Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
Gurer ve Dürer Tercümesi Molla Hüsrev

 

Davâ   Hakkında Bir   Fasıl. 2

Davâ   Konusuna   Ek. 4

İkrar  Bölümü. 4

İkrarda  İstisna Ve İstisna  Ma'nâsîna Gelen Lâfız  Babı 9

Hastanın   (Ölüm   Hastasının)   İkrarı   Babı 12

İkrar Hakkında Bir Fasıl 14

Şahadet   Bölümü. 15

Şahadetin   Kabul   Edilip   Edilmemesi   Babı 19

Şahadette İhtilaf  Babı 25

Şahadet   Üzerine   Şahadet   Babı 27

Şahadetten    Dönmek    Bâbı 29

Sulh   Bölümü. 32

Borçda Sulh   Babı 36

Kaza   Bölümü. 39


Davâ   Hakkında Bir   Fasıl.

 

Başkasından bir seji odun ainıayı veya ondan hibe etmesini yâ­hûd yanma emânet koymasını veya kendisine onu kiraya vermesini istemek, tâlib için mülk da'vâsmi meneder. Çünkü bunlardan her biri, bu şeyin zi'1-yed'in mülkü olduğunu ikrar etmek olup, bundan sonra taîeb etmek çelişme olur.

Câriye hakkında nikâh taîeb etmek, onda mülk da'vâsmı meneder.

Hür kadında nikâha tâlib olmak, nikâh da'vâsmı meneder.Mecme'ui-Fetâvâ'da böyle zikredilmiştir.

Bir kimse başka bir adamdan mal iddia ettikde, da'vâh olan ha­sım def yoluyla, «Da'vâcı, beni da'vâsından ibra etti.» diyerek, da'vâlı beyyine getirse, sonra İkinci defa da'vâlınm ibradan sonra ikrarda bu­lunduğunu iddia etse; bakılır; şâyed hasım; «Beni ibra etti, ben de kabul ettim!» veya «Ben, onu ibrada tasdik ettim!» demiş olursa, defin defi sahih olmaz. Yânî ikrar da'vâsı sahih olmaz. Eğer; «Ben, ibrayı kabul ettim!» dememişse, def sahih. olur. Çünkü da'vâh bunu deme-yince, ibrayı red ettiği için, malın onun üzerinde olması caizdir. Zîrâ ibra, red ile geri döner. Eğer; «İbrayı kabul ettim!» derse, bu kabul etmenin aksinedir. Çünkü kabulden sonra red ile geri dönmez. Fetâ-vâ-yı Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir.

Bir kimse, diğer bir kimseden mal iddia ettikde; diğeri; «Senin için benim üzerimde hiçbir alacak yoktu!» dese, bunun ma'nâsı, is­tiğrak yoluyla mazide onun üzerine vücûbun nefyidir. — İmdi da'vâ­cı, bin akça üzerine bürhân getirse ye münkir de Ödediğine yeyâ ifcraya burhan getirse; bu kabul edilir. Yâni, münkirin burhanı makbul olur. İmâm Züfer (Rh.A.); «Makbul olmaz. Çünkü ödeme, vucûbu ta'-kib eder. Halbuki vucûbu inkâr etmişdi. Şu hâîde münkir da'vâsmda çelişkiye düşmüştür.»  demiştir.

Bizim delilimiz şudur: Tevfîk (ikisinin arasını bulmak) mümkün­dür. Çünkü hakdan başkası, ba'zan kaza olunur ve başkasından husû­meti savmak için ibra da olunur.

Ancak da'vâh. «Ben, seni bilmiyorum!)) veya buna benzer söz ek­ler de; meselâ; «Ben, seni görmedim!d ve «Seninle benim aramda dü­şüp kalkma olmamıştır!» gibi ziyâdeler yaparsa, bu takdirde ibra üze­rine getirdiği beyyinesi kabul edilmez. Çünkü aralarını bulmak imkân­sızdır. Zîrâ iki kişi arasında almak, vermek, ödeme, ödeşme ve mua­mele, bilmeden ve ihtilât etmeden olmaz.

Ulemâdan ba'zisi; «Ben, seni bilmem!» sözünü ve bunun benzerini eklemekle de beyyine kabul edilir, demiştir.

Kudûrî. bizim ulemâmızdan bunun da kabul edileceğini naklet-miştir.  Sözün doğrusu,  zikredilen  gibi  beyyinenin kabul  edilmesidir.

Çünkü muhtecib [1] veya muhaddara [2] ba'zan kapısı önünde olan kavga ve gürültü ile sıkılıp incinir de vekillerinden birine da'vâcıyı razı etmeyi emreder. Halbuki, onu bilmez. Sonradan öğrenir. Şu hâl­de tevfîk mümkündür.

Fukahâ demişlerdir ki; buna göre, da'vâh kendi işlerini kendi gö-renlerdense; beyyine kabul edilmez. Ba'zıları da; «Rivayetlerin ittifakı İle bu fasılda îbrâ üzerine beyyine kabul edilir. Çünkü da'vâ bilmek­sizin gerçekleşir.» demiştir. înâye'de de böyle zikredilmiştir.

Kunye'de denilmiştir ki: Da'vâh, da'vâcıya; «Ben, seni tanımam!» dese, hak beyyine ile sabit oldukda, da'vâh borcu yerine ulaştırdığını iddia etse, iddiası dinlenmez. Eğer da'vâhnın, ulaştığmı veya ulaştırıl­dığını ikrar ettiğini iddiada bulunursa, dinlenir.

Vârislerin biri, «Terekede benim da'vâm yoktur!» dese, da'vâsı bâ-tü olmaz. Çünkü şer'an sabit olan lâzım hak, ıskat ile sakıt olmaz. Ni­tekim, aBen, babamın oğlu değilim!» dese, hüküm foudur.

«Ben, fulanın vârisi değilim!» dese, ondan sonra, fülânın mirasını İddia edip, cihetim beyân etse, da'vâsı sahîh olur. Nitekim yakında se­bebi gelecektir ki, çelişme, gizlilik bulunan yerde da'vânın sıhhatini menetmez. Zn-yed; «Bu şey benim değildir!» dese veya benzeri bir söz söyle­se; yâni benim mülküm değildir; yâhûd, onda benim için hak yoktur, gibi bîr şey söylese; orada başka niza' eden de olmasa, ondan sonra zrl-yed:   «O şey, benimdir!» tüye iddlû etse. iddiası sahih olur ve 5Öz onun sözüdür. Çünkü bu söz, bir kimse için hak isbât etmemiştir. Zîrâ mechûi için ikrar bâtıldır ve çelişme, ancak bir kimse üzerine bir hak­kın ibtâlini kapsarsa,'bâtıl olur.

Eğer zrl-yed; «Bu şey, benim değildir!» dediği vakitte, bir münâ-zi' olursa, bir rivayette onun için İkrar olur. Bu, Cami'us-S ağır'in ri­vayetidir. Diğer bir rivayette; ikrar ohnaz. Bu rivayet, aslin da'vâsı ri­vayetidir. Lâkin fukahâ demişlerdir ki: Kâdî zi'1-yed'e, «Bu şey da'vâ-cinin mülkü müdür?" diye sorar. Eğer. onu ikrar ederse, zi'1-yed'e; «Da'vâcıya teslim eyle i)) diye emreder. İnkâr ederse, da'vâcıya, «Bey­yine getir!» diye emreder. Eğer, bu şey benim değildir, diyen zi'l-yed olmayıp hâricden bir kimse ise; çelişme bulunduğu için ondan sonra bunu iddia edemez. Yukarıda geçtiği veehle; zi'1-yed'i menetmemesine sebeb, malın elinde bulunmasıdır. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Zeyd, bir kimseden mal iddia edip; isbât edemese; sonra o malı başkasından iddia etse, dinlenmez. Kunye'de de böyle denmiştir.

Bir kimsenin, başkası için mal ikrar eylemesi, kendisi için da'vâ-smı menettiği gibi, vekâletle veya vesayetle başkası için da'vâsını da meneder. Yânı bir adam, bir malı fülânındır, diye ikrar etse, bundan sonra, onu kendisi için iddiada bulunsa, da'vâsı sahîh'ohnaz. Keza, o malı vekâletle müvekkilimindir, diye veya vesayetle mûsînin vâris­leri içindir, diye da'vâsı da sahîh olmaz. Çünkü bunda çelişme vardır. Zîrâ bir mal, bir hâlde ik| kişinin olamaz.

Bütün da'vâlardan ibra ettim, dedikden sonra vekâletle veya ve­sayetle da'vâ etmesi zikredilenin hilâfmadır. Çelişme bulunmadığı için, bu sahîhdir. Zîrâ bir adamın bütün malına müteallik olan da'vâların-dan ibrası, başkasının malının da'vâsmın sahîh olmamasını, o adam için iktizâ etmez.

Bir kimse, bir haneyi kendisi için iddia edip ondan sonra; «Benim üzerime vakfdır!» diye iddia etse, da'vâsı dinlenir. Haneyi kendisi için da'vâ etmesi, ondan sonra başkası için da'vâda bulunması gibi olur. Aksine çevirirse; yâni; o kimse bir haneyi, bu vakfır veya fülâmndır, diye iddia ettikden sonra, kendisi için da'vâ eylese, 'bir rivayette caiz olmaz. O da, Kâdîhân'ın rivayetidir.    Eğer  tevfîka kadir  olursa , diğer bir rivayette caiz olur. O da. Zahîre'nin rivayetidir. Zahire'de den­miştir ki; ((Bir kimse bil'vekâle veya bil'vesâye başkası için bir şey id-diâ etse, ondan sonra o şeyi kendisi için iddia eyîese, da'vâsı kabul edilmez. Ancak 'teviîka kadir olup bu şey r'ülânın idi. ondan sonra ben o füîândan satın aldım, der de, onun üzerine beyyine getirirse, bu takdirde kabul edilir.»

Bir kimse asabelik iddia edip, nesebi belirtse; hasım da neseb onun aksine olduğuna dâir burhan getirse, eğer evvelki da'vâ ile hükm ve­rildi ise, bununla hüküm verilmez. Eğer evvelki ile kaza olunmadı ise, çelişme bulunup evleviyet bulunmadığı için ikisi de sakıt olurlar.

Bir kimse, ölünün baba ve ana bir amcasının oğlu olduğuna bür-hân getirse ve dâff de onun, ölünün sâdece ana bir amcası oğlu oldu­ğunu isbât etse veya ölünün onun sâdece ana bir amcası oğlu oldu­ğunu ikrar ettiğine dâir bürhân getirse, birincisi ile kâdînm kazasın­dan önce def sayılır. Kazasından sonra def sayılmaz. Çünkü, hükm-ie te'kîd edilmiştir. Birincisi, bunun aksinedir.

Bir ikimse asabelikîe mîrâs iddia etse. bunun defi hasmının onu hükümden Önce zevi'l-erhâm'dan olduğunu ikrar ettiğini iddia etme­siyle olur. Çünkü, bu takdirde iki sözün arasında çelişme vardır.

Bir kimse Önce; «Bu çocuk, bendendir!»; sonra, «Bu çocuk, ben­den değildir!», ondan sonra; «Bu çocuk, bendendir!» dese, o kimsenin ikrarı sahih olur. Çünkü çocuğun kendisinden olduğunu ikrarıyla rau-karr-un îeh'in hakkı teaîluk etmiştir. Zîrâ çocuğun nesebi belli bir adamdan sabit olur. Hattâ zina suyundan yaratılmış olması ortadan kalkar. «Bu çocuk, benden değildir!» demekle, çocuğun hakkını ibtâle mâlik olamaz. Tasdik geri dönerse, ikrarı sahih olur.

Ben derim ki; Usturişniyye'de ve İmâdiyye:de ibare şöyle vâki' ol­muştur: «Bir kimse; «Şu çocuk, benden değildir!» dese, ondan sonra, «Bu bendendir!» dese, ikrarı sahih olur. Zîrâ çocuğun kendisinden ol­duğunu ikrar etmesi ile mukarr-un leh için hak teaîluk eder... ilah.» dediği sözünden zahir olan şudur ki, bu ibare, kitabın kopyasını çıka­ran ilk kâtibin hatasıdır. Hatâ olduğuna, zikrettiği ta'lîl delâlet eder. Zîrâ ta'lîl, burada üç ibare olmasını gerektirir Birinci ibare, oğulluğun isbâtı; ikincisi, oğulluğun nefyi; üçüncüsü, isbâta dönüşdür. Usturîş-niyye'de ve İnıâdiyye'de zikredilen ancak iki ibaredir.

Aksini söylese; yânî, «Bu çocuk, bendendir!» dedikden sonra; «Ben­den değildir!» dese, sahih olmaz. Yânî nefyi sahih olmaz. Çünkü neseb sabit olmuştur. Neseb sabit olunca, artık nefy ile ortadan kalkmaz.

Da'vâh, da'vâcınm; «Ben. da'vâda mubtılım (bozguncuyum)» de­diğine veya; «Benim şâhidlerim yalancıdır!» yâhûd «Benim, onun üze­rinde alacağım bir şey yoktur!» dediğine dâir bürhân getirse, def sa­hih olur. Da'vâh. da'vâcımn: «Ben yalancı şâhid ile geldim!» dediğine dâir bürhân getirse, defi sahih olmaz. Çünkü bu sözden, hasım ile be­raber gelen şâhidlerin yalan söylemiş olmaları lâzım gelmez.

Da'vâh, beraet hüccetiyle gelse, yânî bir adam başka bir kimsede bir miktar malı olduğunu iddia etse, da'vâli da onu ikrar etse, sonra da'vâlı; «Sen, benim zimmetimi o maldan ibra ettin!» diyerek ibra hüccetini meydana çıkarsa, bunun üzerine da'vâh; «Evet ben, senin zimmetini ibra etmiştim, lâkin ben ibra vaktinde küçük çocuk idimU dese, söz dadacınındır ve hasmı üzerine hüccet lâzım gelir. Zîrâ ha­sım, ibrayı ödemeye aykırı bir hâlete isnâd eylemiştir. Hasım ibra vak­tinde da'vâcınm bulûğunu isbât ederse, da'vâcınm sözü defedilmiş olur.

Bir kimse, helak olan bir cariyenin kıymetini iddia etse, hasım da cariyenin hayâtta olduğuna dâir bürhân getirip; «Biz, o cariyeyi fü-lân şehirde sağ olarak gördük!» deseler, bu şehâdet kabul edilmez. Me­ğer ki, o cariyeyi sağ olarak getirmiş ola. Zahîre'de böyle zikredilmiş­tir.

Bir kimse, bir adam için kardeşlik iddia edip dedesinin adını zik-retmese, iddiası sahih olur. Fakat; «Amcasının oğluyum!» diye da'vâ etmesi, bunun hilafınadır. Bunda, dedesinin adını'zikretmesi şarttır. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Gizlilik ve kapalılık (hafâ) bulunan yerde çelişme, da'vânın sıh­hatini menetmez. Ulemâdan ba'zısı; «Meneder», demişlerdir. Bu asîm bir çok fürû'u (dallan ve kollan) vardır. Musannif, bunlardan ba'zısmı daha önce zikretmişti. Ba'zısını da ilerde zikredecektir. Burada, onlar-, dan birini zikredip; «Şâyed da'vâcı kendisi için vasiyyet edildiğini id­dia etse, vâris vasiyyeti inkâr edip; mûsâ leh beyyine getirse, vâris de mûsînin rücû ettiğini iddia etse, kabul edilir. Sahih olan da budur.» demiştir. Bu, öyle bir çelişmedir ki tarikında gizlilik vardır. Zîrâ olur ki; mûsî vasiyyet etmiş; vâris onu bitmemiştir. Ya da, mûsî rücû' et­miş; vâris onu bilmemiş, bundan dolayı inkârda bulunmuştur.

Ba'zısı; «Kabul edilmez.» demiştir. Çünkü, açık çelişki vardır.

Bir de, şu var ki; bir kimse, bir adamdan bir hâne kirâladıkdan sonra, diğerine karşı iddiada bulunup; «Bu ev, benim mülkümdür. Çün­kü babam, ben küçük iken benim için satın almıştı, bu ev benim mül­kümdür!» diyerek beyyine getirse, da'vâsı dinlenir. Gizlilik bulunduğu için, bu çelişme, da'vânın sıhhatine engel olmaz. Zîrâ baba küçük co cugu için ve küçük çocuğundan kendisi için,   -oğulun o'şeyden ha ben ve bilgisi yok iken-  satın almada müstakil olur. Bu  şuna ben zer ki: Kadın, kendisini muhâlaa ettikden sonra üç talâk ile boşanmış olduğuna dâir beyyine getirip   -kadının bilgisi Ve haberi yok iken onun üzerine talâkı ika' etmekde koca müstakil olduğu için her Z kadar kadın çelişkide ise de-  kadının hul' bedelini geri alması caiz olur. Bu mes'elenin Imâdiyye'de ve başka kitaplarda benzeri çoktur[3]

 

Davâ   Konusuna   Ek

 

Kefîl, asıl nâmına hasım olur. Aksi yoktur. Yâni; asîl nâmına ke­filden hasım olamaz. Çünkü kefil üzerine hüküm, asîl üzerine hüküm­dür. Asîl üzerine hüküm ise, kefil üzerine hüküm değildir. Bunun su­reti şudur: Bir adamın, diğer bir adamda bin dirhemi olup; o diğer adam için matlûbun emri ile bir kefîl olsa, tâlib kefile mülâki olma­dan asîle rastlayıp; «Benim, sende bin dirhemim vardır ve füîân se­nin emrinle kefildir.» diye beyyine getirse, o bin dirhem asîle hük­medilir. Bu, kefîl üzerine hüküm değildir. Hattâ kefile rastladıkda, ona tekrar beyyine getirmedikçe tâlib ondan bir şey alamaz. Eğer tâ­lib, önce kefile rastlayıp; «Benim, fülân gâibde bin dirhemim vardır. Sen buna onun emriyle kefilsin.» diye da'vâ edip beyyine getirse, mal hem kefîl hem gâib üzerine sabit olur ve kefîl asîl nâmına hasım olur.

İki ortağın arasında ortak bir borç olsa, lâkin miras yoluyla ol­masa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; onlardan biri, diğeri nâmına ha­sım olamaz. Aralarında mîrâs yoluyla ortak olan borç zikredilenin ak­sinedir. Biri, diğeri nâmına hasım olabilir. İmânı Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; her hâl üzere hasım olabilir. İmâm Muhammed (Rh.A.); «İmâm A'zam' (Rh.A.) m sözü kıyâsdir, Ebû Yûsuf (Rh.A.) un sözü ise istih-sândır.» demiştir, İmâm Muhammed. (Rh.A.); Ebû Yûsuf (Rh.A.) gibi, istihsân ile amel etmiştir. Keza, Müntekâ'da da böyle zikredilmiştir.

Sonra îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) in kavline göre; gâib gelir de, hâzin iddia eylediği şeyde tasdîk eylerse, muhayyerdir. Dilerse, da'-vâcının teslim aldığı şeye ortak olur. Ondan sonra, matlûbun peşine düşerler. Dilerse, matlûbun peşine düşüp payını alır. İmâdiyye'de de böyle denmiştir. [4]

 

İkrar  Bölümü

 

Musannif bu bölümü «Da-'vâ» dan sonra getirdi. Çünkü da'vâ, ik­rar ile düşer. İkrardan sonra, başka şeye muhtaç olmaz. Hattâ ikrar bulunmazsa, şehâdete muhtaç olur. Bundan dolap, «Da'yâ Bölümü» nü «İkrar Bölümü» ile ta'kîb etti.

İkrar; «karâr» dan türetilmiştir. İkrar [5], lügat yönünden, müte-zelzil olan şeyi isbâttır. Şer'an; kendisinde olan başkasının hakkını haber vermektir. Yoksa onu isbât değildir. Nitekim sebebi yakında ge­lecektir.

İkrarın şartlan, yakında sözü edileceği sırada inşâellâhu Teâlâ zikredilecektir. İkrarın hükmü; mukarr-un lehin tasdiki ve kabulü ol­maksızın ikrar edilen şeyin zuhurudur. Çünkü mukır'a ikrar ettiği şey lâzım gelir. Zîrâ ikrar, haber verilen şey üzerine delâlet edici olarak vâki olur. Zîrâ ikrarın doğru ve yalana medlulü aklî ihtimaldir. Nite­kim yerinde anlatıldı.

Bundan, yalnız doğum nesebi müstesnadır. Yâni; bir adam, nese­bi bilinmeyen bir oğlanın (gulâmm) oğulluğunu ikrar etse, ikrarı sa­hih olur. Keza, bir adam veya bir kadın, ana - babasını ve çocuğunu ikrar etse, sahih olur. Bunun benzeri de sahih olur. O da, bir adamın veya bir kadının, kocasını yâhûd efendisini ikrar etmesidir. Bu tak­dirde, ikrar sahih olur. Zikredilen kimselerin tasdik etmeleri şarttır. Bunun tahkikinin tamâmı yakında zikredilecektir. Lâkin o ikrar, muİîarr-un leh'İn red etmesiyle red olunur. Yalnız mukarr-un leh'in tas­dik etmesinden sonra red olunmaz. Çünkü bu takdirde, artık red edil­mez.

İkrarın hükmü; mukarr-un bih-'in  [6], mukarr-un leh [7]  için ibtidaen >âbit olması değildir. Çünkü Vkrâr, mukırnr. [8] mülkünü mu­karr-un leh'e nakledici değildir.

Ben derim ki: Bunun sırrı şudur; ikrar bir ihbardır, ki doğru ve yalana ihtimâli vardır. Binâenaleyh ikrânn va'z i'tibâriyle medlulü [9], kendisinden sonraya kalabilir. İnşâ. bunun aksinedir. Meselâ satış, hi­be ve bunların  benzerleri guri.  Çünkü ir*şâ, vüewuda lâfızla ber  olan bir nıa'nâyı îcâd etmektir. Şu hâlde inşâda ma'nânm lâfızdan gen kalması imkânsızdır. Musannif, ikrarın hükmü, mukarr-un bih'in zu­huru olup İbtîdâen sübûtu olmadığına, evvelâ; oMüslümanın şarâb ile ikrarı sahîhdir.a sözü ile telrf yaptı. Hattâ, mukarr-un leh'e teslim etmesi emredilir. Şâyed başlangıçta temlik olaydı, ikrar sahih olmaz­dı. İkinci olarak; «Zorla talâk ve i'tâkı ikrar sahih olmaz.u sözüyle tef­ti' yapa. Günkü yaiaam delili olan zorlama mevcûdciur. Şâyed ikrânn ' hükmü; ikrar edilen şeyin sübûtu  (inşâ olmakla)  olsaydı, sahih olur­du: Çünkü talâk ve azadın ikrarla beraber inşâsı, bize göre sahih olur. Musannif, üçüncü olarak şu sözüyle tefrf yaptı: Şâyed ikrarı ibtidâen iddia ederek; «Sen, benim için şöyle ikrar eyledin, o hâlde, o şeyi bana ver.» derse; veya «Benîm, sende şöyle hakkım vardır, çünkü ser. benim İçin onu ikrar eyledin.» demekle ikrarı sebeb yaparsa, ulemânın çoğu­na göre;  da-'vâsı dinlenmez. Çünkü ikrânn  kendisi mülkü nakledici değildir. Çünkü, sebebini biliyorsun.

Da'vâîun definde ikrar iddiası, zikredilenin aksinedir. Çünkü ule­mâ, da'vâmn defi tarafında ikrânn sahîh olup olmayacağında ihtilâf etmişlerdir Hattâ da'vâh, da'vâcmın kendi üzerinde bir hakkı olma­dığını ikrar ettiğine, yâhûd şu malın da'valinin mülkü1 olduğunu ikrar ettiğine dâir beyyine getirse; beyyinesi kabul edilir mi? diye ihtilâf etmişlerdir Ba'zısı; ıcKabûl edilmez.» demiş; Fukahânın çoğu ise; bu­rada kabu* edilmesinden yana çıkmışlardır. Fukahâ, şunun üzerinde ittifak .etmelerdir ki; da'vâcı; «Şu, mal benim mülküındürU dedikde, zi'l-yed o.ny ikrar etse veya «Benim, onda su kadar hakkım vardır!» dedikde, keza da'vâh ikrar etse, da'vâ sahih olur ve ikrar beyyinesi din­lenir. Çünkü da'vâh ikrarı vucûb için sebeb kılmamıştır. Bu zikredi­len surette da'vâh inkâr etse, ikrar etmediğine yemîn verdirilir mi? Bunda İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) ile İmâm" Mulıammed (Rh.A.) ara­sında hilaf vardır. Ba'zısı; «Yemîn verdirilir. Çünkü kaçınırsa ikrar sa­bit olur.» demiştir. Fetva, ikrar üzere yemîn verdirilin minesi üzerinedir. Ancak, mal üzere yemin verdirilir. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Dördüncü olarak şu sözüyle tefri' yapmıştır: Eğer mufeır mal ile ikrarında yalancı ise, mukarr-un leh'in malı alması helâl olmaz. Ancak mukırr'm kendi isteği ile alırsa, helâl olur. Eğer ikrarın hülanü sübût olsaydı, o malm alınması helâl olurdu.

îkrâr, kasır hüccettir. Hüccet olması şundandır: Çünkü Nebı-i Ek­rem (S.A.V.); Mâiz' (R.A.) i, kendisinin zina ettiğini ikrar etmesiyle recra etmiştir. Gâmidiyye' (R. Anhâ) yi de ikrâriyle recm etmiştir [10]

tkrâr, şübhelerle def edilen hadlerde hüccet olunca, başkasında hüccet olması evlâdır. Bunun üzerine, ümmetin icmâ'ı mün'akid ol­muştur. İkrarın kasır olması ise; mukırr'm velayeti başkasına- geçme­diği içindir. O, yalnız kendisine münhasırdır.

Beyyine, ikrarın aksinedir. Çünkü, kâdîmn hükmüyle hüccet olur. Kadının ise, umûmî velayeti vardır. Şu hâlde, hepsine geçer. İkrar, hükme muhtâc değildir. Mukırr'ın nefsi üzerine velayeti vardır. Baş­kasına yoktur. Şu hâlde, ikrar kendi nefsi üzerine münhasırdır. Hat­tâ nesebi bilinmeyen bir adam, birinin kölesi olduğunu ikrar etse, ken­di nefsi ve malı için câis olur. Çocukları ve o çocukların anaları, üze­rine tasdik edilmez. Yine, o mukırr'ın müdebberi ve mükâtebi üzere de tasdik .edilmez. Çünkü, onlar için hürriyet hakkı sâbitdir. Veya o «vîâd ve ümmehât ve müdebbere için hürriyete istihkak sabit olur. Şu hâlde onlar aleyhine ikrarı tasdik edilmez.

Hür ve mükellef, yâni âkil ve baliğ olan bir kimse veya hür mü­kellefin me'zûn kölesi, bir ma'lûm hakkı İkrar etse, sahîh olur. Yânî hür ve nıe'zûn köleden her birinin ikrarları sahîh olur. Hür insanın ikrarının sahih olması zahirdir. Me'zûn kölenin ikrarının sahîh olma­sına gelince; çünkü me'zûn köle ikrar hakkında hürlere mülhaktır, (katılır.). Çünkü efendi, o köleye izin verince, rakabesine borç tealluk etmesine razı olmuş olur. Bu durumda efendisi tarafından ikrara mu­sallat olmuştur. Sahîh olan bu ikrar mutlaktır. Yânî gerek sıhhati ve tahakkuku için müsadif olduğu şeyin i'lâmı şart kılınmayan tasarruf olsun, gerekse olmasın müsavidir. Nitekim yakında açıklaması ge­lecektir.

Mukırr'm mükellef olması şarttır. Çünkü, sabî ve mecnûnun ik­rarına hüküm tealluk etmez. Eğer hür mükellef bir mechûl adama ikrarda bulunursa, yine şahindir. Çünkü hak ba'zan mukırr'e mec-hûlen lâzım gelir. Meselâ; bir malı itlaf edip kıymetini bilmez veya ersini (diyetini) bilmediği bir yaralama yapar. Eğer bu tasarruf; gasb ve emânet gibi, sıhhati ve tahakkuku için müsadif olduğu şeyin ilâmı şart kılınmayan tasarruflardansa, sahih olur. Çünkü bilmemezlik, gas-^ bin tahakkukunu menetmez. Zîrâ bir kimse, bir adamdan kese için­de bilinmeyen bir mal gasb etse, yâhûd bir kese içinde mal emânet, etse; gasb ve emânet sahîh olup hükümleri sabit olur.

Bunun şart kılınması; zikredilenin aksinedir. Çünkü her tasarruf, ki onun sıhhati ve tahakkuku için o tasarrufun müsadif olduğu şeyin i'lâmı şart kıhmrsa, bilmemezlikle beraber onun ikrar edilmesi satış ve icâre gibi, sahîh olmaz. Zîrâ:bir kimse, fülân kimseye bir şey sattı­ğım veya itilândan bir şey kiraladığını yâhûd fülândan bir şeyle şunu satın aldığını ikrar etse, ikrarı sahih olmaz ve mukırr, ikrar eylediği şeyi teslim etmesi için zorlanmaz. Gasb ve emânet gibi bir şey ikrar eden kimsenin, mechûl olan şeyi kıymeti olan şeyle beyân etmesi lâ­zım gelir. Yânî mukırr, «Bende, fülânm bir şeyi vardır!» veya «Fülâ-nm hakkı vardır!» dese, bunu kıymeti olan bir şeyle beyân etmesi ge­rekir. Çünkü mukırr, zimmetinde vâcib olan şeyden haber vermiştir. Kıymeti olmayan şey ise, zimmetinde vâcib olmaz/ Mukırr, o şeyi kıy­meti olmayan bir şeyle beyân ederse, rücû olur. Şu hâlde, ikrar sahih olmaz.

Eğer hasmı, mukırr'm ikrarından daha çoğunu iddia edip, beyyi­ne getiremezse;  mukırr ikrar eylediği şeyde yemini ile tasdik edilir.

Yânî mukırr, meçhulü, kıymeti olan bir şeyle beyân etse de mukarr-un leh ondan daha çoğunu İddia etse, beyyine getirdiği takdirde onunla hükmolunur. Getiremezse, beraber ziyâde olmadığı iddiasında, mukırr yeminiyle tasdik edilir. Şâyed meçhulün bilinmezliği, meselâ; «Şu kö­le, insanlardan bir kimsenindir.» demekle fahiş olsa, mechûl için mu-kjrr'm ikrarı sahîh olmaz. Çünkü mechûl, müstehak olmaz. Eğer mec-hûlün bilinmezliği —meselâ mukırr, «Şu köleyi, şu kimseden veya bu kimseden gasb ettim.» demekle— fahiş olmazsa, ikrar Şems'ül-Eimme es-Serahsî' {Rh.A.) ye göre, sahîh olmaz. Çünkü mechûl için ikrardır ve o ikrar fayda vermez. Ba'zıları, «Sahîh olur.» demiştir. Esah olan kavi budur. Çünkü hakkı, müstehıfckma ulaştırmayı ifâde eder. Zira o iki mukarr-un leh, o kölenin alınması üzerinde ittifak edince; ikisi için alma hakkı vardır. İkrar eden kimseye; ('Bilinmeyeni (mec-hûlü) beyân eyle!» denilir Çünkü icmal ondan gelmektedir. Mücme­lin beyânı, mücmil üzerinedir. {Yânı, kısa sözün beyânı sahibine âid-dir.) Bu mukirr, iki kölesinin birini âzâd eden kimse gibi olur. E£er bilinmeyeni beyân etmezse, kâüî, hakkı müstehıkkma ulaştırmak için, onu Beyâna zorlar. Kâfİ'de de böyle denmiştir.

Keza hür mükellef olan kimsenin mahcur kölesi, hadd ve kısas jgibi, kendisinde töhmet olmayan şey ile ikrarda bulunsa, sahih olur.

Yâni mahcur kölenin töhmet olmayan şey ile ikrarı sahîhdir. Çünkü onun ikrarı borcun rakabesine teallukunu mucib olarak bilinir. Raka-besi ise, efendinin malıdır. Şu hâlde töhmet ve hüccetin kusuru sebe­biyle efendisi aleyhine tasdik edilmez. İzinli köle, bunun aksinedir. Çünkü me'zûn köle, efendi tarafından ikrar üzere musallat edilmiştir. Zîrâ ticârete izin, ticârete lâzım gelen şeye de izindir. O da, ticâret borcudur. Hadd ve kısas bunun aksinedir. Çünkü köle, hadd ve kisâsda hürriyetin aslı üzere bırakılmıştır. Zîrâ hadd ve kısas, insana mahsûs özelliklerdendir. Bundan dolayı, efendinin hadd ve kısas ile köle aley­hine ikrarı sahih olmaz. Mahcur köle, o ikrar ile hemen muâh'eze olu­nup azadına kadar ertelenmez.

Keza mahcûc köle, insanlığın aslına nazaran mal gibi kendisinde töhmet olan şeyi ikrar etse, hemen muaheze olunmayıp efendinin hak­kına riâyeten azadına kadar ertelenir. Ve mufcırr, «Benim üzerimde mal vardır!» dediği için, bir dirhem lâzım gelir. Yâni bir dirhemden daha azında tasdik edilmez. Çünkü âdeten, bir dirhemden daha az şey mal sayılmaz.

Mukırr'm; «Benim üzerimde büyük mal vardır!» demesinde, zekât malında olan nisâb lâzım gelir. Başka malda nisabın miktân kıymet yönünden lâzım gelir. Yâni zekât malından başkasında, mukırr, gü-müşde ikiyüz dirhemden daha azında, altında yirmi miskaîden daha azında ve devede yirmibeşden daha azında tasdik olunmaz. Yine zekât malından başkasında, kıymet yönünden nisâb miktarından daha azın­da tasdik edilmez. Çünkü nisâb, büyük maldır. Hattâ sahibi onunla aengin olur.

Mukirr'm; «Benim üzerimde büyük mallar vardır!» demesinde; nisâb adı verilen şey cinsinden, çoğulun en azma i'tibâr ile, üç zekât nisabı lâzım gelir. Çünkü Arabçada çoğulun en az miktarı üçtür. Hat­tâ mukırr, «dirhemlerden» demiş olsaydı, altıyüz dirhem lâzım ge­lirdi.

Yine znukırr'ın; «Benim üzerimde dirhemler vardır!» demesinde, çoğulun en azına i'tibâr ile üç dirhem lâzım gelir.  «Benim üzerimde birçok dirhemler vardır!» demesinde, on dirhem lâzım gelir. Yâni mu-kırr on dirhemden daha azında; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, tasdik edilmez Çünkü on, çoğul adının ulaştığı sayının en sonudur. «Benim üzerimde şöyle dirhem vardır.» dese, bir tek dirhem lâzım gelir. Çün­kü bu söz. mübhemin açıklamasıdır. Hidâye'de de böyle denmiştir.

Kâdîhân (Rh.A.) demiştir ki; eğer mukırr; «Benim üzerimde şöy­le dînâr vardır.» derse, üzerine iki dînâr lâzım gelir. Çünkü; «şöyle» ma'nâsma gelen «keza» kelimesi, sayıdan kinayedir. Sayının en azı ise, ikidir.

«Benim üzerimde şöyle şöyle dirhem vardır!» demekle, onbir dir­hem lâzım gelir. Yâni onbirden daha azında mukırr, tasdik edilmez. Çünkü «keza» lâfzı, meçhul adedden kinayedir. Mukırr ikisi arasında atf harfi olmaksızın iki mechûl adedi ikrar etmiştir. Böyle iki adedin en az mikdân, onbirdir, diye tefsir edilmiştir. Mukırr, «Benim üzerim­de şöyle ve şöyle dirhem vardır!» demekle, yirmibir dirhem lâzım ge­lir. Yâni yirmibir dirhemden daha azında tasdik olunmaz. Çünkü her iki mübhem (kapalı) adedi, ikisi arasında harf-i atıf getirerek söyle­miştir. Bunun en azı tefsir edilince, yirmibir olur. İki fasılda en azın vâcib olması, onunla yakın (kesin bilgi) hâsıl olduğu içindir. Asi olan, zimmetlerde berâettir. Eğer mukırr, «keza» lâfzını atf'sız, üç kere tek­rar edip; «Benim üzerimde şöyle şöyle şöyle dirhem vardır!» derse, onlardan biri tekrara yorumlanarak onbir dirhem lâzım gelir. Çünkü atıf'sız, üç aded bir araya getirilmez. Şu hâlde birini tekrara yorum­lamak gerekir. Ondan sonra iki adedi atıf'sız zikrettiği için ta'bîr edil­mesi mu'tâd olan adedin en azı üzerine yorumlanır. O da, onbirdir.

Eğer mukırr, üç «şöyle/kezâ» lâfzını atıf «Vâv» ı ile beraber söy­lese, yüzyirmi bir dirhem lâzım gelir. Çünkü bu söz, atıf (Vâv) 'ı ile söy­lenen üç adedin en azıdır. Mukırr, «şöyle» sözünü üç «Vâv» ile dört kere zikretse, meselâ; «Bende, şöyle ve şöyle ve şöyle ve şöyle dirhem vardır!» dese, o zikredilen adede bin dirhem eklenir. Bu takdirde, bin yüzyirmi bir dirhem lâzım gelir. Çünkü daha önceki adedin benzeri­dir.

«Bende veya tarafımda vardır.» sözü borcu ikrardır. Yânî; bir kimse; «Fülân için, benim üzerimde maldan şöyle şey vardır!» veya «Fülân için, maldan benim tarafımda şöyle vardır!» derse, borcu ik­rar olur. Çünkü; «Benim üzerimde» ma'nâsını ifâde eden «Alâ» keli­mesi îcâb ve ilzam bildirir. «Tarafımda» ma'nâsma gelen «Kibelî» ise, garanti ma'nâsmı bildirir. Kefile, kabil denilmiştir. Zîrâ malı, garan­ti eder. Eğer mukırr; «Benim üzerimde veya benim tarafımda şöyle .  mal vardır.»  sözüne vediâ'yı eklerse, tasdik edilir. Çünkü onun üzerine garanti edilen hıfzdır; mal, hıfzın mahallidir. Böyle olunca o, ma­halli zikredip hâl'i murâd etmektedir. Lâfız, mecazen bunu taşır. Şu hâlde, mukırr'm sözü mevsûlen (bitişik) sahih olur, mefsûlen (ayrı) sahih olmaz.

«FÜlân İçin benim yanımda»,  «Beraberimde!»,  «Evimde»,   «Sandı­ğımda», veya «Kesemde» şöyle şey vardır.» demesi, emâneti ikrardır. Çünkü bu sözlerin hepsi, o şeyin elinde olduğunu ikrardır. Bu, emânet olur. Çünkü ba'zan mazmun, ba'zan da emânet olur. Emânet olması, t en azıdır.

«Benim bütün malini veya bütün mâlik olduğum şey onundur!» demek hibedir, ikrar değildir. Çünkü onun malı veya mâlik olduğu her şeyin, o hâlde -başkasının olması imkânsızdır. Şu hâlde, ikrar sahih de­ğildir. Lâfız, inşâya da ihtimâllidir. Öyleyse, ona yorumlanır ve hibe olur da teslimi gerektirir. Teslim bulunursa, hibe sahih olur; bulun­mazsa, sahih olmaz.

Bir da'vâlmm; bin dirhem iddia *eden da'vâciya, yâni; «Sende, be­nim bin dirhemim vardır.1) diyen da'vâcıya; «Sen, o bin dirhemi tart.» yâhûd «Say!», «Bana, onun için mühlet ver!», «Ben, onu sana ödedim!», «Sen, ondan benim zimmetimi ibra ettin!», «Sen, onu bana tasadduk ettin!» veya «Sen, onu bana hibe ettin!» «Ben, onu sana Zeyd üzere havale ettim!» demesi ikrardır. Zâmirsiz cevâb verirse, ikrar olmaz.

Önceki dört sözün ikrar olmasına sebeb; zamir o bin dirheme râ-ci olduğu içindir ve o bin di rhem vucûb ile mevsûf dur.. Sanki «Sen tart, say, va'de ver, veya senin için benim üzerime vâcib olan bin dirhemi ben sana ödedim.» demiş gibi olur. Hattâ zamiri zikretmezse, ikrar ol­maz. Çünkü ikrarının mezkûr söze yorumlanması için delil yoktur. Beşinci sözün ikrar olması ise; îbrâ da'vâsı hüküm gibi olduğu içindir. Çünkü ibra, ıskattır. İskât ise, ancak üzerine vâcib olan malda olur.

Altıncı ve yedinci sözün ikrar olması; ondan mülk da'vâsı olduğu içindir. Mülk da'vâsı ise, ancak zimmette mal vâcib oldukdan sonra olur.

Sekizinci sözün ikrar olması; borcum bir zimmetten, diğer zimme­te tahvili vücûbsuz olmadığı içindir. Da'vâlmm; «Evet!» demesi ikrar­dır. Yânî da'vâlıya; «Benim, sende şu kadar alacağım var mıdır?» de-niîdikde, «Evet!» dese, ikrar olur. Çünkü, «Evet!» lâfzı cevâb için ko­nulmuştur ve rabıtaya ihtiyâç kalmaz.

«Benim sende alacağım var mıdır?» dedikde, «Evet!» yerine başı ile işaret etse, ikrar olmaz. Çünkü dilsizin işareti, söz yerine geçer. Dilsiz olmayanın işareti, söz yerine geçmez.

Bir kimse, deyn-i müecceli (gelecekde ödenmesi gereken borç) ik­rar ettîkde, mukarr-ım leh; «Peşindir!» dese; mukır, yemini ile tasdik edilir. Yânî bir kimse veresiye borcu ikrar etse, mukarr-un leh onu "borç hakkında tasdik edip, müddette yalanlasa; mukırr'm borcu he­men ödemesi lâzım gelir. Çünkü mukırr, kendisi üzerinde hak bulun­duğunu ikrar etmiş ve kendisi için onda hak da'vâ etmiştir. Şu hâlde ikrarda hüccetsiz tasdik edilir. Da'vâda tasdik edilmez. Nitekim elin­deki köleyi; «Bu köle fülânındır, ondan kiraladım!» diye ikrar etse, mu­karr-un leh onu mülkde tasdik eder. Kiralamada tasdik etmez.

Eğer bir kimse; «Fülân için benim üzerimde yüz vardır ve bir dir­hem vardır!» dese, onun üzerine yüzbir dirhem lâzım gelir.

«Bir kimse fülân için benim üzerimde yüz vardır ve bir giyecek vardır!» dese, onun giyecek vermesi ve yüz'ü açıklaması lâzım gelir. Yânî yüz'ü açıklaması için mukırr'a müracaat edilir. Kıyâs'a göre; «Yüz vardır ve bir dirhem vardır.» demek de böyle idi. Bu, İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin sözüdür. Çünkü bu, bir atfdır. İki fasılda da müfessir (a-çıklayıcî) olduğu hâlde mübhem üzere atf etti. Atf ise, beyân için ko­nulmamıştır. Şu hâlde her ikisinde de yüz lâfzı mübhem (kapalı) kal­mıştır.

Bizim delilimiz şudur: Bir dirhem, sözü âdeten yüzü açıklamak içindir. Çünkü insanlar dirhemleri tekrar etmeyi ağır ve usandırıcı bulup, dirhemi bir kere söylemekle yetinirler. Bu, ağır bulup hoşlanma­mak (istiskal) kullanılışı çok olan şeylerdedir. Kullanılış, sebebin çok­luğu ile vücûbun çokluğu katımdadır. Bu çok kullanma, mekilât ve mevzûnât (ölçülen ve tartılan şeyler) gibi mukadderattadır. Çünkü mekîlât ve mevzûnât, selem, karz ve semen olmakla zimmette borç ola­rak sabit olur. Giyecekler, mekîlât ve mevzûnâttan olmayan şeyler^ zik­redilenin aksinedir. Bunların zimmette vucûbu çokça olmaz. Çünkü giyecekler zimmette sabit olmaz, ancak selemde ve nikâhda sabit olur. Bu ise, çok vâki' olmaz. Böyle olunca, hakikat üzere kalmıştır.

«İki elbise» demesi de, böyledir. Yânî mukırr, O'nun;  «Bende yüz ve iki elbisesi vardır.» dese, iki elbise lâzım gelir. Yüz'ü de açıklar. Ço­ğulda, hepsi elbise olur. Yâni, mukırr, mukarr-un leh için; «Onun'ben-de yüz ve üç giyeceği vardır.» dese, bunların hepsi de giyecekdir. Çün­kü mukırr, iki mübhem adedi yânî yüz'ü ve üçü zikretmiş ve açıkla­masını ardından getirmiştir. Böyle olunca, giyecek ikisine teşmil edi­lir. Çünkü iki mübhem adedden her ikisi de açıklanmaya muhtâc ol-makda eşit olmuşlardır. «Giyecek» lâfzı, yüz için mümeyyiz olamaz, denilemez. Çünkü yüz, üçle beraber zikredilince, ikisi de bir aded gi­bi olur.

Yine, bir kimse; «Fülânın, bende yarım dirhemi ve bir dînârr °i yeceği, şu kölenin yansı ve şu câriye vardır.1-, dese, hepsinin yansmi vermesi lâzım gelir.  Çünkü sözün hepsi,  muayyen  olmayan bir şeve veya muayyene vâki'  olmuş:.ur.  Şu  hâkle  yarım, hepsine sarf  eâ:i;r Sanki, cBende, şunun yarısı ve şunun yarısı vardır!-) demiş olur

Mukirr. on dirhem ve bir dâmk [11] veya bir kırâfi [12] ikrar et­se, ikrarı gümüşden olur. Çünkü birinci açıklama ile yetinmek insan­lar arasında yaygındır. Allah Teâlâ  (C.C.) :

«Onlar mağaralarında ücyüs yıl kaJdılar, Dokuz da katlılar.» [13] buyurmuştur. Yâni, dokuz yıl kattılar, demektir.

* Mukırr, bir kavsara [14] içinde hurmayı ikrarda bulunsa, ikisini de vermesi lâzım gelir. Yâni hurma ve sepeti vermesi lâzım gelir. Meb-sût'ta bu ibareyi:

«Sepet içinde hurmayı gasbettim!» Sözü ile açıklamıştır. Hurma ile sepeti vermesi lâzım gelmesinin vechi şudur: Sepet, 'hurma için kap ve zarıdır. Kap içindeki bir şeyi kapsıs gasbetmek tahakkuk ede­mez. Şu hâlde,; ikisini de ikrar etmiş olması lâzım gelir.

Keza, gemideki yiyeceği ve çuvalîardaki buğdayı ikrarda bulun­ması da, böyledir. (İkisi de lâzım, gelir.) Fakat, «Sepetten gasb eyle­dim!» diye ikrar ederse bunun hilaf madır; sepet lâzım gelmez. Çünkü, «min/den»,   lâfzı  ayırmak içindir.  Şu hâlde, ayrılmış olan  şeyi gasb ettiğini ikrar etmiş olur.

Mukırr. ahırda bir hayvanı gasb ettiğini ikrar etse, ahırsız sâdece lıayvanı vermesi lâzım gelir. Ç'inkü Şeyhayn'a [15] göre; menkûl ol­mayan şey gasb sebebiyle ödeiiUnez. imâm Muhamnıed- (Ru.A.) ayrı görüştedir. Keza. evdeki yiyecek de, hayvan, ile ahır gibidir. Yâni, yal­nız yiyecek lâzım gelir. Ev lâzım gelmez.

Bu cins meselelerde asi olan şudur: Zarım (kabın), hakîkaten zarf sayılması mümkün olursa bakılır; zarfın nakli mümkün ise; zarf ve mazruf ikisi de lâzım gelir. Nakli mümkün değil ise, İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, yalnız mazruf lâzım gelir. Çünkü ödemeyi gerektiren gasb, menkûlden başkasında gerçekleşmez. Eğer zarf nakledilmez, diye iddia ederse, tasdik olunma;;. Çünkü o tam olan bir gasbı ikrar etmiştir. Zira ikrar mutlaktır. Kemâle sarf olunur. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre ise; gayr-l menkûl olsa da her ikisi lâzım gelir. Çünkü gayr-i menkûlün gasbı tasavvur olunabilir. Eğer hakikaten şart' sayılması mümkün cleğü ise. ancak birincisi, yâni maz­ruf lâzım gelir. "Dirhem içinde dlrhem.o sözü gibi. ikincisi lâzım gel­mez. Çünkü dirhem, dirheme hakikaten zarf olamaz.

Mukırr, mukarr-un leh'e bîr yüzük ikrar etse, yüzüğün halkasını ve taşını vermesi lâzım gelir. Çünkü yüzük, halkaya ve taşa şâmil olan bir isimdir.

Eğer mukirr, kılıç ikrar etse. onun demiri, kını ve kayışı hepsi îâ-zım gelir. Çünkü kılıç adı mutlakdır, hepsine verilir. «Nasl», kılıcın de­miridir. «Cefn», kılıcın kınıdır. «Hamail», (Kâ) nm kesriyle «Himâle» nin çoğuludur ve kılıcın kınının kayışıdır.

Eğer mukırr, mukarr-un leh/e bîr gerdek evi ikrar ederse, o evin ağaçları ve örtüsü beraberce lazım gelir. «Hacele», gerdek evine veya odasına derler. «Idân», onun ağaçlarıdır. Çünkü.gerdek evi örfen giye­ceklerle, sedir ve perdelerle süslenmiş bir evdir. Hacele (gerdek odası) adı, örfen hepsine verildiği için hepsi lâzım gelir.

Eğer mukırr, giyecek içinde bir giyecek yâhûd mendil içinde bir giyecek ikrar etse, ikisini de vermesi lâzım gelir. Çünkü ikincisi, birin­cisinin hakîkaten zarfıdır. Ve nakli dahî mümkündür. Nitekim daha Önce geçti.

Mukırr, mukarr-urı leh'e on giyecekde bir giyecek ikrar etse, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; bir giyecek lâzım gelir. İmâm Muhanımed (Rh.A.); «Mukırrın onbir giyecek vermesi lâzım gelir.» demiştir. Çün­kü değerli olan giyecek ba'zan on giyeceğin içine sarılır. Böylece onun zarf yapılması mümkündür ve çuvallardaki buğdayı ikrar etmek gibi olur. Ebû Yûsuf (Rh-.A.j un sözüne güre; —ki Önceleri İmâm A'zam' (Rh.A.) m sözü de budur— on, bir için âdeten zarf olmaz, âdeten mümteni' olan ise. hakîkaten mümteni' gibidir.

Mukırr, mukarr-un lehe çarpmak niyyeti ile «Beşe beş» diye ikrar etse, beş lâzım gelir. Çünkü çarpmanın eseri, cüzleri çoğaltmakdadır. Malı çoğaltmakda değildir. Eğer beş ile beşi niyyet ederse, on lâzım ge­lir. Yânı ben, beşle beraber (maa) beşi niyyet ettim, derse on lâzım gelir. Çünkü lâfız, bunu taşır. Allah Teâlâ (C.C.) :

«Haydi gir kullarımın içine...» [16] buyurmuştur, ki buradaki; «fî/içine» sözcüğü «maa/berâber» ina'nâsına alınıp; «Kullarımla bera­ber gir.» demektir, denildi. Lâfız, velev mecazen olsun ona muhtemel olunca, niyyet ettiği takdirde sahîh olur. Özellikle kendisine teşdîd bulunduğu yerde sahih olur. Nitekim yerinde anlatılmıştır.

Eğer mukırr; «Benim üzerimde bir dirhemden on dirheme kadar vardır!» veya «Bir dirhemle on dirhemin arası vardır.» diye ikrar eder­se. İmâm A'zam (Rh.A.) a göre; dokuz dirhem, lâzım gelir. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «On lâzım gelir.» demişlerdir. İmâm Züfer (Rh.A.); «Sekiz lâzım gelir.» demiştir, ki kıyâs olan da budur. Çünkü mukırr, birinci ve sonuncu dirhemi —ki onuncudur— sınır yapmıştır. Sınır ise, sınırlananda dâhil olmaz.

İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) in delili şudur: Gayenin mevcûd olma­sı vâcib olur. Çünkü ma'dûmun mevcûd için (yâni yok olanın var olan için) sınır olması caiz olmaz. Ve sınırın varlığı sınırın vucûbiyledir. Şu hâlde, iki sınır dâhildir.

İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili ise şudur: Gaye mugayyâda dâhil olmaz. Çünkü had mahduda zıt ve aykırı olur. Lâkin burada mutlaka birincinin dâhil edilmesi gerekir. Çünkü ikinci ve üçüncü dirhem, birincisi olmaksızın gerçekleşmez. Şu hâlde birinci gaye biz'zarûre dâhil olur. İkincide zaruret yoktur.

Mukırr; «Evimden, şu duvarla şu duvar arası.» diye mukarr-un leh'e ikrar etse, iki duvarın arası lâzım gelir. Nitekim zikredildi ki, ga­ye mugayyâda dâhil olmaz."

Mukirr, bir cariyenin hamlini (karnındaki dölünü) veya koyunun hamlini bir adama ikrar etse, ikrarı sahîh olur, vermesi lâzım gelir. Çünkü hamli ikrarın bir sahîh vechi vardır, ki şudur: Bir adam, birine o hamli vasiyyet eyler de, vasiyyet eden ölürse, bu takdirde vasiyyet edilen kimse için vârisi ikrar eder. Dölü ikrar mutlak surette sahilidir. Yânı gerek elverişli bir sebeb beyân etsin, gerekse etmesin müsavidir. Hamli ikrar etmek sahîh olduğu gibi, mukırr'm hami için mal ik­rar etmesi de sahih olur. Lâkin mutlak değil, belki mîrâs ve vasiyyet gibi elverişli bir sebeb beyân eder, meselâ, hamlin babası ölüp ona vâ­ris oldu veya îülân kimse malını hami için vasiyyet etti, derse; İkrar şahindir. Çünkü mukırr, elverişli sebeb belirtmiştir. Biz, onu muâye-neten   < gözle)   görsek,  onunla hükmedebiliriz. Keza mukırr'm ikrarı ile hami sabit olsa, ondan sonra elverişli sebeb bulunsa, onunla hük­mederiz. Şu hâlde ikrar edilen hamlin, ikrar sırasında bulunması ge­rekir veya bulunması muhtemel olmalıdır. Bu ihtimâl de; cariyenin kocası varsa; murisin veya mûsînin Ölümünden sonra altı aydan az zamanda doğurmasiyle;  iddet beklemekteyse,  ayrılma vaktinden i'ti-bâren iki yıldan daha az zamanda doğurması iledir. Eğer birinci su­rette; câriye altı aydan daha az zamanda canlı çocuk doğurursa veya ikinci surette; iki yıldan daha az zamanda canlı çocuk doğurursa, ik­rar edilen şey mukarr-un leh'indir. Çünkü muris veya mûsî öldüğü zaman çocuk karında mevcûd idi.

Ya da, câriye ölü çocuk doğursa, o mal mûsînin veya murisin vâ­rislerine geri verilir. Çünkü bu ikrar, gerçekde muris ile mûsînin vâ­risleri içindir, ikrar edilen mal cenine (karındaki döle) ancak doğumun­dan sonra-intikâl eder. Halbuki, intikâl etmemiştir. Şu hâlde mal, vâ­rislerinin olur.

Yâhûd; gebe kadın iki diri çocuk doğursa, ikrar edilen şey iki ço­cuğun olur. Yâni ikisi de erkek veya ikisi de dişi olursa, yarısı birinin, yarısı da diğerinin olur.Biri erkek, biri dişi olursa, vasiyyette zikredi­len gibi iki yarım hisse olur. Mîrâsda ise; erkeğe iki kadın hissesi ve­rilir.

Eğer mukırr, satış, ikraz ve hîbe gibi sebeb olmaya elvermeyen bîr şey ile beyân eder ve meselâ. Kadının karnındaki döl. 'Bana sattı!  veya «Bana ödünç verdi!» yâhüd «Bana hibe ettiU derse veya ikrarı kapalı yapıp sebeb beyân etmez de; uBende, fiilân kadının hamli için şöyle şey vardır!» derse, ikrarı geçersiz olur. Birincinin geçersiz oima-sı; imkânı olmayan bir şeyi beyân ettiği içindir. Çünkü, ana karnın­daki dölün satması ve borç vermesi hakîkaten tasavvur edilemez. Bu açık ve besbellidir. Hükmen dahî tasavvur edilemez. Çünkü mukırr, hami üzerine velî olamaz.

İkincinin, yânı mübhem ikrarın geçersiz olması; mutlak ikrar, ticâret sebebiyle olan ikrara yorumlandığı içindir. Bundan dolayı me'-zûn kölenin ikrarı, şirket-i müfâvaza'da iki mütefâvızdan birinin ik­rarı ticâret sebebiyle ikrar üzere yorumlanır. Bu takdirde, ikrarı tasrîh etmiş gibi olur.

Muİur, bîr meelisde iki adamı bin akça İkrarı üzere şâhid kilsa ve diğer bir meclisde başka iki adamı bin akça üzere şâlıîd kılsa, ikibin akça. vermesi lâzım gelir. Yânı mukırr, şâhidlerin yanında iki veya bir kaç kere senet gezdirip, o vesikada bin akça olduğunu ikrar etse, mukırra vâcib olan, ittifakla yalnız bin akçadır. Çünkü senedde sa­bit olan malı ta'rîf ettiği için, ikinci ikrar, birincinin aynıdır. Eğer senette kayd olunmayip. belki İki şahidin huzurunda bin akça ikrar eder; sonra başka meclisde iki şahidin huzurunda sebebi beyân etmek­sizin bin akça ikrar ederse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; ikibin akça vermesi lâzım gelir.

Bir rivayette; son iki şahidin önceki iki şâhid olmaması şarttır.

Diğer bir rivayette; şâhidlerin birinci şâhidlere zıt olmamaları şarttır.

Bu, ikibin akçanın lâzım gelmesi; ikinci, birinciden başka olduğuna göredir. Nitekim her bin için, bir senet yazılıp, her senette iki şahi­din şâhidlik etmeleri böyledir.

İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, o kimsenin ancak bin akça ver­mesi lâzım gelir. Çünkü ikrarın tekrar edilmesi, şâhidleri artırmakla hakkı te'kîd etmek için olduğuna örf delâlet etmektedir. Eğer mec­lis bir olursa; Kerhî' (Rh.A.) nin tahrîcine göre, ittifakla, verilmesi lâzım gelen bin akçadır. Çünkü birbirinden ayrı kelimeler toplayıp, bir söz hükmüne getirmekde meclisin te'sîri vardır.

İkrarın yazılmasını emretmek ikrardır. Yânî mukırr, senet yazana, «Fülânın, bende bin akçası olduğunu ikrar ettiğimi yaz!» diye emret-se, bu emir ikrar olur. Ve senet yazan kimsenin, âmirin başkasına âid mal ikrar ettiğine şehâdet etmesi helâl olur. Keza: «Şu hanenin satıldığım yaz!» dese, senet kâtibi yazsın, yazmasın, bu emir de satış ik­rarı olur. Senet kâtibine; «Benim karımın talâkını yaz!» diye emret-se kâtib yazsın yazmasın, karısı boşanmış olur. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Bu sözler, hükmen ikrardır. Musannifin «Hükmen» demesine se­beb; çünkü. emir. inşâdır. İkrar ise, ihbardır. İnşâ ile ikrar hakîkatta bir değildirler. Belki denmek istenen şudur: İkrârm yazılmasını em­retmek hâsıl olunca, ikrar da hâsıl olur.

Vârislerden biri, ölünün borcunu ikrar etse; ulemâdan ba'zısma göre; borcun hepsini onun vermesi lâzım gelir. Ba'zıîarı da; «Payına düşen kadarını vermesi lâzım gelir.» demişlerdir. Yânî bir adam, Ölen

bir kimsenin kendisine borcu olduğunu iddia etse; vârislerden ba'zısı da o borcu ikrar etse, bizim ulemâmızın sözüne göre, borcun hepsi mu-kırr'm payından alınır. Fakîh Ebû'1-Leys (Rh.A.); «Kıyâs da budur.» demiştir. Lâkin benim ihtiyarıma (tercihime) göre; o mukırrdan borç-dan payına düşen kadan alınır. Şa'bî'nin, Basrî'nin, İbn Ebî Leylâ'nın, Süfyân Sevri'nin ve onlara tâbi olan diğerlerinin kavileri de budur. (Al­lah hepsine rahmet eylesin). Bu görüş, zarardan en uzak olandır.

Şems'ül-Eimme el-Hulvânî (Rh.A.) dahî, Fakîh Ebû'1-Leys' (Rh. A.) in dediği gibi zikredip şöyle demiştir: Bizim ulemâmız, bu konuda bir şey ziyâde ettiler (eklediler). O ziyâde, diğer kitaplarda şart kılın­mamıştır. O da, kadının onun üzerine ikrân ile hüküm vermesidir. Çünkü sâdece ikrar etmesiyle borcun onun payından 'ödenmesi helâl olmaz. Belki kadının hükmüyle helâl olur. Bu mes'ele Ziyâdât'da müel­lifinin zikrettiği mes'ele ile zahir olur.

Mes'ele şudur: Vârislerden biri borç ikrar edince, ondan sonra, o borcu ikrar eden vâris ile bir adam, «Ölenin borcu vardır!» diye şe­hâdet etseler, o şehâdet kabul edilir ve bu mukırr'm şehâdeti dinlenir. Vârislerden birinin yalnız ikrân ile bütün borç kendi payından helâl olsa, şehâdetinin kabul edilmemesi lâzım gelirdi. Çünkü burada öde­me mecburiyeti vardır. Ziyâdât sahibi demiştir ki: Bu ziyâdeyi belle­mek gerekir. Çünkü bunda büyük fayda vardır. Fetâvâ-yı İmâdiyye'de de böyle denmiştir. [17]

 

İkrarda  İstisna Ve İstisna  Ma'nâsîna Gelen Lâfız  Babı

 

Mukırr, ikrar eylediği şeyin ba'zısmı, İkrarına bitişik olduğu hâl­de istisna etse, geri kalanı ona lâzım gelir. Yânı mukırr, mukarr-un leh'e; «Benim, ona on dirhem vereceğim vardır, ancak bir dirhem müs­tesna!» derse, dokuz dirhem vermesi lâzım gelir. Çünkü Usûl-i Fıkıh'da tekarrür etmiş (yerleşmiş) ti.r ki; mukırr, bu sözle istisnadan sonra geri kalanı söylemiş olur. Sanki başlangıçta; «Benim, ona dokuz dir­hem vereceğim vardır!» demiş gibidir. Bütün Ulemâya göre; bitişik zikretmesinin şart kılınması, onun değiştirici  olmasından dolayıdır.

îbn  Abbâs'   (R.A.)   dan, istisnada ertelemenin  caiz   olduğu  nakl edilmiştir. Eğer ikrar eylediği şeyin hepsini istisna ederse, lâfzın aynı ile olduğu takdirde, hepsi lâzım gelir. Meselâ; «Benim, gılmanım [18] âzâd olsun, ancak benim gılmanım müstesna!» demek gibi.

Biliyorsun ki; istisna, kalanı soylemekdir. Halbuki hepsini söyle-dikden sonra geriye bir şey kalmaz. Bu, ikrardan geri dönmek olur. İk­rardan sonra geri dönmek ise. gerek bitişik, gerekse ayrılmış olsun, bâtıldır. Hepsini istisna edince, hepsi lâzım gelip istisna bâtıl olur.

Şu şey bunun hilafınadır ki, şâyed istisna kendi lâfzı ile yapılmaz­sa, meselâ; «Benim kölelerim âzâd olsun, ancak fülân, fülân ve fülân müstesna!» deyip, onlardan başka kölesi olmazsa, hepsinin âzâd ol­ması gerekmez. Çünkü istisna, ilk sözle yapılmazsa, sözü müstesnadan sonra geri kalanını konuşmak sayabiliriz. Çünkü bütününü müstes­na saymak, mülkü kalmaması zaruretinden ileri geliyordu. Yoksa lâf­za râci' bir şejrden dolayı değildi. Şu hâlde lâfzın zâtına bakarak müs­tesnayı sözün baştarafının kapsadığı şeyin bir cüz'ü yapmak müm­kün olur. İmkânsızlık hâricdendir. Fakat -birinci lâîzm aynısını söy­lemek zikredilenin aksinedir ki, o zaman müstesnayı istisnadan son­ra geri kalanı söylemek sayamayız.

Keza mukırr, «Benim, kölelerim âzâd olsun, ancak şunlar müs­tesna!» derse, lâf zan mugâyeret (zıdlık) bulunduğu için zikredilen gi­bi ikrar sabin olur. Mukırr, veznîyi veya keylîyi dirhemlerden istisna etse, kıymet yönünden sahih olur. Yâni mukırr, onun; «Bende yüz dir­hemi vardır, ancak bir altın müstesna!» veya «Bende, onun yüz dirhe­mi vardır, ancak bir ölçek buğday müstesna!» derse, İmâm A'zam (R. A.) ve İmâm Ebû Yûsuf' (Rh.A.) a göre, sahih olur. Yüz dirhem lâzım gelir, ancak bir altının kıymeti lâzım gelmez. Veya bir ölçek buğda­yın kıymeti lâzım gelmez. Kıyâsa göre. bu istisna sahih olmamalıydı. Nitekim İmâm Muhammed (Rh.A.) ve İmâm Züfer3 (Rh.A.) in sözleri budur. Çünkü istisna, sözün başının kapsadığı şeyin bir kısmını çı-karmakdır. Şu ma'nâya ki, eğer istisna edilmeseydi, sözün başına dâ­hil olurdu. Bu ihrâc, cinsin hilâfında tasavvur edilemez. Lâkin İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) istihsânen bunu sahih ka­bul etmişlerdir. Çünkü mukadderat (takdir edilen şeyler) sûreten çe­şitli ve ayrı cinsler olsa da; ma'nen bir tek cinsdir. Çünkü, cinsler zimmette semen olarak sabittirler. Altının böyle olduğu-zahirdir. Ke­za altından başkası da öyledir.Çünkü keylî ve vezni, aynlan ile me-bî1, vasıflan ile semendir. Hattâ keylî ve vezni olarak ta'yîn edilse-ler, akd ikisinin de aynlanna tealluk eder. Eğer keylî ve veznî olarak ^nitelenip ta'yîn ediîmeseler, onlann hükmü, altınların hükmü gibi olur. Bundan dolayı ikisinde de eskilik ve yenilik eşit durumda olur. Ma'nen ikisi de bir tek cins gibi, zimmette sübût hükmünde olurlar. Şu hâlde istisna, geri kalanı ma'nen konuşmak ve söylemektir, yoksa sûreten değildir Şâyed mukırr, dirhemlerden veznî ve keylîden başka­sını istisna etse, bize göre, sahih olmaz. İmâm Şafiî (Rh.A.), ayn gö­rüştedir. Şâüî' (Rh.A.) nin delili şudur: Keylî ve veznîden başkası ma­liyet bakımından cinsde birleşirler. Bizim delilimiz ise şudur: Maliyet bakımından birleşmiş olmak, cinsen birleşmeyi ifâde etmez. Belki mut­laka semeniyet vasfı lâzımdır. Velev ki ma'nen olsun. Nitekim sen bu­nu gördün.

Şâyed mukırr, ikrarına «İnşâellâhu Teâlâ» sözünü eklese, İkrarı İbtâl eder. Çünkü Allah Teâlâ' (C.C.) nın dilemesine (meşîetine) bağ­lamak, İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, ibtâldir. Bu durumda ilcrâr, hüküm rriün'akid olmazdan önce bâtıl olur. İmâm Ebû Yûsuf (RhA.) a göre; tevakkuf etmediği şarta bağlamaktır. Öyle ise bu,asüdan sözü yok etmekdir.

Bir kimse, muhayyerlik şartiyle ikrar edip, meselâ; «Üç gün mu­hayyer kalmam şartiyle, fülânın bende bin dirhemi vardır!» dese, ikrar sahih olduğu için malı vermesi lâzım gelir. Çünkü ilzam edici olan sîga mevcûddur.

Mukırr'm muhayyerlik şartı bâtıl olur. Çünkü ikrar, ihbardır ve ihbarda muhayyerliğin te'sîri yoktur. Çünkü ikrar doğru ise, ihbar et­mese bile, onunla amel vâcib olur. İkrar yalan ise, o malın geri veril­mesi vâcib olur. Onu ihtiyar etmesi ve etmemesiyle ikrar değişmez. Muhayyerliğin şart kılınmasının te'sîri, ancak akdlerdedir. Tâ ki mu­hayyer olan kimse, akdi fesh etmesi ile onu yürütüp devam ettirmesi arasında serbest olsun.

Bir kimse, bîr hâne ikrar edip binasını istisna etse; meselâ, «Şu hâne fülân kimsenindir, ancak binası müstesna!» derse, yer ve bina mukarr-un Ieh'in olurlar. Onun istisnası sahih olmaz. Çünkü hâne ismi, maksûd olarak binaya şâmil değildir. Çünkü hâne, üzerine duvar çevrilen arsanın adıdır. Bina, ona tebaan dâhil olur. Lâfzen dâhil ol­maz. Bundan dolayı müşteri teslim almazdan önce, binaya müstehık ortaya çıksa, bina karşılığında semenden bir şey düşmez. Belki müş­teri muhayyer kılınır ve istisna ancak sözün nassan kapsadığı şeyden olur. Çünkü istisna lâfzî tasarrufdur.

Ben derim ki, bunun zahirine şöyle bir soru (i'tirâz) yöneltilebilir:

«Binanın, haneden cüz olması hiç kimseye gizli kalan bir şey değildir. Bundan dolayıdır ki, binayı itlaf eden kimse zararı öder. Binâenaleyh bu istisna, on sayısından biri istisna etmek gibi olur. Öyle ise, bina­nın istisna edilmesinin sahîh olmamasının vechi nedir?» Biz deriz ki; bunun vechini bilmenin tahkiki, İlm-i Kelâm ve îlm-i Usûl'de anlatı­lan bir mukaddimeye dayanır. O da şudur: Rükn, iki kısımdır. Birisi, aslîdir. Aslî rükn, ismin medlulünde dâhil olan şeydir. Öyle ki, bu şey ortadan kalksa, geri kalanına o ismi vermek sahîh olmaz. Meselâ, on sa­yısından bir, ve hayvana nazaran baş böyledir.    .

İkincisi; zâiddir. Bu zâid rükün de, ismin medlulünde dâhildir, lâkin ortadan kaldırılırsa, geri kalana o isim verilebilir. Zeyd'in eli ve ayağı gibi. Hattâ bir kimse; «-Bu köle Zeyd'indir, ancak eli ve ayağı müstesna!» derse, istisna caiz olmaz. Bu tahkik ile, İlm-i Kelâm ule­mâsının; «İkrar, îmânda zâid rükündür.» sözlerine yapılan i'tirâzın defi anlaşılmış olur. İ'tirâz şöyledir: Rükniyyet, dâhil olmayı; ziyâde ise, çıkmayı gerektirir. Şu hâlde, girme ve çıkma (duhûl ve hurûc) nasıl bir araya gelebilir?

Bu i'tirâz şöyle savulur: Girme (duhûl), lâfzın zahiren şümulüne bakarakdır. Çıkma (hurûc) ise, hakîkaten tebaiyete bakarakdır. Şu hâlde, çelişme yoktur. Yüzüğün taşı, hurma bahçesinin ağaçları ve cariyenin halkası, lâfzın tebaan kapsadığı şeylerden olmaları hususun­da, hanenin binası gibidirler. [Meselâ bir kimse, bir yüzük ikrar edip taşım istisna etse ve yine bir bahçe ikrar edip hurmasını istisna etse, ve yine bir câriye ikrar edip halkasını istisna etse, hanenin binası gi­bi olur. Hattâ onların istisna edilmeleri, zikredilen hâne gibi sahîh ol­maz.] Fakat şu şey onun aksinedir ki; mukırr, haneyi ikrar edip; «An­cak üçtebiri müstesna!» yâhûd «O haneden, bir ev müstesna!» derse, istisna sahîh olur. Çünkü üçtebir veya ev, hâne lâfzında dâhildir. Böyle olursa istisna sahîh olur.

Mukırr'm; «Hanenin binası benim, yeri fülânındır!» demesi de, böyledir. Yâni böyle derse, ikrarı sahîh olup yer ve bina fülânın olur. Zîrâ yerini ikrar etmesi tebaan binayı ikrar etmekdir. Haneyi ikrar gibi. «Binası benimdir!» dedîkden sonra; «Arsası da fülânındır!» der­se, mukırr'm dediği gibi olur. Çünkü arsa, binadan ve ağaçdan hâli olan yer parçasından ibarettir. Sanki o, «Şu yerin beyazı (yânî çıplak hâli) binasız fülânındır!» demiş gibidir.

Ta'yîn ettiği fakat, teslim aldığını inkârda bulunduğu bir köle­nin semeninden bin. dirhemi ikrar etmek şahindir. Yânî mukırr; «On­dan satın aldığım fakat, tesellüm etmediğim-kölenin semeninden ben­de bin dirhemi vardır.» derse; eğer muayyen bir köle zikretti ise, mu­karr-un leh'e; «Dilersen köleyi teslim et ve bin dirhemi mukırr'dan al; aksi takdirde köleyi teslim etmezsen, senin için bir şey yoktur!» de­nilir. İmdi mukarr-un leh köleyi teslim ederse; mukırr'm, bin dirhemi vermesi lâzım gelir. Teslim etmezse, lâzım gelmez. Bu mes'ele bir kaç vech (şekil) üzeredir:

Birinci vech budur; ki o da, mukarr-un Ieh'in, mukırr'ı tasdik edip köleyi teslim etmesidir. Bunun cevâbı, bizim zikrettiğimizdir. O da, bin dirhemin vâcib olmasıdır. Çünkü ikisinin, birbirlerini tasdik etmeleri ile sabit olan, iyânen (görmekle) sabit olan gibidir.

İkinci vech; mukarr-un Ieh'in; «Köle, senin kölendir, onu ben, sa­na satmadım. Benim, sana sattığım bundan başka bir köledir.» deme-sidir. Bu vechde mal, mukırr'a lâzım gelir. Çünkü, kendisi için köle selâmette kaldığı an, üzerine malın vâcib olduğunu ikrar etmiştir, köle, zi'1-yed'in mülküdür diye ikrarda bulunduğu an selâmette kalmıştır. Şu hâlde, mukırr'a mal lâzım gelir. Sebebler, aynları için değil, hükümleri için matlûbdur. Binâenaleyh asıl malın vâcib olduğuna it--, tifâk ettikden sonra sebebde birbirlerini yalanlamalarına i'tibâr yok­tur.

Üçüncü vech; mukarr-un leh'İn, «Köle, benim kölenıdir, ben sana onu satmadım!)) demesidtr. Bunun hükmü; mukırr'a bir şey lâzım gel-nıemesidir. Çünkü mukırr; ona malı ancak, köleyi teslim ettiği takdir­de ikrar etmiştir. O ise, teslim etmemiştir.

Dördüncü vech; mukarr-un leh'in, «Köle, benim kölemdir. Ben, onu satmadım. Sana, ancak başka köle sattım!» demesidir. Bunun hükmü; ikisinin de yemîn etmeleridir. Çünkü her biri, hem da'vâcı, hem de münkirdir. Zîrâ mukırr, ta'yîn ettiği kölenin teslimini iddia; diğeri in­kâr etmektedir. Mukarr-un leh, o köleden başkasını satmış olmakla mu-kır'dan bin dirhem iddia etmekte, mukır ise, bunu inkâr etmektedir. Şâyed ikisi de yemîn ederlerse, her birinin arkadaşından da'vâsı orta­dan kalkar ve mukırr üzerine bir şeyle hükmedilmez. Köle hangisinin elinde ise, onda kalır. Bu hüküm, köle muayyen olduğuna göredir. Mu­ayyen olmazsa, mukırr'a bin dirhem lâzım gelir ve inkârı hükümsüz kalır. Yânî köleyi teslim almadım; dediğinde İmâm A'zanı' (Rh.A.) a göre, gerek istisnayı bitiştirsin, gerekse ayırsın, mukirr, tasdik edilmez. Çünkü bu, ikrarından geri dönmektir. İkrardan dönmek ise, bâtıldır.

Muayyen olmayan mala misâl; şarâbın veya domuzun semeninden, demeğidir. Yânî mukırr, «Şarâb veya domuzun semeninden fülâna bin dirhem borcum vardır!» derse, gerek bitiştirsin (vasi etsin), gerekse ayırsın (fasl etsin) ona bin dirhem vermesi lâzım gelir. Çünkü bunda, ikrar ettikden sonra geri dönmek vardır. îmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «Eğer mukırr istisnayı bitiştirirse tasdik edilir, ayırırsa tasdik edilmez. Çünkü istisna, beyân-ı tağyir (değiştirici açıklama) dir. Şu hâlde, bi­tişik olarak sahîh olur, ayrı olarak sahih olmaz. Şart ile istisna gibi.» demişlerdir.

Mukırr, «Bende bir malın semeninden veya ödünçden fülâna bin dirhem vardır, o bin dirhem kaipdır veya bakır akçadır yâhûd kapla­madır veya kurşundur.» derse, iyisini vermesi lâzım gelir. Yânı mukırr, «Fülânın bende meta semeninden bin dirhem alacağı vardır!» veya; aBana bin dirhem ödünç verdi!» dedikden sonra; «O bin dirhem kaip­dır veya bakır akçadır yâhûd kaplamadır, veya kurşundur.» der yâhûd «Ancak o bin dirhem kalpdırî» derse, veya «Fülânm bende meta' se­meninden bin dirhem kalp akçası vardır!» der de, mukarr-un leh; «Ha­kîkidir!» derse, İmâm A'zanV (Rh.A.) a göre; gerek bitişik, gerekse ay­rı söylesin, daha önce geçer, sebebden dolayı İyiyi vermesi lâzım gelir.

İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «Eğer mukırr, bitişik söyledi ise; tasdik edilir; aksi hâlde tasdik edilmez.» demişlerdir. Bunun sebebi dahî yu­karda geçti.

Eğer mukırr, «Fülânm bende, gasbdan veya emânetten bin dirhe­mi vardır, ancak o kalp akçadır veya bakır akçadır yâhûd kaplama ve­ya kurşundur!» diye şu zikredilen dört şeyin birini iddia etse; mukırr, gerek bitiştirsin, gerekse ayırsın, tasdik edilir. Çünkü gasb ve emânet için kalp akça değil de, iyilere tahsis hakkı yoktur. Çünkü gâsıb buldu­ğunu gasb eder. Emânet koyan ise korunmaya muhtâc olan şeyi emâ­net eder. Şu hâlde, mukırr'ın, «Kaipdır!» demesi sözünün evvelini de­ğiştirmez. Belki, çeşidini açıklamak olur. Binâenaleyh ikrar, bitişik ve ayrı olarak sahîh olur. Ancak son ikisinde ayrı olarak sahih olmaz. Yâni mukırr, «Fülânın, bende gasbdan veya, emânetten bin dirhemi vardır. Ancak o bin dirhem kaplama veya kurşundur!» dedikde, eğer bitiştirirse tasdik edilir. Ayırırsa, tasdik edilmez. Çünkü kaplama, dir­hem cinsinden değildir. Bundan dolayı, onunla sarfda ve selemde mü­samaha edip almak caiz değildir. Lâkin isim, mecazen dirhemlere sâ- -mildir. Bu takdirde, beyân-ı tağyir olur ve istisna bitişik olarak sahîh olur, ayrı olarak sahih olmaz.

Bir adam; «Ben, bir elbise gasbettim!» diyerek kusurlu bir elbise getirse, hasmı kusursuz olmadığını isbât etmedikçe, yeminiyle tasdik olunur. Çünkü gasb, selâmeti iktizâ etmez. Nitekim; «Onun, bende bin dirhem alacağı vardır.» sözünde böyledir. Ancak, eksilir. Bitişik söyler­se, yine hüküm böyledir. Bilirsin ki; istisna bitişik olursa, sahîhdir, bitişik olmazsa, sahîh değildir.

Bir adam, başka birine; «Ben, senden emânet bin akça aldım. O emânet bin akça helak oldu!» dedikde, o da; «Belki gasben aldın!» de­se; mukırr, bin dirhemi Öder. Çünkü ödemenin sebebini ikrar etmiş­tir. O da, başkasının malını almaktır. Sonra ondan berâeti îcâb eden şeyi iddia etmiştir. O da, izinle almış olmasıdır. Diğeri ise, onu inkâr -etmektedir. Şu hâlde, söz yemini ile diğerinindir. Ancak yeminden ka­çınırsa, bu takdirde mal lâzım gelir.

Mukırr'ın; «Bana, sen bunu emaneten verdin!» demesine karşı, mal sahibinin; «Sen, onu benden gasbettin!» demesi bunun hilâfmadır. Yâ­nî mukırr'm; «Bana emânet verdiğin bin dirhem helak oldu!» deme­sinde, mâlikin; «Yok, belki o bin dirhemi benden gasb ettin!» diye red etmesi, zikredilenin aksinedir. Mukırr, ödemez. Çünkü ödemenin se­bebini ikrar etmemiştir. Mukarr-un leh, ödeme sebebi iddia etmekte; o inkârda bulunmaktadır. Şu hâlde söz, yemini ile mukırr'mdır.

Bir kimse;  «Bu mal, benim için senin yanında emânet idi. Ben, onu aldım!» dedikde, öteki; (fO, benimdir!» derse, onu alır. Yânî bir kimse, bir başkasından bir şey alıp; «Bu şey, senin yanında benim için emânet idi, onu aldım!» dedikde, diğeri; «O şey, benimdir!» derse, «Be­nimdir!» diyen alır. Çünkü alan adam; «Benimdir!?) diyen adam için zi'1-yedlik ikrar etmiştir. Ondan sonra, ondan aldığını ikrarda bulun­muştur. O da ödemenin sebebidir. Nitekim daha önce açıklandı. Ve mukarr-un aleyh üzerine istihkakını iddia etmiştir. Bu durumda, onun sözü kabul edilmez. Belki aynı duruyorsa, malı; helak olmuş ise, kıy­metini geri vermesi vâcib olur.

Bir kimse; «Ben, atımı veya giyeceğimi fülâna kiraladım. Ata, bin­di ve giyeceği giydi ve bana geri verdi!» dese ve o fülân da; «Sen, ya­lan söyledin, belki at ve giyecek benimdir, benden onları zulmen al­dın!»  derse, söz mukırr'mdir, diğerinin beyyine getirmesi lâzımdır.

Yâhûd; «Benim, şu elbisemi şu kadara dikti; ben de, onu teslim aldım.» derse, tasdik olunur. Yânî bir kimse; «Benim, şu giyeceğimi fülân kimse yarım akçaya dikiverdi, ondan sonra ben teslim aldım!» dedikde, o fülân; «Giyecek benimdir!» derse, söz, yine mukırr'm sözü­dür.

Bir kimse; «Şu bin akça Zeyd için emânettir. Yok, belki Bekr için emânettir!» derse; o bin akça Zeyd'indir ve mukırrın, bin akça da Bekr'e vermesi gerekir. Çünkü o kimse, Zeyd için ikrar edince, ikrarı sahîh ve bin akça Zeyd'in mülkü olur. Ondan sonra; «Yok, belki Bekr'in-dir!» sözü ise, ikrardan dönmekdir. Şu hâlde, onun Zeyd hakkındaki sözü kabul edilmez ve o kimsenin bin akçanın mislini Bekr'e ödemesi gerekir.

Bir adam, bir insana borç ikrar ettikden sonra; «Ben, ikrarımda yalancı idim!» derse, mukarr-un leh'e, ımıkırnn yalan söylemediğine dâir yemin verdirilir. Yâni mukarr-un leh'e; «Senin için mukırr'ın ik­rar ettiği şeyde yalancı olmadığına ve sen onun üzerine iddia eyledi­ğin şeyde mubtil olmadığına dâir yemîn ver!» denilir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göredir. İmâm A'zanı {Rh.A.) ile İmâm Mufaammed' (Rh.A.) e göre; mukırr'in ikrar eylediği şeyi mukarr-un leh'e teslîm et­mesi emredilir. Fetva: Mukarr-un leh'e yemîn yerdirilmesine dâirdir. Çünkü insanlar arasında yaygın olan âdete göre, önce ikrârm senetini yazarlar. Ondan sonra, malı alırlar. Kâfî'de de böyle denmiştir. [19]

 

Hastanın   (Ölüm   Hastasının)   İkrarı   Babı

 

Hastanın sıhhat hâlinde iken ikrar ettiği borcu mutlak surette;

— yâni serek o borcun sebebini bilsin, gerekse sıhhat hâlinde ikrâriyle bilinsin fark etmez— ve maraz-ı mevtinde (1) ma'rûf bir sebeble —ki mâlik olduğu malın 'bedeli, helak ettiğinin bedeli ve karısının mehr-i misli gibi şeyler olup görmekle bilinirler. — yaptığı borçlar, ölüm has­talığında ikrar ettiği borçlardan önce gelirler. İmâm Şafiî' (Hh.A.) ye göre; sebebde —ki ikrardır— eşit oldukları için, ölüm hastalığında olan İkrar, iki önceki borçlar ile eşit durumdadır.

Bizim delilimiz şudur: Sıhhat hâlindeki borçdan kurtulmadıkça, hasta borç ikrar etmekden mahcurdur. Şu hâlde mahcurun ikrâriyle sabit olan borç, 'hacrsız sabit olan borca müzâhim olamaz. Borç ikrar edip, hacrdan sonra tekrar borç ikrar eden me'zûn köle gibi ki, ikinci ikrarı, birinciye muâraza edemez.

Bunların hepsi mîrâsdan önce gelir. Yâni; sıhhat ve hastalık hâ­linde belli sebeble olan 'borç ve hastalıkda sâdece ikrar ile bilinen has­talık hâlindeki borç, mîrâs üzerine takdim edilir. (Yâni borca öncelik tanınır). Çünkü borcu ödemek aslî ihtiyaçlar (havâic-i asliyye) den­dir. Vârislerin hakkı ise, ferağ şartı ile (yânî ölünün borçlan ödenip ihtiyaçları giderildikden sonra) terekeye tealluk eder. Bundan dolayı ölünün kefenlenmesindeki ihtiyâcına öncelik tanınır.

Hastanın, borcunun ödenmesini bir alacaklıya tahsis etmesi veya «Şübhesiz Allah Teâlâ, her hak sahibinin hakkını verdi. Dikkat edin, vârise vasiyyet yoktur.» buyurmuştur.

Ancak alacaklıların ve vârislerin geri kalanı tasdik ederlerse, caiz olur. Çünkü tahsise engel, onların haklarının terekeye tealluk etme­sidir. Onlar hastayı tasdik edince; engel ortadan kalkar ve tahsis caiz olur.

Gerekçe bulunduğu ve engel ortadan kalktığı için hastanın vâris-den başkasına ikrân caizdir. Velev ki, bütün malım ikrar etsin.

Birincisinin caiz olması; hâlis malında tasarruf ettiği içindir. Bu, câlz olmayı iktizâ eder. İkincisinin caiz olması şundandır: Çünkü ik­rarın cevazına engel olan miras idi, O ise, ortadan kalkmıştır. Bütün malını ikrar caiz olması İbn Ömer' (R.A.) den, Resûlüliah' (S.A.V.) m şöyle buyurduğu rivayet edildiği içindir:

«Şâyed bir adam hastalığında, vârîsden başka bir adam için bor­cu olduğunu ikrar ederse; bütün malını kaplasa bile bu ikrar caizdir.» Kıyâs, onun ikrarının ancak malının üçtebirinden sahih olması idi.

Çünkü şeriat, onun tasarrufunu malmın üçtebirine indirmiştir. Üçte-ikisine ise, vârislerin hakkı tealluk etmiştir. Bundan dolayıdır ki, ma­lının hepsini teberru' etse, ancak üçtebirde geçerli olur. Şu hâlde ikra­rı da öyledir. Ancak malının üçtebirinden geçerli olmak îcâb eder. Lâ­kin, İbn Ömer' (R.A.) den rivayet edilen hadîsden dolayı kıyâs terk edilmiştir.

Bir adam, bir yabancıya evvelâ mal ikrar edip ondan sonra; «Ög-lumdur!» diye ikrarda bulunsa, nesebi sabit olup, mukırrtn mal ikrarı bâtıl olur.

Bir yabancı, kadına önce mal ikrar edip, sonra onu nikâh ederse, Ücran sahih olur. İmâm Züfer' (Rh.A.) e göre; töhmet bulunduğu için bu ikrar birinci mes'ele gibi bâtıl olur.

Bizim delilimiz şudtlr: O adam ikrar etmiştir. Aralarında töhmet sebebi de yoktur. Şu hâlde ondan sonra hadis olan sebeble bâtıl ol­maz. Birinci mes'ele, bunun aksinedir. Çünkü neseb da'vâsı, ulûk za­manına dayanır. Ve oğulluğun ikrar zamanında sabit olduğu meyda­na çıkar. Bundan dolayı sahih olmaz. Evlilik ise, evlenme zamanına mahsûsdur. Şu hâlde onun ikrarının, karısı için olduğu meydana çık­maz. Hibe ve vasiyyet bunun hilâünadır. Yânı şu mes'ele bunun hilâ-fmadır ki: Şâyed bir kimse, bir yabancı kadına bir şey hîbe veya va­siyyet edip ondan sonra, onunla eviense, ikisi de ittifakla bâtıl olur. Çünkü vasiyyet, ölümden sonra temliktir. Halbuki bu durumda, ka­dın onun vârisidir. Böyle olunca vasiyyet sahih olmaz.

Hastalık hâlinde hîbe dahî vasiyyettir. Hattâ malının sâdece üçtebirinden geçerli olur. Nitekim vasiyyet bölümünde, yakında açıkla­ması gelecektir. Bu durumda hîbe, vasiyyet gibi olmuştur.

Bir adam, öiüm hastalığında boşadığı karısına borç ikrar etse, id-det bakî olduğu için töhmet bulunduğundan, o kadına, erkekden ka­lan mîrâsdan ve borcundan en az mikdâr verilir. İkrar kapısı evlilik bakî olduğu için kapanmışdı. Olabilir, ki; erkek, kadının mirasına zi- ' yâde etmek için ikrarı sahih olsun, diye boşamaya kalkmıştır. Mîrâsın ve borcun en azanda ise töhmet yoktur. Şu hâlde, en az sabit olur.

Bir adam, doğum yerinde nesebi bilinmeyen bir oğlanın oğulluğu­nu; «Bu çocuk, benim oğlumdur!» diye ikrar etse,   —doğum yerinde nesebi bilinmeyen kaydının faydası yukarda -geçmişti. —   çocuğun mis­li, o adam gibi birinden doğar ve o oğlan da tasdik ehlinden olup mu-kırr1! tasdik ederse, nesebi o adamdan sabit olur ve bu çocuk nesebi bilinmemek şartıyla mukırr'm vârislerine mîrâsda ortak olur. Çünkü nesebi bilinirse, başkasından neseb sabit olmaz. Mukırr'm zahiren- ya­lancı olması gerekmesin diye, o memlekette onun benzerinden o yaşda oğlan çocuğu hâsıl olması; bir de, çocuğun tasdik etmesi şart kılın­mıştır. Çünkü söz konusu olan mes'ele, kendisini tanıtıp anlatabilen oğlan çocuğu hakkındadır. Şu hâlde oğlanın tasdiki mutlaka lâzımdır. Çünkü oğlan kendine mâlikdir. Hattâ oğlan, küçük olup kendisini ta­nıtıp anlatmaya kadir değilse, tasdikine i'tibâr edilmez. Bundan do­layı musannif; «O oğlan tasdik ehlinden ise; mukırr'ın vârislerine mî­râsda ortak olur.» demiştir. Çünkü nesebi mukırrdan sabit olunca, du­rumu bilinenT âris gibi olur.

Bir adamın, çocuğunu, anasını ve babasını ikrar etmesi sahîh olur. Çünkü bu ikrar, kendi aleyhine ikrardır. Bunda, nesebi başkası üzeri­ne yüklemek yoktur. Yine, erkeğin karasını ve efendisini İkrar etmesi de sahîh olur. Çünkü erkeğin ikrarının mucebi, kimseye zarar vermek­sizin birbirlerini doğrulamakla aralarında sabit olup ikrar geçerli olur.

Kadının; anasını, babasını, kocasını ve efendisini ikrar etmesi de sahîh olur. Çünkü asi olan şudur ki; insanın ikrarı kendi aleyhine bir hüccettir. Öaşkası aleyhine hüccet değildir. Zikredilen kimseleri ikrar etmekle, ancak, kendi aleyhine ikrarda bulunmuş olur ve kabul edilir.

Onların, mukırr'i tasdik etmeleri şarttır. Çünkü onlardan başkası­nın İkrarı, onları ilzam eylemez. Zîrâ her biri, kendi nefsine mâlikdir. Ancak mukarr-un leh, mukırnn elinde küçük çocuk olarak bulunur ve kendisini anlatmaya kadir olmazsa yâhud mukırnn kölesi olursa, sâ­dece onun ikrarı ile nesebi sabit olur.

Eğer oğlan başkasının kölesi olursa, onun efendisinin tasdik et­mesi şarttır. Nitekim kadın çocuğu da'vâ ettiğinde kocanın tasdik et­mesi şart kılınmıştır. Yâhûd kocalı bir kadının çocuğu ikrarında; ebe olsun olmasın, bir kadının şâhidliği ve kocasız kadının iddeti olmadığı hususunda ikrân şahindir. Yânı kadının, kocası olmayıp; mu'tedde de olmasa; «Çocuk, benimdir!» diye ikrar etmesi sahih olur. Çünkü on­da, nefsini ilzam (gerekli kılmak) vardır, başkası üzerine ilzam yok­tur. Şu hâlde, onun aleyhine geçerli olur.

Mukırr'm ölümünden sonra tasdik edilmesi sahîh olur. Ancak ka­dının mukırr olduğu hâlde ölmesinden sonra, kocanın tasdik etmesi sahîh olmaz. Yânî mukırr'ın ölümünden sonra, nesebde tasdik sahîh-dir. Çünkü ölümden sonra neseb bakîdir. Koca, kadının nikâhını ik­rar edip öldükde, kadın onu tasdik etse, sahih olur. Hattâ, onun meh-rini vârisi vermesi lâzım gelir. Çünkü, nikâhın hükmü bakîdir. O da, iddettir. Eğer kadın, bir erkeğin nikâhım ikrar edip Ölse ve koca onu tasdik etse; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, bu tasdiki sahih olmaz. Çün­kü kadın ölünce bütün ilişkileriyle nikâh ortadan kalkmıştır. Hattâ kocanın, o kadının kızkardeşi ile ve o kadından mâada dört kadınla ev­lenmesi caiz olur. Kocanın, kadının ölüsünü yıkaması helâl değildir. Binâenaleyh kadının ikrarı bâtıl olur. Şu hâlde, ikrarın bâtıl olmasın­dan sonra tasdik de sahih olmaz.

Bir adam, kardeş ve amca gibi doğumdan [20] olmayan kimseler İçin. neseb ikrar etse, sabit olmaz ve onun hakkında ikrarı kabul edil­mez. Çünkü o ikrarda, nesebi başkasına yüklemek vardır. Eğer mukirr, nafaka veya hıdâne iddia ederse, kadın hakkında iddiası mu'teber olur.

Mirasçı da olur. yalnız vâris varsa, uzak da olsa onıtnîa mîrâsçı olamaz. Yâni mukırr'm belli vârisi olursa, o vâris yakın olsun uzak olsun, mu-karr-un leh/den mirasa daha çok hak sahibidir. Hattâ mukırr, bir kim-' şeye; «Benim kardeşimdirU diye ikrar etse, ve mukırr'm halası veya teyzesi olsa, mîrâs hala veya teyzeye âiddir. Çünkü mukarr-un leh'in nesebi sabit olmamıştır. Şu hâlde, bilinen vârise muâraza edemez.

Bir kimsenin babası öldükde; bir kimse için; «Kardeşimdir!» diye ikrar etse. mukarr-un leh onunla mîrâsda nesebsiz ortak olur. Çünkü ikrarının muktezâsı (gereği) iki şeydir. Biri, nesebi başkasına yükle-mekdir. Halbuki mukırr için, mukarr-un leh üzerine velayet yoktur. Diğeri de, mîrâsda ortak olmaktır. Onda, velayeti vardır. Şu hâlde, ikinciye i'tibâr edilir; birinciye edilmez.

Bîr ölünün, iki oğlundan biri; ölünün bir başka kimsede olan ala-cağımn yansını babasının  ieslîm a'dığını ikrar etse, ikrar eden oğlu için bir şey yoktur, alacağın yarısı diğerinin olur. Yâni bir kimse ölüp, iki oğlu kalsa ve ölünün bir adamda bin akça hakkı olsa, oğullarından biri; «Babam, bu adamdan bu bin akçanın yarısını teslîm aldı!» diye ikrar etse, kardeşi de onu yalanlasa, ikrar eden bir şey alamaz. Geri kalan yansı, onu yalanlayan kardeşinin olur. Çünkü borcun alındığını ikrar etmek, ölü üzerinde borç olduğunu ikrardır. Zîrâ borcu teslîm almak, ancak ödenmesi gereken malı teslîm almakla olur. Bu takdir­de, takas olurlar. Diğer kardeşi onu yalanlayınca, onun payını borç kaplamış olur. Şu hâlde, borcun hepsi ödenmedikçe, onun için mîrâs-dari bir şey yoktur. Mukırr, teslîm aldığının yansını kardeşinden iste­yemez. Velev ki, tşslîm alman yarımın, aralarında ortak olmasına bir­birlerini tasdik etmiş olsunlar.     Çünkü  mukırr,  dönüp kardeşinden alırsa, kardeşi de borçludan alır. Borçlu dahî, o mikdân mukırrdan alır. Çünkü bunda, takas 'bozulmuştur ve Ölü üzerinde borç kalmıştır. Halbuki borç, mîrâsdan önce gelir. Böyle olunca devr lâzım gelir. [21]

 

İkrar Hakkında Bir Fasıl

 

Hür bir kadın, bir borç ikrar ettikde, kocası onu yalanlasa; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kocası hakkında ikrân sahîh olur. Hattâ kadın habs edilir. Muayene ile, tüketmekle, veya satın almakla yâhûd bey-yine ile sabit olan borç gibi, kadından alınır.

îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; kadının ikrân koca hakkında tasdik olunmaz ve kadın habs edilmez, peşine düşülmez. Çünkü bu hatosde kocayı cinsî ilişkiden menetmek vardır. Kadının ikrarı, koca­nın hakkım ortadan kaldırmaya râci' olan şeyde sahîh olmaz.

Nesebi bilinmeyen bir kadın, bir insan için kölelik ikrar etse ve mukarr-un leh de onu tasdik etse; kadının kocası olup ve o kocasın­dan çocukları da olsa, kocası o kadını yalanladığı takdirde; kadının ikrarı kendi hakkında sahîh olur. Hattâ kadın, bu ikrarından sonra hamile olup çocuk doğursa, çocuk köle olur. Kocası ve mevcûd olan çocukları hakkında ikrân sahîh olmaz. Musannif; «Kocası hakkında ikrân sahîh olmaz.» sözü üzerine; «Hattâ, nikâh bâtıl olmaz.» cümle­siyle; «Çocukları hakkında» sözü üzerine de şu cümle ile tefri' yap­mıştır: Kadının, ikrârmdan önce hâsıl olan çocuklan ve ikrân vaktin­de karnında olan çocuğu hürdürler. Çünkü onlar, köleliği ikrarından önce hasıl olmuşlardır. İkrânndan sonra hâsıl olan çocuk ise; İmâm Ebû Yusuf (Rh.A.) a göre; köle olur. Çünkü o kadının köle olmasına nukmedılmiştir. Bu takdirde, kölenin çocuğu da köle olur.

îmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre; ikrardan sonra hâsıl olan ço­cuk hürdür. Çünkü kocası o kadını, ondan hâsıl olan çocukların hüır olmaları şarüyle tezevvüc etmiştir. Şu hâlde, kadın bu hakkın ibtâli üzerine tasdik edilmez.

Nesebi bilinmeyen bir kimse kölesini hür kılsa, ondan sonra bir insanın kölesi olduğunu ikrar etse. o da kendisini tasdik etse, nesebi bilinmeyenin İkrarı kendi hakkında sahih oîur. Hattâ rnukırr, nesebi bilinmeyen kimsenin hür kıldığı kölenin azadını rbtâl etmeksizin mu­karr-un leh olan insanın kölesi olur. Hattâ, onun âzâdlısı hür olduğu hâlde kalır.

Eğer nesebi bilinmeyen kimsenin âzâd eylediği köle ölürse ve ne­sebi bilinmeyenin vârisi var ise, âzâd edene vâris oîur. Vârisi yok ise, -mukarr-un leh ona vâris olur. Çünkü mîrâs mukırr'a âid idi. Halbuki mukırr, onu mukarr-un leh için ikrar etmişti. Mukır ölüp, ondan son­ra âzâd edilmiş köle fatîk) Ölse, mukırr'm asabesi ona vâris olur. Çün­kü mukırr Ölünce, veıâ hakkı asabesine geçmiştir. Fakat mukırr sağ iken köle Ölürse, asabesine bir şey yoktur.

Bir kimse, bir adama; «Benim, sende bin akça alacağım vardır!» dedik ele. o adam; «el-hak-.- veya stes-Sidko veya «el-yakln dese. yâhûd nekre  şeklinde: i'Bakkan» veya «Sıtikan» yâhûd aYakinen» dese ve­ya tekrar edip «el-hak el-hak» veya «es-sıdk es-sıdk» veya «el-yakîn el-yakin» dese; yâhûd nekre şeklinde tekrar edip «hakkan hakkan / hak-dır hakdır» veya «Sıdkan sıdkan / doğrudur doğrudur» yâhûd «Yakî-nen yakinen / yakındır yakındır» dese veya o adam, mezkûr lâfızlara «birr>[22]. lâfzım eklemekle «el-birru el-hakku» yâhûd «el-hakku el-birru» dese. ilâh... hepsi ikrar olur. Çünkü zikredilen söz, da'vâmn vasfına yarayan sözlerdendir. Binâenaleyh cevâb olmaya da yarar ve orfen tasdikde kullanılır. Sanki o; «Senin iddia ettiğin haktır!» ilâhir... de-mîşdir.

Eğer; «Benim, sende hakkım vardır!» dedikde, «el-hakku hakkun / hak haktır.», «es-sıdku sıdkun , sıdk (doğruluk)-sıdfedır.», «el-yakinu ya-kinun / yakın yakîndir.» derse, ikrar olmaz. Çünkü bu söz, tamdır. Da­ha önce gelen söz, bunun hilâfmadır. Zîrâ o, mübtedâ olmaya elverişli değildir.

Bîr kimse, cariyesine; «Yâ hırsız!», «Yâ zâniye!», «Yâ mecnûne!»,

«Yâ kaçak!» dese veya «Bu hırsız kadın, şöyle bir İş yaptı!» dese ve bundan sonra, cariyeyi satsa, müşteri zikredilen şeylerden birini; yâni ayblardan birini cariyede bulsa; o câriye satişdan sonra, o kusıir sebe­biyle geri verilmez. Çünkü sonuncu sözden başkası n'dâdır. {Seslenme veya çağırmadır). Nida edenin maksadı; çağrılana bildirmek ve onu getirmektir Yoksa, nida eylediği vasfın tahkiki değildir. Bundan do­layı bir kimse karısına; «Yâ kâfire!» dese, aralan ayrılmaz. (Yâni kadın boşanmış olmaz.)  Bu sonuncu söz, sövmektir.

«Bu câriye hırsızdır!», «Bu câriye kaçakdır!», «Bu câriye zâniye-dir!» veya «Bu câriye delidir!» demesi bunun hilâfmadır. O zaman, bu sözlerden biri sebebiyle câriye geri verilir. Çünkü ihbardır. İhbar ise, vasfı (niteliği) tahkik içindir. Fakat karısına seslenip; «Yâ talik! (Boş olan)» dese, veya «Bu boşanmış kadın şöyle yaptı!» dese, bunun hilâ­fına olur. Yâni karısı, boşanmış olur. Çünkü o kimse şer'an bu vasfın isbâtma kaadirdir. İmdi, karısına; «Yâ talik!» diye seslenen kimsenin sözü, söylediği şeyde doğru olması için îcâb yapılır. Az önce zikredilen yerde bu vasıfların isbâtma kaadir değildi. Ve o, bir seslenme ve söv­mek olur, yoksa tahkik, ve vasf olmaz. Kâfî'de de böyle denmiştir. [23]

 

Şahadet   Bölümü

 

Musannif, bu bölümü «İkrar Bölümü» nün peşisıra getirmiştir. Çünkü — daha önce geçtiği üzere — şahadete ihtiyâç, ikrar bulun­madıktan sonra olur. Buna göre, şahadet i'tibârda ikrardan sonra ge­lir.

Şahadet, gerek Allah' (C.C.) in, gerekse başkasının hakkı olsun; başkasına âid bir hakkı, bir diğeri üzerine, yakînden (kesin bilgiden) ileri gelen ihbardır. Yoksa zan ve tahmin ile ihbar, şahadet değildir. Buna, Resûlüllah' (S.A.V.)  in şu kavli İşaret etmektedir:

«Eğer Güneş gibi gördün İse şahadet et, yoksa etme.»

Bundan dolayı fakîhler; «Şahadet, muayene (iyice görüp anlama) ma'nâsına gelen «Müşahede» den türemiştir.»  demişlerdir.

Şahadetin şartı, olgun (kâmil) akıldır. Yânî şâhid olan kimse, âkil ve bâiiğ olmalıdır. Delinin ve küçük çocuğun şahadeti kabul edil­mez.

Şahadetin diğer bir şartı da; zabt etmektir. Zabt, iyi işitmek, an­lamak ve edâ vaktine kadar bellemektir.

Şahadetin diğer bir şartı; hür olmakla velayettir. Bundan dolayı kölenin şahadeti kabul edilmez.

Şahadetin hakikatine dâhil olan rüknü; sîEşhedü» -lâfzıdır/Yânî «Ben, şahadet ederim!» demektir. Bu, haber anlamınadır. Kasem, an­lamına değildir. Bunu, Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir. Hattâ şâhid; uEş-hedü» lâfzını terk etse, şahadeti kabul edilmez.

Şahadetin hükmü: Tezkiyeden [24] sonra kadının şahadetin mûce-biyle hüküm vermesinin vâcib olmasıdır. Kıyâs; şahadetin hüccet-i mülzime olmasına razı olmaz. Çünkü, haberdir. Doğruya, yalana muh­temel bir haberdir. Lâkin naslar ve icmâ İle kıyâs terk edilmiştir.

Şahadet, kulun hakkında şâyed bedeli bulunmazsa, da'vâcının is­teği ile vâcib olur. Da'vâcının istemesine, şahadet onun hakki olduğu için i'tibâr edilmiştir. Şu hâlde diğer haklarda olduğu gibi talebi şart­tır.

Şahadetin gizlenmesi caiz değildir. Çünkü, Allah Teâlâ  (C.C.) :

«Şâhidler çağırıldıklarında (şâhidiik etmekden) kaçınmasınlar.» [25] buyurmuştur.

Sonra şâhid; ancak kâdî, onun şahadetini kabul edeceğini ve edâ. kendi üzerine teayyün ettiğini bilirse, şahadetten çekinmekle günahkâr olur. Eğer kâdî onun şahadetini kabul etmeyeceğini bilirse veya şâhid-ler çok olup ondan başkaları şâhidiik ettiklerinde kabul edilirse; bu takdirde şâhidlik etmese, günahkâr olmaz. Başkası şâhidiik edip, şâ-hidliği kabul edilmezse, o da şahadeti kabul edilen kimseden ise, şâ­hidiik etmediği takdirde günahkâr olur. Çünkü, onun kaçınması hak­kın zayi' olmasına yol açar.

Allah'   (C.C.)   m hakkına şahadette talebe hacet yoktur. Çünkü Allah' (C.C.) m hakkında şahadet talebsiz vâcib olur. Cariyenin âzâdı ve kadının talâkı gibi — ki bunlarda ferci haram etmek vardır. — bu ikisinde şahadeti terk etmekde fişka razı olmak vardır, fişka [26] nzâ ise. fiskdır.

Şahadeti, haddlerde (yâni şer'î ceza gerektiren suçlarda) gizlemek efdaldir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.), yanında şahadet eden kimseye:

«Eğer sen o aybı elbisenle gizleseydin, senin için daha hayırlı olur­du.» buyurmuştur.

Resûlüllah (S.A.V.) menetmek ve savmak için telkin buyurdukları hadîs-I şerif'de:

«Belki sen, onu okşadın veya öptün.» buyurmuştur. Bu, ayıbı ört­menin tercih edileceğine açık bir delildir.

Hırsızlık üzerine şâhidlik eden kimse; «Aldı!» der; «Çaldı!» demez. Bunu, kendisinden çalınan kimsenin (mesrûk'un) hakkını ihya etmek ve kusuru örtmek yönünü gözetmek için böyle yapar.

Şahidin zinada nisabı [27] dört erkektir. Çünkü, Allah Teâlâ (C.C.):

«Kadınlarınızdan zina edenlere, bunu isbât edecek aranızdan şâhid getirin.»  [28] buyurmuştur.

Yine, Hakk Teâlâ  (C.C.) :

«İffetli kadınlara zina isnâd edip de sonra dört şâhid getiremeyenIer(e kazf haddi vurun.)» [29]  buyurmuştur.

Haddlerin geri kalanında ve kısâsda şahidin nisabı, iki erkektir Çünkü, Allah Teâîâ  (C.C.) :

«Erkeklerinizden iki şâhid tutun.»  [30]buyurmuştur. Bunlarda, kadınların şahadeti kabul edilmez. Çünkü onlarda be-deliyyet şübhesi vardır.

Doğumu ve küçük çocuğun Cenaze Namazını kılmak için ağladı­ğını; ve kızın bekâretini; kadınların, erkeklerin bakamadiğı yerlerinde olan ayıblannı tesbit etmek için şahidin nisabı bir tek kadındır. Çünkü Resulullah  (S.A.V.) :

«Erkeklerin bakamadıkları şeyde kadınların şahadeti caizdir.» bu­yurmuştur.

Zikredilen haklardan başkası için    —gerek o haklar mal olsun, gerekse, nikâh, talâk, vekâlet, vasıyyet ve sabinin istihlân. (doğarken ağlaması) gibi başka şey olsun— mîrâs hakkında bunlar için şahidin nisabı iki erkek yâhûd bir erkek ile iki ka<lındır. Çünkü, Hz. Ömer ve Hz. A1İ (R. Anhümâ) nin nikâhda ve ayrılmada erkekler ile kadınların şahadetini caiz gördükleri rivayet edilmiştir. Nitekim mallarda ve mal­ların tâbilerinde de hüküm budur.

Zikredilen dört surette; «Ben, şahadet ederim!» lâfzı, şahadetin kabû! edilmesi için lâzımdır. Hattâ şâhid; «Ben biliyorum!» veya «Ya-kînen biliyorum!» dese, şahadeti kabul edilmez. Çünkü naslar, bu lâ­fızla vârid olmuştur. Şahadet ile hüküm verilmesinin caiz olması, kı­yâsın hilâfınadır. Bu nedenle, nassın geldiği yere münhasır kalmıştır.

Şahadetin kabulü vâcib olmak için adalet dahî lâzımdır. Adalet, erkeklerin hasenatı seyyiâtma (yâni iyilikleri, kötülüklerine) gâlib ol­masıdır. Bu ta'rîf büyük günâhlardan (kebâirden) kaçınmayı kapsar. Küçük günâhlar (seğâir) üzere ısrar etmemeyi de kapsar. Çünkü kü­çük günâh, ısrar ile büyük günâh olur. Nebi-i Ekrem (S.A.V.) den riva­yet edildiği üzere, Allah (C.C.) m Elçisi şöyle buyurmuştur:

«(Küçük günâhın üzerinde) ısrar etmekle sağîre olmakdan çıkar. Ve (büyük günâh da) istiğfar etmekle kebîre olmakdan çıkar.» Adaletin vâcib olması; Allah Teâlâ (C.C.) Hazretleri:

«İçinizden adalet sahibi iki âdil kişiyi de şâhid yapın.» [31] buyur­duğu içindir.

Bir de: Haber, doğruya ve yalana muhtemeldir. Hüccet ise, doğru haberdir. Adalet ile, sıdk (doğruluk) yönü tercih edilir. Çünkü mah-zûrâttan (yâni yasaklanmış ve mahzurlu şeylerden) yalandan başka­sını irtikâb eden kimse, yalan da söyler. Bunda, şuna işaret vardır ki; adâ'et, şahadet iîe anıeün vâcib olmasında şarttır. Şahadete ehliyyet için şart değildir. Çünkü fâsık; veiâyet, ka?â, saltanat ve imamlık için ehldir. Bize göre, şahadete de ehildir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan bir rivayete göre, fâsık insanlar arasında şeref (vecîh) ve mürüvvet [32] sahibi olsa, şahadeti kabul edilir. Fakat; esah olan kavle göre; fâsıkın şahadeti kabul edilmez. Şu kadar var ki; kâdî, fâsıkın şahadetini kabul ederse, bize göre sahih olur. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Şahadet, eğer hâzır (mevcûd) olan kimse üzerine olursa, üç yere işaret vâcib olur. Bunlar: İki hasm, yânî da'vâcj ile da'vâh ve ayn olur­sa, şahadet edilen şeydir.

Musannif eşya (ayn) demekle borçdan (deyn'den) ihtiraz etmiş­tir, (sakınmışlar). Şahadet, gâib veya ölmüş kimse üzerine olursa, şâ-hidler yalnız adını söylerler ve babasına nisbet ederek; «Fülânm oğlu fülân!» derlerse; dedesine nisbet etmedikçe, şahadetleri kabul edilmez. San'atmı söylemek, dedesinin yerini tutmaz. Yânî gaibinin adını, ba­basının adını ve san'atım söyleseler, yeterli olmaz. Ancak, o san'atla ma'rûf olursa iş değişir. Yânî, o memlekette, o san'atta ortağı ve dengi olmayan biri ise, bu takdirde kabul edilir. Şâyed gaibin adını, babası­nın adını, kabilesini ve san'atmı zikredip, eğer mahallesinde ve san'a-tmda onun adiyle adlandırılan bir başka adam yoksa, yeterli olur. Eğer onun adiyle adlandırılan başka bir kimse var ise, temyiz ifâde eden bir başka şey zikretme dikçe, yetmez. Eğer gaibin adını, babasının adını, kabilesini veya san'atmı zikredip dedesini zikretmese, kabul edilir. Ta'rîfin şartı; üç şeyin zikredilmesidir. Buna göre; şayet lâkabını, adı­nı ve babasının adını söylerlerse, ulemâdan ba'zılan; «Yeterli olur.» demişlerdir. Sahih olan kavle göre, yetmez.

Dedenin zikredilmesinin şart kılınmasında ihtilâf vardır. Eğer kâ­dî, dede zikredilmeksizin hüküm verirse,, geçerli olur. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Hasmın ta'm [33] olmaksızın, kâdî şahidi soruşturmaz. Yânî kâ­dî, dede zikredilmeksizin hüküm verirse, geçerli olur. İmâdiyye'de de Şâhid, âdil midir, değil midir, soruşturmaz. Ancak hasım, şahide ta'n ederse; kâdî, şahidi gizlice soruşturur ve aşikâre olarak tezkiye eder. Ancak haddlerde ve kisâsda. bil'icmâ gizlice sorar ve açıkça tezkiye eder. Hasım, gerek ta'n etsin, gerekse etmesin, müsavidir. Çünkü hu-dûd (şer'î cezalar} ve kisâsda bunların ıskatı için çâre aranır. Bundan dolayı, bu ikisinde iyice araştırmak ve çaba harcamak (istiksâ) şart­tır.

tmâmeyn' (Rh. Aleyhimi) e göre; hasım ta'n etmese bile, kâdî hepsinde gizlice ve açıkça soruşturur. Çünkü, kâdînm hükmü, hüccet üzerine bina edilir. Hüccet ise, adlin şahadetidir. Şu hâlde kâdi şâhid-lerin adaletini soruşturup bilgi edinir. Fetva bununla verilir.

Bundan sonra kâdî, gizli tezkiyede bir -kâğıt parçasına şâhidlcrin adlarını ve niteliklerini yazıp gönderir; müzekkîden onların durumla­rım tanımlamasına ister. Açıkça tezkiyede kâdî, müzekkî ile şâhidleri. kaza meclisinde bir araya getirip müzekkî'ye şâhidlerin huzurunda, on­ları tezkiye veya cerh [34] etmek için; «Bunlar, şahadeti makbul âdil kimseler midir?-» diye sorar.

Zamanımızda gizli tezkiye ile yetinmek vâkidir. Çünkü açıkça tez­kiye yapmak, belâ ve fitneye yol açar. Zîrâ da'vâcı ve şâhidleri, cârihe (yânî onların fâsik ve adaletsiz olduklarını iddia eden kimseye) ezâ ve zarar vermekle mukabele ederler.

Tezkiye için müzekkînin o kâğıda şahidin adının altına «Bu âdildir! o diye yazması yeter. Müzekkî [35], fışkım bildiği şahidin adının altına, nâmûs perdesini yırtmakdan kaçınarak bir şey yazmaz veya «Allah-u a'lem / Allah, daha iyi bilir» diye yazar. Her ne ka'dar müzekkî; «Bu şahidin, şahadeti caizdirU demese de, «Bu, âdildir!» demesi yeter.

Kâfî'de denilmiştir kî: «Bundan sonra, muaddilin; «Eu, âdildir, şa­hadeti caizdir!» demesi lâzımdır. Çünkü köle veya hadd-i kazrf ile ce­zalandırılmış olan kimse, tevbekâr olursa, ba'zan âdil olur, denilmiştir, Esah olan kavi, İslâm diyarı ile hürriyet sabit olduğu için. «Bu, âdil­dir!» sözüyle yetinmektim Ben derim ki; bunda işkâl [36] vardır. Çünkü kazîde mahdûd olan, tevbe eder de ba'zen âdil olur. Nitekim kâfi sahibi bunu zikretmiştir. Şu hâlde mahdûd hâriç olsun diye şahadeti caizdir, demek lâzımdır.

Bu i'tirâz, Hidâye'nİn ibaresi üzere vârid olmaz. Çünkü Hidâye'de karfde mahdûd (yânı, iffete iftira ettiği için cezalandırılmış olan) zik­redilmemiş tir. Lâkin onu ihrâc etsin diye Hidâye'de de bu kayda İ'tibâr edilmesi lâzımdır. Bu takdirde müzekkînin; «Bu, âdildir!» sözüyle ye­tinmesi esah olamaz.

Hasmın ta'dili sahih değildir. İmâm Azam (Rh.A.) böyle demiştir. Yâni da'vâlımn şâhidleri ta'dü etmesi sahîh olmaz. Çünkü da'vâcımn ve şâhidlerinin zu'muna (zannma) göre; da'vâlı inkârda zâlim ve ya­lancıdır. Fâsık olan yalancının tezkiyesi ise, sahîh olmaz. îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, eğer âdil olmak suretiyle ehlinden ise sahîh olur. Lâkin, İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, da'vâlıya bir başka kimse ek­lemek gerekir. Çünkü bir kişinin ta'dîîi caiz değildir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) ise cevaz vermiştir. Nitekim, açıklaması gelecektir.

Da'vâhnin ta'dîlinden murâd; tezkiyesidir. Bunu; «Bunlar, âdil­dir. Lâkin hatâ ettiler.» Yâhûd «Bunlar unuttular, amma âdildirler.» diyerek yapar. Bundan fazla bir şey söylemez. Fakat, «Bunlar doğru söylediler.» Yâhûd «Âdildirler!» der de, kâdî tasdik ederse, hüküm lâ­zım olup, yürürlüğe girer. Çünkü bu, hakkın sübût bulduğunu ikrar­dır. Fakat; «Bunlar, âdildir!» deyip, bir şey eklemezse, bunun hilâfma-dır. O zaman, onun üzerine hüküm lâzım gelmez. Çünkü şâhidler, âdil olmaları ile beraber; unutmaları ve yanılmaları caizdir. Binâenaleyh âdil olmalarından sözlerinin doğru olması lâzım gelmez. Tezkiye için, şahidin sözünü başka bir düden tercüme etmek ve müzekkîye gönder­mek için bir erkek yeter. Çünkü tezkiye, Dîn işlerindendir. Onda, an­cak adalet şarttır. Hattâ kölenin, kadının, körün ve kazf sebebiyle ce­zalandırılmış olan tevbekânn tezkiyesi caiz olur. Çünkü onların ha­berleri dînî işlerde makbuldür.,Amma, ihtiyat (ahvat) olan, yine de iki kişi olmasıdır. Çünkü bunda, fazla itminan (emin olma) vardır. Bu zik­redilenlerin hepsi, gizlice tezkiyededir.

Açıkça tezkiyeye gelince, şahadette şart kılman şeylerin hepsi on­da şarttır. Hürriyet, görmek ve şâire; şahadet lâfzından başkası bü'ic-mâ şarttır. Çünkü şahadetin ma'nâsı onda daha açık (ezhar) dar. Bun­dan dolayı açıkça tezkiye, hüküm meclisine mahsusdur.

Sözlere müteallik olan şeyi işiten kimsenin şâhidlik etmesi caizdir.

Meselâ alış-verişde satıcının; «Sattım!», müşterinin, «Satın aldım!» dediğini işitmesi böyledir. Yine, meselâ; ikrarda mukırr'm; «Fülânın, bende şu kadar hakkı vardır!» dediğini işitmekle şahadet etmesi de caizdir. Yâhûd kadının hükmü, gasb veya kati gibi, fiillere müteallik olan şeyi gören kimsenin, bununla şahadet etmesi de caizdir. Velev ki işitip gördüğü şey üzerine şâhidlik etmeye çağırılmış olmasın. Şâhid; «Şahadet ederim!», «FÜlânın sattığına!» veya «İkrar ettiğine şahadet ederim!» der. Çünkü şâhid, sebebi gözü ile görmüştür. Şu hâlde gördü­ğü gibi şahadet etmesi üzerine vâcib olur. Bu, satış akd ile olduğuna göre zahirdir.

Teâtî [37] ile otursa, hüküm yine budur. Çünkü satış hakikati, ma­lı maî ile değiş-tokuş (mübadele) dur. Bu da bulunmuştur.

Ulemâdan ba'zısı demiştir ki; teâtî ile olanda satış üzerine şaha­det eylemezler, belki almak ve vermek üzere şahadet ederler. Çünkü teâtî, hükmi satışdır, hakîki değildir.

Şâhid;  «Ben şahadet ederimin der, yalancı olmamak için;  «Beni, şâhid tuttu (işhâd eyledi).» demez.

Şâhid, perde arkasından işitmekle, şahadete yetkili olmaz. Yâni şâhid, üzerine şahadet edeceği kimsenin sesini perde arkasından işi­tirse, şahadet etmesi caiz olmaz. Çünkü, başka kimse olması ihtimâli vardır. Zîrâ nağme, nağmeye [38] benzer. Ancak söyleyen kimse evin içinde yalnız bulunmakla belli kimse olursa, şâhid de evde ondan baş­ka kimse olmadığını bilir, sonra evin giriş yerine oturur, orada da, on­dan başka giriş yeri olmayıp giren kimsenin ikrarını işitir ve onu gör­mezse, bu takdirde bununla bilgi hâsıl olur. Lâkin şâhid, onu kâdîye tefsir ederse (açıklar ve yorumlarsa), kâdî için uygun olan onu kabul etmemektir. Çünkü tefsir yapıldığında kabul, şahadetin cevazı zaru­retinden değildir. Zîrâ tesâmu' [39] ile şahadet ba'zı olaylarda kabul edilir. Lâkin işitmekle olduğunu tasrih ederse, kabul edilmez. Nitekim, açıklaması gelecektir.

Yâhûd şâhid, konuşan kadının şahsını görür ve onun yanında iki kimse; «Bu kadın, fülân oğlu fülânm kızı fülânedir.» diye şahadet ederlerse, şahadete viis'at olup ikrar sahîh olur.

Fakîh Ebû'1-Leys (Rh.A.) demiştir ki: Bir kadm perde arkasından ikrar etse ve yanında iki kimse; «Bu kadın, fülân oğlu füîânm kızı fü-lânedir.» diye şahadet etseler; kadının ikrarını işiten kimsenin, onun ikrân üzerine şahadet etmesi caiz olmaz. Ancak ik-râr eden kadının şahsini ikrarı hâlinde görmüş ise, bu takdirde caiz olur. Yoksa, yüzünü görmek şartiyle olmaz.

Ebû Bekr ei-îskâf (Rh.A.) demiştir kî: Kadın yüzünü açıp; «Ben, fülân oğlu füiânın kızı füiâneym, kocama ınehrinıi hibe eyledim.--) de­se, şâhidler de onun ikrarına şâhid olsalar, şâhidler, ikrar eden kadın hayâtta oldukça; «Bu kadın, fülân oğlu füiânın kızı fülânedir.» diye iki âdil kimsenin şâhidlik etmesine muhtâc olmazlar. Çünkü şahidin o kadına işaret etmesi mümkün olur. Eğer o kadın öldü ise, bu takdir­de, şâhidler iki âdilin; «Bu kadın, fülân oğlu füiânın kızı fülânedir.n diye şahadet etmesine muhtâc olurlar. îmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Şahadet üzere işhâd olunmadıkça; şâhid, şahadet üzerine şahadet etmez. Çünkü şâhidlik, asîîin şahadet olunan şey üzere sözünün geçer­li olmasında velayetinin îzâlesiyle asil üzere tasarruf etmektir. Başka­sı için sabit olan velayetin izâlesi, başkasının üzerine zarardır. Şu hâl­de, o başkasından inâbet [40] ve tahammül [41] bulunması lâzımdır.

Şahadeti yazmış olduğu yazısını gördükde, onu hatırlamayan kim­senin, şahadeti caiz oimaz. Keza, kâdî de böyledir. Yâni kâdî, bir ada­mın bir başka adam için, bir hak ikrar ettiğini veya şâhidlerin, bir adamın bir başka adamda, bir hakkı olduğuna şahadet ettiklerini dîvâ­nında [42] gördükde; o kâdî o ikrân yâhûd şâhidlerin şahadetlerini hatırlamazsa, onunla hüküm veremez. Eğer hüküm verirse, hatırla­madıkça geçerli olmaz. Keza, râvî dahî böyledir. Yânî râvi, rivayet et­tiği şeyi hatırlamadıkça, onun rivayet etmesi helâl olmaz. Çünkü bun­ların her biri, ancak bilmekle helâl olur. Bunda ise, bilmek yoktur. Çünkü yazı, yazıya benzeyebilir.

Tesâmu' ile de şahadet caiz olmaz. Ancak nesebde. ölümde, nikâh-da. duhûlda, kadının velayetinde ve vakfın aslında caiz olur. Çünkü bunlarda, tesâmu' ile şahadet caizdir.

İki adam veya bir adanı ile Ski kadın âdil oldukları hâlde, bu altı şey ile ihbar etseler, caiz olar. Kıyâs; caiz olması idi. Çünkü şahadet, ancak bilmek ile caiz olur. Nitekim, az önce geçti. Bilmek ise, ancak müşahede ve görmekle veya mütevâtir haber ile olur. Halbuki müşa­hede ve tevatür yoktur. İmdi bu altı şeyin hepsi satış ve icâre (kiraya vermek) gibi hattâ onlardan evlâ olur. Çünkü malın hükmü, nikâhın . hükmünden daha kolaydır.

îstilısânm vechl şudur: Zikredilen şeylerin sebebierinin gözle gö­rülmesi; insanların ba'zı havâss takımına [43] ir.ahsûsdur. Bu şeylere, asırlar boyunca hükümler teailuk edegelmiştir. Eğer o şeylerde tesâmu' ile şahadet kabul edilmezse, güçlüğe ve sıkıntıya sebeb olur ve o ahkâ­mın kaybolmasına yol açar. Fakat satış, hibe, icâre ve bunların ben­zeri olan şeyîer bunun hilâfınadır. Çünkü bunların her bir:, kelâmdır (sözdür), Onu, herkes işitir.

Tesâmu' ile şahadet, ancak şâhid için tevatür İle veya meşhur ol­makla yâhûd i'timâd eylediği güvenilir kimselerin haber vermesiyle bilgi hâsıl olursa, caiz olur. Onu iki âdil erkeğin veya âdil olanlardan bir erkek ile iki kadının haber vermeleri şarttır, çünkü İki erkek, şart kılman nisabın en az mikdârıdır, ki muamelâtta üzerine hüküm bina edilen bilgiyi ifâde eder.

Ulemâdan ba'zısı demiştir ki; Ölüm hakkında, bir erkeğin veya bir kadının ihbarı yeter. Çünkü insanlar, ölünün o durumunu görmekden hoşlanmayıp çok kere gelmezler. Ancak, bir erkek veya bir kadın gelir. Neseb ve nikâh, ölünün hilâfınadır. Uygun olan. şâhidliği mutlak edâ etmektir. «Ben, şahadet ederim ki fülân oğlu fuları ölmüştür!» demeli ve tefsir etmemelidir. Hattâ şâhid, kâdi için tefsir yapıp; «Tesâmu' .ile şahadet ederim!» dese, onun şahadeti kabul edilmez. Sahih olan kavi budur.

Musannifin; «Vakfın aslı» demesine sebeb; çünkü vakfın aslı asır­ların geçmesiyle bakî kalır. Vakfın şartlan bakî kalmaz. Çünkü vakfın , aslı duyulur. Fakat vâkıfın koştuğu şartlar şöhret bulmaz. Şeyh İmâm Zahîrud'dîn el-Mergînânî (Rh.A.) demiştir ki: Vakfın niçin yapıldığı belirtilmelidir. Şâhidlerin, bu şey mescîd veya makbere (mezar) veya bunlann benzerleri için vakftır, diye şahadet eylemeleriyle belirtilmelidir. Hattâ şahadetlerinde bunu zikretmeseler, şahadetleri kabul edil­mez.

Fakîhlerin; «Vâkıfın şartlan üzere şâhidîerin şahadetleri kabul edilmez!.; demelerinin te'vili şudur: .«Bu .şey, şunun üzerine vakftır.jj-diye zikretmelerinden sonra şâhidîerin; «Bu vakî', gelirinden başlanıp şuna sarf edilir!» diye şahadet etmeleri uygun olmaz. Eğer şahadetle­rinde böyle derlerse, kabul edilmez. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Kaza meclisinde (Mahkemede) oturup, huzuruna hasımların gelip gittiği kimseyi gören kişinin —her ne.kadar o kâdi'yı, sultânın ta'yîn ettiğini görmese bile—   bu kadıdır, diye şahadet etmesi caiz olur.

Yine; bir erkek, île bir kadın beraberce bir evde oturup, aralarında yemek, içmek ve ııyumakaa İnbisât-ı ezvac, yâni karı - koca gibi içli dışlı olan kimseyi gören kişinin; -cBu haçlın, üv- adamın karışıdır!» diye şahadet etmesi caizdir. Nitekim bir kimse, bir eşyayı sahibinden başka­sının elinde görüp, hâlin zahiriyle amel bakımından şahadet eylese, caizdir.

Yine, kendisini tanıtıp anlatmaya kadir olan köleden başka bir kim­se — zîrâ kendisini anlatamayanın hükmü, eşya gibidir— mülk sâ-hibleri gibi tasarruf eden kinîsenin elinde olan şeyi görüp; «Bu şey, mutasarrıfındır!» diye şahadet eylese, caiz olur. Bunun sureti şudur: Bir adam, bir insanın elinde bir ayn görse, bundan sonra onu bir baş­ka kimsenin elinde görse ve o gördüğü kimse; «Bu şey, benim mül-kümdür!» diye iddia etse, gören kimse; «O şey, da'vâcınmdır!» diye şahadet edebilir. Çünkü eşyada mülk yakînen bilinmez. Belki zahiren bilinir. Şu hâlde, çekişmesiz oîan zi'1-yedlik, zahiren mülke delildir.

Bu şâhidliğin caiz olması, kalbi; o ayn'ın, o kimsenin mülkü oldu­ğuna yatıştığı takdirdedir. Eğer kalbi, o ayn'ın başkasının mülkü ol­duğuna yatarsa, «Onun mülküdür!» diye şahadet etmesi, helâl değil­dir. Çünkü şahadetin cevazında asıl olan yekine (kesin bilgiye) i'tibâr etmektir. Nitekim, Resûlüllah (S.A.V.) in:

Güneş gibi biliyorsan şahadet et, yoksa etme.» kavl-i şeri­finde Önce geçti.

Eğer Güneş gibi görmek veya bilmek güç olursa, kalbin şahadeti ile amel edilir. Şâlıid, kâdi'ye birinci surette tesâmu* veya ikine; sûret-te zi'l-yed hükmü ile şahadet ettiğini açıklarsa, şahadeti bâtıl olur    işittim:->  derse,  iş değtşir.  Bundan dclayı haberlerin  mûrsei cianian, müsned olanlarından daha kuvvetlidir. Ki'fâye'de de böyle denmiştir. Ancak vakıfda tet'sîr yaparsa, şahadet bâtıl obnaz. Çünkü iki şâhid, şahadetlerini vakıfda tesâmu' ile teîsîr etseler, kabul edilir. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Şâhid; bir kimsenin, Zeyd'in defninde veya Cenaze Namazında bulunduğuna şahadet ederse, bu, gözle görmek (muayene) demektir. Şahadeti kabul edilir. Hattâ kâdî'ye tei'sir de eylese, kâdî onu kabul eder. Çünkü, ancak ölü olan kimse gömülür ve ancak ölü üzerine na­maz kılınır.

Satış, icûre nikâh ve benzerleri gibi, nıuâvezât'da îcâb'a şahadet etmek; kabule de şahadet etmektir. Hattâ şâhidler, kabulü zikretrhek-sizin sâdece babanın tezvirine şahadet etseler, şahadet kabul edilir. Fakat hîbe bunun hilâfınadır. Çünkü kabulü zikretmeksizin hibede şa­hadet etseler, kabul edilmez. İmâdiyye'de de böyle denmiştir. [44]

 

Şahadetin   Kabul   Edilip   Edilmemesi   Babı

 

Şahadet, [45] ehl-i ehvâdan; yânî nefsî isteklerine ve tutkuianna meyli olan kimselerden kabul edilir.

Bilmiş oi ki; ehl-i enva; İlm-i Kelâm kitablannda zikredildigine göre; inançları EhH Sünnet'in inançlanna uymayan Ehl-i Kıbie'dir. Onlar: Cebriyyc, Kaderiyye, Râfızîler, Hâriciler, IVîuattile ve Müşebbihe fırkalarıdır. [46]Bunların her biri, onikişer fırkadır. Hepsi yetmişiki fırka olur. Bize göre; bunların şahadetleri kabul edilir. İmâm Şafiî (Rh. A.), ayrı görüştedir. Ancak Hattâbiyye fırkasının şahadetleri kabul edil­mez. Bunlar Rafıziierin gulâtı (aşın gidenleri) dir, ki onlara göre; haklı olduğuna yemin eden her kimse için şahadet caizdir. Onun şaha­detinin caiz olduğuna inanırlar ve «Müslüman yalan yere yemin et­mez.;) derler.                           .    .

Ulemâdan ba'zılan demiştir ki: Bunlar, kendi cemâatlerinden oîanlar için şahadeti vâcib görürler. Şu hâlde, onların şahadetinde ştibhe hâsıl oîur.

Her ne kadar ayrı dînden olsalar da. Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi zimmîlerin kendi gibi zimmi üzerine şahadeti knbûl edilir,

Yine zimmînin, müste'men [47] üzerine şahadeti kabul edilir. Çün­kü zimmî, hâl yönünden müste'menüen daha yüksektir. Zîrâ bizim ülkemizin halkmdandır. Bundan dolayı Müslüman, zimmîye karşılık Öldürülür; müste'mene karşılık öldürülmez. Aksi yoktur. Yânî müste'-menin, zimmî üzerine şahadeti kabul edilmez. Çünkü müste'menin, zim­mi üzerine velayeti eksiktir ve müste'menin hâli zimmîden daha aşa-. ğıdır.

Amma ikisinin ülkesi bir olursa, müste'menin müste'men'e şaha­deti kabul edilir. Eğer ülkeleri bir olmayıp, her biri başka ülkeden olur­sa — Rûm ve Türk gibi— birbirleri üzerine şahadetleri kabul edil­mez. Çünkü aralarında olari velayet iki menea[48] nın ayrı olmasiyle kesilmiş blur. Bundan dolayı aralarında tevarüs (birbirine vâris olmak) câri olmaz.

Bîn sebebiyle düşman olanın ş?.hâdeti de kabul edilir. Çünkü dînî düşmanlık, dînin kuvvetine ve adaletine delâlet eder. Dünyevî düş­manlık, bunun hilâfmadır. Zîrâ,, haramdır. Şu hâlde, bir kimse dün­yevî düşmanlığı irtikâbetse, onun sözünden emin olunmaz.

Eğer büyük günâhlardan kaçınırsa; küçük günâh işleyen Müslü-manın da o günâhda ısrar etmemesi şartiyle şahadeti kabul edilir.

Sünnets'z olan kimsenin şahadeti de kabul edilir. Çünkü naslar hıtân (sünnet derisi) ile takyîdsiz mutlak vârid olmuştur. Bir de Sün-netsizlik adaleti ihlâl etmez. Bu hüküm; sünnetsiz kimse sünneti, yaşlı olmasından dolayı özr ile veya helak ohnakdan korktuğu için terk et­tiğine göredir. Fakat dîni hafîf-e aldığı (yânî önem vermediği) için terk etmiş ise, şahadeti kabul edilmez. Çünkü o kimse âdil olamaz.

İmâm A'zam (Rh.A.); sünnet (hıtân) için vakit takdir etmemiştir. Çünkü bu husûsda Kitâb, Sünnet ve icmâ' vârid olmamıştır. Mikdârlar ise, re'y ile bilinmez. Müteahhirün (sonraki ulemâ); vakit takdir etmiş. lerdir. Ba'zısı; «Cedi'den on yaşma kadar.» Ba'zıları da, «Doğduğunun yedinci gününde.» Yâhûd, «Yedi günden sonra çocuğun sünnet olma­ya tehammülü olup sünnet ile helak olmayacak vakite kadardır.» de­mişlerdir.

Hadimden, [49] veled-i zinadan [50] ve hünsâ'dan [51] —eğer bun­lar âdil kimseler ise— şahadet kabul edilir. Çünkü uzvun kesilmesi ve veled-i zina için, ana-babasının suç işlemiş olması adalette ta'n gerektirmez. Hz. Ömer (R.A.), Alkame (R.A.) hadım iken şahadetini kabul etmiştir.

Hünsâ, ya erkek veya kadındır, ikisinin de şahadeti makbuldür.

Sonra eğer şâhid müşkil hünsâ [52] değilse, mes'elede işkâl (güçlük) yoktur. Eğer müşkil hünsâ olursa, şahadet hakkında ihtiyaten kadın sayılır.

Âzâdli kölenin efendisi hakkında ve efendinin âzâdlısı hakkında

şahadetleri, töhmet olmadığı için kabul edilir. Kanber (R.A.) in; [53] Hz. Ali (R.A.) için kâdî Şurayh (R.A.)'m huzurunda şahadet eylediği sabit olmuştur. Şurayh (R.A.) Hazretleri Kanber (R.A.)'in şahadetini kabul etmiştir. Halbuki Kanber (R.A.), Hz. Ali (R.A.)'nin âzâdlı'köle­si idi.

Ummâlin; yânı sultânın me'mûrlarımn şahadetleri de Ulemânın çoğuna göre, kabul edilir. Çünkü amelin kendisi, fısk değildir. Anoak, eğer onlar zulm ederlerse, kabul edilmezler.

Fukahâ demişlerdir ki; bu, onların zamanlarında idi. Çünkü on­larda salâh gâlibdi. Bizim zamanımızda olan âmillerin ise, zulümleri gâlib olduğu için şahadetleri kabul.edilmez. Kâfî'de de böyle denmiş­tir.

Kardeşin; kardeş ve amcasına; radâ' [54] veya musâharet [55] bakımından haram olan kimseye şahadeti kabul edilir. Musâhareten haram olanlar; karısının anası, karısının başka kocadan olan kızı ve jazınm kocası, babasının kansı ve oğlu gibi kimselerdir. Çünkü bun­ların arasında emlâk ayrıdır ve zi'1-yedlikler başka başkadır. Birbir­lerinin malında tasarrufa hakları yoktur. Şu hâlde, töhmet meydana gelmez. Doğum yönünden karabete şahadetle kan - kocadan birinin, diğeri için şahadeti zikredilenin hilâfınadır. Yânı, şahadetleri makbul değildir.

Kâfirin, efendisi Müslüman oîan bir kâfir kb'îe, veya müvekkili Müslüman olan bir hür kâfir üzerine şahadeti kabul edilir. Yânı bir kâfirin, efendisi (mâliki) Müslüman olan bir kâfir köle üzerine şaha­deti ve yine bir kâfirin müvekkili Müslüman olan hür ve kâfir bir ve-ûrîl üzerine şâhidlik etmesi caiz olur. Aksi caiz değildir. Yânî mâliki kâfir olan Müslüman köle üzerine, kâfirin şahadeti ve müvekkili kâfir elan Müslüman vekîi üzerine kâfirin şahadeti kabul edilmez. Çünkü Müslüman efendinin kölesi, şâyed kâfir olup, ona alış - veriş için izin verdi ve iki kâfir şâhid, o me'zûn kâfir kölenin üzerine satın aldı ve­ya sattı diye şahadet etseler, aleyhine şahadetleri caiz. olur. Çünkü bu şahadet, bir kâfirin şahadetidir, ki kasden kâfir üzerine bir şeyin isbâtı için kâim olmuştur. Ve1 o isbâttan efendisi olan Müslüman üze­rine zımnen hüküm lâzım gelmiştir. Şâyed mâlik, yânî efendi kâfir olup me'zûn köle Müslüman olsa, onun aleyhine kâfirin şahadeti ka­bul edilmez. Çünkü bu şahadet, bir kâfirin şahadetidir ki, kasden Müs­lüman aleyhine bir işin isbâtı için kâim olmuştur. Eğer bir Müslüman, alış - veriş için bir kâfiri vekil etse, vekîl olan kâfir üzerine iki kâfir alış - veriş şâhidliği yapsalar, aleyhine şâhidlikleri caiz oiur. Çünkü bu şahadet, kâfir üzerine bir şeyin isbâtı için kâim olmuştur. Şâyed müvekkil kâfir olup, bir Müslümam satmak ve satın almak için vekîl etse, o vekîl olan Müslüman üzerine, şâhidlikleri kabul edilmez. Çün­kü bu, bir kâfirin şahadetidir, ki Müslüman üzerine kasden bir şeyin isbâtı için kâim olmuştur. Câmiu'l-Kebîr'in Telhisi için Mes'ûdî (Rh. A) 'nin yaptığı şerhde böyle zikredilmiştir.

Kâfirin, Müslüman aleyhine şahadeti kabul edilmez. Ancak vesa­yette ve nesebde, vasi, ölünün tarafından, hâzır olan hasım üzerine hak iddia ederse, kabul edilir. Yânî kâfir olan da'vâcı, bir Nasrânînin vasisi olduğunu iddia edip ve da'vâsmı isbât etmek için Müslüman ha­sım üzerine iki Nasrânî şâhid ikâme etse, veya «Fülân oğlu füîân Nas-rânî ölüp, ben onun vârisiyim.» diye iddia etse ve üzerinde ölünün ala­cağı olan bir Müsîümanı getirip; ölünün nesebini isbât etmek için iki Nasrânî şâhid ikâme etse, kabul edilir. Bu şahadetin kabulü, istihsân-âır. Kıyâs, kabul edilmemekdir.

İstihsâlim vechi şudur: Müslümanlar, Hıristiyanların ölümüne gel­mezler. Vasiyyet ise, çok kere ölürken yapılır. Nes&bin sübûtunun sebebi nikâhdır.  Halbuki Müslümanlar, onların nikâhlarına gelmezle Eğer binası ölüm üzere olan vesayet isbâtmda Müslüman üzerine kszâ binası nikâh üzere olan neseb isbâtmda Nasrâninin, Müslüman ürerine  şahadet;  kabul   edilmese,   vasiyyete  müteallik  oian  hakların zayi' olmasına yol açar. Şu hâlde,  bu şahadet biz'zarûre  tstihsânen kabul edilir. Nitekim ebenin, zaruretten dolayı şahadeti kabul edilir Körün şahadeti de kabul edilmez. Çünkü şahadeti edâ, iki hasmı ayırd edebilmeye muhtâcdır. Şahadet edilen şey (meşhûd-un bih) men­kûl ise, kör ancak ses ile ayırd eder. Bu ayırd etmede ise şübhe vardır. Şâhidîer, cinsiyle o şübheden kaçınmak mümkün olmaz.

Mürtedin [56] şahadeti de kabul edilmez. Çünkü şahadet, velayet bâbmdar.dır. Mürtedin ise, bir kimse üzere velayet yetkisi yoktur. Şu hâlde, kâfir üzerine de olsa, mürtedin şahadeti kabui edilmez.

Kölenin ve küçük çocuğun da şahadetleri kabul edilmez. Çünkü bunların, kendileri üzerine velayetleri yoktur. Başkaları üzerine olma­ması evleviyyette kalır. Ancak köle. köleliği hâlinde ve sabi, küçüklük hâlinde şahadeti yüklenip; köle hürriyete kavuştukdan ve küçük çocuk bulûğa erdikden sonra edâ ederlerse, kabul edilir. Çünkü şahadeti yük­lenmeleri, gözle görmek veya işitmek yoluyla hâsıl olmuştur. Bu iki­si, onları şahadetten alıkoymazlar. Edâ sırasında ise; köle ile küçük çocuk şahadet ehlindendirler.

Kazf [57] sebebiyle cezalandırılmış olan kimsenin de şahadeti ka-bûl edilmez. Velev ki, tevbe etmiş olsun. Çünkü Allah Teâlâ  (C.C.) :

«Ebediyyen onların şâhidüğini kabul etmeyin...» [58]buyurmuş­tur.

Ancak kâfir İken kazf haddi ile cezalandınlıp, ondan sonra Müs­lüman olmuş ise, kabul edilir. Çünkü kâfir, kazf haddi ile cezalandırıl­mış olsa, onun ehl-i zimmet üzere şahadeti kabul edilmez. Çünkü kâfir kendi cinsine şahadet yetkisi vardır. Şu hâlde cezasını tamamla­mak için şahadeti red edilir. O kâfir, küfrü hâlinde kazf haddi ile ce- . \iandmlmis olup, sonra Müslüman olursa, kâfirler ve Müslümanlar ürerine şahadeti kabul edilir. Çünkü bu şahadeti o. İslâm ile elde et­miştir. Eu şahadete, red mülhak olmaz. O da, ehl-i İsiâm üzerine şa­hadettir. Çünkü bu şahadet, red ve hadd zamanında sabit değildir. Ehl-i İslâm üzerine şahadeti caiz olunca, biz'zarûre kâfir üzerine şa­hadeti de caiz olur. Kâfir köle, bunun hilâfmadır. O, kazf haddi ile cezalandırılıp, sonra âzâd edilirse, şahadeti reddedilir. Çünkü köle için köleliği hâlinde asla şahadet yetkisi yoktur. Şu hâlde red, şahadetin hudûsuna tevakkuf eder. Red hadis olursa, onun şahadetinin reddi âzâddan sonra haddinin tamâmından olur.

Zindanda meydana gelen olaya mahîmsun (tutuklunun) şâhidlik etmesi de kabul edilmez. Yâni zindanda, tutuklular arasında bir olay meydana geldikde, tutukluların ba'zısı o olaya şâhidlik etmek iste­seler, kabul edilmez. Çünkü hepsi itham altındadırlar (müttehimdir-ler). Câmi'ul-Kebîr'de Köyle zikredilmiştir.

Bir kimsenin aslına, fer'ine; kocanın, karısına ve karının, koca­sına;  efendinin, kölesine ve mükâtebine  şâh^dliği  de kabul edilmez.

Bunda asıl olan, Resûlüllah  (S.A.V.)'m:                                .

«Çocuğun, babası için, babanın çocuğu için, kadının, kocası için ve kocanın, karısı için, kölenin efendisi için ve efendinin kölesi için; ki­ralanmış işçinin (ecîrin) kiralayan kimse (müste'cir) için şahadeti ka­bul edilmez.» kavl-i şerifidir.

Meşâyih'in kavline göre; ecîr ile murâd, ustasının zararını kendi zarân ve  yararını kendi yaran saydığı  husûsî çırağıdır.  Resûlüllah (S.A.V.)'ın:

«Aileye hizmet eden hizmetkârın (veya İşçinin) onlar için şaha­deti makbul değildir.» kavl-i şerifinin ma'nâsı budur.

Ulemâdan ba'zıları; «Ecîr ile murâd, yılhk veya ayhk tutulan üc­retli çırakdır.» demiştir. Çünkü ücretli işçi (ecîr) menfaatleri ile üc­reti gerekli kılar. Şâyed ecîr, kiralama müddeti içinde müste'cir için şâ-hidlik ederse, sanki o müste'cir, işçiyi o şâhidlik için kiralamış gibi olur.

İki ortağın, ortak oldukları şeyde birbirleri için şâhidliği de ka­bul edilmez. Çünkü, bir bakımdan kendisi için şahadettir. Eğer ortak olmadığı şeyde şâhidlik ederse, töhmet bulunmadığı için bu şâhidlik kabul edilir.

Fısk üzerine ısrar ettiği için me'bûn'un [59] şâhidliği de kabul edilmez. Fakat sözünde müiâyemet olup a'zâsmda tekessür (kırıtma) olsa, ve ef al-i reddiyye'den (çirkin işlerden) bir şeyle tanınmış olmasa, şâhidliği reddedilmez.

Ölü için ağlayıverip ağıt yakan kadının ve şarkıcının şâhidliği; mala tama' ederek haram işledikleri için, kabul edilmez. Ağıt yakan kadın (nâyiha) dan murâd; başkasının başına gelen musibete ağlayı­verip ondan kazanç sağlayan kadındır.

Eğlence (lehv) için tegannî ise, bütün dînlerde haramdır. Özellik­le, bu işi kadm yaparsa. Çünkü kadının şarkı jsöyleraesi şöyle dursun, sesini yükseltmesi bile haramdır. Onun için burada; «İnsanlar için şarkı söyleyen.» diye kâydlanmamıştır. Musannif, ilerde bu kaydı ko­yacaktır.

Haram olan içkilere mübtelâ olan kimsenin şâhîdliği de kabul edilmez. Çünkü haram olan içkilerden başkasına mübtelâ olmak, müskir olmadıkça şahadeti ıskat eylemez. İçmeye mübtelâ olmakda, eğlen­ce ve zevk için mübtelâ olmak şarttır. Mübtelâ olmayı şart. koşması, bunun meydana çıkması içindir. Çünkü bir kimse gizlice şarâb içip meydana çıkarmasa, her ne kadar şarâb içmek büyük günâh olsa da; âdil olmakdan çıkmaz ve onun adaleti 5âkit olmaz. Ancak, 'açığa çıka­rırsa veya sarhoş olarak dışarı çıkar da çocuklar kendisiyle . oynarsa, âdil olmakdan çıkar. Çünkü böyle yapan kimsede şeref (onur) olmaz ve âdeten yalandan kaçınmaz. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Dünyalık için düşmanlık eden kimsenin de şahadeti kabul edilmez. Muhît'de denmiştir ki: Bîr adamın bir adama, dünyâ işlerinden bir şey­de düşmanlığı olsa, şahadeti caiz olmaz.

Zâhidî (Rh.A.) demiştir ki: Muhît'de zikredilen kavi, müteahhi-rînin ihtiyarıdır. Mensûs olan rivayet ise, bunun hilâfmadır. Çünkü o kimse, eğer âdil olursa, şahadeti kabul edilir. Zâhidî (Rh.A.); «Sa­hih olan budur, İ'timâd da bunadır.» demiştir.

Kuşlarla oynayan kimsenin şahadeti de kabul edilmez. [60] Çün­kü onun gafleti ve bir nev'î oyuna ısrarı şiddetlidir. Zîrâ çok kere dam üzerlerinden ve başka yerlerden kadınlara bakar. Bu ise, iıskdır. Fa­kat bir kimse, güvercini ünsiyet (alışkanlık) için besler, uçurup oy­namazsa, onun adaleti yok olmaz. Çünkü güvercinin evlerde alıkon-ması mubâhdır.

Tanbur çalan veya insanlara şarkı söyleyen kimsenin de şahadeti kabul edilmez. Çünkü tanbur zevk ve eğlencedir. Zîrâ, fısk çeşidindendir ve insanları büyük günâh işlemek için toplar. Böyle kimse âdeten mü-câzefeden (yâni ölçüsüz ve düşüncesiz konuşmakdan) ve yalandan çe­kinmez. Eğer başkasına duyurnıayıp, belki yalnızlığım gidermek için kendisine çalıp söylerse şahadetine dokunmaz.

Hadd (şer'î ceza) lâzım gelecek suç işleyeni kimsenin de şahadeti kabul edilmez. Yâni hangi çeşit olursa olsun — haksız yere adam öl­dürmek, zina ve hırsızlık etmek gibi— haddi gerektiren büyük gü­nâhlardan birini işleyen kimsenin de şahadeti kabul edilmez. Çünkü o, inancının aksine bir iş yapmıştır. Bu da, onun dindarlığının (diya­netinin) azlığına delildir. Onun, yalan yere şahadete cür'et edebile­ceği de umulur. Kâfî'de de böyte denmiştir.

Ben derim ki; bunun zahiri, gizlice içki içmek hakkında Kâfiden naklettiğimiz söze- aykırıdır. Lâkin, ikisi arasında uygunluk şudur: Hadd gerektiren şeyi işlemekle murâd, cezalandırılmak sânından olan şeyi işlemek değildir. Belki, onunla cezalandırılan şeyi bi'1-fiil yapmak­tır. Bu ise ancak, izhâr ile ve şâhidlerin onun üzerine muttali' olma-siyle olur.

Peştamalsız hamama giren kimsenin de şahadeti kabul edilmez.

Çünkü avret yerini açmak haramdır. Bununla beraber avret yerini aç­mak, harama aldırış etmemeye delâlet eder.

Ribâ (faiz) yiyen kimsenin de şahadeti kabul edilmez. Çünkü ri­bâ yiyen kimse fâsıktır. Mebsüt'da; ribâ yemek ile tanınmış olmak şart kılınmıştır. Çünkü tacirler, akdi ifsâd eden sebeblerden çok az kurtulurlar. Bunların hepsi, ribâdır. Öyle ise (sahiciliği kabul edilme­mesi için)  ribâ yemekle tanınmış olması gerekir.

Yâhûd tavla [61] veya satrançla kumar oynarsa yâhûd satrançla oyalanıp namazı terk ederse, şâhidliği kabul edilmez. Çünkü bunla­rın her biri aşağılığa delâlet eden büyük günâhlardandır. Fakat ku-marsız ve namazı terk etmeksizin sâdece satranç oynamnk, her ne kadar bize göre mekruh ise de; şahadete engel olan fisk değildir. Çünkü İmâm Şafiî (Rh.A.)'ye göre; satranç mubah olmakla, onda içtihada mesâğ (ruhsat) vardır. [62] Fakat, tavla oynayan kimsenin mutlaka şahadeti merdûddur.

Yolda bevleden (küçük abdestini yapan) veya yolda yemek yiyen kimsenin de şâhidliği kabul edilmez. Selefe açıkça küfreden kimsenin de şâhidliği kabul edilmez. Selef; Sahâbe-i Güzin ve müctehid âlimler­dir. Allah (C.C.) hepsinden razı olsun. Çünkü bu işler, onun aklının ve mürüvvetinin (haysiyetinin) kusurunu gösterir. Bundan kaçınmayan bir kimse, yalandan da kaçınmaz. Zikredilen şeyleri yapmayan kimse, bunların hilâfınadir. Yânı şahadeti, merdûd değildir.

Ölen kimsenin iki oğlu, babalarının şu şahsı vasî kıldığına şahadet etseler ve o da vasî olduğunu iddia etse, iki kardeşin şahadetleri İstih-sânen sahih olur. Eğer vasî, bunu inkâr ederse, onların şahadeti ka­bul edilmez. Kıyâs, vasî iddia etse de kabul edilmemesi idi. Nitekim ölen kimsenin iki alacaklısının şahadetleri; ölen kimseye borçlan olan iki borçlunun şahadetleri; Ölünün, kendileri için vasiyyet ettiği iki kim­senin şahadetleri ve ölenin iki vasisinin vasi ta'yîni üzerine şahadeti kabul   edilir.  Kıyâs, zikredilenlerin   şahadetlerinin   kabul   edilmemesi idi. Çünkü o iki şâhid, şahadetleri ile kendilerine menfaat sağlarlar. Öyle ise, bu red olunur. Çünkü iki vâris, onlar için, ölenin malından tasarruf eden ve haklarının ihyâsına kâim olan kimsenin nasbim kasd etmektedirler. İki alacaklı ise, haklarını alan veya onlara haklarını .vermekle ibra eden kimsenin nasbim kasd etmektedirler. İki vasî öle­nin malında tasarruf üzere onlara yardımcı bir kimsenin nasbini kasd etmektedir. Kendilerine vasiyyet edilen iki kimse (mûsâ leh) ise, hak­larım kendilerine veren kimsenin nasbim murâd etmektedir.

tstihsânm vechi şudur: Bu şahadetler, hakîkaten şahadet değildir. Çünkü hakîkaten şahadet, kâdî üzerine bir şey îcâb eder ki, kâdî o şa­hadet olmaksızın onu icraya kadir olamaz. Bu ş?hâdet ise, böyle de­ğildir. Zîrâ vasî, razı olsa ve mûsinin ölümü de bilinse, kâdî insanların mallarım zayi' olmakclan korumak için vasi ta'yinine kadir olur. Lâ­kin kâdînm, nasb eylediği kimsenin yetkisini ve ehliyetini araştır­ması gerekir. Zikredilen şâhidler, şahadetleri ile kâdîye ta'yîn külfeti bırakmazlar. Onla,r, şahadet ile bir şey de iabât etmezler. Binâenaleyh şahadetin hüccet olmaması hususunda kur'â gibi olur. Belki kâdînm ta'yin külfetini defeder.

Eğ-sr iki kardeş; bunların gâibde olan babalan, hâzırda olan bir kimseyi alacağını teslim alması için vekil etti, diye şahadet etseler; gerek o vekü vekâleti iddia etsin, gerekse etmesin, o şahadet red edilir. Çünkü onların şahadetlerinde şübhe hâsıl olmuştur. Zîrâ iki kardeş, babalan için şahadet,etmektedirler. Bu şahadetin bâtıl olduğu ise, daha önce geçti.

Mücerred cerh üzere şahadet de red edilir. Mücerred cerh, şahidin kendisiyle £âsık sayıldığı şeydir. Amma. fâsık sayılan şâhid üzerine, şeriatın veya kulun hakkını îcâb eylemez. Bu şahadet, kabul edilmez. Meselâ; fâsık veya ribâ yiyen kimse gibi, yâhûd da'vâcı onları isticar eyledi, diye şahadet etmek ve benzerleri gibi. Nitekim, yakında anla­tılacaktır. Çünkü şahadet ancak hüküm altına giren şeyde kabul edi­lir. Ve o şeyin Uzamı kâdînm yetkisindedir. Fısk ise, böyle değildir. Çünkü şâhid, uslu tevbe ile savar; isticar, her ne kadar cerh üzerine zâid bir iş ise de, lâkin isbâtmda hasım yoktur. Çünkü onun ücrete tealîuku yoktur. Hattâ da'vâlı; «Da'vâcı, şâhidleri şu kadar şeye kira ile tuttu!« yâhûd; «Ücreti, benim onun indinde olan malımdan verdi!» diye bu iddiasına beyyine gösterse, kabul edilir. Nitekim, yalanda açık­laması gelecektir. Çünkü bu surette, da'vâlı hasımdır.

Sadr'uş-Şerîa (RIı.A.) demiştir ki: Da'vâcı adalet üzere beyyine ge­tirse; hasım da cerh üzere beyyine getirse; eğer cerh, mücerret! olur­sa, cerhin beyyinesi kabul edilmez. Benim, mes'elenin suretini böyle zikretmeme sebeb; çünkü da'vâcı eğer adalet üzerine beyyine getir­mez ve bir muhbir; «Şâhidler fâsıkdır veya ribâ yiyicidir!» diye haber verirse, adaletin sübûtundan önce hüküm caiz olmaz. Bilhassa iki muh­bir; «Şâhidler, fâsıkdir!» diye haber verirse; hiç caiz olmaz.

Ben derim ki: Bunun hakikati şudur; şahidin ta'düden önce cerhi, şahadeti sübûtundan önce defetmektir ve bu diyanet Mbmdandır. Bun­dan dolayı cerhde, haber-i vâhid kabul edilir. Nitekim bu mes'ele daha önce «Kerahet ve İstihsân Bölümü» nde geçmiştir.

Ta'dîlden sdira cerh, şahadetin süfcûtundîm sonra ref etmekdir.

Hattâ mücerred cerh bulunmazsa, ta'dîlden sc-nra kâdînin o şahadet ile amel etmesi vâcib olur.

Mukarrer kaidelerdendir ki; def, ref'den esheldir.  (Yânı savmak, ortadan kaldırmakdan daha kolaydır). Ta'dîlden önce mücerred cerhin velev ki bir kişi tarafından olsun makbul olması, ta'dîlden sonra, mak­bul olmamasının sırrı budur. Belki şeriatın veya kulun hakkını isbât-ta şahadet nisâbına muhtâc olur. Bu tahkik ile Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) üzerine, ba'zı kendini  beğenmişlerin, kailin murâdını anlamadan, yap­tığı şuursuz ftirâzı yıkılmış olur. Bununla beraber; bu zât, kaideler­den zâhil ve gafil olduğu hâlde şöyîe demiştir: «Ben derim ki, bu söz götürür.  Çünkü bu gibi şahadet, g-erek ta'dîlden önce, gerekse sonra olsun, mu'teber olmaz. Öyle ise, zikrettiği kaydh surete hacet yoktur.» Bundan dolayı ben; «Mücerred ceı*h üzere şahadet, ta'dîlden sonra ka­bul edilmez. Ta'dîîden Önce kabul edilir.» dedim. Meselâ; da'vâcının şâ-hidleri fâsıktıriar veya zânîdirîer veya ribâ yiyicidirler yâhûd içki içi­cidirler veya şâhidler bu şahadette yalancı olduklarını ikrar etmişler­dir veya ücretle tutulduklarını ikrar etmişlerdir,  diye ikrar eyledik­lerine şahadet etseler veya da'vâcmın bu da'vâda mubtıî olduğunu ik­rar ettiklerine şahadet etseler yâhûd bu olayda da'vâlı üzere onların şahadeti yoktur, ,diye şahadet etseler, bu şahadetler, ta'dîlden sonra kabul edilmez. Çünkü  adalet,  sabit  oldukdan  sonra,  ancak şeriatın veya kulun hakkını isbâttan sonra, ortadan kalkar. Nitekim, sen bunu bilirsin! Halbuki bu, zikredilen şeylerde şeriatın veya kulun hakkından birisinin isbâtı yoktur. Şu şey, bunun hilâfmadir ki; eğer şahadet ta'dilden önce bulunursa,  def hususunda kâfidir.  Nitekim, daha Önce geçti.

Da'vâcmın, şâhidlerinin fâsık veya yalancı şâhid olduklarım yâ^ hûd bu şahadet için kira ile tuttuğunu; ikrar ettiğine şahadet ederlerse, da'vâhnm şâhidlerinin şahadetleri kabul edilir. Çünkü bu, da'vâ-cınm da'vâsmda haklı olmadığını ikrardır. Ya da, o şâhidler köledirler veya kazf sebebiyle cezalandırılmışlardır yâhûd bunlar zina ettiler veya zina ile vasf olundular yâhûd benden şöyle bir şey çaldılar veya içki iç­tiler, diye şahadetleri de kabûî edilir. Şu kadar var ki; içki (hamr) içil­mesinde koku yok olmayacak kadar ve geri kalanlarında bir ay kadar za­man geçmiş olmamalıdır. Çünkü zaman geçmiş ise, onunla hakkı isbât etmek mümkün olmadığı için kabul edilmez. Zlrâ zamanı geçmiş olan hadde şahadet etmek merdûddur.

Yâhûd şâhidler da'vâcmın ortaklarıdır ve müddeâ, hepsinin ortak oldukları bir maldır. Veya şâhidler, zina iftirasında bulunmuşlardır.

Makzûf (kazf edilen) de bunu iddia etmektedir. Yâhûd da'vâcı şâhid-leri şu kadar parayla kiralayıp benim onda olan malımdan ücretlerini vermiştir veya ben o şâhidler ile şu kadar paraya, benim üzerime ya­lan yere şahadet etmemeleri için anlaştım ve anlaşma bedelini onlara verdim. Onlar ise, yalan yere şahadet ettiler, şu hâlde ben, onlara verdiğim parayı istiyorum, diye iddiasına beyyine gösterse, şahadet kabul edilir. Bu suretlerde şahadetin kabul edilmesi; ba'zısında Allah Teâlâ (C.C.)'mn hakkı, ba'zısında ise, kulun hakkı olduğu içindir. Bu hakların ihyâsına ihtiyâç vardır.

Bir olayda kâdîmn reddetmiş olduğu; yânî kabul etmediği şahi­di, o olayda başka kadının kabul etmesi caiz değildir. Çünkü zahir şu­dur ki; birinci kâdî o şahidi şer'î bir sebeble reddetmiştir. Şu hâlde ikinci kâdîmn, ona muhalefet etmesi caiz olmaz.

Şahadetleri eksik olan şâhidlerin şahadetini onlardan başkası ta­mam etse, kabul edilir. Şöyle ki, iki şâhid bir hâne için, hasmın yed'inde olduğunu zikretmeksizin şahadet etseler ve hasmm yed'inde olduğu­na diğer iki şâhid şahadet etseler, kabul edilir. Çünkü da'vâcıya mülkü isbâtta hasım cisun diye, da'vâlmm zi'1-yedliğini isbât için şahadete ihtiyâç vardır. Bunda iki hükmün, bir fırkanın şahâdetiyîe. sabit ol­ması ve iki fırkanın şahadetle sabit olması arasında fark yoktur. On­dan sonra iki şâhid, hâne da'vâlmm zi'1-yedliğihdedir, diye şahadet et­seler, kâdî onlara; «Siz, hanenin da'vâlı elinde olduğuna, duyup işit­mekle mi, yoksa gözle görmek suretiyle mi şahadet ediyorsunuz?» di­ye sorar. Çünkü olabilir ki; o kimsenin hâne elinde olduğu ikrarını işitmişler de; bu husûsda mutlak şâhidlik yapılabilir sanmışlardır. tmâdiyye'de de böyle denmiştir.

İki kimse mahdûddun mülküne; diğer iki kimse de hududun mül­küne şahadet etseler, zikredilen sebebden dolayı kabul edilir.

Şâhidler, bir adamın ismine, nesebine şahadet edip, o adamı ay­nen ta'rif etmeseler; diğer iki şâhid de o isimle adlandırılan bu adamdır, diye şahadet etseler; şahadetleri kabul edilir. Yakında bunun ben* zeri gelecektir.

Âdil bir kimse şahadet edip; ((Ben, şahadetin bir kısmım açıklama­dım! » derse, şahadete zarar vermez. Yâni şâhid şahadet ettikden son­ra, şahadetinde terk ettiği bir sözü hatırlayıp, onu zikretse, eğer söz­de çelişme yoksa, şahadeti kabul edilir.

Câmiu's Sağîr'de ve Muhît'de mutlak olarak zikredilmiştir ki, eğer o adam yerinden ayrılmadan Önce bu sözü söyledi ve şâhid âdil olup çelişkiye düşmemeyi şart kılmadı ise —ki bu güzel bir şarttır— şa­hadet caiz olur. Bunu Zâhidî (Rh.A.) zikretmiştir.

Yaradan öldüğüne dâir getirilen beyyine, yara iyileştikden sonra öldüğüne dâir getirilen beyyineden evlâdır. Yâni bir adam, bir insanı yaralayıp, yaralı öldükde müteveffanın velîleri «O yara sebebiyle öl­dü!)) diye beyyine getirseler; yaralayan kimse de; «Benim açtığım ya­radan sıhhat bulup, on gün sonra öldü i» diye beyyine getirse, maktu­lün velilerinin beyyineleri evlâdır.

Gabin (aldatan)'in beyyinesi, kıymet semenin misli olduğuna dâir getirilen beyyineden evlâdır. Yânî bîr vasî, küçük çocuğun bağını sa­tıp; sabi baliğ oldukda aldanma (gabn) bulunduğunu iddia edip bey­yine getirse; müşteri de o vakitte semenin misline satm aldığına dâir beyyine getirse, gabinin beyyinesî kabul edilir. Çünkü aldanmaya dâir olan beyyine, zâid bir şeyi isbât etmektedir. Bir de; fesâd beyyinesi, sıhhat beyyinesine tercih edilir.

Mutasarrıfın âkil olmasına dâir beyyine, aklı bozuk veya mecnûn olmasına dâir beyyineden evlâdır. Yânî bir câriye, efendisi âkil oldu­ğu hâlde kendisini ölüm hastalığında (maraz-ı mevtte) müdebber ey­lediğine dâir beyyine getirse; efendinin vârisleri de aklı bozuk idi, diye beyyine getirseler, cariyenin beyyinesi evlâdır.

Keza bir kimse, karısını ınuhâlaa ettikden sonra, hul' vaktinde mecnûn olduğuna dâir beyyine getirse; kadın da hul' vaktinde koca­sının akıllı olduğuna dâir beyyine getirse yâhûd koca husûmet vak­tinde mecnûn olup, velîsi onun mecnûn olduğuna dâir beyyine getirse; kadın da akıllı olduğuna dâir beyyine getirse, iki fasılda da kadının beyyinesi evlâdır.

İkrahın   [63]   beyyinesi, tav'ın  [64]   beyyinesinden evlâdır.  Yânî daVâcı, bir insanın bir şeyi kendi.isteği ile ikrar ettiğini isbât etse; da'va-lı da; «Ben, o ikrara mecbur edildim!» diye beyyine getirse, mecburiyet beyyinesi evlâdır. Çünkü, zahirin' hilafını isbât etmektedir. [65]

 

Şahadette İhtilaf  Babı

 

Bilmiş ol ki, bu bâb mukarrer olan bir takım asıllara dayanır. On­lardan biri de; da'vâeı olmaksızın kul haklarında şahadetin kabul edil­memesidir. Çünkü kulların haklarının sabit elması, velev vekil ile ol­sun, onların istemelerine.bağlıdır.

Allah Teâîâ (C.C.)'nm haklan bunun hilâfmadir. Onlarda da'vâ şart değildir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) 'nın haklarını yerine getirmek herkesin üzerine vâcibdir. Şu hâide herkes, bunların isbâtında hasım­dır. Böyle olunca, sanki da'vâ mevcûd imiş gibi olur.

Bu asıllardan biri de şudur: Eğer şâhidler iddia edilenden daha çoğuna şahadet ederlerse; da'vâeı onları yalanlar. Bu takdirde, şaha­detleri bâtîl olur. Eğer iddia edilenden daha azına şahadet ederlerse, kabul edilir Çünkü bunda iki taraf ittifak etmiştir.

Mukarrer olan asıllardan biri de şudur: Asıldan sabit olduğu için, mutlak mülk, mukayyed mülkden daha çoktur. Sebeble olan mülk ise, sebebin vaktine münhasırdır.

Asıllardan biri de şudur: İki şâhid arasında olan ihtilâf, da'vâ ile şahadet arasında olan ihtilâf gibi değildir. Çünkü iki şahidin şahadet­leri; ma'nâda ve ma'nânm ayrılığını gerektirmeyen lâfızda diğerine uygun olması gerekir. Fakat da'vâ ile şahadet arasında olan uygunlu­ğun sâdece ma'nâda olması gerekir, lâfza i'tibâr edilmez. «el-Fusûl» da da böyle denmiştir. Yakında bu mes'elenin daha geniş açıklaması ge­lecektir.

Bundan anlaşılır ki; Vikâye'nin ibaresi, gereği gibi değildir. Çünkü o; şahadetin da'vâya uygunluğunun şartı, iki şahidin lâfzen ve ma'-nen ittifakı gibidir, demiştir. Bundan dolayı ben; «Da'vâ için şahade­tin mutabakatı vâcib olur. hem lâfzen hem m?.'nen değil, belki ancak ma'nâ bakımından vâcib olur.» dedim.

, Da'vâcı, mutlak müik iddia ettikde, şâhidler; meselâ hanenin mî-râsla alınması da'vâsı gibi, sebeble olan mülke şahadet etseler, kabul edilir. Çünkü iddia edilenden daha azma şahadet etmişlerdir. Bu ise; yukarda geçtiği veehle; ma'nen mutabakat bulunduğundan şahadetin kabulüne mani' değildir. Aksi hâlde, kabul edilmez. Yânı da'vâcı, sebeb-îe mülk iddia eyledikde, şâhidler mutlak mülke şahadet etseler, kabul edilmez. Çünkü iddia edilen şeyden fazlasına şahadet etmişlerdir. Şu hâlde, şahadet bâtıl olur. Nitekim bu da, yukarda geçti.

İki şahadetin ma'nâda ve ma'nânın ayrılığını gerektirmeyen lâ­fızda birbirine uygun olması vâcib olur. Ma'nânın ayrılığını gerektir­meyen lâfız tazammun yoluyla değil, va'zi yoluyla ma'nânın ifâdesine her iki lâfzın uygun olmasıdır.

İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) 'e göre; m&'nââa ittifak yeter. Hattâ bir adam yüz dirhem iddia etse, bunun üzerine bir şâhid bir dirhem ol­duğuna, biri de iki dirhem olduğuna, bir diğeri de üç dirhem olduğuna, bir başkası dört dirhem olduğuna, bir diğeri de beş dirhem olduğuna şahadet etseler; İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre lâfzen uygunluk bulun­madığı için kabul edilmez. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ)'e göre; son iki şâhid şahadette ma'nen ittifak ettikleri için, dört dirhem olduğuna hükmedilir.

Eğer şahidin biri nikâha; diğeri tezvîce şahadet ederse, ikisinin ma'nâlan bir olduğu için, kabul edilir. Keza şahidin biri hibeye, diğe­ri atıyye'ye ve benzerine şahadet etse, kabul edilir.

Biri bin; diğeri ikibin yâhûd biri yüz, diğeri İkiyüz dirhem oldu­ğuna; veya biri, bir talâka, diğeri iki veya üç talâka şahadet etse, bu şahadet red edilir. Çünkü iki ma'nâ muhteîifdir.

Nitekim da'vâcı gasb veya kati iddîa ettiğinde şâhidlerden biri buna, diğeri bunun ikrar ettiğine şahadet etseler, kabul edilmez. Eğer iki şâ­hid, katlin veya gasbm ikrar edildiğine şahadet ederse, durum bunun aksine olup, şahadetleri kabul edilir.

Bin dirhem, diye yapılan şahadet; şâyed da'vâcı fazlayı İddia eder­se; binyüz dirhemdir diye yapılan şahadet üzerine kabul edilir. Yâni biri bin, diğeri binyüz dirhem olduğuna şahadet ettiklerinde, bin diye yapılan şahadet kabul edilir. Çünkü iki şâhid binde ittifak etmiş, biri yüz dirhem iddiasında yalnız kalmıştır. Eğer da'vâcı, yalnız bin dir­hem iddia ederse, bunun hilâfmadır. Şahadet kabul edilmez. Çünkü da'vâcı, daha çok olduğuna şahadet eden şahidi yalanlamıştır. Bu an­lattıklarımız sâdece borç hakkındadır.

Ayn olan malda ise, şahadet bir tek kişiden kabul edilir. Nitekim şahidin biri, şu iki köle da'vâcmmdır, diye şahadet edip, diğeri, köle­nin biri için, şu köle da'vâcmmdır, diye şahadet etse, bi'1-icmâ' şaha­det, şâhidlerin ittifak ettikleri köle üzerine kabul edilir. Muhit adlı kitabda, «Şirb'de Şahadet Babı» nda böyle zikredilmiştir.

İhtilaflı şahadet akdde mutlaka kabul edilmez. Yânî gerek en az gerekse en çok üzerine olsun veya da'vâcı gerek satıcı, gerekse müşte­ri olsun müsavidir (fark etmez).

Eğer şahidin biri, bir kölenin satıldığına veya bin akça ile mükâ-teb edildiğine şahadet edip, diğeri, bin beşyüz akça olduğuna şahadet ederse, bu şahadet red edilir. Çünkü maksûd, sebebin isbâtıdır. O da, akddir. Bin akça ile satmak başka; bin beşyüz ile satmak başkadır. Bu durumda şahadet edilen mal (meşhûd-un bin) semenin ayrı ayrı ol-masiyle muhtelif olmuştur. İki âkidden birine şahadet nisabı tamâm olmamıştır. Bir de; da'vâcı, iki şâhidden birini yalanlamaktadır.

Keza malla âzâdda ve kisâsdan sıılhda, rehinde ve hul'da; eğer îbirinci surette köle, ikinci surette kaatil ve üçüncü surette râh<n ve dördüncü surette kadın İddia ederse, şahadet red edilir. Çünkü bunlar, malın isbâtmı kasd etmezler. Belki akdin isbâtmı kasd ederler. Hal­buki akd, bildiğin sebebden dolayı muhteîifir. Eğer diğeri iddia eder­se, meselâ kölenin efendisi; «Ben, seni bin beşyüz akçaya karşılık âzâd ettim!» deyip; köle; bin akçaya karşılık âzâd ettiğini iddia ederse, yâhûd kısas sahibi; «Ben, seninle bin beşyüze sulh oldum!» der de; kaatil bin'e sulh olduğunu iddia ederse — geri kalan ikisi de böyledir — bütün veehlerinde borç da'vâsı gibidir. Çünkü kisâsdan afv, âzâd ve talâk, hak sahibinin i'tirâfiyle sabit olup da'vâ alacakda bakî kalır. Hidâye'de de böyle denmiştir.

Rehinde, da'vâcı şâyed mürtehin olsa, da'vâsı gizlilik bulunmak­sızın alacak hakkındadır. Çünkü rehin ancak, önce borç bulundukdan sonra olur. Şu hâlde, diğer borçlarda olduğu gibi, borcun sübûtu hak­kında beyyine kabul edilir. Bin akça ile rehin zımnen ve borca tebaan sabit olur. Kifâye'de de böyle denmiştir.

Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) demiştir ki: Bu da'vâ, borç da'vâsı gibi de­ğildir. Çünkü borç, borçlunun ikrarı ile sabit olur. Şu hâlde, iki şâhid­den birinin yanında borcun bin akça olduğunu ikrar edip, diğerinin yanında binden daha çok olduğunu ikrar eylemesi mümkün olur. Hak­kın daha çok olması da mümkündür. Lâkin borçlu, bin akçadan fazla­sını ödemiş veya o fazlalıkdan iki şâhidden birinin yanında beri olup, diğerinin yanında beri olmamıştır, öyle ise, ikisinin arasını bulmak (teviîk) mümkündür. Fakat burada1 mal. akcîe tebâiyetle sabit olur. Bin akça ile yapılan akd, binden daha çoğu ile yapılan akdden başka­dır. Bu durumda, her birinin üzerinde bir şahadet kalmış olur. Diğer tarafda olduğu gibi, o şahadet red edilip kabul edilmez-.

Ben derim ki: Sadr'ıış-Şeria (Eh.A.)'ya verilecek cevâb şudur: Müşebbeh'in, bütün vecihlerinde müşebbeh-un bih hükmünde olması vâ-cib değildir. Belki borç da'vâsı gibi olmasından murâd; iki şâhid lâfız bakımından ayrı olurlarsa, her ne kadar ma'nâ bakımından ittifak etseler bile, İmam A'zam (Rh.A.)'a-göre: şahadetleri kabul edilmez, de­mektir. Eğer da'vâcı daha az olduğunu iddîj. ederse, daha çok olduğu­na şahadet eden şahidin şahadeti kabul edilmez. Da'vâcı, daha çok ol­duğunu iddia ederse, daha az üzere kabul edilir. Böyle olmasının se­bebi şudur: Çünkü bu dört surette, mal her ne kadar akd sırasında aka ile 5âbit ve mal o akdde tâbi' oldu ise de. lâkin da'vâ esnasında iş tersine dönmüştür. Nitekim bilirsin ki, hak sahibi, kısası afv ettiğini veya köleyi âzâd ettiğini yâhûd talâkı i'tirâf etse, ve rehin hususun­da da'vâda da'vâcı mürtehin olursa, da'vâ borç hususunda olur ve akd mu'teber olmaz. Olsa bile; rehindeki gibi borca tebâiyetle mu'teber ölür. Ve anlaşılır ki; Sadr'uş-Şeria (Rh.A.)'nm; «Mal, akde tebâiyetle sabit olur.)) sözü, akdin sabit olması ile zail olmasının arasını ayırama-makdan ileri gelmiştir. İmdi tedebbür eyle!

tcâre, müddetin başlangıcında satış gibidir. Çünkü akdi isbâta muhtâcdır. Müddetten sonra da borç gibidir. Da'vâcı, mucir (yânı ki­raya veren kimse)  dir. Çünkü burada akdin isbâtma ihtiyâç yoktur.

Nikâh, mutlaka en az İle sahih olur. Yâni da'vâ gerek kocadan, gerekse kadından olsun ve da'vâcı gerek azı, gerekse çoğu iddia etsin, müsavidir (fark etmez). İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ)'e güre, şahadet bâ­tıl olup, satışda olduğu gibi bir şeyle hükmedilmez. Çünkü iki taraf-dan maksûd; sebebin isbâtıdır. Bin akçaya yapılan nikâh bin beşyüz akça ile yapılan nikâhdan başkadır. İmâm A'z'am (Rh.A.)'a göre; mal nikâhda tâbidir. Bundan dolayı nikâh, mehr belirtilmeksizin sahih olur. Tâbi'in hükümlerinden biri de; aslı değiştirmem esi dir. Görülmez mi ki, asıl yâni nikâh, tâbi'in yâni mehrin kaldırılmasiyle bâtıl olmaz. Mehrin fâsid olmasiyle de nikâh fâsid olmaz. Keza asıl olan mülkde ve helâllıkda ittifak ettikden sonra, tâbi'de ihtilâf etmeleriyle de de­ğinmez. Ve nikâhın mevcudiyetine hüküm vermek vâcib olur. Bu vâcib olunca; mehr, mtinferid bir mal olarak kalır. Şu hâlde, iki mikdârın en az olanı ile hüküm verilir. Nitekim, münferid (yalnız ve ayrı olan) malda hüküm budur.

İki kimse, borcun bin akça olduğuna-şr.lıâdet edip birisi; «Beşyüzu ödedi!» dese, şahadet bin akça üzerine kabul edilir, Çünkü bin akça üzerinde ittifak etmişlerdir. Nitekim bin akçanın ödünç verildiğine şahadet edip, birisi onu, yânî ödüncü ödedi, dese, şahadet ödünç (karz) üzere kabul edilir. Çünkü ödünç olan bin akça üzerinde ittifak etmişlerdir. Birincide, beşyüz akçayı; ikincide ödüncü ödedi, sözü red edilir. Çünkü o, tek kişinin şahadetidir. Ancak, onunla beraber diğer bir şâhid de şahadet ederse, kabul edilir. Çünkü bu takdirde şahadet nisabı bulunur. Da'vâcı aldığı şeyi ikrar edinceye kadar, zulüme yar­dım etmiş olmasın diye, iki surette de borçlunun öde'diğini bilen kim­se şahadet etmez.

İki kişi,Zeyd'in falan gün Mekke'de; diğer iki kişi de, o gün Kû-fe'de öldürüldüğüne şahadet etseler, şahadetin ikisi de red edilir. Yâni dört kişi, bir kâdînm huzurunda toplanarak, ikisi, önce zikredilen şe­kilde; diğerleri ikinci zikredilen şekilde (Kûfe'de). öldürüldüğüne şa­hadet etseler, iki fırkanın da şahadetleri red edilir. Çünkü iki taifenin biri kesinlikle yalancıdır. Eğer kâdî, iki taifeden birinin şahadetleri ile hüküm verdi ise, diğerinin şahadetleri red edilir. Çünkü birinci şa­hadet, öncelikle üstünlük kazanmıştır.

İki kişi, bir sığırın çalındığına şahadet edip, .renginde ihtilâf et­seler; biri, beyaz, diğeri siyah idi; veya biri sarı, diğeri kırmızı idi dese­ler, hırsızın eli kesilir. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «Kesilmez, çünkü şahadet edilen şeyde ihtilâf edilmiştir. Eu durumda şahadeti kabul etmek imkansızlaşır. Nitekim erkeklikde ve dişilikde; veya gasb edilen hayvanın renginde ihtilâf etseler, şahadetlerine i'tibâr edilmeyip ka­bul edilmemesi evlâ olur. Çünkü gasb ile sabit olan, zararı ödemektir. Zarar, şübhelerle düşmez. Burada sabit olan ise, şer'î cezadır. O ise, şübhelerle düşer.» demişlerdir.

İmâm A'zam (Rh-A.)'ın delili şudur: Şâhidler, şahadetin sulbün­den (aslından) olmayan şeyde ihtilâf etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki, rengini zikretmeyip sussalar, şahadetleri kabul edilir. İki şahadetin arasını bulmak mümkündür. Çünkü iki renk, ba'zan bir arada bulu­nurlar. Hayvanın bir tarafı siyah, diğer tarafı beyaz olabilir ve iki şâ­hidden biri, bir tarafını, öbürü de diğer tarafını görmüş olabilir. Erkek­lik ve dişilik bunun hilâfınadır. Çünkü erkeklik ve dişilik, ancak o hayvana yaklaşmakla bilinir. Hayvana yaklaşınca ise; şübhe kalmaz. Bi­nâenaleyh, arasını bulmakla meşgul olunmaz, Gasb dahî bunun hi-lâfinadır. Çünkü gasb, ekseriyetle gündüzleyin vâki' olur. Binâenaleyh şahidin gâsıba yakın olması mümkündür. Şâhid gasb edilen şeyin bü-" tün renklerini görebilir ve ara bulmakla meşgul olmaz.

Murisin mülkü, iki şâhid cerr etmeden vârisi için hüfctn olunmaz.

Musannif, cerrin ma'nâsmı şu sözü ile açıklamıştır: İki şâhid; muris öldü ve bu malı mîrâs bıraktı veya bu mal, onun mülküdür yâhûd onun elindedir, derler.

Bilmiş ol kî. fukahâ; mîrâsa şahadet, cerre ve nakle muhtaç olur mu. olmaz mı? mes'eiesinde ihtilâf etmişlerdir. — cerr ve nakil de me­tinde musannifin, söylediğini söylemesidir— İmâm A'zam ve İmâm Muhammed (Rh. Aleyhimâ); «Cerr, mutlaka lâzımdır.» demişlerdir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.), ayn görüştedir. Ebû Yûsuf (Rh.A.) der ki: Veraset, hilâfet olduğu için, murisin mülkü vârisin mülküdür. Bun­dan dolayı ayb ve kusur nedeniyle geri verilir. Öyle ise, mülkün mu­rise âicl olduğuna şahadet etmek, mülkün vârise âid olduğuna şahadet etmektir.

İmâm A'zanı île İmâm Muhammed (Rh. Aleyhimâ) derler ki: Vâ­risin mülkü, ayn hakkında yenilenir. Bundan dolayı, miras bırakılmış olan cariyede, vâris üzere istibrâ vâcib olur. Fakir olan murise sadaka edilen şey, zengin olan vârisine helâl olur. Hâlin istıshâbı isbât edici olmasın diye, yenilenen şey nakle muhtaç olur. Lâkin ölüm vaktinde murisin mülkünün devamı üzerine şahadetle yetinilir. Çünkü bu tak­dirde zarûreten intikâl sabit olur. Keza murisin zi'1-yedliğinin mevcûd olduğuna şahadet de böyledir. Çünkü Ölüm vaktinde zi'1-yedlikler, öde­me vâsıtasiyle yed-i mülke dönüşür. Çünkü bu vakitte Müslümamn hâlinden zahir olan, mülkün sebeblerini eşit kılıp elinde olan malların hangisi mağsûb hangisi emânet olduğunu beyân etmesidir. Beyân etmeyince; hâlinden zahir olan, elinde olan şeyin müikü olmasıdır. Bu suretle, ölüm anında zi'1-yedlik mülkün delili sayılmıştır. Vârisin iddia ettiği şeyde iki şahidin bü hâne vârisinin babasının idi. Onu, ariyet veya emânet vermişdi, yâhûd zi'1-yede kiralamıştı, demeleri de aynı faydayı ifâdesi bakımından cer gibidir. Yânî bir adam öldükde, vârisi bir-hâne üzerine, beyyine getirip; bu hâne babamındı onu ariyet ver­di, yâhûd zi'1-yede emânet bıraktı, derse, o haneyi alır ve öldüğüne, bu malı kendisine mîrâs bıraktığına beyyine getirmesi bH'ittifâk teklîf edilmez. Fakat İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)'a göre, vârise şahadette cerr gerekmediği için beyyine teklîf edilmez. İmâm A'zam ile İmânı Muham­med   (Rh. Aleyhimâ)'e göre;  murisin ölümü vaktinde zi'l-yed olması cerre ihtiyâç göstermediği için beyyine teklîf edilmez. Çünkü ariyet alanın ve emânet koyanın zi'1-yedliği, ariyet verenin ve mûdi'in zi'l-yed-îiğidir.

İki kişi, sağ olan bir kimsenin şu kadar zamandan beri zi'1-yedi bulunduğu bir mülke şahadet etseler, reddedilir. Yânî bir adamın elin­de bir hâne bulunsa; başka biri; «O, benimdir.» diye iddia, etse, ve bir aydan veya bir yıldan beri elinde olduğuna beyyine getirse, kabul edilmez.

İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)'dan bir rivayete göre; «O şahadet, kabul edilir.» Çünkü beyyine ile sabit olan şey, hasmın ikrarı ile sabit olan gibidir. Da'vâlı onu ikrar ederse, ittifakla da'vâcıya geri verilir.

İmâm A'zam ile İmâm Muhammed (Rh. Aleyhimâ)'in delili şudur: Bu şahadet mechûl üzerine getirilmiştir. O da zi'1-yedliktir. Çünkü o elan ortadan kalkmıştır. Onun; yed-i mülk, yâhûd yed-i vedia veya yed-i icâre yâhûd yed-i gasb olması ihtimâli vardır. Binâenaleyh, şüb­he ile iade edilmesine hükmedilmez. Ancak şâhidler; da'vâlı o mülkde zil-yedlik ihdas etti, derlerse, bu takdirde da'vâcmm zi'1-yedliğine hük-molunur ve da'vâlıya haneyi teslim etmesi emredilir. Lâkin da'vâlı bununla, yânî o mülkden zi'1-yedliğinin gitmesiyle makzıyyen aleyh (yânî aleyhine hüküm verilmiş) olmaz. Hattâ da'vâlı ondan sonra mülkü olduğuna beyyine getirse, kabul edilir. îmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Da'vâlı, müddeâ'nm da'vâcı elinde olduğunu ikrar etse, veya iki kişi da'vâlmin, da'vâcı zi'1-yeddir, diye ikrar ettiğine, şahadette bulun­salar yâhûd da'vâcı mülkü olduğunu ikrar etse, veya şâhidler, da'vâlı-nın, o mülkü da'vâcmın elinden aldığına şahadet etseler, o mülk da'vâ­cıya geri verilir. Kâfî'de de böyle denmiştir. [66]

 

Şahadet   Üzerine   Şahadet   Babı

 

Bilmi.ş oî ki, bu şahadetin cevazı istihsândır. Kıyâs, cevazı gerek­tirmez. Çünkü şahadetin edası, asıl şahide lâzım gelmiş bedenî bir ibâdettir. Zorlama bulunmadığından dolayı meşhûd-un leh [67] için hak değildir. İnâbet,[68] bedenî ibâdetlerde câri olmaz. Lâkin fakîhler, t"i şahadetin cevazım, ona şiddetle ihtiyâç duyulduğu için, şübhe ile sakıt olmayan her hakda müstahsen görmüşlerdir. Çünkü asıl şâhid; ölmesi, yolcu olması ve buna benzer sebeble şahadeti edâ etmekden ba'zan âciz olur. Eğer bu şahadet caiz görülmezse, hukûkdan çok şe­yin zayi' olmasına yol açar. Bundan dolayı, her ne kadar fürû'un şa­hadeti üzere şahadet çok olsa da, buna cevaz verilmiştir. Lâkin onda bedeliyyet şübhesi vardır. Çünkü bedele, ancak asldan âciz kalmdıkda başvurulup amel edilir. Bu da, onun gibidir. Bundan dolayı, şübheler-le sakıt olan şeyde, bu şahadet kabul edilmez. Kadınların erkekler ile beraber şahadeti böyledir.

Bu şahadet, şübhe ile sakıt olmayan şeyde şâhid-i asim bulunması imkânsız olmak şartiyîe kabul edilir. Yânı asıl şahidin Mahkemeye gelmesi imkânsız olmasiyle kabul edilir. Meselâ, asıl şahidin ölüm ve­ya hastalık sebebiyle Mahkemeye gelememesi böyledir. Yâni asıl şâhid, hasta olup, hastalık nedeniyle kadının meclisine gelemese veya üç günlük ya da daha uzak bir yola gitmekle kadının meclisinde buluna­masa, şahadet Ü2ere şahadet kabul edilir. Şu hâlde, bu şahadetin caiz olması, ihtiyacdan dolayıdır. Bu ihtiyâç, ancak asıl şâhid âciz olursa kendini gösterir. Bu (hastalık ve yolculuk gibi) şeyler ile acz, şübhesiz meydana gelir.

İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)'dan bir rivayete göre: Asıl şâhid, eğer o şahadetin edası için sabahleyin gider de, aks?.m geri dönüp ailesi ile evinde yatmaya kadir olamayacak bir yerde olursa, insanların hakla­rını ihya etmek için İşhâd (yânı, başkasını şâhid tutmak) sahih olur. tFakîhîer, birinci söz daha güzel (ahsen) dir. İkinci söz ise, daha uy­gun (erfak) dur, demişlerdir. Fakîh Ebû'1-Leys (Rh.A.), bu kavli al-, mıştır.

Şahadet üzere şahadet, her asıl olan şâhidden müteaddid şâhidler şahadet etmek şartiyîe kabul edilir. Çünkü Hz. Âli (R.A.); «Bir erke­ğin şahadeti üzere şahadet, ancak iki erkeğin şahadeti ile caiz olur.» demiştir.  Velev ki,  asıl  şahidin  iki ferleri  değişik olmasınlar. Yânî iki asıl şahidin her biri için iki ayrı şâhid olması vâcib olmaz. Belki iki fer'î şâhid, her asıl şahide kâfidir.

Bundan sonra musannif, şahadet üzere şahadetin keyfiyetini şu sözü ile açıklamıştır: Asıl şâhid, fer'a hitâb edip; «Benim şu şekilde şahadet ettiğime şahadet eyle!» der. Meselâ; «Fülân oğlu fülân fülân, benim yanımda şöyle ikrar eyledi!» der. Fer' dahî; «Ben şahadet ede­rim ki, fülân kimse beni şahadeti üzerine şu şekilde işhâd eyledi ve benim bu şekilde şahadetime şahadet eyle, dedi i» der. Çünkü fer'in şahadeti ile, asim şahadetini ve tahammülü zikretmek mutlaka lâzım­dır. Metinde zikredilen ibare şahadetin hepsine yeter. Bu mezkûr iba­re, ibarelerin orta hâllisidir. Edâ vaktinde fer'in şahadeti için bundan daha uzun ibareler vardır. Meselâ kâdînm huzurunda fer'in; «Ben şa­hadet ederim ki, fülân kimse benim yanımda; fülân kimsenin fülân üzerinde şu kadar malı vardır diye şahadet eyledi ve bu şahadeti üze­rine beni işhâd eyledi ve bana şahadeti üzerine şahadet etmeyi emretti. Ben, onun şahadeti üzerine o şekilde şimdi şahadet ederim!» deme-sidir. Bu şahadette sekiz şahadet «Şın» ı vardır. îîk zikredilende beş «Şm» vardır. Beş «Şın» ile olan şahadetten daha kısası da vardır. Me­selâ kâdînm yanında-fer'in; «Ben, fülân kimsenin şu şekilde şahade­tine şahadet ederim!» demesidir. Bunda, iki «Şm» vardır ve bir şey eklemeye de ihtiyâç yoktur. Bu, fakîh Ebû'1-Leys (Rh.A.)'in ihtiyar ettiği (yânî beğenip seçtiği) dir. Üstadı Ebû Ca'fer (Rh.Â.)'in ihtiyar ettiği de budur. înâye'de de böyle denmiştir.

Asıl olan şâhid için fer* olan şahidin ta'dîli sahîhdir. Çünkü fer' olan şâhid eğer âdil olursa, tezkiyeye yarar. Eğer âdil olmazsa, şahade­te yaramaz. Denilemez ki: «Fer' olan şâhid müttehemdir. Çünkü ken­disinin şahadeti, ancak aslın ta'dîli ile sahih olur.» Zîrâ biz deriz ki, âdil kimse, misli ile müttehem olamaz. Nitekim, sözü makbul olması için şahadet etmesi ihtimâliyle beraber, kendi şahadetinde müttehem değildir. Nitekim iki şâhidden birinin, diğeri için ta'dîli sahîhdir. Bizim zikrettiğimiz sebebden dolayı, ki o da «Eğer âdil olursa yarar...» sözü­dür.

Şâyed fer" olan şâhid, asi olan şahidin ta'dîli hakkında bir şey söylemezse, nakli sahîh olur. Yânı hâli mestur (gizli) bile olsa, aslın şahadetini nakl etmesi sahîh olur. Muhît'de de böyle denmiştir.

Şâhidler ta'dîl olunurlar. Yâni fürû' olan şâhidlerin şahadetlerini dinleyen kâdî, tezkiyeye ehil olan kimseden usûlün adaletini araştırıp öğrenir. Nitekim, asıl şâhidler hâzır olup şahadet etmiş olsalar, ta'dîl olunurlardı. Eğer onların adaletleri sabit olursa, kâdî hüküm verir. Aksi takdirde, hüküm vermez.

Eğer asıl şâhid, şahadetini inkâr ederse, fer'in şahadeti bâtıl olur. Kâfî'de denmiştir ki; «Bu mes'elenin ma'nâsı şudur: Asi olan şâhid­ler, bizim için bu olay üzere şahadet yoktur, deyip Ölseler veya kaybol-salar, ondan sonra fürû' gelip bu olayda onların şahadetleri üzere şa-.hâdet etseler, şahadetleri bâtıl olur, demektir. Usûlün hâzır olmasiyle beraber fürû'un şahadetlerine iltifat edilmez. Velev ki, inkâr etme­sinler. Çünkü şahadeti yüklemek şarttır. Halbuki iki haberin arasında, yâni asim haberi ile fer'in haberi arasında zıdlık bulunduğu için, yük­leme yoktur.»

Zeylaî (Rh.A.) demiştir ki: «Bunun ma'nâsı, şâyed asıl olan şâhid­ler; «Biz, şahadetimiz üzere onları işhâd eylemedik (şâhid tutmadık).» deyip ölseler veya kaybolsalar, ondan sonra fürû' olan şâhidler gelip, kadının huzurunda şahadet etseler, şahadetleri kabul edilmez. Çünkü şahadeti yüklemek şarttır. Halbuki aslın haberi ile fer1 olan şahidin haberi arasında çelişme olduğu için yükleme sabit olmamıştır. Çünkü asıl olan şâhidlerin doğru söylemiş olmaları muhtemeldir. Şu hâlde ihtimâl ile beraber şahadeti yüklemek sabit olamaz.»

Ben derim ki; Hidâye'de ve şerhlerinde ve diğer mu'teber kitab-larda ibare şöyledir: «Eğer asıl şâhidler şahadeti inkâr ederse...» şek­linde Kâfî'de olan ibareye uygun olduğu hâlde vâkîdir. İsnadın, şa­hadete aykırı olduğu hiç kimseye gizli değildir. Öyle ise, Zeylaî (Rh. A.)'nin şahadeti bununla açıklaması nasıl sahîh olur? Belki de Zeylaî (Rh.A.)'nin yanılmasının kaynağı, Hidâye'nin ve şerhlerinin; «Çünkü tahmil, çelişmeden dolayı sabit olmamıştır.» demeleridir. Çünkü tah­milin ma'nâsı işhâddır.

Zeylaî (Rh.A.)'ye şu nokta gizli kalmıştır ki; şahadetin aslını inkâr eylediği zaman dahî tahmil sabit olmaz. Belki şahadetin aslını inkâr, işhâdı inkâr etmekden beliğdir. Çünkü şahadetin aslını inkâr, kinayedir. Halbuki kinaye, tasrîhden beliğdir.

Fer' olan iki şâhid, iki asıl kimsenin; «Fülân kadın, fülân kabile­ye mensûb olan fulanın kızıdır.» diye şahadet ettiklerine, şahadet edip; «O iki asıl kimse, fülâneyi bildiren şeyleri bize haber verdiler!» dese­ler ve da'vâcı bir kadın getirip, fer' olan şâhidler, o olduğunu bilemese-ler, da'vâcıya; «Bu kadının, o kadın olduğuna iki şâhid getir.» denilir. Çünkü nisbetle ta'rîf, onlann şahadetleri ile tehakkuk etmiştir.

Da'vâcı; «O nisbet, bu hâzır kadın içindir.» diye iddia eder. O nis-betin, hâzır olan kadından başkası için olması muhtemeldir. Şu hâlde, nisbetin o hâzır kadın için olduğunu isbât etmek lâzımdır. Bu şahadet, daha önce geçen kasır (kısa) şahadetin başkası ile tamâm olması ka-bîlindendir.

Hükmî mektûb da zikredilen gibidir. Yânı kâdî, başka bir kâdîye mektûb yazıp; «Fülân ve füîân, benim yanımda, fülân kabileye men­sûb olan fülânın kızı fülâne üzerinde şu kadar mal olduğuna şahadet ettiler.» diye bildirse ve da'vâcı; mektûb yazılan kâdînın huzuruna, bir kadın getirse; fakat kadın o nisbet ile nisbet edildiğini inkâr etse; o kadının, o mezkûr nisbet ile nisbet edildiğine şahadet edecek başka iki şâhid getirmek mutlaka lâzımdır.

Eğer o iki şâhid, zikredilen iki mes'elede nisbeti beyân etmek için; «O kadın Temîmiyyedir.» deseler, onu kabîle-yi' mahsûsasına (fah-zma) [69] nisbet eylemedikce caiz olmaz. Veya zikredilen iki mes'elede kadının dedesine (ceddine) nisbet etmedikçe caiz olmaz. Çünkü ta'rîf lâzımdır. Ta'rîf ise, genel nisbet ile hâsıl olmaz. Benî Temime nisbet etmek ise, umûmîdir. Çünkü onlann adedleri sayılamıyacak kadar çok­tur. Fakat fahz (kol) 'a nisbet etmek bunun hilâfmadır. Çünkü bu nis­bet özeldir (hâssdır). Hattâ şâhid bu nisbet-i hâssayı zikretse, dedesini zikretmek yerine geçer. Çünkü fahz, en yukarıda oian dedesinin adı olup, en aşağıda olan dedesinin yerine kâim olmuştur.

Asıl olan şâhid, şahadeti üzerine bir kimseyi İşhâd ettîkden son­ra, o fer'i şahadetten nehy etse (menetse), nehyi sahîh olmaz. İki kâfir, iki Müslümanın, bir kâfirin kâfir üzerine şahadetine şa­hadet etseler, kabul edilmez. Keza, iki kâfirin bir kâfir için bir kâfir üzerine hükmedildiğine şahadetleri kabul edilmez.

Bir adamın babasının şahadeti üzerine şahadeti ve babasının öde­diğine şahadeti, sahîh kavide kabul edilir. Bu zikredilen dört mes'ele «Haniye» adlı kitabdan alınmıştır.

Bir kimsenin, yalan yere şahadet ettiği kendi ikrarı île anlaşılsa, veya bir kimse bir adamın Öldürüldüğüne yâhûd öldüğüne şahadet et-tikden sonra o adam sağ olarak gelse veya bir kimse Ramazan hilâlini gördüğüne şahadet edip otuz gün geçdikden sonra, gökde hilâlin görül­mesine engel yok ikeri görülmese ve bunların benzerinde yalanı orta­ya çıksa, o kimse teşhir edilmekle ta'zîr olunur. Yâni herkesin önünde azarlanır.

Kâfî'de şöyle denmiştir: Bilmiş ol ki; yalan yere sahicilik eden kim­senin şahâdetiyle hüküm verilsin veya verilmesin, yalancı sahicilik eden kimse icmâen ta'zir olunur. Çünkü o kimse, Müslümanlara zararı do­kunan büyük bir günâh işlemiştir. Yalancı şâhidliği hususunda belli bir sınır yoktur. Binâenaleyh o kimse, bir daha yapmasın diye ta'zîr olunur.

Ancak fukahâ ta'zîrin nasıl olacağında ihtilâf etmişlerdir. İmâm Ebû Hanîfe (Rh.A.) demiştir ki: Onun ta'zîri ancak teşhiridir İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «O kimse, dövülür ve habs-edilir.» demişlerdir. îmâm Şafiî (Rh.A.)'nin kavli de budur. Çünkü Hz. Ömer (R.A.)'in yalan ye­re şâhidlik eden kimseye kırk kamçı vurduğu ve yüzüne çömlek; karası sürdüğü rivayet edilmiştir.

îmâm A'zam (Rh.A.)'ın delili şudur: Kâdî Şüreyh (Rh.A.), yalancı  şahidi teşhir eder, fakat dövmezmiş. Eğer yalancı şâhid pazarcılardan-sa, pazar yerine; değil ise, ikindiden sonra kavminin toplandığı yere gönderirdi ve; «Biz, bu adamı yalancı şâhid bulduk, siz de ondan sa­kının!» derdi. Şüreyh (Rh.A.), Sahabe zamanında kâdî idi. Bu gibi teşhir cezan Sahabe (R.' Anhüm) 'ye gizli kalamaz. Sahabe (R. An-hüm)'den hiç kimse bunu inkâr etmemiştir. Binâenaleyh Sahabe (R. Anhüm)'nin bunu görüp de inkâr etmemesi icmâ sayılır. [70]

 

Şahadetten    Dönmek    Bâbı

 

Şahadetten dönmek; «Ben, ettiğim şahadette mubtü idim (hakkı ibtâl ettim.)» demektir. Veya; «Ben, şahadet ettiğim şeyden döndüm!» Yâhûd «Şahadet ettiğim şeyde yalan söyledim!» gibi bir söz söylemek­tir. İmdi, onun şahadeti inkâr etmesi rücû' (-geri dönmek) olmaz. Çün­kü şahadetten dönmek, önce şahadetin varlığını gerektirir.

Şahadetten dönmek, ancak kadının yanında sahîh olur. [71]Ge­rek; «Ben, şahadetimde mubtil idim!», gerekse «Şahadetimden dön­düm!» veya «Yalan söyledim!» demekle olsun, müsavidir. Çünkü şa­hadetten geri dönmek, tevbedir. Tevbe ise, işlenen suça göre olur. Giz­li işlenen suçun tevbesi, gizli olur. Açıkça işlenen suçun tevbesi de açıkça olur. Kadının meclisinde yalancı şâhidlik etmek hıyanettir. On­dan tevbe etmek de, yine kâdînm meclisinde olur. Bu takdirde, şaha­detten dönmek kâdînm meclisinden başka yerde sahîh olmayınca, şâ-yed üzerine şahadet edilen kimse (meşhûd-un aleyh), iki şahidin dön­düklerini İddia edip, döndüklerine dâir beyyine getirse veya beyyine ge-tirmekden âciz olup şahide yemîn verdirmek isterse, kâdî onun beyyi-nesini kabul etmez. Şâhidlere yemîn de teklif etmez. Çünkü beyyine ve yemîn sahîh da'vâ üzerine terettüb ederler. Kâdînm meclisinden başka yerde şahadetten dönüldüğüne dâir da'vâ İse, bâtıldır. Hattâ şâhid, fülân kadının meclisinde şahadetten döndü ve kâdî ona malı ödetti, diye beyyine getirirse, sebeb sahih olduğu için beyyinesi kabul edilir.  Kadının hüküm vermesinden ve da'vâcının  malı  almasından sonra dönmenin hükmü, ta'zir ve tazmindir.

Ta'zîr daha önce geçen sebebden dolayıdır. Tazmin, yânî iki şa­hidin şahadetleri ile itlaf eyledikleri şeyi onlara ödetmek ise, ödeme­nin sebebini kendileri üzerine ikrar eyledikleri içindir. Bâtıl şahadet budur. Çelişme, kendi aleyhine ikrar hükmünü vermeye mâni' değil­dir.

Musannifin; «Da'vâcının malı almasından sonra...» demesine se-beb; çünkü kâdî hüküm verip, da'vâcı iddia ettiği malı almış olmasa, itlaf bulunmadığı için malı ödemek gerekmez. -

Kâdînm hükmü bozulmaz. Çünkü hüküm; çelişik söz ile tahakkuk etmediği gibi, çelişik söz ile de bozulmaz.

Kâdînm hüküm vermesinden önce, şahadetten dönmenin hükmü, sâdece ta'zîrdir. Yukarıda geçmişti ki: Malı ödemek hakkında i'tibâr, geri kalan şâhidler için olup, şahadetten dönen için değildir. Asıl olan budur. Musannif, bunun üzerine şu fer'î mes'eleyi getirmiştir: Eğer iki şahidin biri dönerse, malın yansım öder. Çünkü iki şahidin her bi­rinin şahadeti ile hüccetin yarısı kâim olur. İmdi şahidin birinin şa­hadeti üzere kalmasiyle hüccet yanda kalır. Bu takdirde, dönen şâhid üzerine, hüccet kalmayan şeyin ödenmesi vâcib olur. O da, malın ya­nsıdır.

Caiz ki; foaşlangıçda illetin bir cüz'ü ile hükm sabit olmaz da; son­ra illetin bir cüz'ü ile hüküm bakî olur. Meselâ zekâtta yılm başlangı­cı nisabın bir kısmı üzere mün'akid olmadığı hâlde, nisabın bir kısmı­nın bakî kalması sebebiyle mün'akid olarak kalması böyledir.

Eğer üç şâhidden biri dönerse, rücû' eden malı ödemez. Çünkü ge­riye hakkın hepsine şahadet eden şâhid kalmıştır. Eğer biri daha dö­nerse, dönen iki şâhid hakkın yarısını öderler. Çünkü malın yarısı, kendi sebebiyle bakî kalan kimse, şahadeti üzere kalmıştır.

Eğer bir adam ile iki kadının ettikleri şahadette; kadının biri dö­nerse, dönen kadın malın dörtte birini öder. Çünkü kendisiyle dört çey­reğin üçü bakî kalanın şahadeti bakîdir. Eğer kadının ikisi de şaha­detten dönerlerse, yansım öderler. Çünkü o adamla malın yarısı bakî kalmıştır.

Bir adam ile on kadın şahadet ettikden sonra bunlardan sekiz kadın şahadetlerinden dönseler, onların bir şey ödemesi gerekmez. Çün­kü geriye bütün mala şahadet eden kimseler kalmıştır. O da, bir adam ile iki kadındır. Eğer dokuzuncu kadm da şahadetten dönerse, dokuz kadın malın dörttebirini öderler. Çünkü hakkın dörtteüçü, kendileriyle bakî kalan kimseler mevcûddur. Zîrâ malın yansı erkeğin şahâdetiyle bakî kalmıştır. Dörttebiri de kalan kadının şahâdetiyle bakîdir.

Eğer hepsi, yânî erkekle bütün kadınlar şahadetten dönerlerse, bu takdirde erkeğin; —İmânı A'zam (Rh.A.)'a göre— malın altıdabi-rini ve  —İnıâmeyn  (Rh. Aleyhimâ)'e göre—  yansını Ödemesi lâzım gelir. Geri kalanı —ki birincide altıdabeş, ikincide yarımdır— her iki kavle göre; kadınların ödemesi lâzım gelir.

îmâmeyn (Rh. Aleyhinıâ) 'in delili şudur: Kadınlar, şahadette her ne kadar çok olsalar da ancak bir erkek yerine kâim olurlar. Bundan dolayı, onlann şahadetleri ancak bir erkeğin şahadete katıimasiyle kabul edilir. Sabit olan malın yansı erkeğin şahâdetiyle; yarısı da ka­dınların şahadetleri ile sabit olur.

İmâm A'zam (Rh.A.)'m delili şudur: Her iki kadın, bir erkek yeri­ne kâim olur. Bu takdirde on kadm şâhid, beş erkek şâhid gibi olur. Bu durumda altı erkek şahadet etmiş de; sonra dönmüş gibi olurlar. Hepsi şahadetten geri dönmüş olsa, bu takdirde onlardan her birinin malın altıdabirini ödemesi gerekir. (Yânî erkek altıdabirini, on ka­dından her biri ise malın onikide birini veya her iki kadm altıdabirini öder.)

Eğer on kadın şahadetten dönüp, yalnız erkek şahadette bakî ka­lırsa, ittifakla kadınlar malın yansını öderler. İmâmeyn (Rh. Aleyhi-mâ) 'e göre, malın yansını ödemeleri lâzım gelmesi açıktır. Çünkü kadınlarm şahadetleri ile sabit olan, malın yarısıdır. Keza İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre de; malın yarısıdır. Zîrâ geriye malın yarısı kendisiyle kalan şahıs mevcûddur ve altı erkek şahadet edip, ondan sonra beşi dönmüş gibi olmuştur.

Yine; iki erkek ile bir kadın şahadet edip sonra hepsi dönseler, iki erkek malı öderler. Çünkü bir tek kadın, şâhid sayılmaz. Zîrâ iki kadm, bir tek erkek şâhid gibidir. Bir tek kadın, şahidin yarısıdır. Hü­küm ise, iki erkeğin şahadetine dayanır.

Nikâhda mehr-i müsemmâ üzerine şahadet eden iki şâhidden biri dönse, mutlaka —yânî gerek karı, gerekse koca üzerine şahadet et­sinler- —    mehri ödemezler.  Bunda  asıl  olan şudur:   Şahadet edilen

şey, mal olmayıp kısas veya nikâh yâhûd bunların benzeri olursa, bi­zim mezhebimize göre; şâhidlerin ödemesi lâzım gelmez. İmâm Şafiî (Rh.A.) ,ayn görüştedir. Şahadet edilen şey mal olup, eğer itlaf o. İtlafa eşit olan ivaz ile olursa, şahidin ödemesi gerekmez. Çünkü ivaz ile olan itlaf, itlaf olmamış gibidir.

Eğer itlaf, İvaza eşit olmazsa; ivaz kadarını ödemek lâzım gelmez belki ivazdan fazlasını Ödemek lâzım gelir. Eğer itlaf, aslen ivazsız olur­sa, hepsinin ödenmesi vâcib olur.

Bu anlaşıldıktan sonra, biz deriz ki: Eğer bir erkek, bir kadın üze­rinde nikâh iddia edip kadın inkâr etse ve erkek kadm üzerine beyyine getirse, nikâh ile 'hükmedilir, Ondan sonra, şâhidler şahadetlerinden dönseler, o kadına bir şey ödemezler. Gerek kadının mehr-i müsemmâsr mehivi misli olsun, gerekse mehr-i mislinden daha çok olsun veya da­ha az olsun müsavidir. Çünkü iki şâhid o kadm için bud'u [72], rnehre muâdil olmayan ivaz ile itlaf etseler de ve lâkin bud' (cima istifâdesi), için mutlif üzerine kıymet biçilmez. Temellük zaruretiyle kıymet, ancak mütemellik üzerine biçilir.  Çünkü  itlaf edilen şeyin ödenmesi misli ile takdir edilir. Halbuki bud' ile mal arasında benzerlik yoktur. Fakat bud', kocanın mülküne girdiği sırada ehemmiyetini göstermek için kıy­met biçilir olmuştur. Ancak kadının mehr-i müsenımâsı   [73], mehr-i mislinden çok olursa ödemezler. Yânî kadının mehr-i misli, nıüsem-.mâsı kadar yâhûd daha çok olursa, şâhidler bir şey ödemezler. Çünkü iki şâhid, o kadın için mehre eşit veya mehrden çok ivaz ile mehr ge­rektirmeye sebeb olmuşlardır. O da, bud'dur. Çünkü bud', kocanın mül­küne girdiği zaman kıymetlenir. Biz, daha önce belirtmiştik ki,  itlafa eşit olan ivaz ile itlaf ödeme (zemân) gerektirmez.

Eğer kadının mehr-i misli, müsemmâdan daha az olursa, şâhidîer koca için fazlasını öderler. Çünkü iki şâhid, koca için mehr-i misilden fazla olanı ivazsız itlaf etmişlerdir. Dönen şâhid, ödemez.

Satışda dönen şâhid de ödemez. Ancak mebî'in değerinden eksilen mikdân öder. Bunu da müşteri; «Ben, şu köleyi şu adamdan bin dir­heme satın aldım!» diye iddia ettiği takdirde, kölenin bedeli ikibine eşit olsa ve da'vâlı inkâr ederse, ve iki şâhid şahadet edip, sonra döner­lerse, satıcı için, o zaman bin dirhem öderler. Çünkü bin dirhemi, sa­tıcının malından itlaf etmişlerdir.

Satışda şahadetten dönen kimse zikredilen gibi ödemez. Ancak be­delin kıymetinden fazla olanını Öder. Bunu da satıcı; «Müşteri, ben­den şu köleyi şu miktara, satın aldı ve semen üzerindedir!» demekle iddia ettiği, ve müşteri inkâr ettikde, iki şâhid; ((Müşteri, köleyi ikibm dirheme satın aldı!» diye şahadet ettiği vakit yapar. Kölenin bedeli bin'e eşit ve denk olur ve ondan sonra şâhidler dönerlerse, müşteri için fazla olan bin'i öderler. Çünkü bin dirhemi müşteri için itlaf etmiş­lerdir.

Şâhid, cimâdan önce boşanmada şahadetinden dönse, ancak meh-rîn yansını öder. Yânî iki kimse, kocanın cima (yânî cinsî ilişkide bu­lunmaz) dan önce karısını hoşadığma şahadet edip, sonra dönseler, mehrin yansını öderler. Cimâdan sonra boşadığına şahadetten dönen şâhid, bunun hilâfınadır. Çünkü mehr, cima ile te'kîd edilmiştir. Bi­nâenaleyh itlaf yoktur.

Köle azadında kıymeti Öder. Yânî âzâda dâir şahadetten dönen kimse, kölenin kıymetinin yarısını öder. Eğer iki kimse, bir kölenin âzâd edildiğine şahadet edip, sonra dönseler, kölenin kıymetini öder­ler.

Kısâsda şahadetten dönen şâhidler diyeti öderler. Yânî iki kimse; «Zeyd, Bekr'i öldürdü!» diye şahadet edip, Zeyd kısas olundukdan son­ra, şahadetlerinden dönseler, bizim mezhebimizde onlara diyet vâcib olur, kısas vâcib olmaz. Çünkü kısas, öldürmeyi bizzat yapmanın (mü­başeretin) cezasıdır. Halbuki onlardan öldürmeye  mübaşeret bulun­mamıştır. İmâm Şafiî (Rh.A.)'ye göre; dönen şâhid kısas olunur.

Fer5 olan şâhid, şahadetinden dönmesiyle öder. Çünkü hüküm, kâ-dîmn meclisinde onun şahadeti edasına izafe, edilmiştir. Binâenaleyh telef de, o edaya muzâfdır. Şu hâlde fer' olan şâhid, telef olanı öder. Yoksa hükümden sonra fer1 olan şahidin; «Asim şâhidleri yalan söy­ledi!» veya «Aslın şâhidleri yanıldılar!» demesiyle ödemez. Çünkü şâ­hidler şahadetlerinden dönmemişler, belki başkalarının döndüğüne şa­hadet etmişlerdir. Şu hâlde, onların bu sözlerine iltifat edilmez. Çün­kü verilen hüküm onların sözleri ile bozulmaz. Nitekim, dönmeleri ile de bozulmaz. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Asıl olan şahidin; «Ben, fer'i işhâd etmedim!» demesiyle de Öde­mez, Yânî asıl olan şâhidler, eğer hükümden sonra dönüp; «Biz, fer1 olan şâhidleri şahadetimiz üzerine işhâd etmedik!» demeleri ile, —eğer onların tarafından Ödemeyi gerektiren sebeb bulunmazsa, itlafın sebe­bini inkâr ettikleri için, ki şahadetleri üzere işhâddır— asıl şâhidler de ödemezler. Ve iki haberin arasında çelişme bulunduğu için hüküm bâtıl olmaz. Bu, şahidin dönmesi gibi olur. Hükümden önce olan çeliş­me, bunun aksinedir. Çünkü şâhidliği yüklemeyi inkâr etmişlerdir Halbuki bu, mutlaka lâzımdır.

Yâhûd asim; ..Ben. feri işhâd eyledim. Ama yanıldınız demesiy­le ödemez. Yâni asıl olan sahiciler; «Biz. fürû'u işhâd eyledik ve lâkin yanılmışız!« demeîenyie de, İmâm A'zam (Rh.A.j'a ve İmâm Ebû Yû­suf (Rh.A.)'a göre; ödemezler. Çünkü hüküm, onların şahadetleri üe vâki olmamış, belki fürû'un şahadetleri ile vâki olmuştur. İmâm Mu-hammed (Rh.A.)'e göre; asıl olan şâhidler öderler. Çünkü fürû', usûlün şahadetlerini nakl etmişlerdir. Sanki onlar gelip şahadet etmişler, son­ra yine gelip şahadetten geri dönmüşlerdir.

Eğer usûl ve fürû'un hepsi dönerlerse, İmâm A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) 'a göre; ancak fer' olan şâhidler öder. Çünkü it­lafın sebebi, kaza meclisinde kâim olan şahadettir. O ise, fürû' olan şâ-hidlerden vâki olmuştur. îmâm Muhammed (Rh.A.)'e göre ise; üzeri­ne şahadet edilen kimse, fürû'a ödetmek ile usûle ödetmek arasında muhayyerdir. [Dilerse,fer' olan şâhidlere; dilerse asıl olanlara ödetir.] Çünkü kadının hükmü, fürû'un şahadetlerini görmesi bakımından on­ların şahadeti eriyle; fürû'un, asılların yerini tutması bakımından usû­lün şahâdetleriyle vâki' olmuştur. Fürû', onlann vekilleri olup, onla­rın emri ile şahadetlerini nakl etmişlerdir.

Dönmekle müzekkî dahî malı öder. Yânı müzekkî tezkiyeden dö­nerse, İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre; öder. Çünkü hüküm, ancak şaha­dete dayanır. Şahadet ise, ancak adaletle hüccet olur. Adalet de, ancak. tezkiye ile sabit olur. Şu hâlde tezkiye ma'nâca, illetin illeti olur. Ok atmak gibi ki, okun havaya gitmesine sebebdir. O da, okun atılan kim­seye ulaşmasına sebebdir. Ulaşmak ise, yaralamaya sebebdir. Yaralamak da, acının birbiri ardından gelmesine sebebdir. Bu da, ölüme se­bebdir. Sonra ölüm, ilk illet olan oku atmaya muzâf kılınır. Hattâ öl­dürmenin kısas, diyet ve keffâret gibi ahkâma oku atana vâcib olur.

îmâmeyn (Rh. Aleyhimâ)'e göre, müzekkîler ödemez. Çünkü onlar şâhidleri hayr İle Övmüşler ve üzerine şahadet olunan kimsenin muh-san olduğuna şahadet etmek suretiyle Övmüş gibi olurlar. Muhsan ol­duğuna şahadet eden kimse, zikredilen gibi değildir. Yâni şâhidler, muhsandır, diye şahadet edip sonra dönseler, bir şey ödemezler. Çünkü ihsan, hâlis şarttır. Amma, yemin şahidi dönmekle öder.

Şart şahidi ödemez. Yânî iki şâhid yemine şahadet edip; «Bu adam, kölesine eğer sen şu haneye girersen hürsün dedi!» veya karısına; «Eğer sen şu haneye girersen, boşsun,» dedi. Halbuki, «Kadın medhûl-ün bihâ id'1» deseler, diğer iki şâhid de şartın varlığına; yânî, haneye gir-df5      gahâdet etseler, iki fırka da şahadetlerinden, hükümden sonra ahâdet etseler,    yemine şahadet edenlerin malı ödemesi gerekir. Yoksa sanın  şahadet edenlerin ödemesi gerekmez. Ödenecek şey; kölenin r^neti ve mehrin yarısıdır. Çünkü yemin şâhidleri, illetin şâhidleridir. t lef ancak âzâdla ve boşamakla hâsıl olmuştur. Bu kelimeyi isbât eden'onlardır. Şarta bağlamak (ta'lîk), engel idi. Bu durumda, şart bulununca, telef illetine muzâf kılındı, engelin ortadan kalkmasına muzâf kılınmadı. [74]

 

Sulh   Bölümü

 

Musannif, Suîh Bölümünü burada getirdi. Çünkü sulha i'tibâr, ancak da'vâhdan ikrar olmayıp ve da'vâcınm da şahidi veya beyyine-si bulunmadığı zaman olur. Şu hâlde uygun olan; «Sulh Bölümü» nü ikrardan ve şahadetten sonra getirmektir.

Sulh; lügat yönünden, musâlaha (uzlaşma) ma'nâsına isimdir. Musalaha, muhâsamanm hilafıdır. Sulhun aslı, «salâha dan gelir. O da, hâlin doğru olması ma'nâsmadır hilafıdır. hâlin doğru olması- ma'nâsmadır.

Şer'an sulh, çekişmeyi ortadan kaldıran bir akddir. Sulhun rüknü; îcâb ve kabuldür. Da'vâlı; «Senin ile filân alacağımdan şu kadara uz-laştım!» veya «Filân da'vâdan şu kadara musâîaha oldum!» der. Da'-vâcı da «Kabul ettim!» veya «Razı oldum!» der, yâhûd diğerinin rızâ­sını ve kabulünü gösteren bir söz söyler.

Sulhun şartı, akıldır. Akıl, bütün şer'î tasarruflarda şarttır. Binâ­enaleyh mecnûn ve akiı ermeyen çocuğun sulh yapması sahîh olmaz. Çocuğun baliğ olması şart değildir. Eğer sulh faydalı veya açık zarar­dan uzak olursa, me'zûn olan sabinin sulhu sahîh olur. Yânî ticârete me'zûn olan sabî (küçük çocuk) bir insanda hakkı olduğunu iddia edip hakkının bir kısmı üzerine o insan ile musâlaha etse, eğer beyyinesi yoksa, sulh yapması caiz olur. Çünkü beyyine olmadığı zaman onun ancak husûmete ve yemine hakkı vardır Her ne kadar musâlaha et­mesi caiz olmasa da, mal onun için husûmetten ve yeminden daha faydalıdır. Çünkü alacakda indirim yapmak (hat), teberru' etmektir. Küçük çocuk ise teberru' etmeye mâlik olamaz. Eğer alacağını erte­lerse,   — beyyinesi olsun, olmasın—   caizdir. Çünkü alacağı ertelemek ticâret işlerindendir. İzinli olan küçük çocuk ise, ticâretlerde ba­liğ gibidir.

Sulh yapnıakda bulûğ şart olmadığı gibi. hür olmak da şart de­ğildir,- Yâni musâlaha eden kimsenin hür olması şart değildir. O hâl­de, köle için suihda menfaat olursa, izinli kölenin sulh yapması sahih olur. Lâkin o hak üzerine beyyinesi olursa, semenin bir kısmını indir­mek üzere sulh yapmaya mâlik olamaz. O köle ertelemeye ve zikredilen sebebden dolaya ayb ve kusur nedeniyle semenin bir kısmını indirme­ye mutlak sûretde mâükdir. Eğer satıcı semenin bir kısmım indirmek üzere musâlaha etse, izinli sabî hakkında zikredilen sebeb bulunduğu için, caiz olur.

Mükâteb olan kölenin de sulh yapması sahilidir. Çünkü mükâteb de zikredilen şeylerin hepsinde, izinli kölenin benzeridir. Zîrâ mükâ--teb, üzerinde Ödemedik bir dirhem kaldıkça köledir. Mükâteb âciz olup, bir adam ondan alacağı olduğunu- iddia ettikde; alacağın bir kısmını almak ve bir kısmını ertelemek için sözleşmeler, eğer da'vâcmin alacak üzerine beyyinesi yoksa sulh caiz olmaz. Çünkü mükâteb âciz olunca, mahcur olur ve suih yapması sahih olmaz.

Yİne sulhun şartı,, sulh olunan şeyin., sulh yapan kimsenin ma­halde sabit hakkı olmasıdır. Yoksa Allah-ü Teâlâ (C.C.)'mn hakkı ol­mamalıdır.

Musannif, «Sulh olunan şeyin (musâleh-un anh'in), suih yapan kimsenin hakkı olmasıdır.» sözü üzerine şu fer'î mes'eleyi getirdi: Bo­şanmış bir kadın kocasının elinde olan küçük çocuğun o kocadan hâ­sıl olmuş kendi oğlu olduğunu iddia etse; koca da inkâr etse, bunun üzerine kadın nesebden dolayı bir mal üzerine musâîaha etse bâtıl olur. Çünkü neseb, küçük çocuğun hakkıdır. Kadının hakkı değildir. Şu hâlde başkasının hakkından karşılık almaya mâlik olamaz.

Musannif; «Mahalde sabit hakkı olmasıdır.» sözü üzerine de şu fer'î mes'eleyi getirmiştir: Eğer nefse kefil olan kimse, kefaletten beri olmak için mal üzerine musâlaha etse, bu sulh bâtıl olur. Çünkü nef­se kefîî olan tarafından tâlib için sabit olan, mekfûlün kendisini bi-nefsihî teslim etmekle mutâlebe hakkıdır. Bu ise, mutâlebe velayetin-, den ibarettir. Velayet, vâünin sıfatıdır. Şu hâlde velayetten sulh yap­mak caiz olmaz. Amma, kısâsdan sulh yapmak bunun hilâfınadır. Çünkü burada mahal, istîfâ hakkında memlûk olur. İmdi hak, mahal­de sabit olur. Şu hâlde kısâsdan sulh ile karşılığını almaya mâlik olur.

Şuf'adan sulh da böyledir. Yânı şefî', kendisi için vâcib olan şufadan bir şeye karşılık haneyi müfteriye teslim etmek üzere müsâlaha etse sulh bâtıldır. Çünkü şefî' için, mahalde temellük hakkından başka hak yüktür. Bu ise, mahalde sabit bir şey değildir. Belki temellük hakkı velayetten ibarettir. Nitekim yukarıda geçti.

Musannif; «Alîah-ü Teâlâ'nm hakkı olmamalıdır.» sözü üzerine de şu fer'î mes'eleyi getirmiştir: Eğer, şer'î bir cezadan sulh yaparsa. bâtıl olur. Yânı, sulh olunan şeyin Allah (C.C.)'m hakkı olması caiz olmaz. Allah (C.C.) hakkı; aynen mal olsun, gerek deynen mal olsun, gerekse mal olmayan hak olsun ekiz olmaz. Hattâ bir kimse, zânîyi, veya başkasından bir şey çalmış olanı yâhûd içki içen kimseyi yakala­yıp Veliyy'ül-emr [75] karşısına çıkarmamak için zina, hırsızlık ye içki hadlerinden mal üzere sulh etse, sahih olmaz. Çünkü hâdd, Aliah-ü Teâlâ (C.C.)'nm hakkıdır. Allah (C.C.)'m hakkından sulh yapmak caiz değildir. Çünkü sulh olan kimse, sulha kendi nefsi hakkında, ya hak­kının hepsini almakla veya ba'zısım alıp geri kalanından vazgeçmekle yâhûd değiş - tokuş ile tasarruf eder. Bunlar ise, kendinden başkası­nın hakkında caiz olmaz.

Keza bir adama zina iftirasında bulunup, uğradığı cezayı afv et­tirmek için onunla mal üzerine, hadd-î kazfden uzîaşsa, sahih olmaz. Çünkü hadd-i kafzda (yâni, iffete iftira cezasında) iftira edilen ku­lun hakkı var ise de, gâlib olan Allah (C.C.) 'm hakkıdır. Mağlûb olan kulun hakkı ise, şer'an yok sayılır.

Ta'zîr, bunun hüâfmadır. Onda, sulh yapmak sahîhdir. Çünkü, ku­lun hakkıdır. Kısas dahî kul hakkı olduğu için nefsde (yâni insanı öl-dürmekde)  ve nefsden azında, sulh sahîh olur.

Sulhun bir şartı da; sulh bedelinin mal olmasıdır. Bu fasılda asıi olan şudur; Mümkün olduğu kadar akıl sahibi insanın tasarrufunu tashih etmek için, sulhu nıa'kûd-un ileyh'in en yakını ve en çok ben­zeri üzere yorumlamak vâcib olur.

Eğer sulh maldan dolayı maî ile yapılırsa, alış - veriş ma'nâsında olur. Şu hâlde İçki (hamr)., kendi ölmüş hayvan, kan, ihrâmlımn avı, Harem'in avi ve.bunların benzeri üzerine sulh yapmak sahîh değildir. Çünkü sulhda muâveze ma'nâsı vardır. Şu hâlde alım - satımda ivaza elverişli olmayan şey, sulh için ivaz olmaya da elverişli olmaz. Eğer teslim alınmasına ihtiyâç var ise, o malın bilinmesi gerekir. Yok ise, o sulh bedeli olan malın bilinmesi şart kılınmamıştır. Zîrâ bir kimse, bir hanede hak iddia etse, da'vâlı da ondan önce da'vâcmm dükkânmhak iddia- ettikde ve her biri da'.vâlarmı diğerinin tarafından terk df ek üzere sulh olsalar, her ne kadar haklarının mikdânnı beyân et­seler de, sulh sahîh olur. Çünkü sakıt olan şeyin bilinmemesi, çe-Sşmeye yol açmaz. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Sulhun bir şartı da, sulh bedelinin menfaat olmasıdır. Muayyen bir kölenin bir yıl hizmeti üzere veya muayyerf bir hayvana binmek Üzere yâhûd bir tarlayı ekmek üzere veya bir hanede belli bir zaman oturmak üzere sulh yapmak caizdir. Bu sulh, icâre ma'nâsında olur. Çünkü bu, menfaati ivazla temlîkdir. O da, mevcûddur

Sulhun hükmü, da'vâdan beri olmanın vuku bulmasıdır. Çünkü yukarıda geçtiği veehle sulh, nizâı kaldıran bir akiddir. Sulh, da'vâlı-nm; ya ikrar veya sükût etmesiyle olur. Yânı ne ikrar ve ne de inkâr etmez. Ya da inkânyla olur. Bunların hepsi caizdir. Çünkü Allah Te­âlâ (C.C.)

«Sulh (anlaşmak), daha hayırlıdır. [76] buyurmuştur. «es-Sulhu» lâfzının «Elif-Lâm» ile gelmesinden; sulhun umûmu anlaşılır. Eğer sulh mal ile maldan dolayı yapılırsa, ikrar ile sulh, alım - satımın hü­kümleri gibidir. Çünkü satışın hakikati, malı mal ile mübadele etmek­tir. Nitekim daha Önce geçti. Şu hâlde, bu sulhda alım - satımın (bey'in) hükümleri carî olur. O hükümler de şuf a, ayb ve kusur ne­deniyle geri vermek, görme muhayyerliği, şart muhayyerliği ve,bede­lin bilinmemesiyle alım - satımın fâsid olmasıdır. Çünkü bedeli büme-mezlik, çekişmeye yol açar. Üzerinde anlaşma yapılan şeyi (musâlah-un anh'i) biîmemezlik çekişmeye yol açmaz. Çünkü o (musâlah-un anh) sakıt olur. Sakıt olan ise, çekişmeye yol açmaz.

Eğer iddia edilen şeye veya bir kısmına bir kimse müstehık çıkar­sa, da'vâlı, da'vâcıdan birinci surette bedeli ye ikinci surette bedelin bir kısmını ahr. Yâni Zeyd, Bekr'den bir dâr (avlusu olan ev) veya hanenin bir kısmını benimdir diye iddia etse; Bekr de birinci surette hepsi için Zeyd ile bin dirhem üzerine sulh (anlaşma) yapsa veya ha­nenin bir kısmı için beşyüz dirheme sulh yapsa, sonra hanenin bütü­nüne veya bir kısmına, bir kimse müstehık çıksa; Bekr, Zeyd'den bi­rinci surette bin dirhemi ve ikinci surette beşyüz dirhemi geri alır.

Eğer bir kimse badelin hepsine veya bir kısmına.müstehık çıkarsa, Zeyd Eekr'den müddeâyı alır. O da hânedir. Veya hanenin bir kıs­mım alır. Çünkü her biri diğerinden ivazdır. Her hangisi ondan istih kak ile alınırsa, o da verdiğini geri ahr. Eğer hepsi alınırsa, hepsin* ba'zısı alınırsa,. ba'zısmı alır. Nitekim muâvezenin hükmü de budur' Eğer  sulh menfaat  üzerine yapılırsa,  icâre gibi olur.  Çünkü i'tibâr ma'nâlaradır. Kiraya vermek (icâre), menfaati ivazîa temlîkdir. Men-feat üzerine yapılan bu sulh da onun gibidir.

Sulhda tevkît [77] şart kılınmıştır. Birinin müddet içinde ölmesiy­le sulh bâtıl olur. Nitekim icârenin hükmü de böyledir. Bunun açıkla­ması daha önce geçti.

Sükût veya inkâr iîe sulh, da'yâcı hakkında muâveze [78] dlr. Çün­kü bedeli, kanaatınca kendi hakkından ivaz olarak alır. Da'vâlı hakkın­da ise; fidâ yemin ve çekişmeyi ortadan kaldırmaktır. Çünkü sulh ol­masaydı, çekişme bakî kalıp yemin lâzım gelirdi. Bu inkâr suretinde besbellidir (zahirdir). Sükût hakkında da öyledir. Çünkü sükût, ikrar ve inkâra ihtimaİlidir. Binâenaleyh bedelin da'vâlı hakkında ivaz ol­ması şübhe ile sabit olmaz. Bununîa beraber onu inkâra yorumlamak evlâdır. Çünkü inkârda zimmetin ferağı da'vâsı vardır,  ki asıl olan odur. Sükût  (susmak)  ve inkârdan biri ile hâne için sulh yapmakda şuf'a olmaz. Yânî bir adam, başka bir adamın hanesini benimdir, diye iddia ettlkde; diğeri sussa veya inkâr etse, sonra da'vâlı bir şey ver­mekle o'hâne için sulh yapsa, şuf'a vâcib olmaz. Çünkü da'vâlı, bu sulh ile, kendi mülkü elan haneyi kendi elinde bıraktığı kanaatındadır ve davacının husûmetini kendisinden savar sanmıştır. Yoksa, o haneyi satın aldığını sanmış değildir. Da'vâcmm kanaati, onu ilzam etmez. Eğer, İnkâr ve sükûtun biri ile hâne bedel olmak üzere yapılırsa, şuf'a vâcib olur. Çünkü da'vâcı kanaatınca o haneyi kendi hakkından ivaz olarak almaktadır.  Şu hâlde onun kanaatma  göre muamele yapılır. Burada ikrar, susmak ve inkâr gibidir. Eğer susmak veya inkâr iîe sulh yapılması suretinde miiddeâya veya müddeânın bir kısmına müs-tehık çıkarsa, da'vâcı, müddeânın bedelini veya bir kısmını geri verir ve müstehık İle beraber muhâsama  (muhalefet)  eder. Çünkü da'vâlı ivazı ancak da'vâcmm husûmetini kendisinden savmak ve müddeânın, bir kimsenin husûmeti olmadan elinde bakî kalması için vermiştir. Bir müstehık çıkınca, dâ'vâlımn maksadı hâsıl olmaz. Bir de, müddeâ İçin husûmet olmadığı zahir olup; da'vâlı, da'vâcıdan bedeli geri alır.

Bedelin hepsine veya bir kısmına müstehık zuhur etmesi hâlin­de; eğer ivazın hepsine müstehık olursa, da'vânm bütününe; bir kısmüstehık çıkarsa, bir kısmına döner. Çünkü da'vâcı, da'vâyı an-ir bedelin ona teslim edilmesi için terk etmiştir. Bedel ona teslim edilmeyince, mübdeli geri alır.

Bedelin teslimden önce helak elması, iki fasılda da, yâni; ikrar­dan sulh. sükût ve inkârdan sulh faslında, bedelin istihkakı gibidir.

Sulh, ikrardan dolayı oldu ise, helâkdan sonra davacıya rücû' eder. Eğer inkârdan dolayı olduysa, da'vâya rücû' eder.

Da'vâcı, iddia ettiği şeyin bir kısmıyla sulh olsa, sahih olmaz. Yâ­ni bir adam, başka bir adamdan bir hâne da'vâ eder de, bir kısmı üze­rinde sulh yapıp, geri kalan kısımda da'vâsı üzere kalırsa, sahih olmaz. Çünkü sulh eğer müddeânın bir kısmı üzerine olursa, bu hakkın bir kısmını almak ve bir kısmını düşürmek olur. Düşürmek ise, ayn üzere vârid olmaz. Belki o borca mahsûsdur. Hattâ bir kimse öiüp mîrâs bı-raksa, vârislerin ba'zısı payından ibra etse, caiz olmaz. Çünkü o berâet a'yândan berâettir. Ancak da'vâ ettiği şeyin ba'zısiyle suîh olursa, be­delde veya ibrada bir şey ziyadesiyle geri kalanın da'vâsmdan sulh sahih olur. Bu söz, müddeânın ba'zısı üzere sulhun caiz olmasına dâir fukahânın söyledikleri çâredir. O çâre (hile), hakkının ba'zısmı alıp, geri kalan ba'zısmdan ivaz alması için veya geri kalanın da'vâ­smdan berâet zikri sulha îâhık olsun diye; meselâ sulh bedeli üzerine bir dirhem eklemektir. Çünkü ayn da'vâsmdan ibra caizdir.

Mal da'vâsmdan sulh yapmak sahih olur. Çünkü alını - satım ma'-nâsındadır. Alış - verişi caiz olanın sulhu da caizdir.

Menfaat da'vâsmdan da sulh sahih olur. Nitekim da'vâcı bir evde, evin sahibinden vasıyyet oîmasiyîe bir yıl oturmayı da'vâ edip vâris de inkâr veya ikrar edip mal yâhûd menfaat üzere sulh olsa, caiz olur. Çünkü menfaatten icâre'ile ivaz almak caizdir. Keza, sulh da caizdir. Lâkin menfaatten menfaat üzere sulhun caiz olması, ancak iki men­faatin cinsleri ayn ayn olursadır. Meselâ, evde oturmaya karşılık kö­lenin hizmeti üzere sulh olmak böyledir. Amma iki menfaatin cinsle­ri bir olursa, —kî evde oturmak karşılığında, evde oturmak üzere sulh böyledir. — bu caiz değildir. Bu mes'ele daha önce «İcâre Bölü­mü» nde geçmişti.

Kölelik (rıkk) da'vâsmda da sulh yapmak sahih olur. Yânî da'vâcı, hâli bilinmeyen bir kimse üzerine; «Benim kölemdir!» diye da'vâ edip, da'vâlı ile mala karşılık sulh yapsa, caiz olur. Bu sulh; mutlak surette, mal ile âzâd olur. Yânî da'vâcı ve da'vâii hakkında mutlaka mal ile âzâd olur. O zaman, velâ hakkı da sabit olur. Eğer sulh da'vâhdan ikrar ile vâki olursa, böyle olur. İkrar ile vâki olmazsa, da'vâlınm kanatma göre, çekişmeyi ortadan kaldırmaktır. Ba'vâcı hakkında ise, mal ile âzâddır, Velâ ancak da'vâcı beyyine gösterip ve beyyinesi kabul edi­lirse, sabit olur.

Kocanın nikâh da'vâsından sulhu da sahih olur ve o sulh hul'dur

Yâni erkek da'vâcı olup, kadın inkâr ederse, bu da'vâda sıhhate i'tibâr mümkün olduğu için sulh sahîh olur. Da'vâcı, kendi hakkında sulhu ul' ma'nâsmda kılmakla sahih olur. Çünkü budtı terketmeye karşı­lık mal almak hul'dur. Sulhun, en yakın akdlere yorumlanması vâcib-dir. Nitekim, daha önce geçti.

Karının hakkında sulh. yeminin îidâsi ve husûmeti ortadan kal­dırmak içindir.

Karının nikâh da'vâsmda sulhu, caiz olmaz. Yânî da'vâcı olan ka­dın, bir erkek üzerine nikâh da'vâ edip kadın ile bir şey üzere sulh ol­sa, caiz olmaz. Caiz olmamasına sebeb; çünkü koca malı, da'vâyı terk etmesi için vermiştir. Eğer kadının da'vâyı terk etmesi ayrılma sayılır­sa, ayrılmada kocanın ivaz vermesi gerekmez. Nitekim eğer kadın ko­casının (başka kandan olan) oğluna temkin eylese (cima imkânı ver­se), hüküm budur.

Eğer kadının da'vâyı terk etmesi ayrılma (firkat) sayılmazsa; mal, da'vâdan Önce olduğu hâl üzere kalır. Çünkü ayrılma (firkat) bulun­mayınca, kadının kanaatınca nikâh bakî olduğu için, da'vâsı hâli üze­re olur. Bu takdirde, ortada ivazın karşılığı olan bir şey bulunmaz. Bu durumda ivaz, rüşvet olur.

Ulemâdan ba'zisı; «Sulh, caiz olur.» demişlerdir. Çünkü da'vâyı terk etmek, ayrılma sayılır. Sanki koca, kadının mehrini artırıp on­dan sonra mehrin aslı üzere kadını hul' eylemiş gibi olur. Ziyâde ile beraber hul' etmemiştir. Binâenaleyh asıl düşer, fazlalık düşmez.

Hadd da'vâsuıdan sulh yapmak da caiz olmaz. Nitekim bilirsin ki, sulh, Allah (C.C.)'ın hakkında câri değildir.

Neseb da'vâsmda da sulh caiz olmaz. Çünkü sulh; ya ıskat ya da muâvezedir. Neseb ise, bu ikisine de muhtemel olmaz.

Yine izinli köle, bir adamı kasden öldürse ye nefsinden sulh olsa. caiz olmaz. Çünkü izinli kölenin nefsi,  kendi kazancından değildir.

Şu hâlde izinli kölenin kendisi üzerinde tasarruf etmesi caiz olmaz. Bundan sonra, izinli kölenin sulhu sahîh olmasa da, öldürenin velîsi sulhdan sonra bu köleyi öldüremez. Çünkü maktulün velîsi onunla mu-sâlaha'edince, ondan bedel almakla öldürmeyi afy etmiş olur ye bu afv şahindir.

Kölenin efendisi hakkında bedel vermek vâcib değildir. Belki öl­dürülen kimsenin velîsi, bedeli o kölenin azadına kadar erteler. Çünkü izinli kölenin nefsinden, yânî kendi kazancında sulh yapması mükel­lef olduğu için şahindir. Efendisi hakkında sahîh değildir. Sanki köle müeccel (veresiye) bedel ile sulh yapmış gibi olur. O köle âzâd edil-dikden sonra bedel kendisinden alınır. Eğer maktulün velîsi böyle yaparsa, sulh caiz olur. Maktulün velîsinin o kaatili öldürtmesi caiz olmaz. Bu da, öyledir. İnâye'de de böyle denmiştir.

Kasden (amden) bir adamı öldüren kölenin efendisi kölenin nef­si için maktulün velîsi ile sulh olsa, sahîh olur. Çünkü onun kölesi, kendi kazanandandır. Şu hâlde, kölede tasarruf etmesi ve onu kur­tarması caiz olur.

Mükâtebin de kendisi için sulh yapması sahîh olur. Çünkü mükâ-teb, efendisinin elinden çıktığı için hür gibidir. Bu; bir kimse, o- mü­kâtebin köleliğini iddia ettiği takdirdedir. Çünkü mükâteb, bu durum­da hasını olur. Eğer o mükâtebe karşı suç işlerse, ersi (diyeti) mükâ­tebin olur. Mükâteb öldürülse, kıymeti efendisinin olmaz. Belki mü­kâtebin vârislerinin olur. Hattâ kitabet bedeli, o kıymetten ödenir ve hayâtının sonunda hür olduğuna hükmedilir. Kitabetinden fazla kalan vârislerinin olur. Bu takdirde o, hür gibidir. Şu hâlde, onun kendi­sinden sulh yapması caizdir. İzinli köle, bunun gibi değildir. Bunu, Zeylaî   (Rh.A.)   zikretmiştir.

Telef olan gasbedilnıiş mal için yapılan sulh, kıymetinden daha çoğu ile veya eşya karşılığında sahîh olur. Yânî bir kimse, kıymeti bin .dirhem eden bir giyeceği veya köleyi gasb edip yitirdikden sonra iki bin dirheme yâhûd bir eşya ile sulh olsa, caiz olur. Eğer gabn-ı fahiş ile olursa; İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) 'e göre, caiz olmaz. Çünkü gasb edilen şeyin sahibinin hakkı,kıymettedir. Kıymetten fazlası ribâdır.

İmâm A'zam (Rh.A.)Jm delili şudur: Gasbedüen şeyin sahibinin hakkı, kâdi ödemekle hüküm vermedikçe, yitirilmiş olan mağsûbda bakîdir. Eğer ödetmeyi terk ederse, köle onun mülkünde helak olmuş sayılır. Hattâ kefenini onun alması gerekir. Şu hâlde kıymetinden fazlası ile bedel alması ribâ olmaz. Çünkü maliyet üzere ziyâde olan, hükmen kalan suret karşılığında olur. Kıymet karşılığında olmaz. Hat' tâ kâdî kıymetle hüküm verse, ondan sonra ekser üzerine sulh yapsa­lar, caiz olmaz. Çünkü hak, kadının hükmü ile kıymete intikâl etmiş­tir.

Kıymeti, telef olan mağsûbun kıymetinden daha çok olsa da, ribâ bulunmadığı için, mal ile sulh yapmak da. caiz olur.

Kasden öldürmek (amden kati) de diyetten ve erşden daha çoğu ile sulh yapmak da sahih olur. Hatâen Öldürmekde, sahîh olmaz. Çün­kü diyet, hatâda mukadderdir. Onun üzerine eklenen fazlalık rifaâ olur. Şu hâlde, fazlası, bâtıl olur. Kasden öidümıekde vâcib olan kı-sâsdır. Halbuki kısas, mal değildir. Onda ribâ gerçekleşmez. Öyle ise, fazlalık bâtıl olmaz. Bu hatâ (yanlışlık) ile öldürmede sulhun sahîh olması, diyet mikdârmm biri üzerine sulh yapıldığı takdirdedir. Eğer diyet mikdârlanndan başkası üzere sulh yapılırsa, sahih olur. Çünkü onunla mübadele yapılmış olur. Lâkin alacağa karşılık alacak (deynen be deyn) olmakdan çıkmış olsun diye, sulh meclisinde almak şart kı­lınmıştır. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Nitekim zengin bir kimse, yansı kendisinin olan bîr köleyi âzâd edip, geri kalan yansı için, yansının kıymetinden fazlası ile sulh yap­sa, sahîh olmaz. Yâni iki adam arasında bir köle ortaklaşa olup, iki­sinden birisi —ki zengin olanıdır— o köleyi âzâd edip geri kalanı için yan kıymetinden daha çoğu ile sulh yapsa, fazlası ittifakla bâtıl olur. Çünkü âzâdda kıymet, mansûs-un aleyh'dir (Nassan sabittir). Ni­tekim, daha önce babında geçti. Şeriatın takdiri, kâdînm takdirinden daha az değildir. Şu hâlde, onun üzerine kıymetten ziyâde caiz değil­dir. Eğer geri kalan yarıma karşılık bir mal ile sulh yapsa, mutlak su­rette sahîh olur. Yâni o malın kıymeti, kölenin yarı kıymetinden da­ha çok olsa bile, sulh sahîh olur. Çünkü fazlalık, cinsin ihtilâfı katın­da zahir olmaz.

Bir kimse, birini kasden ölümden veya ölçülen ve tartılan şeyler­den iddia ettiği alacağının bir kısmı üzerine vekil etse, o sulhun be­delini ödemek; vekil  eden kimseye lâzım gelir,  vekile  lâzım gelmez.

Çünkü sulh, hâlis Iskattır. Bu durumda vekil, hâlis elçi (veya arabu­lucu) olur. Bu takdirde onun bir şey ödemesi gerekmez. Nikâhda ve­kil olan kimse de böyledir. Ancak vekil bedeli öderse, bu takdîrde öde­mekle muâhaze olunur, sulh ile muâhaze olunmaz.

Alım - satım gibi olan şeyde — ki mal ile maldan sulh yapmaktır — bedeli ödemek, vekiline lâzım gelir. Çünkü, bu takdirde hukuk vekile rücû eder. Bu ödeme, ikrardan dolayı sulh olduğu zamandadır. Eğer sulh ikrardan olursa, bedel vekîl üzerine vâcib olmaz. Kifâye'de de böy-le denmiştir.

Fuzûlî [79] bir kimse sulh olup, bedeli ödese veya bedeli malına nıuzâf kılsa, meselâ; «Bu adamın ikibin akçası bendedir!» dese yâhûd bir nakde veya bir mala kendisi üzere nisbet  etmeksizin işaret etse ve «Bu bin, benim borcumdur!» yâbûtî «Bu köle benim borcumdur!» dese. yâhûd mutlak söyleyerek; «Bin dirhem borcumdur!» dese de, be­deli teslim etse, bu suretlerde sulh sahîh olur.

Burada, yâni dördüncü surette, sulh olan kimse teberru' etmiş olur. Çünkü onun fiili, da'vâlımn izniyle değildir. Eğer fuzûlî sulh olan kimse bedeli teslim etmedi ise. sulh da'vâhmn iznine mevkuf olarak kalır. Da'vâh o sulha izin verirse, sahih olur ve bedel lâzım gelir. İzin vermezse, sulh reddedilir.

Bunlar, beş  sûretdir. Çünkü fuzûli, ya malı  öder  veya ödemez. Ödemezse, ya nakde veya mala işaret eder yâhûd işaret etmez. Eğer işaret etmedi ise, ya ivazı teslim eder veya etmez. Sulh, bu vechlerin hepsinde caizdir. Ancak sonuncu veehde  (şekilde)  caiz değildir. O da; bedeli ödemediği,   malına  izafe etmediği,  malına  işaret  etmediği  ve da'vâcıya bedeli teslim etmediği veehdir. Bu surette sulhun cevazına hükmedilmez. Belki izine bağlı kalır. Da'vâcı için ivaz teslim edilme-diği zaman, hakkı meccânen sakıt olmaz. Çünkü o, buna razı değildir. Eğer da'vâh sulha izin verirse, câîz olur ve kendi ihtiyân ile iltizâm ettiği için meşrutu ödemesi lâzım gelir. Eğer onu red ederse, sulh bâ­tıl olur. Fakat diğer veehler bunun aksinedir, ki onların sulhu caiz­dir.

Birinci vechin caiz olması, da'vâli için hâsıl olan berâetten dolayı­dır. Berâet hakkında ise yabancı ve da'vâlı eşittir. Fuzûlînin Ödediği zaman, asıl olması da caizdir. Nitekim, hul' bedelini ödeyen fuzûlî böyledir.

İkinci veehde sulhun caiz olmasına gelince; bu adam sulhu ken­di nefsine izafe etmiştir. Binâenaleyh, o bedelin teslimini iltizâm et­miş demektir. Şu hâlde sulh sahîh olur.

Üçüncü vechin caiz olması şundandır: Fuzûli, bedeli teslîm için ta'yin edince, onda ivazın selâmetini şart kılmış olur. İmdi, onun ka-bûliyie akd tamâm olur. Şu köleye müstehık çıksa da, onda bir kusur bulup geri verse, yâhûd köleyi hür, müdebber veya mükâteb bulsa, musâlihden [80] bir şey alamaz. Lâkin da'vâsma rücû eder. Çünkü mu-sâlih ödemez.

Dördüncü vechin caiz olması da şundandır: Teslimin da'vâcınm rızâsına delâlet etmesi, ödemeye delâletinden ve kendi nefsine izafe etmesinden daha üstündür.

Beşincisi ise; geri kalan veehler gibi olmayınca, sulhun sıhhatini ifâde etmez. [81]

 

Borçda Sulh   Babı [82]

 

Sulh, kişinin alacağı emsinden bir şey üzerine yapılırsa; yânî sulh bedeli, âa'vâcınm da'vâh üzerinde, aralarında câri olan müdâyene ak­di iîe müstehık olduğu şeyin cinsinden olursa, o sulh, hakkının ba'zı-sını almak ve geri kalanını düşürmektir. Çünkü akıllı ve baliğ kimse­nin tasarrufu, mümkün olduğu kadar tashih edilir. Muâveze olmasiyle tashih etmek mümkün olmaz. Çünkü onda ribâ vardır. Şu hâlde, bin dirhem alacak da'vâsmdan, beşyüz dirhem üzerine sulh yapmak sahih olur. Hâlis bin dirhem alacak da'vâsmdan beşyüz züyûf (kalp) dir­hem üzerine sulh yapmak da sahih olur. Birinci mes'elede dirhemle­rin bir kısmı için indirim ve eksiltme yapmıştır. İkinci mes'elede, dir­hemlerin bir kısmı ve sıfatı için indirim ve eksiltme (hat) yapmış­tır. Çünkü bu beşyüzün aynısı, borcun yapıldığı- akd ile hak edilmiş idi.

Peşin olan bin dirhemden veresiye olan bin dirhem üzerine sulh yapmak şahindir. Çünkü onu muâveze sayması mümkün olmaz. Zî-râ dirhemleri dirhemler ile veresiye satmak caiz değildir. Şu hâlde onu, iskât ma'nâsma gelen ertelemeye yorumlamak mutlaka lâzım­dır.

On dirhem ile on dînâr alacakdan, beş dirhem üzerine sulh yap­mak hâlen veya müeccelen (peşin veya veresiye) sahîhdir. Çünkü di­narların hepsi ve dirhemlerin bir kısmı için indirim yapmış sayılır. Bir kısmı için te'cil i'tibâr edilir, muâveze i'tibâr edilmez.    Çünkü sulhda iskât ma'nâsı lâzımdır. İndirim ve iskât saymak mümkün olun­ca, muâveze i'tibâr edilmez. Da'vâ edilen dirhemlerden veresiye dînâr-lar üzerine sulh yapmak caiz değildir. Çünkü dinarlar müdâyene (borç­lanma) akdi ile hak edilmiş değildir. Şu hâlde hakkının ertelenmesi­ne yorumlamak mümkün değildir. Muâvezeye yorumlanır. Dirhemleri dinarlar ile veresiye satmak caiz değildir.

Veresiye bin dirhemden peşin beşyüz dirhem üzerine sulh yap­mak da sahîh olmaz. Çünkü peşin olanlar, müdâyene aksi ile hak edil­miş değildir. Zîrâ müdâyene akdi ile hak edilmiş olan veresiyedir. Pe­şin olan, veresiyeden daha hayırlıdır. Şu hâlde sulh, müdâyene akdi ile müstehak olmayan mal üzerine yapılmış elemektir. Bu surette mu­âveze olur. Müddet, borçlunun hakkı idi. O, bu hakkı alacaklının borç-dan indirdiği beşyüz mukabilinde terk etmiştir. Bu terk, müddete bedel olur, ki haramdır.

Görülmez mi ki, ribe'n nesie (veresiye ribâ), mali müddet ile mü­badeleye (değiş - tokuşa) benzediği için haram olmuştur. Müddetin . hakikati ile değiş - tokuşun haram olması ise evleviyyette kalır. Bin kara nukra'dan[83] yarısı kadar beyaz dirhemler üzere sulh yapmak caiz değildir. Çünkü beyaz, borçlanma akdi ile hak edilmiş değildir. Zîrâ dirhemleri siyah parçadan olan kimse beyaza müstehık olmaz. Bu durumda borçlanma akdi ile hak edilmiş olmayan şey üzerine sulh yapılmış olur ve bin dirhem, beşyüz ile ve hâlislik vasfının fazlalığı ile değiş - tokuş edilmiş olur. Bu, ribâdır.

Borçlunun üzerinde olan borç cinsinden başkasına muayyen ol­mayarak sulh yapması da caiz değildir. Çünkü hakkın cinsinden baş­kası üzerine sulh, ancak muâveze olur ve bedelin bilinmemesi onu ifo-tâl eder.

Bir kimse bir yığın (bir kürr) buğday da'vâsmdan on dirhem üze­rine sulh olsa, sulh meclisinde on dirhemi aldı ise; caiz olur. Nitekim bilirsin ki, cinsi ayrı olursa; sulh, satış ma'nâsma gelir ve meclisde iki ivazın birini almak vâcib olur. Eğer sulh meclisinde on dirhemi al­madı ise, sulh sahîh olmaz. Çünkü, bu takdirde borcu borç ile (veya alacağı alacak ile) satmak olur. Bu ise, bâtıldır.

Sulh olan kimse, on dirhemin beşini alıp, beşi kalır da ayrıhrlar-sa; sulh, ancak beşde sahîh olur. Çünkü tashih edici, ancak o mikdâr-da mevcûddur. Bu mes'elenin aksi de böyledir. Yânî on dirhemden bir yığın buğday veya tartı ile satılan şey üzerine sulh olsa, o meclisde teslim aldığı takdirde, sulh caiz olur. Aksi takdirde, caiz olmaz. Nite­kim, sen bunun sebebini bilirsin.

Alacaklı kimse, borçluya; geri kalanından beri olmak şartıyla ıYa-rınki gün bana beşyüz dirhem ver!» dese; yarınki gün beşyüzü verdi­mi takdirde, beri olur. Vermezse, İmânı A'zam ve İmâm Muhammed (Rh. Aleyhimâ)'e göre; beri olmaz. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)'a göre beri olur. Çünkü İbra, mutlak olarak hâsıldır. Berâet dahî mutlaka sabit olur. Nitekim ibra ile başlasa, berî olurdu. Yakında açıklaması gelecektir.

İmâm A'zam ile İmâm Muhammed (Rh, Aleyhimâ)'in delili şu­dur: Bu suret, şart ile mukayyed olan ibradır. Şarta bağlı olan bir şey, şartın ortadan kalkmasiyle yok olur. Bunun sebebi şudur: Çün­kü alacaklı kimse, söze yarınki günde beşyüzü ödemekle başladı. Bu söz, alacaklı kimsenin iflâsını örtmek, yâhûd daha çok kazanmak için ticârete vesile olmaya elverişli bir hedef teşkil edebilir. İmdi bu söz, ma'nâ cihetinden, şart olabilir. «Alâ / üzere» kelimesi, her ne kadar nıuâveze için olsa da, ba'zan şart ma'nâsma da gelir. Nitekim Allah Teâlâ   (C.C.)'nm:

«inanmış kadınlar, Allah'a hiçbir ortak koşmamak şartiyîe (üzere) beyatleşmeye geldikleri zaman (bey'atlerini kabul et)...» [84] kavl-i şerifinde; «ala / üzere» kelimesi, şart ma'nâsında kullanılmıştır. Bu­rada mufaveze ma'nâsiyle amel etmek İmkânsızdır. Şu hâlde, tasar­rufunu Lashıhleştirmek için şart ma'nâsma yorumlanır.

*v Üm mfQle Mr kaç vech (şekil> «zeredir: Birinci vech, yukarıda aftî,lfT' Cİ VeChİ İSe' musannıf §u sözü ile zikretmiştir: Eğer alacaklı kimse, borçluya; .Bin dirhemden beşyüz dirhemi yarınki gün bana vermen şartiyle seninle sulh yaptım.» yâhûd «Sen fazladan be­nsin, şu şartla ki parayı yarın vermezsen, hepsi üzerine borç olsun.» aerse; iş, 0Kun dediği gibi olur. Yânî borçlu bu sulhu kabul edip beşyüz dirhemi verirse, geri kalandan kurtulur. Veremezse, birinci vechde ol­duğu gibi, borcun hepsini öder. Bu mes'elede icmâ' vardır. Çünkü ala­caklı kimse, sözünü açıkça kaydladı. Eğer şart bulunmazsa, sulh bâtıl  olur.

Üçüncü vech. musannifin şu sözü ile zikrettiği mes'eledir: Eğer alacaklı kimse, borçluya: «Bin dirhemin beşyüzünü yarınki gün bana vermen şartiyle beşyüzünden seni ibra ettim!» derse, her ne kadar ver­mese de beşyüzünden kurtulur. Çünkü alacaklı kimse, ibrayı mutlak söylemiştir. Beşyüzün yarınki gün ödenmesi ivaz olmaya, elvermez. Amma şartla kaydlamasında şübhe ile şart olabilir Şu hâlde, şubhe ile takyid olmaz. Beşyüzün ödenmesini baştan söylemesi, bunun hi-lâf madır. Çünkü ibra, beşyüzle beraber hâsıl olmuştur. İmdi ivaz ola­maması bakımından mutlak vâki olur; şart olamaması bakımından mut­lak vâki olmaz. Binâenaleyh şüfche ile ıtlak sabit olmaz. Şu hâlde ara­larında fark vardır.

Dördüncü vechi musannif şu sözü ile zikretmiştir: Eğer ala­caklı vakit zikretmezse; yânî, yarınki gün demeyip belki «Geri kala­nından berî olmak üzere bana beşyüzü ver.» derse, beri olur. Çünkü, ödeme için vakit zikretmeyince edâ sahih olamaz. Zîrâ borçlunun, borcunu ödemesi her zaman vâcibdir. Ödeme kayd altına girmez., bel­ki muâveze üzere yorumlanır. İvaz da olamaz. Yukarda geçen mes'ele, bunun hilâfınadır. Çünkü yarınki günde ödemekde sahih maksâd vardır. Nitekim daha önce geçti.

Beşinci vechi musannif şu sözüyle zikretmiştir: Açık olarak ta'lîk   yaparsa, sahîh olmaz. Yânî, alacaklı; «Eğer bana ödersen veya ne za­man ödersen yâhûd Ödediğin vakit sen berisin.» derse, ibra sahih ol- -maz. Çünkü, ibrayı açık şarta bağlamıştır. Bu ise, şart ile bâtıl olan ve olmayan şeyleri beyân babında geçtiği veehle, bâtıldır.

Borçlu, alacaklıya gizlice; «Benden, borcu ertelemedikee veya in­dirim yapmadıkça senin malını ikrar etmem!» dedikde, alacaklı da, onun dediğini yapsa, yânî ertelese yâhûd indirim yapsa, sahih olur. Çünkü alacaklı zorlanmış değildir. Hattâ, bir vakte kadar ertelemeye razı oldukdan sonra, hâlen borcu istemeye kadir olamaz. Borçdan in­dirim yaptığında dahî indirilen mikdân ebediyyen isteyemez. Eğer borçlu gizlice söylediği sözü, açığa vurursa, derhâl alır. Yânî alacaklı, mukır'den malı ertelemeksizin ve indirim yapmaksızın hemen alabi­lir.

Ortak olan alacakdan iki ortağın biri bir mikdâr alsa, diğer ortak o alınanda ona ortak olur. Bu, küllî bir kaidedir. Bundan ba'zı kollar çıkar. Yânî, iki adamın başka bir adamda haklan olup, biri o alacak-dan bir mikdâr alsa, aîan kimse o şeye aslı gibi müşâen [85]  mâlik olup ortağının da teslim alınan mikdârda ortak olma hakkı vardır. Çünkü teslim alman mal artsa da,   — zira borcun maliyeti teslim al­manın akıbetine göredir. —   bu ziyâde hakkın aslına râcidir ve ağa­cın meyvesi ile yavrunun ziyâdesi gibi olur. Diğer ortağın, o fazlalığa ortak olma hakkı vardır. Lâkin o, ortaklıkdan önce, teslim alanın mül­kü  üzere kalır.   Çünkü  ayn, hakîkaten  deyn'den  başkadır.    Teslim alan ortak, onu hakkından bedel olarak teslim almıştır. Şu hâlde, ona mâlik olur. Hattâ onda tasarrufu geçerli olur ve ortağının payını öder. Ortak alacak pazarlık müttehid olduğu vakitte satılan malın semeni, ortak malın semeni ve benzerleri gibi, müttehid sebeble vâcib olan şey­dir. İki ortak, geri kalanı borçludan alırlar. Çünkü alman mikdâr, iki­si arasında ortak olunca, geri kalanın da ortak olması gerekir.

Musannif, mezkûr kaidenin üzerine şu sözü ile tefri' yapmıştır: İki ortağın biri payına karşılık, bir giyecek üzerine borçlu ile anlaşma (sulh) yapsa, diğer ortak borcun yansını borçludan alır. Çünkü yarı­sı, borçlunun zimmetinde idi ve onu almadı.  Borçlunun zimmetinde kaldı. Veya giyeceğin yarısını ortağından alır. Çünkü anlaşma borcun yansı üzerine yapılmıştır.yâhûd borç, müşâ'dır.  Zîrâ borç,' borçlunun zimmetinde iken onun taksim edilmesi sahih değildir. Ortağın hakkı, borcun her parçasına tealluk eder. Şu hâlde ortağın iznine bağlı olur ve onun yarısını alması sulh akdine izin verildiğine delâlet eder. Bu takdirde sulh, sahih olur. Ancak ortağı için borcun dörttebirini öder­se, o zaman diğer ortak borçludan hakkını alamaz. Çünkü onun hak­kı, giyeceğin yarısını aldıkdan sonra borcun dörttebiridir.

Eğer iki ortağın biri suîh olmayıp, belki borçludan borcun yarı-siyle bîr şey satın  alsa, diğer ortak ona borcun dörttebirini ödetir.

Çünkü müşteri olan ortak, indirimsiz takas yapmak ile hakkını al­mıştır. Çünkü alım-satım mümâkeseye dayanır. [Mümâkese: Satılık malın fiatını indirmesini satıcıdan istemektir.] Bu durumda ortak, o borcun yansım almış gibi olur ve borcun dörttebirini ortağının ondan alması caiz olur. Sulh, bunun aksinedir. Çünkü sulhun temeli, fiati indirmeye ve ucuzlatmaya dayanır. Bundan dolayı mürâbahaten sat­maya (yâna kâr ve kazançla satmaya) mâlik olmaz.

Sulh yapan kimse, sulh ile payının ba'zısmı ibra etmiş ve ba'zisını almış olur. Eğer biz, borcunun dörttebirini vermesini iîzâm edersek, anlaşma yapan onunla zarar görmüş olur. Çünkü borcun yarısının tamâmını almamıştır. Bundan dolayı biz, borcun yansını alan ortağı muhayyer bırakırız.

İki ortağın bîri borçlunun zimmetindeki payından ibra etse ve eski borç ile mukâsa (takas) olanda, yânî iki talibin biri üzerinde mat-!ûb için borç vâcib olmazdan önce bir sebeble eski borç olsa, o borç ta­kas olup diğer ortak payını borçludan iki surette de alamaz.

Birinci surette alamamasına sebeb şudur: Çünkü ibra itlaf olup, kabz değildir. Müşterinin payı, berâetîe artmaz. Şu hâlde borçludan alamaz. İkinci surette alamamasının sebebi ise; ortak üzerinde olup, teslim alınmayan borcu ödediği içindir. Çünkü iki borçda asıl olan şu­dur ki; eğer ikisi ödemede karşılaşırlarsa; birinci borç, ikinci borç ile Ödenir. Ortaklık, ancak teslim almakda sabit olur. Eğer ortağın biri hissesinin bacısından borçluyu ibra ederse, geri kalanın taksimi arta­kalan hisseler üzerine olur. Yânî hissesinin bir kısmından ibra ederse, geri kalanın taksimi artakalan hisseler üzerine olur. Hattâ iki orta­ğın, borçluda yirmi akçaları olsa, biri payının yansından borçluya ib­ra etse. o ortak beş akça ile mutâlebe edebilir. Susan ortak ise, on ak­ça ile mutâlebe edebilir.

Bir kimse, malm ayb ve kusurundan dolayı sulh yapsa, sonra o kusurun bulunmadığı anlaşılsa veya o kusur ortadan kalksa, sulh bâ­tıl olur.

İmâdiyye'de denilmiştir ki: Bir kimse, satın aldığı bir cariyede kusur bulunduğunu iddia edip satıcı inkâr etse, bunun üzerine satıcı ile alıcı o kusurdan, müşteri satıcıyı ibra etmek üzere bir mikdâr ma­la karşılık sulh olsalar; ondan sonra cariyede o kusur bulunmadığı ve­ya kusur bulunup sonradan yok oîduğ'u anlaşılsa, satıcının sulh bede­lini müşteriden geri alma hakkı vardır. İki selem sahibinden biri ver­diği mala karşılık payından sulh olsa, eğer diğer selem sahibi sulha izin verirse, sulh ikisi adına geçerli olur. Eğer diğeri sulhu red ederse, red olur. Yânî iki adam, bir başka adama bir yiyecek için selem ver­seler, ondan sonra iki selem sahibinden biri müslem-un ileyh ile ser­mâyeden paymı alıp payında selem akdini fesh etmek üzere sulh olsa, İmâm A'zam ve İmâm Muhammed (Rh. Aleyhimâ) 'e göre bu sulh caiz olmaz. Ancak diğer selem sahibi izin verirse, caiz olur. Sermâyeden teslim alınan, ikisi arasında ortak olur. Selemden geri kalan da alı­nan gibi, ikisi arasında ortak olur. Eğer izin vermezse, sulh bâtıl olur.

İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); diğer borçlulara bakarak; «Suîh, caiz olur.» demiştir. Çünkü iki alacaklıdan biri, şâyed borçlu ile payından bir bedel üzerine sulh olsa, caiz olur. Diğer ortak, almanda ortak olmak, ya da payını borçludan almak arasında muhayyerdir. Bu mes'ele de onun gibidir.

İinam A'zam üe İmâm Muhammet! (Rh. Aleyhırnâjln delili şudur: Eu sulh caiz olursa, ya hassaten onun payında caiz olur, ya da iki pa­yın yarısında caiz olur. Birinci veçhe göre, almazdan önce borcu (yâni aiacağı) paylaştırmak lâzım gelir. Çünkü onun payının hususiyeti an­cak ayırd etmekle zahir olur. Ayırd etmek de, ancak paylaştırmakla olur. Halbuki paylaştırmanın bâtıl olduğu daha Önce geçti. Eğer caiz olan ikinci sulh olsa, yâni sulh iki payın yarısında caiz olsa, diğerinin izni lâzımdır. Çünkü sulh akdi ortağı üzere feshdir. Onun rızâsına muhtâc olur.

Vârislerden biri, ya-metaf veya akar yerine mal verilmekle çıkar-tılsa yâimd altın yerine gümüş verilmekle veya gümüş yerine altın ve­rilmekle çikartılsa yâhûd terekede dirhemler ve dinarlar bulunup sulh isedeii de keza dirhemler ve dinarlar olııuıkîa iki n.akd (paraı yerine iki aakd verilmekle çıkartılsa, cinsi cinsin hilâfına sarî ederek bxi sulh sahih olur. Nitekim, satışda da şahindir. Gerek o sulhun bedeli az ol­sun, gerekse olmasın fark etmez. Yâni, iki nakdde eşitliğe bakılmaz. Belki, meclisde alınmış olmasına bakılır. Çünkü bu, sarfdır. Eğer alınmış olursa, sahih olur. Alınmış olmazsa, sahih olmaz.

Altm ve gümüş gibi iki nakdde ve iki nâkd'den başkası ile bera­ber iki nakdin biri iîe sulh sahih olmaz. Yânî, terekede altın ve gümüş ve bunlardan başka, yâni eşya, akar ve tarla meycûd olsa, vârisler ken­dilerinden olan biri ile altm veya gümüş üzerine sulh olsalar, ribâ ih­timâli bulunduğu için caiz olmaz. Payı misli ile olup ve fazlası tere­kede kaîan hakkı karşılığında olmakla rîbâdan tîzak olsun diye. ancak verilen altın ve gümüş onun payı cinsinden olduğu hâlde, payından daha çok olursa caiz olur. İmdi, altından ve gümüşden payına karşı­lık olan şeyde teslim almaları lâzımdır. Çünkü sulh, alman bu mik-dârda sarfdır. Eğer diğer vârisler için terekeden alacak şart kılımrsa, sulh bâtıl ölür. Yânî ba'zı insanlarda terekeye âid alacak bulunursa, vârisler o alacağı sulha katıp alacak kendilerinin olmak üzere anlaş­ma yapan vârisi o alacakdan çıkartsalar, bu sulh bâtıl olur. Çünkü sulh olan vâris, alacakdan payını diğer vârisler için ayndan aldığı şey­le temlik etmiştir. Halbuki deyn'i —her ne kadar ivaz ile de olsa — üzerine deyn olmayan kimseye temlik etmek bâtıldır. Deyn hissede bâtıl olunca, hepsinde de bâtıl olur. Ancak vârisler, borçdan borçlula­rın ibrasını şart kılarlarsa ve sulh olan vâris, borçlulardan payım al­mamak üzere sulb, olursa, bu takdirde sahih olur. Çünkü bu surette borcu, üzerinde borç olan kimseye temlik etmiş olur.

Ya da vârisler, sulh İsteyen vârisin borçdan payını teberruen öde­yip ondan sonra terekede kalan payından sulh olurlarsa, bu surette sulh caizdir. Geri kalan vârisler için bu mes'elede zarar olduğu- gizli değildir. Binâenaleyh; evlâ olan, musannifin şu sözü ile zikrettiğini yapmaktır: Yâhûd vârisler sulh isteyen vârise, alınacak borçdan pa­yı kadar Ödünç verip, borçdan başkasından sulh olsalar ve sulh olan vâris diğer vârislerden Ödünç aldığını borçlulara havale etse, onlar da havaleyi kabul etseler, sulh sahih olur.

Borç bulunmayan mechûl terekeden, ölçülen (mekîl) veya tartı­lan (mevzun) şey üzere sulh yapılmasının sıhhatinde ihtilâf edilmiş­tir. Yânî terekede borç olmazsa ve terekenin malları bilinmezse ve öl­çülen, tartılan şeyler üzerine sulh yapılmak istenirse; Ulemâdan ba'-zısı; «Terekede ölçülür veya tartılır şey olmak ihtimâli bulunduğu ve sulh olan vârisin payı ölçülen veya tartılandan sulh bedeli gibi olup ribâ olduğu için sahih olmaz.» demiştir. Ba'zılan da demiştir ki: Te­rekede ölçülen ve tartılan olmaması ihtimâlinden dolayı sahîh olur. Eğer terekede böyle bir mal varsa, onun payının sulh bedelinden daha az ol­ması ihtimâli vardır. İmdi caiz olmadığını söylemek; şübhenin, şüb-hesine i'tibâr edilmesine vardırır. Halbuki buna İ'tibâr yoktur. Esah olan kavilde, geri kalan vârislerin elinde olan ölçülen ve tartılan şey­den başka mechûl terekeden sulh yapmak şahindir. Çünkü bu sulh, çekişmeye götürmez. Zîrâ sulh olunan şey, vârislerden geri kalanların elindedir. «Bu sulh sahîh olmaz. Çünkü satışdir. Üzerinde sulh yapı­lan şey ise ayndır. Halbuki bilmemezlikle satış sahîh -olmaz.» diyenler de vardır. [86]

 

Kaza   Bölümü

 

Musannif, «Kaza Bölümü» nü Sulh Bölümü'nden sonra getirmiş­tir. Çünkü kazaya, yânî kâdînm hükmüne ancak iki hasmın arasında sulh olmadığı zaman başvurulur.

Kaza (veya kadâ), lügat bakımından ihkâm (bir şeyi muhkem yapmak) ma'nâsma gelir, [87] Şer'an; kaza, beyyine, ikrar veya yemin­den dönmekle başkası üzerine ilzamdır. [88] Çünkü kazanın hakikati husûmeti ayırmakdır. Bu da, ancak ilzam ile olur.

Kazanın ehli, şahadete ehil olan kimsedir. Çünkü her ikisi de, yâ­nî ehl-i kaza ve ehl-i şahadet velayet bâbmdandır. Çünkü kaza, kav­li (sözü), başkasına tenfîz etmektir,  (geçirmektir.)  [89]

Bir de; kaza ve şahadetten her biri ilzamdır. Çünkü şahadet, kâdî üzere; kaza ise, hasım üzere mülzimdir (ilzam edicidir). İmdi, şahâdete ehil olmak için şart kılman şeyler, kazaya ehil olmak için de şart kılınmıştır. Şahadete ehil olmanın şartı, kazaya ehil olmanın da şar­tıdır. Bunun açıklaması, daha Önce «Şahadet Bölümü» nde geçti.

Fâsık olan kimse şahadete ehildir. Binâenaleyh, kazaya da ehil olur. Lâkin fâsıka, kaza (kadılık) görevi verilmez. Çünkü fâsık, fışkı sebebiyle (dinî yasaklara) aldırış etmediği ve gayreti az olduğu için kendisine güvenilmez. Hattâ fâsıka kadılık görevi verilse, veren kim­se günahkâr olur. Nitekim, fâsıkın şahadetinin kabul edilmesi sahîh olmakla beraber kabul edilmez. Hattâ kâdî, fâsıkın şahadetini kabul edip onunla hüküm verse, günahkâr olur. Lâkin hükmü geçerli sayı­lır.

Fetâvâ-yı Kâidiyye'de; «Şahadet eden fâsıkın doğruluğuna kadının zannı gâlib olduğu zaman yerdiği hüküm geçerli olur.» denmiştir. Bu sözün, önemle bellenmesi ve bilinmesi gerekir.

Kazanın (hükmün) geçerli olması için, hüküm verilen yerin şehir olması şartında ve kısmetin [90] kaza işlerinden olmasında ihtilâf edil­miştir. Şehir, hükmün geçerli olması için, zahir rivayette, şarttır Ne-vâdir'in rivayetinde; şart değildir. Bizim Ulemâmızdan çoğu, ihtiyâc-dan dolayı Nevâdir'in rivayetini almışlardır.

Eğer kâdi, bir adama çarşı ve pazarı dâimi duran yerleşilmiş bîr köyde taksim yapması için emir verse, rivayetlerin ittifakiyle caiz olur.

Çünkü taksim, Mahkeme işlerinden değildir.

Keza kâdî, köylere çıkıp küçük çocukların işleri veya vakıf İşleri yâhûd küçük çocukların nikâhı için velî ta'yîn etse, caiz olur. Za-hîr'üd-Dîn el-Mergînânî (Rh.A.)'nin Fetvâ'smda böyle hikâye edil­miştir. Çünkü bu velî ta'yîni, hüküm değildir. Mahkeme işlerinden de değildir.

«Muhit» adlı kitabın Şahadetler Bölümü'nün otuzbirinci faslında müellif demiştir ki: Bu; bana göre, müşkildir. Çünkü kâdî bunları an­cak kaza velayeti ile yapabilir. Görülmez mi ki, kâdîya bu işler için izin verilmese, bunları yapamazdı. Binâenaleyh bu işler, Mahkeme işlerindendir.

Eğer kâdî, fcâdîliğı rüşvet [91] ile almış olsa, hükmü geçerli olmaz.

îmâdiyye'de, müellifi demiştir ki: «Kâdî, kadılığı rüşvetle almış olsa, kâdî olur mu?» diye sorulacak olursa, derim ki; Bunda Ulemâ ih­tilâf etmişlerdir. Sahîh olan kavle göre, o kimse kâdî sayılmaz ve eğer hüküm verirse, hükmü geçerli olmaz. Her ne kadar kadılığı rüşvetle alan o kâdî, âdil olsa da, kâdihğı rüşvetle almasiyl.e fâsık olup azls ' müstehlik olur. Çünkü azi edilmesini gerektiren sebeb mevcûddur.

Ulemadan ba'zisı demiştir ki: Kâdî, fisk sebebiyle kendiliğinden azl edilir. Çünkü ona kadılığı veren kimse, onun adaletine güvenmiş­tir. O'nun kazasına adaletsiz razı olmamıştır.

Kâdîhân (Rh.A.) da demiştir ki: Kâdî rüşvet alırsa, hükmünün rüşvet aldığı şeyde geçerli olmayacağına fakîhler icmâ eylemişlerdir.

Uygun olan, kadirim iffetinde kendisine güvenilir (mevsûk-un bih) olmasıdır. Yâni haramdan sakınmada, akıl ve salanda, Sünnet'i bil­mek ve anlamakda ve asarda (yâni Sahabeden rivayet edilen haberler­de), olayların hükümleri ile ilgili olan mes'eleleri bilmekde kendisine güvenilir kimse olmasıdır. İçtihada ehil olması, evleviyyetin şartıdır. Cevazın şartı değildir.

Keza, müftî de öyledir. Yâni onun da mezkûr sıfatlarla nitelenmiş olması gerekir. Kâdî gibi onda dahî içtihada ehil olması şart kılınma­mıştır.

Kâdî, ne kalbi ile ve ne de dili ile kadılığı taleb etmemelidir. Çün­kü Resûlüliah (S.A.V.) :                                                      

«Bir kimse kadılığa tâlib olursa, kendi nefsine bırakılır. Bir kim­seye de zorla kadılık verilirse, o kimse üzerine bir Melek inip ona doğ­ruyu gösterir. Yânı ona rüşd İlham edip doğru (olanı yapma) ya mu­vaffak kılar.» buyurmuştur.

Kadılık görevini veren kimsenin, kadılığa en kudretli ve en lâyık olan kimseyi seçmesi gerekir. Kötü huylu ve zorba, olan kimseyi seç-memelidir. [92] Çünkü kâdî, hüküm hususunda Resûlüliah (S.A.V.)'in halîfesidir (vekilidir). Allah  (C.C.)'m Elçisi:

«Bir kimse, başkasına bir iş (yâni kâdîlık) verin de o işi veren kim­senin raiyyesinde (yânî halkı arasında) o işe görevlendirdiği adamdan daha uygun bir kimse bulunursa, işi veren kimse Allah (CC)'a Resu­lüne ve Müslümanların cemâatine hıyanet etmiş olur.» buyurmuştur.

Kâdîlık işi, Dîn işlerinin ve Müslümanların amellerinin en önem-lilerindendir.

Başkasına zulüm ve cevr etmekden korkan kimsenin kâdîhk gö­revi alması mekruh olur. Eğer başkasına zulüm ve cevr etmekden emîn olursa mekruh olmaz. Fukahâ'dan ba'zısı; zorlanmadan kâdîhğa ken­disi tâlib olursa, mekruh olur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :

«Kim kâdîhğa mübtelâ olursa, sanki bıçaksız boğazlanmış gibi olur.» Duyurmuştur.

Ulemâdan birisi demiştir ki: Kadılardan biri bu hadîs-i şerifi ha­fife alıp; «Böyle şey nasıl olur?» demiş. Sonra o kâdî tıraş olmak için meclisine bir berber çağırıp, berber çenesinin ba'zı kıllarını tıraş et­meye başlamış. Derken, kâdî aksırmış ve ustura boğazına isabet edip başı önüne düşüvermiş. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.

Âdil olan kimseden kâdîhk görevi almak caiz olduğu gibi, zâlim olan kimseden de almak caizdir. Çünkü Sahâjbe (R.Anhüm), Hz. Ali (R.A.)  için ihtilâf ortaya çiktıkdan sonra, Hz. Ali  (R.A.)  haklı iken Muâviye'den kâdîlık görevini almışlardır. Yine Sahabe; Yezîd, [93] fâ-sık ve zorba olmakla beraber ondan kâdîlık görevi almışlardır. Tabiîn de, zamanının en zâlim insanı olan Haccac'dan [94] kâdîlık görevi al­mışlardır. Âsüer (ehi-i bağy) den de kâdîhk görevi almak caizdir.

İmâdiyye'de denmiştir ki: Âsîlerden kâdîlık görevi almak caiz olur. Âsîlerin, sâdece istilâsı ile âdil olan sultânın tâ'yîn etmiş olduğu kâ-dîlar azl edilmiş olmazlar. Onları âsîlerin azl etmesi sahih olup, hattâ âsîler yenik düşüp de onların yenilgisinden sonra, kâdîlann kazaları, âdil sultân tarafından yeniden görevlendirilmedikce, geçerli olmaz.

Bir kâdîya, kâdîhk görevi verilince, kendinden önceki kâdfom di­vânını ister. O divân; içinde sicillerin, belgelerin ve bunların benzeri Şerl Sak'lerin bulunduğu çantalardır. Çünkü kâdî iki nüsha yazar, biri hasmın elinde olur, diğeri de kadının divânında kalır. Zîrâ kâdî faa'zan her hangi bir sebeble ona muhtaç olur. Hasmın elinde bulunan nüsha üzerindeki fazlalık ve eksikliğe güvenilmez. Sonra azl edilmiş olan kâdînm, üzerine bu nüshaları yazmış olduğu beyaz varak (kâğıt veya defter), eğer Beyt'ul-mâl'den (Devlet hazînesinden) verilmiş ise, azl edilmiş kâdîdan zorla alınır. Çünkü o varak, onun eline ancak iş görmek için verilmiştir. Artık iş başkasına geçmiştir. Eğer varak, azl edilmiş kâdînm kendi malından veya hasmın malından olsa; sahih olan kavle göre, yine vermesi için zorlanır. Çünkü kâdî, o varakı mal edinmek için değil, belki tedeyyün için almıştır. Keza hasımlar o vara­kı kâdî görevde iken onun elinde bırakmışlardır. Halbuki o kâdî azl edilmekle görev başkasına geçmiştir.

Kâdî, hakkı ikrar eden, yânî doğruyu söyleyen veya üzerine bey-yine getirilen tutukluyu (mahbûsu) ilzam eder. Yânî, mahbûslann hâ­line bakar. Çünkü kâdî, Müslümanların işleri için nazır (bakan) ta'yîn edilmiştir. Hakkı ikrar etmiş vcyâ inkâr edip üzerine beyyine getiril­miş olan tutukluyu da ilzam eder. Azl edilmiş olan kâdtnın, tutuklu üzerine sözü ancak beyyine ile kabul edilir. Çünkü azl edilmiş olan kâdî, halkdan bir kimse gibi olmuştur. Tek kişinin şahadeti ise; hiU hassa kendi fiili ile olursa hüccet değildir.

Eğer tutuklu doğruyu söylemez ve üzerine beyyine de getirilmiş olmazsa; üzerine nida eder. Yânî; nida edilip hasım çağrılmadıkça kâdî onu salıvermekde acele etmez. Yânî her gün duruşmaya otur­duğu zaman münâdîye (mübaşire) emredip; «Tutuklu olan fülân oğ­lu fülândan hak taleb eden kimse gelip hakkını istesin!» diye, hasım ile tutuklu- biraraya gelinceye kadar çağırttırır. Eğer hasım çıkmazsa tutukludan kendisine bir kefil alıp, onu salıverir.

Yeni kâdî, azledilmiş kâdînın güvenilir kimselerin eline bıraktığı emânetlere ve vakfın gelirlerine de bakar. Beyyine veya zi'İ-yedin ikra­rı ile amel eder. Çünkü bunların hepsi hüccettir. Azledilmiş kâdînm sözüyle amel etmez. Ancak zi'I-yed azledilmiş kâdiden teslim aldığını ikrar ederse, azledilmiş kâdînm sözü ile amel eder. Çünkü bu takdirde zi'1-yedin ikrân ile zi'1-yedlik kâdînm olmuştur. Bu durumda kâdînın ikrân sahih olur. Sanki o hak'hâlen elinde gibidir. Çünkü elinde mal olan kimse, onun bir insana âid olduğunu ikrar etse, kabul edilir.

Kâdî, hüküm vermek için mescidde oturur. Câmi'de oturması, mescidde oturmakdan evlâdır. Çünkü cami, beldenin en tanınmış yerle-rindedir. Ya da kâdi, hanesinde oturur ve oraya girmeleri için in­sanlara izin verir. Kâdînm meclisinde daha önce beraber oturduğu kimseler yine otururlar. Çünkü hanesinde yalnız oturması töhmet mey­dana getirir.

Kâdî, hediyye kabul etmez. [95] Çünkü hediyyeyi kabul etmek, he­diyye veren kimsenin kayırılmasma yol açar. Kâdî, ancak kendi zî rahm-i mahrem'inden hediyye kabul edebilir. Yâhûd, hükümden Önce, hediyye vermek âdeti olan kimsenin âdeti câri olduğu kadar hediyyeyi kabul edebilir, Yânî, bu zikredilen iki hediyyeyi reddetmez. Çünkü bi­rincisi sıla-i rahmdir. İkincisi ise, hüküm için değil, belki âdeti oldu­ğu içindir. Hediyye alması için, bu ikisinin husûmeti olmaması şarttır. Çünkü bunlara âid husûmet olursa, hediyyeyi hüküm için almış olur. [96]

Kâdî cenazede bulunur. Çünkü cenazede bulunmak Müslümanla­rın, Müslüman üzerindeki haklarındandır.

Kâdî, özel da'vete gitmez. [97] Özel da'vet şudur; ki müsâfir eden kimse eğer kâdînm o da'vete gelmiyeceğini bilirse, onu yapmakdan vazgeçer. Çünkü böyle özel da'vet, hükümde kayinimak. içindir. Umû­mî da'vet ise, bunun aksine olup, gidebilir.

Kâdî, hastayı ziyaret eder. Çünkü hastayı ziyaret etmek de, cena­ze gibi, Müslümanların haklarındandır.

Kâdî, iki hasım arasında, gerek huzurunda oturmak, gerekse on­lara doğru yönelmek bakımından eşit davranır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :

«Eğer sizden biriniz kâdîîık ile mübteîâ olursa, hasımlar arasında; meclis, işaret ve bakmak hususunda eşitliği gözetsin.» buyurmuştur.

Kâdî, hasımlardan bîri ile gizlice konuşmamalı, birine işaret ve hüccet telkin etmemelidir. [98] Çünkü, bunda töhmet vardır. Birinin yüzüne gülmemeli; çünkü bu, 'hasmı aleyhine teşvik olur. Mutlak su­rette şaka da yapmamalıdır. Yânî her ikisine veya birine yâhûd onlar­dan başkasına şaka yapmamalıdır." Çünkü şaka, mahkemenin i'tibânnı yok eder. Bu ibare, Vikâye'nin: «Onunla şakalaşmâz.» sözünden daha güzeldir. Çünkü Kâfi sahibi: «Onunla ve başkasiyle şakalaşmâz, hüccet de telkin etmez. Zîrâ bunda töhmet vardır.» demiştir.

Yine, kâdî, şahide; «Sen, şöyle şöyle şahadet eder misin?» demek­le telkin yapmamalıdır. Çünkü telkin, hasımlardan birine yardım et­mektir. Böyle olunca, şahide telkin yapmak mekrûhdur. Nitekim has­ma telkin yapmak da böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); şahide telkin yapmayı, töhmet olma­yan yerde müstahsen görmüştür. Çünkü şâhid, ba'zan meclisin heybe­li sebebiyle tutulabilir. Bu takdirde kadının şahide telkin yapması, hakkı ihya etmek için hasmın izhârı ve tekfîli menzilesinde olur. Eğer hak, hasmın üzerine onun ikrân veya beyyine ile sabit olursa, kâdî mukırra hakkı vermesini emreder. Mukir, hakkı vermekden kaçınırsa, kâdî onu habs pfW

Musannif; kaçınmanın,    kadının emrinden sonra olması    şartını koymuş, beyyine veya ikrar ile sabit olan hakkın arasım ayırmamıştır.

Hidâye sahibi; beyyine veya ikrar ile sabit olan hakkın arasını ayırıp demiştir ki: Eğer hak; beyyine ile sabit olursa, kâdî onu habs eder. Nasıl ki inkâr etmesiyle oyaladığı belli olduğu zaman dahî habs eder. Eğer îkrân ile hak sabit olursa, habsine acele etmez. Çünkü hasmın ilk görüşmede oyalayıcı olduğu bilinmez. Belki mühlet verilmesini is­temiştir de malı onun için getirmemiştir. Eğer hasım bundan sonra nalda vermekden kaçınırsa, uzatıp durduğu ve oyaladığı anlaşıldığı için kâdî onu habs eder. Bunun benzeri Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) dan hikâye edilmiştir. Şems'ül-Eimme (Rh.A.)'den hikâye edilen ise, bunun hiiâfı-nadır. Çünkü hak; beyyine ile sabit olursa, özür dileyip; O'nun, ben­de alacağı olduğunu ancak bu saatte öğrendim, borcumu öderim!» der. Bu özür dileme, ikrarda hâsıl olmaz. Daha güzel olan, burada zik­redilendir. Nitekim Zeylaî (Rh.A.)  de böyle demiştir.

Kâdî, hasmı dilediği kadar habs eder. Habse müddet takdir etmek-de ihtilâf edilmiştir. Sahih olan kavle göre; habs mikdârı kadının re'yine bırakılmıştır. Çünkü habs; incitmek ve eza vermek (îzâ) içindir. İn­citmek hususunda ise, insanların hâlleri farklıdır.

Kâdî, habs lâzım gelen şeyde hak sahibinin talebiyle habs eder.

Borçlu için hâsıl olan maldan bedel olarak   —meselâ, satılan şeyin . semeni yâhûd ödünç veya akd ile iltizâm eylediği mehr-i muaccel, hul' bedeli, kefalet borcu gibi — borçluya lâzım gelen şeyde hak sahibi­nin talebiyle onu habs eder. Çünkü mal, onun elinde hâsıl olunca, onun zenginliği mal ile sabit olur. Kendi ihtiyarı ile akdi iltizâm et­mesi zenginliğine delildir. Eğer; «Fakirim!» diye iddia ederse, zikredi­len borçlardan başkasında, habs edilmez. Çünkü, zengin olduğuna dâir delil yoktur. Ancak, alacaklısı onun zengin olduğunu isbât ederse, bu takdirde kâdî, uygun gördüğü kadar habs eder. Nitekim, bu daha önce geçti. Çünkü zengin olduğuna dâir delil bulunmazsa söz, borçlu olan kimsenindir. Borçlunun zerîgin olduğunu isbât etmek da'vâcıya âiddir ve kâdî, onu habs eder.

Habsden sonra, tutukluyu sorguya çeker. Eğer malı olduğu mey­dana çıkmazsa, habsden salıverir ve zenginlemeye vakit buluncaya ka­dar bekler. Çünkü tutuklunun habs müddeti geçtikden sonra habsi, zulm olur. Tutuklunun alacaklılarını ondan haklarını istemekden men etmez. Çünkü hak sahibinin onun üzerinde hakkının sabit olması, di­ğer alacaklının hakkını ondan istemesine engel olmaz.

Borçluyu habs etmezden Önce iflâsına dâir beyyine göstermesini kabul etmez. Çünkü bu beyyine, nefy üzerine. Binâenaleyh bir müeyyid ile te'yîd edilmedikçe kabul edilmez. O müeyyide de habsdir. Habs edil-dikden sonra ihtiyaten kabul edilir.

Zenginliğe dâir olan beyyine evlâdır. Yâni da'vâcı, borçlunun var­lıklı ve zengin olduğuna dâir beyyine gösterse ve da'vâlı fakir olduğu­na dâir beyyine getirse, zengin ve varlıklı olduğuna dâir olan beyyine evlâdır. Çünkü fakirlik, arızdır. Beyyine ise, isbât. içindir.

Varlıklı ve zengin olan borçlunun habsini uzatır. Çünkü habs, zul­mün cezasıdır. Eğer varlıklı ve zengin olan borçlu, hakkı edaya kadir iken kaçınırsa, zulmü zahir olup habsini uzatmakla cezalandırır.

Bir adam, karısının ve çocuğunun geçmiş nafakası için habs edil­mez. Çünkü nafaka, zaman geçmekle düşer. Her ne kadar kâdî hükm­etmekle veya karı ile koca nafaka üzere anlaşmakla, sakıt olmazsa da geçmiş nafaka için yine habs edilmez. Çünkü nafaka, bir maldan be­del değildir. Bizim zikrettiğimiz esâsa göre; bir akd ile üzerine na­faka lâzım gelmiş de değildir. Belki karısına ve çocuğuna infâk et-mekden kaçınırsa, habs eder. Çünkü nafaka vaktin ihtiyâcını karşıla­mak içindir. Nafakayı kasden terk etmekde ise; onları helak etmek vardır. Binâenaleyh, onların helak olmalarını def etmek için habs eder.

Hadd ve kısâsdan başkasında, kadının kadılık yapması   (kazası) caiz olur. Çünkü daha önce geçti ki, kaza şahadetten hâsıl olur. Kadı-



[1] Muhtecîb: Kapıcı.

[2] Muhaddara:   Evinden   çıkmayan   örtülü   ve   iffetli   kadın,   demektir.

[3] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 207-212.

[4] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 213.

[5] İkrar; bir kimse, diğer kimsenin kendisinde olan hakkını haber vermesidir. O kimse­ye «Mııkir», o diğer kimseye de, «Mukarr'un leh» ve o hakka da «Mukarr'un bih» denilir.  (Mecelle   Mad:   1572)

[6] Mnkarru*.   MU:   İkrar   olunan   hak;   başkasına   âid   bulunduğu,   bir   kimse   tarafından haber venien hak.                                                                                                     

[7] MukarrHm  leh:   Kendisine  âid  bulunan   hak;   başkası tarafından   i'tirâf  olunan hakîki veya menevî   şahıs.

[8] Mukırr:   Kendisinde bir  kimsenin   hakkı   olduğunu   haber  veren   kimse.

[9] Medlul; Dehl   getirilmiş şey; delâlet  olunan,   gösterilen  şey.

[10] Bu  konuda   fazla  bilgi  için;   c:   3.   s:   10'a  bakınız.

[11] Dânık  (Denk):  Bir dirhemin  altıda biridir.   0,801 gramdır.

[12] Kırat:  Elmas  gibi   kıymetli   cevherleri   ölçmekde   kullanılan   bir   ağırlık   ölçüsüdür.   Bir kırat;   bîr  gramın  milyonda   ikiyüzbinkırkaitısına  eşittir.

[13] Kehf  sûresi  (18);  âyet:   25

[14] Kavsara:   Karoışdan   yapılım?  olup,  içine   hurma   konan   sepettir.

[15] ŞEYHAYN:   Fıkıh'da:   Ebû   Hanîfe ile   EbÛ  Yûsuf  (Rh.   Aleyhimâ)  2.  verilmiş  olan unvan.

[16] Fecr sûresi  (89);  âyet:  29

[17] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 214-227.

[18] Gilmân:   Gulâm'm   çoğuludur.   Gulâm:   Erginlik   çağına  yaklaşmış   oğlan   çocuğudur. Burada gıimânın ma'nâsı; köle veya hizmetd olan oğlan çocukları demekdir.

[19] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 228-234.

[20] Yâni, bir kimsenin kardeşi ve amcası onun doğmasına ve dünyâya gelmesine sebeb ve vâsıta olmuş değildir. O da, kardeşinin ve amcasınla doğmasına ve dünyâya gel' meşine sebeb  ve  vâsıta olmuj  değildir.

Diğer bir deyimle; bir kimsenin kardeşi veya amcası ile kendi arasında doğmak ve doğurmak yoktur. Bunlar için neseb ikrar etse, neseb sabit olmaz ve onun hak­kında ikrân kabul edilmez. Fakat çocuğu, babası ve anası gibi aralarında doğmak ve doğurmak olan kimseler için neseb ikrar ederse, neseb sabit olur.

[21] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 235-239.

[22] Arapçada, bir ismin sonuna tenvin gelirse, o isim nekre (belirsiz) olur. Eğer ismin başına (elif-lâm) gelirse, o isim ma'rife (belirli) olur. Meselâ; hakk'an, sıdk'an; nek­re yâni belirsizdir. Herhangi bir hak ve herhangi bir sıdk demektir. El * hakk, es-sıdk ise, ma'rifedir yânı belirlidir.   Belli bir hakk ve belli  bir sıdk demektir.

[23] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 240-242.

[24] Tezkiye: Bir olay hakkında şahadet eden kimselerin, bu çehadete ehil olduklarını ban­kalarından  gizli ve  açıkça sorularak  tesbît   edilmesidir.   Bu bakımdan tezkiyeler,       i İi  tezkiye»' ve «Açıkça  tezkiye»  kısımlarına   ayrılır.

[25] Bakara sûresi (2); âyet: 282

[26] Fisk: Günâh işlemek, dînin yasak ettiği şeyleri yapmak demektir.

[27] Şahadetin   nisabı:   Bir  olay   hakkında  şahadetleri  makbul  olacak  kimselerin  mikdân demektir.

[28] Nisa sûresi (4), âyet:  15

[29] Nûr sûresi  (24);  âyet:   4

[30] Bakara sûresi (2);  âyet:   282

[31] Talâk: sûresi (65);  ayet: 2

[32] Mürüvvet:   insanlık.,   himmet,   ulanmak,   uygun   olmayan feyleri   terk elmek,   ma'nâsı-nadır.  Bir   kimsenin   kendi  zamanında   ve  yöresinde benzerlerinin  mubah  olan  ahlâk ve davranışı   ile ahlâklanmış olması  bir  mürüvvetdir.

[33] Ta'n-i jühûd: Bir olaya şâhidlik edenlerin bu şehâdette yalancı olduklarına dâir raüd-deâ   aleyh (da'vâlı)   tarafından  vuku  bulan   iddiadır.

[34] Cerh-i  şühûd:   Şâhidlerin   fâsık   olduğunu,   adaletten   mahrûmİyyetini iddia  ve izhîr etmekden   İbarettir.

[35] Müzekkî:   Şâhidlcrin   vaziyetlerini   inceliyerek   şâhidlerin   kabul   edilebileceğini   isbât

[36] İşkâl'(mûşkil):  Bir lâfan kendisinden ne murâd edildiği, düşünmeden bilinemiyecek derecede   raa'nâsı   kapalı   olmasıdır.

[37] Teâtî: Bir alım-satım çeşididir.    (Fazla bilgi için;  c:3,  s:  25'de 28 numaralı dip­nota bakınız.)

[38] Nağme: Kelimenin sesi veya ses tonu demektir.

[39] Tesâmu':  Lûgatta, başkasından işidilip nakl edilmek anlamınadir.

Şer*an; «iştihar» demektir. îştihâr (şöhret) ise, iki çeşittir. Biri; hakîkî şöhrettir, ki tevatür ile hâsıl olur. Diğeri de; hükmî şöhrettir, ki iki âdil erkeğin veya bir âdil erkek ile iki  âdil  kadının şehâdet lâfzı  İle  haber vermeleriyle husule gelir.

[40] tnâbet: Bir kimseyi, başka birinin yerine geçirme.

[41] Tahammül:   Üzerine   alma,   yüklenme.

[42] Divân:   Burada;   «Kayid   Defteri»   demekdir.

îslâm Hukûku'nda ilk defa Hz. Ömer (R.A.Vin hilâfeti zamanında «Dîvân» un-vânıyîa böyle bir müessese vücûda getirilmiştir, ki «Divân'üs-salfâna» denirdi. Bu da dört  kısma  ayrılmıştır.

a)  Dîvân'ül-cüyüş:   İslâm   mücâhidlerinin  adlarını,   neseblerini,   kabilelerini   ve   her birine idaresine kâfi' mikdârda verilecek atiyyeleri, vazifeleri  muhtevi sicillâtdır.  Bun­larda kaydlı olanlara, «Ehl-i dîvân» denir.

b)  Dîvân-ı a'mâl:  Vergilere,   hukuka,   şehirler  İle  kasabaların,  mezrealann  vesâi-renin  ahvâline, bunların ne suretle  feth edilmiş olduğuna dâir mâlûmât-ı muhtevi si­cillerdir.

c)  Dîvân-ı umma!:  Devlet me'mûrlarmm  ta'yînlerine,   azillerine,  terceme-i  hâlle­rine müteallik sicillerdir.

d)  Divân-i istîfâ': Beyt'ül-mâl'e mahsûs varidat ve masarifi ihtiva eden sicillerdir. (Hukûk-u islâmiyye ve Istıîahât-i Fıkhiyye Kâmûsu; Ömer Nasûhî Bilmen c; 4, s: 74)

[43] Havâss takımı:   Halk  arasında,  okumuş   kimselerden   meydana gelen   topluluk.

[44] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 243-255.

[45] Şahadet (Şâhidlik):  Bir kimsenin,  bir jahısda olan   hakkını   isbât  için şehâdet  lata  ile hâkimin  huzurunda ve hasmın' karşısında vâki' olan doğru  ihbarıdır.

[46] Cebriyye:   Beşerî   irâdeyi   inkâr  eden   mezheb   zümresi.

*  Kaderiyye:   «İnsan,   yaptıklarının   yaratıcısıdır.»   î'tikâdında   bulunan,   kaderi in­kâr   eden   mezheb   zümresi.

*  Râfızîler:   Hakk.  Mezhebden   ayrılmış,   namaz kılmayan   kimseler  zümresi.  Bun­lar, Şiilerin bir koludur.

*  Hâriciler:   Vaktiyle Hz.  AH (R.A.)'ye   ısyân eden cemâat  ferdi erinden herbiri.

*  Muatüle:   Allah   (CC.)'a   i'tikâd  etmeyen,  sifailanm   inkâr eden  bir  zümre.

*  Müşebbihe:  Allah (C.C.)'ı insan biçiminde tasvir ve tasavvur edenlerin  mensûb bulundukları  KelâmI  Mezheb,

*  Hattâbiyye:   Şîi   fırkalarından   bir   fırkadır.

[47] Müste'men: Ecnebi tebaasından  olan kimse.

(Fazla bilgi  için; c:   2, s:  25 - 3O'a bakınız.)

[48] Menea:  Kuvvet,   cemâat  demektir.  Bu  kelime;  hem  isim,  hem  masdar  olabilir. «Mâ­ni'»  in  çoğulu   da  olabilir.   Çoğul   olduğuna  göre:   «Bîr  şahsın hâmisi  ve aşireti olan kimseler» demek olur, ki, o şahsa başkalarının tecâvüz etmesine mâni' olurlar, Ordu ve asker  ma'nâsma da gelir.

(Hukûk-u Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmûsu;  Ö. Nasûhî Bilmen; c: 3, s: 344)

[49] Hadim  (Hadım):   Cinsiyet bezi  çıkarılmış  erkek;   İğdiş,  enenmiş.

[50] Vekd-i zina: Nikâhsız evlenmeden meydana gelen çocuk, Pİç.

[51] Hünsâ:   Hem erkeklik,   hem   de  dişilik tenasül   uzuvları   (veya  kromozomları)   taşıyan kimse;  Erselik, hermaphrodite.

[52] Hünsâ-İ Müşkil: Her iki cinsiyet organını taşıyan, fakat bu organlardan bîri fiil, ha-reket ve yapı bakımından  diğerinden  farklı  olmayan  hünsadır.

[53] Kelimenin ash; «Kumbur» dur.

[54] Radâ':   Süt   emme.

[55] Musâharet:   Evlenme  ile  meydana  gelen   akrabalık.

[56] Mürted:  İsiâm Dininden dönen, irtidâd eden.

[57] Kazf: İffete   iftira.

[58] Nür sûresi (24);   âyet:   4

[59] Metnin:  Kötü  ve düşük huylu kadına benzeyen erkek demek  olup «Muhannes»  ile aynı  ma'nâya gelir. Böyle erkeğin  şâhidliği kabul edilmez.

[60] Ebû   Hüreyre   (R.A.)'den   rivayet   edildiğine   göre:   Resûlüllah   (S.A.V.),   bir   adamı, bir güvercini (uçurup) ta'kîb ederken  gördü ve: «Bir Şeytân, bir Seylân'ı ta'kîb ediyor.» buyurdu.

(Ebû Dâvûd,  İbn-i  Mâce)

[61] Büreyde (R.A.); Peygamber (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

«Kim  tavJa  oynarsa,  elini  domuz  etine ve  kanma bulamış gibidir.»

(Müslim, Ebû Dflvûd)

Ebû Mûsâ (R.A.)'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîfde de ResûliMah (S.A.V.): «Kim tavla oynarsa, AUah'a ve Resulüne ısyân etmiştir.» buyurmuştur.

(Ebû Dâvûd,  tbn-i Mâce)

[62] îmâm Şafiî (Rh.A); satranç oynamak, zekâyı çalıştırdığı için, namazı ve işi gücü terk etmemek ve kumar biçiminde oynamamak şartıyla satranç oynamayı mubah görmüştür.

[63] İkrah: Zor!a iş yaptırma.

[64] TaV:   deyerek bir şey yapma.

[65] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 256-268.

[66] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 269-275.

[67] Meşhûd'un   leh: Kendisi   için şahadet   edilen   kimsedir.

[68] tnâbet:  Bir kimseyi, başka birinin yerine geçirmek, görevi ona yaptırmaktır.

[69] Eski devirlerde Arab cemiyeti şu altı tabakadan meydana gelirdi: Şa*b, kabile, imaret, batın,  fahz, fasile.

Şa'b, kabileleri; kabile, imaretleri, imaret, batınları; batın, fahzlan ve fahz da fasileleri içine alırdı. Meselâ; Hüzeyme, bir şa'b'dır. Kinâne, bir kabiledir. Kureyş, bir imarettir. Kusay, bir batındır. Hâşim, bir fahz'dır. Abbâs ise, fasiledir. (Zemahşerî, Keşşaf, c. 3, s. 569)

[70] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 276-280.

[71] Mecelle,  madde:  I72S'İn hükmü şöyledir:

«(Şâhidler ba'de edâtiş-şehâde (şahadeti edâ ettikten sonra) ve kaM-el-hüküm (hü­kümden önce) huaûr-i hâkimde (hâkimin huzurunda) şehâdetlerinden riicu* etseler jc-hâdetleri keen lemyekûn (hiç olmamış gibi) hükmünde olur ye kendileri ta'rfr olu­nurlar.»

[72] Bud'   (Bur'):   Nikâh;   cima'   istifâdesi   ma'nâsma   gelir.   Kadının   tenasül   uzvuna   da «Bud'» denir.

[73] Mehr-i miisemmâ: Kadm için iki tarafın rızâsiyle ve nikâh akdi sırasında ta'yîn olu­nan  mehr.

* Mehr-İ misi: Kadının misli olan  diğer bir kadının,  meselâ ablasının  veya kız-kardeşinin  metindir.  Onun  mehri ne ise, bunun  da o  olur.

Mehrin peşin verilen kısmına; «Mehr-i muaccel»; veresiye kalan kısmına da; «Mehr-I müeccel» denir.

[74] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:281-287. 

[75] Veliyy*ül - anr : Âmir,   emir veren.

[76] Nisa sûresi (4); âyet:  128

[77] Tevkît:   Vakit  ta'yîn   etmek,   vakti saati   belli  etme.

[78] MuâTeze;   Trampa;   değiş - tokuş.

[79] Fuzûlî; Şer'î bir izin olmaksızın, diğer bir kimsenin  hakkında tasarruf eden kimsedir.

[80] Musâlih; Sulh   akdi   yapan   kimse.

[81] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 288-297.

[82] Eldeki nüshalarda,  bu  «Bâb» ayırımı yoktur.  Bu  bâb. Sulh Bölümünü ta'kîb etmek­tedir.  Mütercim, Borçda suih'u  ayrı bir bâb  olarak  terceme etmiştir.

[83] Nykra (Nukre): Külçe hâlinde gümüş.

[84] Mümtahine   Sûresi   (60);   âyet:   12

[85] Mü$â':  Şayi* olan hisseleri ihtiva eden  ortaklaşa şeydir.

[86] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:298-305. 

[87] Kaza: Lûgatta; hükm, ahkâm, takdir, bir hakkı sahibine ödemek, bir şeyi lâzım kıl­mak gibi anlamlara gelir.

Şer'an  kaza;  özel  bir  velayetten,  yânî  hâkimlikden,  husûmetleri  çözümlemek  Te faal  etmekden ibarettir.

[88] Hzâm: Hâkimin  bir hususa hükm  etmesidir.  Da'vâlının ikrân  üzerine aleyhine veri­len  hükme ilzam  denilmesi  yaygındır, bununla da'vâlı  mahkûm'un  aleyh,  yânî aley­hine hükmedilmiş kimse olmuş olur.

Üzâm:  Bîr şeyi lâzım kılmak,  gerekli  kılmak ma'nâsına da gelir.

[89] Tenfîz:  Hâkimin  hükmünü  yürütmek, uygulamak demektir.

Bir hâkimin verdiği hükmü, diğer bir hâkimin yeniden tetkik ederek usûlüne uy­gun görüp tasdîk etmesine de tenfîz denir.

[90] Kısmet: Taksim etmek, bir şeyi bölmek demektir. Yânî: Bir kaç kimsenin bir şey­deki şayi' hisselerini bir ölçü ile ta'yîn ve tahsis etmektir.

* Kısmet-t  kaza:  Ortakların  ba'züanoın isteği   üzerine hâkim  tarafından  cebren ve hükmen yapılan taksimdir.

[91] Rüyvct: Bir kimsenin, diğer bir kimseye kendisine yardım etmesi şartiyie verdiği bir maldır.  Şartsız  verdiği   mal  ise,  hediyedir,   diye ta'rif edilmiştir.

Diğer bir tarife göre rüşvet: Bir adamın hâkim veya bir bankasına, lehinde hü­küm   vermesi  yâhûd  ondan  istemiş   olduğu  işi yapması  için verdiği  bir şeydir.

Rüşvet  verene  «tRâşî»,   rüşvet  alana da «Miirteşî» denir.

Resûl-i   Ekrem   (S.A.V.)   Efendimiz:                                                          ' .

«Rüşvet veren  de rüşvet  aian  da  Cehennemdedir.» bu vurmuş: ur.  (Ebû Dâvüd)

Diğer bir hadîs-İ şerifinde de: «Allah'ın jâ'neti rüşvet alan ve rüşvet veren kimse üzerine   olsun.»   buyurmuştur,   (îmâm  Ahmed'in   Müsned'i)

Şu kadar var ki İslâm âlimleri; rüşveti ba'zi kısımlara ayırmışlardır. Haniye adlı kitapda rüşvetin dört çeşidi vardır denilmiştir:

1 — Her iki   tarafdan  haram  olan  rüşvet. Bu   da,   iki yerde olur.

Birincisi: Şâyed bir adam, kâdîhk görevini rüşvetle alırsa, o adam kâdî sayılmaz. Bu rüşvet, kadılığı rüşvetle alan adama da, ona kâdiliğı rüşvet ile verene de haramdır.

İkincisi: Şâyed bir adam, lehinde hüküm vermesi için kâdîya rüşvet Yerse, gerek hakcniğİ hükmü versin, gerekse haketmediği hükmü versin, rüşvet alana da verene de haramdır.

2  — Bîr adam  canını  reyâ malını  kurtarmak  îçin rüşvet yerse,  bu rüşvet;   alana haramdır,  verene   haram  değüdir.   Keza   bir zâlim   onun   malına   tamah   etse,   o   adam da malından   bir kısmını   rüşvet  verip   geri  kalanını   kunarsa,   alana  haramdır,   verene haram değildir.

3  — Bir   adam   sultânın   nezdinde   (meşru   ve   hakettiğİ)   İşini   yaptırmak   için   bir adama  rüşvet verse,  verene helâl,  alana  ise haram  olur.   Sultânın   nezdinde  işini  yap­tırmak şartiyie rüşvet verirse, hüküm budur. Eğer adamdan işini yaptırmasını ister de, ona rüşvetten söz etmez ve asla bir şart da koşmaz, biiâhare işini yaptırdıkdan sonra o adama bir şey verirse, ulemâ bunda İhtilâf etmişlerdir. Ba'zısı: «Bu, o adama helâl olmaz»  ba'zısı   da:   «Helâl   olur»  demişlerdir.   Sahih   olan,   helâi  sayilmasıdrr. .Çünkü, «İyiliğe karşı  iyilik  et  (el - lhsânu  bil ^ töısân)»  sözü  mecâzâttan  olup  meşhurdur.

4  — Şâyed bir icadının Telisi kendisine bir şey Terümedikce onu evfenolnnese, bir adam da velîye bir $ey yerip, o velî de kadını o adama t«vîc etse, kocanın o verdiği şeyi — gerek mevcûd olsun, gerekse tüketilmiş olsun — velîden geri alma hakkı var­dır. Çünkü bu, rüşvettir. Kıyâsa göre,  eğer velinin hâlinden  hediye almadan  kadını o adama tezvîc  etmiyeceği bilinirse,  yukarıda  geçen   mes'elede olduğu gibi  bu  da hedi­ye sayılır.     (Keşşaf-u Istılâhât'il-Fünûn;   c.   1,  s. 595)

[92] Mecelle'nin   1792.   maddesinde  şu hüküm  vardır :

«Hâkim, hakim   (âlim),   fehîm (zekî),  müstakim (doğru) ve emin  (güvenilir), m©-kîn (vakarlı,   temkinli),   metin (sağlam) olmalıdır.»

[93] Yezîd: Emevî halîfelerinin ikincisidir. Muâviye'nİn oğludur. Hicrî 63 (683 M.) yılında saltanat  usûlü  ile   halîfe olmuştur.  Halifeliği   kısa  sürmüş  ve otuz yaşında  ölmüştür. Zevke, sefaya düşkün, içki ve diğer haramlardan kaçınmayan fâsik bir adam olarak bilinmektedir.

[94] Haccâc; Halk arasında «Haccâc-i Zâlim» diye meşhur olmuştur. Emevî halîfelerinden Abdülmelik   zamanında   ba'zı  vazifelere   ta'yîn   edilmiştir.   Bilhassa   Emevî   halîfelerine ve   yönetimine karşı   çıkan   Hâşîmilere   büyük  zulümler yapmıştır.   KâTse'yi  mancınık­larla   taşa   tutacak   kadar ileri gitmiştir.

[95] Mecelle'nin   İ796.  maddesi hükmü de aynı mealdedir,

[96] tslâm  Dîninde;  hediyye almak ve vermek Peygamberimizin  (S.A.V.) sünnetindendir. Çünkü Allah (CC.)'in Resulü hediye alır ve hediye verirdi. Bir hadîs-i şeriflerinde: «Hediyyeleşiniz,  ki birbirinizi  seresiniz.» buyurmuştur.

Ancak  hediyyenin  hükmü,   hediyye   alanın   ve hediyye   verenin   maksadına  göre şu kısımlara ayrılır:

1 — Hediyye karşılığında bir mükâfaat beklemek. Bu da iki kısma ayrılır:

a)  Eğer bir kimseye haksızlık  edilmesi İçin  hediyye  verilmişse,  bu hediyye ha­ramdır. Meselâ; kâdîye haksız hüküm vermesi için hediyye vermek böyledir.

b)  Eğer mubah  olan bir  işi yaptırmak için verilmiş ise, bu hediyye mubahtır. Meselâ: «Falana söyle, bana şu İşimde yardımcı olsun.» demek gibi.

2 — Hediyye   verdiği   kimseye   yaklaşmakla   onun   sevgisini   kazanmak   istemek.

Bu da iki kısımdır:

a)  Ya, sırf sevgisine mazhar olmaktır. İşle makbul olan hediyye budur. Nitekim yukarıda   zikrettiğimiz   hadîs-i   şerif de  de,   buna   işaret   edilmiştir.

b)  Veya, sevgiyi bîr emeline ulaşmak için te'mîn etmektir. Bu da hediyeden çok rüşvet  sayılır,   (tmâm  Gazâlî;   thyâ,   Cüt:   2)

[97] «Hâkim,  mütehasımeynden  (birbirini   da'vâ   eden   iki   tarafdan)  hiçbirisinin   ziyafetine gitmez.»   Mecelle,   madde:   1797.

[98] Bu husüsda MeceUe'nin   1798.   maddesi hükmü şöyledir:

«Esnâ-yı muhakemede hâkim, tarafeynden yalnız birisini hanesine kabul etmek ve mcclis-i hükümde biriyle halvet (yalnız kalma) veyâhûd ikisinden birice el ya göz reyâ baş ile işaret eylemek veya açlardan birisine gizli lâkırdı yâhûd diğerinin bil­mediği lisan ile söz söylemek gibi töhmet ve sû-i zanna sebeb olabilecek hâl ve ha-reketde bulunmamalıdır.

Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.02 saniye 14,855,326 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024