MAKYAJ (SÜSLENME VE KOKULANMA):
1- Süslenme
Güzel olanı sevme ve güzel görünmeye
çalışma duygusu da insanın fıtratında, yaratılış hamurunda bulunan doğal bir
durumdur. İslâm ise fıtrat dinidir. Fitrat dininin, fıtratta bulunan duyguları
yasaklaması ve köreltmesi değil, fıtrata uygun biçim de ayarlaması ve
düzenlemesi beklenir. Öyleyse süslenmenin fıtrata uygun olanı normal, fıtratı
bozanı, ya da gayesinden uzaklaştıranı anormaldır. Ya da biri helâl, öbürü
haramdır.
Başta da söylediğimiz gibi, tabiatta herşey
çift olarak yaratılmıştır. Allah'tan başka herşey çifttir. Çiftler ise bir
bütünün yarım parçaları demektir. Bir araya gelince bütünü oluştururlar. Artı ve
eksi elektrik taşıyan kablolar birleşince enerji oluşur, lamba yanar; ütü
ısınır. Kadın ile erkek normal yollarla bir araya gelince birbirlerini
tamamlarlar. Huzur ve sükun oluşur. Elektrikte olduğu gibi meyva ve sonuç doğar.
Demek ki, bu bütünün oluşması istenen bir şeydir. İstenen bir şey için gerekli
olan şeyler de istenmiş demektir. İste normal ölçüleriyle süslenme ve kokulanma,
bu bütünün tutmasını sağlayan ara yapıştırıcılardandır ve tabiî ölçülerinde
kaldığı sürece tabiîdir.
Yalnız kadın süsünü yabancılara
göstermemekle emrolunmustur. (Nûr (24) 31.) Öyleyse süslenecegi yer evidir.
Kadının tabiî güzelliklerini koruması,
pasaklı olmaması süslenmede ilk ve tabiî olan görevidir. Çünkü kadının
süslenmemesine ihtiyaç olmayabilir ama pasaklı olmaması sürekli bir ihtiyaçtır.
Bu, kocasını haramdan korumanın birinci şartıdır. Konuyu biraz daha açmaya
çalışalım:
Kadını süslenmeye iten iki ana sebep
vardır:
1. Kadının yaratılışında olan süslenme tutkusu,
2. Kendisi dışında onu süslenmeye zorlayan güçler.
Kadınlar bakmaktan çok bakılmayı seven
edilgen varlıklar oldukları için, onların büyük bir ekseriyeti cicilibicili
giymeyi, süslenip-püslenmeyi sever. Böyle olan, kadınların süslenmesine engel
olmak, onlara vücutlarının ihtiyacı olan, meselâ C vitaminini vermemek gibi
olur. Böyle olan bir kadına süslenmenin değil, süsünü yabancılara göstermesinin
anlamsızlığını ve zararlarını öğretmek gerekir. Bunu dışarıya taşıran duygunun
marazî ve psikolojik bir yetersizlik olduğunu anlatmak gerekir. Böyle olan
kadının kocası da süslenmesini istiyorsa ne âlâ, bu tutkusunu kocasına karşı
gerçekleştiriverir. Kocası süslenmesinden hiçbir zevk almıyorsa, onun
süslenmesine bütün bütün engel olmak değil, yabancılara göstermemesini
sağlamakla yetinmelidir. Unutmamalıdır ki, Allah kadınlara hitaben: "Süslerini
göstermesinler... gizlediklerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar...
Kalplerinde hastalık olanların hastalığın depreştirmemek için seslerini kadınsı
kadınsı inceltmesinler... Cahiliyyet dönemi kadınları gibi, süslü-püslü,
kırıladöküle gezmesinler... buyurur. (Ahzâb (33) 32.) Bu âyetler bir yönüyle,
kadının tabiî olarak süslenmiş olduğunu anlatır. Çünkü varolan bir şeyin
gösterilmemesi istenir. Ama bir yönden de insan için Mevlâsının emirlerine
uyarak arzularına sınır getirmesi ona her türlü zevkten daha aziz gelmelidir.
Peygamberimiz de, "erkeklerin görecegi şekilde süslenerek ve koku sürünerek
çıkan kadının, evine dönünceye kadar Allah'ın gazabı altında olduğunu" haber
verir. (Bu konudaki hadîsler için bk. Hindî age XVI/381 vd.)
Kadının süslenmesi kendi arzusundan değil
de, bir dış isteğe dayanırsa, bu da helâl, ya da haram olabilir. Süslenmesini
kocasından başka birisi istiyorsa bu anlamsızdır ve haramdır. Eğer kocası
istiyorsa meşru çerçeve içerisinde bu, helâl olması bir yana, aynı zamanda bir
görev ve zorunluluktur. Kocanın, karısının süsleninesini istemesi, cinsel arzu
ve dikkatlerini onda toplaması ve harama bakmak istememesi anlamına geldiğinden,
bu iyi bir davranıştır, kadının da bunu fırsat bilmesi ve kocasının gözüne
girmesi gerekir. Onun bunu, iyi duygularla yapması kendisine ibadet sevabı
kazandıracaktır. Hattâ bu noktada bazı islâm bilginleri, kocası süslenmesini
isterken, süslenmemekte ısrar eden kadının kocasının, başka yolla ikna edememesi
halinde dövmesinin câiz olduğunu bile söylemişlerdir. (Halebî, Münyetü'I-musallî
395.) Ancak bu, kadını dövmeyi yasaklayan hadislere zittir.
Ama eğer kocası, kendisi için değil de,
kârısının başkaları için ve sokağa çıkarken süslenmesini istiyorsa bu, kendi
erkekliğini yeterli bulmama biçiminde, psikolojik cinsel bir hastalıktir, marazî
bir tatmin arama yoludur ve haramdır. Maddî bir tedavi yolu da yoktur. Acı da
olsa İslam'ın ilâçlarını kullanması ve haramlara karşı perhiz uygulaması
gerekir.
MATEM
Ölen kimsenin veya kaybolan şeyin ardından üzülme ve ağlama,
yaş, acı ve üzüntü.
Cahiliye devrinde kocası ölen kadın, bir yıl mağaramsı bir
kulübeye kapatılır, kimseyle temas etmez, yıkanmaz, saçlarını taramaz,
tırnaklarını kesmezdi. Hatta bu devir Araplar arasında, ölümünden sonra kendisi
için bağıra çağıra, iyiliklerinin sayılarak ağlanmasını vasiyet edenler bile
vardı. Böyle yas tutmayı Hz. Peygamber (s.a.s) yasaklamış, sadece ölenin
hatırasına hürmeten yakın akraba için üç gün, koca için de dört ay on gün bir
nevi yas tutmayı meşru kılmıştır. Bu konuyla ilgili olarak bir hadiste şöyle
buyurulur: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının kocasından başka bir
ölü için üç gün den fazla yas tutması helâl değildir. Ancak kadın, kocasının
ölümü halinde dört ay on gün matemini sürdürür" (Tecrid i Sarih Tercemesi IV,
363).
Ölüm büyük bir olaydır. Böyle bir olaydan dolayı kişinin
kederlenmesi, hüzünlenmesi normaldır. Hatta dinimiz, sessizce ağlamayı ve
gözyaşı dökmeyi de makul görür. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s) de oğlu İbrahim'in
vefatında bizzat gözlerinden yaşlar akıtarak ağlamış; kendisine ağlamayı
yasaklamış olduğu hatırlatılınca da, bunun yasak olan ağlama şekli olmayıp
gözyaşı dökmekle Allah'ın azap etmeyeceğini, ancak -mübarek dilini işaret edip-
onunla azap edeceğini belirtmiş ve "Muhakkak ki ölü, ehlinin üzerine bağırıp
çağırmayla azap duyar" buyurmuşlardı (Buhârî, Cenâiz,42, 43).
Yine Peygamberimiz bir cenazede kabrin kenarına oturmuş,
gözyaşları toprağa damlayacak derecede ağlamış, kızı Rukiyye'nin vefatında,
yanında sessizce ağlayan Fâtıma'nın gözyaşlarını kendi eliyle silmiş, onun bu
şekilde ağlamasını yasaklamamış ve Hz. Ömer bir cenazede ağlayan kadına
bağırınca Hz. Ömer'e "Bırak onu, ağlasın, muhakkak ki, göz yaşarır" buyurarak
sessizce ağlayanın serbest bırakılması gereğine işaret buyurmuştur (İbn Mâce,
Zühd 19, Cenâiz, 53).
İslâm'da ta'ziyenin, yani başsağlığı dilemenin süresinin üç
gündür ve üçüncü günden sonra taziye hoş görülmemiştir.
Buna rağmen, Cahilî bir davranış biçimi olan matem, sonraki asırlarda önü
alınamayan bir yayılma gösteren yerleşik bid'atlerden biri haline gelmiştir. Hz.
Hüseyin'in 10 Muharrem 680 tarihinde Kerbela'da şehit edilişi Şiîlerce mezhebî
bir alamet telâkki edilerek, her yıl düzenlenen matem merasimleriyle
anılmaktadır. 10 Muharrem günü meydanları dolduran binlerce genç-yaşlı şiî, bir
ağızdan "Ya Hüseyin" diye haykırarak gözyaşı dökerken, başlarını yumruklamakta
ve bedenlerini zincirlerle dövmektedirler. Bu ve buna benzer davranış
biçimlerinin Resulullah (s.a.s)'in ortaya koyduğu ve uyulmasını istediği
prensiplerle alakasının olmadığı ortadadır. Yine günümüzde Resulullah (s.a.s)'
ın yasakladığı ölüler için tutulan matemler, dövünerek ve bağırarak ağlamalar,
diğer müslümanlar arasında da yer etmiş bulunmaktadır.
Ayrıca, çağdaş cahili ideoloji ve sistemlerin bir anlamda ilâhlaştırdıkları
ölmüş kişiler için tuttukları matem türü vardır. Devlet düzeyinde
gerçekleştirilen bu matem tutma organızeleri sırasında belirli bir müddet
hareketsiz ve dimdik bir şekilde yas tutulur, sirenler çalınır ve bayraklar
yarıya indirilir. Yine cenaze ve ölüm yıl dönümleri için düzenlenen matem
merasimleri esnasında yas tutanlar, siyah renklere bürünürler. Bu davranışların
anlamsızlığı ve İslam öncesi cahiliyet yaşamının çağdaş dünyaya yansımalarından
biri oluşu, müslümanların bu tür davranışlara karşı duyarlı olmalarını
gerektirmektedir. İslâm, ölümü mutlak anlamda üzücü bir olay görmediği ve Allah
Teâlâ'nın herkes için takdir buyurduğu bir olay olarak telâkki ettiği için
ölçüleri dışında; bir açıdan ölenlere tapınmaya kadar varan matem tutmalara izin
vermemiştir.
MASADA YEMEK YEME
Masada yemek yeme, koltukta oturma ve benzeri mobilyalar kullanmanın hükmü
nedir?
Övünme, kibir ve iftihar için olmadıkça mubahtır, sakıncası yoktur. Ancak
Allah Rasûllü gibi sade yaşayıp yerde oturmak ve yerde yemek yemek müstehaptır
ve bu gayeyle yapılırsa sevaptır, fazilettir. Ancak bazı mubahların zamanla
ilgili olduğunu da bilmek gerekir. Bir yanda yiyecek ekmek, örtünecek yorgan,
ısınacak kömür bulamayan fukara, okul harcına, yurduna, kitabına, pasosuna
verecek para bulamayan ve Allah için okuyan talebe varken, göz zevkini tatmin ve
gösteriş için lüks perdeler, mobilyalar.. almak, insanda olsa olsa, ancak zayıf
ve cılız bir imanın olduğunu gösterir.
MEHİR
Evlenme sırasında kadına bu isimle ödenen meblağ; evlilikte kadının nikâh
akdi veya cinsel temasla hak kazandığı mal veya meblağ anlamında bir fıkıh
terimi. Kitap, Sünnet ve fıkıh literatüründe mehir kelimesi yerine, eş anlamda;
"sadûk", "saduka","nıhle", "farîza", "ecr", "hıbâ", "ukr", "alâik", "tavl" ve
"nikâh" kelimeleri de kullanılır.
İslâm Hristiyanlıkta olduğu gibi kadının erkeğe verilmek üzere para
biriktirilmesini (drahoma) değil de; aksine, erkeklerin kadınlara rağbetinin bir
sembolü olsun diye hediye kabilinden bir meblağın ona verilmesini emretmiştir.
Mehir kadına değil, erkeğin üzerine vaciptir. Dâru'l-islâm'da bir kadınla cinsel
temas, ya had cezasını gerektirir, ya da mehir hakkını doğurur. Bu, kadına
saygının bir sonucudur.
Kur'an-ı Kerîm'de mehirden söz eden çeşitli ayetler vardır. Bazıları
şunlardır: "Aldığınız kadınların mehirlerini yürekten isteyerek ve Allah'ın bir
atiyyesi olarak verin " (en-Nisâ, 4/4). Çoğunluğa göre, burada hitap
kocalaradır. Bazı bilginler hitabın velilere olduğu görüşündedir. Cahiliye
devrinde mehri kızın velileri alır ve adına da "nihle" derlerdi. "...Haram
olanlar dışındaki kadınlarla evlenmeniz, namuslu olarak ve zinaya sapmaksızın
yaşamak ve mallarınızdan onlara mehir vermek şartıyla size helâl kılındı. Artık
o kadınlardan hangisiyle yararlanmanız olmuşsa, ücretlerini belirlendiği
şekliyle verin. Mehir miktarını belirledikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile
uyuştuğunuz miktar hakkında üzerinize bir vebal yoktur" (en-Nisâ, 4/24).
Abdullah b. Abbas (r.a) tan rivayet edildiğine göre, Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile
evlenirken Resulullah (s.a.s) kendisine; "O'na bir şey ver" dedi. Ali: "Bende
bir şey yok"deyince de; "Hutamî zırhını verebilirsin" buyurdular.
Bir kadınla evlenmek isteyen bir sahabeye Allah'ın elçisi mehir vermesini
bildirdi. Evinden de eli boş dönünce; "Demirden bir yüzük de olsa bak" deyip,
yeniden eve gönderdi. Yine boş dönünce, ne miktar Kur'an-ı Kerîm bildiğini sordu
ve sonunda şöyle buyurdu: "Haydi git, onu sana bildiğin Kur'an karşılığında
verdim" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 170).
Bu konudaki ayet ve Hadislerden şu sonuca varılmıştır. Resulullah (s.a.s),
mehirsiz hiç bir evliliğe ruhsat vermemiştir. Eğer mehir vacip olmasaydı, bunu
göstermek için arada bir onu terkederdi.
Diğer yandan, sahabe devrinden bu yana islâm bilginleri mehir üzerinde icma
etmişlerdir (bk. es-Serahsî, el-Mebsut, V, 62 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi,
II, 274-304; Ibnü'l-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 434 vd.; el-Cassâs,
Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 86 vd.; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müçtehid, II, 16 vd.; Ibn
Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, II, 329 vd.).
Aile yuvasıyla ilgili görevlerin en güzel şekilde yerine getirilmesi için
eski çağlardan beri kadınla erkek arasında bir görev bölümü yapılmıştır. Erkek,
evin dışındaki işlerle uğraşır ve gerektiğinde ağır işlerde çalışarak geçim için
kazanç sağlar. Kadın da evin yönetimi, yemeğin hazırlanması, çocukların bakım ve
terbiyesiyle uğraşır. Bu yüzden bütün malî yükümlülükler kadının değil, erkeğin
görevidir. Mehir ve bütün kapsamıyla nafaka bu yükümlülükler arasındadır. Bu
görev bölümü erkekle kadının yaratılışına ve ilâhî sünnete de uygundur. Erkek
daha güçlü olduğu için çalışıp kazanmaya daha yatkındır. Kur'an'da şöyle
buyurulur: "Erkekler, kadınlardan daha güçlü kuvvetlidirler. Yani ailenin
reisidirler. Bunun sebebi şudur: Allah onlardan kimini kiminden üstün kılmıştır.
Bir de erkek, mallarından evin geçimini sağlamaktadır" (en-Nisâ, 4/34).
Mehir, nikâh akdinin rükün veya şartlarından değildir. Bu yüzden mehirsiz
akdedilecek nikâh geçerli olur ve kadın emsal mehire hak kazanır. Kur'an-ı
Kerim'de şöyle buyurulur:
"Kendileriyle cinsel temasta bulunmadığınız veya kendilerine bir mehir tayin
etmediğiniz kadınları boşamışsanız, bunda üzerinize bir sakınca yoktur"
(el-Bakara, 2/236). Bu ayette, cinsel birleşmeden veya mehir tesbitinden önce
kadını boşamanın geçerli olduğu belirtilmektedir. Boşama ancak sahih nikâhtan
sonra mümkün olduğuna göre, ayet, akit sırasında mehrin konusulmasının ne bir
rükün ve ne de bir şart olmadığına delâlet eder (el-Kâsânî, a.g.e., II, 274;
eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Halebî tab'ı, II, 55, 60; Ibn Rüşd, a.g.e., II, 25).
Ukbe b. Âmir (r.a)'ın naklettiği şu hadis de yukarıdaki anlamı destekler. Hz.
Peygamber bir adama: "Seni filanca kadınla evlendireyim mi?" demiş; erkeğin;
"evet" demesi üzerine, kadına hitaben; "Seni filanca erkekle evlendirmeme razı
oluyor musun?" diye sormuştu. Kadının da "evet" demesi üzerine, onları
evlendirdi. Herhangi bir mehir belirlenmeksizin evlilik gerçekleşti. Bu erkek
vefatı sırasında şöyle dedi: "Resulullah (s.a.s), beni filanca kadınla
evlendirdi. Bir mehir konuşulmadı ve kadına bir şey de vermedim. Ona mehrim
olarak Hayber'deki hissemi veriyorum". Kadın bu hisseyi almış ve yüz bin lira
karşılığında satmıştır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletuh, Dımaşk
1405/1985, VII, 254). Yalnız Malikîler mehri, nikâhın bir rüknü olarak kabul
ederler.
Eşler mehirsiz olarak veya şarap, domuz eti gibi şer'an mal sayılmayan bir
şeyi mehir yaparak evlenseler Malikîler dışında çoğunluğa göre akit geçerli
olur.
Mehrin üst ve alt sınırı:
Mehrin en çok miktarı için bir sınır getirilmemiştir. Ayette; "Onlardan
birisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayınız"
(en-Nisâ, 4/20) buyurulur. Hz. Ömer bunu 400 dirhemle sınırlamak istemiş, aksi
halde fazlanın beytü'l-mâle gelir kaydedileceğini ilân etmişti. Hz. Ömer'in
dayandığı delil; Hz. Peygamber'in eşi ve kızları için 480 dirhemden (12 okiye)
daha fazla mehir verilmemesi idi. Hz. Ömer minberden indikten sonra Kureyşli bir
kadın, yukarıdaki ayeti (en-Nisâ, 4/20) okuyarak, Allah'ın mehir için bir sınır
getirmediğini, aksine, kadınları yükler doluşu mehre lâyık gördüğünü belirtti.
Bunun üzerine yeniden minbere çıkarak, sözünü geri aldı ve şöyle dedi:
"Size, kadınlarınız için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım.
İsteyen, malından dilediği kadar verebilir" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI,168;
Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Mısır, t.y., IV, 283 vd.).
Ebû Hanîfe'ye göre, mehrin en az miktarı on dirhem gümüş veya bunun
karşılığıdır. Hz. Peygamber devrinde bu kadar para yaklaşık iki kurbanlık koyun
bedelidir. Hırsızlıkta, had cezasının uygulanmasını gerektiren en az miktar. bir
dinar altın para olup, mehirde buna kıyas yapılmıştır. Çünkü bir dinar altın
para, on dirhem gümüş paraya satın alma gücünde eşit durumda idi. İmam Malik'e
göre mehrin en az miktarı üç dirhemdir. Bu mezhep de kendi hırsızlık nisabını
ölçü olarak almıştır. imam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, en az miktar için bir sınır
koymamışlardır. Delilleri; mehir ayetinde malın azına bir sınır konulmamasıdır
(Buhârî, Nikâh, 34-51; es-Sabûnî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, Dımaşk 1397/1977, I,
453; ez-Zühayli, a.g.e., VII, 256; Ömer Nasuhî Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye
Kâmusu, Istanbul 1967, IV, 121-123; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku,
Istanbul 1983, s. 279, 280).
Mehrin konusu:
Satışı veya kullanılması yasak olmayan her şey mehir olarak verilebilir.
Menkul ve gayrımenkul mallar, ziynet eşyası, hayvanlar, misli şeyler ve hatta
menkul veya gayrı- menkul bir maldan yararlanma hakkı bunlar arasındadır. Ancak
İslam'ın yasak ettiği şeyler, meselâ; alkollü içkiler, domuz, ölmüş hayvan
etleri mehir olamaz. Bu gibi şeyler mehir yapıldığı takdirde, nikâh akdi
mehirsiz yapılmış sayılır ve kadın emsal mehre hak kazanır (el-Kâsânî, a.g.e.,
II, 277 vd.; Ibn Âbidîn, a.g.e., Mısır, t.y., II, 252, 458-461; el-Cassâs,
Ahkâmü'l-Kur'ân, II, 143).
Kur'an-ı Kerîmi veya helâl ve haramdan bazı dinî hükümleri öğretmenin mehir
sayılıp sayılmaması fakihler arasında tartışılmıştır. İlk Hanefî müçtehidlerine
göre, Kur'ân ve fıkıh öğretimi mehir yerine geçmez. Çünkü, helâl kılınan
kadınları belirleyen ayetteki; "mallarınızla istemeniz." (en-Nisâ, 4/24) ifadesi
buna engeldir. Kur'an öğretimi ve benzeri ameller taat niteliğinde olup, kişi
bunları Allah'a yaklaşmak için yapar. Bu yüzden ilk üç Hanefî müçtehidine göre,
bunun için iş akdi yapmak geçerli olmaz. Böyle bir durumda kadın emsal mehre hak
kazanır. Çünkü bu, mal olarak karşılığı bulunmayan bir yararlanmadır.
Sonraki Hanefî fakihleri ise, Kur'ân-ı Kerîm öğretimi ve diğer dini
hizmetlerin; şartların değişmesi ve geçim için insanların çok meşgul olması gibi
sebeplerle olan ihtiyaç yüzünden, bir ücret karşılığında yapılabileceğine fetva
verdiler. Delil; Hz. Peygamber'in bildiği Kur'ân-ı eşine öğretmesi karşılığında
bir erkeği evlendirmesidir. İlk Hanefî müctehidleri, bu hadisi te'vil ederek,
mehirsiz evlendirmenin Hz. Peygamber'e mahsus bir muamele olduğunu
söylemişlerdir (eş-Şîrâzî, a.g.e., II, 59; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 170;
el-Askalânî, Bülûğu'l-Merâm, Terc. A. Davudoğlu, Istanbul 1967, III, 247 vd.;
Bilmen, a.g.e., VI, 173-175).
Mehrin çeşitleri
Mehir genel olarak mehr-i müsemma ve mehr-i misil olmak üzere ikiye ayrılır.
Mehr-i müsemma da muaccel ve müeccel diye kendi içinde ikiye ayrılır.
1. Mehr-i müsemma:
Bu, nikâh akdi sırasında veya daha sonra eşlerin karşılıklı rıza
ile belirledikleri mehirdir: "Eğer siz, onları kendilerine temas
etmeden önce boşar, fakat daha önce onlara bir mehir tayın etmiş
bulunursanız, bu tayın ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır"
(el-Bakara, 2/237). Mehr-i müsemma da peşin verilip verilmeme
durumuna göre ikiye ayrılır:
a) Mehr-i muaccel:
Eşlerin miktarını belirledikleri mehir, nikâh akdi sırasında
ödenebileceği gibi, sonraki bir tarihte de ödenebilir. İşte akit
sırasında peşin olarak ödenen mehre "mehr-i muaccel (peşin
mehir)" denir. Eşler, mehrin miktarını belirlemekle birlikte,
ödeme şeklini tesbit etmemişlerse, peşin ödenecek miktar örfe
göre belirlenir. Örf, tamamının peşin veya ileride ödenmesi
yahut bir bölümünün, örneğin üçte birinin veya yarısının peşin,
geri kalanının sonradan verilmesi şeklinde meydana gelmişse buna
göre hareket edilir. Çünkü mehrin ödeme şekli üzerindeki örf,
aksi kararlaştırılmadıkça eşler arasında şart koşulmuş gibidir.
Hadiste; "Müslümanların güzel gördüğü şeyler Allah nezdinde de
güzeldir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 379) buyurulmuştur.
Bazı fakihler, zifaftan önce kadına mehrin bir kısmını
vermeyi müstehap görürler. Bu konuda, Hz. Ali'nin, Fâtıma
(r.anhâ) ile evlenirken zifaftan önce mehir olarak zırhını
vermesi uygulamasına dayanırlar. Bu evlilik Medine'de, Hicret'in
ikinci yılında vuku bulmuş ve mehrin ödenmesi konusunda Medîne
örfüne uyulmuştur (M. Muhyiddîn Abdülhamîd, el-Ahvâluş-Şahsiyye,
s. 140, 141).
Bugün Mısır'da geçerli olan örfe göre, genel olarak, mehrin
üçte ikisi peşin alınır. Fas'ta ise mehrin yarısı peşin ödenir
(Halil Cin, Islâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara 1974, s.
218).
b) Mehr-i müeccel:
Mehrin tamamını peşin olarak değil de, evlenmenin sona
ermesi, beş yıl, on yıl sonunda veya kocanın ölümü halinde
ödenmesi kararlaştırılabilir. İşte bu şekilde, ödenmesi belirli
bir vadeye bağlanmış olan mehir "mehr-i müeccel (vadeli mehir)"
adını alır. Bu durumda kadın, belirlenen vade gelmeden önce
mehri isteyemez. Miktarı belirlendiği halde, ödeme şekli
belirlenmemiş olan ve bu konuda örf de bulunmayan durumlarda,
mehir; boşanma veya eşlerden birisinin ölümü halinde peşine
dönüşür. Boşamanın kesin (bâin) veya cayılabilir (ric'î) olması
arasında bir fark yoktur. Ancak, ric'î boşama halinde mehir,
iddetin sonunda peşin mehre dönüşür (Mehmed Zihni, Nimet-i
Islâm, Istanbul 1976, s. 641 vd.).
2) Mehr-i misil:
Kadının emsaline göre takdir edilen mehir. Kadın, şu durumlarda
mehr-i misle hak kazanır:
a) Nikâh akdinde mehrin zikredilmemiş olması halinde mehr-i misil
gerekir. Mehrin zikredilmemesi, akdin fesatını gerektirmez. Çünkü nikâh,
evlenecek olan çiftlerin icab-kabûlüyle tamam olur. Mehir ise nikâhın
rüknü değildir ve bundan dolayı nikâh akdinin inikat ve sıhhati, mehrin
zikredilmesine bağlı değildir. Mehir zikredilmediği halde koca vefat
ederse karısı mehr-i mislini terikeden alır, kadın vefat ederse
vârisleri kocadan mehri misli alırlar.
b) Mehrin, tayın edilmiş olmakla birlikte mehir hakkında
bilgisizliğin fazla olması (el-Cehâletü'l-fahişe) veya gayr-ı mütekavvim
bir mal olarak tayın edilmesi halinde mehrî misil gerekir. Mehrin ev,
araba, hayvan, elbise vb. şekilde mutlak olarak zikredilmesi halinde
fâhiş cehaletten sözedilir ve bu durumda mehr-i misil gerekir. Çünkü bu
cins isimler farklı vasıf larda ve değerlerde olabileceğinden
anlaşmazlık ve çekişmeye götürür. Meselâ, mutlak olarak ev denildiğinde
evin müstakil, büyük veya küçük olması, manzarası vb. gibi problemleri
beraberinde getirebilir. Bunun yanında şeriatın domuz, içki gibi
mütekavvim mal kabul etmediği şeylerin mehir olarak tayını halinde
bunlar geçersizdir ve mehr-i misil tahakkuk eder.
c) Taraflar arasında mehr-i ortadan kaldırma konusunda bir anlaşma
varsa yine mehr-i misil gerekir. Mehir şâriin nikâh akdinde uyulmasını
emrettiği hükümdür. Bundan dolayı tarafların mehri kaldırma yetkisi
yoktur. Eğer akde bitişik bir şartla onu kaldırmaya teşebbüs ederlerse
bu şart fâsiddir. Bu durumda akit sahih ve şart geçersiz olur. Bunun en
önemli misâlini şigar evliliği oluşturmaktadır. Şigar evliliği iki
kadının mehir zikredilmeksizin birbirine karşılık olmak üzere iki
erkekle evlendirilmesidir. Burada nikâh akdi geçerli fakat şart
geçersizdir ve mehir zikredilmediğinden mehr-i misil gerekir. Şigar
evliliği Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve Imam Şafiî'ye göre fâsiddir
(Kâsânî, Bedâyîus-Sanayı, Kahire 1327-28/1910, II, 282-283; Molla
Hüsrev, Dürerü'l-Hukkâm Şerhu Gureril-Ahkâm, Istanbul 1979, I, 342;
el-Fetâva'l-Hindiyye, Bulak 1315, I, 309-311; M. Ebû Zehre,
el-Ahvâluş-şahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 182-183; Bilmen, Istılâhât-ı
Fıkhıyye Kamusu, Istanbul 1985, II, 6, 119-120, 140-142).
d) Mehrin zikredilip zikredilmediği konusunda karı-koca arasında
ihtilâf ortaya çıkarsa Mehr-i misil gerekir. Ancak hangisi delil
getirirse kabul olunur. Delil getiremezlerse mehir zikredilmedi (münkir)
diyenden yemin istenir. Yeminden kaçınırsa (nükul), mehrin
zikredildiğini söyleyenin davası sabit olur. Yemin ederse mehr-i misil
gerekir (Molla Hüsrev, a.g.e., I, 347).
Mehr-i Mislin takdiri: Mehr-i misli tayın için evlenecek olan kadının babası
kabîlesinden; yaş, güzellik, mal, şehir, takvâ, akıl, dine bağlılık, bekâret,
iffet, ilim, edeb, güzel ahlâk, çocuk sahibi olma gibi çeşitli vasıf larda
benzeri olan kadınların mehirleri dikkate alınır. Bu benzerlik iki tarafın yani
mehri tayın olunacak kadın ile denk ve benzeri kadınların akit sırasında sahip
oldukları vasıflar itibariyle araştırılır. Bu vasıf ların akitten sonra artması
veya eksilmesi emsalliğin meydana gelmesine zarar vermez. Eğer babası tarafında
benzeri bulunmazsa babasının kabîlesine denk olan kabîleden emsali kadınların
mehri takdir edilir. Kadının bu durumlarda benzeri bulunmadığı takdirde Mehr-i
misil iki adil erkek veya bir erkek iki kadının şahadetiyle sabit olur. Eğer
adil şahid bulunamazsa söz yeminle beraber kocaya aittir. Koca mehr-i misli
tayınden kaçınırsa mehrin miktarını tayın için hâkime başvurabilir. Bu hükümler,
ihtilâf ortaya çıkması halindedir. Eğer mihir konusunda ittifak hasıl olursa
kabul olunur (el-Kâsânî, a.g.e.,II, 287; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 183-184;
Bilmen, a.g.e., II, 119).
Mehrin Sahibi:
Mehir, evlenecek olan kadının hakkıdır. Babası veya dedesi mehri kadın adına
alabilir, fakat ona sahip olamaz. Ancak kadın razı olmazsa, velisine yapılacak
mehir ödemesi geçerli değildir. Kadın; küçük, akıl hastası veya bunamış olursa,
bu takdirde mehir malî velâyeti haiz olan veliye verilir.
Ahmed b. Hanbel, baba için, mehir yanında bir meblağ alma hakkını tanımış ve
delil olarak da, Hz. Şuayb'ın kızıyla evlenmek için Hz. Musa'nın sekizyıl
çobanlık yapmasını delil göstermiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Şuayb
(a.s), Musa ya dedi ki; bu iki kızımdan birini - sen bana sekizyıl işçilik
yapman şartıyla- sana nikâhlamak istiyorum. Eğer işçiliğini on yıla tamamlarsan
o da kendinden" (el-Kasas, 28/27). Bu ayet-i kerîme, karşılığında ücret
alınabilen yararlanmanın mehir olabileceğine delâlet eder. Diğer mezheplere
göre, burada başlık parasından çok, babanın kızı adına almış olduğu mehir söz
konusu olabilir. Nitekim, Hz. Musa'nın orada evlendirilmesi, mal-mülk sahibi
olarak yeniden Mısır'a dönmesi bunu gösterir. Ebû Hanîfe ve diğer bazı fakîhlere
göre, kızın babasının evlenecek erkekten mehir dışında bir şey alması caiz
değildir. 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesinde şu hükümler yer alır:
"Mehir, evlenen kadının hakkıolup, onunla çeyiz yapmağa zorlanamaz. Bir kızı
evlendirmek veya teslim etmek için ana-baba veya diğer hısımlarının, kocadan
akçe veya benzeri şeyleri almaları memnûdur" (Hukuk-ı Aile Kararnamesi, madde,
89, 90).
Kadının, mehrin tamamına hak kazandığı haller:
Kadın; sahih halvet, zifaf veya ölüm halinde mehrin tamamına hak kazanır;
a) Sahih halvet:
Sahih bir akitle evli bulunan eşlerin, kimsenin göremeyeceği ve
istekleri dışında kimsenin giremeyeceği kapalı veya kapalı sayılan bir
yerde yalnız kalmalarıdır. Halvete engel olan durumların da bulunmaması
gerekir. Eşlerin yanında üçüncü bir kişinin bulunması, karı-kocada
cinsel birleşmeye engel halin olması, küçüklük, ay hali, hastalık, farz
oruçlu olmak, farz veya nafile hac için ihramda bulunmak gibi.
Sahih halvet iki durumda zifaf olmuş gibi sonuç doğurur. Bu halvetten
sonra kadın boşanırsa kadın tam mehre hak kazanır. Çünkü kadın evlenme
ümidiyle nikâhlı olarak kapalı bir yerde bulunduğu için daha sonra
boşanma olursa, yeniden evlenmede nikâhtan önceki şartlarla eş
bulamayabilir. Halvetten sonra boşanan kadın iddet bekler. Dolayısıyla
da iddet nafakası, halvetten sonra en az altı ay sonra doğacak çocuğun
nesebinin sabit olması gibi haklardan yararlanır.
b) Zifaf: Burada evliliğin mûteber olma şartı da aranmaz. Zifaf ve
sahih halvette mehrin tamamının gerekliğinin delili şu ayettir: "O
kadınlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey
almayın" (en-Nisâ, 4/20).
Zifaf sahih evlilikte olmuşsa kadın mehrin tamamına hak kazanır.
Tesbit edilen mehir yoksa mehr-i misil alır. Zifaf fasit evlilikte
olmuşsa, kadın mehr-i misil ile mehr-i müsemmadan hangisi daha az ise
ona hak kazanır. Daha önceden mehir tesbit edilmemişse, mehr-i misil
alır.
Fasit nikâhta halvet, zifaf hükmünde değildir (el-Kâsânî, a.g.e., II,
335; "Halvet" maddesi).
c) Eşlerden birinin ölümü:
Kadın vefat ederse, mirasçıları, mehri mirastaki paylarına göre
bölüşürler. Kocası da dörtte bir veya ikide bir mirasçı olacağı için
mehri o ölçüde eksik verir. Koca vefat ederse, kadın, terikeden mehir
miktarını ayrıca alır(Ibn Rüşd, a.g.e., II, 20).
Mehrin yarısının ödeneceği haller:
Sahih evlilik, zifaf veya sahih halvetten önce kocanın fiiliyle sona
ermişse, kadın mehr-i müsemmanın yarısını alabilir. Mehrin tamamı peşin
olarak verilmişse, kadın bunun yarısını kocasına iade etmek zorunda
bulunur. Delil şu ayettir: "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden
önce boşar, fakat daha önce mehir tesbit etmiş olursanız, o halde tayin
ettiğiniz o mehrin yarısı onlarındır" (el-Bakara, 2/237).
Bu ayet hükmüne göre, kadının yarı mehir almasının şartları
şunlardır: a) Mehir daha önceden tesbit edilmiş olacak. b) Koca,
karısını zifaftan önce boşamış olacak. c) Kadın mehir hakkından
vazgeçmemiş bulunacak.
Burada evlilik boşama ile sona erebileceği gibi fesih, ile Lian,
kocanın iktidarsızlığı, islâm dinini terketmesi, karısı müslüman olduğu
halde kendisinin islâm'a girmekten kaçınması, karının usul ve fürûuna
hürmet-i müsaharayı gerektiren bir fiil işlemesi halleriyle de sona
erebilir. Bütün bu durumlarda evliliğin sona ermesi kocanın fiili ile
olmuş bulunur ve kadın yarı mehre hak kazanır. Yeter ki bu ayrılık
cinsel birleşmeden önce vuku bulsun. Bu çeşit ayrılıkta kadına iddet
gerekmez (el-Kâsânî, a.g.e., II, 296 vd.; Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr,
II, 438-439).
Yukarıdaki durumlarda evlilik yine zifaftan önce ve kocanın fiiliyle
olur, fakat verilecek mehir miktarı belirlenmemiş olursa kadına muta
denen bir teselli hediyesi vermek gerekir. (bk. el-Bakara, 2/236). Muta;
kocanın; mal, elbise veya yiyecek olarak boşanmış hanımına verdiği
şeylere denir. Ayette mutanın miktarı belirlenmemiş ve bu husus içtihada
bırakılmıştır. Ebû Hanîfe'ye göre, mutanın en azı bir elbise, baş örtüsü
ve bir yorgan olup, mehr-i mislin yarısından çok olamaz (es-Serahsî,
el-Mebsût, V, 82, 83; es-Sabûnî, a.g.e., I, 379-380; M. Zihni, a.g.e.,
s. 441 vd.).
Kadına mehir vermenin gerekmediği durumlar:
İki durumda kadına mehir vermek gerekmez.
a) Evlenme akdi fasit olur (bk. "Nikâh" mad.) ve koca karısını
zifaftan önce boşarsa, erkeğin mehir veya mut'a vermesi gerekmez. Buna
evliliğin karşılıklı rıza ile veya hâkimin hükmü sona ermesi sonucu
değiştirmez.
b) Evlilik akdi sahih olur, fakat, gerçek veya hükmî (sahih halvet
sûretiyle) zifaftan önce kadının fiiliyle ayrılık vuku bulursa, kadın
yine birşey alamaz. Kadının küçük evlendirilmesi halinde bulûğ
muhayyerliği hakkını kullanması, irtidat etmesi veya kocası islâm'a
giren ve ehl-i kitap olmayan kadının, müslüman olmaktan kaçınması
hallerinde evlilik akdi kadın tarafından veya kadın sebebiyle sona ermiş
sayılır. Kadının, kocasının usul veya fürûundan birisiyle hurmet-i
müsaharayı gerektiren bir fiil işlemesi, meselâ zina etmesi veya
bunlardan birisiyle sevişmesi halinde de evlilik kadın tarafından sona
erdirilmiş sayılır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 336, 337).
Sonuç olarak mehir evlilik hayatı süresince kadın için bir yedek akçe
niteliğindedir. Kadının aniden kocasını kaybetmesi veya boşanmaları hâlinde,
kocasının evinde kalması zorlaşabileceği için, kendisine yeni bir hayat programı
hazırlayıncaya kadar mehir ona bir destek olur. En az mehir miktarının iki tane
kurbanlık koyun parası kadar olduğu, üst sınırının ise dört yüz dirhemin de
üstünde olabileceği, Hz. Peygamber devrinde, yaklaşık beş dirheme bir kurbanlık
koyun alındığı dikkate alınırsa, böyle bir gerçek mehrin, önemli bir yedek akçe
teşkil edeceği açıktır.
MEHİR MESELELERİ
Mehir kadına bir değerin ifadesi ve kritik bir dönemdeki sosyal garantisi
olarak verilen maldır. Mal ve paradan başka bir şeyle, Hanefi mezhebine göre
mehir olmaz. Onlar Nisâ 24. âyetinden bunu anlamışlardır. En azı da on dirhemle
sınırlandırılmıştır. Dolayısı ile boşama hakkını kadın mehir olarak değil ama
ayrıca alabilir.Mehir kadının hakkı olduğu için, herkes gibi o da hakkından
vazgeçebilir ve mehrini kocasına bağışlayabilir. Yani almak zorunda
değildir.Mehir, duhulle, yani zifafla beraber farz olur. Koca, ondan önce vermek
zorunda değildir.Mehire zaman belirtilmemişse, kadın mehrini almadan kendisini
kocasına teslim etmeyebilir. Fakat mehrin bir kısmını ya da tamamını müeccel
(vadeli) mehir olarak kararlaştırmışlarsa, kadının onu hemen alma hakkı
yoktur.Düğünlerde yapılan altınlar bizim örfümüzde mehirdir ve kadının hakkıdır.
Kadının evlenirken bilip bilmemesi; söyleyip söylememesi mehir hakkını düşürmez.
Ancak o takdirde sadece "mehr-i misil" (Akrabasından dengi olan kadınların
aldığı ortalama mehir) alabilir.Başlıkparası, kocaya gidecek kadının Babası ya
da başka bir yakını tarafından alınan ve evlenecek kadına verilmeyen bir para ya
da mal olup, kadının eşya gibi satılması anlamına geldiğinden; çirkin bir
haramdır ve kadını aşağılamadır. Mehir ise bizzat kadının aldığı ve kocanın
iznine bile gerek kalmaksızın istediği gibi harcayabileceği bir haktır, bir
garanti unsurudur ve kadına değer vermenin ifadesidir.(bk. Mavsbilî, el-Ihtiyâr
448)
MEHİR TAKILARI
Erkek evlenirken hanımına verdiği takıları düğünden sonra alıyor, bozdurup
tarla satın alıyor. Tarlayı da kendi üzerine tapuluyor. Karısı da, kendi
takılarıyla alındığı gerekçesiyle onların yerine tarlanın tapusunu istiyor. Bu
durumda şer'î çözüm ne olmalıdır?
Koca mehir olarak verdiği takıları karısından geri alırken, "Onlarla
alacağımız tarla vs. senin olsun" diyerek almışsa, alınan akar karısınınolur. Bu
konuda o, karısının vekili durumundadır. Böyle birşey söylenmeden almışsa
karısından borç almış demektir. Ancak aldığını geri vermesi istenir.
MEHİR VE ALTIN
Bazı yörelerimizde düğünlerde altın alınmaktadır. Nikâh kıyılırken de belli
bir miktar mehir konuşmaktadır. Bu durumda alınan altınlardan tesbit edilen
mehir kadarı mı mehire sayılacaktır. Yoksa bu altınlar zaten kadının değil
midir, onları onun kullanma hakkı yok mudur?
Mehir nikâhın gereği olarak kadının bir hakkıdır ve gayesi hem kadına değer
vermek, onu hiçbir karşılık almadan kendisini erkeğe teslim eden basit bir
varlık olma durumundan kurtarmak, hem de erkeğe göre zayıf olan kadın için ânî
durumlarda bir kuvvet ve bir garanti olmak üzere farz kılınmıştır. Onun için
mehir sembolik bir anlam ifâde etmez ve Hanefî mezhebine göre alt sınırı
(tabani) vardır, ondan az olamaz. Mehir daha söz kesildiğinde, nisanda (muaccel)
olabileceği gibi, nikâhtan sonraya da bırakabilir (müccel). Nişanda ya da sözce
kız tarafındân istenen, şart koşulan altın cinsinden her şey örfen mehirdir ve
kadının hakkıdır, istediği zaman istediği gibi kullanır. Babası veya velisi ne
onları, ne de bir başka para (başlık) alabilir. Bu haramdır ve insanı bir mal
gibi satmak anlamına gelir. Nikâhta mehir olarak sadece önceden yapılan altınlar
sözkonusu edîlebilir. Ama kadın isterse ayrıca, ilâve mehir de alabilir.
Evlendikten sonra da koca, mehir olarak verdiği bir şeye, karısının rızası
olmadan karışamaz. Kadın mehrini istediği zaman meşru ölçülerle istediği gibi
kullanır. Ancak isterse kocasına bağışlayabilir: Ama koca, kadının istediği
mehir dışında ona bir takım hediyeler vermişse, onların kadının elinde
verildikleri gibi duruyor olmaları halinde cayıp, hediyelerini isteyebilir. Ama
bunu Rasûllullah Efendimiz "kustuğunu yalamaya" (Bu ve benzeri hadîsler için bk.
el-Hindî XVI/638 vd.) benzetmiş ve çirkin olduğuna işaret etmiştir. Hediye
konusunda kadın da aynı haklara sahiptir.
MÎRÂS
Ölenin geride bıraktığı mal ve haklar. Çoğulu "mevârîs"tir. Kelimenin "VRS"
kökünden "irs" mastarı, bir kimsenin malının ölümünden sonra şer'î mirasçılarına
intikal etmesi demektir. Aynı kökten, "tevârüs"; karşılıklı mirasçı olmak veya
bir kimsenin diğerine mirasçı olması; "vâris" mirasçı; "mûris", miras bırakan;
"terike", ölenin bıraktığı miras anlamlarında kullanılır. Miras ilmi anlamında
kullanılan başka bir terimde "Ferâiz"dir. Bunun tekili olan "farîza"; farz,
belirli pay, hisse demektir. Ferâiz, Islâm miras hukuku terimi olarak
kullanıldığında, belirli miras hisseleri anlamını ifade eder. Bu ilme "ferâiz"
denmesi, miras âyetindeki; "Bu hisseler Allah'tan birer farîzadır" (en-Nisâ,
4/11) ifadesi ile, Ferâiz ilmini öğreniniz" (Tirmizi, Ferâiz, 2; Ibn Mâce,
Ferâiz, 1) hadisindeki "ferâiz" terimi sebebiyledir.
Miras veya ferâiz ilmi fıkıh terimi olarak; ölenin geride bıraktığı mal ve
hakların belli ölçülerle, şer'î mirasçılara bölünmesinden söz eden bir ilimdir.
Ferâiz ilminin amacı, hak sahiplerine haklarını ulaştırmaktır. Buna mirasın
bölüştürülmesi denir.
Mirasın dayandığı deliller:
Miras; Kitap, sünnet ve icma delillerine dayanır. Miras hukukunda, icmâ
bulunmadıkça kıyas veya içtihad yoluna gidilmez.
Kur'ân-ı Kerîm'den deliller:
Miras hükümleri en-Nisâ Sûresinin 7, 11, 12 ve 176. âyetleri ile el-Enfal
Sûresi'nin 75. âyetinde şu şekilde belirlenmiştir:
a) Çocuklar ve ana-babanın mirası: "Allah size evlâtlarınızın miras
taksimi hususunda, erkeklerin paylarının kızların iki katıolmasını
emretmektedir. Eğer bütün çocuklar kız olup ve sayıları ikiden fazla
ise, bunların payı ölenin bıraktığı malın üçte ikisidir. Eğer mirasçı
bir tek kız ise mirasın yarısı onundur. Eğer ölen ana ve baba ile
birlikte çocuklar da bırakmışsa ana ve babanın herbirini terekeden payı
altıda birdir. Şayet ölenin çocuğu bulunmayıp da, mirasçı olarak ana ve
babası kalmışsa, ananın payı üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa
terekenin altıda biri ananındır. Bu paylar, ölenin borçları ödenip,
vasiyeti de yerine getirildikten soma hak sahiplerine verilir. Baba ve
çocuklardan, hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu, siz
bilemezsiniz. Bu, Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz ki Allah,
her şeyi çok iyi bilen, hüküm ve hikmet sahibidir" (en-Nisâ, 4/11).
b) Karı-kocanınmirası: "Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa,
bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şayet çocukları varsa bıraktıkları
mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine
getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonradır. Eğer siz çocuk
bırakmadan ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri
hanımlarınızındır. Şayet çocuklarınız varsa, bıraktığınız mirasın
sekizde biri hanımlarınızındır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine
getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir" (en-Nisâ, 4/12).
c) Kardeşlerin mirası: Kelâle adı verilen kardeşlerin mirası, ana bir
kardeş veya ana-baba bir yahut baba bir kız kardeş olmak üzere iki
statüde toplanmıştır. Kelâlenin mirasçı olmasında ön şart, miras
bırakanın baba veya erkek çocuklarının bulunmamasıdır.
Ana bir kardeşlerin mirası şöyle belirlenmiştir: "Eğer ölen bir erkek
veya kadın, erkek usül veya fürûu bulunmaksızın mirasçı olunuyorsa,
kendisinin (ona bir) erkek veya (ana bir) kız kardeşi bulunuyorsa,
bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda biridir. Eğer bu
kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler mirasın üçte
birini zarara uğratılmaksızın aralarında eşit olarak paylaşırlar. Bu
paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra
verilir. Bunlar, Allah tarafından bir emirdir. Allah her şeyi bilen ve
yarattıklarına çok yumuşak davranandır"(en-Nisâ, 4/12).
Yukarıdaki miras düzenlemeşinin arkasından, aynı âyetlerin devamında,
müeyyide niteliğinde şu iki âyet yer alır:
"Işte bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim, Allah'a ve Rasûlûne
itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada
ebedî kalacaklardır. Işte büyük kurtuluş budur" (en-Nisâ, 4/13). "Kim,
Allah'a ve Rasûlüne isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa,
Allah onu, ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar. Ve onun için azaltıcı
bir azap vardır" (en-Nisâ; 4/14).
Öz veya baba bir kız kardeşin mirası ise şöyle düzenlenmiştir. "Ey
Peygamber! Senden fetva isterler". De ki: "Size usül ve füruu bırakmadan
ölen kimse hakkında Allah fetva verir. Eğer bir kimse ölür ve onun
çocuğu bulunmaz da, sadece bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığı mirasın
yarısı onundur. Ölen kız kardeş ise ve çocuğu da yoksa erkek kardeşi
terekenin hepsini alır. Eğer mirasçılar iki kız kardeş ise, terekenin
üçte ikisini alırlar. Eğer kardeşler erkek ve kadın olmak üzere ikiden
çok iseler, bir erkeğin payı, iki kadının payı kadardır. Allah size
sapıklığa düşmemeniz için bunları açıklar. Allah her şeyi çok iyi
bilendir" (en-Nisâ, 4/176).
d) Zevi'l-Erhâmın mirası: Âyet veya Hadislerde miras payları veya
mirasçılık esasları belirlenmiş bulunanların dışında kalan diğer
hısımlar için şu şekilde bir genel düzenleme yapılmıştır: Akraba
olanlar, Allah'ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz
ki Allah, herşeyi çok iyi bilir" (el-Enfâl, 8/75).
Şu âyet de miras haklarından genel olarak söz eder: "Ana-baba ve
hısımların miras olarak bıraktıklarında erkeklerin hissesi vardır.
Kadınların da ana-baba ve hısımların bıraktıklarında hisseleri vardır.
Bunlar az olsun çok olsun farz kılınmış bir hissedir" (en-Nisâ, 4/7).
Mirastan çevredeki bazı muhtaç kimselerin de yararlandırılması
konusunda şöyle buyurulur: "Miras taksim olunurken, varis olmayan
akrabalar, yelimler ve yoksullar da bulunursa, mirastan onlara da verin
ve onlara güzel söz söyleyin" (en-Nisâ, 4/8).
Sünnet delili:
Hz. Peygamber'den mirasla ilgili çeşitli hadisler nakledilmiştir.
Bazıları şunlardır:
"Miras paylarını, hak sahiplerine veriniz. Kalan miktar, en yakın
erkek hısımındır" (Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9, 10; Müslim, Ferâiz, 2, 3;
Tirmizî,Ferâiz, 8).
Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz" (Buhârî, Hacc,
44, Meğâzî, 48, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, I ; Ebû Dâvud, Ferâiz, 10;
Tirmizî, Ferâiz, 15).
"Iki farklı dine mensup olanlar birbirine mirasçı olamaz" (Ebû Dâvud,
Ferâiz, 10; Tîrmizî, Ferâiz, 16; Ibn Mace, Ferâiz, 6; Dârîmî, Ferâiz,
29; Ahmed b. Hanbel, II, 187, 195).
Ubâde b. es-Sâmit (r.a)'in (ö. 45/665) şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), mirastan iki nineye, bunu aralarında
paylaşmak üzere hükmetti" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Mısır, t.y, VI,
59). Abdullah b. Mes'ud (ö.32/652), Hz. Peygamber'in, murisin kızı, oğul
kızı ve kız kardeşiyle ilgili bir uygulamasından şu şekilde söz eder:
"Rasulullah (s.a.s), ölenin kızı için yarım, oğul kızı için üçte ikiye
tamamlamak için altıda bir ve geri kalanın kız kardeşe verilmesine
hükmetti" (eş-Şevkâni, a.g.e., VI, 58).
Mikdâm b. Ma'dikerîb (ö.87/705) zevi'l-erham'la ilgili şu hadisi
nakletmiştir: "Kim bir mal bırakırsa, bu mirasçılarınındır. Ben,
mirasçısı olmayanın mirasçısıyım. Gerekliği durumda diyetini öderim ve
mirasçısı olurum. Dayı, mirasçısı olmayanın mirasçısıdır. Onun diyetini
öder ve ona mirasçı olur" (Ebû Dâvud, Ferâiz, 8; Tirmizi, Ferâiz, 12;
Ibn Mâce, Diyât, 7, Ferâiz,9; Ahmed b. Hanbel, Müsned I, 28, 36, IV,
131).
Icmâ delili:
Bir tane ninenin tek başına altıda bir pay alacağı, ikiden fazla
ninelerin altıda bir hisseyi aralarında eşit olarak paylaşacakları
prensibi Sahabe ve Tâbiîlerin icmâı ile sabittir. Hz. Ebû Bekir
(ö.13/634)'in halifeliği sırasında konu tartışılmış, Hz. Peygamber'den,
altıda bir uygulaması nakledilince, bu yönde görüş birliği oluşmuştur
(el-Mevsilî, el-Ihtiyâr, Kahire, t.y., V, 90; Hamdi Döndüren,
Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 483).
Ferâiz ilminin önemi büyüktür. Çünkü hayatta iken yaptığı
muamelelerin, ölümünden sonra devamı niteliğindedir. Hadis-i şerifte
şöyle buyurulmuştur: "Ferâiz ilmini öğreniniz ve onu insanlara
öğretiniz. Çünkü o, ilmin yarısıdır, unutulur ve o, ümmetinden
kaldırılan ilimlerin ilki olacaktır" (Tirmizi, Ferâiz, 2; Ibn Mâce,
Ferâiz, 1; Dârimi, Ferâiz, Buhârî, Ferâiz, 2; Ebû Dâvud, Ferâiz, 1).
"Sizin ferâiz ilmini en çok bileniniz, Zeyd b. Sâbit'tir (ö. 45/665)"
(Tirmizi, Menâkıb, 32; Ibn Mâce, Mukaddime, 11).
Mirasın rükünleri üçtür:
I. Mûris: Vefat edip, geride miras bırakan kimsedir. Buna müteveffâ
da denir.
2. Vâris: Kendisine miras intikal eden, yani terikede hissesi
olan kimsedir.
3. Terike: Ölenin mal veya hak olarak geride bıraktığı şeyler
olup, buna
"mîras", "mevrûs" ve "irs" adı da verilir. Haktan maksat; kısas,
satış bedelini alabilmek için satılan malı ve borcu alabilmek için
rehnedileni hapsetme hakkı gibi haklardır.
Bu üç rükünden birisinin bulunmaması halinde miras söz konusu
olmaz.
Mirasçı olmanın sebepleri:
Mirasın söz konusu olabilmesi için üç şeyin bulunması gerekir.
Mirasın sebep ve şartlarının bulunması, miras engellerinin ise
bulunmaması gereklidır.
Mirasçı olmanın sebepleri üçtür. Nesep hısımlığı, evlilik ve
velâ.
1. Hısımlık: Varisin, miras bırakana mirasçı olabilmesi için
aralarında hısımlık bağının bulunması gerekir. Usûl, fûrû, yani ana,
baba, dede ve nine gibi kendi neslinden gelinenlerle; çocuk, torun gibi
kendi neslinden gelenler; yine ölenin kardeşleri ile amcalar bu
hısımlardandır. Bunlar mûrise yakınlık derecesine göre mirasçı olurlar.
Daha uzak olanın mirasçı olmasını önlerler, buna "hacbetme" denir.
Bu hısımlardan erkek vasıtasıyla mûrise bağlanan erkek hısımlara
"asabe" denir. Ölenin babası, babasının babası veya oğlu, ya da oğlunun
oğlu gibi. Bir de payları muayyen mirasçılar vardır ki, bunlara
"ashâbülferâiz" * (farz sahipleri) denir. Bunlardan kalan mirası asabe*
alır. Sadece asabe varsa, mirasın tamamı bunlara kalır. Farz sahipleri
ve asabe yoksa, bunların dışında kalan ve ölenin uzaktan kan hısımı olan
"zevilerhâm" mirasçı otur. Hala, dayı, kızın kızı gibi.
2. Evlilik: Geçerli bir nikâh akdi eşler arasında miras hakkı
doğurur. Cinsel temasın olup olmaması sonucu etkilemez. Bu yüzden,
zifaftan önce eşlerden birisinin ölümü halinde, diğeri ona mirasçı olur.
Eşlerin miras haklarını belirleyen âyetin genel anlamı (bk. en-Nisâ,
4/12) ile Hz. Peygamber'in, cinsel temastan önce kocası ölen Berva'
binti Vâşık'ı ölen kocasına mirasçı yapması bunun delilidir (ez-Zühayli,
el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VIII, 250).
Ric'î (cayılabilir) talaktan dolayı iddet bekleyen kadın, iddetli
iken, ölen kocasına mirasçı olur. Çünkü ric'î boşamada evlilik iddet
süresince devam eder. Sağlam kocası tarafından bâin talâkla (kesin
ayırıcı boşama) boşanan kadın, iddet beklerken kocası ölse, ona mirasçı
olamaz. Çünkü bu durumda o, karısını mirastan mahrum etmek boşamakla
itham edilemez. Eğer kansını, ölüm hastası olan bir erkek bâin talakla
boşamışsa ve kadın iddet beklerken de ölürse, bu kadın ona mirasçı olur.
Burada mirastan mahrum etmek amacıyla boşama ithamı söz konusudur.
3. Velâ: Bu, şârün belirlediği hükmî bir yakınlık olup, köleyi azat
eden efendinin azad ettiği köleye mirasçı olmasını ifade eder. Hadiste;
"Velâ, neseb bağı gibi bağ meydana getirir, satılmaz ve hibe edilmez"
buyurulur. Ibn Hibbân ve Hâkim bu hadisi sahihlemiştir. Hanefiler buna
"velâul-müvâlât" veya "mevlâl-muvâlât"ı da eklediler. Bu, iki kişinin
birbirine koruyucu ve diyet ödemede yardımcı olmak ve buna karşılık
birbirine mirasçı olmak üzere anlaşmasıdır.
Mirasın Şartları
Mirasta hakkın sabit olması üç şartın gerçekleşmesi gerekir. Mûrisin
ölümü, mirasçının hayatta olması ve bir miras engeli bulunmaması.
1. Mûrisin Ölmesi:
Mirasın söz konusu olması için, mûrisin gerçek, hükmî veya takdiri
olarak ölmüş bulunması gerekir. Gerçek ölüm, ruhun bedenden ayrılması
ile gerçekleşir. Görme, işitme veya başka bir delille sabit olur. Hükmî
ölüm; hayatta olduğu bilinen veya muhtemel bulunan kimsenin ölümüne
hâkimin hükmetmesiyle ortaya çıkar. Hayatta olduğu bilinen mürteddin
(dininden dönen) dâru"l-harbe kaçması halinde hakim ölü sayılmasına
hüküm verir. Bunun mirası, hüküm tarihine kadar mirasçı olan hısımlarına
taksim edilir. Hayatta olması ihtimalı bulunan kayıp kişinin (mefkûd)
durumu mahkemeye intikal edince, gerekli süreler geçmişse, hakim
vefatına hükmeder. Eşi iddet bekler ve serbest kalır. Mirası da hüküm
sırasında hak sahibi olan varislere paylaştırılır. Takdiri ölüm; kişinin
takdiren ölü kabul edilmesidir. Bu annesinden suç işleme yoluyla ölü
olarak doğan cenîndir. Gebe kadına başkasının vurmasıyla cenînin ölü
doğması gibi. Bu durumda suçluya, elli dinar (yaklaşık iki yüz gram
altın para) gurre cezası tazminat olarak ödettirilir. Bu, tam diyetin
yirmide biri kadar bir tazminattır. Ebû Hanife'ye göre, cenîn mirasçı
olur ve kendisine mirasçı olunur. Çünkü onun suç işleme sırasında diri
olduğu kabul edilir (Ibnü'l-Hilmâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır, 1315/1317 H.,
IV, 440-445; Ibn Kudâme, el-Muğnî, Kahire 1970, VI, 320; ez-Zühayli,
a.g.e., VIII, 253; Hamdi Döndüren, a.g.e., s.119-121; bk. "Gurre, Mefkûd
ve Cenîn" maddeleri).
2. Mirasçının Hayatta Olması: Murisin ölümü sırasında varisin hayatta
olması gerekir. Bu yüzden, muristen önce ölen bir hısım, daha sonra ölen
murisine mirasçı olamaz. Muris vefat ettiği zaman, ana karnında bulunan
çocuğu da (cenîn) sağl doğmak şartıyla mirasçı olur.
3. Miras Engeli Bulunmaması:
Miras engelleri şunlardır:
a) Öldürme:
Mûrısını öldüren bir kimsenin, bir an önce onun servetini elde etmek
için öldürme ithamı vardır. Hısımını öldüren kimsenin onun mirasından
mahrum olacağı konusunda mezheplerin görüş birliği vardır. Ancak hangi
çeşit öldürmelerin miras engeli olacağı hususu mezhepler arasında
ihtilâflıdır. Hadiste; "Katıl için miras yoktur" (Ebû Dâvud, Diyât, 18;
Tirmizî, Ferâiz,17; Ahmed b. Hanbel, I, 49) buyurulur. Hanefilere göre,
kısas veya keffâret cezasını gerektiren öldürme çeşitleri mirasa engel
olur. Bunlar da şu çeşit öldürmelerdir:
Kasden öldürme: Mûrisi silâh veya kesici bir aletle kasden öldürmek
gibi. Buna günah ve kısas gerekir, keffaret gerekmez. Ebû Yusuf ve Imam
Muhammed'e göre, insan öldürebilecek büyük taş vb. her şeyle, kasden
öldürme suçu meydana gelir.
Kasda benzer şekilde öldürme. Insan öldürmede kullanılmayan, sopa,
değnek gibi bir şeyle vurup öldürmek gibi... Cezâsı: Keffâret, âkile*
üzerinde diyet ve günahtır. Birisini yanlışlıkla öldürme: Ava atıp,
insanı öldürmek gibi... Cezası; keffâret, âkile üzerine diyettir.
Ahiretteki günahı kaldırılmıştır.
Hata sayılan öldürme: Uykuda veya uyanık iken birisinin üzerine düşüp
ölümüne sebep olmak gibi. Cezası; hataen öldürmenin aynıdır (es-Serahsi,
el-Mebsût, Mısır 1324-1331/1906-1912; XXV, 59-68; el-Kâsâni,
Bedayıu's-Sanâyi, Mısır 1327-28; M. Cevat Akşit, Islâm Ceza Hukuku ve
Insanî Esasları, s. 55-56).
Dolaylı yoldan ölüme sebebiyet verme (tesebbüb) mükellef olmayanın
öldürmesi, meşrû savunma halinde öldürme ve mükrehin öldürmesi miras
engeli değildir.
Imam Şâfii'ye göre, öldürme fiilini işleyen herkes öldürülene mirasçı
olamaz. Kastın bulunup bulunmaması, öldürenin mükellef olup olmaması
sonucu etkilemez. Mâlikîler ise, katılde kasıt ve tecâvüzü esas alırlar.
Buradaki görüş ayrılığı, miras engeli bildiren hadisteki "kâtil"
sözcüğünün kapsamındaki belirsızlıkten doğmuştur (bk. Muhammed Ebû
Zehra, Usûlül-Fıkh, Kahire, t.y., s.126, 127).
b) Din Farkı:
Mûrisle vârisin ayrı dinlerden oluşu bir miras engelıdır. Bu konuda
Islâm hukukçularının görüş birliği vardır. Müslüman kâfire, kâfir de
müslümana nesep hısımlığı veya evlilik akdi bulunsa bile mirasçı olamaz.
"Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz" (Buhâri, Hacc, 44;
Meğâzî, 48, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, l; Ebu Dâvud, Ferâiz, 10). "Iki
ayrı dine mensup olanlar, birbirine mirasçı olamaz" (Ebû Dâvud, Ferâiz,
10; Tirmizi, Ferâiz, 16; Ibn Mâce, Ferâiz, 6) hadisleri buna delildir.
Bunun sebebi, müslümanla gayrı müslim arasında velâyet bağının kesik
olmasıdır.
Bu duruma göre, meselâ; müslüman bir erkekle gayrı müslim olan karısı
arasında mirasçılık cereyan etmeyeceği gibi, bunlardan doğan çocuklar da
babaya tabi olarak müslüman sayılacaklarından onlarla gayrı müslim olan
anneleri arasında da mirasçılık cereyan etmez.
Ancak Muaz b. Cebel ve Muâviye ile Tâbiîlerden Mesrûk b. el-Ecdâ',
Saîd b. el-Müseyyeb, Ibrâhim enNahâî ve diğer bazı bilginler aksi
görüştedir. Bunlara göre; Müslüman kâfire mirasçı olur. Fakat kâfir
müslümana mirasçı olamaz." Dayandıkları delil şu Hadislerdeki genel
anlamdır: "Islâm yücedir, onun üzerine yücelinmez" (Buhârî, Cenâiz, 79)
"Islâm arttırır, eksiltmez" (Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, V, 230, 236). Bu konuda sahabe uygulaması da vardır. Bir yahudi
vefat edince, biri yahudi diğeri müslüman olan iki oğlu kalmıştı. Yahudi
olan oğlu bütün mirası almak isteyince, müslüman olan oğlu mahkemeye
başvurdu ve hak istedi. Davaya bakan Muaz b. Cebel (ö.18/639) müslümanı
yahudiye mirasçı yapmıştır (el-Askalânî, Bülûgul-Merâm, Terc. ve Şerh,
A. Davudoğlu, Istanbul 1967; III, 206).
Çoğıınluk Islâm hukukçuları, müslümanla kâfir arasında mirasın
olamıyacağını ifade eden hadisleri bu konuda ana delil kabul etmiş,
azınlığın dayandığı hadisleri doğrudan mirasla ilgili görmemiştir.
Diğer yandan gayrı mûslimler birbirine mirasçı olabilirler. Çünkü
küfür ehli tek millet sayılır. "Ehl-i, küfür birbirinin velisidir"
(el-Enfâl, 8l73) âyetinin genel anlamı bütün gayrı müslimlerin hepsini
kapsamına alır. "Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır"
(Yûnus,10/32) âyeti de bunu ifade eder. Yalnız Mâlikîler, "Iki ayrı dine
mensup olanlar birbirine varis olamaz" hadisinin, hristiyan ve
yahudilerin kendi aralarındaki mirasçılığını da kapsadığını söylerler.
Mürtedin mirası:
Islâm'ı terkeden kimseye "mürted" * denir. Mürted mânen ölmüş
sayıldığı için, o ne müslüman ve ne de kâfire mirasçı olamaz. Mürtedin
mirasının başkalarına intikali konusunda ise görüş ayrılıkları vardır.
Ebû Hanife'ye göre, irtidattan önce kazandığı mal varlığı müslüman
varislerine gider..Sonra kazandıkları ise beytü'l-mâle "fey" geliri
kaydedilir. (bk. "Fey" ve "Ganîmet" maddeleri). Mürted kadınsa, bütün
mirası müslüman mirasçılarına intikal eder.
Imam Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed'e göre, irtidattan önce ve sonra
kazandığı malları müslüman varislerine intikal eder. Bu iki müçtehid,
erkek ve kadın mürted arasında miras bakımından bir ayırım yapmaz.
Şâfiî, Mâliki ve Hanbelilere göre, aslî inkârcıda olduğu gibi mürted
mirasçı olamaz ve ona da başkası mirasçı olamaz. Bütün malı, beytü'l-mal
için fey' geliri kaydedilir. Çünkü o, irtidat etmekle, Islâm toplumuna
karşı harp ilân etmiş sayılır ve servetine de harbînin malına uygulanan
hükümlerin uygulanması gerekir. Ancak bu hükümler, mürted irtidadı üzere
ölürse uygulanır. Hayatta olduğu sürece malı bekletilir. Islâm'a
dönerse, malı kendisine verilir (Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır
1315-/1317, IV, 390 vd.; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müçtehid, Mısır, t.y., II,
322-329; ez-Zühaylî, a.g.e, VIII, 263-266).
c. Tebealık Farkı (Ihtilâfu'd-dâreyn):
Müslümanlar hangi devletin tebeası olurlarsa olsunlar birbirlerine
mirasçı olurlar. Müslüman için başka başka devletin tebeası olmak miras
engeli değildir. Meselâ; Türkiye'deki bir müslüman, Mısır'daki müslüman bir
hısımına mirasçı olabilir. Çünkü Dârul-Islâm müslümanlar için tek vatan
sayılır. Daha sonra kâfirlerin Darul-Islam'a egemen olması ve buralarda ayrı
sistemlerin ve rejimlerin olması veya bağlantının kopuk olması da sonucu
değiştirmez. Bu yüzden, bir müslüman Dâru'l-Harpte ölse, ona Dârul-Islâm'da
yaşayan varisleri mirasçı olur.
Ülke ayrılığı gayrı Müslimler için bir miras engeli teşkil eder. Meselâ;
Islâm tebeasındaki bir gayrı müslim, yabancı tebealı gayrı müslim bir
hısımına mirasçı olamaz. Burada, mirasçılık "velâyet bağı" esasına dayanır.
Bu bağ kopunca mirasçılık hakkıda ortadan kalkmaktadır. Ancak ülkeler sulh
anlaşmaları yaparak, karşılıklı miras ilişkilerini düzenleyebilirler.
Malıkî, Hanbelî ve Zâhirîlere göre tebealık farkı hiç bir şekilde miras
engeli doğurmaz (ez-Zühayli, a.g.e., VIII, 266 vd.; es-Sibâî, Şerhu Kanuni'l
Ahvâliş-Şahsiyye, Dımaşk 1959, II, 46-47).
d) Kölelik:
Kölelik hali de miras engelıdır. Bu statüde olan kimse hısımlarına
mirasçı olamaz. Çünkü köle, bir mala; mülk edinme sebepleriyle matik
olamadığı gibi miras yoluyla da malık olamaz. Onun elindeki şeyler
efendisine ait bulunur. Eğer o, mirasçı yapılırsa, mülk kendiliğinden
efendisine geçeceği için sebepsiz yere, bir yabancı mirasa sokulmuş olur ki,
bu icmâa göre bâtıldır:
Bu engellerden mûrısını öldürme ve kölelik tek yanlıdır. Bunlar yalnız
kendileri başkasından miras alamaz. Fakat başkası kendilerine mirasçı
olabilir. Bunlara, murisin ölüm tarihinin belirlenememesi ve mirasçının kim
olduğunun bilinememesi gibi başka engeller de eklenmiştir (bk. el-Meydânî,
el-Lübâb, Kahire, ts., IV, 188, 197; ez-Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâik,
el-Motbaatü'l-Emiriyye tab'ı, VI, 239 vd.; Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr,
Mısır, t.y., V, 541-543).
MİRASTAKİ ORAN
Mirastân erkeğin iki, kadının bir almasının hükmü nedir? Bu oran; bağ, bahçe,
tarla, menkul, gayr-i menkul... Her malda aynı mıdır?
Bir önceki soruda da açıkladığımız gibi, mirasta erkeğin iki, kızın bir
alacağı Kur'ân-ı Kerîm'le sâbittir ve müslümanlar için inanılması da, uygulaması
da farzdır. Bu da sanıldığı gibi kadının hakkını yemek değil, hakları âdilce
dağıtmak vardır. Bu taksim menkul terikede böyle olduğu gibi, bag, bahçe, ev...
gibi gayr-i menkul terikede de böyledir. Kadınla erkeğin mirastan eşit pay
aldıkları bir durum vardır, o da müteveffanın birden çok ana bir kardeş
bırakması durumudur. Bu durumda ana bir kardeşler müteveffanın terikesini kadın
erkek eşit olarak bölüşürler. ( Sirâciyye 17; Sabûnî, el-Mevâris 24-25, ) Bu
söylediğimiz elbette Islâmî esasları, miras hukukunda da uygulamak isteyenler
içindir, yoksa beşerî hukuka göre mirasın bölüşümü daha değişiktir. Onu
uygulamak isteyenler, konuyu onun uzmanına sormalıdırlar.
MİSVÂK
Kullanılması çok yararlı olan ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in önemle tavsiye
ettiği, diş fırçası vazifesini gören, hoş kokulu ve erâk adı verilen
meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça. Diş temizliğinde
kullanılan ince ağaç dalı. Misvâk'ın çoğulu "mesâvîk"dır. Sivâk, misvakla eş
anlamlı olup hadis-i şeriflerde daha çok bu kelime kullanılmıştır. Çoğulu
"esvike" dir.
İslâm dini temizliğe büyük bir önem vermiş ve temizliği imanın
belirtilerinden saymıştır. Bedenin, namaz kılınacak yerin, iş veya ikamet
yerinin, çevrenin, hatta insanların dinlenmek için oturdukları ağaç gölgesi
ve benzeri pikrıik yerlerinin temiz tutulmasıyla ilgili emir ve tavsiyeleri
sünnette bulmak mümkündür. Beden temizliği ile ilgili olmak üzere de,
fıtrattan gelen ve geçmiş peygamberlerin de uyguladığı bazı temizlik
noktalarına dikkat çekilmiştir. Tırnakların kesilmesi, koltuk altı ve kasık
kıllarının temizlenmesi, bıyıkların uzun kısımlarının kesilmesi, sünnet
olmak ve özellikle dişlerin temiz tutulması bunlar arasında sayılabilir
(Fırtrat temizlikleri için bk. Müslim, Tahâre, 56; Ebû Dâvud, Tahâre, 29;
Tirmizi, Edeb,14; Nesai, Zînet, 1; İbn Mâce, Tahâre, 8; Ahmed b. Hanbel, IV,
264, VI, 138).
Geçmiş peygamberlerin dört sünneti arasında da diş temizliğine yer
verilir. "Dört şey geçmiş peygamberlerin sünnetlerindendir. Haya duygusu,
kokulanmak, diş temizliği ve nikâh" (Tirmizî, Nikâh,1; Ahmed b. Hanbel, V,
421).
Dişlerin temizlenmesi için kullanılan sivâk veya misvağın İslâm'da
taabbüdi bir yönü de vardır. Hanefîlere göre, misvakla dişleri temizlemede
abdestin, Şâfiîlere göre ise namazın sünnetlerindendir. Böylece hergün
düzenli bir şekilde her abdest alındığında veya her namaz vaktinde, namazdan
önce dişlerin de temizlenmesi amaçlanmıştır.
Hz. Âişe'den nakledildiğine göre, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Misvak kullanarak kılınan namazın, misvaksız namaza üstünlüğü yetmiş
kattır" (Ahmet b. Hanbel, Müsned, VI, 272). Hadis çok açık olmadığı için
Hanefiler sevabın abdest alırken Şâfiîler ise, namazdan önce misvak
kullanmakla meydana geleceğini söylemişlerdir.
Başka bir hadiste, namazla birlikte diş temizliğine şöyle dikkat çekilir:
"Eğer ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, onlara her namazda misvak
kullanmalarını emrederdim" (Buhârî, Cum'a, 8, Temennî, 9, Savm, 27; Müslim,
Tahâre, 42; Ebû Dâvud, Tahâre, 25; Tirmizî Tahâre, 18; Nesai, Tahâre, 6,
Mevâkit, 20; İbn Mâce, Tahâre, 7; Ahmed b. Hanbel, I, 80, 120, II, 245, 250,
259, 287, 399, 400, 429, 433, 460, 509, 517, 531, IV,114, 116, V, 193, 410,
VI, 325, 329). Diğer yandan, Hz. Peygamber'in abdest alırken misvak
kullandığına dair de çeşitli hadisler nakledilmiştir. Bir geceyi, Rasûlullah
(s.a.s)'in yanında geçiren İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Allah'ın Nebisi
(s.a.s) gecenin sonuna doğru kalktı. Dışarı çıktı, gökyüzüne baktı, sonra
Âlu İmrân Sûresi'nin şu iki âyetini okudu: "Göklerin ve yerin
yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için şüphesiz
deliller vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken,
Allah'ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve Şöyle
derler: Rabbimiz! sen bunu boş yere yaratmadın. Seni tesbih ve tenzih
ederiz. Bizi cehennem ateşinden koru" (Âlu İmrân, 3/190-191). Sonra eve
döndü. Dişlerini misvakladı ve abdest aldı. Ayağa kalkarak namaz kıldı,
sonra yanüstü yattı. Sonra yeniden kalkarak dışarı çıktı, gökyüzüne bakarak,
aynı âyetleri tekrar okudu, sonra dönerek yine dişlerini misvakla temizledi,
abdest aldı, sonra kalktı ve namaz kıldı" (Müslim, Tahâre, 47, MüŞâfirin,
183,191; Ebû Dâvud, Tahâre, 30; Ahmed b. Hanbel, I, 275, 350, V, 312).
Rasûlüllah (s.a.s) abdest veya namazla ilgili olmaksızın da, misvak
kullandığı, özellikle Kur'an-ı Kerim okumazdan önce de diş temizliğine
dikkat ettikleri görülmektedir. Misvak kullanılmasının amacı ağız
temizliğidir. Şu hadiste bu genel amaca işaret edilir: Misvak kullanınız.
Şüphesiz misvak ağız için temizleyicidir" (Buhâri, Savm, 27; Nesai, Tahâre,
4; İbn Mâce, Tahâre, 7; Dârimi, Vüdû,19). Hz. Peygamber'in gece misvağı
yanında olmaksızın yatmadığı, sabah kalkar kalkmaz ilk işinin dişlerin
temizlemek olduğu nakledilir (Ebû Dâvud Tahâre, 30; Ahmed b. Hanbel, I, 373;
Dârimî, Salât, 165). Bazı sahabiler, O'nun günde kaç defa dişlerini
misvakladığını sayamadıklarını, söylemişlerdir (Ahmed b. Hanbel, III, 445,
446).
Diğer yandan Hz. Peygamber, dişleri sararmış bir halde huzuruna çıkan
bazı sahabilere şöyle buyurduğu bildirilir: "Hayret doğrusu nasıl oluyor da
sararmış dişlerle dolaşıp duruyorsunuz. Dişlerinizi misvakla temizleyiniz"
(Ahmed b. Hanbel, I, 214).
Bütün bu hadisler ve sahabe uygulaması gösteriyor ki, diş temizliği
yalnız abdest ve namaz, ya da Kur'an-ı Kerim okuma sırasında değil, sağlık
açısından ve toplum içine çıkarken dikkat edilmesi gereken önemli bir
temizlenme şeklidir. Misvak'ın bu genel temizlik yönünü dikkate alan İslâm
bilginleri beş yerde, diş temizliğinin müstehap olduğuna dikkat
çekmişlerdir. Bu beş yer şunlardır: a) Dişler sararınca, b) Ağzın kokusu
değişince, c) Uykudan kalkıldığında, d) Namaza kalkılacağı zaman, e) Abdest
alırken. Buna, Kur'an-ı Kerim okumak veya toplum huzuruna çıkmak için
yapılacak diş temizliği de ilâve edilmiştir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar,
İstanbul 1984, I, 116; el-Fetâvâl-Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 7).
Misvak âletinin aslı olan erâk ağacından diş sağlığı bakımından faydalı
olan florin maddelerinin bulunduğu, ağıza güzel bir koku verdiği ve mide
için bir takım faydalarının olduğu belirlenmiştir. Ancak misvağın
bulunamaması halinde dişleri, İslâmî ölçülere uygun olarak hazırlanmış fırça
ve diş macunu veya sabunla, bu da bulunamadığı takdirde parmaklarla
oğuşturmak suretiyle ve suyla temizlemek gerekir. Önce abdest ve namazla
veya Kur'ân-ı Kerim okurken bedenimizin ve ağzımızın temiz olması ve toplum
önüne çıkarken de, imanın belirtilerinden sayılan temizliğe dikkat edilmesi
"Şüphesiz, Allah temizdir, temizliği sever" (Tirmizî, Edeb, 41) hadisinde
bildirildiği gibi, Yüce Allah'ın sevgisini celbeder. Diğer yandan müslüman
bu yolla, koruyucu hekimlik bakımından, sağlığı için gerekliği tedbirleri de
almış olur.
MODA
Modayı ikiye ayırarak anlatmamız ve bu konudaki hükmümüzü ondan sonra
vermemiz gerekir.Giyinme, kuşanma ve süslenme biçimlerinin zamana ve bölgelere
göre gösterdiği değişiklikleri moda diye değerlendirirsek bunun; tabii sınırlar
içerisinde kalıp, israfa kaçılmayanı ve Kur'ân ve Sünnetin çizdiği helâllık
sınırını aşmayanı, helâl olan türüdür. Ne var ki, Islâm'da buna moda değil de
"örf' adı verilir ve her bölgenin cografi ve ekonomik şartlarına göre elbise
biçimi, süslenme yöntemleri, değişik örfleri olur. Folklor dedikleri şey de bu
cümleden sayılır ve bütün bunlar tabiî hayat akışı içerisinde zaman zaman
değişebilir. Tekrar edersek modanın bu türlüsü ya da örf, Islâmî çerçeve
içerisinde kaldığı sürece, değişik biçimlerde ortaya çıkabilir. Bu normaldır ve
doğaldır. Insanın yaratılışı yeknesaklıktan yorulur, tekdüze hayat verimi
azaltır, görevlerini yapma konusunda insana bıkkınlık ve yorgunluk verir. Zaten
bütün insanların ihtiyaç, arzu ve zevkleri değişiktir. Hepsinin aynı kalıba
girmesini istemek, hepsine aynı büyüklükte ayakkabı giydirmek gibi olur.
Yalnız bu bağlamda hiç unutulmaması gereken bir nokta vardır. Müslümanlar
kendi giyim biçimlerini kendileri tesbit etmeli ve bu konuda da başkalarına
benzemekten şiddetle kaçınmalıdırlar. Peygamber Efendimiz bir hadîslerinde çok
önemli sosyolojik ve psikolojik bir noktayı kendi az ve öz (cevâmiu'1-kelîm)
ifade biçimiyle açıklamış ve "kalıplar birbirlerine henzeyince kalpler de
birbirine benzer" buyurmuştur. "Kim hangi kavme benzerse o da onlardandır" (Ebû
Dâvûd, libas 4; Müsned N/50; Benzer bir hadîs için bk. Tirmizi,isti'zân 7.)
hadisleri de aynı sonucu verir. Öyleyse müslümanların kendilerine özgü elbise
biçimleri (biçimi değil) olmalı kendi modalarını kendileri belirlemeli ve
varlıklarını ispat etmelidirler. Çünkü başkalarının modalarını izlemenin çok
tehlikeli iki sonucu vardır :
l. Günümüzde moda, eskiden olduğu gibi doğal bir seyir takip etmemekte, belli
çevrelerin ve belli güçlerin yönlendirmesine göre gelişip şekillenmektedir. Bu
çevreler ülke sınırlarını aşan ve her bacağı bir ülkede bulunan , bir ahtapotu
andırırlar. Kendi ürettikleri malları ve modelleri satmak için, her gün yeni bir
moda üretirler. Işbirliği yaptıkları magazinleri ve moda dergileri vardır. Bu
yolla ürettikleri modelleri günün, mevsimin, yılın modası olarak haber biçiminde
sunarlar. Toplum psikolojisi ile sürü sürü insanlar, farkına varmadan bundan
etkilenir ve bunları alır ve uygularlar.
Onlar çok çabuk ürettikleri ve ürettiklerini satmaları gerektiği için, modayı
çok sık aralıklarla değiştirirler. Ikinci moda çıkıncaya kadar aldığını
yıpratamayanlar bu akıntıya uyup yenisini alacaklarından, binler, yüzbinler,
milyonlar... değerinde ev eşyası, elbise, mobilya, hattâ araba çöpe atılır.
İslam'ın ve ekonominin en önemli yasaklarından olan israfın a'lâsı yapılır.
Bu profesyonel moda çevreleri böylece sürü sürü insanların paralarını almakla
kalmaz, aldıkları bu paralarla kurumlarına yenilerini eklerler. Doyumsuz
duygularını tatmin yolunda önlerine dikilen her engeli yıkmaya çalışırlar,
ticarî firmaları iflas ettirirler, piyasayı buhrana sürüklerler, nice büyük
kimselerin altından koltuğunu çekerler, hattâ hükümetler yıkar ve hükümetler
kurarlar. Bu arada da karşılarına dikilen, bir düşünce biçimi ve inanç sistemi
olursa, onu yıkmak için de ellerinden geleni yaparlar. Inancını yaşamak kadar,
yaymak ve savunmakla da görevli olan insanların, bu noktayı iyi
değerlendirmeleri ve inancına silâh çekenlere silâh yardımı yapmamaları gerekir.
Para en büyük silâhtır.
2. Moda ile ilgili ikinci ve daha önemli nokta da, moda tutkusunun psikolojik
bir hastalık ve aşağılık kompleksi anlamına gelmesi ve sonuçta da insanı, taklit
ettiklerini her konuda beğenme ve onlar gibi olma noktasına düşürmesidir. Yeme
biçimi, sofra düzeni, giyimi, ev dekorasyonu, görgü kuralları, kısaca hayata
bakışı ve hayatı yorumlayışı hoşa giden birisi, hoşlananın gözünde her bakımdan
büyük olma yolundadır. Taklitçi, peşin peşin kendisinin her bakımdan küçük;
taklit ettiğinin de her bakımdan büyük olduğunu kabullenmiş demektir. Artık o
farkına varmasa da, inançlarından her gün bir parça kopuvermektedir. Birinci
yolculuk inançsızlaşmaya kadar sürer. Ondan sonra artık ikinci yolculuk başlamış
ve taklit ettiklerini inançlarıyla da kabullenmeye sıra gelmiştir. Bu, onların
doğru, kendisinin yanlış olduğundan değil; onların güçlü, kendisinin zayıf
olduğundan, kendi inancının üstünlüğünü bilmediğinden ve inancını tanımadığından
inançlarını yaşamadığı için, içinde boşluk hissettiğinden ve bu boşluğu o yolla
doldurma çabasından ve biraz da, "dünyanın onların, Âhiretin ise inananların
olduğunu" (Hz. Ömer bir gün Rasûlullah'ın (s.a.s.) yaşadığı sıkıntılı hayata
üzülmüş ve Kayser ve Kisrâların yaşadığı müreffeh hayatı hatırlatmıştı da
Rasûlüllah: "Ey Hattaboğlu! Istemez misin Âhiret bizim, dünya onların olsun"
buyurmûşlardı. Müslim, talâk 5.) bilmediğinden, ya da içine
sindiremediğindendir.
Başkalarını taklid edenlere bakın hepsinin bilgi, inanç ve şahsiyeti düşük
insanlar olduklarını göreceksiniz. Inanç taşıyan insanların ilk yapacakları şey,
inanç sistemlerinin gerçekten doğru olup olmadığını öğrenmek, doğru olduğuna
karar vermeleri halinde de, aşağılık duymadan onu canla başla savunmak.
Bizim bağımlı basınımız, magazinlerimiz, radyomuz ve TV'miz aracılığıyla,
Anadolumuzun, hattâ tüm insanımızın zavallı genç kızları, bir özenti seline
kaptırılmakta ve tüm hayatları ve göznurları, dünyaya ve âhirete de yaramayan
süslenmelerle, püslenmelerle hebâ olup gitmektedir.
Bu konuda kadını bir araç olarak kullanırlar. Çünkü kadın, aklından çok
duygularıyla hareket eden bir insandır. Yaldızlanmaya çabuk kanar. Aklını ve
fikrini kullanmaktan çok, his ve arzularını kullanır. Bu yüzden kültürlü
olanları bile, fikrî eserlerden çok, romantik ve görsel yayınları izlerler.
Bütün kadınlar elbette böyle değildir. Sağlam düşünenleri de pek çoktur. Hattâ
bu konularda onlardan daha zayıf olan erkekler de vardır. Ama kadının genel
yapısı budur.
Işte sözünü ettiğimiz çevreler, onun bu zaafından yararlanırlar. Onu her
türlü hayâ duygusundan, yani hem maddî, hem de manevî elbiselerden soyarak
sokaga atarlar. "Ne güzelsin, hayat abidesisin" diyerek alkışlar ve ayartırlar.
Böylece o bir taraftan onların ürettiklerini durmadan satınalır, tatmin
olmayınca yenisini çıkarırlar, işte bu güzel, bununla özledigim huzura
kavuşacağım diye koşar ve bu süreç akar gider, onlar kasalarını ve midelerini
şişirirler: Öbür yönden, onun her gün biraz daha açtıkları vücudundan, teninden
ve kadınlığından yararlanır ve başka zevklerini tatmin ederler. Bunu yaparken de
kadının haklarını savunduklarını söyler, buna karşı çıkanları kadın düşmanı
olarak suçlarlar. Gerçekte ise kendilerini kadını insanlıktan çıkarmakla
yetinmemişler, onu bir maskaraya, et parçası haline, her sokak başında
rahatlıkla bulunabilen, defolu bir işporta malına çevirmişlerdir. Bu işin uzmanı
bir kadın sosyolog Doç. Dr. Ümit Meriç bu konuda şunları söylüyor :
"Bu kısa zamandan başka bir şeye sahip olamayan insanın yapacağı tek şey, bu
zaman içinde kendisine en yararlı gelen şeyleri toplamak ve kendisine en fazla
zevk ve eğlence veren şeylerden alabildiğine faydalanmaktır. Bu, iki ayağı
üzerinde gezen dünyalık ve akıllı hayvan, bütün fitrî ve bedenî güdülerini
sonuna kadar kullanmalıdır. Arzularını doyurmak yolunda hürdür. Sosyal hayat da
bu özgürlüğe bir sınır koymamaktadır. Işte bu sebepten, böyle bir toplumda cinsî
güdüler vahşîleşir, sınır tanımaz. Kadın da verdiği zevk oranında değer taşır.
Artık kadın ilâhî bir emanet ve insanı oluşturan iki temel parçadan biri
olmaktan çıkmış ve yalnız bir "beden" haline gelmiştir. Taşıdığı değer,
bedeninin değeri kadar olacaktır. Böyle bir toplumda kadının tüm varlığı
görülmekte ve alıcının gözü ile değerlendirilmektedir. Kadın sadece deri,
erkekse sadece göz'dür.
Insanın yalnızca beden, yüz de gözden ibaret olduğu bir kültürde, giyimin
şekli ne olacaktır2 Böyle bir insan için elbise, vücûdu örtmekte değil,tersine
teshir etmekte kullanılan bir araçtır. Kadın için bir sığınak değil, ikinci bir
deridir.
Öte yandan batılı anlayış, dünyayı tüketime, daha çok tüketime zorlamaktadır.
Böyle bir mâneviyattan yoksun sistem içinde kadına biçilen yol, tüketen ve
tükettiren bir araç olmaktır ve değeri de bu rolünün oynayabildiği ölçüdedir.
Resim, müzik, sinema, tiyatro, gazete,dergi, posterler, kadını sürekli pazara
sürmektedir. Sermayesi aynı olan iki önemli endüstri kolu daha vardır ki,
bunlardan biri tekstil, giyim, diğeri ise kozmetik endüstrisidir. Eğer kadın
beden ve gözlerle değerlendirilen bir varlık olmaktan çıkarsa, gerçek hüviyetine
kavuşturulursa, bu endüstri kollarının kaderi ne olacaktır. Batılı veya
batılılaşmış bir kadın, yalnızca vücudunu ortaya koyan elbiseler giymekle
kalmamalı, aynı zamanda elbiselerini de sürekli değiştirmeli ki, dokuma ve kumaş
endüstrileri yaşasın".(Ümit Meriç ve ark.: Islâm'da Kılık Kıyafet ve Örtünme
ISAV s. 33.)
MUT'A NİKAHI NE
DEMEKTİR. İSLAM DİNİNDE YERİ NEDİR?
Mut'a nikahı, ücret mukabilinde belli bir süre için kadınla evlenmektir.
Cahiliyette mübah olduğu gibi İslam'ın ilk günlerinde de mübahtı. Sonra nesh
edilip yürürlükten kaldırırdı. Tirmizi şöyle diyor: "Mut'a nikahı İslam'ın ilk
günlerinde idi. Adam bir şehre gittiğinde kimse ile tanışmadığından orada
kalacağı süre kadar bir kadınla evlenebilir. O da eşyasına bakar, muhafaza eder,
işini düzene kordu." Mut'a nikahının haram olduğuna dair ittifak vardır.
Rafiziler ile Şiiler hariç bütün ulema haram olduğunu kabul ediyor.
İbn Abbas, mut'a nikahının uzun zaman nesh edilmediğini söylüyordu. Bilahare
mensuh olduğunu kabul ederek ilan etti.
Bir gün İbn al-Zubeyr ile İbn Abbas arasında mut'a nikahı hususunda ihtilaf
oldu. İbn Zübeyr, İbn Abbas ta'rizen: "Ne oldu bazı kimselerin gözü kör olduğu
gibi basireti de kapandı. Mut'a nikahının helal olduğunu söylüyor" dedi. Çünkü
İbn Abbas hayatının sonuna doğru gözlerini kaybetmişti. İbn Abbas, İbn Zübeyr'e
cevaben: "Ne kadar kabasın! Müttakilerin önderi olan Allah'ın Resulü'nün mut'a
nikahına cevaz verdiğini gördüm" dedi. Bundan anlaşılıyor ki İbn Abbas neshden
habersizdi, nesh durumunu öğrenince görüşünden döndü. Sa'id bin Cübeyr'den şöyle
rivayet edilmiştir: "İbn Abbas bir gün bir hutbe okudu dedi ki: Mut'a nikahı
leş, kann ve domuz eti gibidir" (al-Fıkh ala'l-Mezahib al-arba'a).
MÜZİK DİNLEMEK VE TELEVİZYON SEYRETMEK HAKKINDA BİLGİ VERİR MİSİNİZ?
Müzik konusu Islâm âlimlerini çok meşgul eden bir konudur. Çünkü bu mesele
bir çırpıda cevap verilecek bir mesele değildir. Zamana, zemine, dinleyene ve
dinletene göre değişebilen esnek bir meseledir. Bu yüzden Gazalî bu meseleyi
bütün bu itibarları hesaba katarak "Ihyâ"sında uzun uzadıya anlatmıştır. Birkaç
cümle ile özetlemek istersek şunları söyleyebiliriz: Müzik bütünüyle haram
olmadığı gibi, bütünüyle de helâl değildir. Fıtrat da bütünüyle haram olmamasını
gerektirir. Tabiatta kendiliğinden var olan ahenkli şırıltılar, kuş sesleri ve
yanık Kur'ân okuyuşlarının haram olduğunu kimse söylememiştir. Düğünlerde,
bayramlarda işin içine biraz eğlence de karışsa, def gibi aletlerle çalıp
söylemek ve eğlenmek genellikle helâl görülmüştür. Yabancı kadının türkü
söylemesini erkeğin dinlemesi genellikle haram görülmüş ve kadının sesi avret
olmasa bile, nameli türkü ve şarkısı kalplerde fitnenin uyanmasına sebep olur
denmiştir.
Kadının kadından, erkeğin erkekten müzik dinlemesine gelince; haram şeylerin
tasvir edildiği türkü ve şarkılar, ittifakla haram görülmüş, bunun dışındakiler
ayrıma tabi tutularak, dinleyende kötü duygular uyandıranı haram, iyi duygular
uyandıran mübahtır denmiştir. Harplerde cesaret vermek için, ruh hastalarını
tedavi etmek için müzik bazı çeşitleriyle helâl sayılmış ve kişinin tek başına
iken yalnızlığını gidermek için birşeyler terennüm etmesi mübahtır denmiştir.
Günümüzde müziğin ideolojik silah olarak kullanılma özelliği hesaba katıldığında
müslümanlar tarafından da silah olarak kullanılabileceği söylenebilir. Bazı
tarîkat mensuplarının def vs. ile semâ ve raks yapmalarını, Imam Rabbani'nin de
içinde bulunduğu birçok Islâm âlimi ağır bir dille tenkit etmiş ve bunun kötü
bir bid'at olduğunu söylemişlerdir.
Ancak müzigi, herşeye rağmen yerenlerin savunanlardan çok olduğu, yerilirken
haram yani günah olduğunun söylenmesi, savunulurken ise ancak mübah olduğunun
söylenmesi, yani, sevap olduğunun söylenmemesi de hesaba katılmalıdır.
Televizyona gelince; kastedilen müzik ise onun için söylenecek şeyler de
aynıdır. Ne var ki, bir kıyaslama yapılırsa canlının cansızdan daha etkili
olduğu ve mahzurunun bir derece daha fazla olacağı da açıktır. Yani direkt
olarak görülmesi haram olmayan şeylerin ve manzaraların, ekrandan görülmesi de
öncelikle harâm değildir. EIbette haram olanınki de, az önce söylediğimiz bir
derece farkını hesaba katarak haramdır. Televizyonun esas sakıncalı yani, şu
anda müslümanlar aleyhine bir beyin yıkama ve ahlâkı tahrip aracı olarak
kullanılması ve çok hayırlı işlere sarfedilecek zamanların boşa geçmesini
sağlamasıdır. Gerçi bu son etkisi, kötü işler yapacak olan insanlar hesaba
katıldığında faydalı bir sonuçtur ama, tersi için de kötü bir sonuçtur. Ayrıca
televizyon aile ve fert bazında da laik, yani hiçbir hareketini dine göre
ayarlamayan bazı standartlarını ölçü alıp, devamlı onların hayatını "normal"
olarak empoze ettiği için, asıl zararı şu anda Islâmî inanç ve âile düzenini
yıkma işlevi görmesidir. Bu, izleyenleri farkında olmadan damla damla yuttukları
öldürücü bir zehirdir. (Geniş bilgi için bk. Ibn Âbidîn; Fetâvâ N/298-99;
Dürrû'I-Münteka N/553; Nemenkânî N/214 vd.)
|