RİBA - FAİZ. 2
Faizin Tahrimiyle İlgili Hadîsler : 2
FAİZİN HARAM KILINMASININ BAZI SEBEPLERİ 3
FAİZ YASAĞINDA DÖRT KADEME. 3
RİBÂNİN
TANIMI 5
RİBÂ - FAİZ. 5
Alım - Satım İle Ribâ Arasındaki Fark : 5
Diğer Semavî Dinlerde Faiz : 6
Musa Şeriatında Yasaklar Bölümü : 6
DAR-İ HARB VE FAİZ. 6
DAR-İ HARB : 7
Darü'l-Îslâm, Dârü'1-Harb Olabilir Mi?. 7
Dârü'l-Harb'de Bulunan İki Müslümanın Birbirleriyle
Faiz Muamelesi Yapmaları Caiz Midir? 9
İslâm Fıkhında Ferâiz
ilmine geniş ve müstakil yer verildiği gibi faiz mânasına gelen RÎBÂ'ye de geniş
yer verilmiş ve hatta müstakil eserler yazılmıştır.
Fâiz'in haram kılınışı
Âyett, Hadîs ve îcmâ' ile sabit İnkârı küfrü, işlenmesi büyük günahı gerektirir.
Fâiz'in tahrimiyle
ilgili âyetler :
«Biba (faiz) yiyenler
(kabirlerinden) ancak şeytan çarpmış gibi kalkarlar. Bu, onların «Alım-satım da
ribâ gibidir» demelerindendir. Halbuki Allah ahm-satınıı helâl, ribâ'yı haram
kılmıştır. Artık bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de ribâdan
vazgeçerse, geç-nıisi kendisine, işi hakkındaki hüküm ise Allah'a aittir.»
«Kim de rib&'ye döner,
önce olduğu gibi faizcilik yapmaya tekrar başlarsr., işte onlar cehennemliktir.
Orada hep kalıcılardır.»
«Allah ribâ'yı
bereketini gidererek hep azaltır; sadakaları ise bereketlendirip artırır. Hem
Allah çok inkarcı olan hiç bir günahkârı sevmez.»
«Şüphesiz ki imân edip
yararlı işlerde bulunan, namazı Ünhp zekâtı verenlerin ödül ve sevapları
Rableri katmdadır. Hem onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir
de.»
«Ey imân edenler!
Allah'tan korkun, rinâ'dan arta kalanı bırakın, eğer gerçekten inanmışsanız.
Yok oğer böyle yapmazsanız, artık Allah'a ve Peygamberine karşı savaş
açtığınızı bilin. Eğer tevbe edip (faizcilikten vazgeçerseniz) ana sermayeniz
sizindir. Artık ne haksızlık eder, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.»
«Borçlu sıkıntıda ise,
onu, b'r kolaylık buluncaya kadar beklemek (uygun ve hayırlı olur).
(Alacağınızı! sadaka olarak bağışlarsanız sizin için -eğer bilirseniz- daha
hayırlıdır.»
«Allah'a
döndürüleceğiniz ve sonra da herkese kazandığının (karşılığı) eksiksiz
verileceği günden korkun..»
Bu âyetlerin bir bakıma
Abbas b. Abdülmuttalib ile Osman b. Afvan (Allah ikisinden de razı olsun)
haklarında indiği söylenir Faizini hurma almak üzere bir adama ödünç para
vermişlerdi. Hurma zamanı gelince borçlu, onlara başvurarak tahakkuk eden faizi
ödediği takdirde çoluk-çocuğuna yetecek hurma kalimyac ağını, bunun için
biriken faizin yarısını ertelemelerini, buna karşılık ayrıca belli nisbette faiz
ödüyeceğini teklif etti. Onlar da kabul ettiler. Süre dolunca faizlerini
istediler. BorçJu büsbütün zor duruma düştü. Bunun üzerine ilim adamlarından
Atâ' ve Ikrime'ye göre ribâ ile ilgili âyet indi.
Resûlüllata (A.S.)
Efendimiz Abbas ile Osman'ı (Allah ikisinden de razı olsun) çağırıp ilâhi emri
tebliğ ettiğinde ikisi de faizden vazgeçip sadece verdiklerini geri aldılar.
nakletmeye gerek
görmedik. Ancak Zeyd bin Eslem'den yar lan şu rivayeti belirtmemizde yarar
görüyoruz :
«Mekke'de Sakafilerden
Amr oğullan ile Mahzumîlerden Muğî-re oğullan arasında cahiliyye günlerinden
kalma faiz borcu bulunuyordu. Bunlar İslâm'a girince Sakafîler bu borcun
ödenmesini talep ettiler. Mahzûmîler ise, «Biz İslâm'a girdik, İslâmi bir
kazancımızdan faiz veremeyiz» dediler. Bunun üzerine mesele Mekke Valisi ya da
Naibi Îtab B. Üseyd'e intikal ettirildi. O da bir mektup yazarak konuyu
Resûlüllah (A.S.) Efendimizden sordu. Bu sebeple «Ey imân edenler! Allah'tan
korkun, ribâdan arta kalanı bırakın, eğer gerçekten inanmış kinıselerseniz..»
mealindeki âyet indi.
«Mi'rac gecesi bir
ırmak kenanna geldik. (Kan gibi kırmızı olduğunu sanıyorum). Irmakta bir adamın
yüzdüğünü ve yanında çokça taş toplamış bir adamın da ırmak kenarında durduğunu,
yüzen adam kıyıya doğru yaklaştıkça ağzına birer taş attığını, onun da atılan
bu taşları yuttuğunu gördüm. Gördüğüm bu temsilin neyi ifade ettiğini sorduğumda
Melek Cebrail : «Dünyada iken faiz yiyeni temsil ediyor» diye cevap verdi..»
«Ribâ yetmiş bölümdür;
en hafif kısmı, adamın kendi anasiyle evlenmesi gibidir.»
«İnsanlar üzerine bir
zaman gelecek (hepsi de) ribâ — faiz yi-cekler..»
Bunun üzerine soruldu : ,
— Ey Allah'ın Peygamberi! İnsanların hepsi
de mi yiyecek?
— Evet, verniyenin de tozu dumanı burnuna
ulaşacaktır.» Diye cevap verdi.»
«Doğrusu Allah faiz
yiyene, yedirene, şahidlerine ve kâtiplerine lanet etmiştir.»
«Şüphesiz ki Allah
sadakayı kabul eder, onu sağ eli (rahmetiy) ahr; sizden biriniz nasıl tay'ını
besleyip büyütürse, öylece Allah jsadakayı artırıp çoğaltır; o kadar ki bir
lokması Uhud dağı gibi olur.»
«Kim sıkıntıda bulunan
borçluya mühlet verirse, ona'her geçen gün için o alacağı kadar sadaka sevabı
vardır.»
Bu konuda en son olarak
da Resûlüllah Veda Hutbesinde şöyle buyurarak ümmetini bir defa dalha uyarmıştır
-.
«Yanında bir emânet
bulunan kimse, bu emaneti kime aitse ona versin.»
«Her türlü faiz yasaktır.
Ana sermayeniz sizindir; ne haksızlık ediniz, ne de haksızlığa uğrayınız. Veya
ne zulmeder, ne de zulme uğrarsınız.»
«Allah faiz yoktur diyor.
Abdülmuttalib oğlu Abbas'ın bütün faiz muamelesi yasaklanmıştır. (îlk kaldırdığım faiz onun
faizidir).
Bu konuda önce müfessir ve
fakîhlerimizin yorum ve- görüşlerini aktarmayı, sonra da iktisatçılarımızın
görüş ve tesbitlerine yer vermeyi uygun bulduk :
Müfessir Alâuddin,
Lübabu't-te'vü'de diyor ki -.
«Faizin haram
kılınmasının bir takım nedenleri vardır; bunları dört madde halinde
özetliyebiliriz :
1 — Faiz başkasına ait bir malı karşılıksız (ivazsız)
olarak almaktır.
2 — Ticaretle uğraşmayı engellemek, hiç yorulmadan
başkasının kazancıyla oturup geçinmektir.
3 — Toplum arasında faizsiz Ödünç vermek gibi güzel bir
yardımlaşma, ma'kul bir örf ve âdetin (kâmil bir sünnetin) kalkmasına sebep
olmak ve her şeyin maddî karşılıkla değerlendirilmesini yaygınlaştırmaktır.
4 — Hiçbir sebep dikkate alınmasa bile, değil mi ki Allah
faizi haram kılmıştır, ona kayıtsız ve şartsız uymamız gerekmektedir. Çünkü
ilâhî tekliflerin hepsinin neden ve hikmetini bilmiyebiliriz. Ama bize gereken
sadece o emre uymak, inanmak, sonra da gerekirse hikmetini araştırmaktır.
Büyük Müfessir
Fahruddin Râzî, Mefatihü'1-Gayb adlı tefsirinde özetle diyor ki :
«Faiz ile sadaka arasında
tezad yönünden ilgi bulunduğu için bir arada anılmışlardır. Çünkü sadaka, Allah
yolunda isteyerek malı harcamak, dış görünüşüyle malı azaltma fedakârlığını
göstermektir. Faiz ise, ilâhi yasağa rağmen başkasının emeğine el uzatıp
karşılıksız bir fazlalık sağlamakla malı artırmaktır. Bunun için Allah faizin
bereketini giderir; sadaka olarak verilen malın feyiz ve bereketini çoğaltır.»
Diğer Nedenler :
a) Faiz ve faizcilik toplum yasasında belli bir zümreyi
ciddi kazanç yollarından çekip almaya, emek sarfetmeden hazıra konmaya, daha
doğrusu başkasının emeğiyle geçinmeye iter.
Böylece her geçen gün
gelir sağlamanın bu en kolay ve kârlı yolunu işlek hâle getirip hızlandırır.
Başkalarına da kötü örnek olur.
b) Toplum, yapısından dayanışma ve merhamet duygularını ve
bunun taşıdığı yüce ve kutsal anlamı öldürür. Faizsiz ödünç vermenin bütün
kapılarını kapar. Fertler arasındaki ilgi ve yakınlığın tok değer ölçüsünün
madde ve menfaat olduğu inancını kökleştirir.
c) Gönüllerden merhameti, vicdanlardan şefkati ve acıma
duygusunu siler; yavaş yavaş tefeci ve faizciyle sömürülenler arasında
düşmanlığa ortam hazırlar. Fakirle zengin arasındaki uçurumu devamlı
derinleştirir.
d) Allah, insanlar arasındaki ilgi ve muameleyi
karşılıklı hak ve vazife şuuruna, sevgi ve saygı temeline, merhamet ve şefkat
duygularına, yüksek ahlâkın faziletin gerçekleşmesine bağlamıştır. Faiz
bunların tümünü yıkıp insanî haslet ve duygulan yok eder.
Âyeti âyetle; âyeti
hadîslerle ve bunları iniş ve söyleniş sebepleriyle tefsir etmesini, bu yoldan
hüküm çıkarmasını bilmiyenler faiz konusunda da afhiş hata yaparlar ve kendi
bilgisizliklerini İslâm'a malederek Müslümanların sağlam inancını bozmaya,
saadete uzane^ı yollarını tıkamaya çalışırlar. Allah kendi kitabında FAİZ'i dört
kademede açıklamış, bir önceki beyânını bir sonraki beyâniyle açıklığa
kavuşturarak pedagojik ve psikolojik bir yöntem sergilemiştir. I Bunun sebebi
açıktır : Çok yaygın bir haramı bir anda yasaklamak, kademeli olarak tahrîm
nedenlerini getirmeden bir çırpıda önüne sed çekmek başarıya götürmez. Yani
yasak pek başarılı olmaz. İnsanın psikolojik yapısı, nefsin harama olan ilgisi
tek kademeli bir yasağa karşı daima tepki gösterir. Bunun için Allah içki
hakkındaki yasakta olduğu gibi, faiz hakkındaki yasağı da tedricen kademeli
biçimde indirmiş ve böyk-ce ilâhi yasağın hedef ve gayesine ulaşmasını
sağlamıştır.
O halde Kur'ân'dan
herhangi bir konu hakkındaki âyetlerden sadece birini ele alıp hüküm çıkarmak
hiçbir zaman sıhhatli ve isabetli değildir. Müctehid imamlar, ünlü hukukçular
bir mesele hakkında dinin hükmünü belirtmek için, o mesele hakkındaki bütün
âyetleri, hadîsleri, tarihî olayları ve iniş ile söyleniş sebeplerini bir araya
getirdikten, hangi âyetin daha önce indiğini, hangi hadîsin daha önce
söylendiğini, hangisinin mücmel, hangisinin müfessir, hangisinin muhkem
olduğunu tesbit ettikten sonra gerekli neticeye vara-bilmişlerdir. Yoksa rasgele
bir âyet ya da bir hadîs ele alınıp hüküm çıkarılmamıştır.
Hemen ifade edelim ki,
belirttiğimiz yöntemde bir uygulamaya geçebilmek veya belirlenen ölçü ve anlamda
bir hüküm çıkarabilmek köklü bir tahsil, geniş bir araştırma, kuvvetli bir
hafıza, seyyal bir zekâ ve sabırlı bir tarama ister. Ayrıca Kur'ân ve Hadîs
dilini bütün kurallariyle bilmek lâzımdır. Günümüzde bu özellikleri olmayan
fakat bilgili geçinen, dinde kendini yetkili sayan türediler. «Ey imân edenler!
Faizi kat kat artırılmış olarak yemeyin..» âyetine dayanarak -başka hiçbir
araştırma, delilleri toplama, diğer âyet ve ilgili hadisleri tesbite lüzum
görmeden mal bulmuş mağribi gibi- faizin sadece kat kat yani katmerli olanı
yasaklanmıştır, fetvasını verme cesaretini kendilerinde bulurlar. Şüphesiz ki,
bilgisiz cesur olur. Her konuyu, o konuda ilim yapmış yetkili uzmanına bırakmak
en insaflıca ve en akıllıca bir yol değil midir? Aksi halde meseleler içinden
çıkılmaz bir hal, çözüm yapılamaz bir düğüm olup kalır.
O halde faiz yasağiyle
ilgili dört kademeyi açıklamamızda büyük yarar var. Dört kademeyle ilgili
âyetlerden biri Mekke'de, üçü ise Medine'de inmiştir.
1 — Mekke'de bu konuda ilk inen Âyette şöyle buyurulmuştur
:
«İnsanların mallarında
bir artış olsun diye verdiğiniz her faiz Mlah katında artmaz; ama Allah rızasını
dileyerek verdiğiniz her-ıangi bir sadaka (böyle değildir). Sadaka verenler (hem
mallarının eröke-tini, hem sevaplarını) kat kat artırırlar.»
Bu âyetle ribânın
haranı olduğu açıklanmıyor, sadece inanmış-arın dikkati çekiliyor ve bu hususta
onların kafasında bir soru, vic-ianlarında bir istifham meydana getiriliyor.»
Faizin Allah katında liçbir sevabı yoktur ve o hiçbir zaman bereketli bir ortam,
doğur-naz» denilerek aklı erenlerin bu konuda iyice düşünmeleri ve bir /lalan
munasebesi yapmaları isteniliyor.
2— Medine'de ikinci kademede inen ayetle şöyle
buyuruluyor : «Yahudilerin haksızlıkları, insanlardan bir çoğunu Allah yolun-
ian alıkoymaları
(Tevrat'da) men'edildikleri halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız
sebeplerle yemeleri nedeniyle kendilerine (daha önce) helâl kılınan temiz
şeyleri haram kıldık. Hem aralarında inkâr edenlere acıklı bir azâb
hazırladık.»
îkinci kademede inen bu
âyetle faizin Yahudi milletini ne hale iüsürdüğü, nasıl da sömürücü bir millet
durumuna getirdiği ve bun-ian dolayı onlara elem verici bir azabın (hem dünyada,
hem âhiret-;e) hazırlandığı haber verilerek Müslüman milletler uyarılıyor ve
birinci kademedeki âyetle kafalarda oluşturulan soru biraz daha büyütülüyor.
Ama bununla da faiz kesin şekilde haram kılınmış olmuyor.
îlâhl yasaklara uymayan
inkarcıları acıklı bir azabın beklediğine bilhassa dikkatler çekiliyor. Âdil
ölçülere bağlı dengeli bir ekonomik yapının sapasağlam ayakta durmasına ters
düşen sebeplerden şirine işaret edilerek faizciliğin ön plâna alınıp rağbet
gördüğü bir toplumda hem ekonomik yapının ağır darbe alacağı, hem gelir
dağı-jmında çok sakat bir yol izleneceği vicdanlara işleniyor.
Belirttiğimiz gibi,
burada da faizin Müslümanlara haram kıîın-iığı açıklanmıyor, ama ona doğru
açılmak istenen kapı biraz daha ıralanıyor.
3 — Medine'de üçüncü kademede inen âyetle, Arap
tefecilerinin ısın denecek ölçüde kat kat faiz almaları yesaklanıyor; böylece
faizin haram olduğu su. kapalı bir anlatımla veya mücmel bir ifadeyle
bildiriliyor :
«Ey imân edenler!
Faiz'i kat kat artırılmış olarak yemeyin. Allah'tan korkun ki kurtuluşa ve
başarıya erişesiniz.»
Böylece,Müslümanlara
ilk faiz yasağı konulmuş oldu. Kafalarda büyüyen ve zaman zaman tertemiz
vicdanları sızlatan soru cevabını bulup çözüme kavuşturuldu. Ancak ne var ki bu
konuda bir kapı açık tutuldu : Faizin tamamını haram kıldığı kesinlikle
anlaşılmıyordu. Gerçi amaç bu idi, ama yöntem olarak bu yol izleniyordu.
Derken kafalar ve kalbler yavaş yavaş bu yasağa yatıştı. Farkla yorum ve
görüşler birbirini izleyip durdu. Kimi kat kat yani katmerli riba almak
haramdır, azma cevaz vardır, dedi. Kimi içki gibi, çoğu haram kılman bir şeyin
azı da haramdır, sonucunu çıkardı. Çak sürmedi ki dördüncü kademede faizin
tamamının haram kılındığı şüphe ve yorum götürmeyecek bir anlatımla açıklandı.
Zaten gönüller bunu kabul© hazır duruma getirilmiş bulunuyordu.
«Faiz yiyenler
(Kabirlerinden) ancak şeytan çarpmış kimse gibi kalkarlar.»
«Kim de faize döner,
önce olduğu gibi faizcilik yapmaya tekrar başlarsa işte onlar cehennemliktir.
Orada temelli Kalıcıdırlar.»
«Ey imân edenler!
Allah'tan korkun, faizden kalanı bırakın, eğer gerçekten inanmış kimselerseniz.»
Mealindeki âyetler
indi. Böylece hem basit, hem mürekkep faiz yasaklandı. Sahih rivayet ve
tesbitlere göre, Kur'ân'dan en son inen âyetlerden biri de konumuzu oluşturan
faiz hakkındaki yasaklardır.
«Eğer tevbe edip
faizcilikten vazgeçerseniz ana sermayeniz sizindir. Artık ne haksızlık eder, ne
de haksızlığa uğrarsınız.»
Âyeti ana sermayenin
üzerine bir kuruş olsun faize imkân vermiyor. Böylece azının da haram ve yasak
olduğu kesin bir ifadeyle açıklanıyor.
Nitekim Hz. Ömer (R.A.)
diyor ki :
«Faiz âyeti Kur'ân'm en son inen
âyetlerindendir. Resûlüllah
CA.S.) Efendimiz bunu
bize daha geniş biçimde açıklama zamanı bulmadan aramızdan ayrıldı. O halde
-âyetin serahati karşısında- artık hem faizi, hem faiz şüphesi taşıyan
muameleleri bırakın.»
İslâmî kaynaklara göre,
Ribâ kelime olarak «mutlak fazlalık, artıklık demektir. Bir şeyde fazlalık ve
artış meydana geldiğinde «Reba'ş-şey'u» «Yerbu'ş-şey'u» denilir.
Şer'î ıstılah (terim)
olarak daha çok şu iki anlamda Kullanılmıştır :
a) Ana sermaye yerinde kalmak şartiyîe borçludan vadenin her defa
uzatılmasına karşılık artık, bir fark paranın alınması..
Buna «Nesi1 Riba»
denilir. Günümüzdeki kapitalist sistemde olduğu gibi, va'de farkı hesaplanarak
alman faiz bu cümledendir.
b) Bir şeyin kendi cinsiyle bir fazlalık karşılığında
alınıp -satılması..
Buna «Fazl Riba»
denilir. Örneğin : Bir kilo Polatlı buğdayını bir buçuk kilo Konya buğdayı
karşılığında satmak..
İşte faizi kesin
olaraik yasaklıyan âyet indiğinde Arap Yarımadasında faizin bu iki şekli vardı
ve çok yaygındı.
tbn Cerîr Taberî kendi
tefsirinde diyor ki :
«Bir adamın diğeri
üzerinde belli bir süreyle va'deli olarak ödünç verdiği malı veya parası
bulunurdu. Va'de dolunca ana sermayeyi ister, borçlu bunu verecek durumda
değilse, sürenin yani va'denin uzatılması karşılığında faiz belirlenirdi. Bazen
bu birkaç kat oluncaya kadar sürüp gider ve borçlu, ana borç bir tarafa,
biriken ve mürekkep faiz denilen riba'yi ödemekten âciz kalırdı.
Kur'ân-ı Kerim'de
kesinlikle haram kılınıp yasaklanan riba işte bu iki şekildir ki Araplar
arasında çok yaygın idi. Zaten kelimenin «el» tanımlama edatiyle kullanılması,
«er-ribâ» denilmesi, daha çok bu iki şekli yansıtmaktadır. Hiçbir müfessir ve
araştırıcı ilim adamı buna muhalefet etmemiş, aksi bir yorum ya da görüş ortaya
koymamıştır. Müctehid imamların da bu konuda görüş ve ictihad birliği vardır.
İslâm'a göre
tanımlamasını yaptığımız fazlalığa Ribâ denilirken, kapitalist topluluklarda
buna Faiz denilmektedir. Anlam ve hüküm bakımından bu ikisi arasında bir fark
yoktur. İngilizler bunun basitine «Simple interest», mürekkebine «Compound
interest» derler. Bu deyimle İslâm'ın yasakladığı iki türlü faiz
kasdedilmektedir.
Nitekim Prof. M. A.
Mennan bu konuda diyor ki:
«Kur'ân'daki RİBÂ
deyimiyle kapitalist toplumlarda uygulanan faiz arasında bir fark varsa, bu
yalnızca oranlar arasında bir derece farklıdır. Çünkü ribâ da, faiz de ana para
üzerinden alman bir fazlalıktır.»
Gerçi klasik
iktisatçılardan bir kısmı faîz'i toprak rantına benzetmiş ve paranın faize
verilmesini, toprağını kendisi işletmiyen mülk sahibinin onu kiralaması ile aynı
ölçüde görmüşse de bu çok farklı bir kıyastır; makis ile makıs aleyh aynı
menatta birleşmiyor.
Faiz'i iktisadi gelişme
için gerekli görenler ve ister istemez bunu İslâm'a sokmaya çalışanlar her
bakımdan aldanmışlardır. Çünkü İslâm'ın iktisadi gelişmesi ancak tekâmülcü bir
manada yönetilebilir ve bu muihıteşem canlı kudret Kur'ân'm özünde mevcuttur.
Başka bir sisteme yönelmesine gerek yoktur. O başlı basma yepyeni ve çok
kudretli bir sistemdir.
Konumuzu oluşturan
âyetle : «Ahm-satım da ribâ gibidir» diyenlere karşı, «Allah alım-satımı helâl,
ribâ'yı haram kılmıştır» buyu-rulmaktadır.
Böylece bu iki kavram
arasındaki mâna, muhteva, kapsam, değer ve sonuç bakımından çok yönlü fark
bulunduğu belirtilmiştir. Son asrın müîessirlerinden Elmalılı Hamdi Yazır, Hak
Dîni Kur'-Ân Dîlj adlı tefsirinde bu iki kavram arasındaki farkları detaylı ele
alıp incelemiş, neden ve niçinleri üzerinde yeterince durmuştur. Meraklılara
tavsiye ederiz. Prof. M. A. Mennan'in İslâm Ekonomisi Teori ve Pratik adlı
eserinde Kâr ve Faiz üzerinde durularak deniliyor ki :
«İslâm'ın kar anlayışı
farklıdır ve kâr sınırlıdır.
Kapitalistlerin sağladığı sınırsız ve anormal kârlar açıkça toplumun
sömürül-mesini hedef almıştır. Bu tür kârlar kapitalist ekonomisinin ana
özelliklerinden olan tekel ve kartellerin bir sonucudur. Ama İslâm tekeli,
malın biriktirilmesini, fiatların yükselmesini beklemek amacıyla üretimi
piyasaya sürmeyip stokta bekletmeyi tamamen yasaklamıştır. Çünkü kapitalist
ekonomide çok yaygın olan bu tür davranışlar iyilikle, bağışla, yardımlaşma
duygusuyla ve toplum yararıyla taban tabana zıddır. İslâm normal bir kâra izin
vermektedir. Normal kârı şöylece tanımlıyabiliriz : Yeni kuruluşun belirli bir
üretim veya hizmete başlamak, eski bir kuruluşun da sıyrılmak eğilimini
göstermediği gelir düzeyi.. Bu eğilim de yeterli değildir. Unutulmaması
gerekli temel ilke, toplumda hiçbir kişinin üretim projesindeki hak ettiği
payından yoksun bırakılmam asıdır.
İslâm, normal kârı
-alım - satım ölçüleri içinde- kabul ederken faizi yasaklamaktadır. Dikkatle
gözden geçirilirse görülür ki kâr ve faizde kazanç ve muamele yapı bakımından
birbirinden farklıdır. Faizde ödünç veren, ana para ve faizi sağlama bağladıktan
sonra paranın kullanımına karışmamaktadır. Kârda ise firma sahibi, paranın
kullanma yeri ve şekli ile doğrudan doğruya ilgilidir. % Buradan şu sonuç
çıkmaktadır :
Faiz üretken bir
uğraşın sonucu değildir; oysa kâr üretken bir uğraş sonunda sağlanmaktadır.
Faizde ödünç verenin üretken bir uğraşı olmadığından girişimci te'siri eksiktir.
Oysa kârda bu te'sir bütün üretim ve pazarlama boyunca canlılığını korumaktadır.
Şöy-leki, faiz durumunda sermaye sahibi üretim işlemiyle ilgili değildir.
Halbuki kârda sermaye sahibi sermayenin ekonomik olarak kullanma yeri ve
tarzını kendisi tesbit etmektedir.
Burada girişimci kârını
arttırmak amacıyla yeni buluşlara gidebilir ve ihtiyaçları karşılamak için yeni
ürünlerin ortaya çıkmasını sağlayabilir.
Böylece kâr gelişmeye
yol açmakta ve bir bakıma geliştirme çabalarının da bir karşılığı olmaktadır.
Nihayet faiz durumunda zarar te'siri yoktur. Çünkü faiz belirlidir, sabittir.
Oysa kâr girişimcinin yüklendiği riskin bir karşılığıdır. Girişimcinin geliri
kesin ve belirli değildir. Kâr belirsizdir. Çünkü fiziksel ve zihni yetenekleri
yönünden üstün olanlar daha yüksek kâr sağlayabilirler. Bu, çok yönlü
farklardan ötürü îslâm faizi yasaklamış ve kâra izin vermiştir.»
İşte «Allah alım-satımı
helâl, faizi haram kıldı» âyeti bu konuda bize bir ana fikir vermekte ve
araştırma yapmamızı emretmektedir. Ayrıca bu konuda Mefatihü'1-Gayb
Tefsirinin ilgili bölümünde geniş bilgi verilmiştir. Meraklıların oraya müracaat
etmeleri tavsiye olunur.
Faizin tarihi çok
gerilere gitmektedir. Yapılan ciddi araştırmalardan Eflatun/Yasalaft adlı
kitabında faizi kötülemektedir. Romalılar ilk dönemlerinde faizi yasaklamış,
sonraları faiz oranını başıboş bırakmayıp yasaya bağlamıştır.
Tevrat'ın mevcut
nüshalarında da faizin yasaklandığını açıklayan bir takım yarı kapalı belgeler
vardır :
«Eğer kavmına yanında
olan bir fakire ödünç para verirsen, ona murabahacı olmayacaksın; onun üzerine
faiz komıyacaksın.»
Garibe haksızlık
etmiyeceksin ve ona gadretmiyeceksin; çünkü siz Mısır diyarında gariptiniz.
Hiçbir dul kadını ve öksüzü incitmi-yeceksin!. Eğer kavmına, yanında olan bir
yoKsula ödünç para verirsen, ona karşı tefeci gibi olmıyacaksm, onun üzerine
faiz komıya-caksm.»
Ayrıca daha ayrıntılı
olarak Tevrat / Levililer : 25/35-37 belgelerle Tesniye : 23/19-20 belgelerde
faiz yasağına yer verilmiştir.
İsa Peygamberin hiçbir
çıkar gözetmeksizin havarilerine hayır işlemelerini emretmesi, faizi
benimsemediğine bir delil olarak gösterilebilir. Ayrıca Barnaba İncilinde bunun
yasak olduğuna daü bazı belgelere rastlanmakladır.
Dar-i Harb konusunu
üzerinde durup faiz almanın caiz olduğunu iddia edenlerin ilmi olmayan bu
iddiaları birçok Müslümanı yanlış yola itmiş, bazı kişilerin akidesini
zedelemiştir.
Konuyu bütün
derinliğiyle kavrayabilmek için önce Dar-İ Harb deyiminden ne anlaşılıyor, bunun
tarifi nedir, kapsadığı hükümler nelerdir ve ilim adamlarımızın bu husustaki
görüş ve ictihadlarının özeti nedir? Bu ve benzeri sorulan cevaplandırmadan bir
hüküm Vermek mümkün değildir.
«Ehl-i İslâm ile
aralarında muvadaa ve musalaha t— banş ve sulh) bulunmayan gayr~i müslimlerin
ülkesidir.
Diğer bir tarife göre :
«Dar-i Harb;
Müslümanların hükmü altına henüz geçmemiş olan, fazla olarak da fetih yolu ile
«İslâm ülkesi» kıhnmcaya kadar Müslümanlar için ister bilfiil ve ister bilkuvve
harb sahnesi teşkil eden yer demektir.»
Çünkü : İslâm
telakkilerine göre, dünya «darü'1-harb (= harp ülkesi) ve «darü'I-İslâm ( =
İslâm ülkesi) olarak ikiye ayrılır. Da-rü'1-îslâm, esasen İslâm hâkimiyeti
altına girmiş bulunan bütün memleketleri içine alır.
Birinci tarife göre,
Ehl-i İslâm ile aralarında muvadaa (düşmanlığı terk ile barış yapılan) ve
musalaha (sulh edilen) gayr-i müslim bir ülke dar-i harb sayılmamaktadır. Bunun
aksine aralarında bu iki tür anlaşma bulunmayan gayr-i müslim ülkelerin hemen
hepsi -savaş olsun olmasın- dar-i harp sayılır.
İkinci tarife göre,
ister muvadaa ve musalaiha yapılsın, ister yapılmasın gayr-i müslim ülkelerin
hepsi dar-i harb sayılır.
Ancak bu meseleyi
«Dar-i sulh» konusuna irca' ettiğimizde gerçek tarif meydana çıkar. Çünkü Fıkhı
Mezheplerde bir de Dar-İ Sulh : Henüz İslâm hakimiyeti altına girmemiş olmakla
beraber, umumiyetle kullanılan Şer'î tabiri ile, cebren (= anveten) değil, rıza
ile (sulh yoluyla) İslâm camiasına bir vergi rabıtası ile bağlanmış olan
memleketlere delâlet etmek üzere kullanırlar. Bu da daha çok belli bir süreyle
sınırlı gösterilmiştir.
İslâm tarihinde Necran
İle Nubya ülkeleri bu hukukî durumun iki tarihî misalini teşkil etmektedir.
O halde îstilahat-i
Fıkhiyye Kamusu'nda yapılan tarifte geçen «Muvadaa Ve Musalaha» tabirlerinden
«Dar-i Sulh'un dışında kalan diğer gayr-i müslim ülkeler kasdediliyor, sanırım.
Bu son tarife göre,
günümüzde gayr-i müslim bir ülkede bulunan Müslümanların -ister orada ticaret,
ister ziyaret, ister çalışma için gitmiş bulunsunlar- oralarda faiz alıp
vermeleri caiz olur mu, olmaz mı?
Bu sorunun cevabını
vermeden önce elimizdeki fıkıh kitaplarına göre, darü'l-lıarblerden hangileri
hangi şartlarla darü'-İslam'a girebilirler, hususu üzerinde durmamız
gerekmektedir.
Darü'1-harb, ancak
îslâm halkına mahsus ahkamın icrasiyle «darü'l-îslâm» olabilir. Meselâ : Cuma
ve bayram namazlarının kılınması bu cümledendir. Böyle bir ülkede yerli ve
yerleşik kâfirler de bulunsa ve bu ülke îslâm ülkesiyle bitişik de olmasa yine
hüküm böyledir, değişmez.
0 halde îslâm halkına mahsus ahkâmın icra
edildiği bir gayr-i müslim ülke artık «darü'1-harb» olmaktan çıkmış,
darü'l-îslâm» kapsamına girmiş sayılır. Bu durumda o ülkede faiz verip almak
haram sayılır.
Şöyleki : Gayr-i müslim
ülkelerden biri bizim ülkelerden bir ülkeye gaalib gelir veya bir beldenin
halkı irtidad eder = îslâm Dininden ayrılır da orada üstünlük sağlar ve küfür
ahkâmım icra eder, veya ehl-i zimmet (gayr-i müslim vatandaşlar) ahdlerini bozar
da bulundukları îslâm ülkesinde idareyi ele geçirip üstünlük sağlarsa o takdirde
«darü'l-îslâm» darü'1-harb olur mu? Olabilmesi için fuka-ha şu üç şartı ileri
sürmüşlerdir :
1 — Ehl-i şirk
(küfür ehli) ahkâmının
icrası,
2 — Darü'l-Harb'e bitişik bulunması,
O kadar ki, içinde daha
önce kendi nefsi üzerinde bulunan eman-dan mahrum edilip güven içinde ne bir
Müslüman ne de bir ztmmi kalır.
3 — Müslümanlar ile onların zimmüerinin artık himaye ve
önceki güveni görmez olması.
Darü'1-harb'in
darü'l-îslâm sayılması konusuna temas eden ilim heyeti de yukarıdaki görüşe
yakın ve o ölçüde şu hükmü getirmişlerdir :
«Bilinmeli ki, darü'1-harb
ancak şu bir şart ile darü'lîslâm olabilir; îslâmî ahkâmın orada izhar edilmesi
(üstün tutulması)...»
İmam Muhammed
(Rahmetullalh aleyh) bu konuda «ez-ZiyadaU adlı eserinde diyor ki :
«Ebû Hanife'ye göre,
Dârü'l-îslâm'm darü'1-harb olabilmesi, ancak şu üç şart ile gerçekleşebilir :
1 — Yaygınlaşıp belirgin hale gelecek şekilde küffar
ahkâmının icra edilmesi ve o yerde îslâmî hükümlerle hükmedilmemesi,
2 — Dârü'l-îslâm'm bu durumda dârü'l-harbe bitişik
bulunması, o kadar ki ara yerde bir İslâm beldesinin bulunmaması,
3 — Orada yaşayan hiçbir Müslüman ve zimmî (gayr-i müslim
vatandaşlm istiladan önce sahip bulunduğu güven ve emânmm kalmaması.
İmam Ebû Yusuf ile İmam
Muhammed bu görüşe muhalefet, ederek diyorlar ki : «Bu, sadece bir şart ile
gerçekleşir : Küfür ahkâmının izharı (üstün tutulması ve icrası).» Kıyas da bu
görüşle uyum sağlar.
İmamların farklı olarak
ileri sürdükleri şartları dikkate aldığımızda, içinde küffar ahkâmı icra edilen
İslâm ülkeleri hakkında nasıl bir yargıya varmak mümkündür? Bunu şöyle
açıklıyabiliriz :
a) îmam A'zam Ebû Hanîfe'nin öne sürdüğü üç şartın
tamamının tahakkuk ettiği bir îslâm ülkesi bulunduğunu pek tahmin etmiyoruz.
Bugün için hemen hepsi de istilâdan kurtulup istiklallerini ilân etmişlerdir. Ve
bu ülkelerde yaşayan Müslümanlarla zimmîler evvelce olduğu gibi şimdi de emân ve
güven içinde bulunuyorlardır. Ancak belirtilen şartların gerçekleştiği bir İslâm
ülkesi varsa, o takdirde İmam A'zam'm içtihadına göre, o ülkede -takva yönünden
sakıncalı olmakla beraber- faiz işlemine cevaz verilebilir. Cuma ve bayram
namazları ise kılınmaz.
b) îmameynin öne sürdüğü bir şartın mahiyetini ve
kapsamını iyice tesbit etmek gerekir. Aksi halde yanlış bir hüküm verme
ihtimali doğar. Nitekim bazı kimseler şeriatın bir tek hükmü olsun meriyet
mevkiinde icra ediliyorsa, o memleketin Darü'l-İslâm olarak kalacağını
savunmuşlardır. Bu da bir ictihaddır. Hindistan'da
bu hususla ilgili duruma işaret eden Keşşupu Îstilahati'l-Fünun'da şu açıklamaya
yer verilmektedir : «Bu memeleket mel'unlara ait olmak ve hâkimiyet de bu
iblislerin elinde bulunmalka beraber Müslümanların ülkesidir.»
Hindistan' in o günkü
durumu çok farklı idi. İdare İngilizlerin veya kendilerinden olan gayr-i
müslimlerin elinde bulunuyordu. Bu nunla beraber gerek İngilizlerin, gerekse
gayri müslim yerlilerin gayr-i İslâmî idare tarzları Müslümanlara dinî
hükümlerin bir kısmında bir serbesti imkânı tanıyordu. Tabii bugünkü durumları
çok daha farklıdır.
O halde o devirde
Hindistan'daki idare tarzı, İmameynin içtihadına göre, o ülkeyi dârü'l-îslâm
olmaktan çıkarmış sayılırdı. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, belirtilen üç şartın
tamamı gerçekleşmediği için yine de dârü'l-îslâm kabul edilir.
Bu açıklamanın ışığı
altında denilebilir ki : İstilâye uğramıyan ve fakat normal seçimlerle bir
değişik idare sistemi kuran bazı İslâm ülkelerinin durumu, Hindistan'daki dünkü
ve bugünkü durumla mukayese edilemiyecek kadar farklıdır. Müstülman halkı şer'i
bazı hükümlerin icrâsmda serbest brakılan bu ülkelere Dârü'1-harb denilebilir
mi? Üç imamın şartları bir araya getirilip meseleyi onların ışığında inceliyecek
olursak, göreceğiz ki : Memleketimizde ve benzeri îslâm ülkelerinde gayr-i
müslimlerin ahkâmı bütünüyle hükümran tutulmamıştır. Müslümanların bir çok
âdetlerine, ibâdetlerine imkân verilmiştir. Aynı zamanda bir istilâ, yani
dârü'1-harb tarafından bir istilâ da söz konusu değildir. O halde
memleketimizde hem cuma ve bayram namazlarının kılınması gereklidir ve caizdir.
Hem faizciliğe cevaz kapısı kapalıdır.
Günümüzde gayr-i
müslimlerin hemen bütün ülkeleri Darü'l-Harb sayılır. Çünkü hiç biriyle haraç,
cizye yada vergi ödemeleri-şartiyle bir Muvadaa Ve Musalaha'ya gidilmemiştir. Bu
bakımdan sözü edilen bu tip ülkelerde bulunan Müslümanların -ister ticaret,
ister seyahat, ister işçi, ister ziyaretçi amaciyle gitmiş olsun- faiz ve diğer
İslâm'a göre haram sayılan hususlar karşısında nasıl hareket etmeleri
gerekiyor?
Şerhu Fethi'l-Kadir'de
bu hususa açıklık getirilerek deniliyor ki : — «Bir Müslüman Dârü'l-harb'e tacir
olarak girerse, ona, onlarm malından ve kanından hiçbir şeye el uzatması,
taarruzda bulunması helâl olmaz. Çünkü gadretmek haramdır.
Ancak faiz konusu müstesna..
Bu hususta vârid olan Hadis-i Şerif ile istidlal edilerek dârül-harb'de faizin
oraya giden Müslümanlara mubah olduğu hükmüne varılmıştır. Ne var ki bu hadîsi
mezhep imaanlarının hepsi delil kabul etmemiş, bazı şüphelerin bulunduğu öne
sürülmüştür. İmamların görüş ve ictihadlarrnı özetliyelim :
a) İmam A'zain bu hadisi sened olarak kabul etmiş ve bu
sebeple darü'l-hafb'de bulunan Müslümanların faiz alabileceğini mubah
saymıştır. İmam Muhammed'in de bu görüşe katıldığı rivayet edilmektedir,
O halde Müslümanların o
ülkelerde faiz vermek değil daha çok almalarına cevaz verilmiştir. Takva
yönünden ise, bu her zaman sakıncalıdır ve kötü bir itiyad haline gelebilir,
endişesini taşımaktadır.
b) îmam Şafiî ile İmam Ebû Yusuf, müste'minin
(aman dileyen) İslâm ülkesindeki durumuna itibar ederek bu görüş ve
içtihada muhalefet etmişler ve İmam Şafiî sözü edilen hadîsin gayr-i sabit
olduğunu söylemiştir.
c) Diğer iki İmam : Ahmed bin Hanbel ile İmam Mâlik de
dârül-harb'de zina, domuz eti vb. şeyler haram olduğu gibi faiz de haramdır,
demişlerdir.
«Dârü'l-harb'de
Müslümanla harbi arasında hiçbir faiz (hükmü) yoktur.»
Az önce de
belirttiğimiz gibi, İmam Şafiî gibi çok değerli bir müctehid imam, bu hadîsin
sıhhatli biçimde sabit olmadığını ve bu sebeple onun bir hüccet olamıyacağım
belirtmiştir. Bu bakımdan hükme medar olarak alınmamıştır. Fukahadan bir kısmı
ise hadîsin Garip olduğunu ifâde etmişlerdir.
İmam Serahsî
el-Mebsût'da bu hadîsin Mursel olduğunu, râvi-si MekhûTün sıka (güvenilir)
sayıldığını ve Mekhûl gibi bir zattan Mursel bir hadisin rivayet edilmesinin
makbul bulunduğunu kaydetmiştir.
Şerhu Fethi'l-Kadir'de
buna misal olarak Hz. Ebubekir sıddîk'm analıların Fars (îran)hlara mağlubiyeti
üzerine sevinen Mekke müşriklerine karşı inen âyetten ve Resûlüllah'm (A.S.)
beyânından ikuvvet alarak Ubeyy B. Halef ile bahse girdiklerini ve durum
Pey-igamber (A.S.) Efendimize arzedilince, «bıdı\ üçten dokuza kadardır, [hatan
artır, müddeti uzat» buyurduğunu, delil olarak getirmektedir. İmam Kurtubî Ebû
Abdillah bu tarz bahse girişmenin kumar tahrimiyle nesholunduğunu, yani hükmünün
kaldırıldığını kaydeder. ayrıca
bu husustaki rivayetin de garîp-hasen olduğu tesbit edilmiştir.
Eimme-i Selâse (— Üç
müctehid imam) in Dârü'l-Harb'de faizin helâl olmadığına dair görüşlerini
dürerü'l-münteka naklederek özetle şöyle diyor :
«Darü'l-Harb'de
Müslümanla harbî arasında hiçbir faiz (hükmü) yoktur. Ebû Yusuf ile Eimme-i
Selâse bu görüşe muhalif kalmışlardır."
Aynı kitapta konuyla
ilgili şu bilgi çle verilmektedir :
«Dârü'l-harb'de
Müslüman olup dârül'-islâm'a hicret etmiyenin hükmü, İmam Ebû Hanîfe'ye göre,
harbinin hükmü gibidir. İmam Ebû Yusuf ile îmam Muhammed bu görüşe
katılmamışlardır. Eğer hicret eder de sonra tekrar dâr-i harb'e dönerse, onun
hâkkmda da hiçbir faiz hükmü câri olmaz, İmamlar bu hususta görüş birliğine
varmışlardır.»
Bedâyi' sahibi Kâsânî
bu meseleyi kesin bir sonuca bağlıyarak diyor ki : «Eğer iki Müslüman dâr-i
harb'e girer de bir dirhemi iki dirhem karşılığında birbirleriyle satış yapar,
yani faizli bir alrm-sa-tımda bulunurlarsa, bu caiz olmaz. Çünkü her ikisinin de
malı ma'-sum ve metkumdür.»
Ama bir Müslüman
dârü'l-harb'e girer de orada Müslüman olmuş ve fakat henüz dâr-i İslâm'a hicret
etmemiş bir adama iki dirhem karşılığında bir dirhem satışında veya buna benzer
dârü'l-islâm'-da büyû'-i fâsideden sayılan bir satış muamelesinde bulunursa, bu
İmam Ebû Hanîfe'ye göre caiz, İmameyne göre caiz değildir.
Diğer bir husus da,
dârü'l-harb'de Müslümanla ahm-satımda bulunan harbî Müslüman olup dâr-i islâm'a
girer veya o ülkenin (dâ-rü'1-tarb'in) halkı Müslüman olursa, daha önce alman
faizler ve yapılan alım-satımlar geçerlidir, yeniden bir hükme bağlanmaz. Ancak
henüz kabzedilnıiyen faizler ve bey'i fâsidle alman mal ve semenlerin hükmü
bâtıldır. «Faizden arta kalanı -eğer inanıyorsanız- terke-din..» mealindeki
âyetle istidlal edilmiştir.
Sonuç :
A — Hanefî imamlarından Ebû Hanîfe'ye göre, dârül-harb
sa-yıtan ülkelerde bulunan Müslüman, orada bulunduğu süre içinde gayri
müslimlerden faiz alabilir. îmam Ebû Yusuf ise bu görüşe muhalefet etmiştir.
B — İmam Şafiî, dârü'l-harb'de de faizin mubah olmadığını
belirtmiştir. Şafiî bu konuda, îmam Evzaî ile îmam Ebû Yusuf'un görüşlerinin
isabetli olduğunu söylemiş ve «Bu konudaki hüccet, Ev-zai Hazretlerinin ihticac
ettikleri gibidir» demiştir.
İmam Şafiî'nin
dârü'l-harb'de faiz meselesiyle ilgili görüşünün özeti ise şöyledir : «Bir
Müslüman bir kavm arasında faiz yemeyi nasıl helâl sayabilir ki Allah onların
kanlarını, mallarını o Müslümana haram kılmıştır.
C — Diğer iki imam (Mâlik ve Ahmed bin Hantoel) de
dârü'l-harb'de faizi mubah kabul etmemişlerdir,
D — İslâm Şeriatiyle idare edilmiyen Müslüman ülkeler,
istilâya uğramadığı ve aralarında ahkâm-ı şer'iyye'den bazı hususlarla amel
edildiği için dârü'l-islâm sayılırlar. yani tercîh-î cânib-î îslâm dikkate
alınır.
E) Kendiliğinden gelip Müslüman bir ülkeyle sulh
anlaşması yapıp cizye ve benzeri bir vergi ödeyen bir gayr-i müslim ülke,
Dâ-Rü'ı-Sulh sayılacağından, orada bulunan Müslümana faiz almak helâl olmaz.
F — (E) Maddesinde belirtildiği gayr-i müsüm ülkelerin
dışında kalan diğer gayr-i müslim ülkelerin hepsi Dârü'l-Harb kabul edilmiştir.