İYİLİĞİ DÜŞÜNMEK YAPMAK GİBİ
SEVABTIR
Geçmiş peygamberlerden biri
zamanında ortaya çıkan şiddetli bir kıtlık, insanları kasıp kavuruyordu
O kadar ki, bir lokma ekmek,bulmak, bir kese altın bulmaktan daha
sevindirici oluyordu
İnsanların çektiği açlık merhamet
sahibi kimselerin yüreklerini paralıyordu Böyle bir ortamda yoksul bir
derviş, çölde yaptığı bir yolculuk sırasında dağ gibi bir kum yığınına
rastladı Kum yığınının
önünde durup içinden "Ey Rabbim, ne olurdu
şu yığın kumdan oluşacağına undan oluşsaydı da ben onu büyük bir zevk ve
cömertlikle aç insanlara dağıtsaydım" diye geçirdi Bunu o kadar
samimi olarak düşünmüştü ki, zamanın peygamberine Allah Teâlâ şöyle
vahyetti: "Falan dervişe haber ver ki' onun halisane niyeti, gördüğü
kum yığını, ona ait bir un yığını imiş de onu benim rızam için açlara
dağıtmış gibi kendisine sevap yazmama vesile olmuştur"
BASİT
BÎR TERCİH
ilk Müslüman Türk Devletlerinden
biri olan Gazneliler devletinin en büyük ve değerli hükümdarlarından
biri olan ve tarihte ilk defa "sultan" adını alan Sultan Mahmud, İslamı
yaymak için Hindistan'a on sekiz sefer düzenlemişti İşte bu seferlerden
birinde çok şiddetli bir direnme ile karşılaşmış, zafer kazanacağından
şüpheye düşmüştü Tam bu zor durumda iken Allah'a şöyle yalvardı: "Ey
Rabbim, bu savaştan galip çıkarsam, aldığım bütün ganimetleri yoksullara
dağıtacağım "
Neticede Sultan Mahmud galip geldi
ve çok kıymetli ganimetlere sahip oldu Gazne'ye döndüklerinde elde
ettikleri bütün ganimetleri yoksullara, muhtaçlara dağıtmaya başladı
Fakat bazı vezir ve komutanlar araya girip, "Aman Sultanım ne
yapıyorsunuz, bunca değerli ganimetler, altınlar, inciler fakir fukaraya
dağıtılır mı? Hem onlar bunların kıymetini ne bilecek? Üstelik devletin
hazinesinin bunlara ihtiyacı var" diyorlardı Sultan Mahmut bunu Allah'a
verdiği sözün gereği olarak yaptığını, kendisi için bir adak olduğunu
söyledi Adamları yine itiraz ettiler: "Efendimiz önemsiz olanları
dağıtın, değerli olanları hazineye ayırın, bütün memleketin bunlara
ihtiyacı var" dediler Sultan Mahmut'un kafasını karıştırdılar O zamanda
Gazne'de yaşayan, doğruyu ve hakki kellesi pahasına söylemekten
çekinmeyen âlim ve fâzıl büyük bir zat vardı Sultan Mahmud onu ça ğırtıp
durumu anlattı ve fikrini sordu O büyük zat şöyle dedi:
"Sultanım bunda kararsızlığa
düşecek bir taraf yok Çok basit bir tercih karşısındasınız Eğer Allah'a
bir daha işiniz düşmeyecekse hemen adamlarınızın dediğini yapın,
ganimetleri hazineye koyun Ama Allah'a tekrar işiniz düşecekse
verdiğiniz sözü tutun, adağınızı yerine getirin, ganimetleri yoksullara
dağıtın"
ARPA VE
SAMAN
Eski Ramazanlardan birinde iki
molla âdet olduğu üzere Anadolu köylerine ramazan hocalığı yapmaya
çıktılar Rahat birer köy bulmak için yollarına devam ederken bir akşam
vakti yolları üzerindeki bir köyde misafir oldular Ev sahibi köylü irfan
sahibi, umur görmüş biriydi Mollalar akşam namazı yaklaştığı için
hazırlanmak istediler Biri abdest almak için dışarı çıktı Ev sahibi
köylü içerde kalana sordu:
- Arkadaşının tahsili, terbiyesi
yeterli midir, Kur'an'ı iyi okur mu, tefsir ve hadis öğrenmiş midir?
Odada kalan cevap verdi:
- Yok canım, ne tahsil ve terbiyesi, ne ilmi?
Eşeğin biridir, bir şeyden anlamaz
Biraz şarlatandır, ona güveniyor
Bu arada dışarı çıkan içeri girdi
ve içerdeki dışarı çıktı Köylü içeri girene de arkadaşı için aynı soruyu
sordu O da arkadaşı için şöyle dedi:
- Sığırın biridir İlim ve edepten
hiç nasip almamıştır İstanbul'da boşuna kaldırım çiğnemiştir
Mollaların hazırlanması bitince
birlikte akşam namazı kıldılar Namazdan sonra ev sahibi akşam yemeği
getirdi ve mollaları sofraya buyur etti Sofrada ağzı kapalı üç tabak
yemek vardı Ev sahibi bunlardan ikisini birer tane mollaların önüne,
diğerini de kendi önüne koydu ve "Haydi buyurun" deyince herkes önündeki
tabağı açtı Mollalardan birinin tabağında arpa diğerinin tabağında saman
vardı Ev sahibi köylünün tabağında ise nefis bir tas kebabı bulunuyordu
Mollalar şaşırdılar, kızarıp bozardılar Ev sahibi onların bir-şey
söylemesine fırsat bırakmadan durumu aydınlatmaya başladı Önce önünde
arpa olana dönüp şöyle dedi:
- Arkadaşın senin için eşeğin
biridir dedi Bunun için sana arpa koydurdum Çünkü bir kimseyi en iyi
arkadaşı tanır Kişiyi arkadaşından sorarlar
Sonra önünde saman olana döndü ve,
- Senin için de arkadaşın
"sığırdır" dedi En iyi sığır yiyeceği saman olduğu için senin tabağına
da saman koydurdum Buyurun, afiyet olsun, dedi
İMTİHAN
Geçmişin herkesin saygısını
kazanmış derin hocalarından biri, yıllarca ders verdiği bir öğrencesini
birgün karşısına aldı ve şöyle dedi:
- Sen artık yılların tahsil ve terbiyesi sonucu belirli
bir düzeye geldin Gerekli bilgileri nazari olarak kavradın Ama bu
öğrendiklerinden sonuç çıkaracak yorum yapacak, gerektiğinde bunlardan
yararlanacak hâle geldin mi bunu öğrenmek için sana bir soru soracağım
Doğru cevap verdiğin takdirde sana icazet (diploma) vereceğim Öğrenci:
- Peki hocam, sorunuzu sorun,
bilirsem beni serbest bırakın, ben de zaten bunu istiyorum, dedi
Hoca sorusunu şöyle yöneltti:
- Diyelim ben seni serbest
bıraktım, ilk önce bir sıla-i rahim (yakın akraba ziyareti)
yaparsın Memleketine giderken elbette köylerden yaylalardan geçeceksin
Yolun üstünde davar sürülerine, çoban köpeklerine rastlayacaksın
Varsayalım ki böyle bir yerde beş altı tane köpek birden sana saldırdı
Nasıl kurtulursun?
Öğrenci cevap verdi:
- Elimdeki sopa ile karşı koyarım
- Sopa ile beş altı köpekle baş
edemezsin
- Köpekleri taşa tutarım
- Yine kurtulamazsın
- Silahımı çeker öldürürüm
- O zaman köpek sahipleri seni
oradan sağ salim bırakmazlar Öldürmeseler bile iyice döverler, pestilini
çıkarırlar ve köpeklerin parasını da tazmin ettirirler
Öğrenci pes etti:
- Hocam bilemeyeceğim Anlaşılıyor
ki bir süre daha sizden feyz almam gerekecek Fakat nasıl
kurtulabileceğimi siz söyler misiniz?
Hoca açıkladı:
- Dağda, bayırda, yaylada nerede
olursa olsun böyle birkaç köpeğin birden saldırısına uğrayınca ilk
yapılacak şey köpeklerin sahiplerine veya köpekler kimin denetiminde ise
ona haber vermektir Çünkü köpekler daima sahiplerine yakın yerlerde
bulunurlar ve sahiplerinin bir sözüyle, bir ıslığıyla saldırıdan
vazgeçerler
ALLAH
RIZASI
Vakti zamanında odunculukla geçinen, çalış kan, dürüst,
dindar bir adam vardı O zamanda yaşayan bazı insanlar, yakın bir çevrede
bulunan ve nadir yetişen bir ağaca kutsallık izafe etmişlerdi
Adaklarını, dileklerini o ağaç aracılığıyla yapıyorlardı Bu oduncu
anılan ağacı şirk (Allah'a ortak koşma) sebebi olarak görüyordu ve bunun
için kesmeye karar verdi O zamana kadar kimse buna cesaret edememişti
Oduncu bir gün baltasını aldı ve verdiği kararı uygulamak üzere yola
koyuldu Yolda karşısına acayip görünüşlü, insana güven vermeyen biri
çıktı Oduncu "sen kimsin?" diye sordu, o da "Ben şeytanım" diye cevap
verdi Oduncu "Vay alçak vay hain demek insanları yoldan çıkaran sensin,
şimdi seni geberteyim" diye söylenip üstüne çullandı Bir anda şeytanı
altına alıp boğazına abandı "Demek ki insanları kandırıp o ağacı
kutsallaştıran da sensin alçak herif" dedi Şeytan, "Boşuna uğraşma,
çabalama, beni öldüremezsin, çünkü Allah tarafından kıya mete kadar
insanları saptırmak için bana mühlet verildi Sen o ağacı kesmekten
vazgeç sana bir öneride bulunacağım" diye karşılık verdi Oduncu "Kabule
şayan ne önerin olabilir muzır herif?" diye çıkıştı Şeytan şu öneride
bulundu:
- Sen o ağacı kesmekten vazgeçersen
sana her sabah bir altın getirir yastığının altına koyarım Böylece seni
geçindirmeye bile yetmeyen odunculuktan kurtulmuş olursun
Oduncu biraz yumuşar gibi oldu ve
sordu:
- Peki vadettiğin bir altını
getirmezsen ne olacak?
- O zaman bana dilediğini yap
Oduncu öneriyi, kabul etti, ağacı
kesmeden geri döndü O gece yattı Sabah olunca yastığının altına baktı ve
gerçekten bir altın konmuştu Buna çok memnun oldu Merakla ertesi günü
bekledi Ertesi gün oldu ama yastığının altına para konmamıştı Belki
başka bir yere koymuştur diye her yanı alt üst etti yine altın çıkmadı
Buna çok içerleyen oduncu hemen bıçağını baltasını alıp şeytanı bulup
öldürmek üzere yollandı Aynı yerde şeytanla yine karşılaştılar Oduncu
şeytanı görür görmez hemen üzerine atıldı Ama önceki nin tersine şeytan
kendisini bir un çuvalı gibi savurdu Adam kalktı, şeytanın üzerine yeni
bir hamle yaptı Ama elini bile süremedi Artık insiyatif şeytana geçmişti
Şöyle dedi:
- Boşuna uğraşma arkadaş, sen geçen
sefer beni neredeyse haklıyordun, çünkü o zaman Allah rızası için yola
çıkmıştın Şimdi ise bana kızgınlığın kendi nefsin için Bundan dolayı
artık bana gücünü geçiremezsin, aksine sen mağlup olursun
UYARAN
RÜYA
Garibanın biri, çevresinde cimriliği, eli sıkılığı ile
tanınan birinden kalabalık bir yerde bir kase yoğurt parası istedi "Çok
canım istiyor" dedi Bu garibana yarı ermiş biri diye bakılıyordu Cimri
adam garibanı tersledi Yine istedi Cimri yine yanından uzaklaştırdı
Orada bulunanlardan birkaç kişi bu yoksula para vermeye, yardım etmeye
kalkıştı Hiç birinden kabul etmedi Eli sıkı adama gidip bir defa daha
sırnaştı Adam da "Al şunu da defol!" der gibi, önüne birkaç lira
atıverdi
Bu olaydan kısa bir zaman sonra
cimri adam, bir gece rüyasında kendisini cennette gördü Her yanda,
dünyada görmediği güzelliklerden oluşan bir manzara gözlerini
kamaştırıyordu Bu arada acıktığını hissetti Kendisine hemen bir tabak
yoğurt ikram edildi Adam bir tabak yoğurtla doymadı "Burada yoğurttan
başka birşey yok mu, bari bir-iki dilim de ekmek verseydiniz" dedi
Kendisi ne şöyle söylendi: "Sen birkaç gün önce buraya yalnızca yoğurt
göndermiştin O önüne çıktı Eğer başka şeyler de gönderseydin onlar da
seni karşılar, sana ikram edilirdi"
Bu rüyadan sonra adam cimrilikten,
pintilikten tümüyle sıyrıldı Eli açık, yediren, içiren, gerektiği zaman
kesenin ağızını kolayca açan biri oldu
GÖZ ÇUKURU
Halinden yoksul olduğu anlaşılan
bir adam, deniz kenarında oltayla balık tutuyordu Tesadüfen oradan
geçmekte olan ülkenin padişahı bu
gariban adamla ilgilendi ve ona,
"Oltana ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca
altın vereceğim" dedi Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir
kemik takıldı Hükümdar balıkçıya, "Ne yapalım, şansın bu kadar, oltana
ağır bir şey takılmadı" diyerek alıp sarayına götürdü Saraya varınca
adamlarına, balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın vermelerini
emretti Kemiği terazinin kefesine koydular, öbür kefesine
de altın koymaya başladılar Beş, on, yirmi, elli diyerek altınları
koydular ama kemik yerinden oynamıyordu Görünüşte dört beş altını zor
tartar göründüğü halde, tahminlerin on misli üzerinde altın koydular
kemik bana mısın demedi Altını doldurmaya devam ettiler, terazinin
kefesi doldu taştı ama kemik tarafı yerinden kımıldamıyordu Bunda bir
sır olduğunu anladılar Bir bilgeyi çağırıp bu sırrın ne olduğunu
sordular Bilge kemiği eline alıp şöyle bir baktıktan sonra şu açıklamada
bulundu:"Bu kemik açgözlü bir insanın göz çukurudur Siz bunu tartmak
için bütün hazineyi koysanız yine yerinden oynamaz Çünkü doymaz Ama bir
avuç toprak bunu doyurur"
Nitekim bir avuç toprak alıp
terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı kalkıverdi
EĞRİ
MİNARE
Süleymaniye Camiinin inşası
tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti O gün gelince
istanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak
için şehrin bu noktasına akın etmişti Herkes hayranlıkla bu Türk
mucizesini seyrediyordu Fakat bunlar arasında bulu nan bir çocuk, "Aaa
şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu Herkes de bakıyordu ama
bir eğrilik görmüyordu Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar
Sinan'a kadar ulaştı Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona,
"Yavrum hangi minare eğri göster bana" dedi Çocuk da "İşte şu" diye
minarelerden birini gösterdi Mimar Sinan hemen adamlarını topladı Uzun
halatları biribirine ekletip minareye bağlattı "Çekin yukarı doğru!"
diye çektirmeye başladı Çocuğa da, "Oğlum, bak bu minareyi
doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver"
dedi Adamlar gerçekten
düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı Çocuk bir süre sonra, "Tamam, minare
doğruldu" diye bağırdı İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler
Başından beri olaya tanık olan Sinan'ın ustalarından biri herkesin
kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti:
- Ulu mimarbaşımız, sen herkesten
iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok O halde niçin düzeltmeye
kalkıştın?
Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin,
anlayışın, hoşgörünün simgesi idi:
- Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını Ama
çocuğun kafasındaki "minare eğri" intibaını da öyle bırakamazdım Bu
yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki "eğri" kanaati silinsin Yoksa
her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten
eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı
DOĞRU YOLDAN AYRILMAMAK
Aylaklıktan, başıboşluktan usanan,
bunun çıkar yol olmadığını anlayıp doğru yola gelmeye karar veren
mirasyedi bir adam, ülkesinin kralına çıkıp, doğruluktan ayrılmadan,
dürüstçe yaşamak için kendisine bir yol göstermesini istedi Kral adama
ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verdi Bunu tek bir damla bile
dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini, bir damla dahi
döktüğü takdirde hemen orada boynunun vurulacağını söyledi Yanına da
kontrol için yalın kılıç
iki gözcü verdi Adam
fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde, bütün gücünü, dikkat ve zekasını
kullanarak bir damla bile dökmeden şehrin bir başından öbürüne götürdü
Sonra geri dönüp kralın huzuruna yeniden çıktı Verilen görevi eksiksiz
yerine getirdiğini söyledi Kral adama sordu:
- Şehirde ne gördün, neye şahit
oldun?
O gün şehirde pazar kurulduğu, her
yanın iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık olduğu bir gündü Buna
rağmen adam şu cevabı verdi
- Efendimiz, ucunda can kaygısı da
bulunduğundan fıçıdaki yağı dökmemek için öylesine bir dikkat içindeydim
ki, bir an bile gözümü fıçıdan ayırıp çevreye bakamadım Bu nedenle ne
kimseyi gördüm, ne de bir olaya şahit oldum
Kral bu dersten sonra gönül
rahatlığı ile tavsiyesini yaptı:
- işte, yaptığın her işte, sana
verilen her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine verirsen,
Allah'ın her an seni kontrol ettiğini de aklından çıkarmazsan, hiç bir
zaman doğru yoldan ayrılmazsın
HERKES SOYUNA ÇEKER
Bir padişah Hızır'ı görmek istiyordu Bir gün bunun için
tellallar çağırttı "Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara
boğacağım" dedi Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu
Karısına dedi ki: "Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan
kırk gün müsade alacağım Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz
boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım
Kırk günün sonunda Hızır'ı
bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz"
Adamın karısı kanaatkar biriydi
"Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye Bundan sonra
da idare ederiz Vazgeç bu tehlikeli işten" dedi Ama adam kafaya koymuştu
Padişaha gidip Hızır'ı bulacağını söyledi Bunun için kırk gün izin
istedi Hızır'ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin
geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para
aldı Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu Kırk günün
bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi itiraf etti: 'Benim aslında
Hızır'ı falan bulacağım yoktu Ailece sıkıntı çekiyorduk Hızır'ı
bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim" dedi Padişah buna çok
kızdı: "Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç
düşünmedin mi?" diye bağırdı Adam da her şeyi göze aldığını söyledi
Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde
bulundu Birinci vezire sordu:
- Padişahı kandıran bu adama ne
ceza verelim?
- Efendimiz, bu adamın boğazını
keselim, etini parçalayıp çengellere asalım
Bu sırada peyda olan, nurani, ak
sakallı bir ihtiyar
I vezirin sözleri üzerine
söyle dedi: Küllü şeyin yerciu ila asıhı"
Padişah ikinci vezirine sordu:
- Bu adama ne ceza verelim?
- Hükümdarım bu adamın derisini
yüzüp içine saman dolduralım
Biraz önce ansızın ortaya çıkan
ihtiyar yine "Küllü şeyin yerciu ila aslını" dedi
Padişah üçüncü vezire sordu:
- Ey vezirim sen ne dersin, beni
kandıran bu adama ne ceza verelim?
- Padişahım bana göre, bu adamı
affedin Size yakışan, sizden beklenen budur Bu adam önemli bir suç
isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil Çünkü çoluk çocuğunun
rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli
Nurani ihtiyar yine söze karıştı:
"Küllü şeyin yerciu ila asıhı"
Bu defa padişah o yaşlı zata
yöneldi:
- Sen kimsin? İkide bir
tekrarladığın o laf ne demektir?
ihtiyar cevap verdi:
- Senin birinci vezirinin babası kasaptı Onun için
kesmekten, etini çengellere asmaktan bah setti Yani aslını gösterdi
İkinci vezirin babası yorgancı idi Yorgan yastık, yatak yüzlerine
yün, pamuk vb doldururdu O da babasına çekti
Üçüncü vezirin ise babası da
vezirdi O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi Benim söylediğim söz
"Herkes aslına çeker" demektir Vezir istersen (üçüncü veziri
göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır,
bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu
TERBİYE YARATILIŞA BAĞLIDIR
Eski iran hükümdarlarından biri
vezirine oğlunun hocasından yakınıyordu:
- Ben istiyorum ki oğlum ilim
öğrensin, benim yerime iyi bir hükümdar olsun, o ise devamlı müzikle,
sesle, sazla meşgul Demek ki hocası buna iyi bir yön veremiyor
Vezir aynı görüşte değildi:
- Hükümdarım hocanın elinde mucize
yok Çocuğun kabiliyeti neye ise hocası ancak onda ilerlemesine,
olgunlaşmasına yardım edebilir İnsanın tabiatı değiştirilemez Terbiye
yaratılışa tabidir
Hükümdar aksi görüşteydi Terbiye
ile yaratılışa yön verebileceğini iddia ediyordu Bunu kanıtlamak için
bir akşam sarayında bir eğlence düzenledi Bu eğlence sırasında eğitilmiş
kedilerin bir gösterisi de yer aldı Bu kediler, sırtlarında, bir tabak
içinde yanan mumları taşıyorlar ve onları
düşünmüyorlardı Hükümdar vezire bu
kedileri göstererek:
- Görüyorsunuz, terbiyenin nelere
gücü yetiyor, dedi
Vezir karşılık vermedi Olumlu,
olumsuz bir şey söylemedi Yeni bir eğlence gecesini bekledi Bir başka
gecede düzenlenen eğlenceye gelirken yanında gizlice bir kaç tane fare
getirdi Kediler gösteriye başladığı zaman bu fareleri kedilerin ortasına
doğru salıverdi Fareleri gören kediler sırtlarındaki tabağı, mumu unutup
farelerin peşine takıldılar Mumlar, tabaklar hepsi bir yana yuvarlandı
Yanan mumlardan yerdeki halılar tutuştu Ortalık bir anda ana-baba gününe
döndü Tam bu esnada vezir padişaha yanaşıp iddiasını kanıtlamanın
gururuyla şöyle dedi:
- Gördünüz mü padişahım terbiye
yaratılışa tabidir
SORUMLULUK
Vaktiyle her türlü maddi imkâna sahip olmasına rağmen
can sıkıntısından, hayatın yaşanmaya değmez olduğundan yakman bir prens
vardı Kardeşleri, arkadaşları gezer, ava gider, eğlenirken o odasına
kapanır, sürekli düşünürdü Oğlunun bu haline hükümdar babası çok
üzülüyordu Birgün hükümdar, ülkesinin en bilge kişisini sarayına
çağırtıp ona oğlunun durumunu anlattı ve buna bir çözüm bulmasını istedi
Bunun için bilgeye bir hafta mühlet verdi Bir hafta içinde bir formül
bulamazsa bunun hayatına mal olabileceğini de hatırlattı
Yaşlı bilge üç beş gün düşünüp
taşındı; aklına hiç bir çözüm gelmedi Bu nedenle canını olsun kurtarmak
için ülkeyi terketmeye karar verdi Üzgün, dalgın bir şekilde ülkeyi
terkederken, bir köyün yakınında koyunlarını, keçilerini otlatan küçük
yaşta bir çobanla bir süre ahbaplık etti Bundan cesaret alan küçük çoban
yaşlı dostuna "Amca şu hayvanlarıma biraz göz kulak oluver de, ben de şu
görünen köyden azık alıp geleyim, bugün azık almayı unutmuşum" dedi
Bilge de zevkle kabul etti Bilge, kafası, karşılaştığı olaylarla meşgul
bir halde hayvanlara göz kulak olurken, bir keçi yavrusu kenarında
oynamakta olduğu uçurumdan aşağı yuvarlanıverdi Aşağı inip onu
kurtarmadıkça kendi kendine kurtulması da mümkün değildi Bilge küçük
çobana verdiği sözü doğru dürüst tutabilmek için kuzuyu kendisi
kurtarmaya karar verdi Bu amaçla uçurumun dibine indi Önce kuzuyu
sırtına bağladı, sonra tırmanmaya başladı Birkaç tırmanma başarısızlıkla
sonuçlandı Ama bilge yılmadı Uğraştı, didindi, zorlandı ama sonunda
kuzuyu yukarı çıkarmayı başardı Küçük dostuna verdiği sözü tutabilmek,
bunun için de kuzuyu uçurumdan çıkarmak bir süre kafasını öyle meşgul
etti ki, kendini bu işe o kadar
verdi ki başından geçmekte olan
olayı, canını kurtarabilmek için ülkeyi terketmekte oluşunu unuttu Fakat
bu durum onun kafasında bir şimşek çakmasına sebep oldu Şöyle düşündü:
"Bir kimse ciddi olarak bir işle meşgul olur, bir girişimde bulunup onu
başarı ile sonuçlandırmak arzusu benliğini tam olarak kaplarsa, o kimse
için can sıkıntısı, eften püften olayları kafasına takmak diye birşey
söz konusu olamaz" Bu gerçek herkes, dolayısıyla hükümdarın oğlu için de
geçerlidir Bilge artık kaçma fikrinden vazgeçip hemen geri döndü ve
hükümdarın huzuruna çıkarak şu çözümü sundu:
"Hükümdarım, eğer oğlunuzun can
sıkıntısıdan kurtulmasını, hayata bağlanmasını istiyorsanız ona bir
sorumluluk yükleyin, zamanını kaplayıcı bir meşguliyet verin Can
sıkıntısının, yaşamaktan şikayet etmenin ana sebebi başıboşluktur
Oğlunuza yükleyeceğiniz sorumluluk ne derece ciddi, sonucu ne derece
ağır olursa, kendini o ölçüde can sıkıntısından kurtaracak, yaşama
mücadele ve azmi o derece artacaktır"
DARI EKMEK
Bir hükümdar maiyetiyle birlikte ülkesinde bir gezintiye
çıkmıştı Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan
dikmekle meşgul olduğunu gördü İhtiyara uzaktan seslendi:
- Baba, sen ne diye fidan dikmeye
uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların
meyvesinden herhalde yiyemezsin
İhtiyar cevap verdi:
- Bu diktiğim fidanların meyvesini
bizim yememiz şart değil evlat Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği
fidanların meyvesinden yedikse, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de
bizden sonrakiler yer
Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve
ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti
İhtiyar bu ihsanı karşılıksız
bırakmadı:
- Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz
fidanlar şimdiden meyve verdi
Bu cevap da hükümdarın hoşuna
gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti
Yaşlı köylü sıradan biri değildi
Çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi:
- Evlat herkesin diktiği fidan
yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyva
verdi
Bu diplomatça cevap da hükümdarın
hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti Ama bu defa
vezir araya girdi ve hükümdarı uyardı:
- Aman sultanım bir an önce buradan
uzaklaşalım Bu ihtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine,
devletin hazinesine darı ekecek
ANA GİBİ
YAR
Vaktiyle bir vezir, padişah katında
hatırının kırılmayacağına inanarak kendisinden şöyle bir ricada bulundu:
- Sultanım benim iki tane karım,
her birinden de üçer çocuğum var Karılarımın hangisinin analık
duygularının daha kuvvetli olduğunu merak ediyorum Malımı da buna göre
vasiyet edeceğim Şunları bu konuda bir sınamanız mümkün mü?
Padişah, veziri sevdiği için
gönlünü yapmak istedi Hanımlarından birini çağırttı ve dedi ki:
- Ey hatun, benim vezirim olan
senin kocan, gözdelerimden birini baştan çıkarmış Bunun cezası aslında
ölümdür Ama sen kocanı affedersen idamdan vazgeçip onu sevgilisiyle
beraber ülke dışına sürgün edeceğim
Kadının gözlerinde intikam alevi
parladı:
- istemem, bana yar olmayan
başkasına da yar olmasın! Asın, ipini de bana çektirin!
Padişah daha sonra vezirin öbür karısını çağırttı Ona da
aynı şeyi söyledi Vezirin ikinci karısı tam tersine bir tavır takındı:
- Aman sultanım, ben kocasız
kalmaya razıyım, ama çocuklarım babasız kalmasın, idam edeceğinize
sürgün edin de çocuklarım babalarıyla bir gün kavuşma ümidini
kaybetmesinler,
İŞ BİLENE CAN KURBAN
Gazneli Sultan Mahmud, bir av
merasiminden dönerken bir köyde, Ayas adında bir delikanlı ile
tanışmıştı Ayas'ın söz ve davranışlarındaki farklılık, bunlardan
yansıyan zeka parıltıları karşısında Sultan Mahmud, bu delikanlıda bir
cevher olduğunu sezmiş ve onu kendi rızası, ana-babasının izniyle
Gazne'deki sarayına götürmüştü
Ayas, sarayda sultanın emriyle
yoğun bir eğitim ve öğretime tabi tutuldu Tahminlerin ötesinde zeki ve
başarılı bir genç olduğu görüldü Her öğretileni hemen belliyor, köyden
gelmişliğini hissettirmemek için bir yanlışlık yapmamaya aşırı dikkat
gösteriyordu
Sonuçta Ayas, Sultan Mahmud'un
istediği nitelikte bir elaman olarak yetişti ve sultanın emrine girdi
Kendisine hangi görev verilse hakkından geliyor, her işte hükümdardan
tam not alıyordu Sultan Mahmud Ayas'ı keşfettiğine içten içe memnun
oluyordu
Ayas, sarayda liyakat ve yetenek
isteyen görevler için adı akla ilk gelen kimse olmuştu Sultanın bir paye
verdiği kimseler içinde en güvendiği, en gözde kişi Ayas'tı Bunun için
Sultan'ın maddi ve manevi iltifatlarına mazhar oluyordu Bu durum Ayas'la
aynı rütbedeki vezirler ve diğer yüksek dereceli memurların
kıskançlığına, Ayas hakkında ileri geri konuşmalarına sebep oluyordu Ama
Sultan Mahmud herşeyden haberdardı Bir gün vezirlerinin kumandanlarının
katıldığı bir gezi düzenledi Bu gezi sırasında yakınlarından geçmekte
olan bir kervan Sultan Mahmud'a, Ayas'ın değerini kanıtlamak için
aradığı fırsatı verdi Sultan Mahmud, vezirlerinden birini çağırdı ve
ona,
- Git, şu kervan nereden geliyormuş
sor, dedi Vezir gitti sordu ve döndü:
- Sultanım, bu kervan Çin'den
geliyormuş
- Peki nereye gidiyormuş?
- Onu sormadım efendim
Sultan Mahmud bunun için bir başka
vezir çağırdı ve ona,
- Git şu kervan nereye gidiyormuş
öğren dedi Vezir öğrenip geldi:
- Sultanım Mısır'a gidiyormuş
- Anlaşıldı, yükü neymiş?
- Onu öğrenmedim efendim
Böyle kaç tane vezir denedi, kervan
hakkında tatminkâr bilgi edinemedi Bunun üzerine mevcut vezir ve diğer
yetkililere şöyle dedi:
- Ayas'ı çekemediğinizi, hakkında
ileri geri konuştuğunuzu, gözden düşürmeye çalıştığınızı biliyorum Benim
Ayas'a değer verişim sahip olduğu engin kabiliyetlerden, verilen her
görevde gösterdiği ustalık ve beceriklilikten dolayıdır Beşinizin,
onunuzun birlikte üstesinden gelemediği bir işi tek başına hak
edebilmesi sebebiyledir En basiti şu kervan hakkında hanginizi
görderdimse yeterli bilgileri edinemediniz Halbuki daha önce böyle bir
konuda Ayas'ı denedim, bir seferde tekmil bilgiyi, akla gelebilecek tüm
soruların cevabını öğrenip beni aydınlatmıştı İşte benim Ayas'ı
tutmamın, ona farklı muamele yapmamın sebebi budur
CENNET
KÖŞKÜ
Halife Harun Reşid döneminin
ermişlerinden Behlül Dana bir gün düzgünce kesilmiş tahta parçalarından
eve benzer birşey yapıyordu Bunu Harun Reşidin hanımı Zübeyde görüp ne
yaptığını sordu Behlül:
- Cennet köşkü yapıyorum efendim,
diye cevap verdi
Dindar bir kadın olan Zübeyde köşke
müşteri çıktı:
- Bu köşkü bana satar mısın?
- İsterseniz satarım
- Kaç paraya satarsın?
- Sana bir akçeye veririm
Halifenin hanımı hemen bir akçeyi
verip köşkü satın aldı
Harun Reşid ve hanımı o gece
rüyalarında kendilerini cennette gördüler Zübeyde lüks bir köşkte
oturuyordu Harun Reşid sordu:
- Hanım, sen bu köşke ne zaman
sahip oldun?
- Dün bir akçeye Behlül'den satın
almıştım
Sabah oldu, hükümdar hemen Behlül'ü
çağırttı
- Dün hanıma sattığın köşkten bir
tane de bana yapsana, dedi
- Olur, yaparım, dedi Behlül
- Kaça yapacaksın?
- Bin akçeye yaparım
- Ama hanıma bir akçeye vermişsin
- Evet bir akçeye verdim Ama o köşkün değerini bilmeden
aldı Sen ise dün gece onun nasıl görkemli bir köşk olduğunu gördün Ben
buna göre fiat istiyorum
İYİLİK İÇİN SÖYLENEN YALAN
Vaktiyle bir padişah, ellerindeki
esirlerden birini, diğer esirleri kıştırtıyor, isyana teşvik ediyor,
diye cezalandırmak istedi Bu tür suçların cezası da idamdı Esir bunu
bildiği için, "Ölümden öte yol yoktur" felsefesiyle, kendi dilinde
padişaha sövüp saydı, iyice içini döktü
Padişah esirin dilinden anlayan bir
vezire, "Neler söylüyor bu adam?" diye sordu Vezir, temiz yaratılışlı,
iyilik yanlısı biriydi Esirin küfürler savurduğunu değil de "Ben bir
hata ettim bir padişah olarak sana yakışan ise affetmektir Allah da
bağışlamayı ve bağışlayanları sever, diyor" dedi Vezirin bu sözleri
üzerine padişah merhamete geldi ve esiri affetti Fakat esirin dilinden
anlayan kötü yürekli bir başka vezir müdahale etti:
- Padişahım, bu esir söylenenlerin
tam tersine size en ağır küfürleri savurdu, ağzına geleni söyledi dedi
Padişah yerinde bir soyluluk
gösterisinde bulundu Kötü yürekli vezire hitap ederek, "Önceki vezirimin
söylediği yalan, senin söylediğin doğrudan daha çok hoşuma gitti Senin
gammazlığına itibar etmiyorum" dedi ve af kararını geri almadı
YAPILAN İYİLİK KONUŞULMAMALIDIR
Vaktiyle bulunduğu küçük yerde
geçim sıkıntısı çeken dürüst ve temiz yaratılışlı genç bir adam, bir gün
memleketine çok uzakta bulunan bir şehir merkezine giderek iş bulup
çalışmaya, kendine yeni bir hayat düzeni kurmaya karar verdi Bu niyetle
vakit kaybetmeden hazırlanıp yola koyuldu Genç adam bu yolculuğu
sırasında yorum ve açıklaması kendisi için imkânsız olan bir takım
olaylarla karşılaştı
Bunlardan biri şuydu: Bazı kimseler
bir tarlaya buğday ekiyorlar, ekilen buğdaylar hemen yetişip
olgunlaşıyor, onlar da hiç vakit kaybetmeden hasat ediyorlar, sonra
bunları ateşe verip yakıyorlardı
İkinci olarak şuna şahit olmuştu:
Bir adam büyük bir taşı kaldırmaya çalışıyor, kaldıramıyor; ama bu taşa
bir tane daha ekleyince kaldırabiliyor, bir üçüncüyü ekleyince daha da
rahat kaldırabiliyordu
Şahit olduğu bir başka olay da şu
idi: Bir adam bir koyuna binmiş, onun üzerine birkaç kişi daha binmiş
koşturuyorlar, arkalarından birileri de onlara yetişmek için çabalıyor
ama yetişemiyorlardı
Adam bunlarla kafası Karışmış birhalde uzun yolculuğun
nasıl geçtiğini anlamadan şehrin kapısına geldi Burada nurani bir
ihtiyar kendisini durdurup nereden geldiğini, niçin geldiğini yolculuğun
nasıl geçtiğini sordu Adam herşeyi anlattı ve yolda karşılaştığı
alışılmamış hadiseleri de serüvenine eklemeyi unutmadı Bunun üzerine
ihtiyar bu genç adama rastladığı olayları bir bir açıkladı:
"Senin yolda ilk rastladığın buğday
ekip hemen hasat eden ve sonra ateşe verip yakan insanlar, iyilik edip
de onu sağda solda konuşarak değerini sıfıra indiren insanları simgeler
Taş kaldırmaya çalışan kimse de
şunu anlatır: İnsana ilk işlediği günah ağır gelir, onun altında ezilir
Ama ona tevbe etmeden başka günahlar işlemeye devam ederse artık o
günahlar ona hafif gelmeye başlar
Koyun ve ona binenlere gelince, koyun cennet hayvanıdır
Sırtındakileri cennete taşımaktadır Koyuna ilk defa binen alimlerdir
Ondan sonra binenler her sınıftan müminlerdir Bunlara yetişmek için
koşanlar ise inançsızlardır
|