
ona pislik düşüp eseri
görünmezse caiz olur, görünürse caiz olmaz. O, yüzeyi ona on arşın (10 x 10)
olan sudur. Yâni, akarsu hükmünde olan sudur ki kirbâs (pamuklu, ham bez)
zirâ'ı ile uzunluk ve genişlikçe onar zirâ'dır.
Bu, yüzeyi ona on olan
suyun derinliğinde İhtilâf edilmiştir. Sahih olan kavi: «O sudan abdest için
iki eliyle alındığında yani avuçlandı-ğında dibi meydana çıkmış olmamalıdır» Bu
hususta; «Gusl için alındığında dibi meydana çıkmış olmamalıdır,» diyenler de
vardır.
Eğer, ona on olan
suyun hepsi pislenmemiş ise, pislik düşen yer pislenmiş olmaz mı? denilirse,
deriz ki : Eğer pislik görünürse, o yer pislenmiş olur ve görünmezse olmaz.
Irak ulemâsına göre, pislik düştüğü yerde görünse de, görünmese de, pislenmiş
olur.
Bazan, ona on
miktarında uzunluk ve derinliği olup genişliği olmayan, lâkin şayet yayılacak
olsa, yüzeyi ona on olan suya da itibâr edilir. Zahir rivayette bunun hükmü
zikredilmemiştir. Bilâkis, Ebû Süleyman el-Cüzcânî (Rh.A.), «Onunla abdest
alınmaz. Çünkü pislik genişliğine ulaşır,» demiştir. Ebû Nasr (Rh.A.) da,
«Onunla abdest alınır, zira her ne kadar genişlik itibârı, pis olmasını icâb
ederse de, uzunluk itibârı pis olmasını gerektirmez. Şu halde pislenmiş
olmaz,» demiştir. Tercih olunan kavi, temiz olmasıdır. Ebû Süleyman' (Rh.A.) m
sözü değildir. Uyûn'ul-Mezâhib'de böyle zikredilmiştir.
Zahîriyye de
bildirildiğine güre : Genişlik, şayet ona on miktarından daha az olup, fakat
derin olsa ve ona pislik düşüp pislenmiş olduktan sonra yayıldığı zaman ona on
olsa, o havuz pistir; eğer ona on olan havuza pislik düşüp ondan sonra
toplanmış olur da, ona on miktarından daha az olursa, o havuz temizdir.
Tatârhânîyye'de de böyle zikredilmiştir.
Yuvarlak olan havuzda
otuzaltı zira' itibâr olunur. Sahih kavi budur. Çünkü bu kadar olan havuz,
dörtgen yapılsa ona on olur. Zira, dâire şekli, şekillerin en genişidir. Bu
kaidenin, gerçekliği hesap uzmanlarınca delil ile ispatlanmıştır. Zahîriyye'de
böyle zikredilmiştir.
Ağaçtan sıkılan su ile
abdest ve gusl caiz olmaz. Ağaçtan damlayan suda ihtilâf edilmiştir. Hidâye'de
«Bağ çubuğundan damlayan su ile
.abdest caiz olur» denmiştir. Muhît'de ise «Bağ çubuğundan akan suyun kemûl-i
imtizacından dolayı onunla abdest alınmaz»
denmiştir.
Abdest ve gusl,
meyveden sıkılan su ile de caiz olmaz. Zira ağaçtan akan ve meyveden sıkılan
suyun her biri mutlak su değildir. Çünkü mutlak su dendiğinde, zihne hemen
bunlar gelmez.
Abdest ve gusl,
kaynatmakla tabiatı değişen su ile de caiz olmaz.
Tabiattan maksad :
Akması, kandırması ve nebat bitirmesidir.
Meselâ, rîbâs şerbeti gibi
ki (rîbâscİan şerbet yapılır ve bazı hastalıklar için şifalıdır.) ağaçtan
sıkılan suya misâldir. Bu ibare yani şerbet (şarâb) denilmesi, şerbetler
(eşribe) denilmesinden efdâldir. Çünkü öyle denilmesi, umûmî mânâda
müşkildir. .
Meselâ, sirke;
meyveden sıkılan suya misâldir. Çorba da, tabiatı pişirmekle değişen suya
misâldir.
Kendisine başka şeyin
gâlib olmasıyle tabiatı değişen su ile de abdest ve gusl caiz olmaz. Buna
misâl verilmemiştir.
Çünkü fıkıh
âlimlerinin ibareleri çeşitlidir ve zahirde rivayetleri birbirine uymaz. Şu
halde, işin hakikatini kendisiyle bilebileceğimiz bir kaide olması gerekir.
İmdi söylenen sözden
sana okunana kulak ver ki, o söylenen, temizleyici mutlak su'dur. Onun
ıtlâkının zevali şu
iki durumdan hâlî değildir : Ya kemâl-i imtizâcdır. Yâni suyun başka bir şeyle
onu, ayırmak mümkün olmayacak şekilde tam bir karışımıdır. Ya da su ile karışan
şeyin suya gâlib olmasıdır. Birincisi, yâni suyun ıtlâkının tam bir karışma ile
yok olması şu iki durumdan hâlî değildir : Ya kendisiyle temizlik yapılması
kasd olunmayan bir temiz şeyle pişirilmekle olur. Ya da nebatın o suyu
içmesiyle olur ki ilâçsız çıkarılmaz. İkincisi -ki suyun ıtlâkının yok olması
ve karışan maddenin gâlib olması sûretiyle olandır- bu da şu iki durumdan hâlî
değildir : Ya suya karışan şeyin katı (câmid) olmasıyledir. Ya da sıvı (mayi')
olmasıyledir. Birincisi, yâni suya karışan şeyin katı olması, eğer o suya
karışan şeyle beraber a'zâ üzerinde akarsa gâlib olan sudur.
İkincisi, yâni suya
karışan şeyin sıvı olması, bu da şu ikiden hâlî değildir: Ya o sıvı olan şey
suya renk, tad ve koku yönünden, sıfatta muhalif olmamasıdır. Ya da sıfatların
hepsinde veya bazısında muhalif olmasıdır. Evvelki yâni o sıvının renk, tad ve
koku yönünden muhalif olmaması, temizliğini kabul eden kimsenin sözüne göre,
kullanılmış (müs-ta'mel) suyun temiz suya karıştırılması gibidir. Nebattan
damlatılan suyun karışmasında ecza ile gâlib olmağa itibâr edilir.
İkincisi, yâni sıvının
sıfatların hepsinde veya bazı sıfatlarda suya muhalif olması, eğer suyun üç
sıfatını (niteliğini) veya iki sıfatını değiştirirse, o su ile abdest caiz
olmaz. Eğer ikisini değiştirmezse caiz olur.
Eğer o sıvı, bir
sıfatta veya iki sıfatta suya muhalif olursa, galebe o yönden muteber olur.
Meselâ, süt gibi ki renkde ve tatda suya muhaliftir. Eğer sütün rengi ve tadı
suda gâlib olursa, onunla abdest caiz olmaz. Eğer süt, renk ve tatda suya
gâlib olmazsa, onunla abdest caiz olur. Karpuzun ve karpuz benzeri olanların
suları da zikredilen gibidir ki onlarda tatla galebeye itibâr edilir. Yâni
karpuzun tadı, suya gâlib olursa, onunla abdest caiz olmaz. Eğer gâlib olmaz
ise caiz olur.
Bu izaha göre
Fukahâdafl rivayet edilen sözleri lâyık oldukları ma'nâya hamletmek gerekir.
Abdest ve gusl, sevâb
taîebelmek için veya hadesi kaldırmak için, kullanılan su ile de caiz olmaz.
îmânı Ebû Hanîfe (Rh.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, kurbet (ibâdet) ve
hadesi gidermekten her biri ile su müsta'mel olur. Şu halde, şayet, abdestsiz
olan kimse, niyetsiz abdest alsas o su müsta'mel olur. Yine abdestli olan kimse
niyetle abdest alsa yine o su müsta'mel olur.
İmâm Muhammed' (Rh.A.)
e göre, ancak ikinci ile müsta'mel olur. Yani abdestli olan kimse, niyetle
abdest alsa, o su müsta'mel olur.
Her ne kadar,
müsta'mel su sahîh.kavilde temiz ise de, onunla abdest ve gusl caiz olmaz.
(Sahîh kavide) sözü, îmânı Hasan' (Rh.A.) in İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayet ettiği kaviden ayırmak
içindir ki, şüphesiz o müsta'mel su, necâset-i galîza
olmakla pistir, demiştir.
Bir de; İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.) un, İmâm Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den rivayet edip : «Şüphesiz o müsta'mel
su hafif pislik olmakla pistir» sözünden ayırmak içindir.
İmâm Muhammed (Rh.A.),
İmâm Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den rivayet edip, «Müsta'mel su temizdir, fakat
temizleyici değildir,» demiştir. Fetva da bunun üzerinedir.
Dibâgat olunmamış
(tabaklanmamış) deri, tabaklanmakla temiz olur. Tabaklama; güneşe koymakla veya
toprağa koymakla da olsa, kötü kokuyu ve bozulmayı gideren şeydir.
Sadece domuzun ve
insanın derisi tabaklamakla temiz olmaz. Domuzun insandan önce zikredilmesine
sebeb, domuzun makamını küçümsemek ve aşağılamak içindir. Domuzun derisinin
tabaklama ile temiz olmaması, bizzat kendisinin pis olmasındandır. İnsanın
derisinin tabaklama ile temiz olmaması ise kerameti (şerefliliği) içindir.
Tabaklamak ile temiz
olan şey, boğazlamak ile de temiz olur. Çünkü boğazlamak, pis olan rutubetleri
yok etmekde tabaklamanın yaptığı işi yapar.
Hidâye'de ve Vikâye'de
:
(Ve mâ yathuru cilduhu bid dibaği yathıuru biz
zekâtı) «Tabaklama ile derisi temizlenen şey boğazlamakla da temizlenir.»
denmiştir.
Ben derim ki: Bu sö^de
tesâmuh vardır. Çünkü zahir olan;
ikinci (Yathuru) (temiz olur) nun altında ki zamir (mâ)
lafzına râcidir. Bu ise fâsiddir. Zira bu aşağıdaki
(Ve kezâlike yathuru lahmuhâ)
sözünün istidrâkini
gerektirir. Eğer zamir (cildûhû) sözüne
râci kılınırsa, tefkîk
lâzım gelir. Şu halde doğru ibare bizim zikrettiğimizdir.
Sahîh kavide, derisi
tabaklamak ile temiz olan her hayvanın eti zikredilenin tersinedir. Kâfi'de
Esrâr'dan naklen böyle zikredilmiştir. Hidâye'de ise bunun aksi vâriddir.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
dan Hülâsa'da : «Domuz şayet boğaz-lansa, tabaklamakla derisi temiz olur» denmiştir.
Ölmüş hayvanın kılı,
kemiği, siniri, tırnağı ve boynuzu; insanın kılı ve kemiği; balığın kanı
temizdir. İlk yedi şeyin temiz olmasına sebeb, onlara hayat girmediği içindir.
Balığın kanının temiz olmasına sebeb; balığın kanının, kuruduğu zaman beyazımtrak
olması deliliyle gerçekde kan olmamasıdır.
İmâm Muhammed' (Rh.A.)
e göre, kullanılmasında zaruret olduğu için domuzun kılı da temizdir. Öyleyse
suya düşmesiyle su pislenmiş olmaz. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre pistir, suya
düşse su pislenir.
Köpeğin ayn' necîstir.
Şemsu'l-Eimme Mebsût'unda böyle açıklamıştır. Mi'râc'ud-Dirâye'de : «Bize
göre, mezhebden sahîh olan, köpeğin ayn'ı necîsdir. İmâm Muhammed (Rh.A,) bunu
kitabında işaret etti» diye zikredilmiştir.
Meşâyihimizden
bazıları, köpeğin ayn'ı pis değildir, derler ve derisinin tabaklamakla temiz
olmasına istidlal
ederler. Tecrîd'de; köpeğin ayn'ı, İmâmeyn'e göre pisdir, İmâm A'zam (Rh.A.)
ayrı görüştedir, denmişdir.
Bazıları, köpeğin
derisi pistir ve kılı temizdir, demiştir. Ebu'I-Leys' (Rh.A.) in Fetâvâ'sında
zikredilmiştir ki: Şayet köpek suya girdikten sonra çıkıp silkindiğinde onun
suyu insanın libâsına isabet eylese, libâsı ifsâd edip o libâs ile namaz caiz
olmaz. Eğer libâsa köpekten yağmur suyu isabet ederse, -ve meselenin geri kalanı
hâli üzeredir- onu ifsâd etmez. Çünkü su, birincisinde köpeğin derisine isabet
eder (dokunur). Köpeğin derisi ise pistir. İkincisinde yâni yağmur suyu,
köpeğin kılma isabet eder. Köpeğin kılı ise temizdir.
Misk'in nâficesi - ki
bu içinde misk toplanan torbadır - temizdir. (Misk, bir çeşit ceylandan elde
edilen güzel kokudur.) Ancak, eğer o nâfice yaş
olur ve boğazlanmayan hayvandan olursa, temiz değildir. Eğer yaş olup fakat
boğazlanan hayvandan olursa temizdir. Eğer boğazlanmayan hayvandan kuru olursa,
zikredilen yaş gibi, o da temizdir.
Misk temizdir,
helâldir. Tatârhâniyye'de böyle zikredilmiştir. Helâl sözünü musannif ziyâde
eylemiştir. Çünkü temiz olması, helâl olmasını gerektirmez. Nitekim toprak
temiz olup onunla teyemmüm caiz iken helâl olması lâzım gelmediği gibi.
Etinin yenmesi helâl
olan hayvanın idrarı pistir. İmâm Muhammed (Rh.A.) «Temizdir» demiştir. İdrar,
deva olması için ve başka şey için asla içilmez. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) «Deva
olması için içilmesi caizdir» demiştir. İmâm Muhammed (Rh.A.) «Mutlaka caizdir»
demiştir.
Yüzeyi ona on (10 x
10) dan eksik olan kuyuya pislik düşse, her ne kadar güvercinin, serçenin
pisliği ve iğne uçları gibi sidiğin damlaması afv edilmiş ise de, eğer sidik
iğne ucundan daha büyük olursa, afv edilmez.
(Ona ondan eksik)
sözünde «eksik» kaydına sebeb şudur : Çünkü yüzeyi ona on olsa, suyunun rengi
veya tadı veya kokusu değişmedikçe pislenmiş olmaz. Bunu Kâdîhân (Rh.A.) ve
başkaları zikretmiştir.
Pisliğin tozu ve
devenin ya da koyunun iki tane tersi de afv edilmiştir. Tesniye sığası ile
(iki tane tersi) denmesi, üç olursa çok olduğuna işarettir. Nitekim bu, İmâm
Temurtâşî- (Rh.A.) den nakledilmiştir.
Afvın vechi şudur :
Sahralarda olan kuyuların başlan örtülü değildir. Deve ve koyun çevresine
pislerler. Rüzgâr da onu kuyulara atar. Eğer onun azı ifsâd ederse, güçlük
lâzım gelir. Güçlük ise kaldırılmıştır. Bu bakımdan o atılan şey, gerek kuru
olsun, gerekse yaş olsun; gerek bütün olsun, gerek kırılıp ezilmiş olsun; gerek
deve ve koyun ve gerekse sığır pisliği olsun; gerek at, katır ve eşek pisliği
olsun, zaruretin bunlara şumûlü olduğu için fark yoktur. Yine gerek şehir kuyusu
olsun ve gerekse sahra kuyusu olsun, sahîh kavilde, zaruretin şumûlü
sebebiyle, fark yoktur.
Nitekim devenin veya
koyunun iki pisliği, süt sağılan kaba düşse ve hemen dışarı atılsa, süt
pislenmiş olmaz.
Mebsûl'da : «Şayet,
hemen atılıp rengi kalmazsa, zaruretten dolayı o pislenmiş olmaz. Çünkü
hayvanların âdetleri, sütleri sağıldığı vakitte pislemektir.» denmiştir.
Kuyuda, kanı olan bir
hayvan (hayvân-ı demevî) ölüp şişmiş olsa, ve o kuyuda insan gibi bir varlık
ölse, kuyuya düşen şey çıkarılıp suyun hepsi çekilir. O kuyuda olan suyun
hepsini çekmek, kuyu için temizliktir.
Kanı olan (demevî)
kaydına sebeb, yakında bahsî gelecek şu şey içindir: Şayet demevî olmayan hayvan suda veya üzüm
şırasında ölüp şişse pislenmez. Musannif, dağılmasını zikretmemiştir. Çünkü
onun hükmü, şişmekten evleviyyet
yoluyla ma'lûm olur.
Nihâye'de: Pislik
düşen kuyunun suyunun sadece çekilmesiyle, o kuyunun taşlarının yıkandığına ve
çamurun nakline, tevakkufsuz temizlendiğine bunda işaret vardır.» denmiştir.
Eğer suyun hepsini
çekmek güç olursa, kuyuda bulunan su kadar çekilir. Bu durumda o kuyuda olan
suyun çekilmesi, su işinde uzman iki kişiye bırakılır. Yâni suyun durumu
hakkında anlayış ve bilgileri olan iki adama bırakılır. Onlar kuyuda ne kadar
su vardır derlerse, o kadar su çekilir. Fıkh'da esah ve eşbeh olan
budur. Çünkü o iki kişi gerekli olan şehâdetin nisabı (ölçüsü) dır. Asıl olan,
bir işe müb-telâ olunduğu vakitte ilim sahihlerine baş vurulmasıdır. Yüce Allah
(C.C.) Kur'ân-ı Kerîm'de :
«Eğer bilmiyorsanız
zikir erbabına (âlimlere) sorun.»
buyurmuştur. Bazıları, «O kuyuda olan su takdir edilir» demiştir. İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.) dan yapılan rivayete göre; bu takdir iki şekilde olur. Birincisi,
derinlikde ve genişlikde suyun yeri kadar olan bir çukur kazılıp kireç ile
sıvanır ve kuyunun çekilen suyu o çukura dökülür. O kuyudan çekilen su, 6
çukuru doldurduğu zaman kuyunun suyu çekilmiş olur.
İkincisi, kuyunun
suyuna bir kamış sokulup o kamışta suyun ulaştığı yere işaret konur. Sonra
kuyudan, meselâ on kova su çekilir. Sonra ne kadar eksildiği görülmek için
kamış yine suya sokulur. Eğer suyun ondabiri miktarı eksildi ise, yüz kova
çekilmesi gerekir. Lâkin bu doğru olmaz, ancak eğer kuyunun devri (yâni çapı
veya iç çevresi) suyun üst yüzeyinden kuyunun dibine kadar eşit ölçüde olursa
olur.
Bu hususta, «O pislik
düşen kuyudan, ikiyüz kovadan üçyüz kovaya kadar su çekilir» diyen de yardır.
Bu, İmâm Muhammed' (Rh.A.) den
rivayet edilmiştir. O, Bağdad'da gördüğü şeyle fetva vermiştir. Çünkü
Bağd-ad'ın kuyuları Dicle'ye yakın olduğu için suları çoktur.
Eğer kuyuda güvercin
veya tavuk gibi bir şey ölse, orta büyüklükte kova ile kırk kovadan aUmişa
kadar su çekilir. Kırk kovası vücûb yoluyla ve yirmisi de müstehab olmak
yoluyladır.
Eğer kuyuda İare veya
setçe gibi bir şey ölse, yirmi kovadan otuza kadar su çekilir. Bunda da
zikredilen gibi, yirmi kovası vücûb tarikiyle (yoluyla) ve on kovası da
müstehabtır.
Orta büyüklükden fazla
olan kova ile çekilen su, orta büyüklükde kova ile hesâb edilir.
Sonra, fare ile
güvercin arasında olan hayvan ölse, fare hükmüne tâbidir. Yâni yirmi kovadan
otuza kadar su çekilir.
Tavuk ile koyun arasında
olan hayvan ölse, tavuk gibidir. Yâni kırk kovadan altmış kovaya kadar su
çekilir. Zeylaî' (Rh.A.) de böyle zikretmiştir.
Eğer, birden fazla
fare ölse, dörde kadar yirmi kova su
çekilir.
Eğer beşi ölse, dokuza
kadar kırk kova su çekilir. Eğer on tanesi birden ölse, o kuyunun bütün suyu
çekilir.
Eğer tavuk büyüklüğü
kadar, iki îâre ölse, kırk kova su çekilir. Eğer iki kedi Ölse,' o kuyunun
bütün suyu çekilir. Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir.
İçinde hayvan Ölen
kuyunun pis olması eğer vakît bilinirse o hayvanın kuyuya düşmesi vaktinden
itibârendir. Şayet hangi vakitte düştüğü bilinmezse, ve o hayvan da şişmedi
ise, abdest hakkında bir gün bir gece olmak üzere hükmedilir. Hattâ ondan
abdest alanların namazlarını iade etmeleri lâzım gelir. Fakat abdeştin
gayrinde kullanma hakkında, o kuyunun pis olmasına şimdi hükmedilir. Çünkü onu
başka yerde kullanmak, libâsda pislik bulunmak bâbmdandır. Hattâ o kuyunun
suyu ile libâs yıkamış olsalar, o libâsın temiz su ile yıkanmasından başka bir
şey lâzım gelmez. Sahih kavi budur. Nitekim Zeylaî' (Rh.A.) de böyle demiştir.
Mi'râc'ud-Dirâye'nin : Şüphesiz Sahbâgî (Rh.A.) bununla fetva verirdi, demesi
bunu destekler.
Eğer,o kuyuda ölen
hayvan şişmiş olsa veya dağılmış olsa, suyun pis olmasına, üç gün üç geceden itibaren hükmedilir.
Musannif burada dağılmayı zikretmiştir. Zira dağılmanın hükmü burada şişmekten
anlaşılmaz. Çünkü dağılmak, suyu şişmekten daha çok bozar. Şu halde uygun olan,
dağılmak için takdir edilen müddetin, şişmek için takdir edilen müddetten daha
çok olması idi. Eğer bu müddetin takdirinde şişmek hükmü üzere yetinilse,
dağılmanın şişmek için takdir edilen müddetten daha çok olması gerekir,
sanılır. Eğer dağılmak üzere yetinilse, şişmenin bu müddetten daha az olması
gerekir, sanılır, îşte, hükmü açıklamak ve zannı gidermek için, ikisi bir araya
getirilmiştir. İmdi anlaşıldı ki, Vikâye'nin ibaresinin önce şişmek ile dağılmayı
bir araya getirmesi, sonra şişmek üzere yetinmesi uygun değildir. Halbuki
yapılması gereken bunun aksidir.
İmâmeyn demişlerdir
ki: Kuyunun pis olması, pislik bulunduğu vakitten itibârendir. Hattâ ondan
abdest almış olanlara, namazlanndah bir şeyin iadesi lâzım gelmez. Ancak, o
kuyu suyunun isabet ettiği şeyin yıkanması gerekir.
Eğer o kuyuya ayn'ı
pis olmayan hayvan düşüp diri olarak çıkarılsa, yâni kendisi pisdir diyen
kimseye göre, domuz ile köpekden başka bir hayvan düşüp diri olduğu halde
çıkarılsa, ve onun bedenine bir pislik bulaşmış olmasa, o hayvan o kuyuyu
pisletmez. Hattâ, kuyuya düşen hayvan koyun ve emsali gibi temiz olsa veya
eşek, katır, kedi vesair yırtıcı hayvanlar gibi ayn'ı necîs hayvan düşse
bedeninde bir pislik olmasa, diri olarak çıkarıldığı takdirde o hayvan kuyuyu
pisletmez. Temiz olanın pisletmediği açıktır. Ayn'ı pis olmayan hayvanın
pisletme-diğine gelince, Muhît'de şöyle denmiştir : Eğer kuyuya düşen, eti yenmeyen
vahşî yırtıcı hayvan ve yırtıcı kuşlardan olursa, Fukahâ onda ihtilâf
etmişlerdir. Sahih olan pisletmemesidir. Keza eşek ve katır, o kuyunun suyunda
şüphe meydarîa getirmez. Zira bu hayvanların bedeni temizdir. Çünkü kullanma
bakımından bizim için yaratılmışlardır. Bunlar, düştükleri kuyunun suyunu ancak
içinde ölmeleriyle pisletirler. Ancak, eğer o hayvan ağzını suya sokmuş ise, o
suyun hükmü o hayvanın ağzının salyası hükmünde olur.
Eğer o hayvanın
ağzının salyası temiz ise, kuyunun suyu da temizdir. Eğer pis ise, o kuyunun
suyu da pistir. Suyun hepsi çıkanîir.
Eğer o hayvanın
ağzının suyu şüpheli ise, o kuyunun suyu da şüphelidir. Suyun hepsi çekilir.
Eğer ağzının suyu mekruh ise o kuyunun suyu da mekruhtur. Çekilmesi müstehab
olur.
Ağzı temiz olan
insanın; o insan gerek cünub veya hayızlı veya lo-huşa olsun; gerekse küçük
çocuk veya kâfir olsun, içtiği suyun artığı ve keza bütün eti yenip ağzı temiz
olan hayvanların artığı temizdir.
Çünkü bunların
ağızlarının suyu (salyaları) temiz etten meydana gelmiştir. Şu halde onunla
karışmış olan su da onun gibi temiz olur.
Domuzun, köpeğin,
.yırtıcı hayvanların ve henüz fare yemiş kedinin artıkları ve henüz şarab
(içki) içen kimsenin artığı pistir. «Henüz» kaydına sebeb şudur : Çünkü kedi,
fareyi yemezden önce veya yiyip bir ya da iki saat geçtikten sonra içtiği suyun
artığı pis değildir. Ancak, mekruhtur. Bu hususta «Eti haram olduğu için» ve
bir kavle göre de «Pislikten korunmadığı için mekruhtur» demişlerdir. Bu,
kerâhet-i ten-zîhiyye'ye işarettir. Evvelki, kerâhet-i tahrîmiyye*ye
işarettir. Fakat üç evvelkinin; yani domuzun, köpeğin ve yırtıcı hayvanların
artığının pis olması, artığı, pis olan salyasıyle karıştığı içindir. Son ikisinin
pis olması ise ağızdaki pislikle karışmasındandır.
Süprüntülükle başı boş
gezen tavuğun içtiği suyun artığı; yırtıcı kuşların ve evlerde sakin olan
yılan, akreb, fare ve kertenkelenin içtiği bütün su artıkları mekruhtur.
Başı boş gezen tavuğun
artığının mekruh olması, pislik karıştırdığı içindir. Eğer tavuk, gagası
ayağının altına erişmeyecek şekilde bahsedilmiş ise, onun artığı mekruh olmaz.
Yırtıcı kuşların artığının mekruh olması ise, leşleri yedikleri içindir. Bu
durumda, süprüntülük-de başı boş gezen tavuğa benzemişl erdir. Hattâ eğer
habsedilip sahibi, gagasının pislikden hâlî olduğunu bilse, artığı mekruh
olmaz.
Evlerde sakin olanlara
gelince; bunlarm etlerinin haram olması, artıklarının haram olmasını
gerektirir. Lâkin onlar evlerde dolaştıkları için artıklarından haramlık düşüp
kerahet bakî kalmıştır.
Eşeğin ve katınım
içtiği suyun artığı şüphelidir. Ulemâdan çoğunun ibaresi böyledir. Bazıları,
Yüce Allah' (C.C.) m ahkâmından olan bir şeyde şüphe edilmesini kabul etmeyip
demişlerdir ki; eşeğin artığı temizdir, şayet o artık suya libâs batırılsa, o
libâsla namaz caizdir. İhtiyarî halde onunla abdest alınmaz. Eğer ondan başka
temiz su bulunmazsa, onunla abdest almak ile teyemmüm bir araya getirilir.
Ulemâ demişlerdir ki:
Şüpheden, murâd, delillerin karşıtlığı (tearuzu) veya zaruretteki tereddüdden
dolayı, tevakkuftur
Bu hususta, «Şüphe
onun temiz olmasındadır» ve «Temizleyici olmasındadır» diyenler de vardır.
Sahîh olan söz budur. Fetva da buna göredir. Kâfî'de ve Kunye'de. böyle
zikredilmiştir.
Hidâye'de
zikredilmişti* ki: Katır, eşekden hâsıl olmuştur. Şu halde, eşeğin hükmünü
alır. Zeylaî (Rh.A.); şayet katırın anası eşek olursa, katır eşeğin hükmünü
alır, demiştir. Çünkü hükümde muteber olan anadır. Şayet katırın anası kısrak
olursa, zikredilen şeyden dolayı bu hususta müşkiilik vardır. Çünkü itibâr
anayadır.
Malûmdur ki, kurt
koyunla temas edip de, koyun ondan bir kurt doğursa, yenmesi helâl olur ve onu
kurban etmek de caiz olur. îmâ-meyn'e göre, etinin yenmesi uygun olurdu. İmâm
A'zam' (Rh.A.) a göre, anasına itibâr ile temiz olması uygun olurdu.
Gâyet'üs-Serûcî'de
zikredilmiştir ki: Şayet eşek kısrağa temas etse, o ikisinden hâsıl olan
katırın eti mekruh olmaz. İmâm Muhammed'-(Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki: Bu
surette onun artığı şüpheli olmaz/ Eğer şüpheli olursa, "başka temiz su
bulunmadığı takdirde, onun artığı ile abdest alınıp teyemmüm edilir. Murâd
olan, bir namazın ikisinden hâlî olmamasıdır. Yoksa bir durumda abdestle
teyemmümü birleştirmek şart değildir. Hattâ bir kimse eşeğin artığı ile abdest
alıp namazı kıldıktan sonra abdestini bozup teyemmüm ederek o namazı iade etse,
kat'i olarak uhdeden çıkıp edâ etmiş olur. Kîfâye'de ve Zahidi Şerhinde böyle
zikredilmiştir.
Hurma ıslatılan tatlı
su (nebîz), artık gibi değildir. Zira; İmâm A'zam' (Rh.A.) a.göre, onunla
abdest alınır. Her ne kadar Ebû Yûsuf, (Rh.A.) yalnız, teyemmüm edilir, dedi
ise de, İmâm Muhammed (Rh.A.) abdest ile teyemmümü cem'eylemiştir.
Nebîz'den maksad; su
gibi akıcı, duru ve tatlı, hurma ıslatılan sudur. Fakat, şayet kükremiş olup
sarhoşluk verirse, ittifâkan onunla abdest alınmaz. .
. .
Kâdîhân (Rh.A.)
demiştir ki: «Hela çukurunu su kuyusu yapsalar, şayet pisliğin erişmemiş olduğu
yere kadar geniş ve derin kazılırsa, temizdir. Eğer o hela çukuru daha derin
kazılıp, fakat daha geniş yapılmazsa, bu durumda onun yanları pis ve dibi
temizdir.
Bir kuyuya pislik
düştükden sonra suyu kaybolsa, sonra suyu yine gelse, sahîh olan kavle göre, o
geri gelen su temizdir. O suyun kaybolması kova ile çekilmek yerine geçer.
Keza, yirmi 'kova su
çekilmesi icâb eden bir kuyudan on kova su çekildiği zaman kuyuda su kalmasa,
sonra su gelse, o kuyudan bir şey çekilmez. >
Hela çukuruyla su
kuyusunun arası, su kuyusuna pislik ulaşmayacak kadar uzak olmalıdır.
Kudûrî'de beş zira' veya yedi zira' takdir edilmiştir. Bu gerekli değildir.
Muteber olan pisliğin suya ulaşma-masıdır. Şu bir gerçektir ki yer, sertlik ve
yumuşaklık bakımından çeşitli olur.
Sonra musannif,
artığın ahkâmını beyân edip bunun gibi terin ahkâmı da beyâna muhtâc olunca :
«Zikredilen ahkâmda ter, artık gibidir» demiştir. Çünkü artık ile ter ikisi de
etten meydana gelir. Bu durumda, o ikisinden biri diğerinin hükmünü alır. Bize,
eşek ile katırın artığı şüpheli olup bununla beraber eşeğin teri temizdir, diye
i'tiraz vârid olamaz. Çünkü terin hükmü, kıyâsa muhalif hadîs ile sabit olmuştur.
Hadîs şudur:
«Resûl-î Ekrem (S.A.V.),
eşeğe eyersiz bindi. Bununla beraber havanın sıcaklığı, Hicaz (Mekke)
sıcaklığı ve ağırlık da Nübüvvet ağırlığı idi.»
Bizim; kıyâsa muhalif
hadîs ile sabit olmuştur, dememize sebeb şudur : Çünkü kıyâs, eşeğin teri pis
etten hâsıl olduğu için, terin pis olmasını gerektirir. Başkasına hüküm,
kıyâsın aslı üzere bakî kalmıştır.
Bununla beraber
rivayetlerin en sahihine göre -aynı şekilde- onun artığının temiz olduğunu
söyleriz, Gâyetü'l Beyân'da böyle geçer.
Bu hayvanların
bedeninin temiz olduğu anlatıldı. İmdi terin pis etten hâsıl olduğu sözü nasıl
doğru olur? denilirse, cevaben deriz ki: Evvelce anlatılan bedenin zahirinin
hükmen temiz olması idi. Şu mânâya ki: Sıvıların hayvana ulaşanı kullanma
zaruretinden dolayı pis olmaz. Bu, hayvanın iç kısmının pis olmasına aykırı
değildir. Çünkü ona nazaran zaruret yoktur.
Teyemmüm, lûgatta kasd
etmeye derler. Şer'an, temizlenme kasdıy-le toprak kullanmak, demektir.
Teyemmüm, namaz vakti
girmezden önce de olsa caiz olur. İmâm Şafiî (Rh.A.) bunun aksi
görüştedir.
Teyemmüm, bir farzdan
daha çoğu için caiz olur. Yâni teyemmüm ile farzlardan ve nafilelerden
dilediğini kılmak caizdir. İmâm Şafiî'-(Rh.A.) ye göre, bir kimse her bir farz
için teyemmüm eder ve nafileden dilediğini kılar.
Temizlenmesine yetecek
kadar sudan âciz olan abdestsiz, cünub, ha-yızh ve Iohusa için, teyemmüm caiz
olur. Hattâ, bir adam ihtilâm
olduğu halde uykudan uyansa ve onun için abdeste yetip gusle yetmeyecek kadar
su olsa, teyemmüm eder. Bize göre, o kimseye abdest vâcib olmaz. İmâm Şafiî
(Rh.A.) bunun aksi görüştedir.
Şayet, cünubluk ile
beraber, teyemmümden sonra abdesti gerektiren hades vâki olsa, o kimseye
abdest vâcib olur. Cünubluk için olan teyemmümde ise tam bir görüş birliği
vardır.
Şayet muhdis
için, bazı uzuvlarını yıkamaya yetecek su olsa, bu da önceki gibi ihtilaflıdır.
(Yâni bize göre, cünubluk için teyemmüm eder. O kimseye, teyemmümden Önce
mevcûd olan su ile abdest vâcib olmaz. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, önce
mevcûd su ile abdest alıp ondan sonra teyemmüm eder.)
Teyemmüm, su bir mil
kadar uzak olduğu için Muhdisin âciz olmasıyla caiz olur. Mil; fersahın
üçtebiridir. Fersah ise dört bin adımdır.
Teyemmüm, hastalıkdan
dolayı da caiz olur. Yâni hastalık nedeniyle suyu kullanmaya gücü olmassa veya
suyu kullandığında hastalığı şiddetlenirse, teyemmüm caiz olur. Bunda, Ölmekten
korkmak şart kılınmamıştır. İmâm Şafiî (Rh.A.), «Ölmekten korku şarttır» diye
aksi görüş ileri sürmüştür.
Ölüme veya hastalığa
sebeb olacak soğuktan dolayı - isterse o kimse şehirde olsun, İmâmeyn bunun
aksi görüştedir - veya düşmandan dolayı veya kendisi ile suyun arasında yırtıcı
hayvan bulunduğundan dolayı suyu kullanmakdan âciz olursa, teyemmüm caiz olur.
Çünkü nefsi tehlikeye atmak haramdır. Bu durumda acz gerçekleşmiş olur.
Kendisi için veya
hayvanı için su kalnııyacağından dolayı veya kova ve ip gibi âlet
bulunmadığından dolayı mevcûd suyu kullanamıyan kimsenin teyemmüm etmesi caiz
olur. Ya da imamete evlâ olan sultan veya kadı veya ölünün velîsi veya kabile
imâmı olanlardan başka bir kimse, Cenaze Namazmın kaçması veya Bayram Namazının
kaçması korkusundan dolayı suyu kullanamazsa, teyemmüm etmesi caiz olur.
Şayet teyemmüm, abdest
üzerine bina edilirse (alınırsa), yine caiz olur. Yani bir kimse Bayram Namazına
başladığında hades vâki olup abdest alıncaya kadar namaz kaçar korkusuyla suyu
kullanamazsa o kimsenin, ikâme için teyemmüm etmesi caiz olur.
Vakit Namazı ve Cuma
Namazının geçmesinden korkmakla teyemmüm caiz olmaz. Çünkü bunların
geçmeleriyle yerlerine; Cuma için zuhr-i âhir ve vâktiyye için kaza kılınır.
Teyemmüm, namaz
niyetiyle veya tilâvet secdesi niyetiyle caiz olur.
O halde muteber olan,
ancak taharet ile sahîh olan maksûd ibâdete niyetle teyemmüm etmektir. Hattâ, bir
kimse su bulunmadığı vakitte, mescide girmek için veya ezan okumak için veya
ikâmet etmek için teyemmüm etse, o teyemmüm ile namaz edâ edilmez.
Teyemmümde niyet şart
kılınınca, kâfirin teyemmümü geçersiz olur, abdesti geçersiz olmaz. Çünkü kâfir
niyet için ehil değildir. Ama abdeste niyet şart değildir. Şu halde, kâfir
niyetsiz abdest alıp İslâm'a gelse, o abdest ile namaz caiz olur.
Teyemmüm, iki darbla
(vuruşla) caiz olur. Her ne kadar o iki elde toz olmasa da, murâd olan, yer üzerine vurulan iki
ellerdir. Şayet o iki darb, teyemmüm eden kimsenin yüzünü ve dirsekleriyle
beraber iki ellerini ve kollarını kaplarsa caiz olur. Eğer kaplamayıp az bir
şey geri kalırsa, caiz olmaz. Ancak, eğer iki darb (vuruş) kaplamazsa, toz ile
kaplanılmış olmak için, veya toz olmasa da yer üzerine vurulan el ile
kaplanılmış olmak için üçüncü darb lâzım gelir.
. Bu sözün üzerine
Sadr'uş-Şeria' (Rh.A.) mn : Bundan sonra, şayet toz parmaklarının aralığına
girmedi ise, o kimsenin parmaklarını hilâllemesi lâzımdır. Bu durumda parmaklarını
hilâllemek için, üçüncü darbeye muhtaç olur, sözüne vârid olan itiraz bizim
sözümüze vârid olmaz. Zira; Sadr*uş-Şerîa' (Rh.A.) nın sözü, tozun şart
olmasını gerektirir. Halbuki musannif, teyemmümü açıkladıktan sonra, «her ne
kadar o İki eîde toz olmasa da» demiştir. Artık, gerisini sen düşün!
Teyemmüm, arz
cinsinden temiz bir şey üzerine iki darbe (vuruş) ile caiz olur. Toprak, kum,
taş, sürme, zırnık ve toprak ile karışık altın, gümüş ve üzerinde toz olan buğday
ve arpa gibi. Arz cinsi demekle, sudan meydana gelen tuz hâriç kalır. Çünkü
tuz arz cinsinden değildir.
Eriyip şeklini
değiştiren, yumuşamaya» madenler ile teyemmüm caiz olmaz. Bundan maksâd: (Toz
ile karışmamış olan) altın, gümüş, demir ve bunların benzerlerini
ayırdetrnektir. Odun gibi şeylerin yanmasından husule gelen külleri ile de
teyemmüm caiz olmaz. Bunun açıklaması şudur : Çünkü (saf4), ehl-i lügatin
(lügat âlimlerinin) ic-nıâina göre, yer yüzünün acftdır. Yeryüzü cinsinden
olmayanı içine almaz. Veya eriyip şeklini değiştiren, yumuşayan ya da ağaç gibi
yanmakla kül olan şeyleri içine almaz.
O arz cinsinden olan
temiz şey, tozsuz olsa da, onunla teyemmüm caiz olur. Yine saîdden âciz olmasa
da, temiz toz üzerine iki darb ile caiz olur. Nitekim, teyemmüm etmek isteyen
kimse, ev süpürse veya bir duvar yıkmış olsa veya buğday ölçse, yüzüne ve
kollarına toz isabet edip mesh etse, teyemmüm caiz olur. Eğer mesh etmezse,
caiz olmaz.
Teyemmüm yapmak
isteyen kimseye bir ok atsmı
(Galve) kadar mesafede suyu
aramak vâcib olur. Galve; bir ok atıma demektir ki zirâ'dan (400) e kadardır.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
dan şöyle dediği rivayet edilmiştir : «Şayet su, o kimse, suya gidip abdest
alıncaya kadar, kafile gidip gözünden kaybolacak miktarı yerde olsa, uzak olmuş
olur. O kimse için, suyu aramaksızın teyemmüm caiz ölür.» Muhît sahibi bu
kavli beğenmiştir.
Eğer o kimse, suyun
yakın yerde olduğunu sanırsa, aramak vâcib olur. Eğer suyun yakın yerde
olduğunu sanmazsa, ona suyun aranması vâcib olmaz.
Suyu bulacağını ümit
eden kimse için, namazı vaktin sonunda eda etmek mendûbdur. Namazı teyemmümle
vaktin evvelinde edâ edip vakit geçmemiş iken suyu bulsa, namazı iade etmek
lâzım gelmez.
Bir kimse suyu yüküne
koysa veya bir başka kimseye «at bu suyu yüke koy» diye emredip suyu yüküne
koyduğunu veya koydurttuğunu unutup teyemmüm ile namazı edâ etse, namazı iade
etmez. Ancak, Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, iade etmesi gerekir.
«Şayet bir başka kimse
onun haberi yok iken yüküne suyu koymuş olsa, ittifakla teyemmüm ona caizdir»
diyen de vardır. Bazısı, bu mesele de zikredilen gibi ihtilaflıdır, demiştir.
Bir kimse suyu
arkadaşından istediği zaman, eğer arkadaşı suyu vermezse veya suyu mislinin
değerinden daha pahalı vermek isterse veya suyu değeri olan parayla verip, onun
da parası olmazsa, bu suretlerde o kimse teyemmüm eder.
Eğer arkadaşı suyu
vermek ister veya semen-i misli (mislinin değeri) ile vermeye razı olur ve
onun da yanında suyu semen-i misli ile satın almaya yetecek bir şey mevcûd
olursa, o vakit onun için teyemmüm caiz, olmaz. Bir kavle göre; «Suyu
istemezden önce teyemmüm caiz olur.» Hidâye sahibi bunu seçmiştir. Bu hususta
«Caiz olmaz» diyen de vardır. Mebsût sahibi de bunu seçmiştir.
Pislik düşüp
eseri kaybolan arz üzerine teyemmüm caiz olmaz.
Çünkü o yer, her ne kadar
temiz ise de tayyibe değildir. Namaz böyle değildir. Çünkü
namazda temiz olmak yeter.
Abdesti bozan şey,
teyemmümü de bozar. Çünkü teyemmüm abdes-tin naibidir, (makamına kâim olandır.)
Teyemmüm eden kimsenin
temizlenmesine yetecek suya kadir olması da teyemmümü bozar. Çünkü bu
takdirde, geçen abdestsizlik ortaya çıkıp toprağın temizleyiciliği son bulur.
Yoksa temizlenmeye yetecek kadar suya kadir olmak, bozma sebeblerinden
değildir. Çünkü o, ne hakîkaten ve ne de hükmen kendisinde pisliğin çıkması
değildir.
Eğer teyemmüm eden
kimse, suya kadir olsa da abdest almadan önce suyu yitirse, teyemmümü tekrar
eder. Şayet cünub kimse gusl edip meselâ sırtına su ulaşmadan su bitse ve
abdesti icâb eden had.es ile muhdis olsa, cenabet ve hadesin ikisi için
teyemmüm edip ondan sonra ikisine yeter su bulsa, gusl ve abdestten her birinin
hakkında teyemmümü bâtıl olur. Eğer bulduğu su ikisinden birine yetmezse,
teyemmüm ikisi hakkında bakî kalır. Eğer biaynihî (bizzat) ikisinden birine
yeterse, hangisine yeterse onu yıkar ve diğeri hakkında teyemmüm bakî kalır.
Eğer ikisinden her birine münferiden yeterse, lum'a'yı yâni kuru kalan yerleri
yıkar. (Lum'a'dan maksâd, cenâbetlikten temizlenmek için gusl ettiği vakitte su
yetinmeyip geri kalan kısımdır. Onu yıkar. Çünkü cenabetlik daha büyük
pisliktir.)
Teyemmüm eden
kimsenin- sı'rtına yetecek suya kadir olması, ihtiyâcından fazla olduğu
haldedir. Çünkü o suyu ihtiyâcı için, meselâ susuzluğunu gidermek için
kullanacak olsa, sırtına yetmezse, yok hükmünde olur.
Uyuklayan kimsenin,
teyemmüm ile su üzerinden geçip gitmesi de teyemmümü bozar. Hattâ, eğer
teyemmümlü kimse, su üzerinden uyurken geçse, onun teyemmümü uyku ile bozulmuş
olur. Yoksa su üzerinden geçip gitmesiyle bozulmuş olmaz. Su üzerinden uyurken
geçen teyemmümlü, uyanık geçen teyemmümlü gibidir. Yâni su üzerinden uyanık
geçen kimsenin teyemmümü uyuklamakla bozulduğu gibi, uyuk-layanın da su
üzerinden geçmesi, teyemmümü uyuklamakla bozar.
Hiddet (İslâm dîninden
dönme) böyle değildir. Çünkü bu, teyemmümü bozmaz. Hatta, Müslüman iken
teyemmüm edip sonra, (Allah korusun) dinden dönse, sonra yine İslâm'a gelse, o
teyemmüm ile onun namazı sahîh olur.
Eğer bir insanın
abdest uzuvlarının çoğu küçük hadesde veya bütün bedenînin çoğu büyük hadesde
yaralı olsa, o kimse teyemmüm eder.
Çünkü ekser (çoğunluk)
için küllün (bütünün) hükmü vardır. Eğer çoğu (ekseri) yaralı olmazsa, abdestte
ve guslde uzuvları yıkar. Yıkamak ile teyemmümü bir arada yapmaz. Çünkü onda
bedel ile kendisinden bedel kılınanın bir araya getirilmese vardır. Halbuki
bunun şeriatta benzeri yoktur.
Eğer abdest
uzuvlarının çoğunda yara olup su o yaraya zarar verirse ve yine teyemmüm
uzuvlarının çoğunda yara olup teyemmüm o yaraya zarar verirse, namazı kaza
eder. Ebû Yûsuf (Rh.A.) : t«Kâdir olduğunu yıkayıp namazı kılar ve iade eder.»
demiştir. Zeylaî' (Rh.A.) de böyle demiştir.
Abdestte mânı, şayet
Yüce Allah' (C.C.) m kullan tarafından olursa, meselâ, kâfirlerin abdestten
menettikleri esir Müslüman gibi ve zindanda olan tutuklu gibi ve eğer abdest
alırsan seni öldürürüm denilen kimse gibi, bu takdirde onun için teyemmüm caiz
olur. Engel kalktığı zaman teyemmümlü o teyemmümle kıldığı namazı iade eder,
Mest (edik) üzerine
mesh etmek, sünnet-i meşhûre ile caizdir.
Bu, sünnet-i meşhûre
ile sabit olup Allah' (C.C:) in kitabında açıklanmayan bir tatbikattır. Çünkü
Kur'ân-ı Kerîm'in mucibi (hüküm), iki ayakları yıkamaktır.
Mest üzerine meshi
caiz görmeyen kimse, mübtedi' (bid'atcı) olur. Fakat onu caiz görüp azimet
(kasd) yolunu tutarak mesh eylemese se-vâb kazanır.
Kâfî'de denmiştir ki:
Eğer, usûl-ü fıkhda bilinen şeyden dolayı bu mesh, farzı düşürme (ıskat)
ruhsatıdır. Şu halde uygun olan, azimeti yapmakla sevâb kazanmış olmamaktır.
Çünkü şayet ruhsat, ıskat için olsa - nitekim namazı kasrda (kısaltmada) olduğu
gibi - azimet
meşruiyyeti üzere kalmaz, denirse, cevâbında biz deriz ki: Mükellef olan kimse
iki mesti giymiş olduğu müddetçe azimet, meşruiyyeti üzere kalmaz. Sevâb olan,
mestleri çıkarıb ayaklan yıkamak itibariyledir. Şayet o mestleri çıkarsa,
azimeti meşru olur.
Bu mevzuda Kifâye kitabında şöyle bir vak'a
nakledilir:
Zeylaî (Rh.A.)
demiştir ki: Kâfî'nin bu cevâbı yanlıştır. Çünkü iki ayağı yıkamak, mestleri
çıkarmaksızm da olsa meşrudur. Bundan dolayı, şayet mestlerine mesh eden kimse
suya dalsa ve mestlerine su girip ayaklarının çoğu yıkansa, o kimsenin meshi
bâtıl olur. Şayet mestleri çıkarmaksızm yıkamak meşru olmasa, ayağın bazısını
yıkamak ile mesh ondan bâtıl olmazdı. Bundan dolayı, eğer tekellüf edip mestleri
çıkarmadan ayaklarını yıkasa, onları yıkamış sayılır. Hattâ müddetin
bitmesiyle bâtıl olmaz.
Ben derim ki: Zeylaî'
(Rh.A.) nin, Kâfi sahibinin sözüne yanlış-tır, demesi yanlıştır. Çünkü, Kâfi sahibinin
meşrûiyyet ile muradı, şâ-rîin (şeriat sahibi) nazannda o kimsenin üzerine
sevâb terettüb etmek yönünden cevazdır. Yoksa üzerine ahkâm-ı şeriyyeden hükm
terettüb etmek değildir. Onu, Namazı kasra benzetmesi buna delâlet eder. Çünkü
azimetle âmil olan kimse, dört rek'at kılıp ve iki rek'at üzere oturmakla
günahkâr olur. Bununla beraber farzı tamâm olur.
Kâfî'nin cevâbının
gerçek mânâsı şudur: Ruhsat verilen kimse mademki ruhsat halindedir, onun için
azimetle amel caiz olmaz. Şüphesiz müsâfirin de müsâfir olduğu müddetçe namazı
tamâm kılması caiz olmaz. Hatta dört rek'ate niyetle namaza başlasa, namazı
kesmek ve iki rek'at ile başlamak ona vâcib olur. Nitekim yakında, yolcu namazında
açıklaması gelecektir.
Şayet o kimse iki
rek'at niyetiyle başlasa ve namaz esnasında ikâmete niyet etse, namaz dört
rek!ata dönüşür. Bu durumda, mest giyen kimse, ayağında mesti olduğu müddetçe,
onun için ayağını yıkamak caiz olmaz. Hattâ eğer, mestlerini çıkarmadan
meşakkatle ayaklarını yıkasa, her ne'kadar bu yıkamadan sayılmış ise de, günâh
işlemiş olur. Şayet mestler ayaktan çıkıp ruhsat zail olsa, yıkanma meşru olup
onun üzerine sevab kazanır. ' * '
Usûl kitaplarında
maharet sahibi olan kimseye bunun açık olma-sıyle beraber, ileri gelen
âlimlerden bir âlime gizli kalması tuhaftır.
Bir kere mesh eylemek
caizdir. Zira meshde tekrar sünnet olmamıştır. Çünkü yıkamada tekrar,
temizlikde mübalâğa içindir. Mesh ise, temizlemek
için değildir.
Mesh eden, kadın da
olsa caizdir. Çünkü meshin caiz olmasının delili, hitablarm umûmuna kadınlar da
dâhil oldukları için, kadın üe erkeğin arasında ayırım yapmamıştır.
Cünub olduğu halde
mestler üzerine mesh caiz olmaz. Çünkü mesh, abdestte kıyâsın aksi şekilde
sabit olmuştur. Cenabet, onun üzerine kıyâs edilmez. Şüphesiz mübalağa
sîğasıyle (Fettahherû) (tam
temizlenin), tam bir temizlemeyi gerektirir. Nitekim yukarıda geçti. Meshde tam
bir temizlik ortadan kalkar,
Bundan sonra Fukahâ
demişlerdir ki: Yer (bu mahal) olumsuzluk yeridir. Tasvire hacet yoktur. Çünkü
bir kimse tam bir temizlik ile mestleri giydikten sonra cünub olsa, delil yok
olduğundan mesh caiz olmaz.
Fakat denildi ki:
Bunun sureti, bir kimse abdest île mestlerini giydikten sonra mesh müddeti
içerisinde cünub olsa, o kimse mestlerini çıkarır ve ayaklarını yıkar. Müsâfir
de böyledir. Eğer mesh müddeti içerisinde cünub oîsa ve su bulamadığı için
teyemmüm ettikden sonra hades vâki olup abdestine yetecek £adar su bulsa, onun
için mesh caiz olmaz.
.
İki mestler, üzerine
mesh, îıades sırasında tam temizlik ile giyilmiş oldukları halde caizdir.
Musannifin, (melbûseyni = giyilmiş oldukları halde) sözü, «şayet, iki mesti
hades sırasında tam temizlik ile giyerse»
denilen sözdeh daha güzeldir. Zira burada murâd, İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin
hilâfına işarettir. Çünkü İmâm Şafiî (Rh.A.); başlangıçta iki mesti tam abdest.
ile giymek gerekir, hattâ iki ayaklarını yıkayıp mestleri giydikten sonra
abdesti tamamlasa mesh caiz olmaz, demiştir.
Biz deriz ki: Hades
vaktinde abdestle mestlerin giyilmesinin mev-cûd olması,, her ne yolla olursa
kifayet eder. Açıktır ki, o vakit mestlerin giyilmesinin bakî olması zamanıdır.
Yoksa hudûsunun zamanı değildir. Beka ve devamlılık ifâde eden şey isimdir.
Çünkü fiil teceddürl ifâde eder. Bizim sözümüz daha güzeldir, dememize sebeb;
fıkh âlimlerinin ibaresinde «tam temizlik ile» sözünü, «giymek» lafzının
za-mîrinden hal, «hades sırasında» sözünü «tam» sözüne ilgili kılmakla tevcih
caiz olduğu içindir. Mânâ : «Şayet mestleri tam temizlik ile giyse, o temizlik
hades indinde tamdır.» demek olur. Şu halde, iki ibarenin mânâsı bir olur.
Mukîm için bîr gün bir
gece ve müsâfir için üç gün üç gece mestleri mesh etmek caizdir. Çünkü
Resûlüllah (S.A.V.) :
«Mukîm, bir jgün bir gece
(mestlerine) mesh eder. Müsâfir üç gün üç gece mesh eder.»
buyurmuştur.
Meshin müddeti, hades
vaktinden başlar. Yoksa mestleri giydiği ve mesh eylediği vakitten değil. Çünkü
meshe muhtâc olunan zaman, hades vaktidir. Mesh, iki mestlerin dışı üzerine caizdir.
Caiz olan mest (edîk),
topukları örten mesttir veya topuktan dışarıda kalan, ayağın küçük parmaklan
ile üç parmaktan daha az.olan mesttir. Fakat üç parmak miktarı topuk görünmesi,
yırtık menzilesin-dedir. Mestin üstünden bakıldığı zaman ayak görünecek şekilde
mestin geniş olmasında mahzur yoktur.
Musannif: «Mesh, iki
mestlerin dışı üzerine caiz olur.» demiştir. Zira mestin içine, ökçesine ve
koncuna mesh caiz olmaz. Çünkü mesh, kıyâs yollarından ma'dûlün bin
(sapma) dir. Onda şeriatın getirdiği herşeye riâyet edilir.
Hadesden önce
mestlerin üzerine giyilen iki çizme üzerine mesh caiz olur.
Cürmûkayn; iki çizme
veya potindir ki mestin üzerine, onları korumak için giyilir. Şayet mesheden
kimse, çizmesini mest üzerine hadesden
sonra giyse, onların üzerine mesh
caiz olmaz. İmâm Şafiî (Rh.A.); iki çizme üzerine mesh caiz olmaz.
Çünkü bedel için, reyle (görüşle) bedel olmaz, demiştir.
Bizim delilimiz, Hz.
Ömer.' (R.A.) den rivayet edilen şu sözdür. Uz. Ömer (R.A.) :
«Ben, Peygamber'
(S.A.V.) i gördüm, iki çizmeleri (cürmûkayn) üzerine mesh eyledi.»
demiştir.
Sonra cürmûk (çizme
veya potin) mestten bedel değildir. Her
ne kadar mest, çizmenin altında çizmeden başka ise de, sanki o ayağın üzerinde
sâdece çizme varmış hükmünde olup çizme mestten bedel olmaz. Çünkü vazife ayak
ile olmuştur. Mestin, abdest uzuvlanndan olması için mestle vazife olmamıştır.
Çizme, meste belki ayağa ha-desin geçmesinden menedici bedel olmuştur. Bundan
dolayı biz deriz ki: Şayet hades vâki olduğunda, meste mesh eylesin veya
eylemesin, çizmeyi mest üzerine giyse, çizme üzerine mesh olmaz. Çünkü meshin
hükmü mest ile sabittir. Bu durumda, mest hükmen abdest uzuvlarından olmuştur.
Şu halde, eğer çizme üzerine mesh edilse, çizme mestten bedel olur. Bundan
dolayı mesh caiz olmaz.
Ben derim ki: Bundan
sonra malûm olur ki, hem bezden veya çuhadan veya üzerine mesh caiz olmayan
bunlar gibi şeyden dikilmiş. şeyin üzerine giyilen mest üzerine mesh caiz olur.
Zira çizme ayakdan bedel olup o çizme üzerine meshin caiz olmasıyle beraber
mest yok hükmünde olsa, mest ayaktan bedel olmayıp üzerine mesh caiz olmayan
şeyin yok hükmünde olması evi» olur. Nitekim sargı (lifâfe) da olduğu gibi.
Şu husus bunu teyîd
eder: İmâm Gazâlî (Rh.A.), El-Vecîz'de ve Râfîî (Rh.A.) ona
yaptığı şerhinde, ikisinin de meselelerde İmâm Ebû Hanî-İe' (Rh.A.) nin
hilafını zikretme lüzumunu duymaları ile beraber, bu meseleyi ittifak suretinde
irâd etmişlerdir.
Bizim Âlimlerimiz
(Müctehidlerimiz), meşhur olan kitaplarında, çizme meselesine dâir çizmenin ayaktan
halef olduğunu söyledikleri şeyle yetinerek, bunu açıklamışlardır.
Mesh, meshedicinin sık
örülmüş iki çorabları üzerine caiz olur. Yâni bağsız, incik (baldır) üzere
sarılan çorabdır. İmâm A'zam (Rh.A.) önce, iki çorab üzerine meshi tecviz
eylememiş ve İmâmeyn (İmâm Muhammed (Rh.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)) tecviz
eylemiştir. Sonra İmâm A'zam (Rh.A.) da İmâmeynin sözüne dönüp cevaz ile fetva
vermiştir.
Pabuçlanınış iki çorab
(mün'al) üzerine mesh caiz olur. Mün'al: Pabuç gibi altına deri dikilen çorabdır.
Bu takdirde o, üzerinde devamlı yürümek mümkün olup mest gibi olur.
Mesh, deriyle
kaplanmış olan iki çorab üzerine de caiz olur. Deriyle kaplanmış (mücelled)
ile murâd, üstüne ve altına deri konan çorabdır. Buna âid hüküm de mest
gibidir.
Sarık üzerine, şapka
üzerine ve başörtüsü üzerine ve kuffaz üzerine mesh caiz değildir. Kuifâz :
Soğuktan veya atmaca pençesinden korunmak için iki ele giydikleri eldivendir.
Eldiven üzerine mesh
caiz olmamasının sebebi şudur : Çünkü mesh sıkıntı ve güçlüğü gidermek içindir.
Bunun çıkarılmasında ise güçlük yoktur. Fal^at, kadın başörtüsü üzerine mesh
edip, yaşlık başına geçse, hattâ başının dörtte biri miktarını ıslatsa, mesh
caiz olur. Mi'râc-üd-Dirâye'de böyledir.
İki mest üzerine
meshin farziyyeti ayrı ayrı her bir ayaktan elin üç parmaklan miktarıdır. Hattâ
eğer bir ayağı üzerine iki parmak miktarı ve öbür ayağına beş parmak miktarı
mesh etse, caiz olmaz. Eğer bir parmakla üç kere kullanılmamış su ile mesh
etse, maksûd hâsıl olmakla caiz olur. Fakat eğer suyu yenilemeden bir parmakla
üç kere mesh etse caiz olmaz. Eğer mesh yerine üç parmak miktarı yağmur suyu
isabet etse caiz olur. Yine böylece, yağmur veya çığ ile ıslanmış otluk
içinde yürümekle üç parmak miktarı su isabet
etse veya mest'e vâcib olduğu kadar çığ isabet etse, caiz olur. Elin
parmaklanyle demekten mak-sâd, ayak parmaklarından ayırdetmektir. Nitekim Kerhî
(Rh.A.) : Mestler üzerine meshin sünneti, elin parmakları açılmış olduğu halde
ayak parmaklarından inciğe doğru çekilmesidir, diye rivayet etmiştir. Bu ibare
Meşâyihden nakledilmiştir. Tetebbu' (araştırma) bunu ispatlar.
Binâenaleyh
Sadr'uş-Şerîa' (Rh.A.) mn : Üç parmak miktarı üzerine ziyâde olan ancak
müsta'mel su ile olur, ona itibâr edilmez, demesi yersizdir. Bunun açıklaması
şudur : Çünkü parmakları inciğine kadar çekmek sünnet olursa, sünnet de ancak
temiz su ile hâsıl olur.
Fukahâ ittifak
etmişlerdir ki: Şüphesiz müsta'mel su temizleyici değildir ve su uzuvda durduğu
müddetçe kullanılmış olmaz. Şu halde zikredilen şey nasıl sahîh olur?
Ayak parmaklarının
küçüklerinin üçü miktarı yırtık meshi mene-der. (mesh yapılmaz.) Ayak
parmaklarına itibâra sebeb : Ayakda asıl olan, ayak parmaklan olmasıdır. Yâni
ayaksız üç parmağın kesilmesiyle diyet vâcib olur. Çünkü ekser (çokluk) için
kül (bütün) hükmü vardır. Üçü ise parmakların ekserisidir. Bir de ayağın üç
parmak miktarı açılmış olması meshi meneder. Parmakların küçüklerine itibâr
edilmesi, ihtiyat içindir. Bu mesele, şayet mestin yırtığı, parmakların karşısında
olmayan yerde ve ökçeden başka yerde olduğu surettedir. Fakat yırtık,
parmakların mukabilinde olursa, muteber olan, yırtık karşısında olan
parmakların görünmesinedir.' Çünkü her parmak, yerinde asıldır. Eğer yırtık,
ökçe yerinde olursa, ökçenin çoğu görünmedikçe meshi menetmez. Topukdan
yukarıda olan yırtık da meshi menetmez. Çünkü mestin topukdan yukarıda olanının
giyilmesine itibâr yoktur. Parmak uçlarının görünmesi de esah kavide meshi
menetmez. Ancak mânı olan, tamâmîyle üç parmak miktarının'görünmesidir. Büyük
yırtığın, meshi menetmesi, açılmış olduğu halde, altı göründüğü vakittedir.
Eğer derisi kaim olmakla altı görünmez lâkin ona parmak sokulduğunda girerse,
meshi menetmez. Eğer yürüdüğü halde görünüp ayağım bastığı halde açılmazsa, meshi
meneder. Çünkü mest yürümek için giyilir.
Yırtıklar bir mestte
toplanır, ikisinde toplanmaz. Yâni bir mestte inciği altında çok yırtıklar
olsa, şöyle ki: Şayet o yırtıklar toplansa mezkûr miktar ondan görünürse, meshi
meneder. Çünkü o toplanmış olan yırtık miktarı, yolculuğu meneder. Eğer o
miktar yırtık iki mestte toplansa meshi menetmez. Çünkü o miktar yırtık ile
mest yolculuğundan alıkoymaz. Toplamada muteber olan yırtık, ona çuvaldız
girendir. Bundan azı yok gibidir.
Ayrı ayrı yerlerde
olan pislik, yırtığın aksinedir. Şöyle ki: O pislik
her ne kadar, iki mestte veya iki libâsda
veya bedende veya yerde veya zikredilen şeylerin hepsinde olsa, bir araya
toplanır.
Avretin açılması da
iki mestin yırtığının aksinedir. Nitekim kadı-n:n fercinden bir şey, sırtından
bir şey, karnından bir şey, uyluğundan bir şey ve inciğinden bir şey açılmış
olsa, bunlar toplandığı zaman namazın cevazını meneder. Özürlünün açılması
konusu yakında gelecektir.
Özürlü olan kimse
mestlerine vakit içinde mcsh eder. Vakit çıktık-dan sonra mesh caiz olmaz. İmâm
Züfer (Rh.A.) bunu kabul etmemiştir.
Ancak, eğer mestlerini
abdestle beraber giydiği vakitte özür kesilirse, vakit çıktıkdan sonra dahî
mesh caiz olur. Hattâ Özrün kesilmiş olması abdest hâlinde bulunup mestlerini
giydiği vakitte bulunmazsa veya aksine bulunursa veya iki durumda bulunmazsa,
vakit çıktıkdan. sonra mesh caiz olmaz.
Abdesti bozan şeyler,
meshi de bozar. Çünkü mesh abdestin parçasıdır.
Mestin ayaktan çıkması
da meshi bozar. Çünkü hadesin ayağa sirayetini önleyen engel ortadan
"kalkmıştır. O halde mestin bir ayaktan çıktıkdan sonra diğerinin
çıkarılması vâcib olur. Zira bir vazifede, yıkamak ile mçsh etmek bir araya
getirilemez.
Mestin çıkmış
sayılması, ayağın çoğu kısmının mestin sakına (koncuna) kadar çıkmasıyla^ olur.
Çünkü mesh mahalli, mekânından ayrılmış ve sanki ayağı görünmüş gibi olmuştur.
Sahîh kavi budur. Çünkü ekser için küllün hükmü vardır. Kâfî'de böyle
zikredilmiştir. Ayağın azının-çıkmasından sakınmak ise imkânsızdır. Çünkü bazan
bu kasıtsız, hâsıl olur. Şu halde bunda güçlük vardır.
Bu hususta «Ayak
ökçesinin çoğunun çıkmasıyla mesh bozulur» denmiştir. Bu söz, Ebû Yûsuf (Rh.A.)
un sözüdür. İmâm Muhammed' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki: Mesh yerinde,
ayağın üstünde üç parmak miktarı bakî kalırsa, meshi bozmaz. Ulemânın çoğu dahî
bu kanaattedirler. Eğer ayak yerinde durup ökçe çıkıp girerse mesh bozulmaz.
Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Müddetin çıkması da
meshi bozar. Bir kimse yolcu olduğu halde, mesh müddeti bitip, o vakit
mestlerini çıkardığı takdirde ayağının soğuktan teîef olmasından korkmazsa mesh
bozulur. Mestlerini çıkardığı takdirde soğuktan ayaklarının telef olacağından
korkarsa mesh caiz olur. Kâfî'de ve Uyûnu'l-Mezâhib'de böyle zikredilmiştir.
Mestlerini çıkarıp,
müddet bittikden sonra, hades-i sabıkın (geçen abdestsizliğin) ayaklara
sirayetinden dolayı o kimse sadece ayaklarım yıkar.
Bir kavle göre «Suyun
topuğa ulaşması meshi bozar.» Bu hususta, «Suyun ayağın çoğuna isabet etmesi
meshi bozar» diyen de vardır.
Fetâvâyı
Tatarhâniyye'de denmiştir ki: Şayet iki mestlerin üzerine meshden sonra meste
su girip iki ayaklarından üçer parmak miktarı veya üç parmakdan daha az
miktarını ıslatsa, onun meshi bozulmaz. Eğer ayağın hepsini ıslatıp, su
topuğuna ulaşsa, mesh bozulur. Bu İmâm Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den rivayet
edilmiştir. Öbür ayağını yıkamak vâ-cib olur. Bu, Zahîret'ül-Fukahâ'da
zikredilmiştir..
Şeyh tmâm Ebû Ca'fer'
(Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki: Şayet iki ayaktan birinin çoğuna su değse,
meshi bozar. Ve bu yıkamak makamında olur. Bazı âlimlerimiz bunu kabul
etmişlerdir. Zahîre'de «Esah kavi budur» denmiştir. Âlimlerimizden bazısı: «Ne
suretle olursa olsun meshi bozmaz» demişlerdir. Meşhur fıkh kitaplarında, meshi
bozucu mezkûr üç âmil kâfî görülmüştür. Bu durumda Ulemâ Zahîre'nin görüşünü
kabul etmiş olmaktadırlar.
Şayet meshedici, iki
cürmûkunu çıkarsa, iki mestleri üzerine mesh eder. Çünkü, cürmûklar mestlerden
ayrı oldukları için, iki cürmûk üzerine mesh, iki mestler üzerine mesh
değildir. İki tâklı (iki katlı, kemerli) mest üzerine mesh bunun aksinedir ki
iki katın biri çıkarılsa veya mestler dışındaki deri soyulsa, o vakit, o çıkan
katın ve soyulan derinin altına mesh iade edilmez. Çünkü bitişik oldukları için
hepsi bir tek şeydir. Meshden sonra tıraş olunduğu zaman başa mesh iade
edilmediği gibi.
Eğer iki cürmûkun biri
çıkarılsa, ikisinin de meshi bozulur. Bu takdirde, diğer cürmûkun meshi"
iade edilir.
Üzerinden cürmûk çıkan
mestin meshi iade edilir. Çünkü bir vazife de bozulma, bölünme kabul etmez. Bu
duruma göre ikisinden birinde bozulsa, diğerinde dahî.bozulur. Bazıları,
cürmûkun biri çıkarılsa, diğer cürmûk dahî çıkarılır, demiştir. Çünkü ikisinden
birinin çıkarılması, bölünme olmadığı için, ikisinin çıkarılması gibidir. Esah
olan kavi birincisidir.
Bir mukîm kimse,
mestleri üzerine mesh edip mesh müddetinin tamam olmasından önce yolcu olsa,
yolculuk müddetini tamamlar. Yâni mukîmin meshi yolcunun meshine dönüşür.
Şöyleki, toplamı üç gün üç gece olur.
Eğer bir gün bir
geceden sonra müsâfir olsa, mestleri çıkarır. Çünkü hades ayağa sirayet
etmiştir. Sefer, o hadesi kaldırmaz.
Bir müsâfir de, bir
gün bir geceden sonra mukîm olsa, mestleri çıkarır. Bir gün bir geceden Önce
mukîm olsa, bir gün bir geceyi tamam eder. Çünkü yolculuk ruhsatı, sefersiz
devam etmez. Sözün kısası şudur ki: Ya mukîm yolcu olur veya yolcu mukîm olur.
Ve ikisinden her biri, ya bir gün bir gece tamam olmazdan önce (mukîm veya
müsâfir) ya da bir gün bir geceden sonra (mukîm veya müsâfir) olur.
Cebire (kınk tahtası)
üzerine mesh : Cebîre, bir tahtadır ki kınlan kemik üzerine bağlanır. Çıbanın
sargısı üzerine ve kan alınan yere bağlanan bez üzerine mesh, ve bez düşmesin
diye bezi bağladıkları şey üzerine mesh, bunların altında kalan bedeni yıkamak gibidir.
Bu mes-hin, yıkamak gibi müddeti yoktur.
Mesh yıkamak ile
birleştirilir. Eğer, hükmen mesh olsa, yıkamak onunla nasıl birleştirilir
(cemedilir)? Nitekim, iki ayağın birini yıkayıp, iki mestin birini mesh etmek
gibi.
Her ne kadar abdestsiz
bağlansa da, cebîre üzerine mesh caiz olur. Çünkü bu durumda onun itibârında
sıkıntı ve güçlük vardır.
Eğer mesh zarar
verirse, cebîre üzerine mesh terkedilir. Eğer zarar vermezse, mesh terk
edilmez.
Cebîre üzerine mesh
ancak, cebîre konan yere suyun zarar vermesi veya bağlı olan Cebirenin
çözülmesinin zarar vermesiyle meshden âciz olunduğunda caiz olur. Fakat, cebîre
konan yeri meshe kadir olursa, o zaman cebîre üzerine mesh caiz olmaz.
Muhît'de; «Bu bellenmclidir. Çünkü insanlar bundan gafildirler» denmiştir.
Cebirenin düşmesi,
meshi bozmaz. Ancak, eğer cebîre konan yer iyileşmiş olursa bozar.
Eğer cebîre, namaz
içinde, cebîre konan yer iyileşmiş olduğu halde düşse, mesh bâtıl olur, ve
namaz yeniden kılınır.
Eğer cebîre, namaz
içinde, cebîre konan yer iyileşmiş olduğu halde, düşmezse veya namaz içinde
cebîre konan yer iyileşmiş olduğu halde düşerse, mesh bozulmaz, ve musallî
namaza yeniden başlamaz.
Cebirenin, bez ve
sargının meshinde üçerlemek ve niyet şart kılınmamıştır. İmâm Zahidi (Rh.A.),
«Bunlara meshde niyet bütün rivayetIerde şart kılınmadı» demiştir. Bazılarına
göre, başa olmamak şartıyla meshde üç kere tekrar sünnettir.
Sargının çoğu üzerine
mesh kifayet eder. Hepsini meshle kaplamak şart kılınmamıştır. Sahîh kavi
budur. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Bir kimse damarı
yarılıp kan aldırsa, üzerine bez koyup ve sargı bağlasa, bir kavle göre :
«Sargı üzerine mesh caiz olmaz, ancak bez parçası üzerine olur.» Bu hususta :
«Eğer başkasından yardımsız sargıyı bağlamak mümkün ise mesh caiz olmaz ve eğer
yardımsız bağlamak mümkün değil ise, sargı üzerine mesh caiz olur» diyen de
vardır."
Bazısı da : «Eğer o, sargıyı çözüp altını yıkamakla yaraya zarar verirse,
sargı üzerine mesh caiz olur. Eğer zarar vermezse, caiz olmaz» demiştir. Yine,
yaranın yerini aşan her bez parçasında hükm zikr edilen gibidir. Eğer bez
parçasının çözülmesi zarar vermeyip bilâkis bezi yara yerinden kaldırması zarar
verirse, bezi çözer ve yara yerine kadar bezin altını yıkar; bezi bağlayıp
yara yerine mesh eder. Bütün âlimler, (daman yarılarak) kan aldıran kimsenin
sargısı üzerine mesh etmesinin caiz olduğunu kabul etmişlerdir. :
Sargının iki bağı
arasında, kolun görünen yerine, esah kavle göre, mesh yeter. Çünkü, o yer
yıkansa sargı ıslanıp, olurki kan almak için kesilen yere su ulaşıp zarar
verebilir.
Bu kanlar (demler) üç
çeşittir : Hayz, nifâs ve istihâzadır. Hayz, bulûğa ermiş kızın rahminin,
dışarı çıkardığı bir kandır. Bâliğa, dokuz yaşında olan kızdır.
Musannif, rahm sözcüğü
ile istihâzeyi birbirinden ayırmıştır. Çünkü istihâze kam,damar kanıdır. Rahm
kanı değildir.
Yine rahm ile, burun kanından, yaralardan çıkan kanlardan ve hâmile olan kadının
gördüğü kandan ayırmıştır. Zira hamilenin gördüğü kan, rahm-den çıkan kan
değildir. Çünkü Yüce Allah (C.C.) şu âdetini icra eder
şüphesiz kadın hâmile olduğu zaman
rahminin ağzı kapanıp ondan bir şey dışarı çıkmaz.
Rahmde hastalık
olmamalıdır. Musannif bununla rahmin hasta-lıkdan dolayı çıkardığı kanı
ayırdetmiştir. Doğurmak ve benzeri gibi. Çünkü lohusalar hasta hükmündedirler.
Hattâ lohusalık hâlinde olanların teberruları mallarının üçte birinden itibâf
olunur.
Musannif (iyâs)
dememiştir. Çünkü âyise (yâni hayzdan ve nifâs-dan kesilmiş olan kadm) için
ihtilâf vardır. Yakında açıklaması gelecektir. Onun hayzın ta'rifine alınması
için sebeb yoktur.
Hayzın en az müddeti,
geceleriyle beraber üç gündür. Nitekim zahir rivayet de budur.'İmâm. Hasan'
(Rh.A.) in rivayetinde, üç gün ve içinde bulunan iki gecedir. Hayzın müddetinin
en çoğu on gündür. Çünkü ResûlüUah
(S.A.V.) :
«Hayzın en azı üç gün,
en çoğu on gündür.»
buyurmuştur.
Bu hadîs, İmâm Şafiî'
(Rh.A.) nin, hayz müddetinin en azını bir gün ile ve en çoğunu da onbeş gün ile
takdirine karşı bir hüccettir.
Kadının,, hayz
müddetinde gördüğü beyazdan başka renk ve hayz müddetinde araya giren temizlik
hayzdır. Yani şayet hayz müddetinin iki tarafını (başını ve sonunu) kan ihata
etse, İmâm Muhammed' (Rh.A.) in İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayetinde aralıksız
akan kan gibi olur. Bunun vechi şudur : Şüphesiz kanın hayz müddetini kaplaması
bil'icmâ şart değildir. Binâenaleyh onun başına ve sonuna itibâr edilir. Zekât
bâbındaki nisâb gibi.
İki hayzın arasında
olan temizliğin en az müddeti, onbeş gündür.
Çünkü Sahabenin
icmâlan bunun üzerinedir. Bir de bu, lüzumunun müddetidir, ikâmetin müddeti
gibidir.
Eğer; hayz müddetinin
en azı üç gün ve en çoğu on gün olduğu sabit olmuştur, imdi temizliğin en azı
onbeş gün olursa bir ayda, içinde hayz ve temizlik olmayan iki gün bulunması
gerekir denilirse, cevâbmda biz deriz ki: Bu soru, şayet bir ayda, bir temizlik
ve bir hayz olması vâcib olursa, lâzım gelir. Halbuki böyle değildir. Bundan
dolayı Bedâ-yi'de denmiştir ki: Şüphesiz kadın bir ayda mutlaka on gün hayızlı
olmaz; ve eğer on gün hayzlı olsa, -mutlaka yirmi gün temiz olmaz. Ancak üç
gün hayz görür ve yirmi gün temiz olur. Bazan on gün hayızlı olur ve onbeş gün
temiz olur. Bunun etraflıca araştırılması yakında gelecektir. İnşâallâhu
Teâlâ.
Temizlik müddetinin en
çoğu için sınır yoktur. Çünkü temizliğin en çoğu, bazan bir yıla ve iki yıla
kadar uzar; bazan ebediyyen hayz görmez. Şu halde, sınırın takdiri mümkün
olmaz. Ancak, eğer kan devam ederse, âdetin tâyini (nasbi) nda sınır vardır.
Âdetin tâyini
hususunda Fukahâ ihtilâf etmişlerdir. Esah olan kavle göre; âdetin tâyini, bir
saat müstesna, altı ay takdir edilir. Çünkü âdet, hâmile olmayanın temizliğinin
hâmile olanın temizliğinden eksik olmasıdır.
Hami (hamilelik)
müddetinin en azı altı aydır. İmdi hami müddetinden bir şey ile eksik
kılınmıştır ki o, bir saattir. Bunun şekli: Hayz görmeye başlayan kadın, on gün
kan, altı ay temizlik görse, ondan sonra kan devam etse, o kadının iddeti,
ondokuz aydan üç saat eksikde bitmiş olur. Çünkü bu takdirde, her bir hayzı on
gün olan üç hayza ve her temizlik de altı aydan bir saat eksik olduğundan üç
temizliğe muhtaç olunur. İmdi ma'lûm olsun ki, temizliğin başını, sonunu kanın
kuşatması ittifakla şarttır. Fakat İmâm Mahammed' (Rh.A.) e göre, hayz
müddetinin başını ve sonunu ve İmâm Ebû Yusuf (Rh.A.) a göre, araya giren
temizlik müddetinin başını ve sonunu kan kuşatması şarttır.
Onbeş günden daha az
olan temizlik, iki kan görmenin arasına girse, eğer üç günden daha az olursa,
iki temizliğin arasını ayırmaz. Bilâkis o, icmâen sürekli kan gibidir. *
Eğer üç gün veya üç
günden daha çok olursa, Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre - ki o İmâm A'zam' (Rh.A.) in
diğer sözüdür - her ne kadar on günden daha çok olsa da ayırmaz. Hattâ, bu da,
İmâm Ebû Yûsuf -(Rh.A.) a göre, sürekli kan gibidir. Çünkü o fâsid (bozuk)
temizliktir. İki hayzm arasını ayırmaya elverişli olmaz. Nitekim, temizliğin en
azının onbeş gün olduğu yukarıda geçti. Keza iki kan arasını ayırmaya
elverişli olmaz. Çünkü faside şer'an sahîh ahkâm bağlanmaz^ Binâenaleyh hayzm
temizlikle başlaması ve bitmesi, bu söze göre caiz olur. Yoksa aşağıda gelecek
beş sözle caiz olmaz.
İmâm Muhammed' (Rh.A.)
in İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayetinde, temizliğin başını ve sonunu kan
kuşatsa, on günde veya on günden daha azda temizlik ayırmaz. İbni Mübarek'
(Rh.A.) in, İmâra A'zam' (Rh.A.) dan rivayetinde, temizliğin başını ve sonunu
kanın on günde veya on günden daha azda kuşatmasıyle beraber, iki kanın nisâb
olması şart kılınmıştır. 'İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, iki kanın nisâb
olmasıyle beraber temizliğin iki kana eşit olması şart kılınmıştır. Sonra,
temizlik sürekli kan gibi olduğu için, İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, temizlik
kan olunca, eğer bu araya giren temizliğin bulunduğu o günde bir başka
temizlik bulunursa, bu diğer temizlik onu kuşatan iki kana gâlib olur. Fakat
bu hükmî kan, eğer kan sayılırsa, mağlûb olur. O hükmî kan şüphesiz, kan
sayılır. Hattâ birinci temizlik gibi hayz kılınır. Ancak Ebû Süheyl' (Rh.A.) in
sözüne göre, kılınmaz. Diğer temizliğin, birinci temizlikden önce veya sonra
olmasında fark yoktur.
Hasan bin Ziyâd*
(Rh.A.) a göre, üç olan veya üçden daha çok olan temizlik, mutlaka ayırır. Bu
altı kavidir ki, fukahâ bu altı kavli (görüşü) bir araya toplayan şu misâli
vermiştir: Hayz görmeye başlayan bir kadın, bir gün kan (dem) gördü ve ondört
gün temizlik gördü, ondan sonra bir gün kan ve sekiz gün temizlik gördü, ondan
sonra bir gün kan gördü ve yedi gün temizlik gördü, ondan -sonra iki gün kan
gördü ve üç gün temizlik gördü, ondan sonra bir gün kan gördü ve üç gün
temizlik gördü, ondan sonra bir gün kan gördü ve iki gün temizlik gördü, ondan
sonra bir gün kan gördü. Böylece bunlar kırk beş gün olmuştur.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
un rivayetinde, zikredilen kırkbeş günden ilk on'u ki, birinci günü hayz
onuncu günü temizliktir ve mezkûr günlerden dördüncü on ki başı ve sonu
temizlikdir, hayzdır.
İmâm Muhammed' (Rh^A.)
in rivayetinde, ondört gün temizlikden sonra vâki olan on gün de hayzdır. İbn
Mübarek' (Rh.A.) in rivayetinde, sekiz gün temizlikden-. sonra vâki olan on
gün de hayzdır. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, yedi gün temizlikden sonra vâki
olan on gün de hayzdır. îbn Süheyl' (Rh.A.) e göre, (bu yedi gün temizlikden
sonra vâki olan) on günden ilk altı gün hayzdır. İmâm Hasan' (Rh.A.) a göre,
hayz zikredilen kırkbeş günün sonundaki dört gündür. Her, müctehidin hayz
olarak kabul ettiği bu dört günün gayn ise o hüküm sahibi İmâm Hasan' (Rh.A.) a
göre, istihâzedir. İmdi her surette - Ebû Yûsuf (Rh.A.) un görüşü müstesna -
nakıs (eksik) temizlik bu görüşlerin hepsinde ayırıcı bir âmil olur.
Eğer iki kanın birisi
nisâb olursa, hayz olur. Eğer kanın ikisi de nisâb olursa, birinci kan hayzdır.
Eğer ikisi de nisâb olmazsa, birinci ve ikinciden
her biri istihâze olur. Şimdi burada bir şekil çizdim ki, ondan bu sözler Yüce
Allah' (C.C.) in yardımı ile kolaylıkla anlaşılır.
Birinci 10
|
14'den sonraki 10
|
S'den sonraki 10
|
7'den socraki 10
|
• oooooooooooooo
|
• oooooooo
|
• ooooooo
|
a» 000
• oöo 9 oo • Dördün son cü on öörd
|
(Şekildeki siyah (•)
dem'i (kanı) göstermek İçin kullanılmıştır.)
(Birinci on Ebû Yûsuf
(Rh.A.) a göre hayzdır. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre ondört gün temizlikten
sonra temizliktir. İbn Mübarek' (Rh.A.) e göre üçüncü on, sekiz temizlikten
sonra hayzdır. Ebû Yûsuf (Rh.A.) e göre dördüncü on hayzdır.)
Allah' (C.C.) m
lütfuyla bu makamda bana müyesser olan budur.
Nîfâs, çocuğun
peşisıra akan kandır. Bu nifâs, aslında kadının do-ğurmasıdır. Tekilinde
(Nüfesâ) denir. Yâni loğusa demektir.
Çoğulunda (Nisvetü nifasin) (nifaslı kadınlar) denjr. Arapçada (Nüfesâ) ve (Uşerâ) dan başka, tekili (Fualâ) olup (Fuâl,
fiâl) vezninde çoğul olan kelime yoktur. Sıhâh-i Cevheri'de böyle
zikredilmiştir.
Nîfâs (loğusalık)
denilen kanın en azında sınır yoktur.
Çünkü çocuğun çıkması, nifâs kanının rahimden olduğuna açık bir alâmettir. Şu
halde, rahimden olması tarafını teyid eder bir şeye hacet yoktur. Hayz onun
gibi değildir. Çünkü hayzın rahimden olmasına delâlet eder şey yoktur, onun
için imtidâd müraccah
kılınmıştır.
Nifâsın en çoğu kırk
gündür. Çünkü Resûlullah (S.A.V.);
«Lohusa kadın için
kırk gün müddet vardır.» buyurmuşlardır.
Hayz ve nifâsdan her
biri, içdonu altında olan şeyden faydalanmak arzusunu meneder. Mübaşeret ve
tefhîz gibi. Peştamalın (izârın) üstün-den ellemek ve öpmek helâldir. İmâm
Muhammed' (Rh.A.) e göre, yalnız kan yerinden sakınılır.
Hayz ve nifâs, namazı
ve orucu da meneder. Çünkü bunun üze* rinde icmâ-ı ümmet
vardır. Yalnız orucu kaza eder, namazı kaza etmez. Çünkü namazın vâcib olmasını
ve edasının sıhhatini hayz meneder. Ama, orucun vâcib olmasını menetmez. Onun
nefsi vücûbu sabittir, edasının sahîh olmasına manîdir. Şu halde, kadm
temizlendiği zaman orucunu kaza eder.
Hayz ve nifâsın ekser
müddetinde, kanı kesilen kadının yıkanmadan cinsî münâsebette bulunması
helâldir. Daha azda kanı kesilen kadının vat'ı helâl değildir. Yâni hayz kanı
on günden daha azda ve nifâs kanı kırk günden daha azda kesilen kadının
yıkanmadıkça yahut üzerinden bir vakit namaz geçmedikçe cinsî münâsebeti helâl
değildir. Ancak, eğer kanın kesilmesinden itibaren onda gusl ve tahrîme sığacak
kadar bir namaz vakti, geçmiş olursa, bu takdirde, her ne kadar gusl etmedi ise
de, cinsî münâsebeti helâldir. Çünkü namaz, kadının zimmetinde borçtur. Şu
halde, kadın hükmen temiz sayılır. İmdi eğer kân on günden daha azda, üç günden
sonra veya üç günden daha fazla geçtikden sonra kesilse, eğer kanın kesilmesi
âdetinden eksik ise, guslünü namaz vaktinin sonuna kadar tehir etmesi
vâ-cibdir. Eğer namaz vaktinin geçmesinden korkarsa, gusl eder ve namazı kılar.
Murâd olan, vaktin müstehâb olan sonudur. Yoksa kerahet vakti değildir. Eğer
kanın kesilmesi, âdetinin başında veya âdetinden daha çokda olursa veya hayzı
yeni başlayan kadın olursa, istihsânen
gusl etmeyi tehir eder. Guslü geciktirmesi müstahab olur. Eğer üç günden daha
azda kesilirse, namazı vaktin sonuna kadar tehir eder. Eğer namazının
geçmesinden korkarsa, âbdest alıp namazı kılar.
Sonra zikredilen
durumlarda kesilen kan, on gün içinde yine gelse, o kadının temizlenmesiyle
hüküm bâtıl olur; gerek yeni hayz görmeye başlayan bir kadın olsun ve gerekse
âdet sahibi olsun. Eğer onuncu günde veya on günden daha fazlada kesilse, on
günün geçmesi sebebiyle o kadmin temizliğine hükmedilir ve o kadına gusl vâcib
olur.
Zikredilmiştir ki: On
güne kadar, bir gün kan görüp ve bir gün temizlik görmek, kadınların
âdetlerindendir. Eğer kan görürse, namazı ve orucu terk eder. Eğer ikinci gün
temizlenirse, abdest alır ve namazı kılar. Sonra üçüncü günde, namazı ve orucu
terk eder. Dördüncü günde gusl eder ve namazı kılar. On güne kadar böyle amel
eder.
«Hayızlı kadınla cinsî
münâsebet helâldir» diyen kâfir olur. Çünkü haram olması, kesin nass ile
sabittir.
Bu hayzın en az
müddeti olan üç günden eksik olanı ve en çok müddetinden fazlası veya nifâsm
en çok müddeti olan kırk günden fazlasını; ya da hayz ve nifâs için belli
âdetleri olan günün ekserisini aşan, yâni hayz için bilinen âdeti - ki on
gündür - onu aşan veya nifâs için bilinen âdeti - ki kırk gündür - onu aşandır.
Bunlar için âdet, meselâ hayzdan yedi gün iken, oniki gün kan görse, yedi günü.
aşan o beş gün istihâza-dır. Şayet onun için âdet, nifâsda otuz gün iken elli
gün kan görse, otuz günden sonra olan yirmi gün istihâzadır. Bu, âdet sahibi
olan kadının hükmüdür.
Bundan sonra musannif,
mübtedie olan kadının hükmünü
açıklamak isteyip şöyle dedi:
Müstehâza
olarak bulûğa eren kadının hayzları on günden fazla olsa veya belli âdeti
olmayan kadının nifâsı kırk günden fazla olsa ya da hâmile olan kadın kan
görse, bunların hepsi istihâzadır.
Zikredilen evvelki üç
durumun sebebi şudur : Çünkü şeriat, hay-zın en fazla ve en az müddetini;
nifâsın en fazla müddetini açıklayınca, bilindi ki, en azdan eksik olan ve en
çokdan fazla olan, hayz ve nifâs olmaz. Şu halde, *>izzarûre istihâza olur.
Dördüncü hâlin sebebi ise, onun hakkında vârid olan hadîslerdir. Bu da, kan
gördükleri günde namaz terk edilip gayrisinde kılmalarıdır. İmdi kan gördükleri
günlerden fazla olanın istihâza olduğu ma'lûmdur. Beşinci ve altıncı hallerin
sebebine gelince : Önce istihâza olduğu halde bâliğa olan kadının hayzı her
ayda on gündür. On günden fazla olan istihâzadır. Onun temizliği yirmi gündür.
Fakat, eğer kadın için nifâsda âdet
olmazsa onun nifâsı kırk gündür. Kırk günden fazlası isti-hâzadir. Yedinci halin
sebebi ise, babın başında öğrendiğin şeydir.
Bundan sonra musannif,
Istihâzanın hükmünü açıklamaya başlayıp şöyle dedi : İstihâza; namazı, orucu
ve cinsî münâsebeti menetmez. Çünkü Resûlullah (S.A.V.) müstehâza için şöyle
buyurmuştur :
«Abdest al, ve kan
hasırın üzerine damlasa da namaz kıl.»
Bununla namazın hükmü
ibare yönüyle, oruç ve cinsi münâsebetin hükmü delâlet yönüyle sabit olur.
Çünkü rahmin kanının, namaz, oruç ve cinsî münâsebeti menettiğine dâir ümmetin
icmâı vardır.
İstihâza kanı namazı
menetmeyince, damardan akan kan da zikredilenlerden bir şeyi menetmez. Bu
istihâza kanının, rahim kam olmayıp damar kanı olduğu ma'lûmdur. İmdi diğer
iki hükm, delâlet yönüyle sabit olmuştur.
İkiz do&an
çocuklar (tev'emeyn) m anasının nifâsı, İmâm A'zam (Rh.A.) il(> Kbû Yûsuf
(Rh.A.) a göre, birinci çocukdan itibârendir. İmâm Şafiî (Rh.A.), İmâm Muhammed
(Rh.A.) ve İmâm Züfer (Rh.A.) bunu kabul etmemişlerdir.
Tev'emeyn :(Bir
karından çıkan iki çocuktur ki, İkisinin doğmalarının arasındaki müddet, altı
aydan daha az olur.
Fukahânın icmâlarına
göre, o kadının iddeti, diğer çocuğun doğmasıyle biter: Onların delili şudur :
İkiz çocuğun anası, diğer çocuğa hâmiledir. Şu halde, onun kam- rahimden
gelmiş olmaz. Bundan dolayı, iddet ancak ikinci çocuğun doğması ile biter.
Bizim delilimiz de şudur : Şüphesiz nifâs, doğumun ardından akan kandır. Bu da
öyledir. Bu takdirde o, hemen birinci çocuğun ardından akan kan gibi olur.
İddetin bitmesi ise, hamileye izafe edilen hamileliğin doğumla sona ermesine
bağlıdır. Şu halde hepsine şâmildir.
El, ayak, parmak,
tırnak veya saç gibi teşekkül emarelerinden biri görülen bir düşük, çocuk
sayılır. Onun anası bu düşük ile lohusa olur ve iddeti biter. Câriye onunla
ümmii veled olur.
Eğer sahibi yeminini doğuma bağlamış ise bununla yemini bozulmuş olur.
İyâs'a gelince
bazıları demiştir ki: Bu bir müddet ile sınırlanmaz. Bilâkis müddeti, kadının
yaşının, hayzını görmeyen kadının yaşı misline ulaşmasıdır.
Eğer o yaşa ulaşıp kanı kesilse, onun iyâsına hükm olunur. Kanın kesilmesinden
sonra gördüğü, hayzdır. Yâni tahdid olunmamışsa, hayzdır. Eğer bundan sonra kan
görürse, hayz olur. Eş-hür (aylar) ile i'tidâd (iddet görme) bâtıl olur ve
nikâhları bozulur.
Bu iyâs
meselesinde"ihtilâf edilmiştir. Bir kavle göre: «îyâs yaşı, elli ile
sınırlanır.» Bu, Hz. Âişe' (R.Anhâ) nın mezhebidir. İddetin uzaması ile
hayzmın ilerlemesine mübtelâ olana kolaylık olmak için, «H ü c-cet» adlı
kitapta bugün bununla fetva verilir, denilmiştir. Bazı Âlimler : Ellibeş yıl ile
sınırlandırmıştır. Buhara, Harzem ve Merv Ulemâsı bununla fetva vermişlerdir.
Bazıları da, «Altmış yıldır» demiştir. Bu söz, İmâm Muhammed' (Rh.A.) den
mervîdir. Âlimlerin çoğuna göre, altmış yıl muteberdir.
Âdet kanı umumiyetle
45 - 50 yaşlarında kesilir. Buna Âdet kesimi (yaş dönemi, Menopoz) denir.
Kadının bünyesine
göre, bu yaşlardan evvel veya sonra ela âdet kanı kesilebilir. Fakat kadın 55
yaşından sonra İyâs yaşına girmiş, gebe kalmak ümit ve ihtimâli kalmamış kabul
edilir. Bu yaştan sonra kadından gelen kan, şer'an hayz sayılmaz, istihâzadir.
Âdet kesimine gelen
kadında çeşitli organik ve psikolojik belirtiler görülür. Kadınlar bazen anî
olarak, fakat umumiyetle, aralarının uzaması şeklinde âdetten kesilir. Bu
durumda, bazan hiçbir belirti görülmeyebilir, ba2an de sıcak basmaları, aşın
kanamalar, depresyon görülebilir.
Kadında, âdetten
kesildikten sonra görülecek kanama, acilen hekime başvurulmasını gerektirir.
Âdet kesilmesi süresi
içinde kadında görülen belirlilerin
çoğu. hormon tedavisi veya miisekkin ilâçlarla giderilir.
Normal bir şekilde âdetten kesilen
kadında depresyon (ruhî bozukluk) görülmez, görülecek olursa hekim kontrolü gerekir.
İyâsın müddetinden
sonra gördüğü kanda ihtilâf edilmiştir. Zahir görüşe göre, o kan hayz olmaz.
Muhtar olan şudur ki, eğer âyise, siyah ve koyu kırmızı kan görürse, hayz olur;
iddet tamam olmazdan önce ve sonra eşhür ile i'tidâd bununla bâtıl olur. Eğer
sarı, yeşil ve toprak renginde kan görse, istihâzadır.
İbtidâ halindeki özür
sahibi; özrü namaz vaktinin tamamını velev ki hükmen olsun kaplayan kimsedir.
Namazın vaktinde abdest alıp namaz kılacak kadar hadesten hâli bir zaman
bulamazsa hükmen kaplamış olur.
Özrün bakî kalması
için, vakitin bir kısmında özrün bulunması yeter. Özrün zevali için, özrün
kesilmesinin gerçekten bütün vakti kaplaması şart kılınmıştır.
Fâzıl Serûcî (Rh.A.),
El Gâye'de demiştir ki: Zahîre'de, ftlergînâ-nî' (Rh.A.) nin Fetâvâ'smda;
Vâkıât'da, Hâvî'de, Hayr-ı Matlûb, CâmiıT-l-Halâtî, Menâfi' ve Havâşî'de
tahkîk-i kelâm (meselenin tahlili) şöyledir : Bir namazın kâmil vaktine kadar
kadında kan devam edip vaktinin tamâmını kaplamadıkca, istihâza hükmü kadında
sabit olmaz. Sübût, kaplamanın şart kılınmasında kesilme gibi olur.
Zeylaî (Rh.A.),
El-Gâye'nin sözüne ve nakline muttali oldukdan sonra şöyle demiştir:
Hâfız'ud-Dîn' (Rh.A.) in El-Kâfî'sinde zikredilmiştir ki: Şayet namaz vaktinde
abdest alıp, namaz kılacak kadar hades-den hâlî bir zaman bulunmazsa,, ancak o
zaman özür sahibi olur. Bundan sonra demiştir ki; İmdi bu kitaplar tamamen
Hanefîlerin kitaplarıdır. Nitekim bu malûmdur. Şu halde, azhar
olan husus bu olmuştur. Bununla Zeylaî, (Rh.A.) Kâîî'nin sözünü mezkûr
kitaplara muhalif olur diye reddetmiştir. Ben derim ki: İkisi arasında
muhalefet yoktur. . Çünkü namaz vaktinin tamamıaa kadar Özrün sübûtunun
kaplamasına dâir mezkûr kitaplarda zikredilen söz, Kâtf'cte zikredilen sözün
aynıdır. DeliU şudur : Şüphesiz Câmiu'l-Halâtî'nin sarihleri
«Çünkü, vaktin kaplam
asiyle özrün zail olması sübût gibidir.» sözünün şerhinde demişlerdir ki:
Şüphesiz tam kesilme, özürlünün ruhsatını kaldırmada muteberdir. Eksik kesilme,
bi'1-icmâ muteber değildir. İrn-di, bir hadd-i fasıla
ihtiyâç duyulmuştur. Haddi ise namaz vaktiyle takdir ederiz. Nitekim, başlangıçta özrün sübütunu namaz
vaktinde takdir ettiğimiz gibi. Çünkü özrün başlangıçta sübûtu için vaktin
başından sonuna kadar kanın akmasının devam etmesi şart kılınmıştır. Zira,
ab-dest alıp namaz kılacak kada'r, mühteîâ olduğu hadesden hâli bir zaman
bulunmazsa, başlangıçtan özür sahibi olur. İmdi, bu itirazın define işaret
için önce «hükmen olsun», sonra «hakîkaten» dedim.
Özürlü, her farzın
vakti için abdest alır ve o abdest ile o vakitte farz ve nafileden dilediği
namazı kılar, imâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, her farz için abdest alır ve
nafileleri farza tâbi olmakla kılar.
Özürlünün abdestini
vaktin çıkması bozar, girmesi bozmaz. İmâm Züfer' (Rh.A.) e göre, vaktin
girmesi bozar. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, vaktin çıkması ve girmesi bozar.
Şu halde zevalden önce abdest alan özürlü kimse, öğle namazının vaktinin sonuna
kadar namazı kılar. Çünkü vaktin çıkması değil de, vaktin girmesi mevcuttur.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) ile İmâm Züfer (Rh.A.) bu hususa muhaliftirler.
Fecrin tulûundan sonra
ve güneşin doğmasından önce abdest alan Özürlü, güneşin doğmasından sonra namaz
kılmaz. Çünkü burada vaktin girmesi değil, çıkması mevcuttur.
Pislenen şey, libâs
olsun, başka şey olsun, eğer onun giderilmesi, sabun ve sabuna benzer şeye
muhtâc olmaksızın güç olmazsa, görünen o pisliğin ayn'ı,.renk ve kokusu gibi
eseri, su ile giderilmekle pislik temizlenmiş olur. Çünkü pislikleri yok etmek
için hazırlanan (tayin edilen) madde sudur. Eğer başka şeye ihtiyâç olursa,
pisliğin çıkarılması ona güç olur. Ya da o şey libâs sıkıldığı zaman
damlamakla pisliği gidermek özelliği olan sirke ve gülsuyu gibi bir sıvı ile de
temizlenmiş olur. Süt ve süte benzer şeyler bunun zıddı olup bunlarla
temizlenmiş olmaz. Çünkü sütte v-e yağda kirletme özelliği vardır. Libâsdan
sıkılsa, sirke gibi akmaz. Bizzat libâsda kalır ve başka pislikleri gidermez.
Gözle görünmeyen
pislikden libâsın temizlenmesi, temizlendiğine zann-ı gâlib hâsıl oluncaya
kadar yıkamakla olur. Çünkü zannın gâlib olması serî delillerdendir.
Fukahâ, libâs ve
benzeri gibi sıkılması mümkün olan şeyin, görünen pislikden temizlenmesi
için., üç kere yıkayıp sıkmayı takdir etmişlerdir. Üçüncü yıkamada, bir kimse
gücü yettiği kadar sıktığında ondan su akmayacak şekilde mübalağa eder {iyice
sıkar.) Eğer libâsı korumak için mübalağa etmezse, libâs temiz olmaz.
Sıkılması mümkün
olmayan libâs da, üç kere yıkayıp üç kere kurutulmakla ( c e f â f ) temiz
olur. Yapılan bu iş, sıkmak yerine geçer. Yâni Fukahâ, sıkılamayan şeyde
temizliği üç kere yıkamak ve kurutmak olarak takdir etmişlerdir. Kurutmakla
(cefâf) murâd, suyun damlamasının kesilmesidir. Yoksa kurumak değildir. İmdi
Fukahâ, damlamanın kesilmesini, sıkmak yerine koymuşlardır. Nitekim suyu
akıtmayı yıkamak yerine koydukları gibi. Yakında açıklaması gelecektir.
Ma'lûm olsun ki,
sıkılması mümkün olmayan şey, şayet pislenmiş olsa, tmâm Muhammed' (Rh.A.) e
göre, katiyyen temizlenmiş olmaz.
Çünkü pislik ancak
sıkılmakla giderilir. Halbuki burada sıkmak mevcut değildir. İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.) a göre, onda renk ve koku kalmayacak , şekilde üç kere yıkayıp
kurutmakla temiz olur ve bununla
fetva verilir.
Şayet buğday pis su
ile şişmiş ve et pis su ile kaynamış olsa, bunların yıkanması ve
kurutulmasının yolu, temiz buğdayı suyu için-ceye kadar su ile ıslatmak, sonra
kurutmaktır. Eti de temiz su ile kaynatmak sonra soğutmaktır. Her ikisinde bu
iş, üç kere yapılır.
Pis su ile su verilen
bıçak, üç kere temiz su ile su vermekle temiz olur. Eğer bal pislenmiş olsa,
onun temizlenmesi için üzerine kendisi kadar temiz su konur ve o su gidip
önceki miktarına geri dönünceye kadar kaynatılır. Yağ pislenmiş olsa, üzerine
temiz su döküp kaynatılır, yağ su üzerine çıktığında bir şeyle alınır ve bu
usûl üzere üç kere tekrar edilir.
Temizlik hususunda
itibar, temizliğe dâir kanaatin hasıl olması ve o temizliğin yerine göre
muhtelif olmasıdır.
Musannif, bunların
bazısını yukarıda açıkladı ve diğerlerini de açıklamayı murâd edip şöyle dedi:
Menî ile pislenen, libâs olsun veya beden olsun ve o menî gerek yaş ve gerekse
kuru olsun, yıkamakla temizlenmiş olur. Veya eğer haşefenin
başı temiz ise, meninin
kurumuşunu ovmak ile temiz olur. Eğer temiz değilse, ovmak yetmez. Bilhassa
yıkamak vâcib olur. Libâs ile bedenin arasında, zahir rivayette fark yoktur.
İmâm Hasan' (Rh.A.) m rivayetinde beden ovmakla temiz olmaz.
Mest, üzerinde kurumuş
olan hacimli pislikden toprakla ovmak suretiyle temizlenir. Pisliğin yaşı da
böyledir. Yâni mest üzerindeki hacimli yaş pislik de ovmakla temizlenir. Ancak
ovmakda mübalağa (iyice ovmak) gerekir. Mest, hacmi olmayan pislikden
yıkamakla temizlenir.
Ayna, kılıç, bıçak ve
bunların benzeri gibi cilâlı şeyler pislenmiş olsa, silmekle temiz olur. Cilâlı
denmesinin sebebi; pislenmiş olan şey sâdece sert olursa veya nakışlanmış
olursa silmekle temiz olmadığı içindir.
Yaygı, üzerine suyu
akıtmakla temizlenir. Bu hususta «Bir gün bir gece su akıtılırsa temiz olur»
diyen de vardır. Tatârhâniyye'de böyle zikredilmiştir. Bir kavle göre «Bir gün
bir geceden fazla su akıtılır-sa, temiz olur.» El-Hucce'de böyle zikredilmiştir.
Bir kavle göre de;
«Bir. gece su akıtılırsa temiz olur» El-Vikâye'de böyle zikredilmiştir.
Yaygının (veya
döşemenin) etrafının bazı yeri pislenmiş olsa, o yaygı (veya döşeme) nin temiz
olan tarafında mutlak surette namaz kılınır. O müsallî, o yaygı (veya döşeme)
nin bir tarafını hareket ettirmekle diğer tarafı hareket etsin veya etmesin,
temiz olan tarafında namaz kılar. Musannifin bu sözünde, şayet diğer tarafı
hareket etmezse, ancak o zaman namaz kılınır, diyen kimsenin sözünü red
vardır.
Pislik düşen yer
kurumakla ve pisliğin eseri gitmekle namaz için temiz olur. Yoksa, teyemmüm
için temiz olmaz. Çünkü teyemmüm, tertemiz bir yer gerektirir. Namazda ise
temiz olması yeter.
Döşenmiş kiremit,
kamıştan damlar üzerinde olan örtü, yeryüzü üzerinde bulunan ağaç ve otluk,
bunlara düşen pislik, kurumakla ve eseri gitmekle temiz olur.
Kesilmiş olan ağaç ve
otluk yıkanır. Bu
ikisinde, kurumak ve pisliğin eserinin gitmesi kâfî değildir.
Bundan sonra musannif,
pisliklerin temizlenmesi mevzuunu açıklamayı bitirip, pisliği: Galîza ve
Hafîfeye taksime ve ikisinden her birinin mahzurlu görülmeyen miktarını
açıklamaya başlayıp şöyle dedi: Kesif
olan pislikde galîz olanından bir dirhem
miktarı - ki o miskâldir -
mahzurlu görülmemiştir. Dirhem ile murâd büyük dirhemdir. Bu da miskâldir.
Hidâye'de böyle zikredilmiştir. Yoksa, on dirhemi yedi miskâl olan dirhem
değildir. Nitekim meşhur olan odur.
İnce pislikde el
ayasının -iç tarafının genişliği miktarı mahzurlu görülmemiştir. Yâni
parmakların eklemlerinin iç tarafının enliği miktarı mahzurlu görülmemiştir.
İmâm Muhammed' (Rh.A.)
den rivayet edilmiştir ki: O bir defasında pisliğe, vezn -ki
büyük dirhemdir- yönüyle ve bir defasında da mesaha - ki o parmakların iç
yüzünün genişliği miktarıdır - yönüyle itibâr etmiştir. Ebû Ca'fer el-Hinduvânî
(Rh.A.), zikrettiğimiz kesif ve rakîkle bu
ikisi arasında uygunluk sağlamıştır.
Musannifin galîz (katı)
olan pislik; «şayet küçük de
olsan – eti yenmeyen hayvanın
sidiği gibi - sözü, eti yenmeyen küçük hayvanın sidiğinin temiz olması zannını
ortadan kaldırır.
Yine galiz olan pislik
: İnsan pisliği, kan, şarap, tavuk dışkısı, at, katır ve eşek tersi, sığır
dışkısı gibi. Bunların her birinden dirhem miktarı mahzurlu görülmemiştir.
Bir kavle göre;
pislenmiş olan libâsın dörtte birinden eksiği mahzurlu görülmemiştir. Bununla
murâd, kendisine namaz caiz olan libâsın dörtte birinden aşağısının mahzurlu
görülmemesidir, denilmiştir. Gömlek ve etek gibi libâsların pislik isabet eden
yerinin dörtte biri mahzurlu görülmedi de denilmiştir.
İmâm Ebû XûsuP (Rh.A.) a göre, libâsa isabet eden bu pislik boyu ve eni bir
karış hacminde olan pisliktir.
Hafîf olan pislik :
Atın sidiği, eti yenen hayvanın sidiği ve eti yenmeyen kuşun dışkısı gibidir.
Yine eti yenmeyen
hayvanın iğne uçları gibi saçılıp isabet eden sidiği, galiz olandan dirhem
miktarı ve hafîf olandan libâsa isabet eden hacmin dörtte birinden az olanı
mahzurlu görülmemiştir.
Dirhem miktarından
fazla galîz pislik ve libâsın dörtte birinden fazla hafîf pislik mahzurlu
görülmemiştir.
Üzerine pislik gelen
su, pis olduğu gibi, pisliğin üzerine gelen su dahî pisdir. Çünkü bunlar pis
olmak sebebinde ortakdırlar. O da pisliğin su ile karışmış olmasıdır.
Pisliğin külü ve
tuzlada ölüp, tuz olan eşek, pis değildirler. Çünkü bu ikisinde, hakikat
değişmiştir. Zira a'yân (özler - zâtlar) değişmekle temiz olur. Ölünen tuzlada
tuz, pisliğin toprak ve şarabın sirke olduğu zaman temiz oldukları ve bunların
benzerleri gibi.
iç tarafında pislik
olan nıudarrabsiz (astarsız, dikişsiz) libâs üzerinde namaz kılınır.
Eğer libâs, mudarrabh (astarlı, dikişli) olursa, onunla namaz caiz olmaz. İmâm
Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, mutlaka caiz olmaz. Nitekim bir kimsenin giydiği
libâsın içinde durulmuş pis libâsın yaşlığı, o libâsda zahir olmuş iken onunla
namaz caiz olduğu gibi. Fakat o yaşlığın eseri olmamalıdır. Nitekim, şayet o
libâs sıkılır, ondan bu yaşlık damlarsa, onunla namaz caiz olmaz.
Yine içinde pislenmiş
yaş libâs durulmuş olan libâs üzerinde namaz caiz olur. Libâs yaş olduğu
halde, hayvan tersiyle sıvanmış kuru duvar üzerine konulsa, onunla dahî namaz
caiz olur.
Libâsın bir tarafı
pislenip, yerini unütsa ve o libâsın diğer tarafı, araştırmaksızın yıkansa, onunla
dahî namaz caiz olur.
Nitekim eşekler buğday ve buğdaya benzer şeyin harmanını döğerken idrarını
yapsa, o buğday taksim olunduğu (ayrıldığı) nda; veya bir kısmı yıkandığında -
her ne kadar araştırma bulunmasa da - geri kalanın temiz olduğu gibi.
Libâsda görünen
pislik, libâsdan gidinceye kadar teknede yıkanır. Veya görünmeyen pislik, üç
kere üç teknede yıkanır veya bir teknede, tekne iki kere yıkandıktan sonra
yıkanır ve sıkılır.
O libâs, istihsânen
temiz olur. Her ne kadar kıyâsa göre, o, suyun pisliğe ilk bulaşmasryle
pislenip sonra tekne pislendiği için üzerine ancak su dökmekle veya akar su ile
yıkamakla temiz olur ise de, (o libâs istihsânen temiz olur.)
Çamaşır suları,
pisliğin suya geçmesinden dolayı pistir. Fakat azhar rivayette, o suların pis
olmaları pislenmiş olan libâsla buluşmaları ve onunla birleşmeleri anında
mahal gibidir. Yoksa libâsdan ayrılması anında mahal gibi değildir.
Musannifin, «azhar
rivayette» demesi, bazısının kabul ettiği sözden ayırdctmek içindir. O da
Tahâvî'nin, «Şüphesiz suyun pislenmesi, suyun mahalden ayrılması anında,
mahallin pislenmesi gibidir.» diye rivayet ettiğidir. İmdi azhar rivayete
binâen birinci pislik, üç kere yıkamakla temiz olur. Yâni suyun, o yıkamalarda
libâsa veya uzva isabet ettiği suya geçen birinci pislik üç kere yıkamakla
temiz olur. Orta pislik, iki kere yıkamakla temiz olur. Yâni suyun ikinci
yıkamada libâsa veya uzva isabet ettiği vakitte suya geçen orta pislik iki
kere yıkanmakla temiz olur. Diğer pislik bjr kere yıkamakla temiz olur. Yâni
suyun, sonuncuda libâsa- veya uzva isabeti vaktinde suya geçen son pislik bir
kere yıkamakla temiz olur. Nitekim suyun isabeti anında mahallin hükmü budur.
Bunun gibi, evvelki tekne ancak üç kere yıkamakla temiz olur ve ikinci tekne
iki kere yıkamakla temiz olur. Üçüncü tekne bir kere yıkamakla temiz olur.
Azhar rivayetin gayrına göre, birinci su ile pislenmiş olan iki defa yıkamakla,
ikinci suyla pislenen bir defa yıkamakla, üçüncü su ile pislenen mücerred
(sadece, sırf) su sıkılmakla temiz olur. Yıkananın hükmü suyun ayrılması
esnasında olmak üzere yine böylece birinci tekne iki kere yıkamakla, ikinci
bir kere yıkamakla, üçüncü tekne suyu dökmek ile temiz olur.
Mücmerül-Lûgat'a göre,
(necv), karından çıkan şeydir. İstincâ, o Çıkan şeyden ve onun eserinden su ile
veya toprakla kurtulmak istemektir. Karından çıkan pislik; idrar, dışkı, menî,
mezî ve iki yoldan çıkan kan gibi şeylerdir. Bunlardan istincâ yani
temizlenmek sünnettir. Tatârhâniyye'de böyle zikredilmiştir.
Yelden istincâ sünnet
değildir. Çünkü her ne kadar karından çıkarsa da pis değildir. İki yoldan
başka yerden çıkan şeyin temizlenmesine ise istincâ adı verilmez.
Kerpiç, kuru ağaç ve
toprak gibi taşa benzeyen şeylerle istincâ sünnettir .
Aded hususu sünnet değildir, mendûbdur.
Vikâye'de, (bilâ
adedin) yâni «adedsiz» sözünden sonra, (Yüdberu bil hacer'il evveli)
«İlk taşı arkaya doğru çeker.» denmiştir.
Bunun üzerine şöyle suâl vâ-rid olur : Bu söz kendinden öncesine bağlı
değildir. Çünkü aded eğer nefy olunursa ve her ne kadar murâd adedin sünnet
olduğunu nefy ise de,
ondan sonra <biı hacer'*l evveli) yâni, «birinci
taş ile» sözüyle aded zikri münasip
değildir. Bundan dolayı musannif burada, «aded sünnet değildir,» demiştir.
Bundan sonra, «bilâkis müs-tehabdir» sözüyle o sözden dönmüştür. Müstehab (veya
mendûb) demek doğru olurdu.
Bundan sonra musannif,
«Birinci taş ile idbâr olunur ve ikinci taş ile ikbâl olunur.» demiştir.
Idbâr : Dübür, yâni
arka tarafına gitmektir. İkbâl: Öne doğru gitmektir.
Üçüncü taş "ile yaz
günlerinde idbâr olunur.
Birinci ve üçüncü ile ikbâl olunur. İkinci taş ile kış günlerinde idbâr olunur.
Çünkü ikbâ-len ve idbâren silmekte temizlikde mübalağa (a'zamî riâyet) vardır.
Yaz günlerinde birinci
taş ile idbâr olunur. Yâni taş arkaya doğru çekilir. Çünkü yaz gününde husyeler
sarkar. Dışkı bulaşmasından sakınarak ikbâl olunmaz. Yâni öne doğru çekilmez.
Ondan sonra ikbâl olunur. Ondan sonra temizlikde mübalağa için arkaya çekilir.
Kış günlerinde böyle değildir. Yâni husye sarkmaz. Birinci taş ile Öne doğru
çekilir (ikbâl olunur.) Çünkü birinci taş ile ikbâl, temizlemede eblağ.-dır
(müessirdir). Ondan sonra arkaya doğru çekilir. Ondan sonra, iyice
temizlenmesi için" tekrar öne doğru çekilir.
Kadın, yaz ve kış,
erkeğin yazın istincâsi (büyük pislikten taharet) gibi yapar. Yâni fercinin
pisliğe bulaşmaması için, dâima birinci taş ile önden arkaya doğru çeker.
Eğer avret mahallini
açmaksızın yıkamak mümkün ise, taş ile is-tincâdan sonra su ile yıkamak
evlâdır. Önce (istincâ yapan), iki ellerini yıkar. Ondan sonra, eğer oruçlu
değil ise, mahrecini (yâni pislik çıkan yeri) iyice açar (Zahîriyye'de de böyle
geçer); eğer bir parmakla temizlemek mümkün ise, parmağının içi ile mahrecini
yıkar. Veya çok muh-tâc ise, iki parmakla veya eğer yine ziyâde muhtâc ise üç
parmakla yıkar.
Erkek, istincânın
başlangfcında, orta parmağını diğer parmaklarından biraz yüksek tutar ve
mahrecini yıkar. Ondan sonra, üç kere yıkadığı vakitte yüzük parmağını
kaldırır. Ondan sonra serçe parmağım kaldırır. Ondan sonra şehâdet parmağını
kaldırır, yâni yüksek tutar ve kalbine kanaat gelinceye kadar yıkar.
Kadın, yüzük parmağı
ile orta parmağını beraberce kaldırır, ondan sonra erkeğin yaptığı gibi yapar.
Çünkü kadın, erkek gibi bir parmağı ile başlasa, ihtimaldir ki, parmağı fercine
gidip istemeden de olsa, iş-tahlanırsa üzerine gusl vâcib olur. Zahîriyye'de
böyle zikredilmiştir.
Ellerini (istinca
yapan), ikinci defa yıkar. Dirhemden fazla pislik mahreci etrafına taşarsa, mahrecini temizleyinceye
kadar yıkaması vâ-cib olur. Yıkamak (su ile) üç kereden fazla da-olsa, muteber
olan temiz yapmaktır, sayı değildir. Hattâ bir kerrede temiz olursa, yeter.
Eğer temizlik üç kerrede olmazsa, ü'çden fazla yapılır.
İstincâ eden kimse,
İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, Mahrecini (büyük pislik mahallini) önce yıkar.
İmameyn'e göre, Mahrecini ikincide yıkar. Fetva, İmâm A'zam' (Rh.A.) m görüşüne
göredir, Kemik île istincâ yapmak mekruhtur.
Çünkü bu cinlerin azığıdır. Nitekim bu husus hadîs-i şerîfde belirtilmiştir.
İnsan için olan yiyecek ile de mekruhtur. Çünkü onda, şer'an hürmete lâyık olan
malı tahkir vardır. Hayvan için olan yiyecek ile de mekruhtur. Meselâ ot gibi.
Çünkü onda, zarûretsizce temiz bir yiyeceği pis etmek vardır. At, katır, eşek
gibi hayvanların tersiyle istincâ da mekrûhdur.
Çünkü kendileri pistir, temizliğe aykırıdır. Sırça çanak, alçı, kiremit ve
kömür ile de istincâ mekruhdur.' İnsanlar arasında değerli olan şeyle de istincâ
mekrûhdur; İpekli kumaş parçası ve bunun benzeri gibi. Çünkü bu şeyler ile
istîncâ yapmak haklarında yasak bulunmakla beraber ihtirama aykırıdır.
Hakkında yasak
bulunduğu için sağ elle istincâ mekrûhdur. Ancak, sol elin kesilmiş olması
veya sol elde yara olması gibi bir zaruretten dolayı mekruh değildir. Eğer
zikredilen şeyler ile istincâ edilse, caiz olur. Çünkü istincâhın gayrında
herhangi bir mânâdan dolayı yasak bulunması, bazıla'nnda meşrûiyyete aykırı
olmaz.
Küçük abdest ve büyük
aljdest bozarken kıbleye karşı durmak, kıbleye arkasını dönmek mekruhdur. Fakat
her halükârda değil, ancak avret yerinin açılmasıyla olursa, mekruh olur.
Çünkü Resûlullah (S.A.V.)
:
«Büyük abdest bozmaya
hâzır olduğunuzda, Allah'ın kıblesine saygı gösterin, kıbleye önünüzü veya
arkanızı dönmeyin. Ancak doğu veya batı taraflarına doğru durun.»
buyurmuştur.
Bununla, El-Encâs'da
zikredilen şu şeye işaret vardır: Şayet istikbâl ve istidbâr (yâni önü veya
arkayı kıbleye dönmek) hades için olmayıp ancak hadesin giderilmesi için
olursa, mekruh değildir.
Avret yeri açık halde,
kıbleye önünü veya arkasını dönerek abdest bozmak, bina içinde 4e olsa mekruh
olur. Çünkü delîl bina içinde
olanı ayırmamıştır.
Su üzerine veya
insanların istirahat ettikleri gölgeliğe küçük abdest ve büyük abdest bozmak,
mekruhdur. Yine yola ve meyve veren ağacın altına abdest bozmak da mekruhdur.
Meyve vermeyen ağaç için mahzur yoktur. Çünkü hadîs-i şerif ile yukarıda
geçenlerin hepsi yasak edilmiştir. Yasağın sırrı açıktır.
Yine küçük ve büyük
abdest bozarken konuşmak mekruhdur. Özürsüz, ayakta durup küçük su dökmek de
mekruhtur. Tatârhânİyye'-de böyle
zikredilmiştir.
Küçük abdest bozdukdan
sonra, kalb, damlamanın kesilmesine dâir kanaat getirinceye kadar, yürümekle
veya öksürmekle veya sol taraf üzere yatmakla istibrâ (idrarın- sonunu almak)
vâcibdir. Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir.
Bir kavle göre;
«Zekeri üç kere silmek ve çekmekle yetinilir.» Şurası bir gerçektir ki;
insanların tabiatları ve âdetleri çeşitlidir. İmdi bir kimsenin kalbi, kendinin
temizlendiğine kanaat etse, o kimse için is-tincâ caiz olur. Çünkü herkes kendi
hâlini daha iyi bilir, Tatârhâniyye'-de böyle zikredilmiştir.
Yıkanan şeyin temiz
olmasıyle beraber eî de temiz olur. El-Mülte-kat'da böyle zikredilmiştir.