Cezalar Bölümü. 2
Haddi Gerektiren Veya Gerektirmeyen Cima Babı 5
Zinâ'ya Şahadet Ve Ondan Dönmek Babı 7
İçki İçmenin
Cezası Bâbı 10
Kazfin Cezası
Babı 11
Ta'zîr Faslı 13
Hırsızlık Bölümü. 16
Hırsızın Sağ Elinin Kesileceğine Dâir Bir Fasıl 19
Yol
Kesme Babı 21
İçkiler Bölümü (Eşrîbe) 23
Haram
Olan İçkiler : 23
Helâl
Olan İçecekler : 24
Suçlar Bölümü (Cinayetler) 26
Kısas
Gerektiren Ve Gerektirmeyen Şeyler Babı 29
İnsan Öldürmekten Daha Aşağı Şeylerde Kısas
Bâbı 33
Öldürmede Şahadet Ve Öldürme Hâline
İ'tibâr Babı 36
Hadd, lügat yönünden
men' ma'nâsına gelir. Şer'an, takdir olunmuş cezadır. Yerine getirilmesi Sultân
üzerine Allah Teâiâ1 (C.C.) nin bir hakkı olarak vâcib olur. Yâni Allah Teâlâ'
(C.C.) ya ta'zîm ve emrine imtisâlen vâcib olur. Bu ta'rîf ile ta'zîr hâriç
kalmıştır. Zira ta'ztrcie takdir yoktur. Yâni onda belli bir miktar yoktur.
Çünkü ta'zî-rin en çoğu otuzdokuz ve en azı üç kamçıdır. Nitekim yakında
açıklaması gelecektir. Haddin meşru' olmasından aslî maksâd, Allah' (C.C.) in
kullarının zarara uğradıkları şeyden nisanların vazgeçmesidir. Kısas, bununla
haddin ta'rifinden hâriç kalmıştır. Çünkü kısas, kulun hakkıdır.
Haddi gerektiren zina,
mükellef olan kimsenin cinsî münâsebette bulunmasıdır. Bununla mecnûnun ve küçük
çocuğun cinsî münâsebette bulunması (vat'ı) hâriç kalmıştır.
Cima (yâni kadın ile
erkeğin cinsî münâsebette bulunması), inzalden müeerred olan îlâcı (içeri
sokmayı) kapsar. ÇünRü inzal, burada şart değildir. Nitekim, cünûblukda şart
olmadığı gibi.
Haddi gerektiren zinât
iştahı getiren kadının fercine cimâ'dır. Yâni onunla cinsî ilişkide
bulunmaktır. Bu ta'rîf ile müştehât
olmayan hâriç kalmıştır. Meselâ, iştahı uyandırmayan küçük kız, ölü olan kadın
ve hayvan gibi. Çünkü bunlar ile cinsî ilişkide bulunmak, haddi gerektirmez.
Haddi gerektiren zina,
mülkden hâlî olan müştehât kadın veya kizm önüne cimâ'dır. Mülk lâfzı, nikâh
mülkünü ve elinin mâlik olduğunu kapsar.
Yine haddi gerektiren
zina, mülkün şübkesinden hâlî olan müş- tehâtin önüne cimâ'dır ve bunda iştibâh
şübbesi dâhildir.
Yakında açıklaması gelecektir.
Kendi isteği ile
yaptığı cinsî münâsebet ile lıadd gerekir. Bununla, başkasının zoru ile yaptığı
zina hâriç kalmıştır. Çünkü ikrah (zorlamak), haddi düşürür. Yakında açıklaması
«İkrah Bölümü» nde gelecektir.
Bu zikredilen zina,
erkek hakkında olandır. Kadının zinası ise, bu gibi fiil için kadının
temkininden ibarettir. Yâni, rızâ göstermesidir. Nihâyje'de böyle
zikredilmiştir.
Zina, dört erkeğin bir
mecliste şahadeti ile sabit olur. Hattâ ayrı oldukları hâlde şahadet etseler,
şahadetleri makbul olmaz. Bunu Zey-laî (Rh.A.) zikretmiştir.
Yine zina, hu dört
şahidin zinaya şahadet etmeleri ile sabit olur.
Çünkü zina lâfzı, haram
olan fiile delâlet eder. Ya da haramın ma'nâ-sını ifâde eden şeye delâlet eder.
Yakında açıklaması gelecektir. Yoksa zina sadece vat' ve cima lâfzı ile sabit
olmaz. Çünkü "bu kelimeler zinanın fâidesini ifâde etmez.
İmâm , o
şahitlere «Zina nedir?» diye sorar. Yâni, zinanın mâhiyetini sorar. Çünkü zina
bazan her haram olan cinsî münâsebete (vat'a) denir. Yine sâri', zinayı bundan
başka fiile de ıtlak eder. Meselâ: «Eki göz zina ederler.» buyurmuştur.
İmâm, zinanın nasıl
olduğunu sorar. Zira vat', bazan erkek ve kadının sünnet yerleri (hıtâneyn'i)
nin kavuşup birleşmeksizin vâki' olur.
İmâm (yâni yargılayan
hâkim), şahitlere, «Nerede zina etti?» diye de sorar. Çünkü zina, dâr-ı harbde
olsa, haddi gerektirmez. «Ne zaman zina etti?» diye de sorar. Çünkü zamanaşımına
uğramış olan zina, haddi gerektirmez. «Hangi kadınla zina etti?» diye de sorar.
Çünkü, bazan zinâ edilen kadının vat'mda şübhe olur.
Eğer o şâhidler zinayı
açıklayıp; «Biz zânînin zekerini, kadının fer-cinde, sürmelik içindeki sürme
kalemi gibi, onu vat* ederken (yâni cinsî münâsebette bulunurken) gördük.»
derlerse, o şahidlerin güvenilir olup olmadıkları gizlice ve açıkça
araştırılır. Açık adaletleri ile ye-tinilmemesi, hadd vurmamaya çâre aramak
içindir.
İmâm, âkil ve baliğ
olan kimsenin ikrarı ile zinanın sübûtuııa hükmeder. Akıl ile bulûğ şartdir.
Çünkü, özellikle haddin vâcib olmasında, delinin ve küçük çocuğun ikrarına
itibâr edilmez. Müslüman olması şart değildir Çünkü Zimmî, bize göre, ikrarı ile
hadd olunur. İmâm Mâlik (Rh.A.) ayrı görüştedir.
Hürriyet de şart
değildir. Çünkü kölenin, zinâ ikrarı, O'nun üzerine haddi gerektirir. O köle
gerek rne'zûn olsun ve gerekse mahcur olsun müsavidir. İmâm Züfer (Rh.A.) ayrı
görüştedir.
Bize göre; dört kere
ikrar etmesiyle, sübûtuna hükmeder. îmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, diğer haklarda
olduğu gibi bir kere ikrar ile, hadd olunur.
Miıkırnn (ikrar
edenin), kendi meclislerinden dört meclisde ikrar etmesi ile hâkim zinanın
sübûtuna hükmeder. Mâiz (R.A.) kıssasına binâen,
ikrar hâkim meclisinde değil, suçlunun meclisinde yapılır. Çünkü Resûlüllah
(S.A.V.), Mâiz' (R.A.) in dört kere ve dört meclisde binayı ikrar etmesine
kadar haddinin yerine getirilmesini ertelemiştir. Dörtten azında harîd
uygulamak zahir olsa, vücûbu sabit olduğu için onu ertelemezdi.
İmâm, yâni hâkim o
ikrarı her defasında reddeder ve dördüncü kerede artık reddetmez. Çünkü mukir,
eğer zinayı dört kere ikrar ederse, İmâm kabul eder. Reddettikden sonra
birincisi gibi sorar.
Bazı Fakîhler; ancak
hâkim: «Ne zaman zina ettin?» diye
sormaz, demişlerdir. Çünkü bu
zamanaşımından (tekâdümden) korunmak içindir. Zamanaşımı ise şahadeti meneder,
ikrarı menetmez. Bazıları da; o zinanın sabîliğinde veya deliliği hâlinde olması
ihtimâli olduğu için, diğer soru gibi, «Ne zaman zina ettin?» diye de sorar,
demişlerdir.
Şayet zâııî zinayı
beyân ederse, İmânım mukırre: «Belki sen dokun-muş (veya sarılmış) sundur veya
öpmüşsündür veya şübhe ile cinsî münâsebette bulunmuşsundur?» demekle,
ikrarından geri dönmesini tel-kîn etmesi mendûbdur. Eğer hadden önce veya haddin
ortasında ikrâ-nndan dönerse salıverilir. Dönmezse, hadd yerine getirilir.
Zina haddi iki
çeşittir. Birisi, muhsan yâni
evli olan kimse içindir. İkincisi, muhsan olmayan kimse içindir.
İhsan' dahî,
hadd gibi iki çeşittir. Biri, zina ihsanıdır. İkincisi, kazı ihsanıdır. Yakında
«Kazf Haddi» nde açıklaması gelecektir.
Musannif, muhsan'i bir
vech üzere açıkladı, ki ondan zina ihsanı anlaşılır. Şöyle ki; hürrün haddi için
—zira ihsan kelimesi hür ma'nâ-sında da kullanılır— Allah Teâlâ (C.C.) :
«Sîzden, muhsan
kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen kimse...»
buyurmuştur. Bu âyetteki «Muhsan» sözcüğü, ümmetin icmâ'ı ile «Hür kadınlar» ma'nâsınadır. Mükellef olursa (yâni,
âkil ve baliğ ise); — zîrâ mükellef olmayan kimse, cezalara ehil değildir. — o
hür ve mükellef kimse Müslüman olup; sahih nikâh ile cinsî münâsebette
bulunmuşsa, reemdir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Allah Teâlâ'ya ortak
koşan kimse, muhsan değildir.» buyurmuştur.
Şâyed fâsid nikâh veya
mülk-ü yemin ile cinsî münâsebette bulunursa, bi'Mcmâ' recm
olunmaz. Bu söz, iki şartı içine alır. O da nikâh've nikâh ile cimâ'dır.
Birincinin şart kılınması, nikâha ihsan denildiği İçindir. Zira, Allah Teâlâ
(C.C.) :
«Muhsâneler (yâni,
nikâhlı kadınlar)» buyurmuştur. Yine, Allah Teâlâ (C.C.) :
«Muhsan oldukları
vakit.» buyurmuştur. Bu da, evlendikleri zaman demektir. İkincinin (cimâ'm) şart
kılınması, Resûlüllah (S.A.V.) :
«Dul ile dul zina
ederse.» buyurduğu içindir.
Dulluk, cimâsız (yâni
kadın, cinsî münâsebette bulunmaksızın) olmaz. Bu cima ise, ancak nikâh ile
olur. Bilmek gerekir ki, sahîh nikâh ile cimânın hâsıl olması, ihsan sıfatının
hâsıl olması için şarttır. İhsanın bakî olması için, şartın bekası vâcib olmaz.
Hattâ bir kimse; ömründe bir defa sahîh nikâh ile evlenip, kadına dâhil olsa.,
ondan sonra nikâh ortadan kalkıp yalnız kaldıkda zina etse, O'nun üzerine recin
vâcib olur.
Karı ve kocanın ihsan
sıfatı ile muttasıf (vasıflanan) olmaları gerekir. Sözün kısası, ihsan
sıfatının, cima eden ve cima edilende şart kılınması cima esnâsındadır. Hattâ
iki memlûkün arasında, onlar köle iken sahîh nikâh iîe cima hâsıl olsa, ondan
sonra âzâd edilseler, ikisi de muhsan sayılmazlar. İki kâfir de böyledir. Keza
hür kimse, bir câriye ile evlense veya küçük kız veya deli kadın ile evlenip,
cinsi münâsebette bulunsa ve yine Müslüman erkek, bir Kitâbiyye (yâni
Hıristiyan veya Yahûdî olan bir kadın) ile evlenip, cinsî münâsebette bulunsa;
keza koca, zikredilen sıfatların biri ile mevsûf olsa, yâni koca, kâfir veya
çocuk veya deli olsa ve karı hür, âkil, baliğ olup, koca onunla cinsî
münâsebette bulunmazdan önce Müslüman olsa, sonra aralan ayrılmazdan önce kâfir
koca, o kadın ile cinsî münâsebette bulunsa, o cima edilen kadın,' bu duhûl ile
nıuhsana olmaz. Çünkü cima, ancak haramdan müşebbi' (doyurucu) olduğu için şart
kılınmıştır. Haramdan da ancak rağbeti bozan çocukluk, delilik, kölelik ve
kâfirlikten hâli olursa müşebbiV olur.
İmâm muhsan zânîyi,
suçu sabit oldukdan sonra, açık bir yerde ölünceye kadar recm eder. Recme, yâni
taşlamaya önce o zânînin şâhid-leri başlar. Eğer şâhidler, recinden kaçınırlarsa
veya kaybolur yâhüd ölürlerse hadd düşer.
Şâhidler attıkdan sonra
İmâm taş atar. Ondan sonra halk atarlar. Zinayı ikrar edende ise; evvelâ İmâm,
sonra halk taş atarlar. Recm edilen kimse yıkanır, kefenlenir ve üzerine namaz
kılınır.
Zİnâ haddinin ikinci
çeşidini musannif: «Muhsan olmayan için» demekle zikretmiştir. Muhsan olmayan,
yâni evlenmiş olmayan zânî, hür olduğu halde, haddi (cezası) yüz kamçıdır. Zira
Allah Teâlâ (C.C.) :
«Zinâ eden kadınla,
zina eden erkekden her birine- yüzer değnek vurun.»
buyurmuştur. Lâkin bu, muhsan hakkında neshedilmiş olup, muhsan olmayan hakkında yürürlükde kalmıştır.
Dayak, öldüren vuruş
ile, acı veren vuruş arasında orta karar olduğu hâlde uygulanır. Yâni
birincisi, ölüme götürüp; ikincisi ise, mak-sûd olan vazgeçmekten hâli olduğu
için orta karar vurulur.
Düğümü olmayan kamçı
ile yüz kamçı vurulur. Çünkü Hz. Ali (R. A.), hadd uygulamak istedikde, kamçının
düğümünü çözerdi.
Zânîniıı giysileri
çıkarılır. Çünkü, giysiyi çıkarmak, O'na acı vermekte daha te'sîrlidir. Bu
haddin esâsı, şiddetli vurmaya dayanır. Ancak, iç donu çıkarılmaz. Çünkü onu
çıkarmakda, avreti açmak vardır. /aninin bedeninin çeşitli yerlerine vurulur.
Çünkü vurmayı bir tek uzuvda toplamak, ölüme götürür. Halbuki bu hadd,
vazgeçirmek ve menetmek içindir, öldürmek için değildir. Ancak basma, cinsiyet
uzvuna ve yüzüne vurulmaz. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.); hadd vurmakla
görevlendirdiği kimseye:
.
«Yüze ve cinsiyet
uzuvlarına (vurmakdan) sakın.» buyurmuştur.
Her bir hadd, ayakta
durduğu hâlde vurulur. Çünkü, hadd uygulamanın esâsı, teşhire dayanır. Şu
hâlde, ayakta durmak daha uygundur.
Uzatmaksizın vurulur.
Bâzıları demiştir ki: «Uzatmak (med), dövüleni yer üzerine yatırıp, ayaklarını
uzatmaktır. Nitekim bizim zamanımızda böyle yaparlar.» Bazıları da demiştir ki:
«Uzatmak, kamçıyı vuran kimsenin, başından yukarı kaldırıp uzatmasıdır.»
Bazıları da: «Kamçıyı vurdukdan sonra uzatmaktır.» demişlerdir. Bunların her
birisi müstehak olduğundan fazladır. Binâenaleyh yapılmaz.
Zâııt, eğer köle ise,
hadd yüz kamçının yansı ile uygulanır. O da elli kamçıdır. Çünkü Allah Tcâlâ
(C.C.) :
«(Cariyeler)
evlendiklerinde zina edecek olurlarsa, onlara, hür kadınlara edilen azabın
yarısı edilir.» buyurmuştur. Bu âyet-i
kerime, cariyeler hakkında nazil olmuştur.
Zina eden köleye,
İmâmın (hâkimin) izni olmaksızın; efendisi, hudd vuramaz. Çünkü harîd, Allah
Tçâlâ' (C.C.) nın hakkıdır. Zira hadden nıaksııd, âlemi bozulmaktan
kurtarmaktır. Bundan dolayı hadcl, kulun düşürmesiyle düşmez. Şeriat tarafından
vekî.1 olan kimse, o hakkı alır. O da İmâm veya İmâmın vekilidir.
Ta'zîr, bunun
aksinedir. Çünkü ta'zîr, kul hakkıdır. Bundan dolayı çocuk, ta'zîr olunur.
Şeriatın hakkı ondan düşmüştür.
Kadınların giysileri
çıkarılmaz. Ancak koyun derisi ve pamuklu giysiler soyulur. Zira giysinin
hepsini çıkarmakda, avreti açmak vardır. Deri ve pamuklu kaftan ise, dövülene
dayağın eserinin ulaşmasını engellediği için çıkartılır.
Zina eden kadına,
oturduğu hâlde hadd uygulanır. Çünkü bu, zina eden kadının daha iyi örtünmüş
olmasını sağlar. Ama, Onun recmi için, kuyu kazmak da caizdir.
Zina eden kadının recmi
için bir çukur da kazmak caizdir. Zira Re-sûlüllah (S.A.V.), Gâmidiyye (R.Anlıâ) için bir çukur
kazdırmıştir. Hz. Ali (R.A.) da Şürâha için çukur kazdı. Eğer çukur kazılmazsa,
bir mahzuru yoktur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) bununla emretmemiştir. Kadın kendi
giysisi ile örtülmüştür.
Zina eden erkek için
çukur kazılmaz. Çünkü Resûlüllah (SAV.), Mâiz (R.A.) için çukur kazdırmanüştır.
Muhsaıı kimseye hem
dayak hem de recm
tatbik edilmez. Çünkü Kesûlüllah (S.A.V.) ikisini bir arada yapmamıştır.
Eğer zînâ eden erkek
ile zina eden kadın bekâr olurlarsa, dayakla sürgün bir arada uygulanmaz. İmâm
Şafii (Rh.Aj ; ikisini bir arada uygular. Yüz dayak vurup ve bir yıl sürgüne
gönderir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.)
«Zina eden bekâr erkek
ve kadına yüz kamçı vurulur ve bir yıl sürgün edilir.» buyurmuştur.
Bizim delilimiz, Allah
Teâlâ1 (C.C.) mn «Kamçı vurun»
âyetidir. Âyette, sürgün zikrcdilmemiştir. Açıklamaya ihtiyâc olan yerde susmak,
açıklamanın tamâmıdır. Nitekim, Fıkıh Usûlünde anlatılmıştır. İmâm Şafiî'
(Rh.A.) ııin rivayeti mensûhdur. Ancak, eğer siyâset olursa bu müstesnadır.
Zîrâ İmâm, şayet sürgünde bir maslahat görse, gördüğü miktar kadar sürgün eder.
Çünkü sürgün bazı durumlarda fayda verir.
Hasta olan muhsan (yâni
evlenmiş mü'min) zina etse, recm edilir. Çünkü recm, öldürmek için meşrudur.
Binâenaleyh hastalık sebebiyle terk edilemez. Öezâsı hadd, yâni kamçı vurmak
olan bir hastaya, iyileşinceye kadar hadd vurulmaz. Çünkü kamçı cezası, men
etmek için meşru olmuştur. Yoksa öldürmek için meşru olmamıştır. Hastalık
hâlinde kamçı vurmak, bazan ölüme sebeb olur.
Gebe olan kadın zina
etse, doğuruncaya kadar hadd vurulmaz. Çünkü o cezada, suç işlememiş olan
çocuğa zarar vermek vardır.
Zina menisinden
yaratılmış olan çocuğa da, diğer çocuklar gibi değer verilir. Eğer gebe kadının
cezası recm olursa, doğurduğu zaman recm edilir. Çünkü ertelemek çocuk içindir.
Çocuk doğunca, hastalık recm uygulamaya aykırı olmaz. Eğer gebe kadının cezası
kamçı vurmak olursa, zâniyeye lohusalığından sonra hadd vurulur. Çünkü lohusalık
hastalığın bir çeşididir. Lohusalıkdan kurtulması beklenir.
Haddi Gerektiren Veya Gerektirmeyen Cima Babı
Şübhe, hadde
mânidir. Çünkü ResûlüUah (S.A.V.)
«Gücünüz yettiği kadar,
haddleri şübhelerle giderin.» buyurmuştur.
Bu ümmetin kabul edip,
aldıkları bir hadîsdir. Ümmet ancak, .sâdece şübhenin sübûtuncia İhtilâf
etmişlerdir. Şu hâlde, bunu ta'rif etmek ve çeşitlerini belirtmek gerekir.
Biz deriz ki; şübhe,
sabit olan şeye benzer; halbuki sabit değildir. Bu ta'rif ile sınırlandırılmış
olan şübhe üç çeşittir. Birincisi, fiilde olan şübhedir. Buna, iştibâh şübhesi
adı verilir.
İştibâh şübhesi, fiilde
yâni cimâ'da, helâl delilinden başkasını helâl delili zannetmekle sabit olan bir
şübhedir. Bu şübhe, delili karıştıran hakkında tahakkuk eder. Yoksa delili
karıştırmayan hakkında tahakkuk etmez. Şu hâlde iştibâh m gerçekleşmiş olması
için mutlaka zan lâzınıdır. Meselâ, kendilerine şarâb içirilen bir topluluk gibi
ki, onlardan, içirilen şeyin şarâb olduğunu bilene hadd vurulur. Bilmeyene hadd
vurulmaz.
Helâl olmayan bir şeyi,
helâl zanneden kimseye sekiz yerde hadd vurulmaz, O sekiz yeri musannif şu sözü
ile zikretmiştir.
Babasının veya anasının
cariyesi ile cinsî ilişkide bulunnıakda hadd vurulmaz. Çünkü usûl ve fürû'
arasında emlâkin birbirine bitişik olması, oğul için babanın cariyesini cima
etmenin helâl olduğu zannıru ifâde eder. Nitekim aksi de böyledir.
İkincisi; karısının
cariyesini helâl zannedip cima etse, nadd vurulmaz. Çünkü karısının malı ile
kocanın zenginliği, Allah Teâlâ' (C. C.)
nın;
«Seni fakır bulup,
zenginleştirnıedi nü?»
âyet-i kerimesinden alınmıştır. Yâni, Hz.
Hadîce' (R.Anhâ) nin malı ile
demektir. Bazan, bu, karının malının, kocanın mülkü olduğu şübhesini verir.
Üçüncüsü; köle,
efendisinin cariyesini helâl sanıp, cinsî ilişkide bulunmakla da hadd vurulmaz.
Çünkü kölelerin ihtiyâcı efendilerin mallarından giderilir. Zira, bir efendinin
köleleri arasında tam ma'nâ-siyle yaygın, yâni, istedikleri gibi
faydalanacakları malları'yoktur. Bununla beraber köleler, cehl ile ma'zûr
oldukları için efendinin cariyeleri ile cinsî ilişkide bulunmayı helâl
zannedebilirler.
Kendisine rehn konulan
kimsenin, rehn bırakılan câriye ile cinsî ilişkide bulunmasiyle de hadd
vurulmaz. Çünkü rehn alan kimsenin, rehn bırakılan cariyeye mâlikiyyeti mülk-ü
yeddir. Bu da rehn bırakılan cariyenin cimâınm helâl olduğu zarınım îfâde ©der.
Bir kimsenin üç talâk
ile boşayıp, iddet bekleyen karısı ile cinsî ilişkide bulunmasiyle de O'na hadd
vurulmaz. Çünkü nikâhın eserinin kalması —ki o iddettir— koca için cimânın helâl
olduğu şübhesine sebeb olmasına uzak bir ihtimâl değildir.
Mala karşılık boşayıp,
iddet bekleyen karısı ile cinsî ilişkide bulunmakla da hadd vurulmaz Ümm-ü
veledini âzâd edip, iddet beklemen cima etse, yine hadd vurulmaz. İmdi bu sekiz
yerde hadd yoktur. Eğer suç işleyen kimse,
«Ben, O'nu kendime helâl sandım.» derse, hadd yoktur. Eğer, «Ben, O'nun haram
olduğunu biliyordum.» derse hadd vâcib olur.
Şübhe çeşitlerinin
ikincisi, mahalde şübhtdir. Buna, hükmî şübhe derler. Hükmî*şübhe; zâtında
haranı olmayı nefy edici delilin kâim ol-masiyle mahalde şübhe etmektir. Yâni
biz, mâniye bakmayarak, delile baktığımız zaman hürmete aykırı olur ve zânînin
zannma ve i'tikâdına bağlı olmaz. Bu şübhe ile zânîye, mutlaka hadd vurulmaz.
Yâni zânî, «O kadının; bana haram olduğunu, ben biliyordum.)) dese de hadd
vurulmaz.
Bu hükmî şübhe, altı
yerde olur. Musannif bunu: «Oğlunun cariyesi ile cinsî ilişkide bulunmak...»
sözü ile zikretmiştir. Çünkü bunda hürmeti ortadan kaldıran delîl, Besülüllah'
(S.A.V.) m:
«Sen ve senin malın
babanındır.» hadîsi şerifidir.
Kinayeler ile boşanmış
olup, iddet bekleyen kadınla cinsî ilişkide bulunmak d a da hadd vurulmaz. Çünkü
bunda delîl, bazı Sahabe' (H. Anhünı) tıin
«Kinayeler râci' talâklardır.» sözüdür.
Sattığı câriye ile
cinsî münâsebette bulunan satıcıya hadd vurulmaz. Bu, ikisinin tesliminden
öncedir. Yâni, birinciyi müşteriye ve ikinciyi zevcesine teslimden öncedir.
Zira satılan cariyenin satıcının elinde olması; öyle ki, şayet câriye ölecek
olsa satış bozulacaktır. Birincide, mülkün delilidir. Mehrin sil'a olması, yâni
mal karşılığında olmaması, ikincide mülkün ortadan kalkmasına delildir.
Yine iki kişi arasında
ortak olan câriye ile, ortağın biri cinsî ilişkide bulunmakla da hadd vurulmaz.
Çünkü ortak olan cariyede mülk, cimânın cevazına delildir. Cinsî ilişkide
bulunan ortak şayet neseb iddia etses burada, yâni mahallin şübheli obuasında,
neseb sabit olur. Fiilin şübheli olmasında, sabit olmaz. Çünkü her ne kadar
kendisine râci olan bir işden dolayı hadd düşerse de, fiilin şübheli'olmasında
fiil, sâdece zlnâ iledir. O da, onun üzerine işin şübheli olmasıdır. İkincisi
ise, bunun aksinedir.
Şübhe çeşitlerinin
üçüncüsü,akd şübhesidir. Bu akd şübhesi, İaıânı A'zam' (Rh.A.) a göre, nikâh
-ettiği mahremin cimâında (yâni kendisi ile evlenmesi haram olan kadın ile cinsî
ilişkide bulunmakda), nikâh akdi ile sabit olur. Her ne kadar mahrem ile cinsî
münâsebette bulunmanın haram olduğu müttefekun aleyh ise de, haram olduğunu
bilerek cima etmesinde, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; cinsî ilişkide bulunan
kimseye bu durumda hadd yoktur. Lâkin haram olduğunu bilirse, İmâm A'zam'
(Rh.A.) a göre, ceza olarak canı yakılır. Yâni, canı yanacak şekilde dövülür.
İmâm A'zam' (Rh.A.) dan başka müctehidlere göre, eğer haram olduğunu bilirse
hadd vurulur» bilmezse hadd vurulmaz. Yakında açıklaması gelecektir.
Erkek kardeşinin veya
kızkardeşinin cariyesi ile cinsî ilişkide bulunursa hadd vurulur. Ya da
amcasının veya halasının cariyesi ile cinsî ilişkide bulunursa, yine hadd
vurulur. Cinsî ilişkide bulunan; «Ben, O'nu bana helâl sandım.» dese de, hadd
vurulur, yine kendi çocuklarının cariyesinden başka, diğer mahremlerinin
cariyeleri ile cinsî ilişkide bulunursa, hadd vurulur. Zira cima edene onların
mallarından yararlanmak hakkı yoktur. O'nun zannı bir delile dayanmaz. Şu hâlde
O'nun «Helâl, sandım» demesine i'tibâr edilmez.
Bir erkeğe, kendi
döşeği üzerinde bulduğu yabancı bir kadın ile cinsî ilişkide bulunması sebebiyle
hadd vurulur, «Ben, O'nu kendi karım sandım», dese de hadd uygulanır. Çünkü
uzun sohbetten sonra, cinsî ilişkide bulunan kimse a'mâ bile olsa, karısı O'na
şübheli kalmaz. Çünkü a'niâ, kadını hâl ve harekâtı ile ayırd etmeye kadirdir.
Ancak karısını çağırır da, kadın yabancı olduğu hâlde icabet edip, -«Ben, senin
karınım.» dese de, cinsî ilişkide bulunursa, hadd vurulmaz. Çünkü ihbar
delildir. Kâfî'de böyle zikredilmişti!:. Hattâ kadın fiili ile icabet edip,
«Ben, senin karınım.» demese ve a'mâ cinsî ilişkide bulunsa, o a'mâya hadd
vurulması vâcib olur. El-îzâh'da böyle zikredilmiştir
Bir zimmî kadınla,
harbî erkek ve harbî kadınla, zinnnî erkek zina etseler; zimmî kadına ve zimmî
erkeğe hadd vurulur. Çünkü ehl-i zimmet, şer'î cezalar ile muhâtabdırlar.
Harbî erkek ile harbî
kadına hadd vurulmaz. Çünkü bunlar şer'î cezalar ile muhâtab değildirler.
Yine bir kimseye, bir
yabancı kadını gelin götürüp, kadınlar; «Bu gelin senindir.» deseler, o kimse
onunla cinsî ilişkide bulunmakla, hadd vâcib olmaz. Fakat erkeğin, o kadının
mehrini vermesi gerekir. Hz. Ö-mer (R.A.) ve bir rivayette, Hz. Ali (R.A.)
bununla hüküm verdiler ve o kadının îddet beklemesi gerektiğine de hükmettiler.
Nikâh ettiği mahremi
olan kadın iie cinsî ilişkide bulunan kimseye de, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre,
hadd vurulmaz. Çünkü İmâm A'-zaın (Rh.A.), haddin meninde nikâh akdini şiibhe
saymıştır. Nitekim daha önce geçti.
Hayvan İle cinsî
ilişkide bulunan kimseye de hadd vurulmaz. Çünkü hayvanı vat' etmek, cinayet
oîmakda zina ma'nâsında değildir. Bundan sonra, eğer o cinsî münâsebette
bulunulan hayvan; eti yenilmeyen cinsden olursa, boğazlanıp, sonra ateş ile
yakılır. Boğazlanmadan önce yakılmaz. Eğer hayvan başkasının ise, vat' eden
kimse hayvanın kıymetini öder. Çünkü hayvan, O'nun sebebiyle öldürülmüştür.
Ateş île yakmak vâcib değildir. Ancak o hayvan kalıp da, cinsî ilişkide bulunan
adam onunla ayıplanmasın ve lâfı kesilsin diye ateş ile yakılır. Eğer hayvan,
eti yenilen cinsden ise, boğazlanır ve yenir. Bu, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, boğazlan-dıkdan sonra ateş ile yakılır.
Kadına dübüründen
ilişkide bulunan kimseye de, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre hadd vurulmaz. İmâmeyn
(Rh. Aleyhimâ) ve İmânı Şafiî' (Rh.A.) ye göre hadd uygulanır. Çünkü zina
ma'nâsmadır. Zira bu, tam ma'nâsiyle iştah duyulan yerde şehveti sırf haram
olarak yerine getirmektir. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; Bu zina değildir. Çünkü
Sahabe (R. Anhüm), bu işi yapan kimseyi yakmak, üzerine duvar yıkmak ve yüksek
yerden aşağı bırakıp üzerine taşlar yuvarlamak gibi mu'ceb-ler hususunda ihtilâf
etmişlerdir. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, bu zikredilen şeylerin benzerlerinde
ta'zîr olunur.
Ya da dâr-ı harbde veya
dâr-ı bağyde zina edip, ondan sonra dâr-ı İslâm'a çıksa hadd vurulmaz. Çünkü
dâr-ı harbde:
«Dâr-ı harbde şer'î
cezalar (hadler) uygulanmaz.» hadîs-i şerifi gereğince hadd uygulanmaz. İsyan
ettikten sonra, dâr-ı İslâm'a çıkana da hadd vurulmaz. Çünkü hadler mu'cib
olarak mün'akid olmamışlardır, mu'cibe inküâb da etmezler.
Yine küçük çocuk ve
deli gibi mükellef olmayan erkeğin, mükellef olan kadına zina etmesiyle mutlaka,
yâni ne failine ve ne de mef'ûlüne hadd vurulmaz. Aksinde, yâni mükellef olan
erkek, küçük kız ve deli gibi mükellef olmayana zina etmesiyle, yalnız o
mükellef erkeğe hadd uygulanır.
Bir erkek zina için
kiraladığı (isticar ettiği) kadınla zina etse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre,
onlara da hadd yoktur, tmâmeyn (Rh. Aleyhi-mâ); ikisine de hadd uygulanır,
demişlerdir. Bu, Şafiî' (Rh.A.) nin de kavlidir. Çünkü, ikisi arasında mülk
yoktur. Mülk şübhesi de yoktur. Bu durumda hâlis zina olur.
İmâm A'zam' (Rh.A.) m
delili şu rivayettir: Bir kadın bir adamdan mal dilendi. O da, kadın nefsini
kendisine temkin etmedikçe, mal vermekten kaçındı. Bunun üzerine Hz. Ömer
(Rh.A.) ikisinden de haddi kaldırdı ve: «Bu ücret, kadının mehridir.» buyurdu.
Zorla zina eden kimseye
de, gerek erkek olsun ve gerekse kadın olsun hadd vurulmaz.
Zina ettiğini dört defa
ikrar eden kimseye, eğer diğeri onu inkâr ederse, hadd vurulmaz. Bu nıes'ele bir
kaç şekilde olur: Birincili, bir adam, «Ben fülân kadın ile zina ettim!» diye
dört kere ikrar edip, o kadın da, «Bu adam, benimle evlendi!» demesidir Ya da
kadın, «Fülân erkek, benim ile zina etti!»diye dört kere ikrar edip, erkek de,
«Ben, O'nunla evlendim!» demekle, ittifakla hadd vurulmaz.
İkinci şekil şudur:
Erkek dört defa, «Fülân kadına zina ettim!» diye ikrar edip, kadın da «O,
benimle zina etmedi. Ben, O'nun kim olduğunu bilmem!» demesidir. Ya da kadın,
«Ben, fülân erkek ile zina ettim!» diye dört defa ikrar edip, erkek, «Ben
onunla zina etmedim. Ben O'nu tanımam!» demekle, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre;
mukırıe (ikrar edene) hadd vurulmaz.
Bir. cariyeyi zina ile
öldüren kaatile hadd vurulur ve kıymeti ödetilir. Çünkü o kimse, iki suç
işlemiştir. Şu hâlde her birinin üzerine gereği ile hüküm terettüb eder. Zina
ettiği için hadd ve öldürdüğü için kıymet vâcib olur.
Halîfe'ye, yâni O'ndan
daha büyüğü olmayan İmâm'a (Müslüman-iarın en büyük Din ve Devlet Başkanına)
hadd vurulmaz. Çünkü hadd, Allah Teâlâ' (C.C.) mu hakkıdır ve haddiu ikâmesi
(yâni şer'i cezayı uygulamak) Halîfe'ııin görevidir. Bankasının değildir. Şu
hâlde, kendisine hadd uygulamak mümkün olmaz. Halîfe'ye kısas uygulanır ve mal
ile cezalandırılır. Çünkü kısas ve mal, ikisi de kulların haklarındandır. Hakkın
velîsi, ya Halîfe'nin temkini ile, ya da İslâm askerinden yardım istemekle onu
alır.
Bir kimse; özürsüz
geciktirerek eskiden vuku' bulmuş bir hadd için şâhidük yaparsa, kabul edilmez.
Özürsüz geciktirmek, İmâma yakın olmak ve tehirsiz şâhidUk yapabilmek ile olur.
Çünkü şâhid, şer'î cezalarda (hudûdda) iki hisbe (sevâb) arasında, yâni şahadet
etmekle, etmemek arasında muhayyerdir. Binâenaleyh; şahadeti edayı geciktirmek,
eğer örtbas etmeyi seçmek ise, ondan sonra şahadeti edaya kalkışması, O'nun
içinde kin ve düşmanlıkdan ibaret kötü bir hâl olduğunu gösterir ki bu O'nu
tahrik etmiştir. Bu durumda, O şahadette müttehem (kabahatli) dir. Eğer setri
seçmeyip geciktirdi ise, fâsık ve günahkâr olur. Bundan dolayı şahadeti makbul
olmaz. İkrar, bunun aksinedir. Yakında açıklaması gelecektir.
Geciktirilmiş şahadet
ancak kazf haddinde kabul edilir. Çünkü kazf haddinde da'vâ şarttır. Şâhidlerin
geciktirmesi da'vânın yok olmasına yorumlanıp, şâhidlerin fâsık olmalarını
gerektirmez.
Hırsızlığın şâlüdleri;
zaman geçtikden sonra şahadet etseler, hırsıza hadd uygulanmaz. Çalınan,
ödetilir. Çünkü hırsızlık, kul hakkı olduğu için zamanın geçmesi (tekâdüm)
zarar vermez.
Bir kimsıe, zaman
geçtikten sonra hadd gerektiren şeyi ikrar etse; kin ve düşmanlık töhmeti
bulunmadığı için, hadd uygulanır. Çünkü insan, kendisine töhmet etmez. Ancak
içki içmekde, zaman geçtikden sonra ikrar etmesiyle hadd vurulmaz. İçkinin
zamanının geçmesi, kokusunun yok olmasiyledir. İçkiden başkasında zamanın
geçmesi (tekâdüm) , bir Ay'ın geçmesidir. En doğru söz budur. Bazıları, «Altı
ay geçmesidir.» demişlerdir.
Kadın bulunmadığı hâlde
şâhidler zina ettiğine şahadet ederlerse, hadd vurulur. Gâib olan kimsenin
hırsızlık ettiğine şahadet etseler, hadd uygulanmaz. Çünkü da'vâ kadının gâib
olmasiyle ortadan kalkar.
Hırsızlık hakkında ise,
da'vâ şarttır. Zinada şart değildir. Yakında açıklaması gelecektir.
£ğer dört şah i d, evin
îki köşesinde ihtilâf etse veya zânî bilmediği bir kadına zina ettiğini ikrar
etse, hadd uygulanır. Birinci mes'e-lcnin ma'nâsı; dört şahidin her ikisi
zinaya, bir köşede şahadet etmesidir. Kıyâsa
göre; hakîkaten mekân ihtilâfı olduğu için hadd vâ-cib değildir.
İstihsâlim
veclıi şudur: Uzlaştırmak mümkündür, zina fiilinin başlangıcı bir köşede olup,
hareket etmekle bitimi başka bir köşede olabilir. Kâfî'de; «Bu söz, ev küçük
olduğu zaman buna muhtemel olur, eğer büyük olursa muhtemel olmaz.» denilmiştir.
İkinci mes'elenin
ma'nâsına gelince; zina ettiğini ikrar eden zailinin, kadını bilmemesi haddi
düşürmez. Çünkü kadın, şayet kendi karısı veya cariyesi olsa, O'na gizli
kalmazdı. Keza şâhidler tanımadıkla' n bir kadına zina -etti, diye şahadet
etseler, hadd uygulanır.
Ya da kendi isteği ile
zina ettiğinde ihtilâf etseler, yâni dört şahidin ikisi; «Fülân erkek, fülân
kadını zorlayıp zina etti!» diye şahadet edip ve diğerleri; «Kadın, kendi isteği
ile zina etti!» diye şahadet etse veya zâmnin zina ettiği beldede ihtilâf
etseler, yâni, şahidin ikisi; «Zânî, bu kadına Kûfe'de zina etti!» diye şahadet
«dip, diğer ikisi de; «O zânî, kadına Basra'da zina etti!» diye şahadet etseler,
veya zinanın iki hücceti, vaktinde ittifak edip ve zinanın beldesinde ihtilâf
etseler, ya da zinaya şahadet edip, halbuki üzerine şahadet edilen kadın
(meşhudun aleyhâ) bakire çıksa, veya şâhidler fâsık olsalar, yâhûd şâhidler
üzerine şâhid olsalar, hiç kimseye hadd vurulma^. Yâni kazf sebebiyle, ne
şahadet olunan kadın ve erkeğe ve ne de sahicilere hadd vurulmaz. Her ne kadar
fürû' olan şâhidlerden sonra usûl olan şâhidler de şahadet etseler, yine de hadd
vurulmaz. Birincide, meşhudun aleyh üzerine had-din yokluğuna gelince; zahir
olan, o kadının O inin zevcesi veya cariyesi olmasıdır. Şâhidler üzerine haddin
yokluğu ise, sahicilerin şahadet laı'zı ile zinaya nisbet üzerinde ittifakları,
sözlerini kazf olmaktan çıkardığı içindir.
İkinci mes'elede
badelin yokluğuna gelince; şahadet olunan zina fiili, eğer bir tek ise, şahidin
bazısı yalancıdır. Çünkü bir tek fiil, hem kendi isteği ile ve hem de zorla
olmaz. Şayet fiil bir tek olmazsa, her birinin üzerine şahadet nisabı
tamâm değildir.
Şâhidler üzerine haddin
lâzım gelmemesi ise, şahadet lafzı ile şahidi îk ettikleri içindir.
Üçüncüde haddin lâzım
gelmemesi ise; bir tek fiil, iki yerde olamadığı içindir. Şâhidlere de,
zikredilen şeyden dolayı hadd vurulmaz. Dördüncüde haddin lâzım gelmemesi ise;
üçüncüde olan sebebden dolayıdır. Beşincide haddin lâzım gelmemesi ise, zina
bekâretle gerçekleşmediği içindir. Bu durumda şâhidlerin yalanlan yakînen
ortaya çıkmıştır. Böyle olunca, ikisinin de üzerine hadd vâcib olmaz. Çünkü
kadınların .sözleri, haddin iskâtında hüccettir, vâcib olmasına hüccet değildir.
Şâhidler üzerine de hadd vâcib olmaz. Çünkü şahadet lafzı ile beraber sayıları
tamâmdır.
Yine, eğer şâhidler bir
adamın zina ettiğine şahadet etseler, halbuki o adamın erkeklik organı kesik
(mecbûb) olsa, O'na hadd vurulmaz. Çünkü, şâhidlerin yalan söyledikleri
anlaşılmıştır. Şâtiidlere de, vurulmaz. Çünkü şahadet lafzı ile beraber sayılan
tamdır. Nitekim bir kadının zina ettiğine şahadet edip; O da arsalık, yâni ferci
bitişik bulunsa, o zaman kadına, erkeğe ve şâ'hidlere hadd uygulanmaz.
Altıncısına gelince; her ne kadar fâsıkın, fisk töhmetiyim şahadeti edasında
bir nev'î kusur varsa da, fâsık yine tehammülle edaya ehildir. Bundan dolayı
hâkim, fâsığın şahâdetiyle hüküm verse, bize göre, geçerli olur. İmdi onların
zinaya şâhidlik etmeleri ile ehliyet i'tibâriyle bir bakıma zina sabit olur.
Kusur i'tibâriyle de bir bakımdan sabit olmaz. Şu hâlde, erkek ile kadından
sabit olamamak i'tibâriyle hadd düşer. Sübût i'tibâriyle de, şâhidlerden düşer.
Yedincide, yâni şahadet
üzere şahadette ise, fazla şübhe olduğu için hadd düşer. Çünkü onda yalan
İhtimâli, iki yerdedir. Biri, usûlün
şahadetinde diğeri de fürû'un şahâdetindedir. Böyle olunca fürû'a hadd vurulmaz.
Çünkü onlar zinayı, meşhudun aleyh üzerine nisbet etmemişlerdir. Belki, usûlün
şahadetini hikâye etmişlerdir. Onların şahadetlerinin red olunması, ancak bir
nevi şübhedendir ve o şübhe, haddin men'i için kâfidir. İsbâtı için, kâfi
değildir. Şayet usûl gelip, olduğu gibi o zinayı göz ile gördüklerine şahadet
etseler, kabul edilmez. Onlara da, fürû' gibi hadd vurulmaz. Çünkü bu olayda
fürû'larınm şahadetleri bir vecihle red olunmakla, kendilerinin şahadetleri de
şübhesiz bir bakımdan reddedilmiştir. Çünkü fürû', usûlün yerine geçer ve
şahadetleri de usûlün şahadetleri gibidir. Şahadet, bir olayda red olunsa, o
olayda ebeden kabul edilmez.
Eğer şâhidler a'mâ
oldukları hâlde veya kazı haddi ile cezalandırılmış oldukları hâlde veya dört
şâhid olmaları vâcib iken, üç kişi oldukları hâlde zinaya şahadet etseler veya
dört şahidin biri kazı haddi ile cezalandırılmış olsa veya dördün biri köle olsa
ve o köle kazf haddi ile cezalandırılmış olsa veya kazf haddinden sonra köle
olsa, bu zikredilen şâhidlere hadd vurulur. Şahadet olunana hadd vurulmaz.
Onlara haddin tahsis edilmesi, şahadete ehliyetleri olmadığı içindir. Ya da
şahadet nisabı bulunmadığı içindir. Şu hâlde, zina sabit olmaz. İftira ettikleri
için onlara hadd vâcib olur.
Cild yarasının diyeti
hederdir. Yâni şâhidler, zinaya «şahadet etseler ve zânî de nıuhsan olmasa,
bundan dolayı zânîye hadd vuruldukda derisi yaıalansa, ondan sonra o şâhidlerin
birinin köle olduğu veya kazf haddi ile cezalandırılmış olduğu anlaşılsa, İmâm
A'zam' (Rh.A.) a göre, yaralanmış olan kimsenin derisinin diyeti boşa gider
(heder olur). İnıâmeyn (Rh. Aleyhimâ); aksi görüştedir.
Recnıinin diyeti
Beyt'ül-mâlden verilir. Yâni şâhidler, bir muh-san'ın zina ettiğine şahadet
edip, zânî recm olundıikdan sonra, şâhidlerin birinin köle veya kölenin benzeri
olduğu anlaşılsa, recinin diyeti Beyt'ül-mâlden verilir. Dört şâhidden her
hangisi dönerse, kazf haddi ile cezalandırılır. Yâni, yalnız dönene hadd
vurulur. İmâm Züfer (Rh.A.) bunun aksi görüştedir. Dönen, diyetin dörtte birini
öder. İmâm Şafii (Rh.A.) ayn görüştedir.
Recmden önce her
hangisi dönerse, hadd vurulur. Yâni şâhidîerin hepsine hadd uygulanır. Çünkü
onların sözü, aslında feazftir. Kazfin şahadet olması, hükmün kazfe bitişik
olması ile olur. Şayet hüküm bitişik olmasa, kazf olduğu hâlde bakî kalır. Şu
hâlde hepsine hadd vurulur.
Şahadetten dönen
beşinci şahide, bir şey yoktur. Çünkü beşinci şâhid aradan çıkarsa, hakkın
hepsine şahadet etmeleri ıkâfî gelecek kimseler kalır ki, bunlar da dört
kişidir. Eğer bu dörtten bir diğeri de dönerse, beşinci ile beraber ikisine
hadd vurulur ve recm edilenin diyetinin dörttebirini öderler. Zira şahidin üçü,
şahadet üzere kaldıkları için hakkın dörtte üçü kalmıştır. Çünkü sayının
tamlığı, hakkın bekası için şart değildir. Belki her adamın payı, bakî kalır. Şu
hâlde, dönen iki kişinin üzerine diyetin dorttebiri lâzım gelir. Bu dönen iki
kişiye tanı hadd vardır. Çünkü hadd, bölünme kabul etmez.
Eğer şâhidlerin köle
veya kâfir oldukları anlaşılırsa, müzekkî (yâni şâhidlerin durumlarını
araştırıp, mahkemeye bildiren kimse) recme-dilenin diyetini Öder. Yâni dört kişi
bir adamın zina ettiğine şahadet edip, tezkiye ediîseler, sonra zânî recm
edilse, ondan sonra şâhidlerin kâfir veya köle oldukları anlaşılsa, recmedilen
kimsenin diyetini, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, tezkiye edenlerin ödemesi
gerekir. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, Beyt'ül-mâl öder, Fukahâ' demişlerdir ki: Bunun ma'nâsı; tezkiyeden dönüp
şâhid-ler köle idi veya kâfir idi, dedikleri zamana maJısûsdur. Ba'zılan
demiştir ki: Bu, müzekkîler, «Biz, onların hâllerini bilmekle beraber
tezkiyede kasd eyledik.» dedikleri zamana nıahsûsdur.
Nitekim, recm edilmesi
emredilen bir kimseyi bir adam Öldürse, şâhidlerin de köle veya kâfir oldukları
anlaşılsa, yâni dört kimse bir adamın zînâ ettiğine şahadet edip, kâdî recm
edilmesini emredip, bir adam O'nun boynunu vursa ve recm edilemese sonra
şâhidler köle veya kâfir çıksa,kaatilin diyeti Ödemesi gerekir. Kıyâsa göre,
kısas vâcib olması gerekirdi. Çünkü, haksi2 yere ma'sûm bir nefs Öldürmüştür.
İstih-sânm vechi ise şudur: Hüküm, öldürme vaktinde zahiren şahindir. Böyle
olunca şübhe doğurur. Hükümden önce öldürse, bunun hilâfına olurdu. Yâni, kısas
vâcib olurdu. Çünkü şahadet, öldürmeden sonra hüccet olmaz. Diyet, kaatilin
malından vâcib olur. Çünkü, kasden öldürmüştür. Yakında açıklaması gelecektir
ki, âkıleler kasden olan kana ortak
olmazlar.
Eğer şâhidler tezkiye
olunmadı ise, recmedilenin diyetinin Beyt'ül-mâlden verilmesi gerekir. Çünkü
öldüren, İmâmın emrini yerine getirmiştir. Böyle olunca, yaptığı işi O'na
nakledilir. Şayet İmam öldürmeyi bizzat kendisi yapsa, diyetin Beyt'ül-mâlden
verilmesi vâcib olurdu. Burada da öyledir.
Zina şâhidleri, zinaya
kasden (bilerek ve isteyerek) baktıklarını ikrar etseler, şahadetleri kabul edilir. Çünkü, şahadeti yüklenmek
zaruretinden dolayı, bakmaları mubâhdır.
Bir zi'ıııi, diğer
şartların bulundukdan sonra nıuhsan olduğunu inkâr etse ve O'nun nıuhsan yâni,
evlenmiş olduğuna bir erkek ile iki kadın şahadet etse veya karısı o inkarcıdan
çocuk doğursa, o münkir recm edilir.
Birinci surete gelince;
bunda İmâm Züfer' (Rh.A.) in ve İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin ayrı görüşü vardır.
Çünkü, İmâm Züfer (Rh.A.) der ki: «İhsan, illet ma'nâsında şarttır. Binâenaleyh
onda kadınların şahadeti, cezayı gidermek için bir çâre olmak üzere kabul
edilmez.» İmâm Şafiî (Rh.A.), aslı üzere yürüyüp, «Mallardan başkasında
kadınların şahadeti makbul değildir.» der.
Bizim delilimiz şudur:
İhsan, övülen hasletlerden ibarettir. Övülen hasletler ise, zinaya mânidir. Şu
hâlde illet (yâni delîl, sebeb) ma'nâsında değildir. Çünkü illetin
derecelerinin en aşağısı ma'lûîe götürücü olmasıdır. Bu ise mâni'de ma'kûl
değildir.
Şayet bir kimse şarâb
(hamr) içse, her ne kadar bir damla da olsa, onu (içkiyi) içen kimse kokusuyla
yakalansa, her ne kadar yol uzak olduğu için götürülürken kokusu yok olsa da
veya sarhoş olup ve erkek ile kadını ayird edemiyecck şekilde aklı zâü olsa,
O'na hadd, yâni şer'î ceza uygulanır. Çünkü haddin vâcib olması hakkında, İmâm
A'zam' (Rh.A.) a göre; sarhoşluk (sekr) ile murâd, bu ma'nâdır. İçkilerin
ha-râmhğı hakkında da, içenin saçma
sapan konuşması (hezeyanı) dır. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; mutlak hezeyan
söylemesidir. Yine ceza verilebilmesi
için, hurma şarâbı ile ve şarâbdan başka müskirattan bunun benzerleri ile
sarhoş olmasıdır. Ya da, şarâb içtiğini veya şarâbdan başka şeyle sarhoş
olduğunu bir defa ikrar etmesidir.
Ya da, iki erkeğin
O'nun içki içtiğine şahadet etmeleridir. Yoksa bir erkek ile iki kadının
şahadeti ile ceza verilmez. Çünkü bunların şahadeti, şer'î cezalarda kabul
edilmez.
İçkiyi kendi isteği ile
içtiği bilinmelidir. Çünkü zorla içirilirse, şer'î ceza (hadd) gerektirmez.
Terbiye olup yasaklan
kaçınsın diye, ayık olduğu hâlde hadd, yâni kırbaç cezası uygulanır. Zira zahire
göre; sarhoşluk hâlinde acı duymaz.
İçki içmenin şer'î
cezası (hadd), hür insan için seksen kamçıdır. Köle için, seksenin yansıdır.
Çünkü bunda Sahâbe'nin — Allah (C.C.) onlardan razı olsun— iemâi vardır.
Had uygulanırken, iç
donundan başka giysisi çıkarılır. Zina haddinde olduğu gibi, daha önce geçen
sebebden dolayı, derisinin çeşitli yerlerine vurulur.
Şayet şarâb içtiğini
ikıâr ederse veya koku kayboldukdan sonra içki içtiğine şahadet edilirse,
—kokunun yok olması, ikrar ile şahadetin mecmuu için kayddır. Yâni koku
gittikden sonra şarâb içtiğini ikrar etse veya şahadet olunsa— veya içenin
kusmasiyle şarâbı içtiği bilinse veya ikrârsız ve şahâdetsiz şarabın kokusu
bulunsa, ya da şarâb içtiğini veya keskinleşmiş yaş hurma şırasını (seker)
içtiğini ikrar ettikden sonra dönse veya sekrân (sarhoş) olduğu hâlde ikrar
etse, hadd vurulmaz. (Seker), yaş hurmanın keskini eşmiş olan suyudur.
Bazıları: «Seker, her sarhoşluk veren içkidir.» demişlerdir. .
Kokunun gitmesinden
sonra haddin vurulmamasma gelince; çünkü içkinin şer'î cezası (hadd), Sahabe
(Rh. Anhüzn) nîn icmâi ile sabittir. İcmâ ise; ancak İbn Mes'ûd' (R.A.) un
rey'i iledir. O da, kokunun bulunmasını şart koşmuştur. İçenin şarâbı kusup ve
kokusunun bulunmasında haddin vurulmaması ise, koku muhtemel olduğu içindir.
Keza içki bazan
istemiyerek veya zorlanmış olmakla içilmiş olabilir. İçen kimse, nebîz (yâni
üzüm, hurma v.s. gibi suyunun köpük at-masiyle meydana gelen bir çeşit içki) den
sarhoş olup ve kendi isteyerek içtiği bilinmedikçe, cezalandırılmaz. Çünkü
seker, mubah sayılır. Banotu ve
kısrak sütü gibi, ki bunlar hadd, yâni şer'î cezayı gerektirmez.
Keza zorla içirilmek de
hadd gerektirmez. İkrardan dönmesiyle
haddin vurulmama&ına gelince; çünkü ceza vermek Allah Teâlâ' (C. C.) mn hâlis
hakkıdır. İmdi, Allah' (C.C.) in hakkından dönmek bunda amel edilir.
Sarhoş (sekrân) un
ikıânnda haddin vurulmaması ise, ikrarında yalan ihtimâli fazla olduğu içindir.
Binâenaleyh onu defi için çâre aranır. Çünkü o, Allah Teâlâ1 (C.C.) mn hâlis
hakkıdır, Kazf haddi, bunun aksinedir. Çünkü, onda kul hakkı vardır. Sarhoş,
kazf haddinde, üzerinde ceza uygulamak yönünden ayık gibidir. Nitekim, diğer
tasarrufâ-tında olduğu gibi.
Şayet sarhoş, akh
gittiği halde — Allah (C.C.) korusun — mürted olsa, O'nun karısı haram olmaz.
Çünkü küfür, i'tikâd bâbmdandır. Akim gitmesiyle beraber tahakkuk etmez. Mürted
olan sarhoş üzerine haddin bir kısmı uygulandıkda, sarhoş kaçıp ikinci kere yine
şarâb içerse, hadde yeniden başlanır. Zina haddinde de, hüküm böyledir.
Nitekim, yakında gelecektir ki, Hudûd (yâni Şer'î Cezalar) bir cinsden olursa,
birbirinin içine geçmiş (mütedâhil) olurlar.
Kazf'in (iffete
iftiranın) cezası, miktar yönünden içkinin haddi gibidir. Yâni sayı yönünden,
hür için seksen ve hürden başkası için seksenin yarısı, kırk kamçıdır.
Sübût yönünden de içki
haddi gibidir. Şöyle ki; gerek içki haddi ve gerekse kazf haddi iki erkeğin
şahadeti ile sabit olur. Bunda kadınların şahadetleri kabul edilmez. Nitekim,
diğer hadlerde olduğu gibi.
Bir kimse, muhsan veya
ı m ıh sânayi kazf (iffete iftira) ederse, iftira eden (kâzif) cezalandırılır.
Burada ihsanın nıa'nâsı, zinada olan ihsanın ma'nâsından başka türlü olunca,
Musannif muhsanı «mükellef» sözü ile açıklamıştır. Yâni âkil ve baliğ olduğu
hâlde demektir.
Mükellef olmanın şart
kılınmasına sebeb şudur: Zira utanmak (âr) çocuğa ve deliye lâhîk olınaz. Çünkü
bunların ikisinden de zina uzaktır.
Mükellefin Müslüman
olması da şarttır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.):
«Kim Allah'a ortak
koşarsa, o muhsan değildir.» buyurmuştur.
Bu mükellef Müslümanın,
zina etmemiş olması da şarttır. Çünkü iffetli olmayan kimse utanmaz. Keza
iffetli olmayan kimseye, kâzifçi de denilebilir. Kazfedilenin iffetli olması,
sahih nikâh ile cima eden kimse ile fâsid nikâh ile cima eden kimseye şâmildir.
Bu genelleştirme ile kazf ihsanı, zina ihsanından ayrılmış olur.
Bir kimse, sarahaten
zina lafzı ile kazf edip: «Zina ettin» veya «Ey ganiye», veya «Sen, zâniyesin»
dese, v**yâ bunlann benzerlerini söylese veya: «Sen, dağda zene ettin» dese,
(zene) sözünün ma'nûsı (zina) demektir. Çünkü bu kelime (hemze) ile de gelir,
(yâ) ile de gelir. îmânı Muhaımned' (Rh.A.) e göre, (zene ettin) demekle hadd
vurulmaz. Çünkü raehmûz (yâni zeneti), yukarı çıkmak veya müşterektir. Şübhe,
haddi defetmektedir.
Biz deriz ki; öfke hâli
«Zene ettin!d sözünün zina ma'nâsına olduğunu tercih eder.
Ya da «Babandan,
değilsin!», yâhûd «Sen, fülân kimsenin oğlu değilsin!» demek gibi. Yâni kazf
edilenin babası olan Zeyd kastedilerek, «Sen, Zeyd'in oğlu değilsin.» demek
gibi.
Öfke hâlinde; «Sen,
dağda zina ettin!» demekle veya öfke hâlinde; «Sen, babandan değilsin!» veya
«Sen, baban fülânm oğlu değilsin!» demekle ve öfkeden başkasında oğulluğu nefy
etmek azarlamaya (muâ-tebeye) muhtemel olur.
Kâzik'e,
muhsan olan makzûtun
isteği ile hadd vurulur.. IVIak-zûfun isteği şarttır. Çünkü kazfedilen kimsenin
utancı savmak bakımından hadde hakkı vardır. Her ne kadar kazfedilen kimse,
kazf hâlinde kâzifiıı meclisinde bulunmasa da, kâzifin cezalandırılmasını
isteyebilir. Bu genelleştirmeyi, «Muzmerât» adlı kitabdan naklen «Tâ-târhâniyye
sahibi» zikretmiştir. Bu mes'elenin bellenmesi gerekir. Çünkü çok kere vâki'
olur.
Hadd vurulurken, yalnız
kürk ve pamuklu kaftan çıkartılır. Bütün giysileri çıkartılmaz. Nitekim, zina
haddinde olduğu gibi. Çünkü kâzifin doğru olması ihtimâli bulunduğu için, kazf
haddinin sebebi kesin değildir. Lâkin kürk ve pamuklu kaftan çıkartılır. Çünkü
bunlar, kâzife acı ve elem ulaşmasına engel olurlar.
Kazfediienîn ceddi olan
fülân kastedilerek; «Sen, fülânm oğlu değilsin!» demekle, hadd vurulmaz. Hadd
vurulmamasımn sebebi: Çünkü kâzif nefyinde doğrudur.
Yine makzûfu, ceddine
nisbet etmekle de, yâni; «Sen, dedenden değilsin!» demekle dç, hadd olmaz. Ya da
dayısına, amcasına veya üvey babasına nisbet etmekle de hadd uygulanmaz. Çünkü
bunlardan her birine, baba denir. Halbuki gerçekde, baba değildir. Şu hâlde,
nefyinde hadd vurulmaz.
«Ey semâ suyunun oğlu!»
demekle de, hadd vurulmaz. Çünkü bu sözün zahirinde, babasının oğlu olduğunu
nefy vardır. Halbuki murâd, öyle değildir. Belki cömertlikde, iyilik ve
temizlikde kullanılan bir benzetmedir.
Yine Arab olan kimse
için; «Ey Nebtî!» demekle de, hadd vurulmaz. Çünkü Nebtî; Irâ-k çevresindeki
insanlardan bir topluluktur (ki kötü ahlâklı olup ve fesahatleri olmamakla
muhtastırlar. Şu hâlde kabalıkta ve
fesahati olmamakta onlara benzemeye muhtemel olur.)- Öyleyse bu sözle, hadd
vurulmaz.
İbn Ebı Leylâ (Rh.A.)
demiştir ki: «Ey Nebtî!» demek, kazfdir. Kâ-zife. bu sözü île hadd vurulur.
Çünkü kâzif, makzûfu babasından başkasına nisbet etmiştir. İbn EM Leylâ'
(Rh.A.) ya karşı hüccet (delil), İbn Abbâs' (R.A.) dan rivayet edilen şu
haberdir: Bir adamın, başka bir adama; «Ey Nebtî!» demesi, İbn Abbâs' (R.A.) a
soruldu, O da, ((O kimseye, hadd yoktur.» diye cevâb verdi.
Ölüye kazf etmekle,
kendi nesebine dokunulan kimsenin istemesi ile de hadd vurulur. Yâni, ölüye
kazfeden kimseye hadd vurulmasını yalnız o iftira ile kendi nesebine dokunulan
isteyebilir. Meselâ; babası ne kadar yukarı gitse de ve çocuğu ne 'kadar aşağı
inse de, O kimse kâ-zifin cezalandırılmasını isteyebilir. Çünkü ölünün cüz'ü
oldukları için, onlara utanç dokunur. Böyle olunca ölüye yapılan kazf, onları
kapsar.
İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye
göre, kazf haddi nıîrâs olarak intikal eder.
Ve her vâris için
mutâlebe (da'vâ) hakkı sabit olur. Velev ,ki tâlib, ölünün mirasından, kati,
küfr veya kölelik sebebi ile mahrum olsun, mutâlebe hakkı vardır. Çünkü
kazfedilen kimse muhsan olunca, O'nun kâfir olan oğlunun veya kölesinin kazf
haddini istemesi caizdir. İmâm Mu ham ine d (Rh.A.) ayrı görüştedir.
Ölünün çocuğunun çocuğu
için, çocuğun mevcûd olması hâlinde mutâlebe hakkı sabit olur. İmâm Züfer
(Rh.A.) bu iki mes'elede ayrı görüştedir.
Ölünün kızının, çocuğu
için de mutâlebe hakkı vardır. Çünkü cüz'-iyyet vardır. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e
göre, ancak asabelik ile
vâris olan kimse mutâlebe eder.
Bir kimse; «Ey, iki
zânînin oğlu!» dese, halbuki O'nun ana-babası ölmüş olsa, kâzife bir tek hadd
uygulanır. Çünkü hadlerde gâlib olan; bize göre, Allah Teâlâ' (C.C.) nın
hakkıdır. Şu hâlde, birbiri içine girmiş olur. Hattâ bir adam, bir adama
defalarca kazf etse, veya bir topluluğun her birine kazf etse, ancak bir hadd
vâcib olur. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir.
İbn Ebî Leylâ' (Rh.A.)
dan hikâye edilmiştir ki: Kendisi, Kûfe'de kâdî imiş. Bir gün mescidin
kapısında, bir adamın başka bir adama; ((Ey, iki zâninin oğlu!» dediğini
işitmiş. İbn Ebî Leylâ (Rh.A.), kâzifin yakalanması için emir verip, mescide
sokturmuş ve kazfedilemn ana -babasının kazfi için O'na seksener, seksener iki
hadd vurmuş. Bu olayın haberi Ebû Hanîfe' (Rh.A.) ye ulaşınca; «Ne tuhaftır ki,
beldemiz kadısı bir tek mes'elede. beş yönden hatâ elti.» demiş. Birincisi:
Kazfe-dilenih husûmeti yok iken, hadd vurdu. İkincisi: Bin kazf de eyîese, bir
hadd vâcib olurken, iki hadd vurdu. Üçüncüsü: İki haddi ardarda vurdu. Halbuki
vâcib olan, ikisi arasını bir gün veya bir günden fasla ayırmak idi.
Dördüncüsü: Haddi mescid içinde yaptı. Halbuki Resûlüllah (S.A.V.) :
«Siz Hiescidlerîuizi,
küçük çocuklarınızdan, mecnûnlarınızdan, kılıçlarınızı çekmekten ve hadlerinizi
(şer'î cezalan) uygulamaktan uzak tutunuz.» buyurmuştur.
Beşincisi: Husûmetin,
kazf edilen iki kimseye mi, yoksa çocuklarına mı âid olduğunu anlamak için,
kazf olunan iki kimsenin hayâtta mı, yoksa ölü mü olduklarını meydana çıkarmak
gerekirdi.
Şayet bir kimse
üzerinde; kazf, zina, şarâb içmek ve hırsızlık gibi çeşitli suçlar toplansa,
O'na hadlerin (yâni, şer'î cezaların) hepsi uygulanır, ölmesinden korkulduğu
için, bu cezaların hepsi ardarda uygulanmaz. Belki, birinci hadden kurtulunca
beklenir.
Önce, kazf haddi ile
başlanır. Çünkü onda, kul hakkı vardır. Ondan sonra, İmâm muhayyerdir. Dilerse,
cezalandırmaya zina haddi ile başlar (yâni, devam eder); idilerse, elini
kesmekle başlar. Çünkü bunlar, Kitâb (Kur'ân) ile sabit olup, kuvvette
müsavidirler. İçki haddi ise, sonraya bırakılır. Çünkü içki haddi, zina ve
hırsızlık haddinden zayıftır. Zeylaî (Rh.A.) böyle zikretmiştir.
Kölelerden olan bir
kimsenin, Müslüman annesine kazf etti diye efendisine karşı da'vâ açması caiz
olmadığı gibi, evlâdın da, anasına kazf
etti diye babasına karşı da'vâ açması caiz olmaz, çünkü etendi, kulesi sebebiyle
cezalandırılmaz. Baba da oğlu sebebiyle cezalandırılmaz. Eğer o ananın, bir
başka kocadan oğlu var ise; O'nun için da'vâ açmak hakkı vardır. Çünkü sebeb
nıevcûd ve mâni' mevcûd değildir.
Hadde irs yoktur. Yâni,
şayet kazfedilen kimse ölse, bize göre hadd düşer. İmâm Şafiî (Rh.A.), ayrı
görüştedir. Zira irs, kulların haklarında câri olur. Burada, bize göre,
şeriatın hakkı gâlibdir.
Kazi" haddinde, geri
dönmek de yoktur. Yâni bir kimse, kazf ettiğini ikrar edip; sonra dönse,
dönmesi kabul edilmez. Çünkü kendisine kazf edilen kimsenin, O'nda hakkı vardır.
Dönmek hususunda O, kendisini yalanlamaktadır. Hâlis, Allah Teâlâ' (C.C.) nın
hakkı olan hadler bunun hilâfınadır. Çünkü onlarda kendisini yalanlayan yoktur.
Hadd ve kazf için bedel
almak doğru olmaz. Çi^nkü, bedel almak da kulların haklarında carîdir.
Bir adam, diğer bir
adama; «Ey zânî!» dedikde, o adam da; «Hayır,» demeksizin «Belki, sensin!»
sözüyle karşılık verse; ikisine de hadd vurulur. Çünkü bu sözün ma'nâsı;
«Hayır! Ben zânî değilim, belki sen zânîsin!» demektir. .
.
Bir kimse, karısına;
uEyzaniye!» dedikde, karısı reddetse, yâni «Belki, zânî sensin!»> dese, kadına
hadd uygulanır. Liân da gerekmez. Çünkü ikisinden her biri, diğerini kazf
etmiştir. Kocanın kazfi, liân îcâb eder. Karının kazfi ise, hadd îcâb eder.
İmdi, hadd ile başlanır. Çünkü haddin önce yapılmasında, Üânı ibtâl etme faydası
vardır. Zira kazfden dolayı cezalandırılmış olan kimse, liân ehlinden değildir.
Aksinde iaıe, ibtâl yoktur. Çünkü liân edilmiş olan kadın, kazf haddi ile
cezalandırılır. Çünkü kocanın muhsan olması, üânı ibtâl etmez. Kazf haddi ile
cezalandırılmış olan kadm, şahadet düştüğü için, mülâane
olunmaz. Böyle olunca üânı savmak için hadd seçilmiştir. Çünkü liân, hadd
ma'nâsındadır.
Şayet koca, karısına;
«Ey zâniye!» dese, kadın da: «Ben, senin ile zina ettim!» dese, bu söz boşa
gider (hederdir). Yâni, ne hadd vardır ve ne de liân vardır. Çünkü, ikisinden
her birinde şübhe vardır. Kadının nikâhdan Önce zina ettiklerini murâd etmesi
muhtemeldir. Bu takdirde hadd vâcib olup, liân vâcib Olmaz. Kadının; «Benim
zinam, nikâhdan sonra seninle yaptığım zinadır. Çünkü, senden başkasını temkin
etmedim (razı olmadım).» demek istemesi de muhtemeldir. Böyle hâllerde murâd
olan da budur. İmdi, bunun üzerine Hân vâcib olur, hadd vâcib olmaz. Çünkü kazf, kocadandır, kadından değildir.
Böyle olunca şübhe gelmiştir.
Bir kimse, bir çocuğun
kendisinden olduğunu ikrar edip, ondan sonra inkâr etse mülâane olunur. Eğer
önce inkâr edip, ondan sonra ikrar ederse; hadd uygulanır. Çünkü neseb, O'nun
ikrarı ile sabit olur. Ondan sonra inkâr etmesiyle kazf olur. Şu hâlde, liân
vâcib olur. Çocuğu inkâr edip, ondan sonra ikrar edince, kendisini yalanlamış
olur. Bu, durumda hadd vâcib olur.
Çocukların ikisi de
O'nundur. Yâni; iki çocuğun birini ikrar edip; ondan sonra inkâr etse ve diğer
çocuğu inkâr edip, sonra ikrar etse, ikisinin de nesebleri, ikrarı sebebiyle
O'ndan sabit olur.
Bir kimse (cinslerini
yanlış söyleyerek), bir kadına; «Ey zina eden adam!»
dese, hadd lâzım gelir ve bir adama; «Ey, zina eden kadın!»
dese, hadd (şer'î ceza), gerekmez. Tuhfet'ül-Fukahâ'da böyle zikredilmiştik.
«Bu, benim oğlum
değildir!» demekle hadd ve hândan bir şey yoktur. Karısına; «Bu, senin oğlun
değildir!» demekle de, hadd ve Hân gerekmez. Çünkü bu söz, doğumun inkârıdır.
Bununla, kazf olmaz.
Babasız çocuğu olan
kadına, kazf etmekle de hadd yoktur. Çünkü o kadında, zina,belirtisi vardır, O
da çocuğun, babasız doğmasıdır. O zina belirtisi ile iffet yok olmuştur.
Çocuk sebebiyle mülâane
olunup, çocuğu sağ olan kadına kazf etmekle de hadd yoktur. O kadına, çocuğun
Ölümünden sonra kazf etse, yine hadd yoktur. Çünkü mülâane olunan kadında; zina
belirtisi vardır. Nitekim, yukarda geçti. Fakat çocuğu inkâr etmeksizin mülâane
olunan kadına kazf etmek, bunun aksinedir, ki zina belirtisi ortadan kalktığı
için kâzife hadd vurulur.
Ya da, her vechle
başkasının mülkü veyâhûd müşterek câriye gibi bir vechle kendi mülkü olan câriye
ile cinsî ilişkide bulunan adamı kazf etmekle de, kâzife hadd yoktur. Çünkü bu
iki surette, cinsî ilişki (vat') liaynihî haramdır. Asi olan şudur ki; haram
liaynihî olan cima ile cinsî
ilişkide bulunan kimseye kazf etmekle hadd gerekmez.
Ya da mülkünde ebeden
mahremi ile cinsî ilişkide bulunan kimseye kazf etmekle d*, kazf edene hadd
gecekmez. Meselâ, süt kızkardeşi olan
cariyesi ile cima böyledir. Ya da kâiir iken zina eden kadına kazf etmekle de,
kâzife hadd yoktur. Yâni mülk bulunmadığı için, şer'an O'ndan zinânm
tahakkukundan dolayı kazf yoktur. Zina, bütün Dinlerde haramdır.
Ya da, öldükde terekesi
kitabet bedeline yeten mükâtebe kazf etmekle de hadd yoktur. Çünkü O'nun
hürriyetinde, Sahabenin (R. An-hüm) ihtilâfı olduğu için şübhe vardır.
İslâm ülkesinde
Müslümaııa kazf eden müste'men'e de
hadd vurulur. Çünkü bunda, kul hakkı vardır. O kimse, kul haklarını yerine
getirmeyi iltizâm etmiştir.
Hayz hâlindeki karısı
ile cinsî ilişkide bulunan kimseye kazf edene, hadd vurulur. Çünkü bunun
harâmlığı muvakkattir.
Ya da Mecûsiyye olan
cariyesi veya mükâtebesi gibi, muvakkat olarak haram kılınan memlûke cariyesi
ile cinsî ilişkide bulunan adama kazf eden kimseye de, hadd vurulur.
Anası ile evlenip,
ondan sonra ttlüslüman olan Mecûsîye kazf eden kimseye de, İmâm A'zam' (Rh.A.) a
göre; hadd vurulur. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); bu mes'elede ayrı görüştedir. Bu,
daha önce geçen bir mes'-eleye dayanır, o da şudur: Mahremler ile evlenmek
Mecûsî için, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; kendi aralarında sahih sayılır. İmâmeyn
(Rh. Aleyhimâ), bu konuda ayrı görüştedir.
Şayet kâzif, kazf
ettiğini ikrar etse, kazfedilen kimsenin zâııı olduğuna dâir kâzifin delîl
getirmesi istenir. Şayet kazf eden kimse, mak-zûfun (kazfedilenin) zina ettiğine
yâhûd evvelce geçtiği vechle, zina ettiğini dört mecliste,, dört defa ikrar
ettiğine; dört şâhid getirse, kaz-fedilene hadd vurulur. Eğer kâzif delîl
(beyyine) getirmekten fi'l-hâl (hemen) âciz olursa ve şehirde olan şâhidleri
bulup getirmek için mehil isterse, meclis toplanmcaya kadar mehil verilir. Eğer
şâhidleri bulup getirmekten âciz olursa, hadd vurulur. Gidip şâhidleri talep
etmek için kefil de alınmaz. Belki habsedilir ve O'na,; «Şâhidleri bulup
getirmesi için- bir kimse gönder.» denilir. Tuhfet'ul-Fukahâ'da böyle
denmiştir.
Cinsi'bir olan suçlar
için, bir tek hadd yeter. Cinsî ayn*ölan suçlarda, yetmez' Tafsili daha
önce geçti.
Ta'zîr,
te'dîb etmektir. Keşşâfda; azr, menetmektir, diye zikredilmiştir. Ta'zîr de,
aasr'dendir. Çünkü ta'zîr, çirkin (>kabîh) olan şeyin tekrar edilmesini
meneder.
Ta'zîr, haddin
aşağıskhr. Yâni miktar yönünden, hadden daha azdır. Bu ta'zîr, bazan habs
etmekle olur. Ya da şamar veya kulağını bükmekle olur. Ya da azarlamakla veya
kâdîuin, yüzüne suratım asarak bakmasiyle veya dövmesiyle olur. Dövüldüğü
takdirde, ta'zîrin en çoğu; otuzdokuz ve en azı üç kamçıdır. Çünkü ta'zîrin,
hadlerin sınmna ulaşmaması gerekir. Haddin en azı, kırktır. Bu kırk, kazfde ve
içkide kölenin haddidir. îmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); hürlerin haddine i'tibâr
etmiştir. Zira, asıl olan onlardır. Halbuki onların haddi seksendir. Bir
rivayette, seksenden bir kamçı, diğer bir rivayette, beş kamçı eksik vurulur.
Ta'zîrin, en azının üç
olmasının sebebi şudur: Çünkü, üç kamçıdan azı ile menetme vâki' olmaz.
Ta'zîrde, hadde olduğu
gibi, vurma a'zâlara bölüştürülmez. Sebebi, yakında gelecektir.
Ta'zîr dört mertebe
üzeredir. Birincisi, eşraf'iÜ eşrafın ta'zîridir.
Fakîhler ve Hanedân-ı
Hz. Ali (R.A.) gibi. İkinci mertebe, etrafın ta'zî-ridir. Şehir halkının ileri
gelenleri ve tacirlerin büyükleri gibi. Üçüncü mertebe, orta halli insanların
ta'zîridir. Dördüncü mertebe, serseri ve bayağı kimselerin ta'zîridir.
Birincisi, hatâyı
sahibine bildirmekten başka bir şey değildir. Bu bilme, kadının; «Senin, şöyle
şöyle yaptığım duydum.» demesidir. İkin-ci mertebedeki ta'zîr; hatâsını
bildirmek ve Mahkeme kapısına celbet-m ektir.
Orta hâili olan
kimselerin —ki onlar çarşı pazar halkıdır— ta'zî-ri, hatâsını bildirmek ve
Mahkeme kapısına götürüp, habs etmektir. Serseri ve bayağı kimselerin ta'zîri
ise; hatâsını bildirmek, Mahkemeye celbetmek ve habs ederek dövmektir. Daha çok
te'dibe muhtaç olursa, ta'zîre müstehak olan kimsenin dövülmesiyie beraber
habsedilmesi sa-hîhdir.
Ta'zîrde dövmek, hadd
vurmaktan daha şiddetlidir. Zira ta'zîrde, sayı yönünden.hafifletme vardır.
Maksûdun elden kaçmasına sebeb olmasın diye, vasf yönünden hafîlletilmez.
Bundan dolayı uzuvların üzerine dağınık şekilde vurmak suretiyle
hafifletilmemiştir. Suçlu, bir gömlek içinde ve ayakta dövülür.
Sonra, zinanın dayağı,
geri kalan dayak çeşitlerinden daha şiddetlidir. Çünkü zina dayağı, Allah'
(C.C.) in Kitabı ile sabittir.
İçki haddi, Sahâbe'nin
—Allah (C.C.) onlardan razı olsun — icmâı ile sabit olmuştur- Hz. Ali (R.A.)
demiştir ki: «Bir kimse, içki içtiği zaman sarhoş olur. Sarhoş olduğu zaman,
abuk sabuk konuşur. Abuk sabuk konuşunca da, Ü'tirâ eder, İftira edenler
üzerine ise; seksen kamçı vardır.» Sahabe —Allah (C.C.) onlardan razı olsun—
bunun üzerinde icmâ etmişlerdir.
Ondan sonra, içki
haddi, ondan sonra,kazf haddi gelir. Çünkü içki suçu, kesindir. Kâzifin cinayeti
böyle değildir. Zira kazfedenin, kazfin-de doğru olması ihtimâli vardır. Kâzifin
delil getirmekten âciz olması, yalan söylediğine delâlet etmez. Çünkü şâhidleri
bulamamak veya şâ-hidlerin şahadeti edadan kaçınmaları ihtimâli vardır. Bir de;
içki içen kimse, kazfden pek az hâlî kalır. Böyle olunca, her içki içen kimse,
içki ile kazfi bir arada yapar. Şu hâlde, O'nda'n iki suç meydana gelir. Kazf
edenden ise, bir suç meydana gelir. Bu bakımdan her ne kadar nâssan ,<Jelîl
bulunsa da, kazfedenin dövülmesi, şâribin (içki içenin) dövülmesinden daha hafif
olmuştur. Kâfî'de böyle denmiştir.
Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A.)
nın; [Ben derim ki, kazf haddi nass ile
sabittir. O da Allah Teâlâ" (C.C.) nııı :
«Onlara, seksen kamçı
vurun.» âyet-i kerîmesidir ve
içkinin haddi ise; kazf haddine kıyâs edilmiştir.] sözü geçersizdir. Çünkü içki
haddi, kıyâs ile sabit olmamıştır. Belki Sahabe' (R. Anhüm) nin icnıâı ile
sabittir. Nihayet, icmâın senedi kıyâstır. Fıkh Usûlünde anlatılmıştır ki;
hüküm icmâa dayanır, yoksa icmâın senedine dayanmaz.
Memlûk, gerek erkek
köle (abd) olsun, gerekse câriye olsun ve gerekse üınm-ü veled olsun veya kâfir
olsun, bir kimse mcnılûkü zina ile kazf ederse ta'zîr olunur. Çünkü suç,
kazftir. Haddin vâcib olması, ihsan bulunmadığı için imkânsız olup, ta'zîr
vâcib olmuştur. Bundan dolayı ta'zîrde en son haddine ulaşır. Aşağıda gelecek
suretlerde, ceza, İmânım re'yine göredir. Diğer iki suret de vardır ki: Onlarda
ta'zîrin en son haddine ulaşması vâcib olur. O iki suretten biri, yabancı bir
kadına cinsî münâsebetten başka her haramı irtikâb etmesidir. İkincisi; hırsız,
malı toplayıp dışarı çıkarmazdan önce yakalandığı vakitte olan ta'zîr-dir.
Kâfî'de de böyle denmiştir.
Bir Müslümana; «Ey
fâsık!» lafzı ile kazf eden kimse,
la'zir olunur. Ancak, eğer o kazf olunan Müslümamn fışkı ma'lûm olursa, bu
takdirde ta'zîr olunmaz. Bunu, Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.
«Ey fâsık!» deyip,
ta'zîri savmak için onun fâşıklığını isbât etmeyi murâd etse; dinlenmez. Çünkü
bu, sâdece cerh (iddiayı bozmak) üzere şahadettir. Şayet «Ey zânî!» deyip
isbâtını murâd etse, o vakit dinlenip kabul edilir. Çünkü O'nun üzerine hadd
(şerl ceza) sabit olur. O hadd, Allah Teâlâ' (C.C.) nın hakkıdır. Şu halde,
mücerred cerh olmaz. Nitekim, açıklaması «Şahadet Bölümü» nde gelecektir.
Yine, «Ey, kâfir!»,
«Ey, habis!», «Ey, fâcirl», «Ey, muhannes!», «Ey, hâin!», «Ey, Lûtî!», «Ey,
zındık!» ve «Ey, hırsız!»
demekle ta'zîr olunur. Ancak, eğer
kazfedilen hırsız ise, ta'zîr olunmaz. Hâniye'de de böyle denmiştir.
«Ey deyyus!» demekle
—Deyyus, zina eden karısını kıskanmayan kimsedir— ve «Ey, kartabân!» demekle —ki
bu deyyusun eşanlamlı-sıdır— ve «Ey, ayyaş (çok içki içen)!» ve «Ey, ribâ (faiz)
yiyen!» ve «Ey, kahbenin oğlu!» demekle, yâni bu zikredilen sözlerden birini
söylemekle ta'zîr olunur.
Fetâvâyı Zahîriyye'de
denmiştir ki: Kahbe, zina eden kadındır. «Kuhâb» sözcüğünden alınmıştır. O da,
öksürük demektir. Arablarda, zina eden bir kadına, bir adam rastladığı zaman;
kadın o adamdan cinsî münâsebet ihtiyâcını yerine getirmek için öksürürdü.
Bundan dolayı, o zâniyeye, kahbe adı verilmiştir.
Bazıları demiştir ki:
Kahbe, san'atı zina olan kimsedir. Bazısı da demiştir ki: Kahbe; zâniyeden, daha
aşındır. Çünkü zâniye, bazan gizlice zina yapar ve yaptığını beğenmez. Kahbe
ise, bu işi ücret ile açıkça yapar.
Ben derim ki: Bunun
zahirine i'tirâz yönelir. Şöyle ki; bu ma'nâ-lann muktezâsı, kahbede zina
ma'nâsı fazla.siyle mevcûd olmaktır. O fazla da çirkin bir iştir. Binâenaleyh;
onda, hadd vâcib olmalıdır. Nitekim, «Ey, zâniyenin oğlu!» dedikde hadd vâcib
olduğu gibi. Ancak denilebilir ki: Hadd yalnız açık zina kelimesi ile veya onun
hükmünde olan bir* şeyle, meselâ, iktizâen zina üzerine delâlet etmekle, vâeib
olur. Nitekim öfke hâlinde; «Sen, babandan değilsin!» veya «Sen, futanın oğlu
değilsin!» dediği zamanki gibi. Nitekim, daha önce geçti.
. «Kahbe» lafzı, zâniye
ma'nâsı için konulmamıştır, belki başka bir ma'nâ için konuldukdan sonra zâniye
mavnasında kullanılmıştır. Nitekim, daha önce,geçti. Yukarıda anlatıldığı gibi,
zina üzerine iktizâen de delâlet etmez. Bu zahirdir. Bunu Zeylaî' (Rh.A.) nin
zikrettiği şu söz te'yîd ed«r; başkasına: «Sen, babandan değilsin.» sözüyle hadd
vâcib olur, denilmez. Bu söz, zina ma'nâsında açık değildir, çünkü babadan
başkasından, şübhe ile cinsî münâsebette bulunmaktan hâsıl olması ihtimâli
vardır. Çünkü, biz deriz ki; bunda, anasını iktizâen zinaya nisbet vardır.
Mukteza sabit olunca, bütün levazımı ile sabit olur. Şu hâlde, hadd vâcib olur.
Çünkü iktizâen sabit olan, ibare ile sabit olan gibidir. Burada mümkün olan
izah budur. Lâkin, yeri geçtikten sonradır.
«Ey, fâcirenin oğlu!»
demekle de, ta'zîr olunur. Çünkü fâcire, her türlü ma'siyeti işleyen kadın
demektir. Şu hâlde «zâniye» ma'nasına gelmez. Zâniye hükmünde de değildir.
Öyleyse, «Fâcire» demekle hadd vurulmaz.
«Sen, hırsızların
sığınağısın!», «Sen, zânîlerin sığınağısın!», «Ey, küçük çocuklar ile oynayan!»
ve «Ey haranı-zâdeU demekle de ta'zîr olunur. Harâm-zâde'nin ma'nası; haram olan
cinsî ilişkiden doğmuş elemektir. Bu söz, zina ve başkalarına şâmildir. Hayz
hâlinde cinsî ilişkide bulunmak gibi. Örfde bu lafızdan, ancak zinadan doğan
çocuk murâd olunur. Çok yerde, harânı-zâde ile, hile ve hud'a sahibi alçak adam
murâd edilir.
«Harâm-zâde» demekte,
ta'zîr olunmaya sebeb şudur: Zira bunu söyleyen, Müslüman'a eziyet etmiş,
bununla o Müslümanı lekelemiştir. Bu söz ile hadlere kıyâs yapmanın yolu yoktur.
Bu durumda ta'zîr vâ-cib olur,
«Ey, eşek!», «Ey,
domuz!'., «Ey, köpek!», «Ey, teke!», «Ey, maymun!», «Ey, haccâm! (kan alan)» ve
«Ey, haccâmın oğlu!» dese, halbuki o kimsenin babası haccâm olmasa, bu sözler
ile ta'zîr olunmaz.
Keza, «Ey, müâcir!»
demekle de ta'zîr olunmaz. Çünkü müâcir, karısını'zina için kiralayan kimse
hakkında kullanılır. Lâkin bu kullanma, örf olan gerçek ma'nâ değildir. Belki
mucir (kiralayan) ma'nâ-sınadır. Şu hâlde bunda, ta'zîr yoktur.
«Ey, boğa!» demekle de
ta'zîr olunmaz. Çünkü halkın dilinde, söv-mektir. Bununla bir ma'nâ
kasdetmezler.
«Ey, duhke!» demekle de
ta'zîr olunmaz. Duhke; insanların kendisine güldükleri kimsedir. Yâni, çok
gülünç kimse demektir. Duhake ise, insanlara şarlatanlık yapan kimsedir.
«Ey, meshare
(maskara)!» yâni, alay ve eğlence konusu, demekle de ta'zîr olunmaz. Bu da
zikredilen ,duhke gibidir.
Bazıları demiştir kî:
Bizim örfümüzde; «Ey, köpek!», «Ey, domuz!», «Ey, eşek!» ve «Ey, inek!» demekle
ta'zîr olunur. Çünkü, bunların her biri ile sövmek murâd edilir. Halk bununla
incinirler. Denilmiştir ki; eğer sövülen kimse Fukahâ ve yüksek makam sâhibleri
gibi eşrâfdan ise, söyleyen ta'zîr olunur. Çünkü onlara, bu sözler üzüntü verir.
Eğer sövülen kimse, avamdan ise; yalan söylediği kesinlikle bilindiği için
ta'zîr olunmaz. Bu görüş güzeldir. Kâfî'de böyle denmiştir.
Bir kimse, kâdî
huzurunda bir adamın hırsızlık ettiğini iddia etse ve o hırsızlığı isbâttan âciz
kalsa; isbâttan âciz kalan kimse, ta'zîr olunmaz. Çünkü iddia eden kimsenin
gayesi, malını almaktır. Sövmek ve hakaret etmek değildir. Zina da'vâsı, bunun
aksinedir. Çünkü zina, sabit olmayınca, iddia edene hadd vurulur. Nitekim, daha
önce geçti. Hırsızlık, kul hakkı ile ilgilidir. Yâni bunda, kul hakkı gâlibdir.
Hırsızlıkta ibra, afv, yemîn, şahadet üzere şahadet ve bir erkek ile iki kadının
şahâdeti caiz olur. Allah Teâlâ' (C.C.) mn hâlis hakkı olan hadd, bunun
aksinedir. Onda, bu zikredilen şeylerden hiç biri caiz olmaz.
Efendi, kölesini ta'zîr
eder. Koca, karısını süslenmediği için, cü-nüblükden yıkanmadığı İçin, evinden
izinsiz çıktığı için ve döşeğine çağırdığında gelmediği için ta'zîr eder. Namazı
terk ettiği için koca, karısını ta'zîr edemez. Baba, oğlunu namazı terk ettiği
için ta'zîr eder.
Nihâye'de denmiştir ki:
Koca, karısını ancak kendisine âid bir menfaat için dövebilir (yâni ta'zîr
edebilir). Yoksa kadına âid bir menfaat için dövemez. Görülmez nü ki, karısı
namazı terk ettiği için, koca karısını dövemez. Süslenmeyi ve bunun benzerini
terk ettiği için koca karısını dövebilir.
Bir kimseye şer'an hadd
vuruldukda veya ta'zîr olundukda ölse, o kimsenin kanı hederdir. Vurana, bir şey
lâzım gelmez. Çünkü vuran, şeriatın emri ile yapılması gereken işi yapmıştır.
Fiil, âmire nisbet edilir, Bu durumda, o kimse sanki kendi eceli ile
ölmüş.gibidir.
Ancak bir kadın, ki
kocası bizim yukarıda zikrettiğimizin benzeri bîr şey için dövdükde (ta'zîr
ettikde) kadın ölse, kanı heder değildir. Çünkü kadının, te'dîbi mubah olup,
selâmet şartı ile mukayyeddir. Bir kadın, kendisini kocasının aşırı derecede
dövdüğünü iddia edip, kocası hakkındaki bu iddiası sabit olsa, koca ta'zîr
olunur. Yine bir öğretmen, küçük bir çocuğu aşırı derecede dövse, o öğretmen de
ta'zîr olunur. Mecme'ul-Fetâvâ'da böyle denmiştir.
Bir kimse, bir adamı
karisi veya mahremi ile beraber görse ye ikisi birbirlerine mutavaat üzere
(yâni, birbirleriyle anlaşmış) olsalar; o kimse, adamı ve kadını, her ikisini de
öldürebilir. El - Münye'de de böyle denmiştir.
Serikat (hırsızlık);
lügat yönünden, hangi şey olursa olsun, bir şeyi başkasından gizlice almaya
derler. Şer'an, mükellefin, yâni âkil ve baliğ olan kimsenin; bir yerde veya bir
mahfazada korunan ceyyid darb
olunmuş on dirhem miktarı malı gizlice.almasıdır.
Lûgavî nnVnûsı üzerine,
şer'an bîr takım vasıflar, eklenmiştir. O vasıflardan biri, çalandadır. O da,
çalanın mükellef olmasıdır. Bir vasfı da, çalınandır. O da, mütekavvim (kıymeti
hâiz) ve mukadder (miktarı belli) mal olmasıdır. Bir vasfı da, mesrûkun minhde
(mal sahibinde) , dir. O da onun muhriz olmasıdır. İnşâeHâhu Teâlâ yakında
açıklaması gelecektir.
Gerek hırsızın, malı
alma vaktinde olsun, gerekse çıkma vaktinde olsun, lûgavî ma'nâ hırsızlıkda
gözetümiştir, yâni, buna hırsızlık denir. Nitekim hırsızlatmanın sebebine
gizlice başlasa ve gizlice alsa veya sâdece alıp, çıkarmadan yakalansa buna da
hırsızlık deniü. Nitekim, gizlice duvarı delip ve malı mâlikden açıkça, silâhla
çarpışarak alsa, buna da hırsızlık adı verilir.
Sonra hırsızlık, ya
küçük olur ki bu meşhur olan hırsızlıktır. Bunda, mâlikin malının çalınması
vardır. Ya da, emânet konan ve ariyet alası kimse gibi, mâlikin yerine geçen
kimsenin malının çalınması vardır.
Ya da hırsızlık, büyük
oLur. O da, yol kesmektir. Bu, yol kesilerek yapılan hırsızlıkda, İmâmın (İslâm
Devlet Başkanı) malının çalınması vardır. Çünkü İmâm, yardımcıları ile yolu
korumakla görevlidir.
Çalanın, mükellef
olması da şarttır. Çünkü, akl ve bulûğdan olmaksızın suç gerçekleşmez.
El kesmek, hırsızlık
suçunun cezasıdır.
Bunun şartı, alman şeyin madrûb ve ceyyid olan on dirhem veya daha fazla
olmasıdır. Ya da, kıymet yönünden miktarı on dirhem veya d;iha fazla olmasıdır.
Çünkü hırsızlık hakkında vârid olan nass,
çalmanın kıymeti hakkında mücmeldir.
Çalınan şeyin kısmen beyânı hakkında hadîs-i şerif vârid olmuştur. Şöyle ki,
Re&ûlüllah (SAV.) :
«Hırsızın, ancak
kalkanın kıymetinde eli kesilir.» buyurmuştur.
Bizim Ashabımız
demiştir ki: Nebi-i Ekrem (S.A.V.) zamanında hır-sızin elinin kesilmesini
gerektiren kalkan on
dirheme müsavi idi. Bunu İbn Abbâs ve İbn Ömer — Allah (C.C.) onlardan razı
olsun — rivayet etmişlerdir. Dirhemlerin, yedi miskâl vezninde olması şart
kılınmıştır. Çünkü yedi miskâl ağırlığı, ekseri memleketlerde, dirhemlerin
vezninde mu'teber olandır.
Dirhemlerin basılmış
(madrûb) olması da, şart kılınmıştır. Çünkü dirhem ismine örfen şâmil olan
budur. Bu, zahir rivayettir.
Doğru olan da budur. Hattâ on dirhem külçe gümüş çalsa, on madrûb dirheme eşit
olmadıkça, elini kesmek gerekmez. Çünkü cezaların şartlarında, kemâl sıfatına
bakılır. Külçe gümüş ise, kıymet yönünden madrûbdan daha azdır. Bundan dolayı
ceyyid (iyi) olmasını şart kılmışlardır. Hattâ kıymetsiz on dirhem çalsa, İmâm
A'zam ve İmâm Züfer' (Rh. Aley-himâ) e göre, hırsızın eli kesilmez.
Şübhe olmayan
muhafazalı yerden alınması da şart kılınmıştır.
-Çünkü şübhelerle
savtılabilen şey, şübhe ile alınamaz. Muhafazalı yer, bazan mekân ile olur.
Baza» da koruyucu ile olar. Yakında açıklaması gelecektir.
Eğer hırsız bir kere
ikrar ederse, sağ eli kesilir. Nitekim kısas ve kazf haddinde olduğu gibi. İmânı
Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan; «Ancak, iki kere ikrarı ile kesilir.» dediği rivayet
edilmiştir.
Ya da, iki adamın
şahadeti ile kesilir. Nitekim diğer Hukûkda olduğu gibi.
İmâm bu iki şahide;
«Nasıl çaldı?», «Çaldığı şey nedir?», «Nereden çaldı?», «Ne zaman çaldı?», «Ne
kadar şey çaldı?» ve «Kimden çaldı?» diye sorar. O iki şâhid de açıklarlar.
Fazlaca ihtiyat için böyle yapılır. Nitekim daha önce hadlerde geçmiş idi.
İmâm hırsızı, şâhidleri
tezkiye edinceye kadar töhmetten dolayı habs eder. Ondan sonra, elinin
kesilmesine hükmeder.
Şayet çalmaya bir kaç
hıısız katılıp, ortak olsalar ve her birine nîaâb miktarı onar dirhem düşse, her
ne kadar malın tümünü bazıları alsa da, hepsinin eli kesilir. Çünkü hırsızlar
arasında mu'tâd olan, bazısının almakla görevlendirilmesi ve bazısının da
korunmak için hâzır olmasıdır. Şayet bu gibilerine ceza verilmese, çoğundan el
kesmek cezası kalkıp, fesâd kapısının açılmasına sebeb olur.
Sâc çalmakla, el
kesilir. Sac, Hindistan'dan gelen sağlam bir ağaçtır. Kana çalmakla da, el
kesilir.-Kana, mızrak veya süngü demektir. Abonoz çalmakla da,-kesilir. Abonoz,
siyah ve sert bir ağaçtır. «Sıhâh» adlı eserde: «Abonoz, kokusu güzel bir
ağaçtır.» denmiştir.
Ûd misk
ve
iyi yağlar çalmakla ve vers çalmakla da el kesilir. Vers, susam gibi bir
bitkidir. Sadece Yemen'de yetişir. Ekilir ve yirmi yıl kalır. Kâmûs'da böyle
zikredilmiştir.
Za'ferân ,
anber
çalmakla, zümrüd gibi yeşil yüzük taşları çalmakla, yakut, zeberced (açık yeşil
renkte kıymetli taş), inci, la'l ve
fîrûzcc çalmakla, yâni, bunlardan
birini çalarsa hırsızın eü kesilir.
Kısacası, malların
kıymetlisi ve iyisi olup İslâm ülkesinde aslı mubah olarak bulunmayan , rağbet
gören şey çalınmakla, kıymeti nisaba mâlik olunca çalanın eli kesilir.
Kap kaçak çalmakla ve
ağaçlan kapı çalmakla da, hırsızın eli kesilir. Çünkü bu ikisinde san'at asl'a
galebe çalmış, bundan dolayı değerli mallardan sayılmışlardır. Kapı
çalındığında, çalanın eli kesilmesine sebeb şudur: Kapı muhrez olup, evin
dışında duvar üzerine dikilmemiş, ve hafif olmalıdır. Yâni, bir adamın
taşıyamıyacağı kadar ağır olmayıp hafîf olursa, çalanın eli kesilir.
Hırsız, kıymetsiz, yâni
İslâm ülkesinde mubah olarak bulunan değersiz şeyleri çalmakla, eli kesilmez.
Kuru ağaç, ot,, kamış, balık, av, zırnık,
kırrmzı aşı toprağı ve beyaz çiçek (nevre) gibi.
Sür'atle, az zamanda
bozulan şeyi çalmakla da eli kesilmez. Süt, et, yaş meyve ve ağaç üzerindeki
meyve gibi. İhraz olunmadığı için kesilmez. Karpuz ve hasad olunmamış ekin de
ihraz olunmadıkları için el kesmeyi îcâb etmezler.
Sarhoşluk veren
İçkileri çalnıakda, oyun âletlerinde, altın veya gümüşten yapılmış olan kâür
haçı çalınakda veya satranç ve tavla çalmakta, hırsızın eli kesilmez. Çünkü
bunları alan, kıracaktım veya döke--çektim diye te'vîl edebilir. Fakat üzerinde
suret olan dirhemler bunun aksinedir. Çünkü bunlar ibâdet için hazırlanmamış,
belki mal edinmek için hazırlanmıştır. Binâenaleyh, onlarda, kırmak te'vîli
sabit olmaz.
Hırsız, mescidin
kapısını çalmakla, ihraz olmadığı için eli kesilmez. Mushaf çalmakla da, eli
kesilmez. Çünkü, mal edinmek için ihraz edilmiş değildir. Onu alan kimse,
okumak için aldığına yorumlar.
Hür bir çocuğu çalan
hırsızın eli kesilmez. Çünkü hür insan, mal değildir. Her ne kadar Mushaf'ın ve
küçük çocuğun üzerinde zinet ve mücevherat olsa da, hırsızın eli kesilmez. Çünkü
onlarda olan şey, onlara tâbidir. Şu hâlde, bunlara i'tibâr edilmez. Büyük bir
köleyi çalinakla da eli kesilmez. Çünkü büyük kölenin alınması gasb veya
hiledir. Hırsızlık/değildir.
llcsâl) deUerlerinden
başka defterlerin çalınmasında, hırsızın eli kesilmez. Çünkü gaye; o defterlerde
olan şeydir. O ise; mal değildir. Bir de; eğer o defterler, Tefsir, Hadîs ve
Fıkh Kitapları gibi şeriata âid ise, bunlar Mushaf gibidir. Eğer mekruh şeyler
ise.^feanbûr gibidir.
Hesab DeUerlerine gelince; Kâfi'de zikredilen şudur kî; burada demek istenen,
hesabı kapanmış deUerlerdir. Çünkü hırsız, o defterlerin için-dekini kasd etmez.
Maksûd olan, ancak kâğıtlarıdır. İmdi, eğer defterlerin kıymeti; hırsızlık
nisâbına ulaşırsa, (.alanın eli kesilir.
Muhît'te şöyle
denmiştir: Hırsız, bir insanın Hesap Defterlerini çalıp; oıüan yitirip tüketse,
sahibine kıymetlerini öder. Mâlikin, o defterleri kaç akçaya satın aldığına
bakılarak ödetilir. Bu mes'efe; bir kimse, bir insanın senet, çek veya
vesikasını yırtsa, Meşûyih'iıı (Büyük Bilginlerin) çoğunun sözüne göre, senet
veya vesikanın, yazılmış olduğu hâlde kıymetini ödemesi gibidir. Mala bakılmaz.
Köpeğin ve parsın
çalınmasında da, hırsızın eli kesilmez. Çünkü köpek ve pars, aslı mubah olan
hayvanlardır. Hıyanet etmekle de, eli kesilmez. Bir kimsenin kendisine güvenilip
emânet edilen, elindeki emânete hıyanet etmesi gibi. Siden sür'atle kapmakla da,
kapanın eli kesilmez. Yağma etmekle de, kesilmez. Yağma (nehb); kentin veya
köyün zahirinden açıkça, zorla almaktır. «Müstesfâ»*da, böyle denmiştir.
Kabir kazıp, kefen
soymakla da hırsızın eli kesilmez. Çünkü Resû-lüllah (S.A.V.) :
«Muhtefi'yc el kesmek
(cezası) yoktur.» buyurmuştur. Muhtefî, Medine halkının lûgatına göre; nebbâş,
yâni, kefen soyucudur.
Ammenin (Kamu'nun)
malım çalmakla da, hırsızın eli kesilmez. Beyt'ül-mâl; yâni, Devlet Hazînesinin
malı gibi. Ortak malı çalmakla da, eli kesilmez.
Çalanın, başka kimsede,
hâlde veya gelecekte alacağı dirhemleri olmakla, o diğer kimseden, o dirhemlerin
mislini çalsa, eli kesilmez.
Çünkü çalan, hakkını
almıştır. Hâl ve gelecek onda eşittir. Bir de; mühlet vermek hakkını istemenin
(mütâlebenin) ertelenmesidir. Her ne kadar, hakkından fazla alsa da yine
kesilmez. Çünkü çalan kimse, hakkı kadarını almakla, onda ortak olur. O ise
şâyi'dir. Eğer dirhemlerini verdiği o kimseden mal çalarsa, eli kesilir. Çünkü
çalan kimsenin, maldan alma hakkı yoktur. Ancak, birbirini razı etmekle satış
müstesnadır.
Elinin kesilmesine
sebeb olan çalınmış bir şey, değişmeden, unu yine çalsa, di kesilmez. Yâni bir
hırsız, bir malı çalıp eli kesildikde, o malı geri verdikden sonra, dönüp onu
yine çalsa; halbuki o çaluumş olan mal hâli üzere olsa, eli tekrar kesilmez.
Sebebi, yakında gelecektir. Hattâ o çalınmış olan mal, değişse ve değiştikden
sonra ikinci kez çalsa, meselâ; iplik gibi, ki onu çaldığı için, çalanın eli
kesilip geri verdikden sonra iplik dokunup, onu yine çalsa, eli yine kesilir.
Zî-rahnı olan mahremden
çalsa, gerek çalman mal, zî-rahmin malı olsun ve gerekse başkasının malı ohun,
muhafazada şübhe olduğu için elini kesmek gerekmez. Fakat hırsız, mahreminin
malını başkasının evinden çalsa, zikredilenin aksine olur. Muhafaza tahakkuk
ettiği için, eli kesilir.
Mutlak sütanasımn malım
çalmak da zikredilenin aksinedir. Yâni, gerek sütanamn evinden olsun ve gerekse
başkasının evinden olsun muhafaza tahakkuk ettiği için eli kesilir.
Karının, kocasından ve
kocanın, karısından çalması ile de, her ne kadar kocanın özel muhafaza yeri olsa
da, el kesilme/. Çünkü bir-birilerinin mallarında tasarruf etmeleri, el kesmeye
mânidir.
Kölenin, efendisinden
veya efendisinin karısından çalması ile de eli kesilmez. Veya kölenin,
hanımefendisinin kocasından çalmakla da eli kesilmez. Çünkü bu suretlerde,
âdeten birbirlerinin yanlarına girmeye izin vardır. Efendinin, mükâtebinden
çalması ile de eli kesilmez. Çünkü efendinin, nıükâtebin kazancında hakkı
vardır.
Konuğun (müsâfirin),
konuğu ağırlayan (ev sahibi) dan çalması île de, el kesilmez. Çünkü ev, konuk
hakkında muhafazalı yer olmaktan çıkmıştır.
Ganimet malından
çalmakla da, el kesilmez. Çünkü çalanın onda payı vardır. Hamamdan ve
gündüzleyin girmesine izin verilen evden çalmakla da eli kesilmez. Çünkü
birincide, âdeten, ikincide hakîkaten, izin vardır. Böylece, koruma kalmamıştır.
Tüccarın dükkânları ve hanlar dahî hamânı gibidir. Ancak, eğer bunlardan
geceleyin çalarsa, eli kesüir. Çünkü bunlar, mallan korumak için bina
edilmişlerdir. İzin, gündüze mahsûsdur.
Ya da; hırsız bir şey
çalıp, evden çıkarmadı ise, yine eli kesilmez. Çünkü evin hepsi, bir tek muhafaza yeridir. Şu hâlde eli kesilebilmesi
için, evden çıkarması gerekir. Ya da; kendisi evin içinde olup, dışanda olan
kimseye'malı verse, bu durumda ikisinin de eli kesilmez. Çünkü içeride olan,
dışarı çıkmamıştır. Dışarıda olan da, muhafazayı bozmu-ımştır. Bu durumda, her
biri için hırsızlık ve çalma tamâm olmamıştır.
Ya da; evi delip ve
elİuİ sokup nisâb miktarı mal alsa, yine eli'kesilmez, Çünkü Hz. Ali' (R.A.)
den; şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«Hırsız, şayet zarı i'
ise
eli kesilmez.» Fukahâ zarifi, bununla tefsir etmişlerdir.
Ya da, başkasının
yen'iniıı dışından keseyi yarıp, almakla da eli kesilmez, «Nihayeu'de denmiştir
ki: Kese .(surra), dirhemlerin kabıdır. Burada ondan murâd, yen'in kendisidir.
Hükmün böyle olmasına sebeb ise şudur: Çünkü, kesenin bağı dışarıdandır. Böyle
olunca, yarıp almak dışarıdan meydana gelir. Şu hâlde muhafaza yerini bozmak
yoktur. Eğer kese içeride ise, onu yarıp aldıkda, eli kesilir. Çünkü kesenin
bağı içerdendir. Böyle olunca; yarıldığmda kese, yen içinde kalır. Öyleyse
almak, içeriden olmuş olur. Şayet yarmak yerine, bağı çözmekle çalsa, illeti
(delil ve sebebi) aksine döndüğü için, hüküm de a'ksine döner.
Ya da, deve katarından
bir deve çalmakla veya yük çalmakla da eli kesilmez. Gerek deveyi sevk eden veya
yeden biri bulunsun, gerekse bulunmasın müsavidir. Çünkü sevk edenin ve yedenin
gayesi, şevktir ve yedmektir ve yol almaktır. Korumak, değildir.
Eğer devenin ve yükün
sahibi korur veya devenin üzerinde uyursa, deveyi ve yükü çalan hırsızın eli
kesilir. Çünkü yükün üzerinde uyumak veya deveye yakın olmak onu korumaktır.
Ya da hırsız; yükü
yarıp, İçinden nisaba ulaşan bir şey alsa —çünkü çuvallar muhafaza yeridir —
veya hırsız, elini başkasının sandığına veya yen'ine veya cebine, almak için
sokup nisâb miktarı alsa veya içinde has odalar olan evin, has odasından evin
salm'ına çıkarsa veya bir has odanın sahibi, diğer bir has odadan çalsa, yâni
bir hâne, ki içinde odalar olup, her birinde bir kimse otursa ve o odada oturan
kimseden başkasının, o oda ile ilgisi olmasa — ancak bir kimsenin bir evi olup,
dâirelerinde o kimsenin inalları ve hizmetçileri bulunup, birbirlerinin dâiresi
ile ilgili olurlarsa, o ev yukarıda anlatılan gibi değildir— veya korunan
yerden bir şey yola atıp, sonra alsa, —çünkü yola atmak, bir hiledir. Hırsızlar
onu i'tiyâd edinmişlerdir. Çünkü bunda, bozuk niyyetleri vardır. Buna mu'teber
bir el de uzanmamıştır — İmdi hepsi, bir tek fiil sayılıp, eli kesilir. Şayet
evden çıkarıp da almasa, o kimse malı yitiricidir, calici değildir. Şu hâlde, bu
işde eli kesilmez.
Ya da, çalınan şeyi;
bir eşek üzerine yükletip, eşeği yürütüp çıkarsa, eli kesilir. Çünkü eşeğin
yürümesi, hırsıza muzâftır.
Münye'de zikredilmiştir
ki; İtilâmın, siyâseteıı
hırsızı Öldürmesi caizdir.
Çünkü hırsız yeryüzünde fcsâd çıkarmaya çalışır.
Hırsızın, sağ eli
kesilir. Kesmek, Nass-ı Kerîm (âyet)
ile sabittir. Sağ elin kesilmesine delîl ise; İbn Me.s'ûd' (Rh.A,) un:
«İkisinin de, sağ
ellerini kesin.» kıraatidir. Bu, meşhur bir kıraattir. Bize göre, meşhur kıraat
ile amel edilir.
Sağ el,
bileğin mafsalından kesilir.
Çünkü Resûlüllah
(S.A.V.); hırsızın elinin mafsalından
(ekleminden) kesilmesini
emretmiştir. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) :
«Kesiniz ve
dağlayınız.» buyurduğu için, kesilen yer dağlanır. Ancak, çok sıcak günde ve
çok soğuk günde kesilmez. Çünkü bu, çok defa ölüme sebeb olur. Hadd (Şer'î ceza)
ise, menetmek içindir. Öldürmek için, değildir.
Ondan sonra, eğer yine
hırsızlık yaparsa, sol ayağı kesilir. Eğer hırsız, bir defa daha hırsızlık
yaparsa, artık kesilmez. Tevbe edinceye kadar habs edilir ve habs edildiği gibi
ta'zîr de olunur.
İmâm Şafiî (Rh.A.);
«Üçüncü defada sol eli kesilir ve dördüncüde sağ ayağı kesilir.» demiştir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Bir kimse hırsızlık
yaparsa, Onun (sağ elini) kesiniz. Eğer, yine yaparsa, (sol ayağım) kesiniz.
Yine yaparsa, (sol elini) kesiniz. Yine yaparsa, (sağ ayağım) kesiniz.»
buyurmuştur.
Bizim için delil,
Sahabe' (R. Anhüm) nin, Hz. Ali* (R.A.) nin şu sözü üzerindeki temalarıdır.
Şöyle ki; Hz. Ali (R.A.):
«Ben, hırsız için
tutacak el ve yürüyecek ayak bırakmamaktan dolayı Allah Teâlâ' (C.C.) dan
utanırım.» sözü ile hüccet getirdiği zaman, Onlardan hiç kimse (Şafiî' (Rh.A.)
nin naklettiği) bu hadîs ile delîl göstermemiştir. İmdi bu, böyle bir hadîs
bulunmadığına delâlet eder.
İmânı Tahâvî (Rh.A.):
«Biz, bu haberleri inceledik, fakat hiç bilinin aslı olduğunu görmedik. Şayet
haber sahih olsa, siyâset veya nesh üzere hami edilir.» demiştir.
Hırsızın sol eli yâhûd
sol elinin baş parmağı veya iki parmağı veya sağ ayağı evvelce kesilmiş ise veya
çolak ise, tekrar kesilmez. Bunun sebebi, menfaat cinsinin kalmamasıdır. O
menfaat cinsi; tutmak ve yürümektir. Baş
parmaktan başka bir parmak kesilmiş olursa veya çolak olursa, zikredilenin
hilâimadır. Yâni, kesilir. Çünkü bir parmağın yok olması, zahir rivayette
kesmeyi menetmez.
«Ya da hırsız,
çalınmış, malı husûmetten önce mâlikine geri verse» sözü ile, metinde zikredilen
şeyde el kesmenin yokluğuna sebeb şudur: Çünkü bu takdirde da'vâ mümkün olmaz.
Hırsızlık da zahir olmaz.
«Ya da kabz Ue beraber
hîbe ile veya satış ile mâlik olsa veya çalınanın kıymeti kesmekten Önce
nisâbdan eksik olsa.» sözü ile zikredilen şeyde, e* kesmenin bulunmamasına
sebeb; alacağını aldığı sırada husûmetin kâim olması, eli kesmek için şart
olduğundandır. Halbuki «veya- ona mâlik olsa» sözünde, husûmet yoktur. Hükmün
icrası sırasında nisabın tam olması, yukardaki gibi kesmenin şartıdır. Haibuki
ikincide; yâni, «veya kıymeti nisâbdan eksik" olsa.» sözünde, nisabın kemâli
yoktur.
«Ya da hırsız,
hırsızlık edip ve üzerine iki şâhid tanıklık ettikden sonra, hırsız çalman şeyin
mülkü olduğunu iddia etse.» sözü ile zikredilen şeyde, el kesme yoktur. Çünkü,
şübhe, haddi ortadan kaldırır. Mü-cerred da'vâ sabit olur. Çünkü, ihtimâl
vardır.
«Ya da iki hırsız,
hırsızlığı ikrar edip ikisinden biri, çalınanın mülkü olduğunu iddia etse.»
sözü ile zikredilen şeyde, her ne kadar isbât edemese de, bu durumda ikisinin de
eli kesilmez. Kesihneyişinin sebebi;
çünkü sözden dönme,
dönen hakkında amel eder ve diğeri hakkında şübhe verir. Çünkü hırsızlık,
ortaklık üzere ikisinin ikrarı ile sabit olur.
Vikâye'de: «Ya da
çalıp, mülkü olduğunu iddia etse veya iki hırsızın biri mülkü olduğunu iddia
etse.» denilmiştir. Ben derim ki: Bu i'tirâz götürür. Çünkü ibareden anlaşılan
matlûb değildir ve matlûb ondan anlaşılmamıştır. Birincisine gelince;
Yikâye'nin «iki hırsızın biri» sözü, «iddia etti» sözünün zamirine atftır. İmdi
ma'nâ: «Ya da iki hırsız çalsa, ikisinden biri iddia etse.» demektir. Bu ma'nâ
ise, matlûb değildir. İkincisi ise, iki hırsız ikrar edip, ikisinden biri mülk
iddia etmesi matlûb olduğu içindir. Nitekim, Hidâye'de ve Kâfî'de ve bunlardan
başkasında mezkûr olan budur. Halbuki, bu lâzım değildir. Çünkü ibarede ikrân
bildiren bir şey yoktur.
Ya da hırsız, çalman
şeyin mâlikin malı olduğunu ikrar eder de, mâlik mütâlebe etmezse» sözü ile
zikredilen şeyde, el kesme bulunmadığına sebeb, da'vâ şart olup, mütâlebe
gerektiği içindir.
İki kimse hırsızlık
edip; ikisinden biri gâib olsa, ikisinin çaldığım, çalınan malm sahibi isbât
etse, hâzır olan hırsızın eli kesilir. Çünkü
hırsızlık, gâib üzerine isbât olunmayınca, yabancı olur ve yabancının da'vâsı
ile şübhe sabit olmaz. Bir de: Gâibden da'vâda şübhe ihtimâli; şübhenin,
şübhesidir. Şu hâlde i'tibâr edilmez.
Baba, vasî, emanetçi,
gâsıb, ribâ sahibi, müsteîjr ,
kiracı, mudâ-rib ,
satın almakla görevli kimse, mürtehhı ve
müstehzi' gibi koruyucu el (yed-i
hafıza) sahibinin husûmeti {da'vâ etmesi) ile hırsızın eli kesilir.
Zikredilen kimselerin
husûmeti (da'vâ etmesi) ile hırsızın eli kesildiği gibi, onlardan çalan kimseye
mâlikin husûmeti ile de kesilir. Yed-i hafıza (zilyed) sahibinin (yâni her hangi
bir şekilde aldığı malı koruması gereken kimsenin) husûmetine gelince,
hırsızlık haddi zâtında kesmeyi gerektirir. Halbuki hırsızlık, kâdî indinde
mu'teber olan husûmete binâen şer'î hüccet ile zahir olmuştur. Şu hâlde eli
kesmek için yeter ve onlar için yed-i sahîha (sahih zilyedlik) vardır. O yed-i
sa-hiha, mülk gibi maksûddur. İmdi, şayet yed-i sahîha ortadan kaldırılsa, onu
geri almaları için kendilerinin, niyâbeten değil, asaleten muhâ-sama (da'vâ)
etmeleri caiz olur. Çünkü yed-i hafıza sahibi olan kimse, eğer emin ise emânetin
edasına ancak onu geri almakla kadir olur. Eğer kefil ise, kendisinden borcu
(veya kefaleti) düşürmeye ancak, benden çaldı, deyip geri almakla kadir olur.
Şayet husûmette asil olsa, sübût sırasında mâlik hâzır olmaksızın, almak vâcib
olur. Çünkü el kesmek, Allah Teâlâ' (C.C.) nın hakkıdır. Kısas, bunun
hilâfınadır. Çünkü kısas, kul hakkıdır. Onlardan çalan kimseye mâlikin
husûmetine gelince; çünkü mülkün hakîkatı onundur. Hakîkaten mülk ise, yed-i
hafızadan daha kuvvetlidir. İkincisi ile caiz olunca, birincisi ile caiz olması
daha evlâ olur.
Çalınan malı, eli
kesilen hırsızdan çalan kimsenin eli kesilmez. Yâni bir adam, bir şey çalıp; o
hırsızlık sebebiyle eli kesildikde, çalınan şey hırsızın elinde kalsa ve onu
hırsızdan bir başka kimse çalsa, ikinci hırsızın eli kesilmez. Çünkü hırsızlık,
ancak eğer mâlikin veya eminin veya kefilin elinden olursa el kesmeyi
gerektirir. Nitekim, az önce geçti. Burada, onlardan bir şey yoktur. Çünkü
birinci hırsız, mâlik değildir. Emin ve kefîl de değildir. Hattâ çalınan şeyi
yitirse, ödemez. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir. Fakat hırsızdan, eli
kesilmezden Önce başkası çalsa, bunun hilâfınadır, Bu durumda, ikinci hırsız ve
mal sahibi için, ikinci hırsızın elini kestirmek
hakkı vardır. Çünkü birinci hırsız, eli kesilmezden önce gâsıb ma'nâsındadır.
Çaldığını ikrar eden
kölenin, eli kesilir. Çünkü o köle, insan olması bakımından ikrarı sahihtir.
Zira köleye ceza verilmesi suç sebebiyledir. Suç ise, ancak teklif vâsıtasiyle
gerçekleşir. Teklif ise, ancak insan olması bakımından gerçekleşir. Yoksa, o
köle mal olduğu için gerçekleşmez. Ondan sonra maliyet olmaya geçer ve insanın
mal olması bakımından teklif sahîh olur. Çünkü malda, töhmet yoktur.
Görülmez mi ki, kölenin
sözü, töhmet bulunmadığı için Ramazan hilâlinde makbuldür. Elin kesilmesine
sebeb olan şey, mutlaka, yâni eli kesilen kimse gerek hür olsun ve gerekse köle
olsun, eğer o şey bakî ise sahibine geri verilir. Çünkü çalman şey, mâlikin
mülkü olmak üzere kalmıştır. Eğer çalınan mai elde kalmamış ise, her ne kadar o
malı hırsız yitirse de, ödemez. Çünkü, Resûlüllah (S.A.V.) :
, «Hırsızın eli
kesildikten sonra, (çaldığını) ödemez,» buyurmuştur. Musannifin, «Her ne
kadar, o malı hırsız yitirse de.» demesi, İmâm Hasan' (Rh.A.) in İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayet ettiği; «Çaldığı malı istihlâk eden (yâni tüketen
veya yitiren) hırsızın onu ödemesi gerekir.» sözünün reddine işarettir.
Defalarca hırsızlık
edip, eli kesilen kimse de, her ne kadar elinin kesilmesi çaldıklarının bazısı
sebebiyle olsa da, çaldıklarından hiçbir 'şey ödemez. Yâni bir kimse, birçok
hırsızlık yapsa, çalman şeylerin sahihlerinden birisi gelip hakkım iddia .edip,
isbât etse ve hırsızın eli o hırsızlıklardan dolayı kesilse, İmâm A'zam'
(Iîh.A.) ?. göre, o kesme hırsızlıkların hepsi için yeter. Bir şey ödemez.
Çalman şeylerin sâhible-ri hepsi hâzır olsalar, o hırsızın eli onların huzurunda
kesilse, hırsız, ittifakla, çalınan şeylerden bir şey ödemez.
Hırsızlık sebebiyle sağ
elinin kesilmesi emredilen hırsızın, sol elini kesen kim&s de, bir şey ödemez.-
Çünkü kesen kimse, sol eli yok edip yerine ondan daha hayırlı olan sağ eli
bırakmıştır. Şayet, «S?ğ elin bırakılması, sol elin kesilmesiyle hâsıl olmadı.
Belki o, sol el kesilmeden Önce de vardı.» diye sorulacak olursa, cevâbında biz
deriz ki: «Sağ el yok edilmeye.müstehak olmuştu. İmdi, sol elin kesilmesi ile
sağ el kurtulmuş ve sol el sayesinde vücûd bulmuş gibidir.»
Hırsız, izafetle: «Ben,
şu giysinin hırsızıyım» dese, eli kesilir. Çünkü bü soz, hırsızlık ettiğini
ikrardır. Eğer izâfetsiz; «Ben, şu giysiyi ça-lıcıyım.» dese vaad olup, ikrar
olmadığından, eli kesilmez.
Hırsız, çaldığı malı,
hırsızlık ettiği evde yarıp parçalamakla kusurlu edip, evden dışarı çıkarsa ve
o şey parçalandıkdan sonra ınadrûb olan on dirheme eşit olsa, hırsızın eli
kesilir. Musannif bunu, iki kayıt ile kayıtlamıştır. Birincisi; parçalamanın
evde olması, ikincisi; çalman şeyin on dirheme eşit olmasıdır. Çünkü hırsız,
şayet o çalınan şeyi par-çalamaksızin dışarı çıkarsa ve on dirheme eşit olsa,
ondan sonra par-çalasa ve parçalamakla o malın kıymeti on dirhemden eksik olsa,
o hırsızın tek söz ile eli kesilir.' Eğer çaldığı şeyi evde parçalayıp, kıymeti
eksildiktei* sonra dışarı çıkarsa, eli kesilmez. Çünkü hırsızlık, birincide tam
nisâb üzere yapılmıştır, İkincide, tamâm değildir. Böylece ikinci kaydın
bulunması gerektiği anlaşılır. Bundan dolayı, Hidâye'de ve Kâfî'de ve bu
ikisinden başkasında bu kayıtlar zikredilmiştir. Vikâye'-de ve Kenz'de ise terk
edilmiştir.
Hırsız muhafazalı
yerden bir koyun çalar da, boğazlayıp dışan çıkarırsa, eli kesilmez. Çünkü
hırsızlık, et üzere tamâm olmuştur. Daha önce geçti, ki et çalmak, el kesmeyi
gerektirmez.
Hırsız, gümüş ve
altından nisâb miktarı çaldığı şeyden, dirhemler ve dinarlar yapsa, eli kesilir.
O dirhem ve dînârlar, İmâm A'zam' (Rh. A.) a göre, mal sahibine geri verilir.
İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) «Geri verilmez», demişlerdir. Çünkü onlara göre, bunlar
san'at-ı mütekavvi-me (kıymetli san'at) dir. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre,
değildir.
Hırsız, çaldığı giysiyi
kırmızıya boyar da eli kesilirse İmâm A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a
göre, geri vermesi ve ödemesi gerekmez. İmâm Muhammed (Rh.A.) demiştir ki:
Giysi, ondan alınır ve boya ile hâsıl olan fazlalığın değeri hırsıza verilir.
Çünkü malının ayn'ı her bakımdan kâimdir ve o mal asıldır. Boya ise, ona
tâbidir. Böyte olunca asla i'tibâr etmek evlâdır.
İmâm A'zam ile İmâm Ebû
Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) un delili şudur: Boya sûreten ve ma'nen mevcûddur. Giysi
sahibinin hakkı ise, sûreten mevcûd, ma'nen değildir. Çünkü el kesmekle tekavvüm
ortadan kalkmıştır. Nitekim, daha önce geçti. Böyle olunca, hırsızın hakkı
tercih edilmeye daha lâyık olur. Şayet hırsız, giysiyi siyaha boyasa, îmânı
A'zam' (Rh.A.) a göre, giysinin mâlikine geri verilir. Çünkü siyahlık,
giysinin değerini düşülür. Mâlikin hakkının kesilmesini gerektirmez. Hırsız,
bir Sultânın vilâyetinde hırsızlık etse, diğer Sultân İçin O'nun elini kesme
hakkı yoktur. Çünkü idaresi altında olmayan kimse üzerinde, O'r.un için velayet
hakkı yoktur.
Musannif, küçük
hırsızlığı açıklamayı bitirince, büyük hırsızlığı
açıklamaya başlayıp şöyle dedi:
Bir kimse yolu kesmeye
kasd etse — gerek İmâma itâattan kaçınan bir cemâat olup, yolu kesmeye
kalkışsınlar veya îmâma itâattan kaçınmaya kadir olan bir kimse olup, yolu
kesmek istesin — ve Müslüman veya Zimmî olmakla kanı ma'sûm ise — Çünkü o, yolu
kesmeye kalkışan, eğer müste'men olursa üzerine hadd uygulamakda hilaf var-dır—
ve bu yol kesmeye kalkışan, bir ma'sûmım yâni Müslümânm veya Zimmînin yolunu
keserse —hattâ müste'menin yolunu kesse, O'nun üzerine hadd vâcib olmaz. — o yol
kesen kimse, yoldan geçenlerden bîr şey almazdan önce ve geçenlerden birini
veya daha çoğunu öldürmezden önce yakalansa, münkere başladığı için, ta'zirden
sonra tevbe edinceye kadar habs edilir. Fakat sadece söz ile değil, belki onda
sâlih insanların siması zahir oluncaya kadar habs edilir.
Eğer o yol kesmeye
kalkışan kimse, mal alıp ve her bilinin nasibi o maldan nisâb miktarı olursa eli
ve aykırı yönde ayağı kesilir. Eğer uzuvları tamâm ise böyle yapılır.
Tuhfetu'l-Fukahâ'da böyle, denmiştir.
Eğer o yol kesmeye
kalkışan lıaydûd , mal
almaksızın birini öldürürse, kısas en değil, hadden Öldürülür. Kendisi hadden
öldürüleceği için, maktulün velîsi O'nu afv edemez. Eğer o yol kesenin
öldürülmesi kısâsen olaydı, velî kısası afv edebilirdi.
Eğer yol. kesen kimse,
yoldan geçeni Öldürüp malını alırsa, eli kesilip ondan sonra öldürülür veya
asılır. Ya da, elini kesin eksizin öldürülür. Ya da, diri iken asılır ve
ölünceye kadar karnı mızrak ile yarılır. Bunda asıl olan, Allah Teâlâ' (C.C.)
mn:
«Allah'a ve Resulüne
(yâni mü'minlere) harb açanların, yeryüzünde (yol kesmek suretiyle) fesâdcılığa
koşanların cezası, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları, veya (sağ) elleriyle
(sol) ayaklarının çapraz olarak kesilmesi, ya da (bulundukları) yerden
sürülmeleridir.»
âyet-i kerîmesidir.
«Allah'a harb açmak»
demek, mü'minlere veya Allah'" (C.C.) m dostlarına harb açmak demektir.
Burada, muzâf hazfedilmiştir. Çünkü hiç kimse Allah Teâlâ (C.C.) ile savaşaniaz.
Bir de: Yolcu çöllerde ve yollarda Allah Teâlâ' (C.C.) nm emâmnda ve
muhâfazasında-dır. îmdi o yolcuya engel olan, Allah Teâlâ (C.C.) ile savaşmış
gibi olur. Bununla murâd, ahvâl üzere tevzî'dir. Sanki Allah Teâlâ (C.C.):
«Eğer öldürürlerse,
öldürülmeleri gerekir,
muhayyerlik yoktur.»
buyurmuş gibidir. Nitekim İmâm Mâlik (Rh.A.), âyette geçen «ev/yâ-hûd» lalzmın
zahirine dayanarak, murâd tahyîrdir, demiştir. Çünfci» bu ahvâlin açıklaması
ResûlüHah' (S.A.V.) m şu hadîsi ile sabittir:
«Bir kimse mal alırsa,
eli kesilir ve öldüren kimse öldürülür, Mal alıp ve hem de öldürürse asılır.»
Cebrail Aleyhisselâm'm
bu taksimi, Ebû Bürde1 <R.A.) nin ashabı hakkında indirdiği rivayet edilmiştir.
Başkası ondan ibret
alsın diye, üç gün asılmış olarak bırakılır. Üç günden çok bırakılmaz. Çünkü üç
günden sonra ceset bozulup kokar ve insanlar ondan rahatsız olurlar.
Hırsızın aldığı şey
telef olsa veya hırsız telef etse, onu Ödemez. Yâni, şayet yol kesen öldürülse,
küçük hırsızlığa i'tibâren aldığı malı ödemez. Nitekim, daha önce geçti.
Yol kesenlerden birisi,
yoldan geçenlerden birini öldürmekle hepsine şer'ı ceza (hadd) uygulanır. Çünkü
hadd, muharebenin cezasıdır. Muharebe ise; bazısı, bazısına yardımcı olmakla
meydana, gelir. Öyle ki, şayet arkadaşlarının ayaklan dayansa, yâni güç durumda
kalsalar, diğerleri onlara yardım için toplanıp gelirler. Şart olan, onlardan
birinin, yolcuları öldür m esidir. Öldürme ise, vuku bulmuştur. Onların taş ve
sopası kılıç gibidir. Çünkü yol kesmek, hangi âlet ile olursa olsun, öldürmek
ile Hâsıl olur. Belki sadece mal almak ile ve korkutmakla da olur.
Yol kesen haydûd, bir
kimseyi yaralayıp malını alsa, eli ve ayağı çapraz olarak
kesilir. Yol kesen kimsenin yaraladığı hederdir (diyeti yoktur.) Çünkü hadd,
Allah Teâlâ' (C.C.) nın hakkı olarak vâcib olunca, kulun hakkı olmak üzere
nefsin ismeti (dokunulmazlığı) sakıt olur. Nitekim mal ismeti, sakıt olduğu
gibi. Çünkü Ödemekle beraber kesmek (bir araya gelmezler.
Eğer sâdece yaralarsa,
yâni yol kesen öldünıı&zse ve mal almazsa veya kasden bir demir ile öldürüp; mal
da alıp yakalanmadan önce tevbekâr olursa veya yol kesenlerden bîri mükellef
olmayan çocuk ya da mecnûn olursa veya yol kesenlerden biri kervandan
zî-nılını-i mahr?m olursa veya kervanın bazısı, bazısının yolunu keserse yeyâ
gecede ya da gündüzde şehirde ya da İkisi birbirine yakın şehirler arasında yol
keserse, bu zikredilen suretlerde hadd yoktur.
Sâdece yaraladığı
zamanda haddin düşmesi, bu suçda hadd olmadığındandır. Kul hakkı sakıt olmaz.
Çünkü kul hakkının düşmesi, haddin uygulanması ile olur. Hadd ise
uygulanmamıştır. Şu hâlde kulun hakkı, bakî kalmıştır. İmdi, eğer yara kısas
icâb eden yara ise, yaralananın velîsi için kısas hakkı vardır. Ya da, eğer
yara diyet îcâb eden yara ise, diyet vardır.
Bu zikredilenler; birinci
surete - ki
o, sâdece yaraladığıdır göredir. Kasdrn öldürüp;
malı aldıkdan sonra tevbekâr olmasını ınüte-âkib yakalanırsa, haddin düşmesine
sebeb, Allah Teâlâ' (C.C.) nın şu âyet-i kerîmesidir:
«Ancak, onları
yakalamanızdan Önce tevbe edenler, bunun dışındadır.»
Hadd sakıt olunca, onda
kul hakkı zahir olur. Diğer suretlerde: Velî İçin kısas hakkı vardır. Yâni yol
kesen, Öldürülür. Ya da, afv hakkı vardır.
Yol kesenlerden biri
gayr-i mükellef veya mahrem olan zî-rahm
oldukda haddin düşmesine sebeb; suç bir olup, onu hepsi yaptığı içindir.
Bâzısının fiili mu'cib vâki' olmayınca, geri kalanlarının fiili sebebin bâzısı
olur. Bununla, hüküm sabit olmaz. Hadd düşünce, öldürmek velilerin dileğine
kalır. Dilerlerse, öldürürler; dilerlerse, afv ederler.
Kervanın bâzısı,
bâzısının yolunu kestiği zaman, haddin düşmesine sebcb ise; muhafaza yeri bir
olduğu içindir. Bu durumda kafile, bir tek ev gibi olmuştur. Gecede ya da
gündüzde ve iki yakın şehir arasında yo! kesmede haddin düşmesine sebeb ise,
yardım yetişmek zahir (kuvvetle muhtemel)
olduğu içindir. Ancak şu kadar fark vardır ki, o yol kesiciler, malı
nıüstehıkkma ulaştırmak için yakalanırlar ve te'dîb edilirler ve suç işledikleri
için habs edilirler. Eğer, yol kesiciler insan Öldürdüler ise, bu takdirde iş
velîlere kalır.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
dan rivayet edilmiştir ki: Yol kesiciler, eğer geceleyin şehirde olurlarsa veya
kendileri ile şehrin arasında bir sefer mesafesinden daha az mesafe bulunursa,
onlara yol kesicilere uygulanan ahkâm uygulanır. el-İhtiyâr'da; «İnsanların
maslahatı için fetva bunun üzerindedir.» denmiştir. Bu maslahat, hırsızlık yapan
zor-1 baların şerrini savmaktır.
Şayet yol kesen kimse,
bir
adamı boğsa, ve boğmakla öldürse, o adamın diyetini, o boğan kimse verir.
Yakında cinayetler konusunda inşâallâhu Teâlâ açıklanacaktır.
Bir kimse şehirde insan
boğmayı i'tiyâd edinse, bu sebeble öldürülür. Çünkü, yeryüzünde fesâd çıkarmaya
çalışmış. olur. Bu durumda O'nun kötülüğü, O'nu öldürmekle savulur.
Yol kesen kimselerle;
beraber bir kadın da bulunup, o kadın İnsan öldürüp mal alsa, erkekler
öldürmeseler ve mal almasalar, kadın öldürülmez, erkekler öldürülür.
On kadın toplanıp yol
kesse ve mal alıp insan öldürseler, o kadınlar öldürülürler ve çaldıkları malı
da öderler. «EI-Münye>ı'de böyle denmiştir.
Bu bölümün, hadler
bölümü ile olan ilgisi gizli değildir. Fakîhler, bu bölümü kitabın
sonuna^bırakmışlardır.
E.şribe, şarâbın
çoğuludur. Şarâb, lügat yönünden, müskir olsun, olmasın her içilen şeydir.
Şer'an, sekr, yâni sarhoşluk veren sıvıdır.
Ma'Iûnı ola ki,
kendisinden içkiler çıkartılan şeylerin hepsi dörttür: Yaş üzüm, kuru hurma,
kuru üzüm ve buğday, arpa, dan gibi hububattır. Sonra onlardan çıkarılan suyun,
iki haleti vardır: Çiğ ve pişmiş. Pişmiş oîan bâzan üçtebiri kalıncaya kadar,
bâzan üçteikisi kalıncaya, bâzan da yarısı kalıncaya kadar pişirilir.
İçkilerden haram oian da, zikredilen gibi dörttür. Helâl olan da, yine dörttür.
Haram olan dört içkiden
birincisini musannif şu sözü ile açıklamıştır: Hamr , yâni
şarâb, her ne kadar aa olsa da, haramdır. Bu, çiğ üzüm suyundan olandır.
Kaynayıp, şiddetlendiği ve köpüğünü attığı zaman hamr, yâni şarâb denir.
Bu hamr adı, ehl-i
lügatin icmâı ile bu içkiye tahsis edilmiştin Bâzıları «Her müskir olan
(sarhoşluk veren) .hümr'du*.» demiştir. Çünkü hamr'a, hamr adı verilmesine
sebcb, aklı karıştırdığı içindir. Diğer müskirat da böyledir.
Cevâb olarak biz deriz
ki: Biz, bunu kabâl etmeyiz. Belki hamr adı verilmesine sebeb; ihtimâli, yâni
kokusu değiştiği içindir.
İbn A'râbî (Rh.A.)
demiştir ki: Şarâb'a, hamr adı verilmiştir. Çünkü hamr, brrakılırsa nıuhtemir
olur. Hamr'ın ihtimârı kokusunun de-ğişmesidir. Sıhâh'da dahî böyle
zikredilmiştir. Bu kabul edilse bile, ma'nâya riâyetin ıtlak sebebi olmasını
kabul etmeyiz, Belki vaz' (konu-luş) sebebiyledir ve ismi başkasına tercihtir.
Zira şişenin (kârûre'nin) bu adı almasının sebebi, içinde su karâr eylediği
içindir. Küp ve kupaya bu ad verilmez. Halbuki su, onlarda dahî karâr eder.
Yerinde de anlatıldı
ki; kıyâs, lûgatta câri olmaz.
Sonra, İmânı A'zaın'
(Rh.A.) a göre, köpüğünü almak şarttır, tnıa-meyn1 (Rh. Aleyhimâ) e göre; gerek
köpüğünü atsın, gerekse atmasın, eğer şiddetlenmiş olursa, müskir olur.
Müskir'İn yâni,
sarhoşluk veren şeyin ikincisini musannif şu sözü ile açıklamıştır: Tılâ' adı
verilen içki de haramdır. Bu tılâ', üçteikisin-den daha azı, pişirmekle gitmiş
olan üzüm suyudur. Hîdâye'de ve Kâfî'-de böyle zikredilmiştir,
Muhît'te denmiştir ki:
Tılâ', müselles (yâni üçte ikisi gidip, geriye üçtebiri kalan içki) in ismidir.
O, üzüm suyundan pişirilen içkidir. Üçteikisi gidip, üçtebiri kalıncaya kadar
pişirilir ve müskir olur. Zeylaî (Rh.A.); «Doğru söz budur.» demiştir. Çünkü
rivayet edilmiştir ki; Sahabenin, .büyükleri — Allah (C.C.), onlardan razı
olsun— üçte ikisi gidip, üçtebiri kalan tılâ'dan (içki, haram kılınmazdan Önce)
içerlerdi.
Bu ikisi, yâni hamr ve
üçteikisinden daha azı giden üzüm suyu (tilâ'), galiz necasettirler. Hamrın,
necâset-i galîza olması; kesin deliller ile sabit olduğu içindir, Şöyle ki,
Allah Teâlâ (C.C.) hamr'ı rics (pislik) diye adlandırmıştır. Kics, aynı pis
olan haramın adıdır. Kâfî'dg böyle den mi ^t ip.
Hamr'ın pis (neces)
olduğu hakkında, nıa'nâsı mütcvâtir olan hadîsler vârid olmuştur. Üçteikisinden
daha azı giden üzüm suyunun neces olması ise, o zaman hamr hükmüne girdiği
içindir.
Üçüncüyü şu sözü ile
beyân etmiştir: Seker haramdır. O da, yaş hurmanın suyundan olan çiğ şarâbdir.
Hidâye'de ve Kâfî'de böyle d-en-miştir.
Musannif, haram olan
içkinin dördüncü kısmını şu sözü ile açıklamıştır: Çiğ olduğu hâlde kuru üzümün
suyu, yâni tilâ', seker ve
nakî ,
kaynarlar da, şiddetlenip köpüğünü atarlarsa, haranı olurlar. Çünkü bu
zikredilen içkiler, İmânı A'zam1 (Rh.A.) a göre, ancak bu üç sıfat hâsıl olursa
haramdır. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; şiddetlenmiş olmak kâfidir. Hamar'de
olduğu gibi. Hamr'ın harânılığı, geri kalan diğer üçünün harâmhğından daha
kuvvetlidir. Çünkü asla şübhe götürmeyen deliller ile sabit olmuştur. Nitekim,
daha önce geçti.
Binâenaleyh hamr'a
(şarâba), helâl diyen kâfir olur. Şarâbı satmak caiz değildir. Onu
telef eden, kıymetini ödemez. Ancak, eğer Zim-mînin olursa, öder. Onu içene
velev ki bir damla olsun, hadd uygulamr.
'Şarâbtan başkasını içene, eğer sarhoş olursa hadd uygulanır.
Helâl olan içeceklere
gelince; musannif onlardan birinci içeceği şu sözü ile açıklamıştır: Müselles,
yâni üzüm suyundan üçleikisi gidip, geriye üçtebîri kalıncaya kadar pişirilen
içecek, her ne kadar kaynayıp ve şiddetlenip ve kayııamakdan sâkinleşse de,
helâldir. Bu, İmâm A'zaın (Rh.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göredir. İmâm
Muhammed, İmâm Mâlik ve İmâm Şafii' (Rh. Aleyhim) ye göre; azı da çoğu da
haramdır.
Ebû Hafs el-Kebîr'
(Rh.A.) e bu, yâni müselles sorulmuş: O da, «O'-nu içmek helâl olmaz.» diye
cevâb vermiştir. O'na, «Sen İmâm A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf'a muhalefet ettin.»
denilince; «Yok, muhalefet etmedim. Çünkü onlar, yemek boğazdan kolay geçsin
diye helâl sayarlar. Bizim zamanımızda insanlar ise; günâh işlemek, eğlenmek ve
coşmak için içerler.» diye cevâb vermiştir. Bundan anlaşılır ki, hılâf içilmesi
ile kuvvetlenmek kasd olunduğu zamandır. Fakat onun içilmesi ile coşup,
eğlenmek kasd olunduğu zaman ittifakla helâl olmaz.
Pişirmekle üçteikisi
gittikten sonra üzerine su dökülüp, durulduktan sonra pişirilen müsellesin
hükmü, yine müselles hükmüdür. Çünkü üzerine su dökmek, onun şiddetini artırmaz,
ancak zayıflatır. Şayet üzüm suyu (asır) üzerine dökülüp, ondan sonra hepsinin
üçteikisi gidinceye kadar pişirîlse, zikredilenin aksine olur. Çünkü, latîf
olduğu için önce su gider. Ya da sudan ve şirâ'dan gider. Böyle olunca giden,
üzüm suyunun (şirâ'nın) üçteikisi olmaz.
Helâl olan içeceğin
ikincisini, musannif şu sözle açıklamıştır: Kuru hurmanın ve kuru üzümün şirâsı
az pişirilmiş olursa, her ne kadar kaynayıp, şiddetlenip, kaynaması dindikten
sonra bile olsa, İmâm A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh.,Aleyhimâ) a göre, helâl
olur. İmâm Muhan> nıed ve İmâm Şafiî' (Rh. Aleyhimâ) ye göre; haramdır. Bu
husustaki söz müsellesde zikredilen söz gibidir.
Helâl olan içeceğin
üçüncüsünü, musannif şu sözü ile açıklamıştır: Bu iki karışım, —ki kuru hurmanın
suyu ile kuru üzümün sularını az pişirmekle bir araya katarak kükreyinceye kadar
bırakmaktır. — dahî yukarıda zikredilen gibi, eğlenip, coşmaksızm içildikde,
sarhoşluk vermedikçe helâl olur.
Helâl olan dördüncü
içeceği, musannif şu sözü ile açıklamıştır: Balın» incirin, buğdayın, arpanın ve
darının şıraları, her ne kadar pi-şirilmese de, helâldir.
Bu zikredilen
içeceklerde, şayet sarhoşluk verse ha d d lâzım gelir mi? Bazıları: «Hadd lâzım
gelmez.» demişlerdir.
Fakîhler: «Esâh olan
kavle göre; zikredilen içecekleri içip, sarhoş olan kimseye, pişirilmiş ile
çiğini ayird etmeksizin hadd uygulanır.
Çünkü zamanımızda fâsıklar, diğer haram kılman içkileri içmek için toplandıkları
gibi, onun üzerine de toplanırlar. Belki ondan daha çok içerler.» demişlerdir.
Keza sütlerden yapılan
içecek de, şayet şiddetlenmiş olursa, zikredilen gibidir. Bu içkiler sarhoş
etmeyecek kadar içilirse, helâldirler.
Şayet onlardan biri
sarhoş etse, sonuncu kadeh haram olur. Çünkü sonuncusu, müfsittir.
Helâl olmak için;
eğlenip coşmaksizın içmek şarttır. Bu kayd, bu içeceklere mahsûs değildir. Belki
fasıkların yaptığı biçimde eğlenip, coşarak su ve sudan başka mubah şeylerden
içse haram olur.
Malûm olsun ki,
sarhoşluk (sekr), yükselen buğulardan (veya buharlardan) insanın dimağının
(beyninin) dolmasından insana ânz olan bir halettir. Sarhoşluk ile iyi ve kötü
işlerin arasını ayırd eden aklı çalışmaz olur. Sarhoşluk, bi'1-icmâ' haramdır.
Lâkin sarhoşluğa götüren yol, bâzau zikredilen gibi haram olur. Nitekim,
yukarıda geçen dört şey gibi. Bâzan da, mubah olur. Nitekim onlara eklenen dört
şey; şarâb içmeye mecbur kalan kimsenin sarhoşluğu, üzümden başka şeylerden
hâsıl olan devaların (ilâçların) ve gıdaların sarhoşluğu gibi.
Şayet denilse ki;
«Helâl ve haram, ihtiyarı fiillerin sıfatlanndan-dır. Öyle ki, haramı terketmek
vâcib olur. Sarhoşluk (sekr) ise; zikre-dildiği üzere, ihtiyarî olmak, şöyle
dursun, fiil bile değildir.»
Buna cevâb olarak biz
deriz ki; «Haram olmasının ma'nâsı, sarhoşluğu elde etmeye başlamanın ve
husulünün sebeplerini kazanmanın harâmlığıdır. Nitekim Fakîhler, îmânın vâeib
olup, küfrün haram olması beyânında demişlerdir ki; bu ikisi, yâni îmân ve küfür
nefsânî keyfiyetlerdendir. İhtiyarî fiillerden değildir. îrndi gerisini sen
düşün!»
Şarâbın sirkesi,
helâldir. Yâni şarâb, sirkeye dönerse; velev ki, içine tuz ve ekmek atmak gibi,
ilâçla da olsa, helâldir.
Şarâbı, sirke yapmak
mekruh olmaz. İmâm Şafiî (Rh.A.): «Şarâbı, sirke yapmak mekruh olur» demiştir.
O'na göre; şarâbtan hâsıl olan sirke helâl olmaz. Eğer ona bir şey atmakla
olursa, bir sözle helâl değildir. Eğer bir şey atmaksızın sirke olursa, bu
husûsda İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin iki kavli vardır.
Kabak içinde nebîz
(şirâ) yapmak, helâldir. Hantem, yâni, yeşil testi veya küpde, ziftle sıvanmış
kapda, nakîyr de yâni oyulmuş ağaçtan kapta da helâldir. Çünkü kaplar, (içki
haram kılınmazdan önce) şarâba mahsûsdular. Şarâb (içki) haram kılınınca, Nebî-i
Ekrem (S. A.V.), bu kapların kullanılmasını haram kılmıştır. Bunun sebebi: Ya
bunda şarâb içmeye benzemek olduğu, ya da, onda şarâb eseri bulunduğu içindir.
Aradan bir müddet zaman geçince, Nebî-i Ekrem (S.A.V.), o kapların
kullanılmasını mubah kılmıştır. Şu da var ki: İnsanlar bir defada terketsinler
diye, haram kılınan bir şeyin başlangıcında mübalağa ve şiddet gösterilir. Onu
terkettikîeri ve iş yoluna girdiği zaman şiddet ortadan kalkar, .
Şarâbın tortusunu
içmek, onunla saç ve sakal taramak mekrûhdur.
Burada, kerâheten haram
ma'nâsı kasdedümiştir. Çünkü onda, şarâbın cüzleri vardır. Bu husûsda kesin
Nass bulunmadığı için, musannif mekruh demiştir. Nitekim «Kerâhiyyet ve îstihsân
Bölümü» nün başlangıcında geçmiştir. Bu tortuyu içen sarhoş olmazsa, hadd
vurulmaz. Çünkü şarâbın azında haddin vâcib olması, çoğuna götürücü olduğu
içindir. Tortu ise, böyle değildir. Şu hâlde sarhoşluğun hakîkatma i'ti-bâr
edilmiştir.
Bu bölümün hadler ve
içkiler bölümü ile ofan ilgisi gizli değildir.
Cinayet; gerek mala
teallûk etsin ve gerek nefse teallûk etsin, şer'an haram olan bir fiilin adıdır. Fukahânın ıstılahında,
nefislere ve taraflara (yâni canlara ve uzuvlara) teallûk eden suçlara tahsis
edilmiştir, gasb ve hırsızlık ise maUarı çalmaya teallûk «dene nıahsûsdur.
Öldürmek (kati), bu bir
fiildir, ki ruhun çıkıp gitmesinde müessirdir. Öldürmek, Mebsût'ta zikredüdiği
üzere, üç kısımdır: Kasd, hatâ ve kasd benzeridir.
Ebû Bekr Râzî (Rh.A.),
«Kati beş kısımdır.» demiştir: Kasd, kasd benzeri, hatâ, hatâ yerine geçen ve
sebeble katl'dir. Müteahhirûn (yâni sonraki bilginler), bunu tercih etmişlerdir.
Bununla Ebû Bekr Râzî' (Rh.A.) nin muradı, aşağıda gelen hükümlerin katle
müteâllik olan çeşitlerini açıklamaktır. Yoksa katlin çeşitleri çoktur: Recm,
kısas, harbîyi
öldürmek ve yol kesenleri asarak öldürmek gibi.
Musannif, birinci kısmı
şu sözü ile açıklamıştır: Kati, ya amden olur ki o, bir insanı kasden
öldürmektir. Bununla hatâdan ihtiraz eylemiştir. Vikaye sahibinin; «Ona kasden
vurdu!» sözünde tesâmuh olduğu gizli değildir.
Kasdeıı olan öldürme,
uzuvları dağıtmak hususunda silâh ve silâh benzeri İle olur. Çünkü kasd, kalbin
işidir. Kalbe ise, vâkıf olunma2 (yâni içindeki niyyet bilinmez). Böyle olunca,
öldürme âletinin kullanılışı, kolaylık olsun diye ekseriyetle kasd yerine
geçer. Nitekim sefer (yolculuk), meşakkat yerine geçtiği gibi. Öldürme âleti;
kamış kabuğu, ateş, cam ve ağaçtan veya taştan yapılmış kesici âlet gibi
şeylerdir. Çünkü öldürme âleti, ekseriyetle keskin olur. Zira, öldürmek için
hazırlanan budur. Hattâ, bir büyük taşla veya bir büyük ağaçla yâhûd demir veya
bakır dirhemle vursa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kısas vâcib olmaz. Yakında,
kasd benzeri konusunda açıklaması gelecektir.
Hâniyye'de denmiştir
ki: «Demirde ve ona benzeyen, bakır ve sâi-rede, zahir rivayette, yaralamak şart
değildir.»
Kasdeıı öldürmenin
şartı; kaatilin mükellef, yâni âkil ve bâîiğ olmasıdır. Nitekim (Hadler Bölümü)
nün başında, mükellef olmayan kimsenin cezalara ehil olmadığı anlatılmıştı.
Hulâsa'da: «Küçük çocuk
ve deli için kasd (amd) yoktur. Öldürmek, ikisinden de hatâ sayılır.»
denmiştir.
Maktulün de, Müslüman
veya Zimmî olmakla kam ma'sûm olması şarttır. Ebeden kanı ma'sûm olmalıdır.
Musannif bu söz ile, müste'-menden
sakınmıştır. Çünkü müste'menin kanının ismeti (dokunulmazlığı), ülkesine geri
dönünceye kadardır ve geçicidir.
Diğer bir şart; kaatile
nazarla, maktulün kanı ebeden ma'sûm olmasıdır. Bu kayd, şundan sakınmadır ki;
şayet Zeyd, Bekir'i kasden Öldürse de, üzerine kısas vâcib olsa, ondan sonra
Zeyd'i Bişr öldürse, Bekir'in velîlerine nazarla, Zeyd'in kanı ma'sûm olmaz.
-Lâkin Bişr'e nazarla, ebeden ma'sûmdur. Bundan dolayı, Zeyd'i kasden
öldürmüşse, Bişr'e -kısas; hatâen öldürmüşse, diyet vâcib olur. Yakında
açıklaması gelecektir.
Kasden Öldürmenin diğer
bir şartı da; kaatîl ile maktulün arasında doğurmak ve mülk şübhesi
olmamasıdır. Zira, yakında sebebi gelecektir ki, bu durumda öldürmek, kasden
değildir, hattâ üzerine kısas terettüb eder.
Kasden öldürmenin
hükmü, öldürenin bu fiil ile günahkâr olmasıdır. Çünkü, Allah Teâlâ (C.C.) :
«Kİm bîr mü'mini kasden
öldürürse, cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir.» buyurmuştur.
Bu konuda birçok
hadîs-i şerifler vârid olmuş ve bunun üzerine ümmetin icmâı da bağlanmıştır.
Kasden öldürmenin bir
hükmü de, aynen kisâsdır. İmâm Şafiî (Rh. A.); «Kısas, muayyen değildir. Belki
velî, kısas ile, diyet arasında muhayyerdir.» demiştir. Bizim için delil, Allah
Teâlâ' (C.C.) nın:
«Öldürülenler hakkında
size kısas farz kılındı.»
âyet-i kerime-sidir.
Bu âyette murâd, kasdeu
öldürmektir. Çünkü, Allah Teâlâ (C.C.);
«Kim bir mü'mini
yanlışlıkla öldürürse...»
buyurması sebebiyle, hatâda diyeti
vâcib kılmıştır. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) de:
»Kasden (öldürmenin
gereği) bıs&sdır.» buyurmuştur. Çünkü bizzat kasd, kısas değildir.
Ben derim ki; iki
delilin her 'birinde işkâl
vardır. Birinci delildeki işkâl şudur: Usûl'de takrir olunmuş kaidelerdendir,
ki zikr ile tahsis (hassaten zikretmek) hasr'a delâlet etmez. İmdi hatâyı zikr
ile tah-sîs; diyetin, hatâya mahsûs olduğuna delâlet etmez. Caiz ki diyet, kasd
ile hatâ arasında ortaktır. Nitekim, İmâm Şafiî (Rh.A.)' bunu kabul etmiştir.
İkinci işkâle gelince,
o da şudur: Yine Usûl'de mukarrer olan kaidelerdendir ki, mutlakm takyidi,
neshdir. Bu ise, haber-i- vâhid ile caiz olmaz.
Zahire göre; bu hadîs de, haber-i vâhiddir. Bir kimse, meşhur olduğunu iddia
ederse, bunu açıklaması gerekir. Bir de: Kitâb'm (Kur'ân'm) umûmuna (âmmını)
tahsis, müstakil olan bitişik kelâm ile tahsis olunmazdan önce haber-i vâhid
ile caiz olmaz.
Âyet-i kerîmedeki
«Öldürülenler» lafzı, ya mutlaktır veya umûmîdir. İki takdire göre de, haber-i
vâhid ile amel caiz olmaz. Belki şöyle denilmesi gerekir: Şüphesiz âyetlerin
ba'zısı tefsir edicidir. İmdi Allah Teâlâ* (C.C.) mn:
«Kısâsda sizin için
hayât vardır.»
âyet-i kerîmesi, kasdin mu'-cebi, yalnız kısas olmasına delâlet eder. Zira
Tefsirlerde ve Meânî Kitaplarında zikredîldiği gibi âyetin ına'nâsı: Kaatil,
öldürdüğü takdirde kendisinin de (kısas yolu ile) öldürüleceğini düşünürse,
ister istemez öldürmekten kendisini meneder. Şayet öldürmezse, kendisi de
öldürülmez. Bu durumda, ikisi de hayâtta kalırlar. Bunun, kasde mahsûs olduğu
açıktır. Çünkü hatâ ile öldüren kimse, Öldürülmez. Belki, diyet ile kurtulur. Bu
suretle, İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye verilen red cevâbmın vechi anlaşılır. İmdi,
gerisini sen düşün! Bu söz, benim tek başıma söylediğim bir sözdür.
«Doğruyu ilham eden
Allah' (C.C.) a hamd olsun. Dönüp sığımla-cak olan ancak O'dur.»
Ancak, eğer Öldürülen
kimsenin velîsi bedelsiz afv ederse veya bedel ile anlaşma yaparsa olur. Çünkü
hak velînindir.
Zikredilen hüküm gibi,
kasden öldürmenin bir hükmü de, öldüren kimsenin maktulün mirasından
mahrum olmasıdır.
Çünkü, Resûlüllah (S.A.V.) «Kaatil için mîrâs yoktur.» buyurmuştur.
Kasden öldürmekde, bize
göre keffâret de yoktur. Gerek kısas îcâb eden kasd olsun, gerekse olmasın.
Meselâ, oğlunu kasden öldüren baba ve dâr-ı harbde Müslüman olan kimseyi bizim
ülkemize (yâni İslâm ülkesine} göç etmezden önce bir adamın öldürmesi gibi.
Nihâye'de böyle zikredilmiştir. İmâm Şafiî (Rh.A.); «Keffâret vâcib olur. Çünkü
kef-fâret, ismi gibi günâhı gidermek için meşru kılınmıştır. Kasdda, günâh daha
çoktur. Bundan dolayı kef fare tin vâcib olmasına' daha çok sebeb olur.»
demiştir.
Bizim delilimiz şudur:
Keffâret, ibâdet ile ceza arasında döner. Nitekim yesmîn-i gamûsda geçmişti.
Binâenaleyh, ancak hatâda olduğu gibi haramla mubah arasında devreden bir
sebeble vâcib olur. Çünkü hatâ, fiilin aslına nazarla mubahtır. Tedbirli
davranmayı terk sebebiyle, isabet ettiği yere nazarla da haramdır.
Musannif, Öldürme
(kati) nin ikinci kısmını, şu sözü ile zikretmiştir : Kasdm benzeri olan
öldürme, kasdda zikredilen şeylerden başkası ile kasden öldürmektir. Sopa, kamçı
ve küçük taş, ile öldürmek gibi. Büyük taş ve büyük ağaç ile vurmak ise, İmâm
A'zam' (Rh.A,) a göre; yine kasd benzerindendir. Diğerleri buna muhaliftir. Kasd
benzeri, diye adlandırılmasına sebeb: Zîrâ bu fiilde, failin vurmaya kasdı
bakımından kasıdlılık ma'nâsı vardır. Hatânın ma'nâsı ise; öldürmeye kasdın
bulunmaması bakımındandır. Çünkü O'nun kullandığı âlet, öldürme âleti değildir. Âkil olan insan, her fiile ancak o
fiilin âleti ile kasd eder. Katlin âletinden başkasını kullanması, öldürmeye
kasd etmediğine delildir. Böyle olunca, kasda benzer hatâ olmuştur. Bu kasd
benzeri ile öldürmenin hükmü, günâh olmasıdır. Çünkü kaatiî, şer'an haram
kılınmış olan şeye kasd etmiştir. Bir de; keffârettir. Çünkü bu kasd benzeri,
âlete bakarak hatâdır. Böyle olunca, Allah Teâlâ1 (C.C.) mn:
«Kim bir mü'mini hatâ
(yanlışlık) ile öldürürse,..»
âyet-i kerîmesinin hükmü altına girer.
Musannif, keffâreti
beyân edip, şöyle demiştir: Keffâret, eğer kadir olursa bir nıü'min köloyi âzâd
etmektir. Eğer köle âzâd etmeye kadir olmazsa, ard arda, yâni fasılasız iki ay
oruç tutmaktır. Çünkü, Allah Teâlâ
(C.C.) :
«Kim bir mü'mini
yanlışlıkla öldürürse, bir nıü'min köleyi âzâd etmesi gerekir.»
buyurmuştur.
Bu keffâret için, yemek
yedirip, doyurmak meşru değildir. Çünkü, hakkında Nass yoktur. Keffâret
bedellerini re'y ile tesbît etmek ise, caiz değildir. Keffâret olarak köle âzâdı
için, ana-babasmdan biri Müslüman olan meme emen ma'sûm yavruyu âzâd etmek
caizdir. Çünkü o süt çocuğu, dînen ana-babanın. hayırlısına tâbi olmakla
Müslümandır ve etrafında (uzuvlarında) selâmet zahiren ve gâliben sabittir.
Fakat anasının karnında olan çocuğu âzâd etmek, caiz değildir. Çünkü ana
karnında olan çocuk, bir bakımdan uzuvdur. Şu hâlde, köle adı altına girmez.
Kasd benzeri öldürmenin
bir hükmü de, kaatilin âkılesine diyet-i mugallaza lâzım gelmesidir. Yakında diyet-i
mugallazanın açıklaması gelecektir.
Hatâya benzediği için, bunda kısas yoktur. Nitekim sen, ,bunu bilirsin.
Kasdm benzeri, canı yok
etmekten aşağısı olan uzuvları yarala-nıakda kasd sayılır. Yâni bir uzuvu,
yaralayıcı âlet ile yaralasa, eğer benzerliğe (mümâseîete) riâyet edilen
şeylerden ise, onda kısas vâcib olur. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir.
Candan aşağıda olan şeyde şübhe, yâni kasd benzerliği yoktur. Nitekim nefisde
(yâni canı yok etmekde), kasd benzeri olduğu gibi. Zira canın yok edilmesi
(nefsin itlafı), âletin çeşidine göre değişir. Canı yok etmenin aşağısında olan
böyle değildir.
Musannif, öldürmenin
üçüncü kısmını şu sözü ile açıklamıştır: Yâhûd hatâdır. Bu hatâ, ya kasddedir.
Öldürenin, Mü si um ana, gerekse kö-Ie olsun, av veya harbî sanarak atması gibi.
Çünkü kaatil, fiilde hatâ etmemiştir. Vurmak istediğine isabet vardır. Ancak
kasdda, yâni zan-da hatâ etmiş; insanı, av; Müslümam, Harbî sanmıştır. «Gerekse
köle olsun» demeye sebeb, kölenin mal sanılmasını savmak içindir. Malları, âkile
Ödemez. Çünkü mu'teber olan, insanlığıdır, maliyeti değildir.
Ya dâ hatâ, fiildedir.
Kaatilin nişan tahtasına atıp da, insana isabet etmesi gibi. Yâni kaatil, nişan
tahtasına ok atıp da insana isabet ettiği vakitte, hatâ fiilde olur. Bu durumda
kaatil, fiilde hatâ etmiştir, kasıdda etmemiştir. Binâenaleyh, atılan yerin
değişmesinden dolayı kaatil ma'zûr olur. Şayet kaatil, öldürülen adamın
bedeninden bir yere vurmaya kasa edip, başka bir yerine isabet etse ve adam
ölse, bu durumda iş değişir ve kısas vâcib olur. Çünkü maksûda râci olan şeyde,
bedenin hepsi bir tek yerdir. Bu takdirde öldüren, özürlü olmaz.
Hatânın iki çeşit
olmasına sebeb şudur: Çünkü insan, kalbin ve uzuvların fiili ile iş yapar. Böyle
olunca, ayrı ayrı her birinde hatâ olması muhtemel olur. Nitekim, daha önce
anlatıldı. Yâhûd ikisinin bir araya gelmesiyle olması da muhtemel olur. İnsanı
av sanıp, attıkda başka bir insana isabet etmesi gibi.
Musannif, öldürmenin
dördüncü kısmını şu sözü ile açıklamıştır: Yâhûd, hatâ yerine geçen fiildir.
Uyurken bir adamın üzerine yatıp veya duvar üzerinden adamın üzerine düşüp,
adamı öldürmesi gibi. Zîrâ bu, gerçekte hatâ değildir. Çünkü uyuyan kimsenin,
bir şeye kasdı yoktur ki, maksûdunda hatâ etmiş olsun. Lâkin fiili, gerçekten
mevcûddur. Böyle olunca; O'nun, telef-ettiği şeyin ödenmesi gerekir. Çocuğun
fiili gibi. Bu durumda, hatâ gibi sayılmıştır. Çünkü, hatâ eden gibi özür iü
dür.
Hatânın ve hatâ yerine
geçenin hükümleri; öldürmenin günâhından daha aşağı olan günâhtır. Günâh
olması, sakınmayı terk ettiği içindir. Çünkü mubah olan işleri yapmak, ancak
bir kimseye eza vermemek şartiyle caiz olur. Şayet eza ederse, bu takdirde
sakınmayı terk ' etmiş demektir ve günahkâr olur. Günâhı, öldürmenin günâhından
aşağı olması ise, kasdı olmadığı içindir Hükümlerinden biri de; keffâ-ret ve
diyettir. Keffâret ile diyetin hatânın hükmü olmaları, N-ass iledir. Hatâ yerine
carî olan öldürmenin hükmü olmaları, açık ve besbellidir. Çünkü, hatâ
hükmündedir.
Öldürmenin diğer bir
hükmü de, yakınım öldüren kimsenin ınîrâs-dan mahrum olmasıdır. Çünkü, mirası
çabuklaştırmayı kasd etmesi ihtimâli vardır. Kendini başka bir yere atlamak
istermiş gibi gösterir ve uyur gibi yatıp, fakat uyumadan mirası çabuklaştırmayı
kasd ederek üzerine yatmış olması ihtimâli vardır.
Musannif, öldürmenin
beşinci kısmını şu sözü ile açıklamıştır: Yâ-hûd sebeble öldürmektir. Yâni kuyu
kazmakla veya başkasının mülküne taş koymakla telef etmesi gibi bir sebeb ile
öldürmektir. Ya da, yolun iki tarafına ağaç koymak ve itlafa sebeb olmak ve buna
benzer şeyler gibi. Ancak eğer ölen kimse, kuyu kazıldığını ve bunun
benzerlerini bildikten sonra yürüdü ise, bu takdirde kuyuyu kazan ve bu gibi
şeyleri yapan kimseye bir şey lâzım gelmez.
Sebeb ile öldürmenin
hükmü, âkılenin Öldürülen adamın diyetini vermesidir. Çünkü fail, telef
sebebidir. Burada sebeb, müteaddiddir. Sanki adamı o kuyuya düşürmüş ve üzerine
taşı atmış gibidir. Binâenaleyh, diyet vâcib olur. Diyet de, keffârstsiz ve
öldürme günâhı olmaksızın, âkılcye düşer. Çünkü, gerçekde adamı o öldürmüş
değildir. Kefâ- let hakkında olan hatâ,
buna ilhak olunmuştur. Bankası hakkında olan hatâ, aslı üzere kalmıştır.
«Öldürme günâhı
yoktur.» demeye sebeb: Çünkü başkasının mülkünde kuyu kazmakla günâh işlemiş
olur. MSrâs da, ancak bu ölüm çeşidinde vardır. Çünkü mîrâsdan mahrum olmak,
öldürmek sebebiyledir. Bunda ise, Öldürmek yoktur.
Kaved
(kısas), kam ma'sûm olan insanın kasden öldürülmesiyle vâcib olur. Burada
kaatilin mükellef olması gibi, zikredilen bazı şartlar vardır. Tam benzeme
sebebiyle hüre karşılık, hür insan Öldü-lür. Köleye karşılık, hür de öldürülür.
İmâm Şâfü' (Rh.A.) ye
göre, hür, köle sebebiyle öldürülmez. Çünkü, Allah Teâlâ (C.C.) :
«Hür sebebiyle hür,
köle sebebiyle köle (öldürülür).»
buyurmuştur.
Bizim delilimiz, Allah
Teâlâ' (C.C.) nın:
«Cana (karşılık)
can...» âyet-i kerîmesinin,
mutlak zikredil-mesidir. Zikr ile tahsîs (hassaten zikr), yâni; «Hür sebebiyle,
hür» sözü, başkasını nefy etmez. «Başkasını nefye delâlet etse kölenin, hür
insanı öldürmekle kölenin öldürülnıemesi vâcib olur.» denilemez. Çünkü Şafiî
(Rh.A.) bu soruya, «Köle noksan Ue farklı olduğu için menetmez.u
diye cevâfb verir.
Bununla Sadru'ş-Şerîa'
(Rh.A.) mn; t>Eğer, «Hür sebebiyle, hür İnsan.» sözü, başkasını nefye delâlet
ederse, hür ile kölenin öldürüîme-mesi vâcib olur. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.):
«Köle sebebiyle, köle.» buyurmuştur.» sözü savulmuş oldu.
Müslüman; Zimmîyi
öldürmekle, öldürülür. İmâm Şâfil' (Rh.A.) ye göre, öldürülmez. Çünkü,
Resûlüllah (S.A.V.) :
«(Kâfire karşılık,
mü'min öldürülmez.» buyurmuştur.
Bizim delilimiz,
rivayet edilen şu haberdir: Resûlüllah (S.A.V.), Zimmî öldüren bir Müslümam
öldürmüştür. Diğer delilimiz de, Hz. A-li' (R.A.) nin; «Ehl-i zimmetin cizye
vermeleri, malları bizim inallarımız gibi ve kanları bizim kanımız gibi olsun
diyedir.» sözüdür.
İmâm Şâfü' (Rh.A.) nin
delili olan hadîs-i şerîfdeki «kâfir» ile mu-râd, hadisen siyakı olan «Söz veren
de, sözü hakkında» cümlesi sebebiyle, harbîdir. Söz vermekle murâd, zimmet
ahdidir. Yoksa zimmet ve emânete şâmil olan and değildir. Atf da, mugâyeret
içindir. Sanki Resûlüllah (S.A.V.): «Mü'min ve Zimmî kâfir sebebiyle
öldürülmez.» demiş gibi olmuştur. İmdi kâfir üe murâd, bizzarûre müste'men
olur. (4)
Müslüman ile Zimmî,
devamlı olarak kanı ma'sûm olmayan müs-te'mene karşılık öldürülmez. Nitekim,
daha önce geçti. Belki o müste'men, benzeri ile öldürülür. Yâni ikisi arasında
eşitliğe kıyâsla, müs-te'mene karşılık müste'men Öldürülür.
Katli mubah kılan sebeb
bulunduğu için, istihsânen, müste'men müste'men sebebiyle öldürülmez. O da dâr-ı
harb ehlinden olmasıdır.
Akıllı, deliye; baliğ
olan, küçük çocuğa; sağlam, a'mâ'ya, kötürü-me; eli ayağı olmayan, nakısa; ve
erkek, kadına karşılık kısas sebebiyle Öldürülür. Çünkü âyetin hükmü umûmîdir. O
da Allah Teâlâ' (C.C.) nin «Cana (karşılık) can.» âyet-i kerimesidir.
Müste'men: İslâm ülkesine emân (pasaport) ile
girip ticâret gibi bir iş sebebiyle ge-Cici olarak kalan gayr-i müslimdîr.
Gayr-i müslimlerin ülkesine emân
(pasaport) ile giren Müslümana da
«müste'-nıen» denir.
Ne kadar yukarı gitse
de, kısâsdan düşürücü olmadığı için fer' aslına karşılık, kısas için öldürülür.
Aksi caiz değildir. Yâni kısas için öldürülmez. Asi; babayı, anayı, dedeyi ve
nineyi" kapsar. Çünkü Resûlüllah
(S.A.V.) :
«Baba, oğlu ile (oğluna
karşılık) kısas olunmaz.» buyurmuştur.
Yine, efendi; kölesi,
müdebberi ve mükâtebine ve baba, çocuğunun kölesine karşılık, kısas için
öldürülmez. Çünkü efendi, kendisi için ken-ciisine kısası vâcib kılmaz. Çocuk da
kölesi sebebiyle, babası üzerine kısası vâcib kılmaz.
Bir kısmı kendisine âid
olan köleye karşılık da, efendi öldürülmez. Çünkü kısas, bölünme kabul etmez.
Relinin âkidleri, yâni râhin ile müntehin- içtimâ edinceye kadar, rehn olan
kölenin kaatili de öldürülmez.
Çünkü raürtehin için,
kölede mülk hakkı yoktur. Şu hâlde, kısasa velî olamaz. Râhin eğer velî olursa,
mürtehinin hakkı rehinde bâtıl olur. İmdi mürtehinin hakkı, rızâsı ile düşsün
diye, râhin ile mürtehinin bir araya, gelmeleri şart kılınmıştır.
el-Uyûn- adlı kitab'da,
Fahrü'l-İslâm' (Rh.A.) m «el-Câmiu's-Sa-ğîr» inde ve bunlardan başka kitaplarda
zikredilmiştir ki: «İçtimâ etseler de, kısas râhin ile mürtehiıı için sabit
olmaz.» Kâfî'de de böyle denmiştir.
Yine, üzerinde kitabet
bedelinden yeterli malı olan mükâtebi kas-den öldüren de öldürülmez. Yâni o
öldürülen mükâteb, bedeli için ve yine vârisi ile efendisi için geri kalan malı
terk etti ise ve her ne kadar vâris ile efendi bir araya gelseler de, o
mükâtebin kaatili öldürülmez. Çünkü Sahabe (R. Anhünı), o mükâtebin hür veya
köle olarak öldüğünde ihtilâf etmişlerdir. Hür olarak ölümünde velî, vâristir.
Köle olarak ölümünde velî, efendisidir. Bu durumda hak, kendisine âid olan
kimseye benzemiş ve kısas da ortadan kalkmıştır.
Maktul, efendisinden
başka vâris bırakmadı ise veya vâris bırakıp da kitabet bedeline yeter malı
olmazsa, teayyün ettiği için, efendisi maktule karşılık kaatili öldürür. Yâni,
kısasına müstehık olur.
İki salim arasında,
müşrik zannı ile bîr Müslümamn, bir IVlüslü-manı öldürmesiyle kısas lâzım
gelmez. Belki keffâret ve diyeti gerekir. Çünkü bu, kasden değil, belki
yanlışlıkla Öldürmektir.
Bir şahıs kendi fiili
ile başını yararak ölse ve Zeyd üe O'nun başına vurup yarmakla ve aynı adamı
arşları ısırmakla ve yılan sokmakla Ölse, Zeyd diyetin üçtebirini Öder. Zîrâ,
aralan ile yılanın fiili dünyâda ve âhirette heder olmakta bir cinsdir. (Yâni
sakıt olup, bo$a gider ve cezâbi yoktur)- Kendi fiili dünyâda heder ve ukbâda
(âhirette) mu'-teberdir.'Hattâ o kimse bi't-icmâ' günahkâr olur. Yabancının
fiili ise,, dünyâda ve âhirette mu'teberdir. Bu durumda fiiller, üç cins
olmuştur. Nefsin diyeti, üçtebire bölünüp üleştirilir. Zeyd, diyetin üçtebirini
Öder. Lâkin Zeyd'in, malından ödenmesi gerekir. Çünkü bu öldürme kasddır, âkile
ise, kasdı ödemez. İnşâallâhu Teâlâ yakında açıklaması gelecektir.
Bir kimse Müslümanlar
üzerine kılıç çekse, öldürülmesi vâcib olur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Müslümanlar üzerine
kılıç çeken kimse, kendi kanını helâl kılmış olur. (Yâni kanım heder etmiş
olur).» buyurmuştur.
«O adamın
Öldürülmesinin vâcib olması zararı savmak içindir. O'nun öldürülmesi ile bir
şey lâzım gelmez. Katli yâcib olur.» dedikden sonra «Öldürülmesi ile bir şey
lâzım gelmez» demeğe sebeb; kötülüğü savmak için öldürülüp ve öldürülmesinden
sonra bir şey ödemek vâcib olması caiz olduğu içindir. Nitekim hücuma geçip,
saldıran devenin kötülüğünü savmak için öldürülmesinde ve delinin
öldürülmesinde bir şey ödemek vâcib olduğu gibi. Nitekim, yakında açıklaması
gelecektir.
Yine, gecede ve
gündüzde, şehirde ve şehirden başka yerde bir adamın üzerine silâh çekenin
Öldürülmesiyle, öldürene bir şey vâcib olur.
Ya da geceleyin şehirde
veya gündüzleyin şehirden başka yerde sopa çekip, saldıran adamı, kendisine
saldırılan kimse kasdeıı öldürdüğü zaman kaatile bir şey lâzım gelmez. Nitekim,
sebebi daha önce geçti. Yâni zaran savmak vâcib olduğu için, öldürene bir şey
vâcib olmaz.
Geceleyin çaldığı şeyi
dışan çıkaran hırsızı mal sahibi ta'kîb ederek öldürse, caizdir. O'nu
öldürmekle mal sahibine bir şey vâcib olmaz. Çünkü, Resûlüllah (3.A.V.) :
«Sen malın uğrunda
harbet» buyurmuştur.
Bu iş, yâni kati; malim
kurtarmak için aletta'yîn belli olursa caizdir. Eğer malı kurtarmak için
Öldürmesi aletta'yîn belli olmaz ise, caiz değildir.
Keza hırsız malı almaya
kasd ettikde, mal sahibi; O'nu, malı almadan önce öldürse, hırsızın
def'edilmesi öldürmekten başka bir yolla mümkün olmadığı takdirde, Öldürene bir
şey gerekmez.
Yine, bir adam silâh
ile birinin evine girdikde, ev sahibinin, o adamın kendisini öldürmeye kasdi
olduğuna kalbi yatarsa, o eve giren adamın öldürülmesi helâl olur.
Bir kimse şehir içinde
gündüzleyiıı deynek kaldırsa, O'nu kasden öldüren kimse öldürülür. Çünkü deynek
veya sopa, silâh gibi değildir. Zahir olan şudur ki: O adam gündüzleyin şehir
içinde yardım (imdâd) istese, O'na yardıma yetişmek mümkündür. Şu hâlde
gündüzleyin şehir içinde deynek kaldırmak, öldürmeye vardırmaz.
Bir kimse silâh çekse
ve dövülerek vazgeçse de, dövülen O'nu öldürse,kaatile kısas uygulanır. Çünikü
o kimsenin dövmek sebebiyle ortadan kalkan dokunulmazlığı o işten vazgeçince
aslına dönmüştür. Bu durumda başkası O'nu öldürürse, ma'sûm olarak öldürmüş
olur. öldürene, kısas uygulanması gerekir.
Silâh çeken deliyi ve
küçük çocuğu Öldüren kimse, bunları kasden öldürmüş olsa, diyeti malı ile öder.
Nitekim, sebebi daha önce geçti ki; âkıleler, kasden öldürenin diyetini
ödemezler.
Üzerine saldıran deveyi
öldüren kimse, devenin kıymetini Öder. Bunun açıklaması şudur: Çünkü delinin,
küçük çocuğun ve hayvanın fiili huzur, yâni orada bulunmakla vasıflanmaz. Böyle
olunca, zulmen vâki olmaz ye ismet (dokunulmazlık) düşmez. Ma'sûm olan insanın
Öldürülmesinin gereği, kısasın vâcib olmasıdır. Lâkin kısas, öldürmeyi mubah
kılan bir şey bulunduğu için mümteni' (imkânsız) olmuştur. O da, kötülüğü
savmaktır. Bu durumda insanda diyet ve hayvanda kıymet vâcib olur.
Göz görerek sabit olan
yaralamakla veya kaatil, maktulü yaralayıp ölünceye kadar yatakda yattığına
şahadet edilmesiyle, kısas olunur. Yâni, ikrardan başka kısasın sübût yolu, şu
iki durumdur: Birincisi: Bir adam; bir adamı bir topluluk huzurunda yaralayıp,
adamın o yaradan ölmesidir.İkincisi: İki adamın; «Kaatil, maktulü yaraladı ve
yaralanan ölünceye kadar yatakda yattı.» diye şahadet etmeleridir. Gerekse o
yaralama çuvaldız (miselle) ile olsun, kaatil, kısas olunur.
Miselle: (Mim) in
esresiyle ve (Lâm) m şeddesiyie büyük iğneye derler. Ona Farsça'da, «Çuvaldız»
denir. Yoksa iğne gibisi ile, her ne kadar öldürmek kasd etse de, kısas olunmaz.
Çünkü silâh ma'nâsında değildir. Ancak, eğer iğneyi O'nu öldürecek yerine
batınrsa, bu takdirde kısas vâcib.olur. Kâfı'de de böyle zikredilmiştir.
Kazmanın yüzü ile
yaralanarak ölürse, kaatil kısas olunur. Çünkü o, silâh ma'nâsındadır. Kazmanın
sırtı ile vurdu ise, kısas olunmaz. Çünkü sırtı, silâh ma'nâsında değildir, t
mâm A'zam' (Rh.A.) dan bir rivayete göre: Eğer kazmanın sırtı yaralarsa, kısas
vâcib olur.
Sopa ile öldüren, kısas
olunmaz. Ya da, ağır bir şey veya boğacak âlet ile Öldürse, yine öldüren kısas
olunmaz. Suda boğmakla da, kısas olunmaz. Ya da, kamçıyı ard arda vurmakla ölse,
yine Öldüren kısas olunmaz, çünkü kısasın vâcib olması hâlis kasda mahsûsdur..
Kasden öldürmek ise, öldürme âleti ile öldürmeye girişmekle olur. Öldürme
âleti, yaralayıcı âlettir. Çünkü yaralamak, zahiren ve bâtınen bünyenin
bozulmasında amel eder. Yaralayıcı âletten başkası bünyenin bozulmasında
bâtınen amel eder, zahiren etmez. Bünyenin canlı durması ise, dışı ve içi ile
olur.
Tunç, bakır, kalay,
altın, gümüş ve kurşun gibi, demir cinsinden olan her şey; eğer bunların
parçalayan kesiciliği var ise, demir gibidir. Çünkü bu zikredilenlerin her biri
bu takdirde silâh ma'nâsında olur.
İnsan öldürecek kadar
bir demir atıp, demiri attığı kimseyi evvelâ yaralasa ve sonra ondan ölse,
demiri atan kimse öldürülür.
Yine, bir kimseyi başı
demirli bir sopa ile dövüp ve dövülene demir isabet ederek, Önce yaralasa, ya da
öldürecek kadar demir ile veya demirin topuzlu yeriyle veya demirin amudu
(direk kısmı) ile vurup, vurulan kimse o vurmadan ölse, vuran kimse öldürülür.
Mebsût'ta da böyle denmiştir.
Tahâvî (Rh.A.), İmâm
A'zam' (Rh.A.) dan rivayet edip demiştir ki: Eğer vurulan şey yaralamazsa, vuran
kimse kısas edilmez. Nitekim, büyük sopa veya yuvarlak taş ile vuranak,
yaralamadıkca, İmâm A'zam' (Rh.A.) in sözüne göre, kısas vâcib olmaz.
Kâdihân (Rh.A.): «Zahir
rivayette, demirde, bakır ve diğerleri gibi demire benzer olanlarda, kısas
vâcib olması için yaralamak şart kılınmamıştır, » demiştir.
Bir tek velîsi olan
kimse öldürülse, eğer iş belli olursa, öldürülen kimsenin velîsi için, kâdînin
kısas ile hükmetmesinden önce, kendisinin kaatili öldürmek hakkı vardır. Ya da,
velînin bir başkasına Öldürmeyi emretmek hakkı vardır. O, emir alıp Öldüren
başkasının da, öldürdüğü için bir şey ödemesi gerekmez. Yâni, bir adam, bir
adamı bir topluluğun huzurunda Öldürse ve o Öldürülenin bir tek velîsi olsa, o
velî için, kâdînin hükmünden önce,
kendisinin öldüî'mesi caizdir. Hattâ velî birden çok olsa ve ittifak etseler,
bir tek velî gibi olurlar. Eğer ittifak etmezler ise, öldürmek caiz olmaz.
Yine, kaatili öldürmek için baş. kasma emretmek de caiz olur. Velînin, kâdînin
hükmünden önce öldürmesinin caiz olması için kayd konması, göz görerek sabit
olan yar,Hamakla kısâsm cevazı hakkında, daha önce söylenenler içindir
Öldürmek emrinin caiz olması için kayd konması şundandır: Kendisinin öldürmesi
caiz olduğu için, başkasını yerine vekîl etmesi de caizdir. Öldürmek için 'enir
verilen o başkasının da, bir şey ödemesi gerekmez, diye kayd konması, işin beili
olmasından dolayı Öldürmenin caiz olması ödemeye aykırı olduğu içindir,
Ama, o kaatili yabancı
biri öldürse ve öldürülenin velisi; aBen, o yabancıya öldürmesi için emrettim.»
dese, tasdik edilmez ve Öldürmenin caiz olmasının şartı bulunmadığı için,
yabancı öldürülür- O şart da, emrin zahir olmasıdır.
Öldürülen kimseye vâris
olun herkese —her ne kadar vâris koca veya kan da olsa— kısas velayeti vardır.
Keza mirasa her müslehık olan, diyete de müstehık olur. Vârisler büyük oldukları
zaman, hepsi toplanmadıkca ba'zısımn kısas istemek hakkı yoktur. Çünkü orada
olmayan vârisin aıv etmesi veya sulh yapması ihtimâli vardır. Küçük vârisin
büyümesinden Önce, büyük vâris kısas isteyebilir. Çünkü kısas istemek, bölünme
kabul etmez bir haktır. Zira, bölünme kabul etmez bir sebeble sabit olmuştur. O
sebeb de, yakınlıktır. Küçük olan kimseden afv ve sulh ihtimâli de kesilmiştir.
Şu hâlde vârislerin her biri için, kamilen sabit hak olmuştur. Nitekim nikâh
etme velayetinde olduğu gibi. (Yâni yakın velî, uzak yerde olduğu zaman O'nun
kabul etmeme ihtimâli ortadan kalktığı gibi.)
Müvekkil, o mecliste
yokken kısas istemek için birini vekîl etmek, câîz değildir. Çünkü kısas,
şübhelerle savulur. Afv şübhesi ise, müvekkilin bulunmaması hâlinde sabittir.
Belki şer'an mendûb olduğu için, zahir olan da budur.
Bir adam, velîsi mevcûd
olmayan bir adamı kasden öldürse. İmâmın (Devlet Reisi, Sultân) O'nu kısas için Öldürmesi de,
Öldürnıeyip
sulh yapması da
caizdir. Çünkü Sultân, velîsi olmayanın velîsidir. tmâ-mın, afv etme hakkı
yoktur. Çünkü onda âmme için zarar vardır.
Bunağın babası onun
elini keseni veya yakınını öldüreni kısas edebilir. Yâni bir adam bir bunağın
elini kasden kesse veya bunağın, çocuğu gibi bir yakınını öldürse, O'nun babası
o el kesen kimseyi, o bunağın tarafından kısas eder. Çünkü bunak olan kimsenin
babası, O'nun velîsidir. Bunak ve yakını
için velilik yapar. Meselâ O'nu evlendirir. Dilerse mal üzerine andlaşma da
yapar. Çünkü andlaşnıa ve uzlaşma, bunak için istifadan (yâni kısas
yapılmasından) daha faydalıdır. Bunağın babası kısas istemeye haklı olunca,
andlaşma ve uzlaşma yapmaya mâlik olması evleviyyette kalır. Velinin bu
uzlaşması, şayet uzlaşma diyet
miktarı veya daha çok olursa caiz olur. Eğer diyetten daha az olursa, uzlaşma
sahih olmaz. Diyet, tam olarak vâcib olur. Zeylaî (Rh.A.) böyle zikretmiştir.
Bunağın babası suçluyu
afv edemez. Çünkü afv etmek, bunağın hakkını ibtâldir. Vasinin ancak mal üzerine
andîaşma ve uzlaşma yetkisi vardır. Çünkü kısas velayeti, nefs velayetine
tâbidir. Bu ise babaya mahsûsdur.
Mezkûr hükümlerde küçük
çocuk, bunak gibidir. Kâdî de, baba gibidir. Nefs kısası sakıt olduğu gibi,
babasından oğluna mîrâs kalan nefsden aşağı kısas dahî sakıt olur. Meselâ; bir
baba, oğlunun anasını kasden öldürse veya onun elini kasden kesse, oğlu,
babasına bu kısası uygulayamaz. Belki babalık hürmeti için, kısas düşer.
Kısas, ka at il in
ölmesiyle, mahal ortadan kalktığı için düşer, öldürülenin velîlerinin afv
etmeleri ve mal üzerine andlaşmaları ile de düşer. Velev ki, az olsun. Çünkü
kısas, onların hakkıdır. Nasıl dilerlerse, öyle yaparlar.
Peşin ve te'cîl
zikredilmese bile, o mal derhâl vâcib olur. Çünkü, akd ile vâcib olmuş maldır.
Mehr ve semen gibi benzerlerinde asi olan, peşin olmaktır.
Yine kısas, velîlerin
birinin aulaşmasiyle ve afv etmesiyle düşer.
Çünkü kısas velîlerin
hepsi için sabit olunca, her biri uzlaşmaya ve afva kadir olur. Kısâsda
ba'zıaınm hakkının düşmesi zaruretinden dolayı, onda geri kalanlarının hakkının
düşmesi de gerekir. Çünkü kısas, bölünme kabul etmez. Geri kalanlar için
diyetten pay verilir. Çünkü kısasın uygulanması, kaatilde bulunan bir ma'nâdan
dolayı imkânsız olmuştur. O ma'nâ, ba'zısımn afv etmesiyle kaatilin ismetinin
(dokunulmazlığının) sabit olmasıdır. Bu durumda, mâl vâcib olur. Nitekim,
yanlışlıkla öldürmede olduğu gibi. Çünkü o yerde kısâsdan âciz olmak, kaatilde
olan bir ma'nâdan dolayıdır. O da, kaatilin hatâ etmesidir, eden velî için pay
yoktur. Çünkü, hakkını ıskat etniiştir.
Öldüren "bir kölenin
efendisinin vekili ve öldüren hiirrün vekili olan bîr kimse bin akçaya karşılık,
onlara lâzım gelen kandan dolayı anlaşsa, bin akça ikisi arasında yan yarıya
paylaştırılır. Yâni, bir hür ve bir köle kasden bir adamı öldürüp, ikisinin
üzerine kan vâcib olsa, kaatil olan hür ile kaatil olan kölenin efendisi,
bunların kanlan için bin akçaya anlaşmaya bir adamı vekîl etse; o vekil de bin
akçaya anlaşsa, o bin akça o hür kaatil ile kölenin efendisi arasında
bölüştürülür. Yâni, beşyüzünü hür kaatil ve beşyüzünü kölenin efendisi verir.
Kaatil olan topluluk,
bir kişi için öldürülür. Yâni, bir cemâat kasden bir kimseyi öldürse, o ferd
için bütün cemâat öldürülür. Çünkü, bu mes'elede Sahabe* (R, Anhüm) nin icmâları
vardır.
Aksi de olur. Yâni, bir
kimse kasden bir cemâati öldürse, o kimse öldürülür. Öldürülen kimselerin hepsi için, o bir kaatilin öldürülmesi
ile yetinilir. Eğer Öldürülenlerin velileri hâzır ise, maldan bir şey verilmez.
İmâm Şâflî (Rh.A.)
demiştir ki: Eğer o cemâat birbiri ardınca öldürüldü ise, o cemâatten ilki
için, kaatil öldürülür. Ondan sonra öldürülenler için, terekesinden diyeti
verilir. Çünkü âkile, kasden öldür-mekde bir şey ödemez. Şayet o cemâatin
hepsini beraber öldürse veya o Ük öldürülen bilinmese, aralarında kur'a çekilir.
Kur'a her hangisine çıkarsa, O'nun için kısas, diğerleri için diyet ile
hükmedilir.
Ba'zıları demiştir ki:
O tek kaaül, öldürülenlerin hepsi için öldürülür ve diyetler aralannda taksim
edilir. Çünkü onlardan' sâdır olan fiil birçok ölümler; tek kaatilden sâdır olan
ise, bir tek ölümdür. Bu durumda benzerlik yoktur. Birinci fasılda kıyâs da
budur. Lâkin biz, bunu İcmâ bulunduğu için terkettik.
Bizim delilimiz şudur
ki; onlardan her biri tamâmiyle kaatildir. Bu durumda benzerlik hâsıl olur.
Görülmez mi ki, bir kimsenin bir cemâati Öldürmesinde vâcib olan kısâsdır.
Şayet benzerlik olmasaydı, kısas vâcib olmazdı.
Şayet öldürülenlerden
birinin velîsi hazır olsa, kaatil o velî için öldürülüp, öldürülenlerin geri
kalan velîlerinin hakkı düşer. Nitekim, kendi eceli ile ölen kaatilin ölümü
sebebiyle düştüğü gibi. Çünkü, cezayı uygulama yeri yok olmuştur. Nitekim, daha
önce geçti.
tkİ kimsenin bir kaatil
üzerinde kısas hakkı olup, ikisinden biri afv ettikden sonra, diğeri o kaatili
öldürse, eğer o diğeri, velîlerden bazısının afv etmesi, kendisinin kısas
hakkını düşürdüğünü bilirse, o diğer kimse kısas olunur, bilmezse kısas
olunmaz. Yâni kısas, iki kimse arasında vâki olup; ikisinden biri afv etse ve
diğeri de, arkadaşının afv etmesi kendi
hakkında te'sîr etmez sanıp, zan ile kaatili öldürse, o diğer kimse kısas
olunmaz. Ma'lûmdur ki; bu diğer kimse, o kaatili haksız yere öldürmüştür. Lâkin
bu öldürme, müteevvel ve müctehe-dün fîhdir. Çünkü ba'zı âlimlere göre,
ikisinden birinin afvı ile kısas düşmez. İmdi bu te'vîl, kısasın vücûbuna engel
olmuştur. Muhît'te de böyle denmiştir.
Bir adam, bir adamı
yaralasa, yaralanan kimse; «Beni, fülân kimse yaralamadı.» diye kendi aleyhine
şâhid getirse, ondan sonra ölse, o fülân kimseye bir şey gerekmez. O'nun
yaraladığına dâir deiîl (beyyine). de, kabul edilmez. Şayet yaralanan (kimse
veya velîler, yaralamadan sonra ve ölümden önce afv etseler, istihsânen afv
caizdir. Mes'ûdî' (Rh. A.) nin «Fetâvâ» sında böyle zikredilmiştir.
Vakfın kölelerini (yâni
vakf edilmiş köleleri) kasüen öldürmekle, kısas vâcib olmaz, «Hulâsa»'da böyle
denmiştir.
Kısas, ancak kılıçla
olur. Çünkü, Resûlüllah (S.A.V.) :
«Kısas, ancak kılıçla
olur.» buyurmuştur.
Kılıç ile raurâd ise,
silâhtır. Sahabe — Allah (C.C.) onlardan razı olsun— böylo anlamışlardır. İbn
Mes'ûd' (R.A.) un arkadaşları da:
«Kısas, ancak silâh ile
olur. Hesûl-i Ekrem (S.A.V.), kılıç ile ancak silâhı kinaye etti.» demişlerdir.
Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
İnsan öldürmekten daha
aşağı şeylerde kısas, benzerliğe (mümâse-lete) riâyet mümkün olan şeydedir.
Binâenaleyh kasden, mafsaldan el kesen kimse kısas olunur. Hattâ sâidin (kol
kemiğinin) yarısından, yâni dirsek ile el ayası arasından kesmiş olsa,
benzerliğe riâyet etmek mürn-ikün olmadığı için, kısas olunmaz. Her ne kadar
kesenin eli, kesilenin elinden daha büyük olsa da, kısas olunmaz.
Ayakta da hüküm, el
gibidir. Ayak şayet mafsaldan kesildi ise, kısas olunur. Topuk ile diz
arasından kesildi ise, kısas olunmaz. Yine burunun yumuşak yerinden kesildi
ise, kısas olunur. Eğer kasabesinden, yâni sert yerinden kesildi ise kısas
olunmaz. Kulak kasden. kesildi ise, burun gibi kısas olunur.
Keza göze vurulup,
görme hassası yok olsa ve gözün kendisi kalsa, vuran kimse kısas olunur. Gözde
yapılan kısasın yolunu, musannif şu sözü ile açıklamıştır: Vuranın yüzü üzerine
yaş pamuk konup, gözünün karşısına kızgın ayna tutulur. Böylece vuranın gözünün
görme hassası, vurulanmki gibi yok olur.
Eğer vurulanın gözü
çıktı ise, benzerliğe riâyet etmek mümkün olmadığı için kısas olunmaz.
Kendisinde benzerliğe
riâyet olunan her yarikda —meselâ; kemiğin görünmesi demek olan mûdihada— kısas
sabit olur. Nitekim, ya-kmda açıklaması gelecektir.
Kemikte, kısas yoktur. Ancak dişte, vardır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) «Kemikte, kısas yoktur.»
buyurmuştur.
Hz. Ömer ile îbn Mes'ûd
(R. Anhümâ): «Kemikte kısas yoktur. Ancak dişde vardır.» demişlerdir. Hadîs-i
şerîfden raurâd da budur. Velev ki, dişin büyüklüğünde ve küçüklüğünde fark
olsun. Çünkü bu dişten faydalanmakta, fark iktizâ etmez.
Eğer vurulanın dişini
çıkardıysa, vuranın da dişi çıkarılır. Eğer vuran kinişe, vurulanın dişini kırdı
ise, vuranın dişi de O'nunki ile müsavi oluncaya kadar törpülenir.
Erkek ile kadının kol
ve bacaklarında — kemikte olmadığı gibi — kısas yoktur.
Hür ile köle arasında
ve iki köle arasında kol ve bacaklarda kısas yoktur. Çünkü, kol ve bacaklar mal
hükmündedir. Kıymetleri değişik olduğu için, bunlarda benzerlik yoktur.
Eli, kolun yansından
kesnıekd* de kısas yoktur. Nitekim, sebebi daha önce geçti.
Başın ve karnın içine
ulaşan yarada da kısas yoktur. Çünikü, başın ve karnın içine ulaşan yarada
iyileşmek nâdirdir. Vuran kimseyi, ondan şifâ bulacak biçimde yaralamak mümkün
olmaz. Şu hâlde yaralayan kimseyi, yaraladığı adam gibi yaralamak, O'nu
öldürmek olur. Böyle olunca, caiz olmaz. Eğer başın ve karnın içine varan yara
iyileş-meyip sirayet etse kısas vâcib olur. Aksi takdirde, iyileşecek mi yoksa
sirayet mi edecek
belli oluncaya ıkadar kısas olunmaz.
Yine, dilde ve erkeklik
organında da kısas yoktur. Çünkü, ikisinde de benzerliğe (mümâselete) riâyet
etmek mümkün değildir. Çünkü ikisinde dç uzayıp, kısalmak (veya yayılıp,
büzülmek) carî olur. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan rivayet edilmiştir ki: «Eğer
kesmek dibinden olmuşsa, kısas yapılır. Ancak, eğer enkeklik organından kertik
(haşefe) kesildi ise; benzerliğe riâyet etmek mümkün olduğu için, bu takdirde
kısas yapılır.»
Zimmi ile Müslüman m
kol ve bacakları eşittir. Çünkü diyette, ikisi arasında eşitlik vardır.
Eğer el kesen kims«
çolak veya parmaklan eksik olursa, ya da, baş yaran kimsenin başı, daha büyük
olursa, eli kesilen veya başı yarılan kimse, kısas ile tam diyet arasında
muhayyer kılınır
Birincisi; Kesenin eli
çolak veya parmakları eksik olursa ve kesilen el de sağlam ve tam olursa,
muhayyer olmasının sebebi; hakkını tamâmiyle almak imkânsız olduğu içindir. Şu
hâlde eli kesilen kimse, kesenin kusurlu elinin kesilmesine razı olmakla, tam
diyet almak arasnıda muhayyer bırakılır. Nitekim bir kimse, bir insanın
misliyyâttan olan bir şeyini telef edip ve o şeyin benzeri insanların ellerinde
kalmasa, yalnız kötüsü bulunsa, sahibi kötü olduğu hâlde mevcudu almak ile
kıymetini almak arasında muhayyer kılındığı gibi.
İkincisi: Yaran
kimsenin başının daha büyük olması hâlidir. Meselâ; başı yanlan 'kimsenin
yarası, başının iki tarafının arasını kaplar. Fakat yaran kimsenin, başındaki
yara bu miktarı bulmaz. Başı ya-rılanm muhayyer olmasının sebebi şudur: Yarık,
ancak kusur meydana getirici olduğu için kısası gerektirir. Böyle olunca
yarığın çoğalma-siyle, kusur da çoğalır.
Baş yaranın, başının
iki tarafının arasım yarık kaplamasında, kendisinin yardığından fazlası vardır
ve hakkı kadarım almakla başı yan-lana la hık olan kusurun benzeri, baş yarana
lâhık olmamış olur. Belki, fazla olmuş olur. Bu durumda başı yarılan, kısas ile
tam diyet arasında muhayyer kılınır. Çolak ile sağlamda olduğu gibi.
İki el, bir ele
karşılık kesilmez. Şayet iki kimse, bir el üzerine bıçağı yürütüp kesseler,
ikisinin de eli kesilmez. Yâni iki adam, bir bıçağı bir taraftan tutup; bir
adamın eli üzere yürütüp el ayrılıncaya kadar kesseler, onların elleri
kesilmez. İmâm Şafiî (Rh.A.); «Nefslere kıyâsla, ikisinin de elleri kesilir.
Çünkü kollar nefse tâbidir. Fakat, ikisinden biri elin bir tarafından ve diğeri
öbür tarafından bıçağı yürüt-se, hattâ iki bıçak ortada birbirine kavuşup el
düşse, o zaman bunda ikisinden hiçbirine kısas vâcib olmaz. Çünkü ikisinden her
biri silâhı ancak uzvun bir kısmı üzerinde yürütmüştür.» demiştir.
Bizim delilimiz şudur:
İkisinden her biri, elin bir kısmını kesmiştir. Çünkü birinin gücü ile kesilen
yer, diğerinin gücü ile kesilmemiştir. Şu hâlde 'bütünü, cüz ile kesmek caiz
değildir. İki el ise, bir ele karşılık kesilmez. Çünkü eşitlik yoktur ve
ikisinden her biri, bıçağı diğer taraftan yürüttüğü zamanki gibi olmuştur. Nefs
(yâni insanı öldürmek) bunun aksinedir. Çünkü onda şart, yalnız dokunulmazlıkta
eşit olmaktır. Kol ve bacaklarda eşitlik yararda ve değerde göz önüne alınır.
Eli kesen kimseler, elin diyetini öderler. Çünkü eli yok etmek, ikisinin fiili
ile hâsıl olmuştur. Böyle olunca, ikâsinin üzerine yarım diyet vâcib olur ve her
birine, mallarından dörttebir diyet vâcib olur. Nitekim, sebebi daha önce
defalarca geçti.
Şayet bir adam, iki
adamın sağ ellerini kesse; gerek beraber kessin ve gerekse birbiri ardınca
kessin müsavidir. O iki adam hâzır oldukları vakit, o adamın sağ elini kesme
hakları vardır. Bir elin de diyeti vardır. Yâni, nefs diyetinin yansı vardır. Bu
diyet, ikisi arasında tak-sîm edilir. İkisine kesme hakkının sabit olmasına
sebeb ise; istihkak sebebinde eşitlikleri, istihkâkda eşit olmalarım
gerektirdiği içindir. Önce ve sonra olmaya bakılmaz. Bunlar terekede alacağı
olan iki adama benzerler. Bunun açıklaması şöyledir: Çünkü, o elleri kesilen
iki adamdan her birinin hakları elin tamâmında sabittir. Zîrâ her biri hakkında
sebeb tekarrür etmiştir. O da kesmekLir. Birincinin hakkıyla meşgul olunması,
sebebin tekarrür etmesine engel değildir.. Binâenaleyh, ikincinin hakkında dahî
sebeb takarrür etmiştir. Bundan dolayı, her ikisinin elini kesen bir 'köle
olsa, O'nun rakabesini istihkak hususunda, ikisi de eşit olurlar.
Diyetin ikisi için
sabit olmasına gelince: Bilirsin ki, burada bedenin kol ve bacakları, mal
hükmündedir. Yine bilirsin ki, kısas her ikisine tam olarak sabittir. Lâkin her
biri hakkını hak ettiği gibi almamıştır. İmdi bizzarûre, mazlumun hakkı zâlim
üzerinde kalmasın diye, kol ve bacakların maliyetine i'tibâr lâzım gelir. Bundan
dolayı, diyet vâcib olur. Kısas nefsde (canda) uygulandığı zaman; bunun aksine
olur ki, o zaman diyet alınmadan, her ikisinin Öldürülmesiyle yetiniiir.
Musannifin; «İki adamın
sağ elleri» diye kayd etmesine sebeb şudur: Çünkü kesen kimse, şayet adamın
birinin sağını ve diğerinin solunu kesse, bu iki el sebebiyle, kesenin iki eli
kesilir. Keza bir adamın iki elini kesse, hüıküm yine böyledir. Şayet elleri
kesilen iki adamın biri hâzır olsa ve kesen kimsenin eli kesilse, diğer adam
için diyet vardır. Yâni, bir elin diyeti vardır. Çünkü hâzır olan hakkını
alabilir. Diğeri gelsin diye hakkını te'hîr vâcib değildir. Çünkü hakkı yakînen
sabittir. Diğerinin hakkı ise; istememek veya karşılıksız afv etmek veya anlaşma
yapmak ihtimâlleri arasında mütereddiddir. Birinci adam hakkının tamâmını
kısasla alınca, ikincinin hakkı bir elin diyetinin tamâmında bakî kalır. Çünkü
kol ve bacaklar, nefsler gibi değildir. Ni-tiekim, daha önce geçti.
Bir kimse, birine
kasden ok alıp başka birini de yaralar ve ikisi de ölürse; okun Önce vurduğu
kimse için kısas oJunur, Çünkü, kasden atmıştır. Ok atan kimsenin âkilesi için
de, ikinci adamın diyetini ödemek gerekir. Çünkü hatâdır
Bir adam, bir başka
adamın elini kess-e, ondan sonra öldürse, kaatit kesmesinin ve öldürmesinin
mu'cebi ile cezalandırılır.
Kasden kesmek ve ıkasden öldürmenin ikisinde de veya kasden kesmek ve hatâen
öldürmekde, ya da hatâen kesmek ve kasden öldürmekde — kesmek ile öldürmek
arasında gerek kesik yarası iyileşsin ve gerekse iyileşmesin— kaatil el kesmenin ve öldürmenin
mu'cebi ile cezalandırılır.
Kasden öldürmek ve
kasden kesmeye gelince; eğer kesmekle Öldürmek arasında kesilen elin yarası
iyileşirsc kesmekle kısas olunur, ondan sonra öldürülür. Şayet kesmekle öldürmek
arasında kesilen elin yarası iyileşmediyse, İmânı A'zam' (Rlı.A.) a göre, yine
kesmekle kısas olunup, ondan sonra Öldürülür. Çünkü eli keMiıek ve ondan sonra
öldürmekde, sûreten ve ma'nen benzerlik vardır. İmûineyn1 (R, Aleyhi-mâ) e göre,
öldürülür, -eli kesilmez.
Kesmenin cezası,
öldürmenin cezasında dâhil olur. İki muhtelif duruma gelince; el kesen kimse
şayet kasden kesip, ondan sonra yanlışlıkla öldürdü ise, kestiği el için kısas
olunup; öldürdüğü can için de diyet alınır. Aksinde ise, el kesme için diyet
alınıp, öldürme için kısas olunur. Çünkü iki suç, muhtelifdir. İkisinden biri
kasden, diğeri ha-tâendir. İki
hatânın arasında iyileşme olursa, yine cezalandırılır. Yâni, el kesme ve
öldürme diyeti vâcib olur.
Aralarında iyileşme
olmayan iki hatâda, yâni yanlışlıkla kesme ve yanlışlıkla öldürmede kaatil bir
tek diyet ile cezalandırılır. Çünkü kesmenin diyeti, ancak fiilin eseri muhkem
(sağlam) olduğu zaman vâcibdir. O da, sirayet olmadığım bitmesidir. Bu suret
ite, aralarında iyileşme olmayan iki kasdın arasında fark şudur: Diyet, makûl
olmayanın benzeridir. İmdi asi olan, diyetin vâcib olmamasıdır. Kısas, bunun
aksinedir. Çünkü o, ma'kûlün benzeridir. Sözün kısası, öldürmek ya kasdendir, ya
da haldendir. Kesmek de böyledir. İmdi durum, dört olur. Bundan başka kesmekle,
öldürmek arasında yaranın iyileşmesi, iyileşmemesi vardır. Böylece durum sekiz
olur. Musannif bunların birinin hükmünü açıklamıştır. Nitekim, yüz kamçının
vurulmasında, vurulan kimse doksan kamçıdan sonra düzelir ve eser kalmaz da,
son on kamçıdan ölürse; o zaman bir diyet ile yetinilir. Çünkü dövülen kimse,
doksan kamçıdan sonra iyileşince geri kalan ancük ta'zîr hakkında mu'teber
olur. Keza, iyileşip eseri kalmayan her yara benzerinde, İmâm A'zam' (Rh.A.) a
göre, hüküm budur. İmâm Ebû Yûsuf (Rlı.A.) a göre; bu işden anlayan bir âdil
bilirkişinin hüküm vermesi (Hükûmet-i adi) gerekir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e
göre; tabibin ücreti \e ilâçlarının kıymeti gerekir. Eğer eser kalırsa, bir
âdil bilirkişinin (Hükûmet-i adl'in) hüküm vermesi ve kati için diyet gerekir.
Yakında «Diyetler Bölümün nde açıklaması gelecektir.
Eli kesilen kimse,
keseni afv eder de, o yaradan ölürse; kesen şahıs diyetini öder. Yâni bir adam,
bir adamın elini kasden kesse ve eli kesilen kimse, keseni afv etse, ondan
sonra, o yaradan ölse, kesen kimsenin malından diyet verilmesi gerekir. Yine,
eli kesilen kimse, kes-mekden meydana gelen şeyden veya cinayetten afv etse, o
afv nefsden (yâni öldürmekten) afvdir. Kaatile, bir şey lâzım gelmez. Hatâ
üçtebir-den ve kasd bütününden i'tibâr edilir. Yâni cinayet, hatâen olursa ve
cinayetten afv ederse; o afv, diyetten afvdir, diyetin üçtebirinden mu'-teber
olur. Çünkü diyet, maldır. Ona, vârislerin hakiki teaîlûk eder. Afv ise,
vasiyyettir. Şu hâlde üçtebirden sahih olur. Kasda gelince; onun gereği
kısâsdır. Kısas, mal değildir. Ona vârislerin hakkı da teallûk etmez. Şu hâlde
ondan afv, kemâl üzere sahih olur. Bu, İmâm A'zam' (Rh. A.) a güredir. îmâmeyn'
(Rh. Aleyhimâ) e göre; kesmekden afv, nefsden (yâni, öldürmekten) de afvdir.
Baş yarığından afv,
İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; kesmekten afv gibidir. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e
göre; nefsden (yâni, öldürmekten) dahî afvdir.
Bir kadın, bir adamın
kasden elini kesse; adam. o kesilen eline karşılık kadını nikâh ettikden sonra
ölse, o kadına mehr-i misi verilmesi gerekir. Kadının da, kendi malından diyet
vermesi gerekir. Şayet kesmek hatâ ile olursa, diyeti kadının âkilesi verir. Bu
İmâm A'zam' (Rh. A.) a göredir. Çünkü elden veya kesmekden afv etmek, kesmekden
meydana gelen şeyden afv olmaz. Keza ele veya kesmeye karşılık evlenmek,
kesmekden hadis olan şeyden dolayı evlenmek olmaz. Bu, İmâm A'zam' (Rh.A.) a
göredir. Sonra, eğer kesmek kasden olursa, kol ve bacakta kısasa-karşıluk
evlenmek olur. Kısas ise, istendiği takdirde, mal değildir. Sükût takdirinde mal
olmaması evleviyette kalır. Şu hâlde kısas, m eh re elverişli olmaz. Böyle
olunca, mehr-i misi vâcib olur. Eğer, daha önce geçti ki, «Kısas, erkek ile
kadın arasında, el ve ayakta carî olmaz. Şu hâlde, kısasa karşılık kadın ile
evlenmek nasıl sahih olur?» denilirse, cevâb olarak biz deriz ki; kasd için
mu'ceb olan asi, kısâsdır. Çünkü, Allah Teâlâ (C.C.) : «Yaralar, birbirine kısâsdır.»
buyurmuştur.
Kısasın düşmesine
sebeb, imkânsızlıktır. Yâni, engel bulunduğu için hakkı almak mümkün değildir.
Sonra, el kesen kadına diyet vâcib olur. Çünkü evlenmek, her ne kadar afvı içine
alırsa da, lâkin elde bu kısâsdan afvdır.
Şayet yara sirayet ederse, anlaşılır ki eli kesmek afvı kapsamayan öldürmedir.
Şu hâlde, diyet vâcib olur. Çünkü nefs-ten (yâni öldürmekten) afv, sahîh
değildir. -O vâcib olan diyetin ödenmesi, kendi malı ile olur. Çünkü kasden
vâki' olmuştur, Âkile ise, kas-den işlenen suçun diyetini yüklenmez. O el kesmek
için diyet vâcib olunca, kadın için de mehr gerekir. Eğer mehr diyete eşit
olursa, takas yapılır. Eğer ikisinden biri daha çak ise, daha çok olanın sahibi
diğerinden fazlasını alır. Eğer el kesmek hatâ ile olmuşsa, evlenmek, elin
diyetine karşılık olur. Şayet kesilen elin yarası nefse sirayet edip adam
ölürse, anlaşılır ki, el için diyet yoktur. Mehr-i müsemmâ dahî
bulunmamaktadır. Şu hâlde, mehr-i misi vâcib olur. Nitekim erkek, kadın ile,
elinde olan mala karşılık evlenip halbuki adamın elinde bir şey elmasa, mehr-i
misi vâcib olduğu gibi. Diyet, öldürmenin kendisi ile vâcib olur. Çünkü bu,
hatâdır. Mukâssa (takas) da olmaz. Çünkü diyeti, âkılenin vermesi gerekir.
Ben derim ki: Uygun
olan, muhtar olan kavle göre, diyetin takas olmasıdır. O da, âkile üzerine
diyetin vâcib olmamasıdır. Belki, kaati-lin malından vâcib olur. Nitekim,
yakında açıklaması gelecektir.
Eğer eli kesilen adam,
elini kesen kadınla, eline ve ondan meydana gelen sirayete karşılık eviense, ya
da, cinayete karşılık evlenip, bundan ölse, şayet kesmek kasden ise, kadına
mehr-i misi vardır. Çünkü bu, kısasa karşılık evlenmektir. Kısas ise, mal
değildir, Binâenaleyh, mehr için elverişli olmaz. Şu hâlde mehr-i misi vâcib
olur. Nitekim erkek, kadım şarâb veya domuza karşılık nikâh ettiği zamanki gibi.
Kadına, hiçbir şey lâzım gelmez. Yâni ne diyet ve ne de kısas vardır. Çünkü
erkeğin hakkı, kısâsdır. Halbuki o, mehr olmak üzere düşmesine razı olmuştur.
Kısas ise, mehre elverişli değildir. Böyle olunca, aslen düşmüştür.
Eğer kesmek yanlışlıkla
vâki' oldu ise, âkıleden kadının mehr-i misli kadarı düşer. Çünkü bu takdirde,
evlenmek diyete karşılıktır. Diyet ise, mehre elverişlidir. Eğer diyet, mehr-i
misle eşit olursa ve erkeğin mehr-İ mislden başka malı da olmazsa, âkıleye
mehr-i mislden başka bir şey lâzım gelmez. Çünkü evlenmek aslî ihtiyâçlardandır.
Bu durumda, malın hepsinden İ'tibâr edilir ve âkıleler ondan, yâni meh-rin,
diyete eşit olmasından kadına bir şey borçlu olmazlar. Çünkü âikıleler, ancak
kadının cinayeti sebebiyle yükü üzerlerine alırlar. O-nun için, nasıl borçlu
olurlar?
Şayet mehr-i misi,
diyetten daha çok olursa, fazlasını ödemek gerekmez. Çünkü kadın, mehr-i
mislden daha azına razı olmuştur. Fazlalık en azda mu'teberdir. Yâni mehr-i
misi, diyetten daha az olursa, âkıleden
mehr-i misi kalkar. Diyetten fazlası, âkile için vasiyyettir ve o vasiyyet
sahîhdir. Çünkü âkile, yabancılardandır. Eğer o vasiyyet edilen fazla, üçtebir
(sülüs) den çıkarsa, yine âkıleden kaldırılır. Eğer üçtebirden çıkmazsa,
âkıleden üçtebir miktarı düşer ve fazlayı velîye öderler. Çünkü vasiyyet, ancak
üçtebirden geçerli olur.
Bir kimsenin eli
kesilirse, meselâ; Zeyd, Bekr'in elini kesip; Bekr kâciî huzurunda bunu
isbâtlayip, kâdî kısasa emredersi; ve Zvyd'den Bekr için kısas yapılır, meselâ,
eli kesilirse ve ilk eli kesilen —ki Bekr'-dir—- ölürse; Bekr için kısas ulunan
Zeyd, daha önce kestiği el için öldürülür. Çünkü yara sirayet etmekle, Zeyd'in
suçu kasden öldürmek olduğu belli olmuş ve Bekr'in kısâsda hakkı nefsde olduğu
anlaşılmıştır. Zeyd'den el kesmenin hakkını alması Bekr'in öldürmekde hakkının
düşmesini gerektirmez.
Kendisi, bankasının
elini kısâsen kesen kimse,'kesilmiş elin yarası sirayet edip ölürse, kesen kimse
nefsi öldürme diyeti öder. Yâni kendisi için, başkasının kolunda kısas, hakkı
olan kimse, hâkimin hükmü olmaksızın, o hakkı aldığı vakit yara nefse sirayet
eder de ölürse, İmâm A'zanı' (Kh.A.) a göre, nefs diyeti öder. İmâmeyn' (Rh.
Aleyhimâ) e göre, ödemez. İmâm Şafiî' {Rh.A.) nin sözü de budur. Çünkü ikinci
kesici, hakkını almıştır. O da, .kesmektir. Hâl böyle olunca, sirayetin hükmü
düğer. Çünkü yaranın azıp bedene geçmesinden sakınmak, kese-, nin gücünün
dışındadır. Binâenaleyh, kısas kapısı kapanmasın diye, selâmet şartiyle
kaydlanmamıştır. Şu hâlde kesen kimsenin durumu, hırsızın elini kesip yara
bedene sirayet edip hırsız öldüğü zaman imâmın durumu gibi olur. Nitekim uzvu
yarıp kan çıkaran (bezzâg), kan aîıcı (lessâd), hueâmet eden (haccâm) ve sünnet
eden (hattanj kimseler de böyledir.
İmâm A'zam' (Rh.A.) in
delili şudur: İkinci kesici, birinci kesiciyi haksız yere öldürmüştür. Çünkü,
O'nun hakkı kesmektedir, Mevcûd olan ise, öldürmektir. Ancak şu kadar lark var
ki, kısas şübheden dolayı düşmüştür. Çünkü o, hatâ edici ma'nâsmdadir. Çünkü,
hakkını almayı kasd etmiştir. Öldürmeyi, kasd etmemiştir. Hatâen öldürmek ise,
diyet icâb eder. Zikrettikleri ınes'eleler bunun hıîâfmadır. Çünkü onlaıUa
hüküm, kadıya vazifeyi üzeıine almakla kısâsen vâcib olur. Uzvu yarıp kan
çıkaran ve kan alan kimseler ve benzerleri üzerine ücret akdi ve vacibi ikâme
ile amel, harbîye ak atmak gibi, selâmet şar--tına bağlanmamıştır.
Bizim mes'elemizde,
ikinci kesici, hakkı almak ile afv etmek arasında muhayyerdir. Belki afv etmek
mendûbdur. O'nun hakkını alması, selâmet şartına bağlıdır. Meselâ; ava ok almak
gibi. Fıtkîhleriu dedikleri budur.
Bunun zahirine şu soru
vâıid olur: Bu surette kısasın bizzat yapılması, şâyel şübhe verip, kısas
düşerse; uygun olan birinci surette kâ-dunn hükmü şübhe verip, o şübhe ile
kısasın düşmedi idi. Çünkü kâ-dînin hükmü, bizzat hak almaya girişmek
(mübaşeret) ten daha aşağı değildir.
Bu soruya karşılık
oiamk ben derim ki: Kâdînin hükmü, kısası düşürecek şekilde şübhe vermez, liulki
kesmeyi (kat'ı) iddia eden kimse üzerine kısası kâb eder. Çünkü müddeî (iddia
eden), kâdi kalında, kestiğini iddia ve isbât edince; müddeînin isbâtı, kâdînin
kesmek ile hüküm vermesini gerektirir. Bu durumda rnüddeî, kadı için zorlayıcı
hükmünde olur. Nitekim kendisi kısası yapıp, hatâ işleyen kimsenin hükmünde
olduğu gibi. Belki ikrahın ta'rîfi muktezâsı, kâdi hakikaten zorlanmış olur. O
da, bir kimseyi razı olmadığı bir işi yapmaya kendi rızâsı yok iken
sevketmektir. İhtiyarı bunda, dâhil değildir.
İmdi ınüddeî (iddia
eden), mükrîh (zorlayıcı) veya muitten (zorlanan) hükmünde ulunca, kûdînin
kısas ile hükmetmebi gerekir. Çünkü kâdi, bu takdirde onun âleti olur. Bu
(kâdînin hükmü ile olan), kasden öldürmeye girişen (mübaşir) gibi olur. Nitekim,
yerinde anlatıldı.
Elin diyeli, üzerinde
nel's kısası a hicabı SjüH.mm kimsenin elini kestikten sonra afv eden kimseye
âiddir. Yâni, öldürülen kimsenin velîsi, öldürenin elini kesdikden sonra
öldüımekden onu afv eUe, İmâm A'-zaııı' (Rlr.A.) a göre, elin diyetini öder.
İnıâmeyn' (Fth. Aleyhinıâ) e göre, ödemez. Çünkü Öldürülen kimsenin velîsi,
bütün cüzieriyle neisi telef etmeye hak kazanıp, ba'zısım itlaf etmiştir.
Öldüımekden onu afv edince, bu afv itlaf ettiği cüzlerden başkasına âid olur.
İmâm A'zam E hû
Ilanîie' (Rh.A.) nin delili şudur: öidüruîcn kimsenin velîsi, hakkından
başkasını almıştır. Lâkin şübhe sebebiyle, kısas vâcib oimaz.
Ölüm hâlinde kısas,
öldürülen kimsenin vârisleri için ibtldâen sabit olur, yoksa verâ&et yoluyla
sabit olmaz, Ma'lûm olsun ki, burada iki yol vardır. Birincisi, hüâfet yoludur.
Bu yol, muris hakkında mün'akid olan sebeble, ibtidâen, vâris için mülk sabit
olmasıdır. Nitekim köle hîbe kabul ettiğinde, o hîbe edilen mülk ibtidâen
köleden hilâfet yolu ile efendi için sabit olduğu gibi. Çünikü köle, mülke ehil
değildir.
İkinci yol, veraset
yoludur. Bu yol, .mülk, murise sabit olduktan sonra muristen vârise nakl ile
vâris için sabit olmasıdır.
İmâmeyn (Rh. Aleyhİmâ),
veraset yolunu kabul edip demişlerdir ki: Kısas, ölüden mîrâs olarak alınır.
Hattâ onda, vârislerin hisseleri icr& olunur ve ölmezden önce afvı sahîh olur.
Kısas, mala dönüştükde; ölenin borçları ondan ödenir ve yine ondıan vasiyyetleri
yerine getirilir. Diyette olduğu gibi.
İmâm Azam (Rh.A.)
birinci yolu kabul «dip demiştir ki: Kısas, mîrâs olarak alınmaz. Çünkü, o
Ölümden sonra intikam ve öc almak için sabit olur. Ölü ise» bunun ehlinden
değildir. Kısas, ancak ölen için mün'akid olan sebeble hilâfet yolu ile
vârislere sabit olur. Yâni vârisler, ölen kimsenin yerine geçip, Ölü için sabit
olmadan, ibtidâen müs-tehık olurlar. Çünkü kısas, yaralanan kimsenin ölümünden
sonra mahallinde fiilin mülküdür. Ölüden ise, fiil tasavvur edilmez. Bundan
dolayı yaralanan kimsenin ölümünden Önce, vârislerin afvı sahîh olur. Yaralanan
kimseyi afvın sahîh olmasına sebeb, yaralanan kimse İçin mün'akid olduğundandır.
Allah Teâlâ' (C.C.) mu:
«Haksızyere öldürülenin
velîsine bir yetki tammışızdır.»
âyet-i kerîmesi, kısasın ibtidâen mirasçılar için bir hak olarak sübût
bulduğuna nassdır. Borç ile diyet bunun aksinedir. Çünkü ölen kimse, malın
mülkü için ehildir. Bundan dolayı bir kimse ağ kurup, 6 öldükden sonra, ağa av
tutulsa, ölen kimse ona mâlik olur. İhtilâfın aslı şuraya râ-cîdir: İmâm A'zam1
(Rh.A.) a göre, kısas hakkım almak, vârislerin hakkıdır. İmâmeyn' (Rh.
Aleyhimâ) e göre ise; ölünün hakkıdır. İmdi kısas, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre;
ibtidâen vârisler için sabit hak olunca, onlardan birisi diğerlerinden
vekâletsiz, onların haklarım isbâtta hasım olamaz. Hâzır olanın delîl (beyyine)
getirmesiyle, gâib hakkında kısas sabit olmaz.
Şayet onlardan biri
kardeşinin bulunmaması hâlinde babasının öldürülmesi üzerine delîl (beyyine)
getirse, bulunmayan kardeşi hâzır oldukda, kısas hakkını almaya kudret hâsıl
olması için; o delili (beyyi-neyi) tekrar getirir. Hâzır olan, delîl getirdikde
kaatil, bi'Mcmâ habs olunur. Çünkü kaatil, öldürmekle itham edilmiştir. İtham
edilen ise, habs edilir.
Yanlışlık (hatâ) ile
öldürmek ve borç bunun aksinedir. Eğer öldürme yanlışlıkla olursa delili tekrar
getirmeye hacet yoktur. Çünkü mu'-cebi maldır ve sübûtunun yolu mîrâsdır.
Borç-da böyledir. Şayet vârislerden biri, babasının fülân kimsede şu kadar
alacağı vardır, diye delîl getirse, kardeşi hâzır oldukda delili tekrar
getirmez. Kaatil, gaibin afv ettiğine delîl getirse, hâzır olan hasımdır ve
kısas düşer. Yâni, vârislerin ba'zısı gâib ve ba'zısı hâzır olsa, kaatil, hâzır
olana; gâib olanın afv ettiğine dâir delîl gösterse, bu durumda hâzır olan
hasmdır.- Çünkü kaatil, kısâsda hâzırın hakkının düşmesini ve mala intikâlini
iddia ediyor. Hakkın düştüğüne -hükmedilince, hâzıra tâbi olarak gaibin üzerine
hüküm verilmiş olur.
Keza iki adamın (ortak)
kölesi kasden öldürülse, o iki adamın biri gâib olsa, kaatil, hâzır olan ortağa;
gâib olanın kısâsdan afv ettiğini iddia etse, hâzır olan hasındır. Eğer isbât
ederse, zikredilen sebebden dolayı kısas düşer.
İki velî- ortaklarının
afv ettiğini haber verseler, bu onlar tarafından kısası aiv sayılır. Yâni, bir
adam kasden öldürülse ve O'nun üç velîsi olsa, o üç velînin ikisi, ortaklan
olan üçüncü velî afv etti, diye şahadet etse, o İkisinin ihbarı kendileri
nâmına kısası afvdır.
Bu mes'ele dört vech
üzeredir. Musannif birinci yechi: «Eğer katil ile ortak o iki muhbiri tasdik ederlerse, o ortak için bir şey yoktur.»
sözü ile zikretmiştir. Çünkü, tasdiki ile nasibini ibtâl etmiştir. İki muhbir
için, diyetin üçteikisi vardır,. Çünkü onların paylan, mal olmuştur.
Musannif ikinci vechi:
«Ortak ile kaatil o iki muhbiri yalanlarlar ise, muhbirler için bir şey yoktur.»
sözü ile zikretmiştir. Çünkü ikisi de, ihbarları ile kısâsda olan haklarını
düşürüp, kısas mala dönüşmüştür.* Kaatil ile ortağın yalanlaması sebebiyle,
muhbirler için mal da yoktur. İki muhbirin ortağı için, diyetin üçtebiri vardır.
Çünkü muhbirlerin hakkı, kısâsda düşünce; ortaklarının hakkı da sakıt olur.
Zira parçalanmayı kabul etmez ve kısas hakkı, mala intikâl eder. Maldaki hakları
dahî düşer. İmdi, o ikisinin ortağının hakkı kaldı. O da, diyetin üçtebiridir.
Musannif üçüncü vechi:
«Eğer, yalnız kaatil tasdik edip, bir ortak o iki velîyi yalanlarsa, üç velîden
her biri için diyetin üçtebiri vardır.» sözü ile zikretmiştir. Çünkü kaatil o
iki muhbiri tasdik edince, onlar için diyetin üçteikisini ikrar etmiştir. Böyle
olunca, diyet lâzım gelir, ortağın hakkının bâtıl olduğunu iddia etmiş, fakat
tasdik olun-mayıp mala dönüşmüş ve kaatil diyetin üçtebirine borçlanmıştır.
Musannif dördüncü vechi
şu sözü ile zikretmiştir: «Eğer o iki muhbiri yalnız ortak tasdik edip, kaatil
yalanlarsa, ortak için diyetin üçtebiri vardır.» Yâni kaatil, diyetin
üçtebirine borçlu olur. O da, ortağın hissesidir.
O üçtebir, iki muhbire
sarf olunur. Çünkü ortağın zannına göre: Kendisini afv etmiştir. Çünkü o iki
muhbiri tasdik etmiştir. Binâenaleyh kaatilde, onun bir hakkı yoktur. İki
muhbirin, kaatilden diyetin üçteikisini almaya hakları vardır. Kaatilin elinde
kalan diyetin üçtebiri, kaatilin malı olup, o mal iki muhbirin hakkı
cinsindendir. Şu hâlde, onlara sarf olunur. Kıyâs, kaatile bir şey lâzım
gelmemek idi. Çünkü o iki muhbir, kaatil üzere mal iddia etmişlerdi. Kaatil
ise, inkâr etmektedir. Bu durumda, sabit olmaz-. Kaatilin ortak için ikrar
ettiği şey, yalanlaması île bâtıl olmuştur. (Yâni, O'nun bende hakkı vardır,
demesiyle afv etmiştir.)
İstihsânın vechi şudur:
Kaatil, iki muhbiri yalanlamakla meşhudun aleyh için diyetin üçtebirini ikrar
etmiş olur. Çünkü onun zanmn-ca kısas, onların afvı haber vermeleri ile sakıt
olmuştur. Bu tıpkı ibti-dâen afv etmelerine benzer. Mukarrun leh, (kendisi için
ikrar edilen kimse) 'kaatili gerçekten yalanlamamıştır. Belki vücûbu, başkasına
mu-zâf kılmıştır. Bunun benzerinde, ikrar geri dönmez. Meselâ; bir kimse;
«Fülân kimsenin'bende yüz dirhemi vardır.» dedikde, o fülân; «Benim değildir.
Lakin o yüz dirhem fülâmndır.» dese; bu durumda mal, ikinci fülân için olur.
Burada da böyledir.
-Öldürme olayının iki
şahidi; Öldürmenin zamanında veya mekânında veya âletinde ihtilâf etseler,
ikisinden biri sopa ile ve diğeri kılıç üe öldürdü, dese veya bir şâhid sopa
ile öldürdü, deyip diğer şâhid Öldürme âletini bilmiyorum, dese, o şâhidlik
geçersiz olur. Çünkü öldürmek; zamanın, mekânın ve âletin değişmesi ile
değişir. Hükümleri de değişir. Mutlak, mukayyede aykırıdır. İmdi her katle, tek
kişi şahadet etmiş olur. Böyle olunca, red edilir.
İki kişi, bir kimsenin
öldürülmesi hakkında şâhidlik edip: «Öldürme âletini bilmiyoruz.» deseler, bu
takdirde kaatile diyet vâcib olur. Kıyâs, bir şey vâcib olmamak idi. Çünkü
öldürmek, âlete göre değişir. Böyle olunca şâhidlik edilen şey bilinmemiş olur.
İstihsâlim veehi şudur: Onlar mutlak ölüme şahadet etmişlerdir. Mutlak, mücmel
değildir, iki beyândan önce onunla amel imkânsız olsun. Şu hâlde öldürmenin
iki mu'cebinden az olanı vâcib olur. O da, diyettir ve kaatilin malından vâcib
olur. Çünkü öldürmede asi olan, kasddır. Öyleyse, âkıleye bir şey lâzım gelmez.
Nitekim, sebebi daha önce defalarca geçti.
İki adamdan her biri
Zeyd'i öldürdüklerini ikrar etseler ve Zeyd'in velîsi; «O'nu, ikiniz
öldürdünüz.» dese, o velînin, onları Öldürmesi caiz
olur. Çünkü o iki
adamdan her biri, tek başına Öldürmenin tümünü ve üzerine vâcib olan kısası
ikrar etmiştir. Mukarrun leh (kendisi için ikrar edilen), üzerine öldürmenin
vücûbu hakkında da onu tasdik, etmiştir. Lâkin velî, mukim (ikrar edeni), tek
başına öldürmede yalanlamıştır. Mukarrun lehin, mukim ikrar eylediği şeyin
ba'zısıruia yalanlaması geri kalanında ikrarını ibtâl eylemez. Çünkü bu
yalanlama, mu-kırrın tefsîkını. (fâsık sayılmasını) gerektirir, Mukırrm fışkı,
ikrarının doğruluğunu menetmez.
İkrar yerine, şahadet
olursa geçersizdir. Yâni, iki adam; «Zeyd, Amr'ı öldürdü.?) diye şahadet etse ve
diğer iki kişi de; «Amr'ı, Bekr öldürdü.» diye şahadet etse; bu iki şahadet
geçersizdir. Çünkü meşhudun leh olan velînin, şahidi şahitlik ettiği şeyin
ba'zısmda yalanlaması şâ-hidliğini ibtâl eder. Çünkü yalanlamak, fâsık
saymaktır. Şahidin fıs-ki ise, şahadetinin reddini gerektirir.
Ikİ kişi bir kimsenin
yanlışlıkla öldürüldüğüne şahitlik edip, diyet ödenmesine hükmedildikden sonra,
Öldürüldüğüne şahadet olunan kimse diri olduğu halde çıkagelse, âkile diyeti
velîye ödetir. Çünkü, velî diyeti haksız yere almıştır. Ya da şahitlere
ödetir.' Çünkü mal, onların şahadeti Üe telef olmuştur.
Şâhidler de, velîden
alırlar. Çünkü şâhidler, ödenene mâlikdirler. O da, velî'nin elinde olan şeydir.
Gâsıbm; gâsıbını, gâsıbına Ödetmesi gibi olur.
Kasd, hatâ gibidir,
ancak rücûda değildir. Yâni, eğer şahadet kas-den öldürdü de, bu sebeble kendisi
de öldürüldü, diye yapılır da; bundan sonra öldürüldü denilen kimse, diri
olarak gelirse, öldürülen kimsenin vârisleri diyeti velîye ödetmek ile
şâhidlere ödetmek arasında muhayyer kılınır. Eğer şâhidlere ödetirlerse,
şâhidler velîden alamazlar. Bu, tmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. Çünkü onlar,
burada velî için mal olmayan şeyi vâcib kılmışlardır. O da, kısâsdır. İmdi, mal
almalarına vech yoktur. Çünkü, ikisi arasında benzerlik yoktur. İmânıeyn' (Rh.
Aleyhimâ) e göre, velîden alırlar. Hatâda olduğu gibi.
Şâhidler, kaatilin
yanlışlıkla yâhûd kasden öldürdüğünü ikrar ettiğine şâhidlik etseler, o kimse
diri olarak gelse, bir şey ödemezler. Çünkü, şahadetlerinde yalanları ortaya
çıkmamıştır.
Başkalarının hatâ
hakkındaki şahadetleri üzerine şâhidlik etseler de; âkile üzerine diyetle
hükmedildikden sonra, Öldürüldüğüne şahadet edilen kimse, diri olarak gelse,
yine bir şey ödemezler. Çünkü, şahadetlerinde yalan söyledikleri ortaya'
çıkmamıştır. Zira meşhudun bih, usûlün (asıl şâhidlerin) öldürmek üzere
şahadetidir. Yoksa, öldürmenin kendisine şahadet değildir.
İki surette de velî,
diyeti âkıleye öder. Çünkü, velînin âkıleden diyeti haksız yere aldığı ortaya
çıkmıştır.
£undan sonra musannif,
öldürmek hakkında şahadet mes'elelerini açıklamayı bitirince, öldürme hâlinin
i'tibâra alındığı mes'eleleri açıklamaya 'başlayıp şöyle dedi: İ'tibâr, atma
hâlinedir, ulaşmaya değildir. Ma'lûm ola ki, asi olan; daman.
(ödetme) ve helâl olma hakkında i'tibâr, atma vaktinedir. Çünkü ödetme, ancak
cinayetle vâcib olur ve kişi ancak kendi ihtiyarı altına giren bir fiil ile
suçlu olur. O fiil de atmaktır, ulaşmak değildir. Binâenaleyh, bir kimse bir Mü
si umana ok atsa ve kendisine ok atılan Müslüman — Allah korusun — mürted olsa
yâni dinden çıksa ve ok O'na ulaşıp ölse, İmâm A'zanı' (Rh.A.) a göre; oku atan
kimse, o mürtedin ğelınez, demişlerdir. Çünkü telef, ma'sûm olmayan mahalde
hâsıl olmuştur, Ma'sûm olmayanın itlafı hederdir, yâni boşa gider.
İmâm A'zanV (Rh.A.) m
delili şudur: Ok atılan kimse, atma vaktinde ma'sûmdur. t'tibâr cia, atma
vaktinedir.
Kendisine ok atılan
köleye ok, efendisi Onu âzâd eUikden sonra ulaşıp Ölse, kölenin kıymetini
efendisine ödemek gerekir. Çünkü köle, oku atma vaktinde memlûktur. İmâm
Muhammed {Rh.A.); «Vurulduğu hâldeki kıymeti ile vurulmazdan önceki kıymeti
arasındaki fazlalığı Ödemek gerekir.» demiştir.
Ava ok atıp da ihramdan
çıkan Hacıya, akabinde ok ava isabet ettiği takdirde, ceza vâcib olur. Çünkü
muhrim, oku atma vaktinde ihrâm-lı idi.
İhramlı olmayan kimse
ava ok atıp, muhrim olduktan sonra ok ava ulaşsa, ceza gerekmez. Çünkü, oku atma
vaktinde ihrâmlı değildir.
Bir kimse; recm hükmünü giyen
birine ok atar da ok, şahidi vazgeçtikten sonra vâsıl olursa, bir şey ödemez.
Çünkü recmedilme&ine hükmedilen .kimsenin, atma vaktinde kam
mubâhdır.vârislerine diyeti öder; İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) ; atan kimsenin bir
şey ödemesi gerekmez ve O'na bir şey lâzım